12 Haziran 2024 Çarşamba

Erdoğan-Özel görüşmesi günü Bahçeli kontrollü muhalefet sinyali mi verdi? - Candan Yıldız / T24

 

MHP lideri Erdoğan’ın Ayşe Ateş’le görüşmesinin içeriğinin açıklaması gerektiğini ima etti

Devlet Bahçeli Kürtler, Kürt meselesi, Kürtlerin siyasal temsilcisi partiler olunca çok açık ve net konuşuyor. Dolayıma asla ihtiyaç duymuyor. Grup toplantısı konuşmasında DEM’e yönelik sözleri, kayyım uygulaması güzellemesi ayakta alkışlanırken Bahçeli’nin bir sözü dehşet vericiydi:

 "DEM Parti'nin aldığı oy oranının demokrasiyle bağdaşması, şehitle caninin bir görülmesi kadar korkunçtur."

Asıl bu söz korkunç… DEM’e oy veren milyonların oyunu demokrasi dışı görmesi ve onların oyunu caninin oyu olarak yaftalaması, Sinan Ateş cinayetinin heyulası ile baş etmeye çalışan MHP’nin siyasal sürece paralel olarak elini Kürt karşıtlığı üzerinden daha da yükselteceğinin işareti…

Bahçeli, 2015’ten bu yana yan yana yürüdüğü Cumhurbaşkanı Erdoğan söz konusu olunca dolaylı, göndermeli, söylem analizine muhtaç bir dil kullanıyor. Bahçeli’nin konuşmasının başındaki sözlerinin muhatabı Erdoğan olsa da tam olarak neyi, kimleri kastettiği izaha muhtaçtı. Tabii ki bu bilinçli bir dil ve tercih edilen bir dil…

Son dönemde İYİ Parti’yi zorlayan bir görüşme Meral Akşener ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaydı… Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yapacağı görüşmenin Bahçeli tarafından engellendiğini ima etmesinin ardından Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı kaynaklarından Erdoğan’ın önümüzdeki birkaç gün içinde Ayşe Ateş’le görüşeceği bilgisi sızdı.

İşte Bahçeli hem Akşener’le görüşmeye hem de olası Ayşe Ateş’in Erdoğan’ı ziyaretine ilişkin ortaya konuştu. Kullanılan dilin izini sürdüğümüzde Akşener’le görüşmenin muhatabı şu sözler olsa gerek:

“Televizyon ekranlarında ya da gazete sayfalarında kulis bilgisi maskesiyle servis edilen dedikoduları, körüklenen spekülasyonları, estirilen yalan rüzgarlarını, özellikle Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı ikili görüşmelerin çarpıtılmasını hayretle, ibretle takip ediyoruz. İki kişi arasında geçen bir konuşmanın, sanki not alan kalabalık bir dinleyici güruhu varmışçasına takdim edilmesi, bu vesileyle karmaşa ve kargaşa ortamının yaratılması normalleşme bekleyen malum zihniyetlerin basit kurnazlığından başka bir şey değildir. “

Bahçeli acaba Akşener’le görüşmenin içeriğinden haberdar mıydı ki kulis bilgilerini  “dedikodu, spekülasyon, yalan rüzgarı” olarak niteledi?

İhtiyaç duyduğunda Akşener için “Proje, figüran, kripto damar, FETÖ” gibi sıfatlar kullanan Bahçeli, ihtiyaç duyduğunda Akşener’e “Partinin başında kal, evine dön” çağrısı yapabiliyor.

Bu nedenle Bahçeli’nin Akşener’in “özgül ağırlığı” konusunda bir fikri olmalı ki Erdoğan’la görüşmesini “olağan” karşıladı.

Bahçeli’nin şu sözleri de Erdoğan’ın Ayşe Ateş’le görüşmesiyle ilgili olsa gerek: “Sayın Cumhurbaşkanımız doğal olarak herkesle görüşebilir, herkesle konuşabilir, herkesi dinleyebilir, bizce hiçbir sakıncası yoktur. Bizim nazarımızda mahzurlu  olan taraf aslı astarı olmayan söylentilerin gemi azıya alması, saçma sapan iddiaların azgınlaşması, fitnenin de kamçılanmasıdır. Gerekirse ve yeri gelirse kamuoyunu şeffaf ölçülerde bilgilendirmek suretiyle kaynayan dedikodu kazanının basıncını düşürmek alternatif bir yol olarak değerlendirilmelidir. Her zaman resmin büyüğüne odaklanmalıyız. Sadece maşayı değil, tutan ve tutturan elleri de görebilmeliyiz. Böyle yaparsak düşünce ve eylem temelinde yanılma payımız en az düzeyde olacaktır.”

Sinan Ateş cinayetiyle ilgili delillerin MHP ve Ülkü Ocakları’ndan bazı isimleri işaret etmesi, siyasi bir cinayet davası olması nedeniyle soruşturma ve yargılamanın kimlere kadar uzanacağının pazarlık konusu olması, Ayşe Ateş’in Erdoğan’la görüşmesini önemli kılıyor. Cinayetin kararlı takipçisi Ayşe Ateş’in kamuoyunu şeffaf bir şekilde bilgilendirmesi, Bahçeli’yi rahatsız etmiş görünüyor. Zira Ateş, daha önceki görüşmenin engellendiğini ima etmişti. Bahçeli bu görüşmenin içeriğinden haberdar olmak istediğini TBMM çatısı altında Erdoğan’a duyurdu. Tabii ki bunu “Kamuoyunun şeffaf ölçülerde bilgilendirilmesi, dedikodu kazanının basıncını düşürme” sözleriyle gerekçelendirdi.

Bakalım kritik görüşmenin içeriğiyle ilgili bir açıklama yapılacak mı? MHP lideri konuşmasının kısa bir bölümüne Asgari Refah Seviyesi’nin Endeks Üzerinden Hesaplanması ve Ailelere Gelir Desteği projesini sıkıştırdı. Uzun zamandır AKP’nin ekonomi politikalarına destek veren, CHP’nin Merkez Bankası rezervlerine ilişkin “128 milyar dolar nerede” kampanyasını “İhanetin maskesi” olarak yorumlayan Bahçeli’nin yoksul kesimleri hatırlaması dikkatlerden kaçmadı. “Hangi kesimden olursa olsun, aç susuz, fukara kim varsa hepsiyle kucaklaşmayı hedef alan bir çalışma” sözleriyle duyurduğu proje, Şimşek’in ekonomi politikalarına da bir yanıt gibi duruyor.

Bahçeli'nin elinin altında bir dosya ve üzerinde "Allah Bana Yeter" yazısının olduğu bir yüzük... Sinan Ateş cinayeti dosyasına bir gönderme mi, kim bilir? 

MHP liderinin doğrudan ve dolaylı mesajlarının, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in görüşme gününe denk geldiğini de hatırlatmak isterim.

Candan Yıldız / T24   

11 Haziran 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI (11 Haziran 2024)

 

YKS'de 'gözetmen' ve 'harem selamlık' krizi: Öğretmen bulamayan ÖSYM polislere görev verdi (Burcu Günüşen)

YKS'de birçok sınıfta gözetmen eksikti. Bazı salon başkanları tek başına görev yapmak zorunda kalırken, polis de sınav gözetmeni oldu. Harem selamlık iddialarınaysa ÖSYM'den yanıt bekleniyor.

Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından haftasonu yapılan ve 3 milyonun üzerinde adayın başvurduğu Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nda (YKS) yaşanan gözetmen eksikliğinin sınava gölge düşürecek boyutlarda olduğu belirtiliyor. Bazı okullarda harem selamlık uygulamasına gidildiği iddiaları da gündeme gelirken, ÖSYM’nin bu konuya ilişkin bir açıklama yapması isteniyor.

YKS’nin birinci oturumu TYT 8 Haziran Cumartesi günü, ikinci ve üçüncü oturumları AYT ve YDT ise 9 Haziran Pazar günü yapıldı.

soL’un edindiği bilgiye göre bu yıl birçok öğretmen hem ücretinin düşük olması hem de kurallarının çok katı olması gibi nedenlerle sınava gözetmen olarak katılmayı tercih etmedi. 

Birçok okulda tercih yapılmaması nedeniyle zorunlu olarak görevlendirilen öğretmenler gözetmen oldu. ÖSYM’nin gözetmenlik yapacak öğretmen bulamaması nedeniyle bazı okullarda son dakikada sağlık çalışanı, polis memuru gibi kamu emekçileri gözetmen olarak görevlendirildi. Sınavın yapıldığı bazı salonlardaysa gözetmen yoktu, salon başkanları tek başına görev yapmak zorunda kaldı.

'Gözetmen olmaması sınavı şaibeli hale getirir'

Bu örneklerden biri İzmir’de TOKİ Karşıyaka Belediyesi Anadolu Lisesi’nde yaşandı. Okulda sınav gözetmeni olan bir öğretmenin anlattığına göre bina sorumlusu okulda 5 gözetmenin eksik olduğunu belirterek bu durumun ÖSYM’ye rapor edilmesini istedi.

Aynı öğretmen yan sınıfında da gözetmen eksikliği nedeniyle sınav boyunca yalnızca tek bir salon başkanının görev yaptığını anlatarak şunları söyledi:

Gözetmen olmaması bir salonda sınavı şaibeli duruma düşürüyor. Acil bir durum olabilir, o kişinin sınıfı terk etmesi gerekebilir. Yan sınıfımda görevli salon başkanı evrakları tek başına aldı geldi sınıfa. Belli bir saatte adaylar alınmaya başlandığı için sınıfa erken gelmek gerekiyor. Fakat tuvalete gitmesi gerektiğini çünkü şeker hastası olduğunu söyledi. Evrakları tek başına sınıfta bırakamaz, fakat lavaboya da gitmesi gerekiyor. Bunu bina sorumlusuna da belirtti. Onun üzerine ‘bunu raporda belirtin’ şeklinde dönüş yaptı bina sorumlusu” dedi.

'Öğretmenler protesto edip gitmedi'

İzmir’in Torbalı ilçesinde bir okulda gözetmen olan bir başka öğretmense gözetmen eksikliği yaşanmasının bir anlamda öğretmenlerin protestosu olduğunu söyledi:

Merkez bir okulda olmama rağmen gelmeyen öğretmen çoktu. İnsanların istekleri olmamasına rağmen resen görevlendirme yapıldı. Ücretler de çok düşük. Bu kez birçok öğretmen protesto edip gitmedi. Bu nedenle farklı alanlardan memurlar görevlendirildi gözetmen olarak. Ben salon başkanıydım, benim gözetmenim gelmeyince bir polis memuru görevlendirildi. Tek başına görev yapan da oldu sınıflarda…

'Benim okulumda sadece erkek adaylar sınava girdi'

İstanbul’da TOKİ Maltepe Anadolu Lisesi’nde sınavda salon başkanı olarak görev yapan bir öğretmense gözetmen sorunu yaşamadıklarını belirtti ancak bir başka ilginç duruma işaret etti:

Okulda sınava katılanlar sadece yetişkin erkeklerden oluşuyordu. Sınava giren kadın yoktu. Yaş grubu olarak da 40 yaş ve üstü erkek grubuydu. Ben zannettim ki o sadece benim sınıfıma özel, sonradan başka bir öğretmenle konuştum, o bütün okulun öyle olduğunu söyledi.”

İstanbul’da 14 yıldır sınavlara girdiğini ve böyle bir uygulamayla ilk defa karşılaştığını belirten öğretmen bu uygulamanın nedenine ilişkinse hiçbir bilgisi olmadığını dile getirdi.

Karma eğitim karşıtlığı sınav salonlarına mı yansıdı?

Benzer örneklerin Adana’da ve Tekirdağ’da da yaşandığını öğrendik. ÖSYM'nin yaptığı açıklamaya göre 2024-YKS'ye başvuran adayların 1 milyon 580 bin 984'ü kadın, 1 milyon 455 bin 961'i ise erkek. Yani kadın aday az bir farkla daha fazla. Bu durum bazı okullarda yalnızca erkek adayların sınava girmesini daha ilginç hale getiriyor. Yaşa göre bir ayrım yapılmasının olası olduğu belirtilirken, cinsiyete göre ayrımın nedenininse açıklanmaya muhtaç olduğu belirtiliyor.

Eğitim-İş Sendikası Genel Başkanı Kadem Özbay da soL’a yaptığı açıklamada böyle bir uygulamanın Adana’da bir okulda yaşandığına dair duyumları olduğunu, hatta sadece sınıfların değil katların da kız öğrenciler ve erkek öğrencilere ayrıldığı bir okulun olduğunu öğrendiklerini söyledi.

ÖSYM’nin bu uygulamanın nedenine dair bir açıklama yapması gerektiğini belirten Özbay “Siyasi iktidarın karma eğitim karşıtlığı sınav salonlarına da yansımıştır” dedi.

'Rencide edici sebepler yüzünden öğretmenler sınav görevlerine katılmak istemiyor'

Eğitim-İş Genel Başkanı Özbay haftasonu YKS sınavında yaşananlara dair yaptığı açıklamada “Öğretmenlere eziyet etmekten, öğrencilerin stresini ve kaygısını artırmaktan vazgeçin! Bir işi de doğru yapın!” diyerek tepkisini dile getirdi.

3 milyondan fazla öğrencinin girdiği YKS’de birçok sınıfta gözetmen eksikliği yaşanmasının, fiziki olarak yetersiz koşulların eğitim sisteminin ihmal edilmişliğini, siyasi iktidarın ve sorumlularının ciddiyetsizliğini bir kez daha gösterdiğini kaydeden Özbay şunları ifade etti:

ÖSYM'nin merkezi sınavlarının uzun sürmesine rağmen sınav ücretlerin çok düşük kalması ve güvenlik gerekçesiyle öğretmenlerin üstlerinin aranması, küpesine, cebindeki anahtarına kadar karışılması gibi rencide edici birçok sebep dolayısıyla öğretmenler sınav görevlerine katılmak istemiyor. 

Bugün bir çok salonda sadece tek bir öğretmen görev yapmış, hatta 40 kişi ve üzeri sınıflarda bir salon başkanı ve bir gözetmen öğretmen görev yapmıştır. 

Önceki yıllarda, 15 kişilik salonlarda bir başkan, bir gözetmen, 30 kişi ve üzerindeki salonlarda bir başkan ve en az iki gözetmen görev almaktaydı. Sınav tutanaklarında başkan ve gözetmen yerlerinin hâlâ açık olmasına rağmen birçok yerde yalnızca tek bir öğretmen 3 saat boyunca sınavda görev yapmış, okul/kurum binasına saat 8.30’da girmiş en erken 13.15’de çıkabilmiştir. Öğretmen için eziyete öğrenci için strese dönüşmüştür.”

‘Ciddi güvenlik ve güvenilirlik kaygısı yarattı’

Milyonlarca gencin geleceğini ilgilendiren uzun süreli bir sınavda tek bir öğretmenin görevli olmasının ciddi bir güvenlik ve güvenilirlik kaygısı yarattığını vurgulayan Özbay “Yanında görevlisi olmayan salon başkanı ihtiyaç veya sağlık sorunu sebebiyle dışarıya çıkmak durumunda kalsa sınavda görev yapacak kimse yok. Bunun sorumlusu, kamuda tasarruf dediğinde aklına kendi lüksü, şatafatı gelmeyip de bu ülkede borçlandırdığı artık geçinemez hale getirdiği yurttaşların temel haklarını gasp etmek gelen AKP iktidarı ve ortaklarıdır!” ifadelerini kullandı.

YKS'de yaşanan gözetmen eksikliğinin sadece bir sınav aksaklığı değil, eğitim sisteminin genel bir sorununun göstergesi olduğunun altını çizen Özbay “Bu sorunun çözümü için yetkililerin acil adımlar atması, öğretmenlerin ve öğrencilerin haklarını gözetmesi gerekmektedir” dedi.

Özbay kadın ve erkek adayların sınava girdiği katların ayrıldığı bir okuldan da örnek vererek şunları söyledi:

"Aynı zamanda bugün sınavın yapıldığı bir okuldan gelen bilgiye göre de kız ve erkek öğrencilerin sınıfları hatta katları ayrıştırılmış! Siyasi iktidarın karma eğitim karşıtlığı sınav salonlarına da yansımıştır.”

Bazı sınıflarda klima olmadığı için birçok öğrencinin zorluk yaşadığını da belirten Özbay Hatay Kırıkhan Fen Lisesi’nde sınava giren öğrencilerin sıcak nedeniyle ter içerisinde kalarak sınava devam etmek zorunda kaldığını ve konsantrasyonlarının ciddi şekilde bozulduğunu kaydetti.

“Bunları bu ülkenin gençlerine yaşatmaya ne hakkınız var! Bir işi de doğru yapın, halkın yararına yapın!” diyerek iktidara seslenen Özbay “AKP iktidarı eğitimde yarattığı eşitsizliği, adaletsizliği ve güvenilirsizliği sınav salonlarına mahkum ettiği öğrencilere yani ülkemizin geleceği olan gençlere bir kez daha yaşatmıştır. Eğitim bir ülkenin geleceğidir bu geleceği karartmaya gençlerin umudunu tüketmeye kimsenin hakkı yoktur!” ifadelerini kullandı.

Yeni kanun taslağındaki madde tartışma yarattı: Sınav görevi zorunlu mu olacak?

Öte yandan Milli Eğitim Bakanlığı'nca hazırlanan ve yakında Meclis'e gelmesi beklenen Öğretmenlik Meslek Kanunu ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu taslağında yer alan bir madde öğretmenlerin bundan sonra merkezi sınavlarda zorunlu olarak görevlendirilmesinin önünü açacak bir düzenleme olarak görülüyor.

Taslağın öğretmenlerin hak, ödev ve sorumluluklarını tanımlayan ikinci bölümünde öğretmenlere "merkezi ve mahalli yapılan sınavlarda görev almak" görevi yükleniyor. Bu düzenleme yasalaşırsa öğretmenler ÖSYM'nin düzenlediği sınavlarda zorunlu olarak görevlendirilebilecek.

                                                              /././

Yeni saldırı alanı: Milli Eğitim (Oğuz Oyan)

Bunca saldırıya rağmen, “Milli Eğitim kırımızı çizgimizdir, iktidar bu alandaki bilim dışı saldırılarını durdurmazsa görüşme mörüşme olmaz” diyebilen bir anamuhalefet lideri görebiliyor musunuz?

Beklenen oluyor. 31 Mart Yerel Seçimlerinden “birinci parti” konumunu kaybederek çıkan AKP, geri adım atmak yerine “sulta”sını pekiştirerek çıkış arıyor. İnşa yolundaki şeriatçı rejimine yeni istinat duvarları, yeni sütunlar oluşturmaya girişiyor. 

Ne “fabrika ayarlarında” ne de sonraki siyaset mecrasında hiçbir zaman demokratik kaygıları olmamış bir dinci-faşizan hareketin, gerileyen siyasi etkisini “yumuşayarak”, “yeni uzlaşma zeminleri yaratarak” aşmaya çalışması esasen siyasetin doğasına aykırı olurdu. Bu tür rejimler, kendi programları yönünde durmaksızın “ilerlemek” ve kendilerini hesap sorulamaz bir bölgeye taşımak zorundadırlar. Seçimlerde oy yitirmeleri onları duraklatmaz tam tersine hızlanmaları gerektiğinin işareti olarak algılanır. Çünkü zaman sıkıştırmaktadır ve hareket alanlarının daralmasına izin verilemez!

Elbette siyasi muhaliflerinden gelen ikramları da reddedecek, bir sözde “modus vivendi” sürecindeymiş gibi yapmaktan kaçınacak değiller. Ama aynı süreçte kendi programlarını damardan ilerletme imkânlarını buluyorlarsa, neden dursunlar? Nitekim, Milli Eğitim sistemine cepheden saldırıdan vazgeçmemek tam da bunun uzantısında. Kendi kırmızı çizgilerini boşuna hatırlatıp durmuyor Erdoğan.

Peki bu fütursuzluğu nereden kaynaklanıyor? Karşısındaki siyasi muhalefetin doğru tanımlanmış kırmızı çizgilerinin hâlâ olmamasından! Bunca saldırıya rağmen, “Milli Eğitim kırımızı çizgimizdir, iktidar bu alandaki bilim dışı saldırılarını durdurmazsa görüşme mörüşme olmaz” diyebilen bir anamuhalefet lideri görebiliyor musunuz? 

Siyasette ikinci sıraya gerilemiş ve üstelik Cumhuriyet’in kazanımlarını ve temel Anayasal normları iğdiş etmiş bir siyasi hareketin kırmızı çizgileri var -ki bu çizgiler laik Cumhuriyet rejimi düşmanlığı etrafında yoğunlaşıyor- ama Cumhuriyetin kurucu partisinin aynı konudaki kırmızı çizgileri birinci ağızdan dillendirilmiyor bile. CHP, iktidarı yumuşamaya ikna ederek mevzii başarılar elde etme (mesela 1 Mayıs’taki haksız-hukuksuz tutuklamalarda “taviz” koparma) ve seçmen desteğini çoğaltma derdinde; AKP ise kendi siyasi ve ekonomik programını toplumsal tepkileri asgariye çekerek uygulamak, kolluk ve yargı üzerinden devreye soktuğu, baskıcı mevzuat üzerinden tamamladığı sosyal zorlamalarla (“Etki ajanlığı”, “Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği” gibi) zorba bir meşruiyet kazandırarak yol almak derdinde. Bunlar hiçbir biçimde eşit ayaklı olmayan “müzakere” pozisyonlarıdır!

Milli Eğitim boşuna seçilmiyor

“Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” denilen Ortaçağ’a dönüş müfredatı, AKP açısından bir “sıfırdan başlama” programı değil; 22 yıldır adım adım geriletilen bir eğitim sistemine son darbeyi indirme girişimi. ÇEDES denilen yobazlık projesinin, din derslerinin sayılarının çoğaltılarak fiilen hepsinin zorunlu kılınmasının, okul öncesi çocukların bile bile din eğitimine zorlanmasının üzerine geliyor.

Üstelik bununla da yetinmeyeceğini, “Öğretmenlik Meslek Kanunu Teklifi” ve “Milli Eğitim Akademisi Kanun Teklifi” taslaklarıyla ortaya koymuş bulunuyor. Bundan böyle rejimin militanına dönüşmüş öğretmenler dışında bir eğitim kadrosuna tahammül edilmeyeceği ve hızlanmış adımlarla bu yönde ilerleneceği cümle aleme beyan ediliyor. 

Türkiye AKP iktidarı altında çok partili dönemin en geri, en karanlık dönemini yaşıyor. Üstelik rejimin gizlisi saklısı yok. Talim Terbiye Kurulu’nun tüm yöneticileri artık İmam Hatip mezunlarından oluşuyor. TTK ve MEB ortaklığıyla hazırlanan müfredat, çağdışı bir eğitim/öğretim programını ilk ve orta öğretimin eğitimcilerine, öğrencilere ve onların kaygılı velilerine dayatmaya girişirken, kendisini hiçbir kurumsal yapının engelleyemeyeceği rahatlığıyla davranıyor. Siyasal ve toplumsal tepkileri de sözde “yumuşama” safsatasıyla ve dinci baskılar üzerinden savuşturacağına emin olarak yol alıyor.

İşbaşında olan, militan bir Cumhuriyet düşmanlığıdır. Eğitim sistemini saldırılarının merkezine almaları şaşırtıcı değildir; çünkü gözlerini artık büyük ölçüde tamamladıkları Cumhuriyet yıkıcılığının sonrasına yani toplumun geleceğini karartmaya dikmişlerdir.

Buna izin vermemek gerekir. Bu yüzden de tepkiler çok yüksek olmalı, bugüne kadarki tepkilerin çok üzerinde bir kitleselliğe ulaşmalıdır. Hem siyaseten hem eğitim sendikaları bakımından hem de veliler yönünden. 

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bu konuda üzerine düşeni yapmaya kararlıdır. Şimdiden sekiz bin civarında imzaya ulaşan bir kampanyayla bu Cumhuriyet düşmanı gerici müfredata karşı ülkenin değerli aydınlarını, sanatçılarını ve laik Cumhuriyeti savunan kesimlerini buluşturmayı başarmıştır. Bundan sonra da Aydınlanma Seferberliği kapsamında AYDINLANMA SEMİNERLERİ düzenleyerek çok sayıda seçkin aydınımızın katkılarıyla Türkiye’nin aydınlık geleceğinin inşasına omuz vermeyi sürdürecektir.

Kadir Sev dostumun ardından

Kadir’le yollarımız ve yaşamlarımız ben Ankaralı olduktan sonra yani tam 45 yıldır kesişiyor. Sayıştay’ın devrimci nüvesinden tüm dostlarla bu süre içinde mücadele arkadaşlığımız oldu. Elbette sosyal ilişkilerimiz de gelişti. Masaların etrafında buluşmayı da ihmal etmedik. Kimi dostları erken yitirdik; Musa Özdemir, Fikret Gülen gibi benim üzerimde derin izleri olan dostlar onlar arasındaydı. Siyasi yakınlıklarımız bu 45 yılın en önemli belirleyicisiydi; Ali Rıza Aydın ve Kadir Sev ile son 15 yılda soL Gazete, soL Haber Portalı, Dayanışma Meclisi ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi üzerinden gelişen ortaklaşmalarımız da yeni bir unsur olarak devreye girmişti. (Diğer değerli bazı Sayıştaycı dostlarla ve onların aracılığıyla tanıştığım güzel insanlarla da teması hiç kaybetmedim elbette). 

Kadir benim çok takdir ettiğim bir araştırmacıydı. Sayıştay Denetçisi olmanın bir alışkanlığı olabilir ama Kadir son aylara kadar Resmi Gazete okumadan günü tamamlamazdı. Bunun büyük bir artısı, hepimizden önce birtakım gelişmeleri haber alması ve dostları ve okuyucularıyla paylaşması oluyordu. Yazılarında sözü uzattığına, ana konusundan saptığına tanık olunmazdı. Sade ve vurucu yazıları adeta bir tarz yaratmıştı. Yazılarını asla kaçırmazdım. Ondan çok şey öğrendim. 

Kadir ilginç ve komplekssiz bir kişilikti. Esprili kişiliği zekasının anahtarı gibiydi. Bu nedenlerle kendisiyle de dalga geçebiliyor olması hiç şaşırtıcı değildi. Okumaya, öğrenmeye ve tartışmaya özel bir ilgi duyardı. TKP üyeliği kişiliğinin tamamlayıcı bir parçasına dönüşmüştü. Bununla gurur duyuyordu. Partili dostları da onu her zaman çok önemsediler, hak ettiği değeri ve saygıyı ona hep hissettirdiler. Şubat 2024’ten itibaren hızla ilerleyen hastalığında onu hiç desteksiz bırakmadılar. 

En son Aralık ayında (10 Aralık 2023’te) sevgili Fikret Gülen anısına Sema Gülen’in evinde buluştuğumuz yemekte uzun bir süre sohbet etme imkânımız oldu. Sonradan da bazı etkinliklerde birkaç kez (ve hastalığının ilerlediği sırada evinde) görüşmüş olmamıza rağmen ben onu hep 10 Aralık buluşmamızdaki haliyle hatırlıyorum ve hatırlayacağım. O yemekten sonra zaten hastalığı ortaya çıktı ve kötüleşme dönemi başladı. Sevgili eşi Güldal Sev, bu altı aylık süreçte fiziki olarak çok yorulduğu bir süreç yaşadı. Şimdi ona destek olma zamanı. 

Hastalığı sırasında onu yalnız bırakmayan ve her işine koşan sevgili dostlarının emekleri ve özverileri unutulamaz. Sevgili Güldal’a, kızları Ceren’e ve tüm dostlarına baş sağlığı diliyorum.

Kadir’in anısı bizlerle yaşayacak. İyi ki yaşamlarımız kesişmiş…

                                                              /././

Bazen yakmak gerekir (Salih Bostancı)

Evet satmadığımız hayallerimiz var bir gün mutlaka gerçek olacak. Vazgeçmeyenler ve asla vazgeçmeyecek olanlar var, yarın onların eseri olacak!

Gece geç vakit, telefonda doktorun sesi öfkeli ve telaşlı:

- "Abdullah Cömert, çocuğu öldürdüler örtbas etmek istiyorlar, hemen bir şey yapalım"

- "Nasıl hocam, emin misiniz, hemen haber gireceğiz."

- "Doktorluğumu da, hayatımı da yakmaya hazırım, yeter ki örtbas edemesinler."

İnsansan, hele devrimciysen yakmak gerekir.

Abdullah Cömert, 11 yıl önce mahallede direniyordu, direnmesinin sebebini şöyle anlatıyordu son gönderisinde:

"3 günde sadece 5 saat uyudum sayısız biber gazı yedim 3 defa ölüm tehlikesi atlattım ve insanlar ne diyor biliyormusunuz, boşver ülkeyi senmi kurtaracan evet kurtaramasakta bu yolda ölecez( o kadar yorgunum ki 3 gündür 7 enerji içeceği 9 tane ağrı kesici ile ayaktayım sesim kısık vaziyete ama bugün gene saat 6 da alanlardayım sadece devrim için."

Sadece devrim için!

"Büyük adam olamadıysak, hayallerimizi de satmadık ya" diyordu Ahmet Atakan, aynı mahallelerin çocukları. Gündüzleri çalışıp, akşamları mahalledeki direnişe katılıyordu Ahmet, hep elinde iş kıyafetlerinin olduğu poşet ve yüzünde o güzel gülümsemeyle. Aylarca böyle sürdü. Ne kadar yorgun olursa olsun, bir Suriye direnişi bir de devrimden bahsederken alev alev parlıyordu gözleri.

"Ağaç, Gezi tamam ama ben devrim istiyorum" diyordu.

90'lı yıllar Sovyetlerin çözülmesi ile birlikte devrimi, sosyalizmi itibarsızlaştırmaya dönük çok büyük bir saldırı başlatıldı. Kimse böyle tekrar bir sayfayı açma niyetini bile dillendirmemeliydi. Bir taraftan baskılar, yasaklamalar, tutuklamalar... Bir taraftan da milyarlarca dolar harcanarak yürütülen kara propaganda. Televizyonlar, gazeteler, kurulan vakıflar, STK'ler, akademide fonlanarak kurulan ağlar, örgütlere partilere sızmalar, yüksek tirajlı gazetelerde köşe verilen ve TV TV, program program gezdirilerek solculuğundan pişmanlığını anlatıp, geçmişine küfrettirilen dönekler ve daha nice organizasyon, milyarların akıtıldığı devasa bir propaganda makinesi çalışıyordu. Sosyalizm, devrim çağ dışıydı, arkaikti, dinazordu, ayak takımıydı, barbarlıktı, artık "yeni" olmak lazımdı; emperyalizm değil küreselleşen dünyaydı, emperyalist AB değil emeğin Avrupa'sıydı, AB'ye Havet'ti, devlet küçülmeliydi, özelleştirme karşıtlığı geri kafalılıktı, çağ başkaydı, artık "yeni" zamanıydı.

Kimi zaman kriminalize etmek için, kimi zaman marjinalize etmek için, kimi zaman karikatürize edip itibarsızlaştırmak için, o devasa propaganda makinesi durmaksızın çalıştı. Devrim çok ürkütücüydü, geçmiş çağlardaki bazı kazalardı, artık hayalî bile kurulmamalıydı. Haziran direnişinde panikle yapılan "İdeolijisiz Gezi, flamasız Gezi" çığırtısında, mesele "Bir kaç flama değildi".

Benzer kesimlerin, Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet konusunda burun kıvırmasının nedenleri arasında ve ağızlarında çevirip durdukları "Yeterince demokratik değildi, yok kitle ayağı yoktu, yok üsten inmeydi, yok yandan itmeydi" lafları arkasında, o sürecin devrimci karakterinden duydukları rahatsızlık da vardı.

Harcanan milyarlar, baskılar, yasaklar, satın alınanlar, fonlar, haber spikerleri, rotatifler... Ne kadar tarihte açılmış sayfaları açılmamış saymaya çalışsalar da, devrim üstünde tepinerek derine, yokluğa gömmeye çalışsalar da olmuyordu. Mahallenin çocukları, gömmeğe çalıştıklarını yerden alıp, "Devrim istiyorum, her şey devrim" için diyerek alınlarının çatına vuruyordu o flamayı. Umuttur! 

Emperyalizm, sermaye, o devasa makine durmuyor, durmaz. Ama eskisi gibi de çalışamaz. Sömürünün, yağmanın bu denli şiddetlendiği, nüfusun yüzde 1'lik bir kesiminin gelirin yüzde 40-50'sine el koyduğu bir dönemde, eşitlik talebini, adalet talebini "arkaik, çağ dışılık, dinazorlar" diyerek bertaraf edemez. O zaman bunları, yıllarca yok etmeye çalışılanana yönelmeden, düzen içileştirmek gerekir, bugün dünyada ve ülkemizde belli düzeyde hakim olan kötümserliği, umutsuzluğu yaygınlaştırıp derinleştirmek, yani ölümü gösterip sıtmaya razı etmek.

Artık makine biraz farklı çalışıyor ya da farklı fonksiyonlar eklendi, güncellendi de diyebiliriz. Bu sürümde dinazor değiliz ama sekteriz, hayalciyiz, gerçekçi değiliz. 

Güncellemede ne var peki; emperyalizme karşı konumlanış, ülkenin kanını emen sermayeye, patronlara, kapitalist düzene ve bütünlüklü olarak onun iktidarına karşı verilecek mücadele, devrim, sosyalizm; hayalci, gerçekçi değil, şimdi köprüden önce son çıkıştayız, onlar sonranın işi, hele bir saray, hele bir beşli çete, hele bir seçim, hele bir vesaire... Hele bir bitmez.

Devrim, sosyalizm "hele bir" denip naftaline sarılıp sandığa kaldırılır. 

Hiç kimse 'ben ilerde dönek olacağım' diye solcu, sosyalist olmaz, hayat oraya götürür. Devrimcinin sigortası, bir devrim stratejisine ve bu doğrultuda hareket eden bir kolektife inancı ve bağlılığıdır. Bunlar sandığa kaldırılırsa, dönmenin, eğilip bükülmenin, satmanın sınırı yoktur. Hayallerini satarsın, sendikayı satarsın, işçiyi satarsın, laikliği, cumhuriyeti satarsın, yol yürüdüklerini satarsın. Ve çıkıp "bu gerçek siyaset, bu büyük siyaset dersin, çünkü öbürü hayaldi dersin, bugün başkası mümkün değil" dersin. 

Tarihte böyle zamanlar çok. Rusya'da 1905'te de önemli bir çoğunluk bitti diyordu, hayalcilik diyordu, başka yol yok diyerek var olanda konum arıyordu. Ama vazgeçmeyenler ve asla vazgeçmeyecekler vardı, 1917 onların eseridir!

Bu topraklarda Sevr imzalandığında büyük çoğunluk; başkası hayalcilik diyordu, kimin mandasına girmek daha iyi diye tartışıyordu. Ama vazgeçmeyen ve asla vazgeçmeyecekler vardı, 30 Ağustos, 29 Ekim onların eseridir!

Bugün de, "başka yol yok"çulukla, "hele bir"cilikle, sıtmaya razı olalımcılıkla sınırları çizilen bir mahalle var. Bu mahalle bizim mahallemiz değil, zaten bizi sevmiyorlar. Çünkü bize her baktıklarında sattıkları şeyleri görüyorlar. Bizim mahallemiz "Hayallerimizi satmadık diyen, her şey devrim için diyen çocukların mahallesi" 

Evet devrimciysen yakmak gerekir, bazen siyasi konfor alanlarını, bazen kişisel konfor alanlarını, bazen de gemileri. 

İnanıyoruz, hazır olacak doktorlar, mühendisler, öğretmenler, öğrenciler, işçiler, gençler, kadınlar var, çoğalacak.

Evet satmadığımız hayallerimiz var bir gün mutlaka gerçek olacak.

Vazgeçmeyenler ve asla vazgeçmeyecek olanlar var, yarın onların eseri olacak!

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI (11 Haziran 2024)

 

Baksı'da gurbete meydan okuyan bir sıla masalı: Bu projeyi gören "Ya bu adam deli ya da çok parası var" diyor! (Candan Yıldız)

“Burası yaratıcıların mekânı… Kimsenin kılığına girmedik, tarifine girmedik. Burası zor bir yer… Burası bizim toprağımız… Hikayemizin başladığı yer… Kimse bizi kopartamaz.”

Baksı Müzesi - Bayburt

Zuckerbeck Şubat 2017 tarihli manifestosunda çevrimiçi toplulukların çevrimdışı toplulukları beslediğini açıklamıştı. Bu kimi açılardan doğru. Ama çoğu zaman çevrimdışı topluluk, çevrimiçinin zararına oluyor ve bu iki şey arasında temel bir fark var. Fiziksel varlık gösteren topluluklar sanal toplukların, en azından yakın gelecekte aşık atamayacağı bir derinliğe sahip. İsrail’deki evimde hastalanıp yatağa düşersem Kaliforniya’daki çevrimiçi arkadaşlarım benimle sohbet edebilir ama bana bir tas çorba ya da bir bardak çay getiremezler.”

Tarihçi Yuval Noah Harari, "21. Yüzyıl İçin 21 Ders" kitabında bedene, insana, ortak yaşama yabancılaşmayı mümkün kılan teknolojik iktidar biçimlerine karşı, fiziki olarak insanlarla temas etmenin şimdilik daha derinliğe sahip olduğunu söyler.

İnsanı küçümsememek, bütün farklılığa rağmen kendin gibi olmayanın hakkı olduğunu kabul etmek, yerel ve evrensel arasında hiyerarşik bir ilişki kurmamak halâ çevrimdışı ilişkiyle, temas etmekle mümkün…

Bunun somut bir örneğini gözlerimle gördüm. 

Sanat ve kültürün merkezi İstanbul’dan yaklaşık 1200 kilometre uzaktaki Bayburt’a, milliyetçilik ve muhafazakârlığın hâkim ideoloji olduğu topraklara ‘Birlikte başka bir yaşam mümkün’ü pratiği ile göstermeye çalışan sanatçı, düşün insanı Hüsamettin KoçanKuru Otlar Üstüne filmindeki aydın tipinin tam aksine; idealizm, samimiyet ve adanmışlık gibi değerlere çağırıyor herkesi… 

Bayburt’tan 45 kilometre uzakta, Çoruh Nehri’nin kollarına tepeden bakan Baksı Köyü’ne giderken doğanın yeşiline eşlik eden hayatın rengi ‘yeşil’ bir proje hemen solunuzda kalıyor.

Kaçkarların dizilişini çağrıştıran bir mimari karşılıyor önce sizi. Girişinde Baksı Müzesi yazıyor. Müze dememe bakmayın söz konusu olan bir yaşam alanı… Birlikte üretmeyi, dayanışmayı, sana benzemeyenlerle ilişki kurmayı önceleyen bir model. 

Modelin, projenin öyküsünü T24’ten arkadaşım Berna Abik daha önce yazmıştı.

Bense hayata dokunan projelerin “delilerinden”, mana arayışının gücünden ve zorluklarından bahsetmek istiyorum.

Kırsal nüfusun kent denilen modern ‘tımarhanelere’ tıkandığı, şehirlerin cazibesinin yanı sıra kültürel ve ekonomik ‘derinliğinden’ nasiplenemeyen ‘ötekilerin’ kendi yereline yabancılaşmasını tersine çevirmeyi murat eden Hüsamettin Koçan ile "Hiç kimseye faydası olmasa bile benim ufkumu açtı" diyen Baksı Köyü’nün eski muhtarı Nabi Akçelik’i tanımanızı istiyorum. 

Hüsamettin Koçan Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin üç dönem dekanlığını yapmış bir isim…

Sanatçı-aydın sorumluluğunu pratiğiyle yaşama geçirmeye çalışan Koçan, ideolojik olarak kendisinden farklı olan köylüsüne ulaşmaya çalışmış son 20 yılda…

“İletişim olmadan sizin yapmak istedikleriniz geçmiyor karşınızdakine. Değişim ancak ortak üretimle mümkün. Çünkü üretim olduğunda insan kendini içinde ve sorumluluk hissediyor. Büyük işler, direnç, adanmışlık, yansızlık ister. Bizim aydınımız yaşadığı kültürden koparak biraz göçebe meselesi var. Edward Said bunu daha iyi anlatıyor. Onun için bizim aydınımız kendi toplumuna yabancılaşmış kişidir. Bunu haksızlık olarak da görürüz. Halkevleri Cumhuriyetin ilk yıllarında bunu çözmeye çalıştı fakat çözemedi” diyor. 

Ortak üretim dediği şey için sanat atölyeleri kurmuş, köylüsünün kendisini de parçası hissetmesi için müzenin büyük konferans salonunu yeri gelmiş düğünler için kullandırmış. 

Baksı Müzesi Konferans Salonu (Fotoğraf: Evrim Altuğ)

Daha da önemlisi genç kızların, kadınların yetilerini geliştirebilecekleri, öğrendiklerini üretime dönüştürebilecekleri kadın eğitim merkezi için de kolları sıvamış. Fiziki binanın temeli atılmış, her şey yolunda giderse, siyasi, toplumsal ve ekonomik engellere takılmazsa 2025’te hayata geçecek eğitim merkezi…

Koçan’dan dinleyelim…

Bayburt'ta bir kadın eğitim merkezinin temelini attık. Açılışta ehramlı, örtülü kadın da vardı sosyetik kadın da…  İnsan bu… Bütün mesele o insanı tasnif etmeden ona insani değeri vermek. Üç boyutlu üretmeden biz üçüncü boyutu keşfedemiyoruz. İki boyutluyuz. Siyah beyaz meselesi… Ben kadına inanıyorum. Babam müthiş, vizyoner bir adamdı. Annem ise o kadar da akıllı bir kadın değildi ama kalbi ve duyarlılığı olağanüstüydü. Şimdi benim bir şeyim olsa, onu saklasın diye verecek olsam anneme verirdim, babama değil. Babam tipik erkek. Derin ve ilerici bir adam. Fakat o erkekler doğada döller gider ya ondan sonra anne çocukları büyütecek , emdirecek; şunu yapacak, bunu yapacak. Burada ezilmiş çok kadın gördüm. Hasret çeken kadını gördüm. Gurbet bekleyen kadını gördüm. “

Baksı Müzesi-Fotoğraf: Candan Yıldız

Gurbet kelimesi Bayburt için kolay bir kelime değil. Hüsamettin Koçan’ın 40 bin metrekarelik bir alana kurduğu yaşam alanı tepede bir yer. Çocukken o tepede babasının gurbetten gelmesini beklermiş, diğer bütün çocuklar gibi… Gurbet Bayburtlular için sadece Batı ülkelerine gitmek değil, Türkiye’nin her yerine dağılmak anlamına geliyor. Göç halâ sürüyor, köylerdeki nüfus azalıyor her geçen gün.

Köyünüzde okul kapanmışsa, tarım bitmişse, bütün yük kadınların sırtındaysa tabii ki kent daha cazip hale gelir. Bugün sadece 30 hanenin kaldığı Baksı Köyü’nde okul kapanmış. Öğrenciler taşımalı eğitimle başka bir okula gidiyor. 

Koçan, çocuklar kendisi gibi babalarının yolunu gözlemesin, yerel halk göç etmek zorunda kalmasın diye ortak üretimin imkanlarını zorluyor.

Ama işi o kadar da kolay olmamış. Yerelin “yabancı” olana direncini kırmak bir noktaya kadar işlemiş. Bir de erkeklerin iktidarını sarsabilecek kadını güçlendirme projeleri “eski köye yeni adet” gibi görülmüş. 

“Eskilerde gelinler erken kalkıp herkesten geç yatarlardı. Bir gün köyün suyuna ölü bir kurt düşmüş. Gelinlerin bağışıklığı düşük olduğu için su onları etkiliyor ve ölüyorlar. Araziler pozan yani nadasta. Kimse ekip biçmiyor. Eskiden buğday ekilip biçilirdi. Gençler gidiyor, gurbete son vermek istiyoruz.”

Hüsamettin Koçan, Kıraçta Heykel sergisini anlatıyor

Sanat ve zanaatın ortaklaşabileceğini, “alt” ve “üst” sanat ayrımına inanmadığını ifade eden Hüsamettin Koçan annesinin meselleriyle büyüdüğünü anlatırken, Şahmaran masalından söz ediyor. Ortak bir ahlak anlatısı olan Şahmaran’ı bir de Koçan’ın ağzından dinleyelim…

“Masalların bir ideolojisi var, öyle palavra şeyler değil. Şu sıra masalları da kaybettik ya hayal gücünü de kaybettik. İyinin doğrunun her halükarda kazanacağını anlatır masallar. İdeal ve adanmışlık vardır. Kaf dağının ardından Prometeus’un ateşi getirmesi mesela… Şahmaran mesela müthiştir. İnsanın ilk ihanetini anlatır. İnsanın doğaya ihanetini anlatır. Bir ahlak öğretisidir. Masallarda güncel bunalım dışavurumlarını göremezsiniz. Daha büyük eksende insani sorunlarla ilgilidir. Halk sanatlarını sanat saymama yaratıcılık ürünü saymama meselesi var. Ki insan bütün dönemlerde yaratıcılığını kullanmıştır ve yaratıcılığı ile özgün şeyler üretmiştir. O nedenle ‘alt sanat üst sanat’ diye saçma şey var ya hiçbir şeydir. Anlatının hiyerarşisi yoktur ama bunlar art zamanlıdır. Süreklilik kavramını vurgulayan bu art zamanlılığı ve bunun insana çok yakıştığını söyleyen bir sergi açtık burada… Türkiye bünyesinde bulunan etnik unsurların değerler dünyasını keşfetmiş değil.”

Şahmaran (Fotoğraf: Candan Yıldız)

Koçan’ın sözünü ettiği sergi Gel Zaman, Git Zaman...

Baksı Müzesi’ndeki sergi halk kültürü üretimleriyle çağdaş sanat üretimlerini bir araya getiren bir sergi…

Müzede o yörenin kültürünün taşıyıcısı ama bugün hayatta olmayan yaşlıların fotoğrafları da yer alıyor. 

“Masallar dünyasını erkekler kurduğu için orada ödül kadındır. Kadın kıymetlidir ama ödül olarak kıymetlidir” diyen Hüsamettin Koçan’ın anlattığı Şahmaran’ın erkeğin kadına ihanetini de anlattığını söylemeden geçmeyeyim. 

Baksı Köyü yaşlıları 

Gelelim Hüsamettin Koçan’ın eli ayağı olduğunu gözlemlediğim eski muhtar Nabi Akçelik’in hikayesine...

Koçan’ı müze projesi başlayana kadar tanımayan Nabi Akçelik, muhtar olunca tanışıyor Hüsamettin Koçan’la ve bir daha da kopmuyor. 

 “Hüsamettin Bey gibi sanatçılar bir yaştan sonra Ege’ye Akdeniz’e gidip yat, kat da alabilirdi. Ama onu buradaki çocukluğu, yaşantısı çok etkilemiş. Bütün babaların gurbetçi olması, çocukların babalarının gurbetten gelmesini beklemesi… Ben de aynı şekilde yaşadığım için çok yakın gördüm. Bir de inandım. Bütün zorluklara rağmen buraya gelip bu projeyi yapmak o kadar kolay değil. Projeyi gören diyor ki ya bu adam deli ya da çok parası var gelip harcıyor. Ama ben projenin etrafında olduğum için ikisi de değil. Azmin ve sabrın bir sonucu…”

“Hiç kimseye faydası olmasa bile benim ufkumu açtı. Bizim burada erkekler okuyordu ama kız çocuklarını ilkokuldan sonra okutan yoktu. Benim üç tane kızım, iki de oğlum var. Hepsi de üniversite okudu, okuyor. Burası olmasaydı belki ben de köylüler gibi kız çocuklarımı göndermeyecektim üniversiteye. Köylü hastaneye gittiğinde eşi için kadın doktor arar ama kızını okutmaz. Köyde kız çocuklarını üniversiteye ilk gönderen ben oldum. “

Eski Baksı Köyü Muhtarı Nabi Akçelik

Müzede sergilenen eserlerin manasını yorumlayacak kadar derinleşen köy muhtarı Hüsamettin Koçan’ın açık alanda sergilenen “Gitmek mi, Kalmak mı ?” heykellerinin bir hacı amcanın bakışını nasıl değiştirdiğini anlattı.

“4-5 yıl önce bir Hacı amca geldi. Buralı ama İstanbul’da yaşıyormuş. Heykeller için dedi ki ‘evladım bunları şuraya niye koydunuz?’ ‘Ucube’ gibi laflar etti. Ben de Hacı amca onlar ucube değil, onların bir hikayesi var dedim. Nedir hikayesi diye sorunca heykellerin gurbet gidenle kalanı anlattığını söyledim. Renkli olan heykel gurbete gideni mutlu, kalanı acı çekmiş özlem çekmiş gösteriyor dedim. Hacı amca dinlerken gözleri yaşardı ve ağlamaya başladı. ‘Evladım benim de böyle bir hayatım vardı’ dedi. “

Hüsamettin Koçan'ın “Gitmek mi Kalmak mı” eseri (Fotoğraf: Serpil Yılmaz)

Hüsamettin Koçan’ın kökleri açıkta kalan olan ağaçlar çalışmasını da yorumlayan muhtar Akçelik’e şapka çıkartmamak mümkün değil.

“Bu çalışmaya inanç yönünden bakarsak cennetteki tuba ağaçlarını simgeliyor. Köklerin karmaşık haliyle köklerimizi belki gün yüzüne çıkarmak istemiş olabilir sanatçı. Siyasi olarak da şöyle bir yorumumuz var bu günlerde… Hani seçim dönemlerinde siyasetçiler birbirlerine etnik kökenleriyle eleştiriler yaparlar ya… Aslında burada ona da bir eleştiri var. Köke fazla gitmeyin, köke fazla gidildikçe her şey karışıyor, kimin ne olduğu çok belli değil. Göründüğünüz gibi olun, insan olun yeterli.” 

Hüsamettin Koçan'ın Kökler isimli eseri

Türkiye’de her toplumsal kesimin ‘beyazlarının’ burun kıvırabileceği bu ‘uzak’ coğrafyada, yapılmak istenenin felsefesine yüreği açık herkese yer var.

Koçan’ın sözüyle bitirelim. 

“Burası yaratıcıların mekânı… Kimsenin kılığına girmedik, tarifine girmedik. Burası zor bir yer… Burası bizim toprağımız… Hikayemizin başladığı yer… Kimse bizi kopartamaz.”

                                                        /././

MHP’nin milletvekili adayı FETÖ’den tutuklandı! (Tolga Şardan)

MHP’de siyaset yapan bir emekli TSK mensubu “FETÖ abisi” çıktı, hakkında adli soruşturma var. Halen Sincan Cezaevi’nde tutuklu. Eğer “Haberimiz yoktu” yanıtını verirlerse; soruşturma dosyası içinde MİT Başkanlığı’nın bizzat hakkında savcılığa gönderdiği yazılar var.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, geçen nisanın son günlerinde yaptığı basın açıklamasında, Kara Kuvvetleri Komutanlığı (KKK) bünyesinde FETÖ’nün “mahrem hizmetler” yapılanmasına yönelik operasyon başlatıldığını duyurdu.

Açıklamada, sabit telefon hatlarını kullanarak örgütün sözde sivil imamları ile iletişim sağladıkları tespit edilen, 14’ü daha önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ilişiği kesilmiş askeri personel ile 2’si “mahrem imam” olmak üzere 16 şüpheli hakkında gözaltı kararı verildiği kaydedildi.

Operasyonun açıklanmasıyla beraber şüpheliler yakalanarak Ankara Emniyeti’nde sorgulandı.

Sonrasında mahkemeye çıkartılan şüphelilerden bazıları itirafçı oldu. Bir bölümü de haklarındaki iddialar, belge ve bilgilerle tutuklanarak cezaevine gönderildi.

FETÖ geçmişini anlatan ifadeler

Doğrusunu isterseniz; bu soruşturma dosyasını yakın geçmişteki benzerlerinden ayıran içerik açısından çok fark olmamakla birlikte tutuklanan bir isim dikkat çekiciydi.

Bu isim, KKK’dan astsubay rütbesi ile görev yaparken emekli olan Mustafa Çintaş’tı.

Daha önce ülke genelinde yapılan FETÖ soruşturmalarında haklarında adli işlem yapılan şüphelilerin verdikleri ifadelerde adı geçenlerdendi Çintaş.

Örneğin, Kırıkkale’de yürütülen bir soruşturmada ifade veren Miktat B., şunları söylemişti:

“(…) 1992 yılında Şanlıurfa iline tayin oldum. Bu ile gittiğimde bana Hakkı C. isimli astsubayın ismini vermişlerdi. Bana bu şahısla kurmamı ve sohbetlere devam etmem gerektiğini söylemişlerdi. O dönem bana bunu kimin söylediğini hatırlamıyorum. Urfa’ya gittiğimde Hakkı C. isimli astsubayı buldum. Beni kendi sohbet gruplarına dahil etti. Urfa ilinde sohbet grubumuzda Hakkı C., Mehmet D.  Müşerref A. Hakan K., Mustafa Çintaş, Kemal İ., Ramazan G., Hacı Ahmet B., Şenol K., Kemal Ü. isimli astsubaylar vardı. Sohbet imamlığını dışardan gelen sivil insanlar yapardı.

1997 yılına kadar bu ilde görev yaptım. Toplantılarımız, sohbetlerimiz; namaz kılmak, Fetullah Gülen videoları izlemekIe ve Fetullah Gülen’e ait kitapları okumakla geçti. (…)”

Burada dikkat çekmek istediğim bir detay var; yıl henüz 1992 ve Fetullah Gülen cemaati yani FETÖ, henüz o yıllarda TSK içinde ciddi ve sistemli örgütlenme içinde! Aynı zamanda “mahrem imamlık” uygulaması başlatılmış.

Bir başka ifadenin sahibi ve aynı zamanda Ankara’da hakkında soruşturma yürütülen Mehmet T.’nin ifadesi ise şöyle:

“(…) Benim ilk temasım Tekirdağ Çorlu 61. Mekanize Piyade Tugayı’nda görevli olduğum zamanlarda aynı bölükte astsubay olan Mustafa Çintaş isimli şahısla iş yerinde muhabbet ederken, kendisi bana ‘Ramazan ayı içerisinde bir akşam camiye gidelim’ dedi. Ben de kendisi benim iş yerimde üstüm olduğu ve Ramazan ayı olduğu için hayır diyemedim. Bu ve bunun gibi günlerde arada akşamları buluşup camiye gittik. Arada da iş yerimizin misafirhanesine Mustafa Çintaş’ın getirdiği Fetullah Gülen kasetlerini, videoları burada izlerdik. 1993-1995 yılları arasında Mustafa Çintaş’la bu şekilde görüşmelerimiz oldu. (…)”

Şüpheli emekli astsubay Çintaş hakkında benzer ifadeler var dosyasında.

Son örneği de Kars Kağızman’da hakkında FETÖ soruşturması yürütülen Cem A.’nın anlatımından vereyim:

“(…) Bir gün görüşme yapmak için Mustafa Çintaş beni evine davet etti. Evine gittiğimde evde tekti. Burada çay içtik. Namaz kıldıktan sonra bir süre normal sohbet edip evden ayrıldım. 1987 mezunu,  tırtırlı araç teknisyeni bakımcı astsubaydır. Emekli olduğunu biliyorum. Halen İzmir Bornova’da ikamet ettiğini hatırlıyorum.

Benden sorumlu cemaat abisidir, Kars Kağızman’a gittiğimde Hasan Hüseyin kodun verdiği numaradan aradığım ve görüştükten sonra bana abilik yapan şahıstır. Kendi evinde buluştuğumuz dini sohbet edip, namaz kılıp görüştüğüm örgüt abisidir.(…)”

Gülen’in talimatıyla hareket etti

Çintaş’la ilgili yürütülen soruşturmada, benzerlerinde olduğu gibi MASAK’tan alınan özel rapor dosyaya girdi.

FETÖ şüphelisi emekli astsubayın, FETÖ’ye ait Bank Asya’da 7 ayrı hesabın bulunduğu, yapılan incelemesinde tüm işlemlerin rutin bankacılık işlemleri kapsamında olan işlemlerden olduğu kanaatine varıldığı raporlandı.

Fakat aynı raporda bir tespit daha var:

“Emekli devlet memuru statüsünde olan birinin 100 bin TL tutarlı TL katılım hesabı açması, 7 bin USD tutarlı YP vadeli hesabı açması ve 26.23 gram yastık altınını bankacılık sistemine kazandırması, tüm finansal malvarlığının ilgili banka nezdinde değerlendirdiği ve FETÖ elebaşı tarafından gerçekleştirilen çağrıya uygun hareket ettiği izlenimi uyandırdığı kanaatine varılmıştır.”

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Mustafa Çintaş

MHP’den milletvekili adayı FETÖ’cü

Savcılıklarda FETÖ merkezli yürütülen adli soruşturmalarda yapılan standart işlemlerin, şüpheli Çintaş hakkında da gerçekleştirildiği görülüyor.

Dediğim gibi, günümüze kadar binlerce benzeri yapılan bu adli soruşturmanın dikkat çekici bölümü asıl şimdi yazacaklarım.

Çünkü TSK’dan emekli olan Çintaş’ın yaşamının son döneminde aktif siyaset içinde olduğu görülüyor.

FETÖ geçmişi delillerle ortaya çıkarılan Çintaş’ın, Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı MHP içinde siyaset yaptığı anlaşıldı.

Hem öyle basit bir taban hareketi ve siyasi çalışmalar içinde değil.

Çintaş, 2023 Genel Seçimleri’nde MHP’nin İzmir 2. Bölge’den 13. sıra milletvekili adayı idi.

Aynı isim, 2015’teki genel seçimlerde de yine aynı seçim bölgesinden MHP’den milletvekili seçilebilmek için yarıştı.

Adil Öksüz’le bağlantı şüphesi

MHP Genel Merkezi, yeri geldiğinde kantarın topuzunu ağır kaçırıp siyasete yakışmayan açıklamalar yapmaktan geri durmuyor maalesef.

Şimdi MHP’de siyaset yapan bir emekli TSK mensubu “FETÖ abisi” çıktı, hakkında adli soruşturma var. Halen Sincan Cezaevi’nde tutuklu.

Bu tablonun da MHP açısından bir açıklaması vardır sanırım.

Aklıma takılan ve yanıtını aradığım bir soru var:

Çintaş, hem 17-25 Aralık sürecinin sonrasındaki 2015 Genel Seçimleri’nde hem de MHP’nin iktidar ortağı olduğu 2023 Genel Seçimleri’nde İzmir’den milletvekili adayı olurken, MHP Genel Merkezi’nin haberi yok muydu?

Kaldı ki; AKP’den çok MHP’ye yakınlığıyla bilinen Süleyman Soylu gibi bir siyasetçi İçişleri Bakanı koltuğunda otururken.

MİT’ten üç ayrı yazı

Eğer “Haberimiz yoktu” yanıtını verirlerse; soruşturma dosyası içinde MİT Başkanlığı’nın bizzat Çintaş hakkında savcılığa gönderdiği yazılar var.

MİT Başkanlığı’nın biri Ağustos 2017, ikisi de Eylül 2017 tarihini taşıyan üç ayrı raporu var Çintaş hakkında.

Hatta Ağustos 2017 tarihini taşıyan MİT yazısında, Çintaş’ın FETÖ Lideri Fetullah Gülen’in talimatıyla kurulan bir firmada imza yetkisine sahip olduğu ve firma sahibinin aynı zamanda FETÖ’nün Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan sorumlu ismi Mustafa Arslan’ın, FETÖ’nün TSK imamı olduğu anlaşılan Adil Öksüz’le temasının bulunduğu açıklandı.

İşte böyle biri isim, MHP’de hem de iki genel seçimde milletvekili adayı olabilecek konuma ulaşmış durumda.

Madalyonun bir de ikinci yüzü var kuşkusuz.

Malum, geçmişte FETÖ içinde yer alıp deşifre edilmeden cemaatten ayrılıp farklı dini yapılara katılanlar var. Resmi tanımlamada bu türdeki kişilere “renklendirilenler” deniliyor.

Acaba, Çintaş’ta böyle bir renklendirmeden geçip, kendisini koruyup başka bir dini grup üzerinden MHP’ye mi girdi?

Örneğin, Menzil olabilir mi bu yapı?

                                                       /././

Avrupa seçimleri: Amerikan darbesi, Steve Bannon... (Yalçın Doğan)

Kitle halinde gelen göçmenler bizde ve Avrupa’da ne zaman sorun haline geliyor?

“MAGA, Make America Great Again”... 

“Amerika’yı Yeniden Büyük Yapacağız” sloganıyla politik sahneye Trump’ın  destekleyicisi olarak çıkıyor. 2016’da Trump’ın kazanmasında önemli rol oynayanlardan biri: Steve Bannon.


Özellikle radyo ve internet üzerinden propaganda yürütüyor, aşırı sağcı. Aynı zamanda başarılı bir iletişimci, parlamenter demokrasiye inancı soru işareti.

Yayınları Amerika’da ses getiriyor, Başkan seçildikten sonra Trump onu Beyaz Saray’da strateji danışmanlığına atıyor. Balayı uzun sürmüyor, kısa süre sonra Trump onun işine son veriyor.

Bannon boş durmuyor, Amerikan Kongresi’ni aşağılayan yayını üzerine dört ay hapse mahkum ediliyor.

"Almanya çok uygun" 

Trump’ın yanından ayrılsa da ona destek çıkan yayınlarını sürdürüyor.

2020’de seçimi Trump’ın kaybetmesi üzerine, “Oylarımızı çaldılar” diye ortalığı karıştırmaya çalışıyor.

Karıştırmaya çalıştığı bir diğer ülke, “milliyetçiler için çok uygun” dediği Almanya. Gittiği Berlin’de aşırı sağın yeni temsilcisi AfD (Almanya İçin Alternatif) ile bağlantıya geçiyor.

“AfD ile ilişkim çok iyi” gibi açıklamalar yapıyor.

Neofaşist hayalet

1848’de Marks Komünist Manifesto’da “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” diye yazarken...

Bugün Avrupa’da bir başka hayalet dolaşmaya başlıyor, yeniden hortlamaya yüz tutan Neofaşist hayalet.

Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede geçen hafta sonunda Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri yapılıyor. 27 ülkede toplam seçmen sayısı 185 milyon.

Seçimler aşırı sağın zaferiyle sonuçlanıyor.

Yükselen milliyetçilik.

Merkez partiler AP’de çoğunluğu koruyor olsalar bile, 27 Avrupa ülkesinden gelecek aşırı sağ güçleniyor, o milletvekillerinin parlamentoda sayısı artıyor.

Almanya’da AfD bu seçimlerde yüzde 15.9 oy oranıyla CDU / CSU Hıristiyan Demokratlar’ın ardından ama, sosyal demokratlar ile Yeşillerin önünden ikinci sıraya otuyor.

Bu oran yaklaşık elli yıl Rusya’nın hegemonyası altında yaşayan eski Doğu Almanya tarafında yüzde 27’ye yaklaşıyor.

Belli ki, Bannon iyi iş görmüş!..

Yıllarca komünizm sonrasında şimdi aşırı sağa savrulan bir toplum!..    

"Büyük Orta Doğu Projesi"

AfD’nin Ocak ayında Doğu Almanya’da düzenlediği gizli toplantının kokusu bir süre önce ortaya çıkıyor, parti kararı olarak:

“Almanya’da yaşayan göçmenlerin sınır dışı edilmesi”

Bütün Avrupa’da önde gelen sorun...

Göçmenler...

Kitle halinde gelen göçmenler bizde ve Avrupa’da ne zaman sorun haline geliyor?

Başkan Bush 2004 yılında 23 Orta Doğu ülkesinde İslam’ı kontrol altına alma, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) sonucunda Orta Doğu ülkeleri kaynıyor, bazılarında rejim değişiyor, bazılarında iç savaş yıllarca sürüyor.

O ülkelerden Avrupa’ya göç dalgası başlıyor.

Denetim altına almak isteseler de, göç dalgası belli ölçüde Avrupa ülkelerini etkiliyor.

En çok etkilenen ülke Türkiye.

ABD'nin görevlileri 

BOP üzerinden gerçekleşen göç dalgası...

Avrupa’nın hemen her ülkesinde aşırı sağın, hatta neofaşizmin yükselmesine yol açıyor.

Bugün Avrupa Parlementosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin oylarını ciddi ölçüde arttırmaları o ideolojik yükselişin ürünü. O yükselişe eşlik eden ekonomik refahın eksilmesi.

Ülkelerinde göçmen görmek istemeyenlerin sayısı her ülkede hızla artıyor.

Bugün aşırı sağın Avrupa’da yükselişi, BOP ile başlayan Amerikan darbesine dönüşüyor. Kuşaklar boyunca demokrasiye alışmış ülkelerin ekonomilerini etkileyebileceği ve Amerika ile rekabette geri kalabilecekleri tezleri dolaşıyor ortada.   

Trump’ın eski danışmanı Bannon bu işi üstlenenlerden biri olarak anılıyor.

Herhalde sadece o değil. Amerika’nın Avrupa’da aşırı sağı kışkırtacak epey adamı dolaşıyor olabilir!

AfD Avrupa’nın aşırı sağ partilerini “küresel hegemonyaya karşı isyana” çağırırken...

İtalyan Başbakanı Meloni, Amerika’yı kastederek, seçim sonuçlarını “uluslararası finans hegemonyasına karşı başkaldırı” olarak niteliyor. 

Aşırı sağ, ne olup bittiğini anlamak ve anlatmak için sol terminolojiyi kullanıyor!..

Türkiye'ye etkisi 

Bu sonuçların bize etkileri olabilir.

1-Bizde yeniden demokrasiye dönüş açısından, kendi tuzumuzla kendimiz kavrulacağız, 31 Mart’ın değerini daha çok arttıran bir etki.

2-Bizden gitmeyi düşünen göçmenlere karşı bizim Avrupa karşısında pazarlık gücümüz artabilir.

3-Buna karşılık, kısa ve orta dönemde Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz pek heyecan taşımayabilir.

(T24)