25 Mayıs 2024 Cumartesi

T24 KÖŞEBAŞI (25 Mayıs 2024)

 

Araştırma: Kürt kanaat önderleri, DEM'in Türk solunun toplumsal karşılığı az olan gruplarıyla beraberliğini eleştiriyor (Candan Yıldız)

"CHP de aktörleşme potasına girmiş gibi görünüyor. 2023 sonrasında CHP bu imkânı kaybetmiş, Cumhurbaşkanı adayı seçimden yenik çıkmış olduğu için aktör tartışması ortadan kalkmış gibiydi Kürt meselesinde"

Kürt siyasetinde ana akım siyasetin temsilcisi DEM Parti'nin ikinci yüzyılında Cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması politikası, Kürtlerin Cumhuriyetin ilk yüz yılına bakışını da özetler.

Kürt Çalışmaları Merkezi'nin Cumhuriyetin 100 Yılı ve Kürtler; Geçmiş Yüzyılın Değerlendirilmesi ve Yeni Yüzyıla Dair Beklentiler araştırması bunu doğrular nitelikte.

14 Mayıs 2023 genel seçimleriyle 31 Mart 2024 yerel seçimleri arasında yapılan araştırma, farklı şehirlerden farklı dünya görüşlerine mensup sivil toplum, iş dünyası, medya, akademi gibi farklı alanlarda çalışan 40 kanaat önderiyle derinlemesine yapılan görüşmelerden çıkan sonuçları içeriyor.

Araştırmaya göre Kürtler için yüzyıllık Cumhuriyet'in özeti; baskı, inkâr ve çatışma…

Kürt Çalışmaları Merkezi Direktörü Reha Ruhavioğlu'na kanaat önderleriyle yapılan görüşmelerden çıkan sonuçları sordum.

"Kürtler Cumhuriyet'in yüzyılı hakkında ne düşünüyor" soruma Ruhavioğlu şu yanıtı verdi:

"Yüzyıllık Cumhuriyet tarihinde Kürtler açısından çok şeyin radikal olarak değişmediğine dair bir kabul var. Kürt meselesinin mahiyetiyle ilgili çok büyük bir dönüşüm olduğu inancı yok. Tabii ki Kürtler yüzyıl önceki durum kadar kötü durumda değiller. Kürtlerin genel statülerinin, yapısal durumlarının değişmediğiyle ilgili ortak bir görüş var."

"Yüzyıl öncesine göre Kürtlerdeki ulusal bilinç toplumsallaştı"

Kürtler yüzyıl öncesiyle kıyaslandığında nasıl bir değişim dönüşüm geçirdi?

Araştırma sonucuna göre "Kürtlerin tarihsel olarak yaşadığı baskı ve inkâr politikalarına rağmen, kimliklerini koruma ve feda etme konusunda önemli ilerlemeler kaydettiği belirtiliyor."

Ruhavioğlu bu sonucu da yorumladı:

"Geçen yüzyılda devlet Kürtleri tanımamakta diretti. Kürtler de varlıklarını gösterme ve ispat etme konusunda bir inat ve mücadele yürüttüler. Bugün inkâr meselesi büyük oranda aşıldı. Kürtler kimliğini, varlığını kabul ettirdi. Bugün parlamentoda temsil ediliyor olmaları, Kürt dili ve kimliğine ilişkin bazı yasal kazanımlar olmakla birlikte genel meşruiyetinin artık tartışılmıyor olması, Kürt siyasal hareketinin Türkiye sivil toplum hareketinde önemli bir dinamiğe dönüşmesi, meselenin uluslararasılaşması, Kürtlerin Ortadoğu'da bir denge gücü haline gelmiş olması; bunlar somut kazanımlar… Yüzyıl önceki vaziyetten ileride bir durum bu. Aktörler bunu bir mücadelenin sonucu olarak görüyorlar. Kürtlerde, yüzyıl öncesinde de bir ulusal bilinç vardı, Kürt aktörler de güçlüydü. Ama bu bilincin yüzyıl sonra daha yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz. Türkiye'de yaşayan her üç Kürt'ten ikisi Kürt kimliğini güçlü bir şekilde sahipleniyor. Kimlik bilincinin aktörlerden topluma doğru yaygın bir şekilde genişlediğini görüyoruz. Yani yüz yıl önceki aktörler bu kadar geniş bir toplumsal desteğe sahip olamıyorlardı. Bu önemli bir değişim."

"Kürt aktörler nezdinde CHP'nin aktörleşme potansiyeli daha güçlü hissedilebilir"

Kanaat önderleriyle yapılan görüşmelerden çıkan bir diğer sonuç da iktidar ya da muhalefet partilerinden çok DEM Parti'ye biçilen misyon… Taşıyıcı siyasal parti olarak DEM'e daha fazla görev biçiliyor.

Ruhavioğlu bu sonucu da yorumladı:

"Kürt toplumunun hak arayışı ve taleplerinin taşıyıcısı olarak, Kürtlük içinden bir aktör olarak konumlandırdıkları için, Kürt siyasi hareketi oluyor. Bunun da Türkiye'de siyaset yapan ayağı DEM Parti… Dolayısıyla yetki ve sorumluluğun tekeli DEM Parti'nin elinde olduğu için doğal olarak onu merkeze konumlandırmak gibi bir vaziyet var ama diğer taraftan bu araştırma 2023 seçimlerinden sonra yapıldı, Erdoğan tekrar seçimi kazandı. Türkiye tarafında aktörün kim olduğu ile ilgili Kürt toplumunda anlamlı bir tartışma yoktu. O nedenle 'diğer aktör' vurgusu zayıf olabilir. Ama önümüzdeki dönemde muhtemelen Kürt aktörler nezdinde CHP'nin aktörleşme potansiyelinin daha güçlü hissedileceği bir araştırma sonucu ortaya çıkabilir. Çünkü yerel seçimin sonucu bazı şeyleri değiştirdi. Ama Kürt tarafında hâlâ ana akım hareket, ana akım parti, en güçlü aktör olarak, (elbette ki başka alternatifler başka girişimler var ama onlar merkezi domine etmiş güçler olarak görülmüyorlar) Öcalan, Demirtaş ve DEM Parti görülüyor, bu konuda genel bir kanaat ve ortaklaşma var.

Ama bugünkü manzarada Erdoğan ve AK Parti vurgusu zayıf olsa bile güçlü aktörler. Ama CHP de aktörleşme potasına girmiş gibi görünüyor. 2023 sonrasında CHP bu imkânı kaybetmiş, Cumhurbaşkanı adayı seçimden yenik çıkmış olduğu için aktör tartışması ortadan kalkmış gibiydi Kürt meselesinde… Bir tarafta Kürtler diğer tarafta devlet var kabulü vardı. Devleti de tekrardan Erdoğan yöneteceğine göre o tarafta bir tartışma yoktu. Ancak önümüzdeki dönemde bir kanaat değişikliği yaşayabiliriz."

"Türk solunun toplumsal karşılığı az olan gruplarıyla beraberlik eleştiriliyor"

Araştırmadan çıkan bir diğer sonuç da HDP/DEM Parti'nin daha kapsayıcı ve geniş tabanlı siyaset üretmesi gerektiği… Bu sonuç DEM'in Türkiyelileşme siyasetine dair ne söylüyor, Türkiyelileşme siyaseti zaten daha kapsayıcı ve geniş tabanlı bir siyaset anlamına gelmiyor mu?

Bu soruya da Ruhavioğlu şu yanıtı verdi:

"Kürt toplumu sosyolojik bir dönüşüm geçiriyor. Ama aktörler, DEM Parti'nin parti elitleri ve kendi kemik seçmeni üzerinden bir siyaset yürüttüğünü düşünüyorlar. DEM'in öncelikle Kürt toplumunun tamamına hitap edebilen bir pozisyona doğru genişlemesi gerektiğini düşünüyorlar.

Burada DEM'e örtük bir eleştiri var. Hele 2023 seçim sonuçlarını önlerine koyup düşündüklerinde bu eleştiriyi daha cesaretli, daha açıklıkla yapabiliyorlar. İkincisi, DEM'in sadece Kürtler arasında değil Türkiye sathında da genişleyebilen, daha ana akım aktörlerle iş yapabilen bir siyaset üretmesi konusunda genel bir kanaat var. Türk solunun toplumsal karşılığı az olan gruplarıyla beraberlik yürüttüğüyle ilgili bir eleştiri var DEM'e… Daha geniş gruplarla, işte CHP gibi, Türkiye muhafazakârlarının daha fazlasını kapsayan hareketlerle oturup siyaset, müzakere, diyalog geliştirmesi gerektiğiyle ilgili ortak bir kanaat var ama bu meselenin esas Türkiye satında ve sivil bir yolla olması gerektiğiyle ilgili bir vurgu var. DEM'e yüklenen sorumluluk aslında silahlı örgüte de bir şey söylüyor. Sorumluluk daha çok DEM'de olsun gibi bir beklenti var orada.

DEM'in Türkiyelileşme kavramından kastı şu: Haklarımızı alalım, zorla değil rızayla Türkiye'nin bir parçası olalım. Araştırmaya katılan aktörlerin genel eğilimine baktığınızda onlar da benzer bir şey söylüyorlar. Daha fazla haklarına kavuşmuş, kimliğinin dilinin tanındığı, belki bir statüye sahip olduğu ama bununla beraber bunun getirdiği gelişmelerin bir sonucu olarak da artık Türkiye'ye aidiyetlikle ilgili bir kriz halinin yaşanmadığı bir sonuca çıkıyor bütün bu değerlendirmeler. Burada yani Türkiyelileşme dinamiğiyle çok çelişmeyen paralel bir okuma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Aktörler genel olarak şöyle bir beklenti içindeler. Kürtler Türkiye'de demografik bir güç, siyasi ağırlığı da olan bir güç. Neden bu gücü, temsil ettiği kitlenin sosyo ekonomik statüsünü, hayattan memnuniyetini, ayrımcılığı ortadan kaldırabilecek bir siyasete dönüştüremiyor?

HDP-DEM'den genel olarak beklenti Türkiye'nin refahında, kendini güvende hissetme meselesinde taşıyıcı olması… Kürt bir aile Konya'da katliama maruz kalmışsa, burada dikkat ederseniz katil korunabiliyor devletin bazı kademelerinde, Kürt siyaseti oradaki emniyet müdürünü hemen görevden aldırabilecek bir güce dönüşemiyor?

Kürtler bir yandan demografik bir güç olurken bir yandan da dayak yiyorsa burada siyasetin oturup düşünmesi gerekiyor diye düşünüyorlar. AK Parti'yle de görüşebilirsiniz, CHP'yi de destekleyebilirsiniz ama buradaki gündemin önemli başlıklarından bir tanesi Kürtlerin kazanımın ne olacağı olmalı diyorlar."

                                                             /././

1000 Cumartesi (Gökçer Tahincioğlu)

Hasan Ocak'ın, Rıdvan Karakoç'un öldürüldüğü 1995'in 27 Mayıs'ında Galatasaray Lisesi'nin önüne 20 kadın geldi. Coplanmalarına, kovulmalarına, yerlerde sürüklenmelerine rağmen bundan sonra her cumartesi oradaydılar. O günlerden bugüne 29 yıl geçti… Tam 1000 hafta…
Gecenin bir yarısı, bir grup insan, elleriyle toprağı kazıyor.

Issız, karanlık bir gece…

Görülseler, belki orada vurulup öldürülecekler.

Haber bültenlerinde, "terörist" olarak geçecek adları.

"Ne işleri varmış orada?" denilecek, neden oradalar?

Ama kazıyorlar…

Hırsla, hızlıca, sessiz, kazıyorlar…

* * *

Yıllardır aradıkları yakınlarının öldürülüp bir toplu mezara atıldığını öğreneli birkaç ay olmuş.

DNA sonuçları beklenirken, henüz çıkmamışken, toplu mezarın baraj suları altında kalacağını da öğrenmişler.

Yıllardır aradıkları kemikler bunlar. Bir arada, gizli saklı, yıllardır yan yana toprak altında kalmış kemikler.

Ve su altında kalacaklar.

"Olsun" diyorlar, "varsın, kimin kemiğinin kime ait olduğu belirlenmesin", "yine yan yana yatsınlar…"

Gizli saklı kazıp toplu mezarı, kemikleri çıkartıyorlar. Bir başka toplu mezara gömmek için…

Cumartesi Anneleri'nin 600. haftasından, 2016

T24'ten Hazal Özvarış'a konuşan İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi'nden avukat Rehşan Bataray Saman, "Son kayıtlara göre, toplu mezar sayısı 348, kişi sayısı 4 bin 201. Açılan mezar sayısı 45, mezardan çıkarılan kişi sayısı 281..." diye veriyor ellerindeki bilgileri.

Açılmamış onlarca, yüzlerce toplu mezar.

Ve kayıplarını arayanlar…

* * *

30 Nisan 1977'de, Arjantin'de, Plaza Del Mayo meydanında, beyaz tülbentli 14 kadın da Türkiye'deki kayıp yakınları gibi yakınlarının akıbetini soruyordu.

Büyük bir cesaretle…

Rüzgârlı bir cumartesi günü, karşısında durdukları sadece hükümet binası değildi. Bir askeri darbe, bir cunta yönetimi, bir katiller ordusu, bir işkenceciler güruhuydu karşısında durdukları.

Kadınlar her zaman olduğu gibi cesurdu.

Azucena Villaflor haykırıyordu: "Çocuklarımızı geri verin."

30 Nisan 1977'deki eylemden sonra, her hafta sayıları arttı. Daha üçüncü hafta tahtalarla dayak yiyen anneler, bir sonraki hafta vücutlarındaki ağrının kalplerindekinden çok daha hafif olduğunu bilerek, daha kalabalık geldiler.

Ekim ayında 300 tülbentli kadının yarattığı rüzgardı artık Mayıs Meydanı'na hâkim olan.

Hükümetin "perşembe delileri" dediği kadınlar artık güçlüydü.

Kadınların yanından ayrılmayan cesur adamlar vardı. Bir de "devlet için kurşun atmaya ve yemeye hevesli" devlet kalkanıyla donatılmış sözde kahramanlar.

Alfredo Astiz, ilk günlerden bu yana kadınların yanındaydı.

Annelerin öncülerinden Azucena'nın yanına ilk geldiğinde, kardeşini aradığını söylemişti, aslında kardeşi olamayacak insanlardandı.

10 Aralık'ta anneler, gazetelere ilan vererek seslerini duyurmaya karar verdiler. İlan verebilecekleri gazete sayısı ne kadar azdı.

Annelerden para toplayan Azucena, ilan yayınlandıktan birkaç gün sonra kayıplara karıştı.

Nehir kenarında bulundu işkenceden geçirilmiş cesedi. İntihar olarak kayıtlara geçti ölüm nedeni.

Ama Azucena, ölürken bile daha çok birleştirdi anneleri.

Kenetlenerek büyüyen annelerin mücadelesi 1983'te mezarların açılmasını sağladı. Azucena'nın kayıp kemikleri ise 2003'te bulundu.

Külleri 2005'te Plaza Del Mayo'ya dökülürken, "Sarışın Ölüm Meleği" diye anılan Alfredo Astiz, aynı tarihlerde Azucena dahil onlarca kişinin katili olduğu iddiasıyla yargılanacaktı. Astiz'in kilisedeki ayinler sırasında öptüğü her annenin işkenceyle öldürüldüğü, yıllar sonra anlaşılmıştı.

Hayrettin Eren'in annesi Elmas Eren ile Hasan Ocak'ın annesi Emine Ocak
Elmas Eren ise 2019 yılında hayatını kaybetti (Fotoğraf: Rezan Ataş)

Dünya bir benzerlikten ibaret…

12 Mart 1995'te İstanbul Gazi Mahallesi'nin sessiz akşamını kurşunlar yırttı.

Dört kahvehane ve bir pastaneye açılan ateşten sonra Gazi Mahallesi sokağa döküldü. Bindikleri taksiyi yakan, şoförünü öldürenler kayıptı ama fail uzakta olamazdı.

Adalet istemenin bedeli ağırdı.

17 kişinin daha canı alındı.

Hasan Ocak, Süleyman Yeter'le birlikte cenazeleri Gazi Mahallesi'ne getiren kalabalığın içerisinde yürüyordu.

Kortejden ayrık bir ses geliyordu.

"Karakolu taşlayalım, Ülkü Ocakları'na saldıralım..."

Bu kişiyi hemen kenara çektiler.

Üzerinden Nizam-ı Alem Ocakları'na ait bir kimlik çıktı.

Kitlenin adamı linç edebileceğini düşünen Hasan ile Süleyman, sessizce aralarında yürümesini söylediler.

Gazi Mahallesi'ne geldiklerinde, adamı, baştan beri halka duyarlı davranan rütbeli askere teslim ettiler.

Onlar adamı teslim ederken, birileri de Hasan ile Süleyman'ın isimlerinin üzerine kalın bir çizgi çektiler.

Olaylardan hemen sonra, 21 Mart'ta, evde toplananlara balık almak için işten çıkan Hasan Ocak, kayıplara karıştı.

İlk kez basın açıklaması yaptılar 9 gün sonra, onca arayıştan sonra.

Mumlar yakılmaya başlandı Yüksel Caddesi'nde her akşam, Ankara'da.

Ama Hasan Ocak yoktu ortada.

Birkaç gün sonra, gözaltından yeni çıkmış bir olağan şüpheli İHD'ye geldiğinde ağlamaya başladı Hasan'ın resmini görünce duvarda.

Anlattı, Hasan'ı hücrede gördüğünü, işkencedeki sesini duyduğunu gözyaşlarıyla.


"Savcılık emriyle kimsesizler mezarlığına gömülen, ailesine "o kadar ve hâlâ" güzel gelen cesedi alındı..."

Annesi, Ankara'da, "15 gündür oğlum kayıp" diye haykırınca 1 ay hapse mahkûm edilip Ulucanlar'a gönderildi, dönemin şanlı Başsavcısı Nusret Demiral'ın talimatıyla.

58 gün geçti.

Uyunmayan, yenilmeyen, içilmeyen 58 gündüz ve gece.

Adli Tıp artık ikinci adres olmuştu.

15 Mayıs'ta, acemi bir memur vardı, alışmış memurların yerine devletin kodlarına.

Aile yeniden sorunca, ayrılmış 3 dosyayı gösterdi umarsızca.

Biri Hasan Ocak'tı.

Tanınmaması için parçalanmış kesik kesik yüzü, boynunda boğulduğu ip izi ama Hasan'dı.

Kayıtlara göre aslında öldürüldüğü tarih 26 Mart'tı.

Bağcıkları alınmış, kimliğine el konulmuş halde, şarampole yuvarlanmış otomobilde Hasan'ı bulup kayıtlarını tutan da jandarmaydı.

Savcılık emriyle kimsesizler mezarlığına gömülen, ailesine "o kadar ve hâlâ" güzel gelen cesedi alındı.

Kendi mezarına defnettikten sonra geldi DNA'sı.

Cenazesine tam 15 bin kişi katıldı.

O dosyalardan çıkanlardan biri Rıdvan'dı.

Rıdvan Karakoç, 20 Şubat'ta son kez telefondaydı.

Takip edildiğini, endişeli olduğunu anlatıyordu.

Sonrasında Rıdvan ortada yoktu.

Ama polisler her gün eve gelip soruyorlardı.

Aileyi rahatlatıyordu o sorgu: Rıdvan gözaltında olsa, gelip sorarlar mıydı?

Öğreneceklerdi, sorarlardı.

Rıdvan Karakoç, Hasan Ocak'ın ailesi Adli Tıp'ta o fotoğrafları bulana kadar bulunamadı.

Ocak'ın ağabeyi kardeşini bulduğu fotoğraflara bakınca akıbeti anlaşıldı.

26 Mart'ta öldürülmüş Hasan Ocak'la aynı yere atılmıştı.

Parmak uçları mürekkepli, ayakkabıları bağcıksız, tırnakları mor, koltukaltları yırtık ama Rıdvan'dı.

* * *

Ve Süleyman Yeter

Süleyman Yeter, 1999'un o güzel sabahında eşiyle evden çıktı. Eşini otobüs durağına bırakıp ayrıldı. Dayanışma Gazetesi'ne gidiyordu. Öğleden sonra gazeteye operasyon yapıldığı haberi geldi. Ancak bir gariplik vardı. Gözaltına alınan herkesin ismi kayda geçerken Süleyman Yeter'inki geçmemişti.

Yeter de herkes gibi kimliğini vermişti ama adı tutanağa işlenmemişti.

Arkadaşları itiraz etti.

"O'nun adı da tutanağa geçmezse biz de imza atmayız."

Yeni tutanak düzenlendi.

Hep birlikte götürüldüler emniyete.

Yeter, geri gelemedi.

Gazi Mahallesi'nde başladığı yürüyüşte imlenmiş, sendikada, grevlerde, eylemlerde üzeri iyice işaretlenmişti.

İşkencede yok edilmişti.

Hasan gibi, Rıdvan gibi bir baharın başında, ıssız bir mart ayında gitmişti.

"Cumartesi Anneleri hâlâ oradalar. Ve kayıplarını, katilleri arıyorlar"

Cumartesi Anneleri

Hasan Ocak'ın, Rıdvan Karakoç'un öldürüldüğü 1995'in 27 Mayıs'ında Galatasaray Lisesi'nin önüne 20 kadın geldi. Coplanmalarına, kovulmalarına, yerlerde sürüklenmelerine rağmen bundan sonra her cumartesi oradaydılar.

O günlerden bugüne 29 yıl geçti…

Tam 1000 hafta…

Düşünün 1000 hafta sonra, bir bakan çıkıp, "Belki arkadaşları öldürmüştür" diyor o kayıplar için.

Düşünün, sorumlular bulunup, hesap sorulacağına, birileri hâlâ aynı söylemle prim yapıyor ve binlerce kişi alkışlıyor.

İnsanlar toprak kazıyor, karanlıkta, toplu bir mezarda toprak kazıyor.

Cumartesi Anneleri hâlâ oradalar.

Ve kayıplarını, katilleri arıyorlar.

Adalet hâlâ uzakta bir yerde.

Ama inadına Plaza Del Mayo'dan Galatasaray Lisesi'nin önüne, bir perşembeden bir cumartesine esiyor o rüzgâr.

Bir gün kırık bir sevincin gözyaşıyla birlikte ağlayacak beyaz tülbentli kadınlar.

                                                              /././

Şimşek'in kastettiği asgari kurumlar vergisi nedir? (Murat Batı)

Şimşek, global asgari kurumlar vergisinden yola çıkarak ve geçmişi de hatırlayarak başka bir asgari kurumlar vergisi daha getirmeyi önermektedir

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek basına verdiği demeçlerde asgari kurumlar vergisi kavramından söz etti. Asgari kurumlar vergisi kavramı esasında ülkemiz için yeni olmayan bir kavramdır ve 1990'lı yıllarda uygulanmıştı. Ayrıca dünya genelinde de özellikle uluslararası boyutta küresel asgari kurumlar vergisi olarak kullanılmaktadır.

Şimşek'in ifade ettiği asgari kurumlar vergisinin nasıl uygulanacağı ise pek net değil. Bununla alakalı bir kanun taslak metni ya da yazılı bir açıklama yayımlanırsa çok iyi olur, aksi durumda tahminden öteye gitmeyecektir.

1992'de asgari kurumlar vergisi uygulanmıştı

11 Temmuz 1992 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 3824 sayılı Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun m.11 ile kurumlar vergisi mükellefleri için o dönemdeki 5422 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu'na mükerrer m.25 eklenerek asgari kurumlar vergisi getirilmişti. O dönemde uygulanan kurumlar vergisi oranı yüzde 46 idi ve asgari kurumlar vergisi de bu oranın yarısı yani yüzde 23 idi.

Ancak o dönemde de ciddi anlamda istisna ve muafiyetler vardı ve dönemin hükümeti bu soruna, Kanuna mükerrer 25. madde eklenerek şöyle bir çözüm getirmişti:

"Kurumların, kurumlar vergisinden muaf veya müstesna kazançları ile Gelir Vergisi Kanununun mükerrer 39 uncu maddesine göre indirim konusu gelirlerinin bulunması halinde, ödeyecekleri vergi; kurumlar vergisinden muaf veya müstesna tutulacak kazançları ile Gelir Vergisi Kanununun mükerrer 39 uncu maddesine göre indirim konusu yapılacak gelirleri (iştirak kazançları hariç) toplamına ve kurumlar vergisi matrahına, bu Kanunun 25 inci maddesinde yazılı oranın uygulanması suretiyle hesaplanan verginin % 50'sinden az olamaz. Bu şekilde hesaplanan vergiden, bu Kanunun 25 inci maddesine göre hesaplanan vergi ile Gelir Vergisi Kanunu'nun 94'üncü maddesinin (A) fıkrasının 8 ve 15 numaralı bentlerine göre hesaplanan tevkif suretiyle ödenecek vergiler toplamı düşülerek, kurumların ödeyecekleri asgari vergi farkı hesaplanır. Asgari vergi farkının doğması halinde, bu vergi bu Kanun hükümlerine göre beyan edilerek ödenir."

Bunun anlamı şuydu: Kurumlar vergisi mükellefleri hasılatlarını beyan edip kanunen indirilecek giderlerini düşüp kanunen kabul edilmeyen giderlerin (düşülmüşse) eklenmesinden sonra kalan tutara yani ticari kâra yüzde 23 kurumlar vergisi uygulamakta ve daha sonra normal istisna, muafiyet vs. de düşüldükten sonra ortaya çıkan matrah üzerinden normal oran olan yüzde 46 uygulanmakta ve yeni bulunan tutar önceki tutardan düşük ise önceki (yüzde 23 uygulanarak) bulunan tutar kurumlar vergisi olarak ödenecekti.

Ancak bu uygulama 3946 sayılı Kanunla 01.01.1994 tarihi itibariyle yürürlükten kaldırılmıştı.

Küresel asgari kurumlar vergisi

Dijitalleşmenin her geçen gün daha da ilerlediği günümüzde özellikle çok büyük şirketler vergiden kaçınma ile vergi kaçırma adına farklı yöntemler geliştirmektedirler. Tüm dünya ülkelerinin çok sıkıntı çektiği bu soruna ilişkin çözüm bulmak adına OECD tarafından geliştirilen BEPS Eylem Planı'nı Eylül 2013'te Saint-Petersburg'da gerçekleştirilen zirve toplantısında G20 Liderleri onaylamıştır. Bu toplantıda çokuluslu şirketlerin kãrlarını suni yollarla vergisi düşük yerlere kaydırarak ülkeleri vergi kaybına uğratmamaları için kendi ülke vergi mevzuatlarını buna göre düzenlemeleri istenilmiştir. 

OECD, matrah erozyonu ve kâr kaydırmayı (Base Erosion and Profit Shifting-BEPS)şirketler kârlarını yok etmek veya kârlarını gerçek faaliyetin çok az olduğu veya hiç olmadığı ancak vergilerin düşük olduğu yerlere kaydırmak için vergi kurallarındaki boşlukları ve uyumsuzlukları kullanan vergi planlama stratejileri olarak tanımlamıştır.

OECD ayağında vergi kayıpları ile mücadele adına iki sütunlu (two pillars) bir çalışma (Pillar 1 ve Pillar 2) oluşturulmuş ve 2019 Mayıs'ta kabul edilerek aynı yılın Haziran'ında da G20 tarafından onaylanmıştır.

Sütun 1 (Pillar 1) gelirin nereye ve hangi ülkeye tahsis edileceğine ilişkin düzenlemeler içermektedir. Esası dijital alanda gerçekleştirilen faaliyetlerden elde edilen gelirin ülkeler arasında paylaştırtılması ve bu noktada vergilendirme için de bir belirlilik prensibine dayalı bir düzenlemedir.

Sütun 2 (Pillar 2) ise BEPS'in diğer sorunlarını çözmek adına her ülkede minimum bir kurumlar vergisi ihdasını önermektedir. Sütun 2 ile alakalı rapor[1] OECD tarafından 2021 yılının sonlarına doğru yayımlandı. Sütun 2 kuralına göre vergiden kaçınma ve/veya vergi kaçırma sistemini olabildiğince kontrol altına almak adına her ülkede minimum bir kurumlar vergisi oranı önerilmekte ve bu oranın da yüzde 15 olması planlanmaktadır. Bu sütunda Global Anti-Base Erosion (GloBE) modeli kuralları bulunmaktadır. Bu kural yıllık geliri 750 milyon Euronun üzerinde olan çok uluslu şirketlere uygulanacak ve yılda yaklaşık 150 milyar USA doları ek küresel gelir hedeflenmektedir.

GloBE kuralları, büyük çok uluslu şirket gruplarının faaliyet gösterdikleri her uyuşmazlıkta ortaya çıkan bu asgari verginin ödemelerini sağlamayı amaçlayan koordineli bir vergilendirme sistemi sağlamayı hedeflemektedir.

Bazı ülkeler 2024 yılı vergilendirme dönemlerini kapsayacak şekilde kanuni düzenlemelerini yaptı ancak Türkiye'de henüz bir yasa değişikliği bulunmamaktadır.

Özetle global asgari kurumlar vergisinde yıllık geliri 750 milyon Euro veya daha fazla olan çok uluslu şirketler, faaliyet gösterdikleri her ülkeden elde ettikleri kazançları üzerinden en azından da olsa asgari bir vergi ödenmesi istenilmektedir. Bu en az vergiye ise asgari kurumlar vergisi denilmiş ve yüzde 15 olması planlanmıştır. Amaç vergi oranı çok düşük ya da olmayan yerlere sermaye kaçırmalarını engellemek ve dünya yüzeyinde ülkelerin vergiden mahrum kalmaları engellenmektedir.

Bu modelde üç vergi düzenlemesi bulunmaktadır: çokuluslu ek vergi (Multinational top-up tax), yerel ilave vergi (Domestic top-up tax) ve az vergilendirilmiş  ödeme kuralı (Undertaxed Payment Rule)'dır.

AB'ye üye ülkeler, küresel asgari kurumlar vergisi uygulanmasını düzenleyen Sütun II kurallarını 14 Aralık 2022 tarih ve (AB) 2022/2523 sayılı Konsey Direktifi uyarınca uygulamak zorundadır. Direktife göre gelire dahil etme kuralı 1 Ocak 2024'te ve az vergilendirilmiş ödeme kuralı ise 1 Ocak 2025'te yürürlüğe girmesi bekleniyor.   

Şimşek'in kastettiği asgari kurumlar vergisi nedir?

Bakan Şimşek'in, yukarıda da bahsettiğim gibi OECD'nin asgari kurumlar vergisine geçtiğini ve biz de ülke olarak çok uluslu şirketler için asgari bir kurumlar vergisi getireceğiz söylemi beklenen bir şeydi. Ve hatta geç bile kaldık. 

Ancak Şimşek, global asgari kurumlar vergisinden yola çıkarak ve geçmişi de hatırlayarak başka bir asgari kurumlar vergisi daha getirmeyi önermektedir. Bu önerdiği şey aslında daha önceki söylemlerinden ve OVP'de açıkça izah edilen verimsiz muafiyet ve istisnaların azaltılmasının başka bir şeklidir. Doğrudan muafiyet ve istisnaları ortadan kaldırmak yerine bu yöntemi kullanarak verimsiz muafiyet ve istisnaları devre dışı bırakmaya çalışacak kanaatindeyim. Bu tarz bir düzenleme yıllardır ABD'de uygulanmaktadır.

Basında bu oranın yüzde 15 olacağı şeklinde söylemler var. Ancak efektif vergi yükü dikkate alındığında en fazla yüzde 10; bazı sektörlere göre ise daha farklı oranların uygulanacağını sanıyorum.

Kuvvetle muhtemel de şöyle bir düzenleme olacaktır: kurumlar vergisi yıllık beyannamelerini verdiklerinde kanunen kabul edilen giderlerini düşüp kanunen kabul edilmeyen giderlerini (düşmüşse) ise ekledikten sonra ulaşacakları ticari karlarına asgari kurumlar vergisi oranını uygulayacaklar. Ardından normal süreç uygulanacak yani istisnalar muafiyetler, bağışlar vs düşülecek. Kalan tutar üzerinden yüzde 25'lik (normal) kurumlar vergisi uygulanacak ve çıkacak bu tutar ilk önce bulunan (asgari kurumlar vergisi uygulandığı andaki) tutardan düşük ise ilk bulunan tutar ödenecek. Fazla ise zaten bu tutar ödenecek.

Ancak bu düzenlemede sanıyorum iştirak kazançları hariç tutulacak ve zarar durumunda asgari kurumlar vergisi hesaplanmayacaktır. Süreç hakkında ilerleyen zamanlarda yapılan açıklamalarla biz de daha teferruatlı açıklamalar yapmış olacağız.

[1] https://www.oecd-ilibrary.org/docserver/782bac33-en.pdf?expires=1682753044&id=id&accname=guest&checksum=B9A31EB27955E5F20E22EE8922 

                                                           /././

Organize suç örgütlerinin en fazla faaliyet gösterdiği 14 ülke arasındayız (Mustafa Durmuş)

Küresel Organize Suç Endeksi'nde Türkiye, toplam 178 ülke arasında 14'üncü sırada yer alıyor. Yani 10 üzerinden 7,03 puan ile ülke, "organize suçların en yaygın, buna karşılık devlet direncinin en zayıf olduğu (3,5 puan) bir konumda bulunuyor (yüksek suç-düşük direnç)

Ayhan Bora Kaplan - Süleyman Soylu ilişkisi ve emniyete yapılan son operasyonlar, emniyet müdürleri tutuklamaları, bir generalin makam aracı ile yapılan sınırda insan kaçakçılığı, Sinan Ateş cinayeti ve bu cinayeti işleyenleri açıkça koruyan ve iktidarı tehdit eden, mahkemelere ayar veren bir siyasal partinin sözcüleri.

Varış noktası Türkiye olan ve yurt dışında yakalanan yüzlerce kilo ve onlarca milyon dolar değerindeki eroin ve diğer uyuşturucular, Akhisar'da çocuklarının sentetik uyuşturucudan ölümlerini protesto eden Çingeneler, yurt dışında ve yurt içinde cirit atan organize suç örgütlerinin bazı güvenlik güçlerinin de katıldığı yasa dışı faaliyetler, güpegündüz yapılan mafya infazları, kara para aklama soruşturmaları, tehdit edilen ya da satın alınan yargıçlar ve daha niceleri…

Bunlar uzunca bir süredir basında yer alan ve Türkiye'de artık çok ciddi bir organize suç sektörünün ve ekonomisinin ve yanı sıra görülmemiş bir toplumsal çürümenin var olduğunu gösteren olaylardan bazı örnekler.

22 yıldır iktisadi paradigma olarak neo-liberalizmi esas alan ve bunu üst yapıda son dönemlerinde siyasal İslam ile tahkim eden AKP iktidarlarının ülkeyi getirdiği durumun bir özeti. Ancak ülkede kurdukları bu düzeni artık neo-liberalizm, devleti de buna uygun bir neo-liberal bir ulus devlet olarak tanımlamak mümkün değil.

Nekro-kapitalizm narko devlet uyumu

Bugün belki de ülkedeki kapitalizmi "nekro-kapitalizm" ve devleti de "narko/mafyatik devlet" olarak tanımlamak daha doğru. Özellikle de 2015 yılından bu yana ekonominin de, siyasetin de, hukukun da evrildiği durum bu.

Yani kapitalizmin ve devletin emek sömürüsünü iyice derinleştirmesi kadar, artık nepotik, ırkçı, ezilen uluslara, halklara açıktan düşman, mafyatik, savaşçı-militarist, kadın, LGBTİ+, azınlık inanç grupları ve kimlikler ve doğa düşmanı yanı iyice belirginleşti.

Bu süreçte kapitalizm yeni artı değer (kâr) yaratmak kadar, mevcut artı değerin el değiştirmesi biçiminde rantçı bir niteliğe bürünürken, sermaye birikimi asıl olarak inşaat-emlak, bankacılık sektörü ve askeri -sanayi karması şirketlerin elde ettiği kârlardan sağlanmaya başladı.

Sermaye-siyasetçi/bürokrat ve mafya /organize suç örgütleri ortaklığı

Bu düzende hukuk ortadan kaldırıldı, anayasaya uyulmuyor, bizzat yargı eliyle anayasaya darbe yapıldı. Devletse, sermaye-siyasetçi/bürokrat ve mafya /organize suç örgütlerince ele geçirilmiş gibi bir görüntü veriyor.

Bu durum sadece bu ülkede yaşayan bizler tarafından görülmüyor, uluslararası kuruluşlar da bu gelişmelerin farkında. Örneğin her yıl düzenli olarak yayımlanan ve adeta organize suçların küresel röntgenini çeken "Küresel Organize Suç Endeksi" Türkiye'deki bu gelişmeleri ayna gibi yansıtıyor.

Küresel organize suç endeksi

Bu endeks, 2019 ENACT Organize Suç Endeksi programı tarafından desteklenen bir endeks. ENACT ise, Avrupa Birliği tarafından finanse ediliyor ve Sınır Ötesi Örgütlü Suçlara Karşı Küresel Girişime bağlı olarak Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü ve INTERPOL tarafından uygulanıyor. (1)

Organize suç dinamiklerine ilişkin kapsamlı ve bütüncül bir bakış açısı sunan bu endeks, Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülkenin tamamını, bir yandan suçun kapsamı ve ölçeği, diğer yandan da organize suç faaliyetlerine karşı koyma ve bu faaliyetlerle mücadele etme kabiliyetleri açısından değerlendiriyor.

"Organize suç" nedir?

Küresel Organize Suç Endeksi'nin amacı doğrultusunda "organize suç"; birlikte hareket eden gruplar veya şebekeler tarafından, doğrudan veya dolaylı olarak mali veya maddi bir menfaat elde etmek amacıyla şiddet, yolsuzluk veya ilgili faaliyetlerde bulunmak suretiyle yürütülen yasadışı faaliyetler olarak" tanımlanıyor. Bu tür faaliyetler hem bir ülke içinde hem de uluslar ötesinde gerçekleştirilebiliyor. (2)

Endeks kapsamında "suçluluk"

Endeksin ilk bileşeni olan "suçluluk" iki alt bileşenden oluşuyor: "Suç piyasaları" ve "suç aktörleri". İlki, malların veya insanların yasadışı ticaretinin ve/veya sömürüsünün tüm aşamalarını çevreleyen siyasi, sosyal ve ekonomik sistemler olarak tanımlanıyor. İnsan ve silah kaçakçılığı, eroin ve kokain ticareti gibi suç piyasalarına geçen yıl mali̇ suçlar, si̇ber bağımlı suçlar, özel tüketim mallarının yasadışı ticareti, sahte mallar ve gasp ve koruma şantajı eklenerek suç piyasası sayısı 15'e çıkarıldı.

Suçluluğun ikinci alt bileşeni olan "suç aktörleri" ise beş tür suç aktörünün yapısını ve etkisini değerlendiriyor: "Mafya tarzı gruplar", "suç şebekeleri", "devletle iç içe geçmiş aktörler", "yabancı aktörler" ve "özel sektör aktörleri".

Dünya genelindeki çok sayıdaki suç gruplarının her birinin kesin bir kategoriye sokulamayacağı gerçeğinden ötürü, endeksin tanımladığı beş aktör tipi, mümkün olduğunca çok sayıda suç aktörü dinamiğini kapsayacak şekilde geniş tutulmuş.

Organize suçlara karşı "dayanıklılık (direnç)"

Endeks "dayanıklılığı/direnci"; siyasi, ekonomik, yasal ve sosyal tedbirler yoluyla organize suç faaliyetlerine tek tek piyasalar yerine bir bütün olarak karşı koyma ve bunları akamete uğratma yeteneği olarak tanımlıyor. Dayanıklılık, ülkelerin hem devlet hem de devlet dışı aktörler tarafından alınan tedbirleri ifade ediyor.

Endeks, mümkün olduğu ölçüde farklı bağlamlardaki organize suç ortamının kapsamlı ve doğru bir tasvirini oluşturmak için ulusal dayanıklılık önlemlerinin kalitesini ve etkinliğini de değerlendiriyor. Suçluluk skoru paydaşların tehditleri ve bunların gücünü belirlemelerine olanak tanırken, dayanıklılık skoru devletlerin karşı karşıya kaldıkları organize suç tehditlerine çözüm bulmak için aldıkları tedbirlerin türünü ve etkinliğini ortaya koyuyor.

Organize suçun doğası ve dünya genelindeki farklı dinamikleri göz önüne alındığında, dayanıklılık farklı bağlamlarda farklı biçimde görülebiliyor (örneğin bir bölgede işe yarayan müdahalelerin başka bir bölgedeki suçluluk seviyeleri üzerinde çok az etkisi olabilir). Organize suçun çok çeşitli bağlamlarda ortaya çıkardığı farklı sorunları hesaba katmak için, endeks kapsamında tanımlanan dayanıklılık ölçütleri geniş kapsamlı ve çok sektörlü. Bir bütün olarak ele alındığında 12 dayanıklılık göstergesi, toplumların organize suçlara karşı bütüncül ve sürdürülebilir yanıtlar verebilmeleri için gerekli olan yapı taşlarını oluşturuyor."

Bu 12 direnç ya da dayanıklılık göstergesi şöyle sıralanıyor: Siyasi liderlik ve yönetişim (R1), devletin şeffaflığı ve hesap verebilirliği (R2), uluslararası işbirliği (R3), ulusal politikalar ve yasalar (R4), yargı sistemi ve gözaltı (R5), kolluk kuvvetleri (R6), bölgesel bütünlük (R7), kara para aklama ile mücadele (R8), ekonomik düzenleme kapasitesi (R9), mağdur ve tanık desteği (R10), önleme (R1), devlet dışı aktörler (R12). (3)

Suç ve suça karşı direnç puanı: 1-10 puan

Özetle, ülkelerin organize suçlara karşı dirençli olma varlığı ve kapasitesi 12 dirençlilik yapı taşı üzerinden ölçülüyor. Endeksteki tüm ülkelere, suç piyasaları ve suç aktörleri olmak üzere iki alt bileşenden oluşan bir suç puanı veriliyor.

Ülkelere ayrıca, devletlerin organize suçla mücadele etmek için uygun yasal, siyasi ve stratejik çerçeveleri ne düzeyde oluşturduklarını değerlendirmek amacıyla bir dayanıklılık (direnç) puanı veriliyor. Bu 12 dayanıklılık göstergesinin değerlendirilmesi, dayanıklılık tedbirlerinin veya çerçevelerinin mevcut olup olmadığı ve bunların uluslararası insan hakları standartlarına uygun olarak suçla mücadelede etkili olup olmadığı konularına odaklanıyor.

Değerlendirme 1 ila 10 puan arasında bir skalada yapılıyor. Suçluluk skalası en düşük suçluluk seviyesinden en yüksek seviyeye doğru giderken, dayanıklılık skalası bunun tersini gösteriyor.

Başka bir deyişle, dayanıklılık için 1 puan düşük dayanıklılık seviyelerini gösterirken, 10 puan sadece mevcut organize suç risklerini ele almakla kalmayıp, aynı zamanda ortaya çıkan tehditlere uyum sağlamak üzere formüle edilmiş çerçevelerin güçlü varlığını ve etkinliğini de gösteriyor.

Küresel Organize Suç Endeksi 2023 ve Türkiye

Son endeks, dünya nüfusunun yüzde 83'ünün organize suç oranının yüksek olduğu koşullarda yaşadığını ve bu suçların küresel çapta arttığını gösteriyor.

Bu endekste Türkiye, toplam 178 ülke arasında 14'üncü sırada yer alıyor. Yani 10 üzerinden 7,03 puan ile ülke, "organize suçların en yaygın, buna karşılık devlet direncinin en zayıf olduğu (3,5 puan) bir konumda bulunuyor (yüksek suç-düşük direnç).

Türkiye'nin üzerinde İran, Honduras, Suriye, Afganistan, Irak, Meksika ve Kolombiya gibi ülkeler yer alıyor. Tahmin edilebileceği gibi listenin sonlarında demokrasilerin en güçlü olarak işlediği, hukukun üstünlüğünün olduğu ve göreli olarak gelir eşitliğinin sağlandığı Finlandiya, Danimarka, İsveç, Yeni Zelanda ve Küba gibi ülkeler var.

Suç piyasalarında Türkiye 12'nci sırada yer alırken, en yüksek puana 9,0 ile "insan kaçakçılığı" ve 8,5 ile "silah kaçakçılığında" sahip. Suç aktörleri sıralamasında 16'ncı sırada yer alıyor. Ancak bunun alt açılımında en yüksek puanlara 9,0 ile "devlet destekli suç aktörleri" ve 8,5 ile "mafya tarzı gruplar " sahipler. (4) Kısaca endeks organize suç örgütlerinin nasıl devlet içinde yuvalandıklarını gösteriyor.

Sonuç olarak

"Her şey birbiriyle ilişkilidir" sözü Küresel Organize Suç Endeksinde ete kemiğe bürünüyor.

Zira Türkiye gibi sınırlı demokrasiye dahi tahammül edilemeyen, anayasaya ve uluslararası mahkemelerin kararlarına uyulmayan, hukukun üstünlüğünün sözde kaldığı, gelir ve servet eşitsizliğinin tavan yaptığı, iktidarca bir yandan kutuplaştırma politikası uygulanırken, diğer yandan devlet yönetimindeki atamalarda ve kamu kaynaklarının dağıtımında nepotizmin (yakın kayırmacılığın) hayata geçirildiği bir "ahbap-akraba kapitalizminde" organize suçların ve suç örgütlerinin bir kanser gibi tüm ülkeye yayılması hiç tesadüf değil.

Kaldı ki bu örgütler ciddi sermaye tabanına sahipler, bazı cemaatlerden destek alabiliyorlar ve daha da önemlisi devlet içinde (yargıda, emniyette, orduda) ciddi ilişkilere sahipler. Bu yüzden dolayı da bunlarla etkin bir biçimde mücadele edilemiyor.

Organize suç örgütlerinin aslında bir sonuç olduğu gerçeğinden hareket ederek, bunların ortaya çıkışına neden olan nekro-kapitalizmle, narko-devletle, yoksulluk ve işsizlikle, gelir ve servet bölüşümü adaletsizliği ile mücadele etmeden, yani bu ülkeyi demokratikleştirmeden ve barışçıl, vicdanlı, adil ve eşitlikçi bir toplum haline dönüştürmeden böyle yapıları ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.

Dip notlar

1) https://globalinitiative.net/analysis/ocindex-2023 (23 Mayıs 2024).

2) https://ocindex.net/report/2023/02-about-the-index.html (23 Mayıs 2024).

3) AGR.

4) Global Initiative Against Transnational Organized Crime, Global Organized Crime Index 2023, s. 209, 212,222, 236.

1)

 2) Agm.

(T24)

                                                                          






24 Mayıs 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI (24 Mayıs 2024)

 

Siyasi rehineler iktidarı (Nurcan Gökdemir)

iktidarın yeni yol haritası tayini, mafya yapılanmaları, çeteleşmelerin yer aldığı bir düzlemde ilerliyor. İktidarı sürdürmek için kurulan kirli ortaklıkta, AKP ile MHP hem birbirlerini hem de tüm ülkeyi rehin aldılar.

31 Mart yerel seçimleri sonrası yeni dönemin startını ülkenin iki büyük partisinden biri olan AKP “yumuşama”, CHP ise “Normalleşme” ile tanımlıyor. “Normalleşme” vurgusu CHP’nin salt bir sözcük tercihi olmasının ötesinde anlamlar taşıyor, CHP bu niteleme ile geride kalan dönemin “Anormal” olduğunu göstermek ve sorumlularına da itiraf ettirmek istiyor. Bu anormalliğin sayısız örneği görüldü bugüne kadar ancak son günlerde yaşadıklarımız demokrasicilik oyununun bir tür resmi teyidi…

Elbette milat AKP iktidarı değil, öncesinin de çok normal olduğu söylenemez ama konumuz AKP ile 2002’de başlayan dönem. 

31 MART’A GETİREN SÜREÇ

31 Mart yerel seçimlerinin yapıldığı günün gecesi AKP’nin artık birinci parti olmadığının, aradan geçen 22 yılın sonunda ilk kez ikinci parti konumuna gerilediğinin ortaya çıkması ile başta iktidar ortakları olmak üzere tüm ülke yeni bir dönemin başladığını görüyordu. Bundan sonra kartlar yeniden karılacak mı, kim kiminle, nasıl yol yürüyecekti?

Ülkeyi bu kavşağa bir anda 31 Mart günü gelmedi, AKP’nin oyları son seçimlerde düşüyor;  bu düşüş bazen sandık oyunları, bazen seçim iptalleri, bazen de ülkeyi büyük bir kargaşaya sürüklemek pahasına görünmez kılınmaya, yok sayılmaya çalışılıyordu.

AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 34,28 oyla iktidara geldikten sonra 29 Mart 2004 yerel seçimlerinde oylarını yüzde 41,67 düzeyine çıkarttı. 22 Temmuz 2007’de ise yüzde 46,58 ile Türkiye siyasi tarihinde çok az siyasi partinin ulaştığı bir halk desteğini sağladı. 21 Ekim 2007’de yapılan ve Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi başta olmak üzere 5 maddeden oluşan Anayasa değişikliğinin oylandığı referandumda da yüzde 68,95 oranındaki bir çoğunluk AKP’nin isteğine “Evet” dedi.

BİRAZ ARTIŞ, BİRAZ DÜŞÜŞ

29 Mart 2009 yerel seçimlerinde yüzde 38,39 oranında oy alabilen AKP’nin oylarındaki düşüş 12 Eylül 2010’daki referandumda da görüldü. Bir önceki referandumda yüzde 68,95 olan halk desteği yüzde 57,88’e geriledi.

12 Haziran 2011 seçimlerinde oyları yüzde 49,83’e çıktı, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde de yüzde 43,16 oy aldı, AKP. 10 Ağustos 2014’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini yüzde 50 oy zorunluluğunu kılpayı aşarak yüzde 51,79’la kazanan Erdoğan için bundan sonra alarm zilleri çalmaya başladı. 10 ay sonra 7 Haziran 2015’deoyları yüzde 40,87’ye geriledi. Tek başına iktidarı kuracak çoğunluğu elde edemeyen AKP, “istikşafı” görüşmeler adı altında sözde koalisyon kurma çalışmaları yürüterek bu seçimin sonuçlarını bir anlamda yok saydı, ülke büyük bir terör ortamına sürüklendi ve 1 Kasım 2015’te yapılan tartışmalı seçimin sonunda yüzde 49,50 oy oranını sağlayarak tek başına hükümeti kurdu.

KİRLİLİK HER DÖNEM

Bundan sonraki tüm seçimler tartışmalı ilerledi, sandıktan çıkan sonuca güvenilmemesini haklı çıkartacak görülmemiş sandık oyunları oynandı. 2017 yılındaki Anayasa değişikliği referandumu bunun zirve yaptığı bir gün oldu. Mühürsüz oy pusulaları geçerli sayılarak yüzde 51,41 oyla ülke resmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçti.

24 Haziran 2018’de yine tartışmalı bir seçim yapıldı ve Erdoğan yüzde 52,59 oyla yeni rejimin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

24 Haziran 2018’de yapılan ilk genel seçimde AKP yüzde 44,33 oy alabildi. 31 Mart 2019’da bu oy oranını korudu ancak çok sayıda belediyeyi CHP’ye kaptırdı. Bu seçim İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni AKP’nin kaybetmesi ve yeniden kazanmak için seçimleri yeniletmesi ile tarihe geçti. Ancak CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu oylarını arttırarak AKP’ye bir öncekinden daha büyük bir yenilgiyi tekrar tattırdı.

Sonrasındaki genel seçimlerden de AKP birinci parti, Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak çıktı ama AKP’nin oyları 14 Mayıs 2023’te yüzde 35,62’ye geriledi, Erdoğan da koltuğunu ancak ikinci turda ve kılpayı koruyabildi.

OY EKSİĞİ MHP ORTAKLIĞI İLE TAMAMLANDI

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte MHP ile fiili bir koalisyon kurarak iktidarını koruyan AKP, halktan esas büyük tokadı 31 Mart 2024 seçimlerinde yedi. Herkesin en iyi de Erdoğan’ın gördüğü halk desteğinin azalması bu seçimde tescillendi, hiçbir sandık oyunu, siyasi manevra ya da YSK kararı ile yok sayılamayacak bu sonuç sonrası AKP’de “İktidarı kaybediyoruz” korkusu egemen oldu. Erdoğan, tüm örgütünü “Güneş karşısındaki buz gibi eririz” diyerek uyardı.

MHP’NİN YENİ OYUN KAYGISI 

Erdoğan’ın önünde iki yol vardı: Sonuçlarda büyük etkisi olan ekonomik buhranı ortadan kaldırma imkânı olmadığı için siyasal iklimi yumuşatmak, tepkileri en azından toparlanacak kadar süre kazanabilmek için bir ölçüde sönümlendirmek. Bunun bir oyun olduğunu, hayata geçirileceği konusundaki samimiyetsizliği en iyi bilenlerden olmasına karşın iktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu söyleme tahammülsüzlüğünü hemen gösterdi. Parti tabanından gelecek tepkileri önlemekti bundaki amaçlardan biri ama esas temel gerekçe, AKP’nin MHP’yi iktidar otobüsünden indirerek başka bir partnerle yol yürüme ihtimali idi.

Bu noktada aslında bu ilişkide hep var olan bazen açıkça görülen bazen de perde arkasından sürdürülen gözdağları, meydan okumalar, tehditler gündeme geldi. Erdoğan’ın sözde demokratlığı bile MHP’de her düzeyden sert karşılıklar aldı. Erdoğan sert ve tahammülsüz tutumunu bu zeminde hiç kullanmadı, MHP’ye karşılık vermedi. Meydan okumalara başka yöntemlerle karşılık verildi.

İki ortağın kirli ilişkisi Sinan Ateş cinayeti ve Ayhan Bora Kaplan soruşturması ile görünür oldu. AKP, MHP’ye bu taşınması zor yükü, Sinan Ateş suikastındaki sorumluluğunu sızdırılan fotoğraflar ve belgelerle gösterirken MHP de Emniyet’teki hâkimiyetinden yararlanarak bir başka dosyayı parlattı. Ayhan Bora Kaplan soruşturması “Hepiniz suçlusunuz” dedirtecek karışık ilişkileri içermesine karşın MHP’nin AKP’yi tehdit yöntemi olarak yorumlandı.

ÜLKEYİ REHİN ALDILAR

İktidarı her ne pahasına olursa olsun korumak için kurulan ve korunan bu kirli ilişkiler aslında bir tür siyasi rehinelik. AKP’nin iktidarını sürdürmek için MHP’ye, MHP’nin de oy oranı ile uyumlu olmayacak şekilde sorumluluk da üstlenmeden iktidar olanaklarından yararlanmak için AKP’ye, Cumhur İttifakı’na ihtiyacı var. Bir başka gerçek daha var ki birbirlerinin tüm gizlerine de hâkimler, yani bu bir tür suç ortaklığı… En ağır sonucu ise iktidar uğruna birbirini rehin alan AKP ve MHP’nin, azalan halk desteğine rağmen iktidarda kalmayı sürdürmesi, tüm ülkeyi rehin alması…

                                                                  /././

Nüfusun yaşlanmasını durdurmak mümkün mü? (Ozan Gündoğdu)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabine toplantısından sonra nüfusa ilişkin açıklamaları oldukça enteresandı. Erdoğan, “Nüfus artış hızımız, nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,1’in altına düşmüştür. Bu Türkiye açısından bir felakettir. Mevcut durum ülkemiz için tolere edilebilir olmaktan çıkmıştır” dedi. Gerçekten böyle midir? Nüfus artış hızının düşmesi hatta artmaması, dahası azalması ülke için felaket midir? Bu soruya basitçe evet ya da hayır demeden önce biraz düşünelim.

Nüfus artış hızının düşmesinin türlü nedenlerinin ötesinde bir takım sonuçları var. En tipik gelişme, yaşlı bağımlılık oranının zaman içinde artmasıdır.

YAŞLANAN NÜFUSUN SOSYAL SONUÇLARI NE?

Demografi çalışanlar, nüfusu yaş gruplarına göre 3 grupta inceliyor. Bunlar; genç nüfus (0-14 yaş), üretken nüfus (15-64 yaş), yaşlı nüfus (65 ve üstü). Üretken olmayan genç ve yaşlı nüfusun toplamı da bağımlı nüfusu oluşturuyor.

Nüfus artış hızının yüksek olduğu dönemlerde 0-14 yaş arası genç nüfus, toplam içinde ağırlık kazanıyor, nüfus artış hızı yavaşladığında ise yaşlı nüfus…

Normal şartlar altında, nüfusa ilişkin değişimler, uzun dönemli incelenir. Fakat Türkiye’nin son 10 yılı dahi, değişimi gözlemeye yetecek kadar çok veri sunabiliyor. 2013’te, 15-64 yaş arasında üretken nüfustaki her 100 kişi, 36,3 gence, 11,3 yaşlıya bakıyormuş. İzleyen 10 yılda, çocukların sayısı azalırken, yaşlıların sayısı artıyor.  Böylece 2023’te 15-64 yaş arasında üretken nüfustaki her 100 kişi, 31,4 gence, 15 yaşlıya bakıyor.

Eğer bu eğilim bu şekilde devam ederse (ki edecek) izleyen 10 yılda yaşlı bağımlılık oranı yüzde 20’ye, 2040’larda yüzde 30’a çıkacak.

O halde, nüfus artış hızımızın düşmesinin ilk sonucu yaşlı bakım hizmetlerinin ciddi bir soruna dönüşmesi olacak. Sosyal güvenlik sisteminden, sağlık sistemine dek büyük reformlar gerektiren bir değişim bu…

EKONOMİK BÜYÜMENİN NİTELİĞİ DEĞİŞECEK

Fakat bunlar yaşlanan nüfusun sosyal sonuçları. Daha önemli sonuçları ekonomi sahasında gözlenecek. Nüfus artış hızının yavaşlaması, bir süre sonra nüfusun durmasına neden olacak.

Erdoğan, nüfus artış hızının düşmesinin Türkiye için bir felaket olduğunu söylüyor ama TÜİK’in 2013 yılında yayınladığı “nüfus projeksiyonları” başlıklı çalışması, bu felaketin öyle ya da böyle başımıza geleceğini söylüyor. Çalışmaya göre Türkiye nüfusu 2023’te 84,3 milyon olacak, nüfus 2049’a kadar artacak ve o yıl 93,5 milyona yükselecek. Ardından nüfusumuz azalmaya başlayacak. 2075’e 89 milyona düşecek.

Böyle bir durum, Türkiye’nin ekonomik büyüme yolculuğunun da makas değişimine girmesini zorunlu kılacak. Nüfus artış hızı yavaşlıyor, hatta duruyorsa, daha fazla okul, daha fazla hastane, daha fazla yol veya köprü yaparak büyümeyeceğiz zira hiçbir şeyin daha fazlasına ihtiyacımız olmayacak. Peki böyle bir dönemde ekonomik büyüme nasıl gerçekleşecek? Cevap teknolojik gelişme…

Demek ki, eğitim sistemimiz de teknolojik gelişime odaklı, beceri kazandıran bir bakış açısıyla yeniden düzenlenmeli, daha fazla üniversite açmak yerine, üniversitelerin niteliğini artırmalı.

Yaşlanan nüfus, sosyal güvenlik sisteminin yeniden ele alınmasını zorunlu kılıyor. Egemenler bu değişimi emekli maaşlarını tırpanlamanın bir bahanesi olarak kullanacaksa, halk kesimleri yaklaşan tehdide şimdiden hazırlık yapmalı, emeklilik haklarına odaklanan yeni bir mücadele alanı belirlenmeli. Yaşlı nüfusun ve konut sorununun eş anlı artması, yaşlanan nüfusun barınma krizi yaşamasıyla sonuçlanacak. O halde şimdiden yaşlı bakım ve barınma merkezleri talep etmek gerekecek.

ERDOĞAN YEL DEĞİRMENLERİYLE SAVAŞIYOR

Erdoğan’ın felaket dediği şey, aslında bizim “kaderimiz”. Başka bir ifadeyle durdurmanın veya tersine çevirmenin mümkün olmadığı, adapte olmamız gereken bir gerçeklik… Çünkü nüfus artış hızının yavaşlamasının nedenleri sadece enflasyonla açıklanamayacak kadar çok ve derin. O halde daha bugünden, gelecek olana hazırlık yapmamız gerekiyor. Bu kaderi bir fırsata çevirmek de bir felakete dönüştürmek de mümkün. Erdoğan’ın vizyonu, yaşlanan bir nüfus karşısında yetersiz kalıyor olabilir. Fakat hakikat, nüfusumuzu daha fazla artırmanın imkanı kalmayan bir aşamaya geleceğiz. Bu aşamayı göçmen transfer ederek, çocuk yapmayı teşvik ederek veya ekonomik darboğazı aşarak bir miktar ertelemek mümkün olsa da, tümüyle durdurmak mümkün değil. Zira demografik değişimler, 2-3 yıllık kısa vadeli değişimler değil, 30-40 yıllık dönemlerle incelenen uzun dönemli değişimler. Tüm projeksiyonlar bu aşamaya geleceğimizi gösteriyordu, gelecek ise şimdiden belli…

Erdoğan tıpkı 6 Şubat’ta depreme sinirlendiği gibi, an itibariyle de demografik değişime sinirleniyor. Fakat bu faydasız bir öfke… Zira tıpkı deprem gibi, demografik değişim de bir hakikat. Her ulusun başına gelen bizim de başımıza geliyor. O halde, bu hakikatle didişmek yerine, bu hakikate ulusal ölçekte uyum sağlamak akılcı olandır. Siyasetin solu için de sağı içinde yaşlanan nüfus karşısında geliştirilecek öneriler vizyoner olmak zorundadır. Henüz elimizde tek bir vizyon var; 3 çocuk yapmanın Erdoğan tarafından tavsiye edilmesi…

Fakat saçma veya akılcı tek vizyon da bu. Muhalefet maalesef bu konunun derinliğini henüz kavramış değil.  

                                                               /././

“Aldım-verdim ticareti” (Yalçın Karatepe)

2000’li yılların başları, AKP iktidarının “parlak dönemi” olarak adlandırılan zamanlar. Dünyada faizlerin düşük, Türkiye’de yüksek olduğu yıllar. Belki hatırlarsınız. Yabancılar kendi ülkelerinde, kendi para birimleri üzerinden düşük faizle borçlanıp, Türkiye’de yüksek faize yatırarak büyük paralar kazanıyordu. “Carry trade” dedikleri, “aldım verdim ben senden kazandım” diye okuyabileceğiniz işler. Ülkeye döviz girişi bol olduğu için kurlar düşük seyrediyor, yabancılar elde ettikleri yüksek TL faizini bu düşük kurlardan kendi parasına çevirip büyük bir getiri elde edebiliyordu. Dolar faizinin yurt dışında yüzde 1, yüzde 2’lerde seyrettiği zamanlarda, Türkiye’de yüzde 20-30 civarında kazanmak mümkündü. Hatta bu durum öyle bir hal aldı ki “Japon Ev Kadınları,” Japon Yeni üzerinden sıfıra yakın faizle borçlanıp Türkiye’de yüksek getiriye akın ediyordu. İnternette bir arama yaparsanız bu konuda çok sayıda haber görürsünüz. Faiz yüksek olunca elbette alıcısı da çok oluyordu.

Bu durum sadece yabancıların yüksek faiz kazanması ile sonuçlanmadı, aynı zamanda Türkiye’de üretimin dışa bağımlılığını da artırdı. Hammadde ve ara mal ithal etmek görece ucuzladığı için ithalatta önemli ve kalıcı bir artış olurken, ülkede ara mal üretimi de azaldı. Bugün dış ticaret verilerine baktığınızda ithal ürünlerin kompozisyonu bu durumu gösteriyor.

Bir taraftan yüklü faiz ödemesi nedeniyle, diğer taraftan artan ithalatla ülkeden çıkan döviz, zamanla işlerin bozulmasına yol açtı. Kurlar yükseldi, ülke ödemeler dengesi riski ile karşı karşıya kaldı.

Ekonomide “Parlak dönem” olarak bilinen zamanlar aslında hiç de parlak değilmiş. Ver yüksek faizi, girsin yabancı fonlar, sen de kendini başarılı say dönemiydi.

Bugünler de aslında o günlerden pek farklı değil. Yeni ekonomi yönetiminin tüm kurgusu, faizi artır, yabancılar gelsin, bunu sonucunda kurlar baskılansın biz de mutlu mesut yaşayalım.

Politika faizi yüzde 50’ye çıkarılınca TL üzerinden faiz kazanmak yabancılar için cazip olmaya başladı. Bugün dünyada en yüksek ikinci faizi veren ülkeyiz. Arjantin’de bile politika faizi bizden düşük. Bu faizden yararlanmak için gelmeye başladılar. Ama gelenlerin kim olduğunu bir daha hatırlayalım:

“yüksek faizciler.”

Yabancı fonların Türkiye’deki enflasyon ile ilgilendikleri yok. TL üzerinden elde edilecek reel faiz gibi kavramlara da baktıkları yok. Onlar yüksek faizden elde ettiklerini burada harcamayacaklar, alıp gidecekler. Diyebilirsiniz ki, ama kur riskini üstleniyorlar. Hayır, onu da swaplar üzerinde bertaraf ediyorlar. Kemiksiz kazancı rahatlıkla elde ediyorlar. Seçimlerden bugüne kadar swap kanalı üzerinden gelen döviz miktarının 16 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bankalar kendilerine tanınmış olan swap limitlerine ulaşmak üzereler. Şimdi, yabancılar bu limitlerin artırılması durumunda milyarlarca doların daha Türkiye’ye gelebileceğini söylüyor. Gördüğünüz gibi yabancılar ülke ekonomisine güvendikleri, geleceği parlak gördükleri için buraya gelmiyorlar. Kur riski taşımadan yüksek faizi alıp gitmenin peşindeler. Haksız da değiller. Siz, neredeyse risksiz yüksek faizi ödemeye razı oldukça, onlar da alırlar.

Ama bildiğimiz bir şey var: daha önce olduğu gibi şimdi gelenler de geldikleri gibi gidecekler. Giderken de sadece getirdiklerini değil beraberinde burada elde ettikleri yüksek faizi de alıp gidecekler.  Dün kendi blokunda yayımladığı yazıda Prof. Dr. Özgür Orhangazi hoca, ülkenden çıkan dövizin yüzde 30’unun yabancıların faiz ve kar transferinden kaynaklandığını, son 22 yıllık dönemde bu tutarın 300 milyar doları aştığını hesaplamış.

Onlar paraları alıp giderken, bize kalan ne olacak?

Şimdi anladınız mı rasyonelin ne olduğunu? Ver yüksek faizi, gelsin yabancılar.

                                                     /././

Faşizm 5’inci viteste (Zafer Arapkirli)

Toplumun, devletlerin, siyasete yön verenlerin ve tabii ki siyasi iktidarı elinde bulunduranların davranış biçimlerini yakından takip edenler için, hayatın doğal akışı içinde gösterilen refleksler hiçbir zaman şaşırtıcı değildir.

Demokrasiyi, demokratik bir yönetimin gerekliliklerini, yani her türlü özgürlüğü halka “lüks” ve fazla gören, özgürlükten tek anladığı şey kendi politikalarını hiçbir engelle ve direnişle karşılaşmadan uygulayabilmek olan siyasi anlayış, “aykırı ses” çıkmaması için elinden geleni yapar. Doğası budur, çünkü.

İktidardaki AKP ya da tek yönetici tek yönlendirici konumundaki “Şahsım” için 2002 yılındaki seçimle gelip koltuğa oturdukları andan itibaren, yaklaşık 22 yıldır yukarıda tarif ettiğim davranış biçimi belirleyici olmuştur.

Yıllar önce demokrasiyi “Varılacak durağa kadar binilecek, ama istediği anda atlayıp inilebilecek bir tramvay” olarak tanımlayan bir siyasi lider için hiç de şaşırtıcı değildir tabii.

∗∗∗

En başlarda, yola ilk çıktıklarında, bir “askeri vesayet” söyleminin arkasına sığınarak geçmişte Cumhuriyet’in kurucu değerlerine/ayarlarına sahip çıkmaya çalışan askerlerle derdi olan “sözde liberal, özde faşizm payandası” kesimlerin de desteğini alabilmek için Avrupa Birliği kriterlerine yanaşma rolü oynayan, Anayasa’da bu yönde bir iki kozmetik değişikliğe imza atan AKP - Şahsım rejimi, 2009’dan başlayarak kadim müttefiki Fethullahçı Şer Teşkilatı ile, silahlı kuvvetlerde acımasız bir tasfiyeye başladı. Sadece “Asker/Ordu düşmanı” görünmemek için, toplumun birbirinden çok farklı kesimlerinden unsurları, akademisyen, yazar, çizer, gazeteci vb. insanı da da içine kattığı büyük torbalar halinde insanları derdest eden AKP - FETÖ kumpas yargısı, sonradan tek tek çöken uyduruk davalarıyla, her türlü “itiraz, hoşnutsuzluk, muhalefet” odağını temizleye temizleye, “demokrasi tramvayından daha o günlerde aşağı atlayıverdi.”

FETÖ elebaşı Ağlak Vaiz’in ifadesiyle “Mezardaki ölülere bile oy kullandırarak” 2010 referandumunda, yine “Yetmez Ama Evetçi” liberal görünümlü faşizm destekçilerinin yardımıyla yargıyı tamamen kendisine bağlayan sistemi kurgulayan rejim, sonra iyice “vites büyüterek” ve gaz pedalına yüklenerek demokrasi ile her türlü bağını kopardı.

Peşinden yaşanan olayları, 2015 seçimlerini ve “Haziran’da kaybedince çamura yatmalarını”, ardından dökülen kanları, tekrar seçimi, devletin silahlarını askeri ve sivil bürokrasisini teslim ettikleri hainlerin Temmuz 2016’da “bağıra bağıra gelen” darbe girişimini, o girişim bahane edilerek iyice askıya alınan özgürlükleri, olağanüstü hal altında gidilen 2017 referandumunu hatırlatmaya bile gerek yok.

İşte, en önemli dönüm noktasını da bu referandum oluşturmaktaydı.

O gün, yani 16 Nisan 2017 günü, “Hayır” oyu çıkacağını hissettikleri anda, gün ortasında aniden yasaları açıkça çiğneyerek “hileli sonucunu” tescil ettirdikleri arızalı referandumla, devletin yönetim biçimini zorla değiştirdiler.

Tam da “cebren ve hile ile” tanımını hak eder biçimde yaptılar bunu.

Yaptıkları şey, açıkça “Parlamento denetimini tamamen ortadan kaldırmak, hatta Bakanlar Kurulu’nu iptal ederek, iktidar içinde dahi “müzakere (pazarlık) - münazara (tartışma) - murakabe (denetleme) sistemini tarihe gömerek her şeyi “Tek Adam/Şahsım”a bağladılar.

Anayasa ve tüm yasalarda “Bakanlar Kurulu ya da Hükümet” sözcüklerinin geçtiği her şey, otomatik olarak (adeta bir yazı işlem (word processor) programı ile) “Cumhurbaşkanı” sözcüğü ile yer değiştirdi.

Ve evet... Bizler buna direnemedik.

Başta Ana Muhalefet Partisi olmak üzere bu demokrasi görevini unutan tüm güçler, “Sokaklarda tatsızlık çıkmasın. Aman, şimdi kan man dökülmesin” ürkekliği ile atıl kalarak, bu yepyeni ve karanlık, kopkoyu faşist rejim döneminin önünü açtılar.

Şimdi kalkmışız, akıllara durgunluk verecek biçimde bir komiklikle, “Aa!.. Cumhurbaşkanı bir genelge yayınlamış. Seferberlik ve savaş hali ilanına kendi başına karar verebilecekmiş... Olur mu öyle şey?..” diye ağlaşıyoruz.

Bal gibi olur.

Sistem öyle kurgulandı. Daha yeni mi farkına varıyorsunuz?

∗∗∗

“Şahsım”, 2017 Nisan ayının o meş’um gecesinde bağırta bağırta “Atı alan Üsküdar’ı geçti...” diye alay ede ede geçirdi o Anayasayı.

Bugün, durup dururken “yaratmadı” ki o yetkileri.

Şimdi, iktidara yönelik her türlü “aykırı ve muhalif ses, savaş olarak algılanıp” ona karşı seferberlik ilan edebilecek.

Eskiden seferberliği (TBMM’ye onaylatmak kaydıyla) Bakanlar Kurulu’nun ilan edebildiğini hatırla. Bugün o yetkiyi tamamen, “şahsen” kullanma hakkına sahip tek adamın kullanabilmesinde (şeklen) nasıl bir gariplik var ki?

Demokrasi bir kez buruşturulup atılmış. Ama siz, “şunu yapabilsin, ama bunu yapamasın” mı diyorsunuz?

Peki, bütün bunlara bir de son dönemlerde peşpeşe çıkarılan “Dezenformasyon”  yasasını “İçerik - erişim engelleme” uygulamalarını, istediği anda sosyal medyada “bant daraltmaları” yeni kurgulamaya çalıştıkları “Etki ajanlığı”  tanımlamalarını, AYM kararlarını peşpeşe yırtıp çöpe atmaları, AİHM kararlarını tanımamayı, Belediyeden üniversitelere yaygınlaştırılan “Kayyumist” anlayışı, yazanı çizeni düşüneni hemen kelepçelemeyi de ekleyince, hepsi birden “Büyük resmi” tamamlamıyor mu?

Daha neyi konuşuyoruz?  

(Birgün)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (24 Mayıs 2024)

Tetikçinin silinen görüşmeleri (Barış Pehlivan)

“Geri getirilemeyecek şekilde imha edilmiştir.”

Sayfaları karıştırırken aklımın bir tarafında hep bu cümle asılı kalıyor. Sahi, neydi o imha edilenlerin içeriği? Dahası, kayıt sürelerinde bir tuhaflık yok mu?

Sinan Ateş davasının ek dosyalarını inceliyorum. “Yazışmalar” adlı 296 sayfalık klasördeki bazı kararlar gözüme çarpıyor.

Tarih: 13 Nisan 2023.

Ankara 5. Sulh Ceza Hâkimliği, başsavcılığın talebiyle bir karar aldı. Buna göre, Sinan Ateş’i öldüren tetikçi Eray Özyağcı’nın cezaevindeki görüşmeleri sesli ve görüntülü şekilde kaydedilecekti.

Kararda buna gerekçe olarak şunlar yazılıydı:

“Ankara’ya hayatında ilk defa cinayet sebebiyle gelen şüpheli Eray Özyağcı ve diğer şüpheliler ile maktul arasında herhangi bir husumet tespit edilmedi. Bu itibarla olayın azmettiricisinin tutuklu şüpheli Eray Özyağcı ile irtibata geçme ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğu, somut delillerin varlığının mevcut olduğu ve şu ana kadar yapılan çalışmalarda bu konuda başka suretle delil elde edilmesinin imkânsız olduğu değerlendirildi.”

Yazmasam olmaz: Mahkemenin gizli takip kararlarında, cinayetin bir suç örgütü tarafından işlendiğine dair “kuvvetli delillerin bulunduğu” vurgulanıyordu. Gelin görün ki Sinan Ateş davasının iddianamesinde “örgüt” suçlaması yoktu. Eğer örgütten (TCK 220. madde) takipsizlik verilmediyse dosyası ayrılan 17 kişi için bu suçlama devam mı ediyordu?

Neyse, asıl konumuza devam edeyim.

Sonuçta, tutukluların görüş yerlerinin özel hayat dışındaki “kamuya açık” yerler olduğunu belirten kararla, tetikçinin cezaevindeki görüşmeleri üç hafta süreyle kaydedilecekti.

Başsavcılık kararı, Eray Özyağcı’nın tutuklu olduğu Sincan Cezaevi’nden sorumlu Jandarma Komutanlığı’na iletti. Jandarma da iki personeline bu kararı 19 Nisan 2023’te bildirdi ve aynı gün takip başladı.

İlk başta, tetikçi Özyağcı’nın avukatlarıyla görüşme yapacağı odaya iki ayrı ses kayıt cihazı gizlendi. Üç haftalık yasal takip süresi bitince beş kez birer hafta uzatma kararı verildi. 13 Nisan’da verilen karar gereği başlayan gizli kayıtlar, 6 Haziran’da son buldu.

NELER SİLİNDİ?

İlginç olan noktalar da vardı. Avukat odasına konulan iki ayrı cihaza, 5 Mayıs 2023’te bir ses kayıt cihazı daha eklendi. Aradan dört gün geçince de avukat görüşme odasını gören koridordaki duvar saatinin içine bir gizli kamera yerleştirildi.

Şu sorunun yanıtı yoktu: Alınan ilk mahkeme kararında da tetikçi Özyağcı’nın görüşmelerinin görüntülü de kaydedileceği yazıyorken gizli kameranın konması için neden 20 gün beklendi?

Gariplikler maalesef burada bitmiyordu.

Cezaevindeki gizli takip yasal sürede dolduktan nedense bir ay sonra, yani 6 Temmuz 2023’te tüm ses kayıtları ve görüntüler imha edildi.

Karar metninde özetle şu yazıyordu: “Teknik araçlar vasıtasıyla elde edilen tüm ses ve görüntüler, suç unsuru oluşturacak nitelikte olmaması nedeniyle geri getirilemeyecek şekilde imha edilmiştir.”

“Yasaya göre ‘derhal’ yapılması gerekirken imha için neden bir ay beklendi” sorusu yanıtsızdı. Dahası...

İmha edilen cihazların listesini inceliyorum.

Avukatla görüşme odasına ilk ses kayıt cihazları 19 Nisan’da konulmuştu. Tutanağa göre, bu ses kayıt cihazlarında toplam 14 saatlik kayıt vardı.

Madem öyle...

5 Mayıs’ta, yani çok daha sonra aynı görüşme odasına eklenen ses kayıt cihazında nasıl 20 saatlik ses kaydı olabiliyordu?

İki ayrı yerleştirme arasındaki 16 günlük fark, son ses kayıt cihazında daha az veri olmasını gerektirmiyor muydu? İmha tutanağında aksi görülüyorsa bu ilk yerleştirilen cihazlardaki bazı konuşmaların illegal şekilde silindiği anlamına mı geliyordu?

Sözün özü...

Her ne kadar, Eray Özyağcı’nın avukatıyla cinayete dair bir şey konuşmadığı iddia edilse de imha tutanağındaki veriler oldukça şüphe uyandırıyor.

Sahi, aslında neleri sildiniz?

                                                 /././

Din ne işe yarar? (Özdemir İnce)

Türkiye’nin en iyi gazetesi benim yazdığım Cumhuriyet gazetesidir. Lise öğrenciliğimde Cumhuriyet ve Dünya gazetesini satın alıp okurdum, spor haberleri için Hürriyet gazetesine bakardım. Hürriyet gazetesini ilk kez 7 Ağustos 1948 günü satın almışım, 12 yaşımda. Birinci sayfasında Londra Olimpiyat Oyunları’nda grekoromen stilinde olimpiyat şampiyonu olan Mersinli Ahmet ile Mehmet Oktav’ın fotoğrafları var. Takım halinde ikinci olmuşuz.

Cumhuriyet gazetesi gözdem ve öğretmenimdir ama başka gazetelerin iyi işlerini görmeme engel değildir bu. Örneğin Sözcü gazetesinin birinci sayfasını çok beğenirim. 17 Mayıs 2024 günlü birinci sayfası bana bu yazıyı esinledi.

Manşet: “Diyanet her gün yiyor et!” Kafiyeli! Din adamlarının yemek listesi bu yazıyı ilham etti. Güney Amerika’nın Katolik rahiplerinin dışında dünyanın geri kalan ülkelerindeki din adamları, kapitalizm ve sömürüden yanadır. Birinci sınıf beş yıldızlı otellerde toplantı yapıp buralarda yatan ve çatal kaşık şakırdatan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) imamlarının pahalılıktan ve müzmin açlık ile yoksulluktan şikâyetçi olup durumu eleştirdiklerini hiç duydunuz mu? Adamlar sanki bir sömürge ülkesinde kolonyal düzenin temsilcileri...

“DİB ya da kısa adıyla Diyanet, 3 Mart 1924 tarihinde Şeriyye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine kurulan, İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli kurumdur. Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 429 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. 9 Temmuz 2018’de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmıştır.

Anayasanın 136. maddesinde, ‘Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir’ hükmü yer almaktadır.”

Mevcut DİB Kuruluş ve Görev Yönetmeliği’nde yukarıdaki ilkeler yer almaktadır. Sözcü gazetesi mayıs ayının yemek listesini yayımlamış. Afiyet şeker, lop lop et olsun. Dünkü (23 Mayıs) menüsü şöyle: Mantar çorbası, fırın köfte, nohut salatası, keşkül. Listede ana yemek olarak ekşili köfte, orman kebabı, Ankara tava, etli nohut, tavuk döner, çiftlik kebabı, soslu misket köfte, etli taze fasulye, tavuk külbastı, hünkâr beğendi, sebze graten, çiftlik köfte, tavuk şinitzel, etli taze fasulye, et döner, fırın köfte, patlıcan musakka, etli kuru fasulye, püreli kebap, piliç Topkapı, kıymalı ıspanak, karışık ızgara. Ayrıca çorba çeşitleri, ara sıcaklar ve dört çeşit son tıkıntı var. Bu listeyi okusun, halkın bir yeri şişer vallahi!

Diyanet son dört ayda 31.8 milyar lira harcamış! 17 Mayıs 2024 tarihli Sözcü gazetesinde Deniz Ayhan’ın haberi şöyle:

‘Yiyin efendiler yiyin’

“Milyarlarca liralık bütçesi ve lüks makam araçlarıyla gündemden düşmeyen DİB’nin üst düzey yöneticileri için hazırlanan öğle yemeği listesi ortaya çıktı. Vatandaşın ucuz et için zifiri karanlıkta kuyruklara girip saatlerce kuyruk beklediği, çocukların ete ulaşamadığı bir ülkede DİB’nin üst düzey yöneticileri için hemen her gün etli yemek çıkıyor. Sebze yemekleri de kıymalı yapılıyor. Diyanet’in 17 Mayıs, yani bugünkü sofrasında ‘mısır çorbası, çiftlik köfte, bulgur pilavı, meyve’ olacak.”

Yemek maliyetlerinin bir kısmı bütçeden karşılanırken DİB Başkanı Ali Erbaş, bir günlük yemek için 67.5 TL ödüyor. DİB başkan yardımcıları, Din İşleri Yüksek Kurulu başkanı, Diyanet Akademisi başkanı, genel müdürler, rehberlik ve teftiş başkanı, strateji geliştirme başkanı da bu mönü için 67.5 TL ödüyor. Diyanet’te çalışan 4/D’li işçiler radyo TV personeli ve KOMAŞ personeli ile başkanlık personeli 100 TL ödüyor. Misafirler için ise yemek 110 TL. Aşçı, bekçi, hizmetli, şoför, yönetmen, 4/B sözleşmeli personel bu yemek için 30 TL, başkanlık müşaviri, baş müfettiş, hukuk müşaviri, avukatlar da 42 TL ödüyor.

“Sosyal adalet”e göre az kazananın az, çok kazananın da az kazanandan fazla ödemesi gerekmez mi? Gerekir ama DİB’de demek ki dinsel adalet uygulanıyor, sosyal adaletin yeri yok.

Not: Bu konuda Diyanet bir açıklama yapmıştır. 

(Cumhuriyet)