Ücret ve maaşlıların tüketimi: Gıda, kira ve ulaşım (Evrensel)
Türkiye’de patronların hedefe koyduğu iç talep temel tüketim harcamalarından oluşuyor. Toplumun en az yüzde 80’i gelirinin üçte ikisini yalnızca barınma, beslenme ve ulaşıma harcıyor.
Türkiye’de işçi ve emekçilerin gelirinin yüzde 66,7’si sadece gıda, kira ve ulaşıma ayrıldı. Kalan gelir, alkollü içecekler, giyim, ev eşyası, sağlık, iletişim, eğlence-kültür, eğitim, lokanta hizmetleri, sigorta ve sosyal koruma kalemlerine ayrıldı.
Türkiye İstatistik Kurumu verileri, iktidarın enflasyonun sebebi olarak hedefe konan iç talebe ilişkin çarpıcı veriler ortaya koydu. Buna göre ücret ve maaşlılar 2023 yılında gelirinin yüzde 18,9’unu gıdaya, yüzde 22,2’sini kiraya, yüzde 22,8’ini ulaştırma giderlerine ayırdı. 2023 yılında gelirin yüzde 63,9’unu üç kalem için harcadı. Söz konusu üç kalem için 2022 yılında yapılan harcama, 2022 yılı gelirlerinin yüzde 64,6’sını oluşturuyordu.
Ücret ve maaşlıların gıdaya ayırdığı pay yüzde 21,1’den yüzde 18,9’a geriledi. Mutfak harcamalarından kısan emekçiler, buradan yaptıkları ‘tasarrufu’ kiraya yatırdı. 2022’de gelirin yüzde 20,8’ini kiraya ayıran emekçiler, 2023 yılında gelirlerinin yüzde 22,2’sini kira için ayırmak zorunda kaldı. Emekçiler gelirlerinin yalnızca yüzde 1,1’ini eğitim için harcayabildi. Bu oran 2022’de yüzde 1,2 seviyesindeydi. Sağlık harcamalarına ayrılan pay ise sadece yüzde 2,2 oldu.
EMEKLİLERİN DURUMU DAHA KÖTÜ
Emekliler 2022 yılında büyük oranda 7 bin 500 lira emekli aylığı aldı. Emekliler, gelirlerinin yüzde 28,2’sini gıdaya, yüzde 28,6’sını kiraya, yüzde 14,4’ünü ulaşıma ayırdı. Emeklilerin sağlığa ayırdığı pay ise bir yılda yüzde 2,8’den yüzde 2,4’e düştü.
YOKSULLAŞTIKÇA GIDA, KİRA VE ULAŞIMIN PAYI ARTIYOR
Toplum yüzde 20’şerlik beş gelir grubuna bölündüğünde, yoksullaşma arttıkça gıda, kira ve ulaşıma yapılan harcamanın gelir içindeki payı arttı. En yüksek ortalama aylık geliri 11 bin 845 lira olan en yoksul yüzde 20’lik grup, gelirinin yüzde 36,6’sını gıdaya ayırdı. Bu oran 2022’de yüzde 36,1 idi. En yoksul yüzde 20’nin gıdanın ardından en büyük harcama kalemi kira oldu. Kira gelirlerin yüzde 29,2’sini yutarken, ulaşıma ayrılan pay yüzde 8,3’ten yüzde 8,8’e yükseldi. TÜİK’e göre Türkiye’de en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun en yüksek ortalama aylık geliri 11 bin 845 lira oldu. Bu grup gelirinin yüzde 74,6’sını sadece gıda, kira ve ulaşım için harcadı. Üç kaleme ayrılan 8 bin 836 liradan arta kalan 3 bin 13 lira ise giyim, tütün-içki, mobilya, sağlık, iletişim, kültür, eğitim, lokanta hizmetleri, sigorta, kişisel bakım ürünleri arasında paylaştırıldı.
En yoksul yüzde 20’nin eğitime ayırdığı pay yüzde 0,3’ten yüzde 0,2’ye, eğlence-kültüre ayırdığı pay yüzde 1,1’den yüzde 0,8’e, sağlığa ayırdığı pay yüzde 2,3’ten 1,9’a, kişisel bakıma ayırdığı pay yüzde 3,2’den yüzde 2,5’e geriledi.
EN YOKSUL AİLEDE EĞİTİME AYRILAN BÜTÇE: 23 LİRA 69 KURUŞ
TÜİK verilerine göre söz konusu ailenin en iyi ihtimalde dahi eğitime bir ayda ayırdığı parasal tutar 23 lira 69 kuruş oldu. Aynı aile sağlığa bir ayda 225 lira ayırabildi.
İKİNCİ YÜZDE 20 DE BENZER
En yoksul ikinci yüzde 20’lik dilimin ortalama aylık geliri 11 bin 849 ile 18 bin 155 lira arasında değişti. Bu gelirin yüzde 28,8’i gıdaya, yüzde 27,5’i kiraya ayrıldı. Ulaştırma ise gelirden yüzde 13,5 pay aldı.
En yoksul ikinci yüzde 20’lik dilimin eğitime ayırdığı pay yüzde 0,9’dan yüzde 0,5’e geriledi. Erime neredeyse yarı yarıya oldu.
EN ZENGİNLERİN HARCAMASI FARKLILAŞTI
En zengin yüzde 20’lik grupta yaklaşık 4,5 milyon insan yer alıyor. Bu grubun gıda harcamaları gelirlerinin yüzde 14,5’ini oluşturdu. Konuta gelirlerinden ayırdıkları pay yüzde 21 iken, ulaşıma ayırdıkları payın oranı ise yüzde 28,3 oldu. (EKONOMİ SERVİSİ)
/././
Gazeteci-Yazar Kemal Can: Erdoğan yeniden oyun kurucu olmak istiyor(Birkan Bulut)
"Bazen muhalif aktörler bile iktidarın antidemokratik uygulamalarında, ‘normalleşmeden kaçınma’ tutumlarında MHP’ye veya aralarındaki gerilime işaret ediyor.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “normalleşme” adı altında yürüttüğü görüşmeler, aksi iddia edilse de MHP’nin tepkisini çekiyor. Son olarak eşi Sinan Ateş’in öldürülmesinden MHP’yi sorumlu tutan Ayşe Ateş ile görüşme de tartışmaları alevlendirdi. Gezi davası, Ateş cinayeti, ‘normalleşme’ söylemleri, Kaplan davası gibi birçok konuda gündeme gelen AKP-MHP arasındaki gerilimlere ilişkin sorularımızı yanıtlayan Gazeteci-Yazar Kemal Can, bu gerilimlerin kontrollü ilerlediğine dikkat çekti. Can, "Erdoğan seçimdeki yenilginin kendine fatura edilmeyeceği, payının dahi konuşulmayacağı bir zemin yarattı. Şimdi de siyasette oyun kuran pozisyonunu yeniden kazanmaya çalışıyor" dedi.
AKP-MHP ittifakının kurulmasından beri zaman zaman gerilimlere neden olan bir ortaklık olduğunu anlatan Kemal Can, "Bu gerilim birden ortaya çıkmış, öncesi yokmuş gibi düşünemeyiz. İki hareketin tarihsel kökleri, kadro yapısı, iktidarın içeride ve dışarıda aldığı pozisyonlar itibarıyla bu kaçınılmaz. Dolayısıyla yeni bir gerilim mi oluşuyor yerine gerilimin kontrolden çıkıp çıkmadığını sormak lazım. Çünkü bugüne kadar yaşanan krizlerin iktidarın yönetebildiği krizler olduğunu gördük. Yönetirken de krizi avantaja çeviriyor. Kaba bir benzetmeyle bir iyi polis, kötü polise benzetebiliriz. Erdoğan’ın yaptıkları veya yapmadıklarının sorumlusu olarak MHP gösteriliyor. Bazen muhalif aktörler bile iktidarın antidemokratik uygulamaları, ‘Normalleşmeden kaçınma’ tutumlarında MHP’ye veya aralarındaki gerilime işaret ediyorlar. İktidarın, Erdoğan’ın şahsi belirleyicilik gücünü daima koruma üzerine bir tutumu var” diye konuştu.
"BU ALGI MHP’Yİ DAHA GÜÇLÜ GİBİ GÖSTERİYOR"
Öte yandan böyle bir okumanın MHP’ye sahip olduğundan daha büyük etkiye ve güce sahipmiş bir algıyı yarattığına dikkat çeken Can, “Erdoğan, Bahçeli direndiği için yapamıyorsa MHP çok kuvvetlidir gibi bir algı bu. AKP içinde MHP’nin varlığından rahatsız olan bir kanat da kendi varlığını güçlendirmeye çalışıyor” dedi.
"HENÜZ EMARE GÖRÜNMÜYOR"
Ancak bugüne kadarki gerilimlerde Erdoğan ve Bahçeli’nin ittifakı tartışmaya açan bir pozisyonda olmadığını hatırlatan Can, 2019 seçimi öncesinde ittifakın bitme noktasına kadar geldiği söylenen krizin de aşıldığını söyledi. Erdoğan’ın iktidarını koruması için hem baskı yöntemlerini fazla gevşetmeden uygulamasına hem de “normalleşme”yi yapabilecekmiş gibi bir imaja ihtiyacı olduğunu vurgulayan Can, “İkisini birlikte yürütüyor. Bir yandan Hem Cumhur İttifakına karşılıklı sahip çıkılıyor, bir yandan da CHP ile görüşen iktidar ‘normalleşme adımları’ atılacağı iddialarını kulislerde servis ediyor. Kısacası AKP-MHP gerilimi dalgalanma döneminde ama dengenin değişmesinden bahsedecek bir emare henüz görünmüyor” diye konuştu.
AÇIKLAMA YAPILMAMASI PLANIN PARÇASI
Erdoğan’ın eski İYİP’in Genel Başkanı Meral Akşener ile görüşmesine dair tartışmaları da değerlendiren Kemal Can, sözlerini şöyle sürdürdü: “Akşener’in kontrol edebildiği bir oy potansiyeli ve Erdoğan’ın bunu yanına çekmesi gibi bir durum olmadığı ortada. Zaten son yerel seçimlerde partinin oyu yüzde 4 civarındaydı. Son anketlere göre de azalma eğiliminde. Hepsi taraf değiştirse bile Erdoğan’ın derdine çare olacak değil. Ancak buradaki mesele oy geçişkenliği değil. Erdoğan oy desteği çok daha az olan ve geçmişte kendisine muhalefet eden pek çok aktörü (Kurtulmuş, Türkeş, Feyzioğlu, ANAP, DSP) bugüne kadar yanına çekti. Bu isimleri yanına alması Erdoğan’ın gücünü kabul ettirme ve oyun kurucu vasfına katkısı açısından önemli görülüyor. Erdoğan seçimdeki yenilginin kendine fatura edilmeyeceği, payının dahi konuşulmayacağı bir zemin yarattı. Şimdi de siyasette oyun kuran pozisyonunu yeniden kazanmaya çalışıyor.”
Akşener-Erdoğan görüşmesine dair tarafların günlerce herhangi bir açıklama yapmamasının da aslında bu fotoğrafın tamamlayıcı parçası olduğunu dile getiren Can, “Bu zaten bu spekülasyonlar çıkarılsın diye yapılmış bir görüşme. İYİP’te kalan yapının artçı sarsıntılarla atomize olması, CHP’nin yalnızlaştırılması gibi süreçlerle bakıldığında, açıklama yapılmaması da Akşener-Erdoğan fotoğrafının verilme amacına uygun bir tutum.
/././
Rolleri pekiştirme aracı: Gündüz kuşağı programları (Füsun Esentürk)
Toplumdaki ahlaksızlığın ve cehaletin televizyon ekranlarından halkın beynine boca edilmesi kime neye hizmet ediyor? Kadına biçilen rol böyle mi pekiştiriliyor?
Ben uzun yıllar çalışan bir kadın olarak gündüz televizyon izleme şansım olmuyordu. Son aylarda çalışma saatlerimi azalttığım için gündüzleri televizyon izleme imkanı buldum. Sabah kalkıp rutin işleri yapıyorum, her ev kadını gibi öğleden sonra ev işlerini yoluna koyup şöyle bir televizyona bakayım dediğimde karşıma çıkan kadın programları “Kim Daha Hamarat” “Yemekteyiz” “Gelinim Mutfakta” “Gelin Evi” “Esra Erol’la Yalnız Değilsin” “Didem Arslan ile” gibi benzer programlar... Akşam haberlere kadar bu programlar sürüyor.
Saatlerce neler anlatılıyor bir bakalım. Ha bu arada sabahtan da benzer programlar var. Örneğin Müge Anlı’nın programı. Evinden kaçan küçük yaşta kız çocukları, bir bakıyorsun bulunuyorlar. Stüdyo da bir alkış kopuyor. “Allah razı olsun” duaları ile sunucu yaptığı işin tadını çıkartıyor. Stüdyo sanki bir mahkeme salonu. Hakimi, savcısı, cezaevi müdürüne kadar programın parçası haline gelmiş. Polisin ve jandarmanın asli görevini programcılar üstlenmiş. Ellerinde adalet terazisi adalet dağıtıyorlar. “Bu ülkede adalet var” düşüncesi pekiştiriliyor.
NE YAPMAYI AMAÇLIYORLAR SİZCE?
Başka benzeri bir programda, adam ve eşi salya sümük ağlayarak çocuklarına çok iyi baktıklarını, evden neden kaçtığını bilmediklerini anlatıyorlar. Ancak kısa süre sonra adamın yıllarca kız çocuklarına tecavüz edip satmaya çalıştığı ortaya çıkıyor. Stüdyoya polisler veya jandarma gelip suçluları gözaltına alıyor. (Tabii o zamana kadar neden harekete geçmedilerse…) Yine bir alkış kopuyor. Sunucu ve programı yapan işin tadını çıkarıyor dakikalarca. Televizyon başındakiler de sanırım aynı duyguları paylaşıyor. Her şey güllük gülistanlık oluyor.
Yemek programlarında kadınlar yemek yemiyor, birbirlerini yiyorlar. Saygı, sevgi, hürmet, emeğe saygı hiç yok. Ayrıca o sofrada hazırlanan yemeklerin kaç tanesi bir asgari ücretlinin sofrasında yer alabilir hiç sorgulanmıyor. O kadar emek ve masrafla hazırlanan yemeklerden bir çatal ya alınıyor ya alınmıyor. Çatalın ucuyla didiklenerek bir hata aranıyor. Sonra yemek yenmeden geri götürülüyor, çöpe atılıyor. Dünyada yeterli beslenemediği için ölen, gelişimi geri kalan çocuklar hiç sorgulanmıyor. Aman boş ver! Önemli olan reyting, gerisi fasa fiso değil mi ama…
Ha bir de “Gelin evi” var ki görgüsüzlüğün nirvanası. Tüm gelinler çok süslü ama rüküş. Kuyumcu dükkanının vitrinindeki tüm bilezik kolye ve altınları takmış takıştırmış birbirlerine hava atıyorlar. Evlerinin içi mobilya mağazalarının teşhir salonu sanki. Gelinlerin büyük çoğunluğu ev kadını. Sadece evin içinde çalışıyorlar. Hani “enerci” diye bağıran gösterişli kadın diyordu ya “Ben kocamın karısıyım” diye. İşte Gelin Evi’ndeki kadınlar da tam bu anlatıma uygun davranıyorlar. Hizmette kusursuz itaatkar kadınlar.
KİME NEYE HİZMET EDİYOR?
Aklıma ister istemez şu düşünceler takılıyor. Toplumdaki ahlaksızlığın ve cehaletin televizyon ekranlarından halkın beynine boca edilmesi kime neye hizmet ediyor? Kadına biçilen rol böyle mi pekiştiriliyor? Acaba İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede bunun için mi çıkıldı? Bunun için mi bu ülkede her gün kadın cinayetleri işleniyor? “Küçüğün rızası vardı” gibi çocuk istismarları olağanlaştırılmaya çalışılıyor? Bunun için mi tecavüzcüsü ile evlendirilen çocuklar oyun yaşında hayattan koparılıyor? Siz ne dersiniz?
"HERKES BİLİYOR KİMSEDEN SES YOK"
Hele son olay bunlara rahmet okutacak cinsten. Adam kendi kızına ya tecavüz ediyor ya da başkalarının tecavüzüne göz yumuyor. Çocuk hamile kalınca çocuk da karnındaki çocuk da yok ediliyor. Aradan on yıl geçmiş. Ne anne, ne baba ne de yakın akrabalarından tık yok. Devlet çocuğa sahip çıkmamış, anne olanları saklıyor. Çünkü neden? Aile içinde “Kol kırılır yen içinde kalır” diye. Üstelik olanları tüm köy biliyor. Ne aile ne toplum! Aile içi ensest ilişki olağanlaştırılmış sanki. Herkes her şeyi biliyor ama kimseden ses çıkmıyor. Nasıl bir toplum olduk? Yoksa böyle idi de yeni mi farkına vardık? Televizyon ekranlarından döke saça anlatılmasının amacı ne?
Yoksa yaratılmaya çalışılan yeni toplumun tohumları mı atılıyor? Yaratılmaya çalışılan yeni toplumda çocuklar perişan aç susuz olabilir. Kadınlar kesin itaat etmelidir. Onun görevi erkeğini mutlu etmek, güzel yemekler yapmak, çocuklar doğurmak ve güzel temizlik yapmaktır.
/././
Neoliberal merkezin sonu (M.Sinan Birdal)
Refah’taki güvenli bölgede İsrail ordusunun gerçekleştirdiği katliamın şoku henüz geçmemişken pazar günü yeni bir şok geldi: Nuseyrat. ABD’nin resmen istihbarat düzeyinde tanımladığı bir destekle düzenlenen harekat, Beyaz Saray’ın yürüttüğü diplomasinin çelişkisini ortaya koyuyor. Biden önceden lansmanı yapılan bir konuşmada İsrail’in önerdiği ateşkes planını ilan etti. Bu plan nihayet İsrail tarafından net bir dille reddedilinceye kadar Biden yönetimi, İsrail’den gelen itirazlara rağmen, açıklamada ifade edilen planın İsrail’in önerisi olduğunda ısrar etti. Yetmedi, İsrail hükümetiyle Hamas arasında ara bulucuk yapan Mısır ve Katar’la ortak açıklama yayımladı ve Hamas’a İsrail’in teklifini kabul etme çağrısı yaptı. Şimdilik anlaşıldığı kadarıyla, Hamas’ın rehinelerin iadesini takiben girilecek olan planın ikinci aşamasına dair talep ettiği güvenceler de karşılık bulmayınca Biden’ın İsrail teklifi suya düşmüş.
İsrail’in teklifini neden Cumhurbaşkanı Herzog ya da Başbakan Netanyahu’nun değil de Biden’ın açıkladığı Beyaz Saray’daki toplantıdan bu yana sorulmaktaydı. Beyaz Saray’ın bu hamlesinin amacı Netanyahu’yu yerleşimci köktencilerle ittifakı bozarak, merkezde yeni bir hükümet kurmaya teşvik etmekse o halde hamle fena ters tepti. Kendi merkezi dağılmış Biden’ın Netanyahu vasıtasıyla İsrail’de yeni merkez inşasına girişmesi müstakbel tarihçilerin gözünden kaçmayacak bir ironi. Bu esnada ABD Temsilciler Meclisi Netanyahu’ya tutuklama emri talep eden Uluslararası Ceza Mahkemesi savcılığına yaptırım kararı aldı ve Kongre Netanyahu’yu Kongrede konuşma yapmaya davet etti. Biden bu girişimleri resmen desteklemedi ancak aktif olarak engellemedi de. Nuseyrat sonrası Biden’ın iç ve dış politikadaki halini başka bir yazıda ele alalım. Nitekim Atlantik’in ötesinde, AB’nin Diplomasi Şefi Borrell’in Nuseyrat’ı ‘katliam’ olarak nitelemesinden saatler sonra açıklanan Avrupa Parlamentosu seçimleriyle eski kıtada ciddi bir sarsıntı yaşanıyor.
Seçim sonuçları salt parlamento aritmetiğiyle hesaplandığında von der Leyen’ın yeniden yönetime geçeceği, merkez sağın ağırlığını koruduğu bir tablo arz ediyor. Almanya’da özellikle Hristiyan Demokratların (CDU/CSU) arz etmeye çalıştığı tablo bu. Seçim üzerine parti liderlerinin katıldığı televizyon programı sosyal demokrat Klingbeil (SDP) ile liberal Lindner (FDP) arasındaki kavgayla başladı. Moderatörün koalisyon içi kavgayı yorumlamasını talep ettiği CDU Lideri Merz ise koalisyon didişmelerinin üzerine çıkarak seçimleri kendisinin iktidara daveti olarak tarif etti. SPD’nin AfD’nin yükselişi ve merkezin erimesinden SPD’li Şansölye Scholz’u doğrudan hedef alan CDU seçim kampanyasını sorumlu tutması pek etkili olmuyor. Tersine Merz, Scholz’a abanmanın oy kazandırdığını gördü, el arttırarak devam edecek.
Merz’in sertleşmesinde şaşılacak bir şey yok, esas sorun koalisyon ortağı liberallerin Scholz’u bizzat hedef almış olması. FDP’nin Başadayı Marie-Agnes Strack-Zimmermann kampanya esnasında Şansölyeyi otistik olarak niteledi. Liberallerin büyük hükümet ortağına karşı bu kaba, düşmanca ve ayrımcılık yüklü saldırılarına imkan veren Scholz’un siyasal iletişimi hiçbir zaman güçlü olmadı. Belçika’da başbakan istifasına, Fransa’da erken parlamento seçimlerine neden olan ve SPD’nin tarihinin en düşük oy oranına ulaştığı seçimlere yorumu olup olmadığına ilişkin soruya Şansölyenin cevabı tek heceydi: “Nö.” Scholz 2021’de kitleleri seferber eden bir siyasi lider değil, işlerin geldiği gibi gideceğini garantileyen bir idareci olarak seçilmişti. Seçim sonrasında SPD’den işitilen “Yeşiller ve liberaller yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” veya “Kendimizi iyi anlatamadık” mealindeki sızlanmaların ciddiye alınacak tek yanı SPD’nin siyasi çaresizliğini göstermesi. SPD istikbaline baktıkça mücrim misali titremek yerine hükümet, politika ve kadro değişimi yapabilir mi? Titremekten takati kalmamışa benziyor.
Yeşiller şoka girmiş halde. Onlar da seçim kampanyasında haksız saldırıların hedefi olduklarından yakınıyor. Bu seçim kampanyasında siyasetçilere yönelik fiziksel saldırıları ayrıca ele almalı, ancak SPD gibi Yeşillerin yenilgisini de siyasi hasımlarının yer yer şahsileşen ve sertleşen söylemleriyle açıklamak mümkün değil. Bu açıklama daha ziyade yenilgiye rağmen hükümete devam etmeyi meşrulaştırmayı hedefliyor. Yıl içinde çiftçi gösterilerinin odağındaki Tarım Bakanı Cem Özdemir, seçmenin çözüm beklediği sonucunu çıkarmış. Paradoksal bir şekilde güneybatı Almanya’nın kimya sanayisinden köklenen bu “çevreci” idare iştahının ülkenin geri kalanında ne kadar yankı bulduğu kuşkulu. Kendini hükümet edebilen parti olarak ispatlamak Yeşillerin bir türlü aşamadığı bir aşağılık kompleksi olarak geçmişten miras kaldı. Partinin tam da yeniden moda olan canlı, neon renkleri bırakıp soluk bir sarı ve haki çam yeşilini yeni parti renkleri olarak ilan etmesi bu tavrın gülünç bir ifadesi olarak kayıtta. Parti Sekreteri Büning, Avrupa seçimleri beyannamesinin ilan edildiği toplantıda yeni soluk renkleri tanıtıp bunları devlet ciddiyetini ifade eden, “devletlu” (staatstragend) renkler olarak takdim etmişti. Seçim sonuçlarına bakarsak küspe renkler olarak tanımlamak daha gerçekçi.
Şimdi mesele hükümet ettiğini kanıtlamak değil, hükümete devam etmenin maliyetini ödeyip ödeyememek. Hem SPD hem Yeşiller bir seçim yılında kurultayda gençlik örgütlerinin sesini bastırmanın faturasını ödüyor. Son kurultayda Ekonomi Bakanı Habeck gençlerin verdiği önergenin partiye hükümetten ayrılmayı dayattığını öne sürerek geri çekilmesini sağlamıştı. İklim krizinden savaş politikaları ve silahlanmaya gençlikten gelen mesajları göz ardı etmenin bedelini ödüyor parti. Eş Başkan Nouripour 2019’daki seçim başarısını anarken Gelecek İçin Cumalar eylemine dikkat çekip 2024’te iklimin eskisi kadar önemli bir başlık olmadığından yakındı. Nouripour, Filistin’deki soykırımı protesto etti diye Gelecek İçin Cumalar eylemini başlatan İsveçli Greta Thunberg’in Almanya medyasında nasıl karalandığını unutmuşa benziyor. Almanya’nın güneyini sel basmışken Yeşillerin iklim krizini anlatamamış olmasının sorumlusu kim?
/././
Siyaset Bilimci Tanju Tosun: Normalleşme kavramı kurtarıcı politik mite dönüştürüldü (Tanju Tosun)
Erdoğan-Özel görüşmesini değerlendiren Siyaset Bilimci Tanju Tosun "Normalleşme kavramı bizde tüm taraflarca neredeyse bir kurtacı politik mite dönüştürülmüş durumdadır" dedi.
Siyaset Bilimci Tanju Tosun, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel görüşmesini Evrensel’e değerlendirdi.
“18 yıl sonra CHP Genel Merkezine ziyaret şeklinde gerçekleşen Özel-Erdoğan görüşmesi 31 Mart seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan yeni seçmen dengelerinin özellikle iktidara yüklediği sürdürülmesi siyasi yararlarına olmayacak bir tablonun ürünü. Son yıllarda iktidar bloğunun seçmen tabanını konsolide etmek amacıyla izlediği kutuplaştırma stratejisinin sürdürülemeyeceği sandıkta seçmen tarafından mesaj olarak verilmişti” diyen Tosun “Erdoğan bu tabloyu okuduğu için yumuşama olarak kavramsallaştırdığı siyaseti soğutma temelli yeni bir stratejik tercihte bulunuyor. Bu yolla bir yönüyle bir imaj yenilemesi yaparken, diğer yönüyle yumuşatılacak siyasetin kısa vadede AK Parti’nin ekonomi politikalarının yarattığı sorunların kamuoyunda muhalefet tarafından tartışılması yerine, gündemin farklı konular üzerinde yoğunlaştırılmasına çalışılıyor olabilir. Şunu da gözardı etmemek gerekir ki kutuplaştıcı siyasetin ne AKP ne de Türkiye’ye yaramadığı geç de olsa anlaşılmış durumda” ifadelerini kullandı.
"KURTARICI BİR POLİTİK MİT"
Tosun “Özel’in görüşmelere yüklediği anlam ise yurttaşların taleplerini sisteme taşıyan ve öneriler geliştiren bir lider imajı çizmek ve parti algısı yaratmak gibi görünüyor. 31 Mart seçimleriyle seçmenin hatırı sayılır bir kesimi tarafından çoğu seçim çevresinde ‘yerelde yönetebilir parti’ olarak kabul gören CHP’yi Türkiye’nin sorunlarına vakıf ve çözmeye aday bir parti olarak kamuoyuna takdim etme amacının da güdüldüğü açık. Son tahlilde, toplumsal sorunların çözümü için düne kadar kavgalı oldukları bir aktörle görüşmekten çekinmeyen pozitif bir parti ve lider imgesi de yaratılmaya çalışılmakta diyebiliriz” dedi.
Normalleşme söylemlerini değerlendiren Tosun şunları söyledi:
“Türkiye’de normalleşme olarak takdim edilen aslında asıl payın iktidarda olduğu, sistemde iktidarla muhalefet arasında yaşanan bir diyalogsuzluk, iletişimsizlik krizini sonlandırma arayışının ürünüdür. Yumuşama ya da normalleşme olarak takdim edilen ve bu uğurdaki arayışlar kurumsallaşmış demokrasilerde bırakın siyasi elitleri, sade yurttaşlar için dahi anlaşılamayacak olan bir siyasi duruma denk düşer. Bizde ise inşa edilmeye çalışılan diyalog ve iletişim alanındaki çabalar, zayıflayan iktidar bloğunun siyasi meşruluğunun güçlendirilmesi aracı olarak okunabilir. Bu nedenle, kurumsallaşmış demokratik sistemlerde adı sanı duyulmayan normalleşme kavramı bizde tüm taraflarca neredeyse bir kurtacı politik mite dönüştürülmüş durumdadır.”
(Evrensel)