YKS'de 'gözetmen' ve 'harem selamlık' krizi: Öğretmen bulamayan ÖSYM polislere görev verdi (Burcu Günüşen)
YKS'de birçok sınıfta gözetmen eksikti. Bazı salon başkanları tek başına görev yapmak zorunda kalırken, polis de sınav gözetmeni oldu. Harem selamlık iddialarınaysa ÖSYM'den yanıt bekleniyor.Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından haftasonu yapılan ve 3 milyonun üzerinde adayın başvurduğu Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nda (YKS) yaşanan gözetmen eksikliğinin sınava gölge düşürecek boyutlarda olduğu belirtiliyor. Bazı okullarda harem selamlık uygulamasına gidildiği iddiaları da gündeme gelirken, ÖSYM’nin bu konuya ilişkin bir açıklama yapması isteniyor.
YKS’nin birinci oturumu TYT 8 Haziran Cumartesi günü, ikinci ve üçüncü oturumları AYT ve YDT ise 9 Haziran Pazar günü yapıldı.
soL’un edindiği bilgiye göre bu yıl birçok öğretmen hem ücretinin düşük olması hem de kurallarının çok katı olması gibi nedenlerle sınava gözetmen olarak katılmayı tercih etmedi.
Birçok okulda tercih yapılmaması nedeniyle zorunlu olarak görevlendirilen öğretmenler gözetmen oldu. ÖSYM’nin gözetmenlik yapacak öğretmen bulamaması nedeniyle bazı okullarda son dakikada sağlık çalışanı, polis memuru gibi kamu emekçileri gözetmen olarak görevlendirildi. Sınavın yapıldığı bazı salonlardaysa gözetmen yoktu, salon başkanları tek başına görev yapmak zorunda kaldı.
'Gözetmen olmaması sınavı şaibeli hale getirir'
Bu örneklerden biri İzmir’de TOKİ Karşıyaka Belediyesi Anadolu Lisesi’nde yaşandı. Okulda sınav gözetmeni olan bir öğretmenin anlattığına göre bina sorumlusu okulda 5 gözetmenin eksik olduğunu belirterek bu durumun ÖSYM’ye rapor edilmesini istedi.
Aynı öğretmen yan sınıfında da gözetmen eksikliği nedeniyle sınav boyunca yalnızca tek bir salon başkanının görev yaptığını anlatarak şunları söyledi:
“Gözetmen olmaması bir salonda sınavı şaibeli duruma düşürüyor. Acil bir durum olabilir, o kişinin sınıfı terk etmesi gerekebilir. Yan sınıfımda görevli salon başkanı evrakları tek başına aldı geldi sınıfa. Belli bir saatte adaylar alınmaya başlandığı için sınıfa erken gelmek gerekiyor. Fakat tuvalete gitmesi gerektiğini çünkü şeker hastası olduğunu söyledi. Evrakları tek başına sınıfta bırakamaz, fakat lavaboya da gitmesi gerekiyor. Bunu bina sorumlusuna da belirtti. Onun üzerine ‘bunu raporda belirtin’ şeklinde dönüş yaptı bina sorumlusu” dedi.
'Öğretmenler protesto edip gitmedi'
İzmir’in Torbalı ilçesinde bir okulda gözetmen olan bir başka öğretmense gözetmen eksikliği yaşanmasının bir anlamda öğretmenlerin protestosu olduğunu söyledi:
“Merkez bir okulda olmama rağmen gelmeyen öğretmen çoktu. İnsanların istekleri olmamasına rağmen resen görevlendirme yapıldı. Ücretler de çok düşük. Bu kez birçok öğretmen protesto edip gitmedi. Bu nedenle farklı alanlardan memurlar görevlendirildi gözetmen olarak. Ben salon başkanıydım, benim gözetmenim gelmeyince bir polis memuru görevlendirildi. Tek başına görev yapan da oldu sınıflarda…”
'Benim okulumda sadece erkek adaylar sınava girdi'
İstanbul’da TOKİ Maltepe Anadolu Lisesi’nde sınavda salon başkanı olarak görev yapan bir öğretmense gözetmen sorunu yaşamadıklarını belirtti ancak bir başka ilginç duruma işaret etti:
“Okulda sınava katılanlar sadece yetişkin erkeklerden oluşuyordu. Sınava giren kadın yoktu. Yaş grubu olarak da 40 yaş ve üstü erkek grubuydu. Ben zannettim ki o sadece benim sınıfıma özel, sonradan başka bir öğretmenle konuştum, o bütün okulun öyle olduğunu söyledi.”
İstanbul’da 14 yıldır sınavlara girdiğini ve böyle bir uygulamayla ilk defa karşılaştığını belirten öğretmen bu uygulamanın nedenine ilişkinse hiçbir bilgisi olmadığını dile getirdi.
Karma eğitim karşıtlığı sınav salonlarına mı yansıdı?
Benzer örneklerin Adana’da ve Tekirdağ’da da yaşandığını öğrendik. ÖSYM'nin yaptığı açıklamaya göre 2024-YKS'ye başvuran adayların 1 milyon 580 bin 984'ü kadın, 1 milyon 455 bin 961'i ise erkek. Yani kadın aday az bir farkla daha fazla. Bu durum bazı okullarda yalnızca erkek adayların sınava girmesini daha ilginç hale getiriyor. Yaşa göre bir ayrım yapılmasının olası olduğu belirtilirken, cinsiyete göre ayrımın nedenininse açıklanmaya muhtaç olduğu belirtiliyor.
Eğitim-İş Sendikası Genel Başkanı Kadem Özbay da soL’a yaptığı açıklamada böyle bir uygulamanın Adana’da bir okulda yaşandığına dair duyumları olduğunu, hatta sadece sınıfların değil katların da kız öğrenciler ve erkek öğrencilere ayrıldığı bir okulun olduğunu öğrendiklerini söyledi.
ÖSYM’nin bu uygulamanın nedenine dair bir açıklama yapması gerektiğini belirten Özbay “Siyasi iktidarın karma eğitim karşıtlığı sınav salonlarına da yansımıştır” dedi.
'Rencide edici sebepler yüzünden öğretmenler sınav görevlerine katılmak istemiyor'
Eğitim-İş Genel Başkanı Özbay haftasonu YKS sınavında yaşananlara dair yaptığı açıklamada “Öğretmenlere eziyet etmekten, öğrencilerin stresini ve kaygısını artırmaktan vazgeçin! Bir işi de doğru yapın!” diyerek tepkisini dile getirdi.
3 milyondan fazla öğrencinin girdiği YKS’de birçok sınıfta gözetmen eksikliği yaşanmasının, fiziki olarak yetersiz koşulların eğitim sisteminin ihmal edilmişliğini, siyasi iktidarın ve sorumlularının ciddiyetsizliğini bir kez daha gösterdiğini kaydeden Özbay şunları ifade etti:
“ÖSYM'nin merkezi sınavlarının uzun sürmesine rağmen sınav ücretlerin çok düşük kalması ve güvenlik gerekçesiyle öğretmenlerin üstlerinin aranması, küpesine, cebindeki anahtarına kadar karışılması gibi rencide edici birçok sebep dolayısıyla öğretmenler sınav görevlerine katılmak istemiyor.
Bugün bir çok salonda sadece tek bir öğretmen görev yapmış, hatta 40 kişi ve üzeri sınıflarda bir salon başkanı ve bir gözetmen öğretmen görev yapmıştır.
Önceki yıllarda, 15 kişilik salonlarda bir başkan, bir gözetmen, 30 kişi ve üzerindeki salonlarda bir başkan ve en az iki gözetmen görev almaktaydı. Sınav tutanaklarında başkan ve gözetmen yerlerinin hâlâ açık olmasına rağmen birçok yerde yalnızca tek bir öğretmen 3 saat boyunca sınavda görev yapmış, okul/kurum binasına saat 8.30’da girmiş en erken 13.15’de çıkabilmiştir. Öğretmen için eziyete öğrenci için strese dönüşmüştür.”
‘Ciddi güvenlik ve güvenilirlik kaygısı yarattı’
Milyonlarca gencin geleceğini ilgilendiren uzun süreli bir sınavda tek bir öğretmenin görevli olmasının ciddi bir güvenlik ve güvenilirlik kaygısı yarattığını vurgulayan Özbay “Yanında görevlisi olmayan salon başkanı ihtiyaç veya sağlık sorunu sebebiyle dışarıya çıkmak durumunda kalsa sınavda görev yapacak kimse yok. Bunun sorumlusu, kamuda tasarruf dediğinde aklına kendi lüksü, şatafatı gelmeyip de bu ülkede borçlandırdığı artık geçinemez hale getirdiği yurttaşların temel haklarını gasp etmek gelen AKP iktidarı ve ortaklarıdır!” ifadelerini kullandı.
YKS'de yaşanan gözetmen eksikliğinin sadece bir sınav aksaklığı değil, eğitim sisteminin genel bir sorununun göstergesi olduğunun altını çizen Özbay “Bu sorunun çözümü için yetkililerin acil adımlar atması, öğretmenlerin ve öğrencilerin haklarını gözetmesi gerekmektedir” dedi.
Özbay kadın ve erkek adayların sınava girdiği katların ayrıldığı bir okuldan da örnek vererek şunları söyledi:
"Aynı zamanda bugün sınavın yapıldığı bir okuldan gelen bilgiye göre de kız ve erkek öğrencilerin sınıfları hatta katları ayrıştırılmış! Siyasi iktidarın karma eğitim karşıtlığı sınav salonlarına da yansımıştır.”
Bazı sınıflarda klima olmadığı için birçok öğrencinin zorluk yaşadığını da belirten Özbay Hatay Kırıkhan Fen Lisesi’nde sınava giren öğrencilerin sıcak nedeniyle ter içerisinde kalarak sınava devam etmek zorunda kaldığını ve konsantrasyonlarının ciddi şekilde bozulduğunu kaydetti.
“Bunları bu ülkenin gençlerine yaşatmaya ne hakkınız var! Bir işi de doğru yapın, halkın yararına yapın!” diyerek iktidara seslenen Özbay “AKP iktidarı eğitimde yarattığı eşitsizliği, adaletsizliği ve güvenilirsizliği sınav salonlarına mahkum ettiği öğrencilere yani ülkemizin geleceği olan gençlere bir kez daha yaşatmıştır. Eğitim bir ülkenin geleceğidir bu geleceği karartmaya gençlerin umudunu tüketmeye kimsenin hakkı yoktur!” ifadelerini kullandı.
Yeni kanun taslağındaki madde tartışma yarattı: Sınav görevi zorunlu mu olacak?
Öte yandan Milli Eğitim Bakanlığı'nca hazırlanan ve yakında Meclis'e gelmesi beklenen Öğretmenlik Meslek Kanunu ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu taslağında yer alan bir madde öğretmenlerin bundan sonra merkezi sınavlarda zorunlu olarak görevlendirilmesinin önünü açacak bir düzenleme olarak görülüyor.
Taslağın öğretmenlerin hak, ödev ve sorumluluklarını tanımlayan ikinci bölümünde öğretmenlere "merkezi ve mahalli yapılan sınavlarda görev almak" görevi yükleniyor. Bu düzenleme yasalaşırsa öğretmenler ÖSYM'nin düzenlediği sınavlarda zorunlu olarak görevlendirilebilecek.
/././
Yeni saldırı alanı: Milli Eğitim (Oğuz Oyan)
Bunca saldırıya rağmen, “Milli Eğitim kırımızı çizgimizdir, iktidar bu alandaki bilim dışı saldırılarını durdurmazsa görüşme mörüşme olmaz” diyebilen bir anamuhalefet lideri görebiliyor musunuz?
Beklenen oluyor. 31 Mart Yerel Seçimlerinden “birinci parti” konumunu kaybederek çıkan AKP, geri adım atmak yerine “sulta”sını pekiştirerek çıkış arıyor. İnşa yolundaki şeriatçı rejimine yeni istinat duvarları, yeni sütunlar oluşturmaya girişiyor.
Ne “fabrika ayarlarında” ne de sonraki siyaset mecrasında hiçbir zaman demokratik kaygıları olmamış bir dinci-faşizan hareketin, gerileyen siyasi etkisini “yumuşayarak”, “yeni uzlaşma zeminleri yaratarak” aşmaya çalışması esasen siyasetin doğasına aykırı olurdu. Bu tür rejimler, kendi programları yönünde durmaksızın “ilerlemek” ve kendilerini hesap sorulamaz bir bölgeye taşımak zorundadırlar. Seçimlerde oy yitirmeleri onları duraklatmaz tam tersine hızlanmaları gerektiğinin işareti olarak algılanır. Çünkü zaman sıkıştırmaktadır ve hareket alanlarının daralmasına izin verilemez!
Elbette siyasi muhaliflerinden gelen ikramları da reddedecek, bir sözde “modus vivendi” sürecindeymiş gibi yapmaktan kaçınacak değiller. Ama aynı süreçte kendi programlarını damardan ilerletme imkânlarını buluyorlarsa, neden dursunlar? Nitekim, Milli Eğitim sistemine cepheden saldırıdan vazgeçmemek tam da bunun uzantısında. Kendi kırmızı çizgilerini boşuna hatırlatıp durmuyor Erdoğan.
Peki bu fütursuzluğu nereden kaynaklanıyor? Karşısındaki siyasi muhalefetin doğru tanımlanmış kırmızı çizgilerinin hâlâ olmamasından! Bunca saldırıya rağmen, “Milli Eğitim kırımızı çizgimizdir, iktidar bu alandaki bilim dışı saldırılarını durdurmazsa görüşme mörüşme olmaz” diyebilen bir anamuhalefet lideri görebiliyor musunuz?
Siyasette ikinci sıraya gerilemiş ve üstelik Cumhuriyet’in kazanımlarını ve temel Anayasal normları iğdiş etmiş bir siyasi hareketin kırmızı çizgileri var -ki bu çizgiler laik Cumhuriyet rejimi düşmanlığı etrafında yoğunlaşıyor- ama Cumhuriyetin kurucu partisinin aynı konudaki kırmızı çizgileri birinci ağızdan dillendirilmiyor bile. CHP, iktidarı yumuşamaya ikna ederek mevzii başarılar elde etme (mesela 1 Mayıs’taki haksız-hukuksuz tutuklamalarda “taviz” koparma) ve seçmen desteğini çoğaltma derdinde; AKP ise kendi siyasi ve ekonomik programını toplumsal tepkileri asgariye çekerek uygulamak, kolluk ve yargı üzerinden devreye soktuğu, baskıcı mevzuat üzerinden tamamladığı sosyal zorlamalarla (“Etki ajanlığı”, “Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği” gibi) zorba bir meşruiyet kazandırarak yol almak derdinde. Bunlar hiçbir biçimde eşit ayaklı olmayan “müzakere” pozisyonlarıdır!
Milli Eğitim boşuna seçilmiyor
“Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı” denilen Ortaçağ’a dönüş müfredatı, AKP açısından bir “sıfırdan başlama” programı değil; 22 yıldır adım adım geriletilen bir eğitim sistemine son darbeyi indirme girişimi. ÇEDES denilen yobazlık projesinin, din derslerinin sayılarının çoğaltılarak fiilen hepsinin zorunlu kılınmasının, okul öncesi çocukların bile bile din eğitimine zorlanmasının üzerine geliyor.
Üstelik bununla da yetinmeyeceğini, “Öğretmenlik Meslek Kanunu Teklifi” ve “Milli Eğitim Akademisi Kanun Teklifi” taslaklarıyla ortaya koymuş bulunuyor. Bundan böyle rejimin militanına dönüşmüş öğretmenler dışında bir eğitim kadrosuna tahammül edilmeyeceği ve hızlanmış adımlarla bu yönde ilerleneceği cümle aleme beyan ediliyor.
Türkiye AKP iktidarı altında çok partili dönemin en geri, en karanlık dönemini yaşıyor. Üstelik rejimin gizlisi saklısı yok. Talim Terbiye Kurulu’nun tüm yöneticileri artık İmam Hatip mezunlarından oluşuyor. TTK ve MEB ortaklığıyla hazırlanan müfredat, çağdışı bir eğitim/öğretim programını ilk ve orta öğretimin eğitimcilerine, öğrencilere ve onların kaygılı velilerine dayatmaya girişirken, kendisini hiçbir kurumsal yapının engelleyemeyeceği rahatlığıyla davranıyor. Siyasal ve toplumsal tepkileri de sözde “yumuşama” safsatasıyla ve dinci baskılar üzerinden savuşturacağına emin olarak yol alıyor.
İşbaşında olan, militan bir Cumhuriyet düşmanlığıdır. Eğitim sistemini saldırılarının merkezine almaları şaşırtıcı değildir; çünkü gözlerini artık büyük ölçüde tamamladıkları Cumhuriyet yıkıcılığının sonrasına yani toplumun geleceğini karartmaya dikmişlerdir.
Buna izin vermemek gerekir. Bu yüzden de tepkiler çok yüksek olmalı, bugüne kadarki tepkilerin çok üzerinde bir kitleselliğe ulaşmalıdır. Hem siyaseten hem eğitim sendikaları bakımından hem de veliler yönünden.
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bu konuda üzerine düşeni yapmaya kararlıdır. Şimdiden sekiz bin civarında imzaya ulaşan bir kampanyayla bu Cumhuriyet düşmanı gerici müfredata karşı ülkenin değerli aydınlarını, sanatçılarını ve laik Cumhuriyeti savunan kesimlerini buluşturmayı başarmıştır. Bundan sonra da Aydınlanma Seferberliği kapsamında AYDINLANMA SEMİNERLERİ düzenleyerek çok sayıda seçkin aydınımızın katkılarıyla Türkiye’nin aydınlık geleceğinin inşasına omuz vermeyi sürdürecektir.
Kadir Sev dostumun ardından
Kadir’le yollarımız ve yaşamlarımız ben Ankaralı olduktan sonra yani tam 45 yıldır kesişiyor. Sayıştay’ın devrimci nüvesinden tüm dostlarla bu süre içinde mücadele arkadaşlığımız oldu. Elbette sosyal ilişkilerimiz de gelişti. Masaların etrafında buluşmayı da ihmal etmedik. Kimi dostları erken yitirdik; Musa Özdemir, Fikret Gülen gibi benim üzerimde derin izleri olan dostlar onlar arasındaydı. Siyasi yakınlıklarımız bu 45 yılın en önemli belirleyicisiydi; Ali Rıza Aydın ve Kadir Sev ile son 15 yılda soL Gazete, soL Haber Portalı, Dayanışma Meclisi ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi üzerinden gelişen ortaklaşmalarımız da yeni bir unsur olarak devreye girmişti. (Diğer değerli bazı Sayıştaycı dostlarla ve onların aracılığıyla tanıştığım güzel insanlarla da teması hiç kaybetmedim elbette).
Kadir benim çok takdir ettiğim bir araştırmacıydı. Sayıştay Denetçisi olmanın bir alışkanlığı olabilir ama Kadir son aylara kadar Resmi Gazete okumadan günü tamamlamazdı. Bunun büyük bir artısı, hepimizden önce birtakım gelişmeleri haber alması ve dostları ve okuyucularıyla paylaşması oluyordu. Yazılarında sözü uzattığına, ana konusundan saptığına tanık olunmazdı. Sade ve vurucu yazıları adeta bir tarz yaratmıştı. Yazılarını asla kaçırmazdım. Ondan çok şey öğrendim.
Kadir ilginç ve komplekssiz bir kişilikti. Esprili kişiliği zekasının anahtarı gibiydi. Bu nedenlerle kendisiyle de dalga geçebiliyor olması hiç şaşırtıcı değildi. Okumaya, öğrenmeye ve tartışmaya özel bir ilgi duyardı. TKP üyeliği kişiliğinin tamamlayıcı bir parçasına dönüşmüştü. Bununla gurur duyuyordu. Partili dostları da onu her zaman çok önemsediler, hak ettiği değeri ve saygıyı ona hep hissettirdiler. Şubat 2024’ten itibaren hızla ilerleyen hastalığında onu hiç desteksiz bırakmadılar.
En son Aralık ayında (10 Aralık 2023’te) sevgili Fikret Gülen anısına Sema Gülen’in evinde buluştuğumuz yemekte uzun bir süre sohbet etme imkânımız oldu. Sonradan da bazı etkinliklerde birkaç kez (ve hastalığının ilerlediği sırada evinde) görüşmüş olmamıza rağmen ben onu hep 10 Aralık buluşmamızdaki haliyle hatırlıyorum ve hatırlayacağım. O yemekten sonra zaten hastalığı ortaya çıktı ve kötüleşme dönemi başladı. Sevgili eşi Güldal Sev, bu altı aylık süreçte fiziki olarak çok yorulduğu bir süreç yaşadı. Şimdi ona destek olma zamanı.
Hastalığı sırasında onu yalnız bırakmayan ve her işine koşan sevgili dostlarının emekleri ve özverileri unutulamaz. Sevgili Güldal’a, kızları Ceren’e ve tüm dostlarına baş sağlığı diliyorum.
Kadir’in anısı bizlerle yaşayacak. İyi ki yaşamlarımız kesişmiş…
/././
Bazen yakmak gerekir (Salih Bostancı)
Evet satmadığımız hayallerimiz var bir gün mutlaka gerçek olacak. Vazgeçmeyenler ve asla vazgeçmeyecek olanlar var, yarın onların eseri olacak!
Gece geç vakit, telefonda doktorun sesi öfkeli ve telaşlı:
- "Abdullah Cömert, çocuğu öldürdüler örtbas etmek istiyorlar, hemen bir şey yapalım"
- "Nasıl hocam, emin misiniz, hemen haber gireceğiz."
- "Doktorluğumu da, hayatımı da yakmaya hazırım, yeter ki örtbas edemesinler."
İnsansan, hele devrimciysen yakmak gerekir.
Abdullah Cömert, 11 yıl önce mahallede direniyordu, direnmesinin sebebini şöyle anlatıyordu son gönderisinde:
"3 günde sadece 5 saat uyudum sayısız biber gazı yedim 3 defa ölüm tehlikesi atlattım ve insanlar ne diyor biliyormusunuz, boşver ülkeyi senmi kurtaracan evet kurtaramasakta bu yolda ölecez( o kadar yorgunum ki 3 gündür 7 enerji içeceği 9 tane ağrı kesici ile ayaktayım sesim kısık vaziyete ama bugün gene saat 6 da alanlardayım sadece devrim için."
Sadece devrim için!
"Büyük adam olamadıysak, hayallerimizi de satmadık ya" diyordu Ahmet Atakan, aynı mahallelerin çocukları. Gündüzleri çalışıp, akşamları mahalledeki direnişe katılıyordu Ahmet, hep elinde iş kıyafetlerinin olduğu poşet ve yüzünde o güzel gülümsemeyle. Aylarca böyle sürdü. Ne kadar yorgun olursa olsun, bir Suriye direnişi bir de devrimden bahsederken alev alev parlıyordu gözleri.
"Ağaç, Gezi tamam ama ben devrim istiyorum" diyordu.
90'lı yıllar Sovyetlerin çözülmesi ile birlikte devrimi, sosyalizmi itibarsızlaştırmaya dönük çok büyük bir saldırı başlatıldı. Kimse böyle tekrar bir sayfayı açma niyetini bile dillendirmemeliydi. Bir taraftan baskılar, yasaklamalar, tutuklamalar... Bir taraftan da milyarlarca dolar harcanarak yürütülen kara propaganda. Televizyonlar, gazeteler, kurulan vakıflar, STK'ler, akademide fonlanarak kurulan ağlar, örgütlere partilere sızmalar, yüksek tirajlı gazetelerde köşe verilen ve TV TV, program program gezdirilerek solculuğundan pişmanlığını anlatıp, geçmişine küfrettirilen dönekler ve daha nice organizasyon, milyarların akıtıldığı devasa bir propaganda makinesi çalışıyordu. Sosyalizm, devrim çağ dışıydı, arkaikti, dinazordu, ayak takımıydı, barbarlıktı, artık "yeni" olmak lazımdı; emperyalizm değil küreselleşen dünyaydı, emperyalist AB değil emeğin Avrupa'sıydı, AB'ye Havet'ti, devlet küçülmeliydi, özelleştirme karşıtlığı geri kafalılıktı, çağ başkaydı, artık "yeni" zamanıydı.
Kimi zaman kriminalize etmek için, kimi zaman marjinalize etmek için, kimi zaman karikatürize edip itibarsızlaştırmak için, o devasa propaganda makinesi durmaksızın çalıştı. Devrim çok ürkütücüydü, geçmiş çağlardaki bazı kazalardı, artık hayalî bile kurulmamalıydı. Haziran direnişinde panikle yapılan "İdeolijisiz Gezi, flamasız Gezi" çığırtısında, mesele "Bir kaç flama değildi".
Benzer kesimlerin, Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet konusunda burun kıvırmasının nedenleri arasında ve ağızlarında çevirip durdukları "Yeterince demokratik değildi, yok kitle ayağı yoktu, yok üsten inmeydi, yok yandan itmeydi" lafları arkasında, o sürecin devrimci karakterinden duydukları rahatsızlık da vardı.
Harcanan milyarlar, baskılar, yasaklar, satın alınanlar, fonlar, haber spikerleri, rotatifler... Ne kadar tarihte açılmış sayfaları açılmamış saymaya çalışsalar da, devrim üstünde tepinerek derine, yokluğa gömmeye çalışsalar da olmuyordu. Mahallenin çocukları, gömmeğe çalıştıklarını yerden alıp, "Devrim istiyorum, her şey devrim" için diyerek alınlarının çatına vuruyordu o flamayı. Umuttur!
Emperyalizm, sermaye, o devasa makine durmuyor, durmaz. Ama eskisi gibi de çalışamaz. Sömürünün, yağmanın bu denli şiddetlendiği, nüfusun yüzde 1'lik bir kesiminin gelirin yüzde 40-50'sine el koyduğu bir dönemde, eşitlik talebini, adalet talebini "arkaik, çağ dışılık, dinazorlar" diyerek bertaraf edemez. O zaman bunları, yıllarca yok etmeye çalışılanana yönelmeden, düzen içileştirmek gerekir, bugün dünyada ve ülkemizde belli düzeyde hakim olan kötümserliği, umutsuzluğu yaygınlaştırıp derinleştirmek, yani ölümü gösterip sıtmaya razı etmek.
Artık makine biraz farklı çalışıyor ya da farklı fonksiyonlar eklendi, güncellendi de diyebiliriz. Bu sürümde dinazor değiliz ama sekteriz, hayalciyiz, gerçekçi değiliz.
Güncellemede ne var peki; emperyalizme karşı konumlanış, ülkenin kanını emen sermayeye, patronlara, kapitalist düzene ve bütünlüklü olarak onun iktidarına karşı verilecek mücadele, devrim, sosyalizm; hayalci, gerçekçi değil, şimdi köprüden önce son çıkıştayız, onlar sonranın işi, hele bir saray, hele bir beşli çete, hele bir seçim, hele bir vesaire... Hele bir bitmez.
Devrim, sosyalizm "hele bir" denip naftaline sarılıp sandığa kaldırılır.
Hiç kimse 'ben ilerde dönek olacağım' diye solcu, sosyalist olmaz, hayat oraya götürür. Devrimcinin sigortası, bir devrim stratejisine ve bu doğrultuda hareket eden bir kolektife inancı ve bağlılığıdır. Bunlar sandığa kaldırılırsa, dönmenin, eğilip bükülmenin, satmanın sınırı yoktur. Hayallerini satarsın, sendikayı satarsın, işçiyi satarsın, laikliği, cumhuriyeti satarsın, yol yürüdüklerini satarsın. Ve çıkıp "bu gerçek siyaset, bu büyük siyaset dersin, çünkü öbürü hayaldi dersin, bugün başkası mümkün değil" dersin.
Tarihte böyle zamanlar çok. Rusya'da 1905'te de önemli bir çoğunluk bitti diyordu, hayalcilik diyordu, başka yol yok diyerek var olanda konum arıyordu. Ama vazgeçmeyenler ve asla vazgeçmeyecekler vardı, 1917 onların eseridir!
Bu topraklarda Sevr imzalandığında büyük çoğunluk; başkası hayalcilik diyordu, kimin mandasına girmek daha iyi diye tartışıyordu. Ama vazgeçmeyen ve asla vazgeçmeyecekler vardı, 30 Ağustos, 29 Ekim onların eseridir!
Bugün de, "başka yol yok"çulukla, "hele bir"cilikle, sıtmaya razı olalımcılıkla sınırları çizilen bir mahalle var. Bu mahalle bizim mahallemiz değil, zaten bizi sevmiyorlar. Çünkü bize her baktıklarında sattıkları şeyleri görüyorlar. Bizim mahallemiz "Hayallerimizi satmadık diyen, her şey devrim için diyen çocukların mahallesi"
Evet devrimciysen yakmak gerekir, bazen siyasi konfor alanlarını, bazen kişisel konfor alanlarını, bazen de gemileri.
İnanıyoruz, hazır olacak doktorlar, mühendisler, öğretmenler, öğrenciler, işçiler, gençler, kadınlar var, çoğalacak.
Evet satmadığımız hayallerimiz var bir gün mutlaka gerçek olacak.
Vazgeçmeyenler ve asla vazgeçmeyecek olanlar var, yarın onların eseri olacak!
(soL)