12 Haziran 2024 Çarşamba

Evrensel KÖŞEBAŞI - 12 Haziran 2024 -

 

Ücret ve maaşlıların tüketimi: Gıda, kira ve ulaşım (Evrensel)

Türkiye’de patronların hedefe koyduğu iç talep temel tüketim harcamalarından oluşuyor. Toplumun en az yüzde 80’i gelirinin üçte ikisini yalnızca barınma, beslenme ve ulaşıma harcıyor.

Türkiye’de işçi ve emekçilerin gelirinin yüzde 66,7’si sadece gıda, kira ve ulaşıma ayrıldı. Kalan gelir, alkollü içecekler, giyim, ev eşyası, sağlık, iletişim, eğlence-kültür, eğitim, lokanta hizmetleri, sigorta ve sosyal koruma kalemlerine ayrıldı.

Türkiye İstatistik Kurumu verileri, iktidarın enflasyonun sebebi olarak hedefe konan iç talebe ilişkin çarpıcı veriler ortaya koydu. Buna göre ücret ve maaşlılar 2023 yılında gelirinin yüzde 18,9’unu gıdaya, yüzde 22,2’sini kiraya, yüzde 22,8’ini ulaştırma giderlerine ayırdı. 2023 yılında gelirin yüzde 63,9’unu üç kalem için harcadı. Söz konusu üç kalem için 2022 yılında yapılan harcama, 2022 yılı gelirlerinin yüzde 64,6’sını oluşturuyordu.

Ücret ve maaşlıların gıdaya ayırdığı pay yüzde 21,1’den yüzde 18,9’a geriledi. Mutfak harcamalarından kısan emekçiler, buradan yaptıkları ‘tasarrufu’ kiraya yatırdı. 2022’de gelirin yüzde 20,8’ini kiraya ayıran emekçiler, 2023 yılında gelirlerinin yüzde 22,2’sini kira için ayırmak zorunda kaldı. Emekçiler gelirlerinin yalnızca yüzde 1,1’ini eğitim için harcayabildi. Bu oran 2022’de yüzde 1,2 seviyesindeydi. Sağlık harcamalarına ayrılan pay ise sadece yüzde 2,2 oldu.

EMEKLİLERİN DURUMU DAHA KÖTÜ

Emekliler 2022 yılında büyük oranda 7 bin 500 lira emekli aylığı aldı. Emekliler, gelirlerinin yüzde 28,2’sini gıdaya, yüzde 28,6’sını kiraya, yüzde 14,4’ünü ulaşıma ayırdı. Emeklilerin sağlığa ayırdığı pay ise bir yılda yüzde 2,8’den yüzde 2,4’e düştü.

YOKSULLAŞTIKÇA GIDA, KİRA VE ULAŞIMIN PAYI ARTIYOR

Toplum yüzde 20’şerlik beş gelir grubuna bölündüğünde, yoksullaşma arttıkça gıda, kira ve ulaşıma yapılan harcamanın gelir içindeki payı arttı. En yüksek ortalama aylık geliri 11 bin 845 lira olan en yoksul yüzde 20’lik grup, gelirinin yüzde 36,6’sını gıdaya ayırdı. Bu oran 2022’de yüzde 36,1 idi. En yoksul yüzde 20’nin gıdanın ardından en büyük harcama kalemi kira oldu. Kira gelirlerin yüzde 29,2’sini yutarken, ulaşıma ayrılan pay yüzde 8,3’ten yüzde 8,8’e yükseldi. TÜİK’e göre Türkiye’de en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun en yüksek ortalama aylık geliri 11 bin 845 lira oldu. Bu grup gelirinin yüzde 74,6’sını sadece gıda, kira ve ulaşım için harcadı. Üç kaleme ayrılan 8 bin 836 liradan arta kalan 3 bin 13 lira ise giyim, tütün-içki, mobilya, sağlık, iletişim, kültür, eğitim, lokanta hizmetleri, sigorta, kişisel bakım ürünleri arasında paylaştırıldı.

En yoksul yüzde 20’nin eğitime ayırdığı pay yüzde 0,3’ten yüzde 0,2’ye, eğlence-kültüre ayırdığı pay yüzde 1,1’den yüzde 0,8’e, sağlığa ayırdığı pay yüzde 2,3’ten 1,9’a, kişisel bakıma ayırdığı pay yüzde 3,2’den yüzde 2,5’e geriledi.

EN YOKSUL AİLEDE EĞİTİME AYRILAN BÜTÇE: 23 LİRA 69 KURUŞ

TÜİK verilerine göre söz konusu ailenin en iyi ihtimalde dahi eğitime bir ayda ayırdığı parasal tutar 23 lira 69 kuruş oldu. Aynı aile sağlığa bir ayda 225 lira ayırabildi.

İKİNCİ YÜZDE 20 DE BENZER

En yoksul ikinci yüzde 20’lik dilimin ortalama aylık geliri 11 bin 849 ile 18 bin 155 lira arasında değişti. Bu gelirin yüzde 28,8’i gıdaya, yüzde 27,5’i kiraya ayrıldı. Ulaştırma ise gelirden yüzde 13,5 pay aldı.

En yoksul ikinci yüzde 20’lik dilimin eğitime ayırdığı pay yüzde 0,9’dan yüzde 0,5’e geriledi. Erime neredeyse yarı yarıya oldu.

EN ZENGİNLERİN HARCAMASI FARKLILAŞTI

En zengin yüzde 20’lik grupta yaklaşık 4,5 milyon insan yer alıyor. Bu grubun gıda harcamaları gelirlerinin yüzde 14,5’ini oluşturdu. Konuta gelirlerinden ayırdıkları pay yüzde 21 iken, ulaşıma ayırdıkları payın oranı ise yüzde 28,3 oldu. (EKONOMİ SERVİSİ)

                                                                             /././

Gazeteci-Yazar Kemal Can: Erdoğan yeniden oyun kurucu olmak istiyor(Birkan Bulut)

"Bazen muhalif aktörler bile iktidarın antidemokratik uygulamalarında, ‘normalleşmeden kaçınma’ tutumlarında MHP’ye veya aralarındaki gerilime işaret ediyor.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “normalleşme” adı altında yürüttüğü görüşmeler, aksi iddia edilse de MHP’nin tepkisini çekiyor. Son olarak eşi Sinan Ateş’in öldürülmesinden MHP’yi sorumlu tutan Ayşe Ateş ile görüşme de tartışmaları alevlendirdi. Gezi davası, Ateş cinayeti, ‘normalleşme’ söylemleri, Kaplan davası gibi birçok konuda gündeme gelen AKP-MHP arasındaki gerilimlere ilişkin sorularımızı yanıtlayan Gazeteci-Yazar Kemal Can, bu gerilimlerin kontrollü ilerlediğine dikkat çekti. Can, "Erdoğan seçimdeki yenilginin kendine fatura edilmeyeceği, payının dahi konuşulmayacağı bir zemin yarattı. Şimdi de siyasette oyun kuran pozisyonunu yeniden kazanmaya çalışıyor" dedi.

AKP-MHP ittifakının kurulmasından beri zaman zaman gerilimlere neden olan bir ortaklık olduğunu anlatan Kemal Can, "Bu gerilim birden ortaya çıkmış, öncesi yokmuş gibi düşünemeyiz. İki hareketin tarihsel kökleri, kadro yapısı, iktidarın içeride ve dışarıda aldığı pozisyonlar itibarıyla bu kaçınılmaz. Dolayısıyla yeni bir gerilim mi oluşuyor yerine gerilimin kontrolden çıkıp çıkmadığını sormak lazım. Çünkü bugüne kadar yaşanan krizlerin iktidarın yönetebildiği krizler olduğunu gördük. Yönetirken de krizi avantaja çeviriyor. Kaba bir benzetmeyle bir iyi polis, kötü polise benzetebiliriz. Erdoğan’ın yaptıkları veya yapmadıklarının sorumlusu olarak MHP gösteriliyor. Bazen muhalif aktörler bile iktidarın antidemokratik uygulamaları, ‘Normalleşmeden kaçınma’ tutumlarında MHP’ye veya aralarındaki gerilime işaret ediyorlar. İktidarın, Erdoğan’ın şahsi belirleyicilik gücünü daima koruma üzerine bir tutumu var” diye konuştu.

"BU ALGI MHP’Yİ DAHA GÜÇLÜ GİBİ GÖSTERİYOR"

Öte yandan böyle bir okumanın MHP’ye sahip olduğundan daha büyük etkiye ve güce sahipmiş bir algıyı yarattığına dikkat çeken Can, “Erdoğan, Bahçeli direndiği için yapamıyorsa MHP çok kuvvetlidir gibi bir algı bu. AKP içinde MHP’nin varlığından rahatsız olan bir kanat da kendi varlığını güçlendirmeye çalışıyor” dedi.

"HENÜZ EMARE GÖRÜNMÜYOR"

Ancak bugüne kadarki gerilimlerde Erdoğan ve Bahçeli’nin ittifakı tartışmaya açan bir pozisyonda olmadığını hatırlatan Can, 2019 seçimi öncesinde ittifakın bitme noktasına kadar geldiği söylenen krizin de aşıldığını söyledi. Erdoğan’ın iktidarını koruması için hem baskı yöntemlerini fazla gevşetmeden uygulamasına hem de “normalleşme”yi yapabilecekmiş gibi bir imaja ihtiyacı olduğunu vurgulayan Can, “İkisini birlikte yürütüyor. Bir yandan Hem Cumhur İttifakına karşılıklı sahip çıkılıyor, bir yandan da CHP ile görüşen iktidar ‘normalleşme adımları’ atılacağı iddialarını kulislerde servis ediyor. Kısacası AKP-MHP gerilimi dalgalanma döneminde ama dengenin değişmesinden bahsedecek bir emare henüz görünmüyor” diye konuştu.

AÇIKLAMA YAPILMAMASI PLANIN PARÇASI

Erdoğan’ın eski İYİP’in Genel Başkanı Meral Akşener ile görüşmesine dair tartışmaları da değerlendiren Kemal Can, sözlerini şöyle sürdürdü: “Akşener’in kontrol edebildiği bir oy potansiyeli ve Erdoğan’ın bunu yanına çekmesi gibi bir durum olmadığı ortada. Zaten son yerel seçimlerde partinin oyu yüzde 4 civarındaydı. Son anketlere göre de azalma eğiliminde. Hepsi taraf değiştirse bile Erdoğan’ın derdine çare olacak değil. Ancak buradaki mesele oy geçişkenliği değil. Erdoğan oy desteği çok daha az olan ve geçmişte kendisine muhalefet eden pek çok aktörü (Kurtulmuş, Türkeş, Feyzioğlu, ANAP, DSP) bugüne kadar yanına çekti. Bu isimleri yanına alması Erdoğan’ın gücünü kabul ettirme ve oyun kurucu vasfına katkısı açısından önemli görülüyor. Erdoğan seçimdeki yenilginin kendine fatura edilmeyeceği, payının dahi konuşulmayacağı bir zemin yarattı. Şimdi de siyasette oyun kuran pozisyonunu yeniden kazanmaya çalışıyor.”

Akşener-Erdoğan görüşmesine dair tarafların günlerce herhangi bir açıklama yapmamasının da aslında bu fotoğrafın tamamlayıcı parçası olduğunu dile getiren Can, “Bu zaten bu spekülasyonlar çıkarılsın diye yapılmış bir görüşme. İYİP’te kalan yapının artçı sarsıntılarla atomize olması, CHP’nin yalnızlaştırılması gibi süreçlerle bakıldığında, açıklama yapılmaması da Akşener-Erdoğan fotoğrafının verilme amacına uygun bir tutum.

                                                           /././

Rolleri pekiştirme aracı: Gündüz kuşağı programları (Füsun Esentürk)

Toplumdaki ahlaksızlığın ve cehaletin televizyon ekranlarından halkın beynine boca edilmesi kime neye hizmet ediyor? Kadına biçilen rol böyle mi pekiştiriliyor?

Ben uzun yıllar çalışan bir kadın olarak gündüz televizyon izleme şansım olmuyordu. Son aylarda çalışma saatlerimi azalttığım için gündüzleri televizyon izleme imkanı buldum. Sabah kalkıp rutin işleri yapıyorum, her ev kadını gibi öğleden sonra ev işlerini yoluna koyup şöyle bir televizyona bakayım dediğimde karşıma çıkan kadın programları “Kim Daha Hamarat” “Yemekteyiz” “Gelinim Mutfakta” “Gelin Evi” “Esra Erol’la Yalnız Değilsin” “Didem Arslan ile” gibi benzer programlar... Akşam haberlere kadar bu programlar sürüyor.

Saatlerce neler anlatılıyor bir bakalım. Ha bu arada sabahtan da benzer programlar var. Örneğin Müge Anlı’nın programı. Evinden kaçan küçük yaşta kız çocukları, bir bakıyorsun bulunuyorlar. Stüdyo da bir alkış kopuyor. “Allah razı olsun” duaları ile sunucu yaptığı işin tadını çıkartıyor. Stüdyo sanki bir mahkeme salonu. Hakimi, savcısı, cezaevi müdürüne kadar programın parçası haline gelmiş. Polisin ve jandarmanın asli görevini programcılar üstlenmiş. Ellerinde adalet terazisi adalet dağıtıyorlar. “Bu ülkede adalet var” düşüncesi pekiştiriliyor.

NE YAPMAYI AMAÇLIYORLAR SİZCE?

Başka benzeri bir programda, adam ve eşi salya sümük ağlayarak çocuklarına çok iyi baktıklarını, evden neden kaçtığını bilmediklerini anlatıyorlar. Ancak kısa süre sonra adamın yıllarca kız çocuklarına tecavüz edip satmaya çalıştığı ortaya çıkıyor. Stüdyoya polisler veya jandarma gelip suçluları gözaltına alıyor. (Tabii o zamana kadar neden harekete geçmedilerse…) Yine bir alkış kopuyor. Sunucu ve programı yapan işin tadını çıkarıyor dakikalarca. Televizyon başındakiler de sanırım aynı duyguları paylaşıyor. Her şey güllük gülistanlık oluyor.

Yemek programlarında kadınlar yemek yemiyor, birbirlerini yiyorlar. Saygı, sevgi, hürmet, emeğe saygı hiç yok. Ayrıca o sofrada hazırlanan yemeklerin kaç tanesi bir asgari ücretlinin sofrasında yer alabilir hiç sorgulanmıyor. O kadar emek ve masrafla hazırlanan yemeklerden bir çatal ya alınıyor ya alınmıyor. Çatalın ucuyla didiklenerek bir hata aranıyor. Sonra yemek yenmeden geri götürülüyor, çöpe atılıyor. Dünyada yeterli beslenemediği için ölen, gelişimi geri kalan çocuklar hiç sorgulanmıyor. Aman boş ver! Önemli olan reyting, gerisi fasa fiso değil mi ama…

Ha bir de “Gelin evi” var ki görgüsüzlüğün nirvanası. Tüm gelinler çok süslü ama rüküş. Kuyumcu dükkanının vitrinindeki tüm bilezik kolye ve altınları takmış takıştırmış birbirlerine hava atıyorlar. Evlerinin içi mobilya mağazalarının teşhir salonu sanki. Gelinlerin büyük çoğunluğu ev kadını. Sadece evin içinde çalışıyorlar. Hani “enerci” diye bağıran gösterişli kadın diyordu ya “Ben kocamın karısıyım” diye. İşte Gelin Evi’ndeki kadınlar da tam bu anlatıma uygun davranıyorlar. Hizmette kusursuz itaatkar kadınlar.

KİME NEYE HİZMET EDİYOR?

Aklıma ister istemez şu düşünceler takılıyor. Toplumdaki ahlaksızlığın ve cehaletin televizyon ekranlarından halkın beynine boca edilmesi kime neye hizmet ediyor? Kadına biçilen rol böyle mi pekiştiriliyor?  Acaba İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede bunun için mi çıkıldı? Bunun için mi bu ülkede her gün kadın cinayetleri işleniyor? “Küçüğün rızası vardı” gibi çocuk istismarları olağanlaştırılmaya çalışılıyor? Bunun için mi tecavüzcüsü ile evlendirilen çocuklar oyun yaşında hayattan koparılıyor? Siz ne dersiniz?

"HERKES BİLİYOR KİMSEDEN SES YOK"

Hele son olay bunlara rahmet okutacak cinsten. Adam kendi kızına ya tecavüz ediyor ya da başkalarının tecavüzüne göz yumuyor. Çocuk hamile kalınca çocuk da karnındaki çocuk da yok ediliyor. Aradan on yıl geçmiş. Ne anne, ne baba ne de yakın akrabalarından tık yok. Devlet çocuğa sahip çıkmamış, anne olanları saklıyor. Çünkü neden? Aile içinde “Kol kırılır yen içinde kalır” diye. Üstelik olanları tüm köy biliyor. Ne aile ne toplum! Aile içi ensest ilişki olağanlaştırılmış sanki. Herkes her şeyi biliyor ama kimseden ses çıkmıyor. Nasıl bir toplum olduk? Yoksa böyle idi de yeni mi farkına vardık? Televizyon ekranlarından döke saça anlatılmasının amacı ne?

Yoksa yaratılmaya çalışılan yeni toplumun tohumları mı atılıyor? Yaratılmaya çalışılan yeni toplumda çocuklar perişan aç susuz olabilir. Kadınlar kesin itaat etmelidir. Onun görevi erkeğini mutlu etmek, güzel yemekler yapmak, çocuklar doğurmak ve güzel temizlik yapmaktır.

                                                           /././

Neoliberal merkezin sonu (M.Sinan Birdal)

Refah’taki güvenli bölgede İsrail ordusunun gerçekleştirdiği katliamın şoku henüz geçmemişken pazar günü yeni bir şok geldi: Nuseyrat. ABD’nin resmen istihbarat düzeyinde tanımladığı bir destekle düzenlenen harekat, Beyaz Saray’ın yürüttüğü diplomasinin çelişkisini ortaya koyuyor. Biden önceden lansmanı yapılan bir konuşmada İsrail’in önerdiği ateşkes planını ilan etti. Bu plan nihayet İsrail tarafından net bir dille reddedilinceye kadar Biden yönetimi, İsrail’den gelen itirazlara rağmen, açıklamada ifade edilen planın İsrail’in önerisi olduğunda ısrar etti. Yetmedi, İsrail hükümetiyle Hamas arasında ara bulucuk yapan Mısır ve Katar’la ortak açıklama yayımladı ve Hamas’a İsrail’in teklifini kabul etme çağrısı yaptı. Şimdilik anlaşıldığı kadarıyla, Hamas’ın rehinelerin iadesini takiben girilecek olan planın ikinci aşamasına dair talep ettiği güvenceler de karşılık bulmayınca Biden’ın İsrail teklifi suya düşmüş.

İsrail’in teklifini neden Cumhurbaşkanı Herzog ya da Başbakan Netanyahu’nun değil de Biden’ın açıkladığı Beyaz Saray’daki toplantıdan bu yana sorulmaktaydı. Beyaz Saray’ın bu hamlesinin amacı Netanyahu’yu yerleşimci köktencilerle ittifakı bozarak, merkezde yeni bir hükümet kurmaya teşvik etmekse o halde hamle fena ters tepti. Kendi merkezi dağılmış Biden’ın Netanyahu vasıtasıyla İsrail’de yeni merkez inşasına girişmesi müstakbel tarihçilerin gözünden kaçmayacak bir ironi. Bu esnada ABD Temsilciler Meclisi Netanyahu’ya tutuklama emri talep eden Uluslararası Ceza Mahkemesi savcılığına yaptırım kararı aldı ve Kongre Netanyahu’yu Kongrede konuşma yapmaya davet etti. Biden bu girişimleri resmen desteklemedi ancak aktif olarak engellemedi de. Nuseyrat sonrası Biden’ın iç ve dış politikadaki halini başka bir yazıda ele alalım. Nitekim Atlantik’in ötesinde, AB’nin Diplomasi Şefi Borrell’in Nuseyrat’ı ‘katliam’ olarak nitelemesinden saatler sonra açıklanan Avrupa Parlamentosu seçimleriyle eski kıtada ciddi bir sarsıntı yaşanıyor. 

Seçim sonuçları salt parlamento aritmetiğiyle hesaplandığında von der Leyen’ın yeniden yönetime geçeceği, merkez sağın ağırlığını koruduğu bir tablo arz ediyor. Almanya’da özellikle Hristiyan Demokratların (CDU/CSU) arz etmeye çalıştığı tablo bu. Seçim üzerine parti liderlerinin katıldığı televizyon programı sosyal demokrat Klingbeil (SDP) ile liberal Lindner (FDP) arasındaki kavgayla başladı. Moderatörün koalisyon içi kavgayı yorumlamasını talep ettiği CDU Lideri Merz ise koalisyon didişmelerinin üzerine çıkarak seçimleri kendisinin iktidara daveti olarak tarif etti. SPD’nin AfD’nin yükselişi ve merkezin erimesinden SPD’li Şansölye Scholz’u doğrudan hedef alan CDU seçim kampanyasını sorumlu tutması pek etkili olmuyor. Tersine Merz, Scholz’a abanmanın oy kazandırdığını gördü, el arttırarak devam edecek.

Merz’in sertleşmesinde şaşılacak bir şey yok, esas sorun koalisyon ortağı liberallerin Scholz’u bizzat hedef almış olması. FDP’nin Başadayı Marie-Agnes Strack-Zimmermann kampanya esnasında Şansölyeyi otistik olarak niteledi. Liberallerin büyük hükümet ortağına karşı bu kaba, düşmanca ve ayrımcılık yüklü saldırılarına imkan veren Scholz’un siyasal iletişimi hiçbir zaman güçlü olmadı. Belçika’da başbakan istifasına, Fransa’da erken parlamento seçimlerine neden olan ve SPD’nin tarihinin en düşük oy oranına ulaştığı seçimlere yorumu olup olmadığına ilişkin soruya Şansölyenin cevabı tek heceydi: “Nö.” Scholz 2021’de kitleleri seferber eden bir siyasi lider değil, işlerin geldiği gibi gideceğini garantileyen bir idareci olarak seçilmişti. Seçim sonrasında SPD’den işitilen “Yeşiller ve liberaller yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” veya “Kendimizi iyi anlatamadık” mealindeki sızlanmaların ciddiye alınacak tek yanı SPD’nin siyasi çaresizliğini göstermesi. SPD istikbaline baktıkça mücrim misali titremek yerine hükümet, politika ve kadro değişimi yapabilir mi? Titremekten takati kalmamışa benziyor.

Yeşiller şoka girmiş halde. Onlar da seçim kampanyasında haksız saldırıların hedefi olduklarından yakınıyor. Bu seçim kampanyasında siyasetçilere yönelik fiziksel saldırıları ayrıca ele almalı, ancak SPD gibi Yeşillerin yenilgisini de siyasi hasımlarının yer yer şahsileşen ve sertleşen söylemleriyle açıklamak mümkün değil. Bu açıklama daha ziyade yenilgiye rağmen hükümete devam etmeyi meşrulaştırmayı hedefliyor. Yıl içinde çiftçi gösterilerinin odağındaki Tarım Bakanı Cem Özdemir, seçmenin çözüm beklediği sonucunu çıkarmış. Paradoksal bir şekilde güneybatı Almanya’nın kimya sanayisinden köklenen bu “çevreci” idare iştahının ülkenin geri kalanında ne kadar yankı bulduğu kuşkulu. Kendini hükümet edebilen parti olarak ispatlamak Yeşillerin bir türlü aşamadığı bir aşağılık kompleksi olarak geçmişten miras kaldı. Partinin tam da yeniden moda olan canlı, neon renkleri bırakıp soluk bir sarı ve haki çam yeşilini yeni parti renkleri olarak ilan etmesi bu tavrın gülünç bir ifadesi olarak kayıtta. Parti Sekreteri Büning, Avrupa seçimleri beyannamesinin ilan edildiği toplantıda yeni soluk renkleri tanıtıp bunları devlet ciddiyetini ifade eden, “devletlu” (staatstragend) renkler olarak takdim etmişti. Seçim sonuçlarına bakarsak küspe renkler olarak tanımlamak daha gerçekçi.

Şimdi mesele hükümet ettiğini kanıtlamak değil, hükümete devam etmenin maliyetini ödeyip ödeyememek. Hem SPD hem Yeşiller bir seçim yılında kurultayda gençlik örgütlerinin sesini bastırmanın faturasını ödüyor. Son kurultayda Ekonomi Bakanı Habeck gençlerin verdiği önergenin partiye hükümetten ayrılmayı dayattığını öne sürerek geri çekilmesini sağlamıştı. İklim krizinden savaş politikaları ve silahlanmaya gençlikten gelen mesajları göz ardı etmenin bedelini ödüyor parti. Eş Başkan Nouripour 2019’daki seçim başarısını anarken Gelecek İçin Cumalar eylemine dikkat çekip 2024’te iklimin eskisi kadar önemli bir başlık olmadığından yakındı. Nouripour, Filistin’deki soykırımı protesto etti diye Gelecek İçin Cumalar eylemini başlatan İsveçli Greta Thunberg’in Almanya medyasında nasıl karalandığını unutmuşa benziyor. Almanya’nın güneyini sel basmışken Yeşillerin iklim krizini anlatamamış olmasının sorumlusu kim?

                                                                   /././

Siyaset Bilimci Tanju Tosun: Normalleşme kavramı kurtarıcı politik mite dönüştürüldü (Tanju Tosun)

Erdoğan-Özel görüşmesini değerlendiren Siyaset Bilimci Tanju Tosun "Normalleşme kavramı bizde tüm taraflarca neredeyse bir kurtacı politik mite dönüştürülmüş durumdadır" dedi.

Siyaset Bilimci Tanju Tosun, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel görüşmesini Evrensel’e değerlendirdi.

“18 yıl sonra CHP Genel Merkezine ziyaret şeklinde gerçekleşen Özel-Erdoğan görüşmesi 31 Mart seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan yeni seçmen dengelerinin özellikle iktidara yüklediği sürdürülmesi siyasi yararlarına olmayacak bir tablonun ürünü. Son yıllarda iktidar bloğunun seçmen tabanını konsolide etmek amacıyla izlediği kutuplaştırma stratejisinin sürdürülemeyeceği sandıkta seçmen tarafından mesaj olarak verilmişti” diyen Tosun “Erdoğan bu tabloyu okuduğu için yumuşama olarak kavramsallaştırdığı siyaseti soğutma temelli yeni bir stratejik tercihte bulunuyor. Bu yolla bir yönüyle bir imaj yenilemesi yaparken, diğer yönüyle yumuşatılacak siyasetin kısa vadede AK Parti’nin ekonomi politikalarının yarattığı sorunların kamuoyunda muhalefet tarafından tartışılması yerine, gündemin farklı konular üzerinde yoğunlaştırılmasına çalışılıyor olabilir. Şunu da gözardı etmemek gerekir ki kutuplaştıcı siyasetin ne AKP ne de Türkiye’ye yaramadığı geç de olsa anlaşılmış durumda” ifadelerini kullandı.

"KURTARICI BİR POLİTİK MİT"

Tosun “Özel’in görüşmelere yüklediği anlam ise yurttaşların taleplerini sisteme taşıyan ve öneriler geliştiren bir lider imajı çizmek ve parti algısı yaratmak gibi görünüyor. 31 Mart seçimleriyle seçmenin hatırı sayılır bir kesimi tarafından çoğu seçim çevresinde ‘yerelde yönetebilir parti’ olarak kabul gören CHP’yi Türkiye’nin sorunlarına vakıf ve çözmeye aday bir parti olarak kamuoyuna takdim etme amacının da güdüldüğü açık. Son tahlilde, toplumsal sorunların çözümü için düne kadar kavgalı oldukları bir aktörle görüşmekten çekinmeyen pozitif bir parti ve lider imgesi de yaratılmaya çalışılmakta diyebiliriz” dedi.

Normalleşme söylemlerini değerlendiren Tosun şunları söyledi:

“Türkiye’de normalleşme olarak takdim edilen aslında asıl payın iktidarda olduğu, sistemde iktidarla muhalefet arasında yaşanan bir diyalogsuzluk, iletişimsizlik krizini sonlandırma arayışının ürünüdür. Yumuşama ya da normalleşme olarak takdim edilen ve bu uğurdaki arayışlar kurumsallaşmış demokrasilerde bırakın siyasi elitleri, sade yurttaşlar için dahi anlaşılamayacak olan bir siyasi duruma denk düşer. Bizde ise inşa edilmeye çalışılan diyalog ve iletişim alanındaki çabalar, zayıflayan iktidar bloğunun siyasi meşruluğunun güçlendirilmesi aracı olarak okunabilir.  Bu nedenle, kurumsallaşmış demokratik sistemlerde adı sanı duyulmayan normalleşme kavramı bizde tüm taraflarca neredeyse bir kurtacı politik mite dönüştürülmüş durumdadır.”

(Evrensel)

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI -12 HAZİRAN 2024 -

Patronlara can simidi: Kısa Çalışma Ödeneği (soL)

Emekçilere dönük genel saldırı politikalarının önemli bir parçası olan Kısa Çalışma Ödeneği yeniden düzenlendi. Asıl işlevine dokunulmadı.Yönetmelikle ilgili bazı detaylar şöyle:

  • Kısa çalışma dönemi, kısa çalışma başlama tarihi dahil 3 ayı geçemeyecek. İşveren tarafından farklı tarihlerde aynı başvuru gerekçesiyle birden fazla kısa çalışma talebinde bulunulması halinde 3 aylık süre ilk talebin kısa çalışma başlangıç tarihinden itibaren hesaplanacak.
  • Başvuruya konu kısa çalışma dönemi, işyeri için 4 haftadan az olamayacak. Başvuruda kısa çalışma uygulamasına tabi tutulacağı bildirilen sigortalılar için kısa çalışma dönemi, sigortalının iş sözleşmesinin sona ermesi, aynı işverene ait diğer işyerine nakli veya iş sözleşmesinin askıya alınması durumları hariç 4 haftadan az olamayacak.
  • Bir işyerinde uygulanan kısa çalışma süresi, işyerinin haftalık normal çalışma süresinin üçte bir oranından az olamayacak.
  • Kısa çalışma uygulamasına tabi tutulan sigortalının kısa çalışma süresi, sıfır olmamak kaydıyla 3'te 1 oranından daha az belirlenebilecek.

Diyanet'e bağlı Kuran kursu öğrencileri, Fırtına Vadisi'nde akıntıya kapılıp öldü: Kuran kursu hocası gözaltında, Bakan Tekin'e istifa çağrısı! (Cumhuriyet)

Rize’nin Ardeşen ilçesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Tulunoğlu Dursun Efendi Bölge Yatılı Kuran Kursu öğrencisi olan 6 çocuk, Fırtına Vadisi'ndeki yapay gölde akıntıya kapıldı. Yüzme bilmedikleri öğrenilen öğrenciden 2’si boğuldu. Ardeşen Kaymakamlığı, olayla ilgili bir kişinin gözaltında(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/diyanete-bagli-kuran-kursu-ogrencileri-firtina-vadisinde-akintiya-2216499)

Sicili kabarık: Zarrab'ın eniştesi 150 milyon nakiti neden yalıda saklıyordu? (soL)

Adım adım planlanmış bir soygun, Behram Eromi'nin yalısında stokladığı serveti ortaya çıkardı. Paranın kaynağı hakkında bilgi paylaşılmadı ancak Eromi'nin bu konudaki sicili şüphe çekiyor.

(Yalının sahibi Zarrab'ın eniştesi) Yalı, Memduh Paşa'nın mirasçılarından Şinasi Bilgin'e, Suudi Gürel'e, Çin Halk Cumhuriyeti Başkonsolosluğu'na ve son olarak NAB Holding'e geçti. NAB Holding'in sahibi İran asıllı Behram Eromi. Eromi, aynı zamanda Reza Zarrab’ın ablası Şeyda Eromi ile evli.Döviz alım satımıyla adını duyuran Eromi ailesi 1988'den bu yana Azerbaycan ve Türkiye'de faaliyet gösteriyor. Çelik, otomotiv, sigortacılık gibi alanlarda çok sayıda şirkete sahip olan holding, Bakü Bank’ın büyük hissedarı.

(Vergi kaçırma, kara para aklama) Peki, yabancı bir bankanın ortağı olan holding, neden yalıda yüklü miktarda döviz bulunduruyordu? NBA Holding'e iki ülkede de çeşitli suçlamalar yöneltilmişti.  Bünyesindeki şirketlerden Baku Electronics'in Azerbaycan devletine 1,2 milyon manattan fazla vergi borcu olduğu biliniyor. Hakkında resmi bir soruşturma yürütülmese de bu durum nedeniyle Behram Eromi yolsuzlukla anılıyor. 2017 yılında Reza Zarrab'la birlikte yakınlarının da mal varlıklarına el konulmuştu. Onlardan biri de NAB Holding yöneticisi Omid Mohagilegh Eromi'ydi. Ayrıca şirketin merkezine de operasyon düzenlemiş, arama yapılmıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sicili-kabarik-zarrabin-enistesi-150-milyon-nakiti-neden-yalida-sakliyordu-393726)

AKP'den Metin Kurt ismine 'dürüst' muhalefet: 'TKP üyesine oy veremezdik' (soL)

AKP bir spor tesisine Metin Kurt isminin verilmesine TKP'li oluşu nedeniyle itiraz etti. Tartışma İBB Meclisini ikiye böldü. TKP'li Güler, "Futbolu borsa oyunu haline getirenler Metin’i anlamaz" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpden-metin-kurt-ismine-durust-muhalefet-tkp-uyesine-oy-veremezdik-393723)

Mahkeme Cengiz'in talanına göz yumdu: 'Yürütmeyi durdurma' çıkmadı (soL)

Cengiz Holding'in gözünü diktiği Bayramiç'te 19 yıl çalıştırılacak olan bakır madeni projesine mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı çıkmadı. Köylüler 'Topraklarımızda yaşamak istiyoruz' diyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/mahkeme-cengizin-talanina-goz-yumdu-yurutmeyi-durdurma-cikmadi-393714)

Parkta dans edenlere yapılan saldırıya gericiler sahip çıktı: 'Dansta cinsel içerik var' (soL)

                                               (https://x.com/FarukDinc_/status/1800255136247246908)

Diyarbakır'da bir parkta dans gösterisine yapılan tekbirli saldırıya gericiler sahip çıktı. Yerel basında, dans edenler LGBT ve "sapkın topluluk" olarak tarif edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/parkta-dans-edenlere-yapilan-saldiriya-gericiler-sahip-cikti-dansta-cinsel-icerik-var-393713)

Tacizle suçlanan müdürün yeni görev yeri: Kız imam hatip lisesi (Birgün)
Ankara Sincan Süleyman Demirel Anadolu Lisesi'nde müdür olarak çalıştığı dönemde okulda görevli 4 öğretmeni taciz etmekle suçlanan N.A'nın, Sincan Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi'ne tayin edildiği ortaya çıktı.("KİMSE BANA BİR ŞEY YAPAMAZ") İddiaya göre N.A, eski Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz ve AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’le hemşehri olduğunu belirterek kimsenin kendisine bir şey yapamayacağını söyledi. Şikayetlerin ardından Milli Eğitim Bakanlığı inceleme yapması için müfettiş görevlendirdi. Teftiş Kurulu tarafından hazırlanan raporda "N.A. hakkında herhangi bir işlem tayinine gerek olmadığına karar verildi" ifadesi kullanıldı. Savcılık da takipsizlik kararı verdi. Takipsizlik kararında kadın öğretmenlerle konuşurken pantolonunun üzerinden cinsel organıyla oynadığı ileri sürülen N.A.'nın bu hareketi 'kaşınma ve refleks' olarak açıklandı. Şikayetlerin ardından Ankara Sincan Süleyman Demirel Anadolu Lisesi'ndeki görevinden kendi isteğiyle ayrılan N.A.'nın Sincan Kız İmam Hatip Lisesi'ne müdür olarak tayin edildiği ortaya çıktı. N.A.'nın yeni görevine 12 Temmuz'da başlayacağı öğrenildi.(https://www.birgun.net/haber/tacizle-suclanan-mudurun-yeni-gorev-yeri-kiz-imam-hatip-lisesi-536860)

MEB mülteci çocuk işçiliğini gölgelemek mi istiyor?(Evrensel)

Özgür Hüseyin AKIŞ-İSİG Ankara Meclisi gönüllüsü

Eğitim öğretim döneminin bitmesine az bir zaman kalmışken hiç okula gelmeyen mülteci çocuklara karne hazırlandığı ortaya çıktı. Kadıköy Mehmet Beyazıt Anadolu Lisesinde okula hiç gitmeyen mülteci çocuklara gölge bir sınıf oluşturulmuş. Bu olayı gündeme taşıyan Eğitim-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Kadir Toruş.

9 Kasım 2023 tarihinde İçişleri Bakanı tarafından açıklanan düzenli göçmen sayısı 4 milyon 643 bin 986. Yine Milli Eğitim Bakanlığının açıkladığı sayılara göre 2022 ila 2023 yılları arasında 730 bin 806 Suriyeli öğrenci bulunuyor.

Türkiye’de eğitim çağında 1.5 milyona yaklaşan mülteci çocuğun eğitime erişememesinde saklanmak istenen önemli birkaç başlık var. Kız çocuklarının çocuk yaşta evlendirilip eğitim hayatlarından koparılması bunlardan bir tanesi. Yine tarikatların mülteci çocukları kendi bünyesine alıp yetiştirmesi diğer önemli bir başlık. Çocuk işçiliği başlığı ise gerçek sayıların bilinmediği çocukların sokaklarda, küçük atölyelerde, tekstil başta olmak üzere birçok sektörde ucuz iş gücü olarak çalıştırılmaları da gizlenmek istenen diğer konu.

2019 yılında TÜİK’in açıkladığı çocuk işçiliği raporunda da mülteci çocuklar yer almıyordu. Buna rağmen Türkiye’de 720 bin çocuk işçi olduğu raporda açıklandı. Pandemi süreci, ekonomik kriz yoksulluğu artırırken çocukların çalışma mecburiyeti bu dönemlerde daha fazla arttı. Suriye’den gelen mülteci çocukların bir kısmı savaşta ebeveynlerinden birisini veya her ikisini de kaybetmiş olduklarından iş yerlerine yönelmeleri daha hızlı oluyor. Zorunlu eğitim çağındaki bu çocuklar eğitim masraflarını karşılayamadıkları gibi yaşamda kalmaları için de çalışmak zorundalar.

Mülteci sorununa hükümetin hem ülke içerisine hem de Avrupa ülkelerine gerçekler yerine sorunun makyajlanmış halini gösterme çabası var. Yabancı düşmanlığının siyasette bir yer tutuyor olması bunlardan birisiyken aynı zamanda kurumlara Avrupa’dan gelen maddi destekler de bu makyajın yapılmasını gerekli kılıyor.

Kadıköy’deki uygulanan sistemin Türkiye’nin birçok yerinde uygulandığı belirtiliyor. TÜİK’in MEB’in bu uygulamaları kayıtlı olarak okulda, iş yerinde olmayan çocukların nerede oldukları sorusunu akıllara getiriyor.

ABD'li senatör Ukrayna'da asıl dertlerinin ne olduğunu açıkladı: 'Orası bir altın madeni' (soL)

ABD Senatörü Lindsey Graham, Rusya'nın Ukrayna'da zafer kazanmasının, kendileri için büyük maden kaynaklarına doğrudan erişimi kaybetmek anlamına geleceğini söyledi. (https://haber.sol.org.tr/haber/abdli-senator-ukraynada-asil-dertlerinin-ne-oldugunu-acikladi-orasi-bir-altin-madeni-393721)

Washington'dan Ukraynalı neo-Nazi tabura silah tedarik yasağını kaldırma kararı (soL)

Rusya'nın Ukrayna'nın doğusunda ilerlemeler sağladığı dönemde ABD yönetimi, Ukraynalı neo-Nazi birlik olan Azov Taburu’na silah tedarik yasağını kaldırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/washingtondan-ukraynali-neo-nazi-tabura-silah-tedarik-yasagini-kaldirma-karari-393717)

Metaverse ve kaybedilen milyarlarca dolar: En çok Zuckerberg sonra Türkler (soL)

Metaverse evrenlerindeki arazilerin değeri yaklaşık yüzde 90 oranında düştü. Meta şirketi 50 milyar dolara yakın zarara uğrarken, Türk kullanıcıların da 1 milyar dolara yakın zarar ettiği düşünülüyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/metaverse-ve-kaybedilen-milyarlarca-dolar-en-cok-zuckerberg-sonra-turkler-393710)

3 ilçeyi birbirine bağlayacak: İstanbul'a yeni tramvay hattı projesi oy birliğiyle kabul edildi (Cumhuriyet)

Üsküdar-Kadıköy-Maltepe Tramvay Hattı projesi, İBB Meclisi'nden oy birliğiyle geçti. Proje, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı Yatırım programında yer alması için onaya gönderilecek.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/3-ilceyi-birbirine-baglayacak-istanbula-yeni-tramvay-hatti-projesi-oy-2216481)

AKP kulisleri çalkalanıyor: Süleyman Soylu salonu terk etti! (Cumhuriyet)

Gazete Pencere yazarı Nuray Babacan, AKP içerisindeki kulis bilgilerini aktardı. Buna göre, AKP milletvekili ve eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya sunum yaptığı sırada salonu terk etti. Babacan, yazısında şu ifadeleri kullandı: "Erdoğan'ın talimatıyla MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yle görüşen Yerlikaya kendisiyle ilgili tereddütleri gidermiş ve çizilen sınırları kabul etmiş görünüyor. Yerlikaya’nın Bahçeli’yle yaptığı görüşmeyi merak edenlere, “Görüşmenin çok iyi geçtiğini” anlattığı, operasyonları kastederek “Meydanı birkaç Ankara çakalına bırakacak değiliz” dediği aktarılıyor. Yerlikaya, bir yandan da imaj düzeltme faaliyetleri yapıyor. Yaklaşık iki haftadır, AKP milletvekillerini gruplar halinde bakanlığa davet ederek bakanlığının faaliyetlerini anlatıyor. Sorularına cevap veriyor. Ancak bakanın her sabah bir operasyonla ilgili tweet atması parti içinde “Güne yine İçişleri bakanının tweetiyle başladık” diye espri konusu olmaya devam ediyor.(“SOYLU’NUN TADI KAÇIK”) Yerlikaya, bir yandan da imaj düzeltme faaliyetleri yapıyor. Yerlikaya, Kızılcahamam kampında sunum yapmaya başladığında Süleyman Soylu’nun salondan çıktığı ve sunum bittikten sonra tekrar girdiğini aktaralım. Ayrıca Soylu’nun 27 Mayıs darbesinin yıl dönümünde Yassıada’da yapılan programa davet edilmemesine içerlediği anlatılıyor. Soylu, hem Demokrat Parti’nin eski genel başkanı, hem de eski İçişleri Bakanı olarak davet edilmemesini eleştirmiş. Bu programın Cumhurbaşkanlığı Sarayı tarafından yapıldığını da aktaralım. Tüm bunlardan görüldüğü gibi AKP’de bir bütünlük yok."

Menzil’in Kasası kitabının toplatılıp imha edilmesi istendi (Birgün)
BirGün muhabiri İsmail Arı hakkında, “Menzil’in Kasası” isimli kitabı nedeniyle soruşturma açıldı. Kitapta anlatılan iş insanı Kamil İnce’nin şikâyetiyle açılan soruşturmada, “Kitabın imha edilmesi” de talep edildi.(https://www.birgun.net/haber/menzilin-kasasi-kitabinin-toplatilip-imha-edilmesi-istendi-537342)

(derleyen: mstfkrc)



soL KÖŞEBAŞI - 12 Haziran 2024 -


Avrupa’ya üzülelim mi?(Cansu Oba)

"Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu istikrarsızlık ve kriz tablosu, işçi sınıfı adına siyaset yapanların 'yönetemiyorsanız bırakın biz yönetelim' iddiasıyla hareket edebileceği bir zemin sunuyor."

Ya da bir başka ifadeyle Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları bize ne hissettirsin? 

“Siyasi bir gelişmeyi hislere yaslanarak mı değerlendireceğiz” diyebilirsiniz. Biz değerlendirirken hislerden yola çıkmayalım elbette ama gelişmelerin ortaya çıkardığı ruh halinin ve yerini neye bırakması gerektiğinin biraz üzerinde duralım.

Özellikle Avrupa Birlikçi düşüncenin etki alanındaki toplumsal kesimler için sonuçların bir hezeyan boyutunun olduğu ortada. Özgürlükler ve demokrasi adına yüzlerin çevrildiği “kale”nin bu anlamda sarsıldığına ilişkin emareler uzun süredir vardı fakat bunun Avrupa’nın birçok ülkesinde faşizan bir söylemle hareket eden partilerin seçim başarısıyla da tasdiklenmiş olması ülkenin AB rotasından şaşmaması gerektiğini düşünenler ve o bize gelmiyorsa “en kötü ihtimalle biz gideriz” yedek planıyla hareket edebilenler için büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı kaynağı oldu.

Bu hezeyanın emekçilere doğru yaygınlaşmasını önlemek ve sonuçlara gösterdiğimiz tepkinin ortaya bir enerji çıkarabilecek boyutunu doğru yönetebilmek için bazı doğruları birlikte hatırlayalım.

Avrupa’nın tarihsel olarak faşizmin ortaya çıkışını, kendisiyle bağını unutmak ve unutturmak istediği bir ayıp gibi gördüğü malumumuz. Bugün meşruiyeti emperyalist merkezlerin kalbine doğru kalıcı bir biçimde yayılmış Filistin direnişiyle dayanışma için kurulan Filistin kamplarının Almanya’daki bir örneğinin hemen karşısında bir “İsrail kampı”nın da sakince varlığına devam edebiliyor olması Almanya devletinin İsrail’le gelişkin ilişkilerinin ve başından beri alınan İsrail yanlısı tutumun yanı sıra bu ayıbın diyetini ödeme psikolojisi ile anlamlandırılabilir sanırım. Oysa faşizmin teorize edilmesini olanaklı kılan ilk pratikler bu coğrafyada hayata geçti. Ve kaynağında Avrupa'yı Avrupa yapan evrensel değerlerden sapılması değil, sermaye egemenliğinin ihtiyaçları yatıyordu. Bu açıdan tarihsel faşizm bir anomali değil, kapitalist sistemin sürekliliği için sermaye-devlet-toplum ilişkilerinde ihtiyaç duyulan yeni formdu. 

Şimdilerde ise emperyalist sistemin süregelen hegemonya krizi emperyalist sistem içinde yer alan tüm aktörlere farklı şekilde yansıyor. Avrupa Birliği’nin iç ahengini uzun süredir korumakta zorlanması da bununla ilişkili. NATO ve ABD’nin önceliklerine tamamen angaje olmuş bir dış politikanın iç siyasetteki tetiklediği kriz dinamiklerinin giderek daha görünür olduğu ülkelerde siyasette hızlı yer değişmeler yaşanıyor. Savaşa, göçe, işsizliğe, sosyal devlete içkin tüm uygulamaların ve işçi sınıfının kazanılmış haklarının her gün daha da budanmasına tepkilerin mevcut siyasi aktörler tarafından kapsanması zorlaşıyor. Bu değişim bir kısmı ömrü çok kısa olan partilerle temsil olsa da bir bölümü siyasete daha kalıcı olarak tutunma eğilimi gösteriyor Almanya’da Sahra Wegenknecht Birliği partisi örneğinde olduğu gibi. 

Bu dinamizmin tek başına düzenin devamı açısından çok hayra alamet bir dinamizm olmadığını söyleyebiliriz. Kurumsallaşmış ve bir süreklilik arz eden partilerin ve siyaset kurumunun yerini çok değişken ve bazı açılardan öngörülemez bir tabloya bırakması krizin bir göstergesi. Kriz bu düzenin krizi. Tekil tekil bu ülkelerdeki burjuva iktidarların da ötesinde bir role sahip olan ve dünya düzeni açısından bu ağırlıklı rolü sürdürme ve kitleleri peşinden sürükleyebilme kabiliyeti sarsılan bir emperyalist merkezin derinleşen krizinden ne için endişeye kapılalım?

Ancak diğer yandan faşizm, kapitalist devletin sermaye sınıfının gündelik bazı çıkarlarının göz ardı edilmesi pahasına uzun vadede iktidarını koruyabilmesi refleksiyse, bu refleksin toplumsal aranışa daha fazla yanıt verir hale gelmesinden endişelenelim. Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde emekçileri endişelendirmesi gereken sermaye sınıfının krizini aşmaya dönük bir yönelim içine girdiğinin hissedilmesi olmalıdır. Konunun hoşumuza gitmeyecek bir diğer boyutu ise toplumsal tepki ve aranışın yolunun bir kısmı “bağımsızlıkçı” ve güvenlikçi söylemi öne çıkaran milliyetçi partilere, bir kısmı ise düpedüz faşist bir karakter taşıyan hareketlere çıkmasında, solun yukarıda sıraladığımız gerçek sorunlar alanını ya terk etmesi ya da tamamen liberal saiklerler hareket etmeye başlamasının doğrudan payının bulunmasıyla ilişkili. 

Sonuçta seçim sonuçlarının ortaya koyduğu bu istikrarsızlık ve kriz tablosu, işçi sınıfı adına siyaset yapanların “yönetemiyorsanız bırakın biz yönetelim” iddiasıyla hareket edebileceği bir zemin sunuyor. Ancak Avrupa’da komünist hareket ne yazık ki uzunca bir süredir bu iddiayı ete kemiğe büründürecek bir gövdeden yoksun. Daha geniş anlamıyla sol ise bu iddiayı zaten bir kenarıya bırakmış ve düzen değişikliği talebinden çoktan vazgeçerek bu talebi soyut bir demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesi ile ikame etmiş, birçok örnekte ise düzen içi bir unsur haline gelmiş durumda. Eğer ne yaptığını bilen komünist partilerden yalnızca kendi güncel gerçekliklerinden ve ölçeklerinden hareketle devrimci iddialarından havlu atmalarını beklemeyeceksek, “sol”un imajına her anlamda galebe çalan liberal etkiye karşı mücadeleyi güçlendirme ihtiyacının altını çizmek gerekiyor.

Nitekim bir süredir komünistleri ayırt eden siyasi öncelikleri silikleştirerek yaygın bir demokrasi mücadeleciliğine kendisini kaptıranların beklediklerinin aksine seçimlerde de sahip oldukları desteğin düşüş eğilimi içine girdiği görülüyor. 

Peki sol ittifaklar geriliyor, sol popülizm ve sosyal demokrasi mevzi kaybediyor, faşist hareketler güç kazanıyorken Yunanistan’ın köklü mücadele deneyim ve geleneğine sahip komünist partisinin bugünkü şartlarda aldatıcı bir biçimde mütevazi görülebilecek başarısını nasıl kutlayabildiğimiz soruluyor. Evet, Avrupa Birliği dağılıyor diye karalar bağlamıyoruz çünkü istikralı bir Avrupa Birliği’nden Avrupa ve dünya halkları adına bir beklenti içerisinde değiliz. Fakat belki bugün daha az tartışılan bir boyutuyla, bir bütün olarak batı emperyalizminin zayıflıklarına işaret eden bu tabloda doğan boşlukları dolduran siyasi hareketlerin sınıfsal karakterinden bağımsız bir analiz yaparak çıkan sonuçtan tatmin olma gafletine de kapılmıyoruz. Faşizmin sermaye düzenine rağmen değil sermaye düzeni için olduğunu hatırlatmışken, güçlü bir işçi sınıfı hareketinin yokluğunda bu zayıflıkları değerlendirerek iktidara gelen bir faşist siyasetin krizin aşılmasını sağlamasa bile yönetilmesine yardımcı olabileceğini ve bundan en acımasızca payı yine işçi sınıfının alacağını bu hatırlatmanın yanına ekleyelim.

Sadece komünistlerin emekçi halk adına değerlendirebileceği bir kriz tablosunda bir komünist partisinin istikrarlı bir biçimde oylarını artırması, yalnızca sahte solun emekçileri düzene bağlama yeteneğini zayıflattığı için değil, faşizmin yükselişinin önünde durabilecek yegâne güç işçi sınıfı hareketi olduğu için de anlam taşıyor. Avrupa Birliği masalıyla zihinlerin bulandırılmasının da, komünist hareketin etkisizliğinde emekçilerin faşizmin potansiyel kitle tabanı olmaya sürüklenmesinin de panzehiri işçi sınıfı siyasetinin bağımsız bir aktör olarak masaya elini vurmasında yatıyor.

                                                                   /././

'Türkiye’de aşırı sağ neden yükselmiyor?' (Fatih Yaşlı)

"Neoliberal çağdaki kapitalizm, radikal sağın yükselişinin arkasındaki esas dinamiktir ve bunu görmezden gelen merkez/makul siyasetin radikal sağın yükselişine dair konuşma hakkı yoktur."

Kimileri artık mevcut olmadığını iddia etse de siyasi kutuplaşmanın ana eksenini “sol” ve “sağ” belirler, belirlemeye de devam edecektir; çünkü modern siyasetin evrensel yasası tam olarak bu ayrım üzerine kuruludur. 

Son yüz yılda bu iki sözcüğün önüne birçok sıfat eklenmiştir ve “aşırı” da bunlardan biridir; “aşırı sol” ve “aşırı sağ” sözcüklerini bolca duyarız, bu sıfat ise bize siyasete dair önemli şeyler anlatır. 

Her şeyden önce herhangi bir sözcüğün önüne “aşırı” sıfatını getirmek, “makul” ve “doğru” olanın ne olduğunu bilmek, bunun bilgisini tekeli altına almak demektir. Buna göre solun da sağın da “makul”, yani kabul edilebilir olanı –ki bunu “merkez” sözcüğü karşılar- ve bir de “aşırı” olanı vardır; aşırı olan ise elbette ki her zaman sakıncalıdır, tehlikelidir.

İkincisi, “aşırı sağ” ve “aşırı sol”dan bahsetmek bunların ikisini de “makul” olan karşısında eşitler. Yani faşizm de komünizm de totaliter birer ideoloji ve rejim olarak eşitlenir, Hitler’le Stalin “diktatör” payesiyle bir madalyonun iki yüzü olarak görülür, Nazi Almanya’sı ne ise Sovyetler Birliği de odur vs.  

Ancak üçüncü bir hakikat daha vardır; merkez siyaset “aşırı sol” ve “aşırı sağ”ı teorik ve retorik düzlemde eşitlese de pratikte böyle bir eşitlik söz konusu değildir. 

“Aşırı sol” düzen açısından her zaman bir beka meselesidir, düşman olandır, tehdittir ve tehlikelidir, ona karşı sürekli teyakkuz halinde olunmalı ve onunla sürekli mücadele edilmelidir. “Aşırı sağ” ise bir alarm durumunda yardıma çağrılmak üzere düzen tarafından her zaman el altında bulundurulur, belli ölçüler içerisinde devlette ve devletin dışında örgütlenmesine izin verilir, maddi kaynaklarına çoğu zaman dokunulmaz, sadece kontrol dışına çıkabileceğinin düşünüldüğü zamanlarda bir balans ayarıyla hizaya getirilir. 

Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan tablo “aşırı sağ”ı bir tartışma başlığı olarak tekrar hem dünya hem de Türkiye kamuoyunun önüne getirdi; makul, yani merkez sağ ve sol siyasetten, solun sosyalist ve komünist unsurlarına uzanan genişlikte bir tartışma başladı.

Peki bu yükselen dalgaya “aşırı sağ” diyebilir miyiz? Elbette ki sağ siyasetin en sağ ucunda yer alması anlamında bu tabir kullanılabilir; ancak az önce anlatmaya çalıştığımız üzere “aşırı” sözcüğünün siyasette kullanılmasının merkezi kutsayan, makul olanı tekeli altına alan bir yanı vardır. 

Peki bunun yerine ne kullanabiliriz? Batı’da buna dair çeşitli kullanım ve adlandırma biçimleri var: Sağ popülizm, neo-faşizm, yeni ırkçılık, radikal sağ vb. 

Kanımca sağ popülizmden neo-faşizme ve oradan da ırkçılığın yeni biçimlerine uzanan bir genişlikte, yükselen bu dalgayı “radikal sağ” başlığı altında ele almak ve daha sonra her bir parti ya da akım için nüanslandırmak daha faydalı olacaktır. Çünkü yükselen şey, farklı veçheleriyle, farklı partileriyle, farklı örgütleriyle olsa da bir bütün olarak radikal sağdır.

Peki radikal sağın yükselişinden söz ediyorsak bunun gerisinde hangi dinamikler bulunmaktadır? 

Horkheimer bir zamanlar “kapitalizm hakkında sessiz kalanlar faşizm hakkında da sessiz kalmalılar” diyerek kapitalizmle faşizm arasındaki varoluşsal ilişkiye dikkat çekmişti. Bu bugün de böyledir; neoliberal çağdaki kapitalizm, radikal sağın yükselişinin arkasındaki esas dinamiktir ve bunu görmezden gelen merkez/makul siyasetin radikal sağın yükselişine dair konuşma hakkı yoktur.

Son kırk yıldır neoliberal politikalar küresel ölçekte kamuculuğun karşısına piyasacılığı koymuş, her şeyi meta haline getirmiş, gelir dağılımını alt üst etmiş, sosyal devleti zayıflatmış, kamusal hizmetlere erişimi zorlaştırmış, işsizliği artırmış, emek hareketini zayıflatmış, kimlikçiliği desteklemiş ve çevre ülkelerden merkez ülkelere göçü tetiklemiştir. 

Bugün Batı’da radikal sağın yükselişinin temelinde sığınmacı/göçmen düşmanlığı vardır ama sığınmacı/göçmen meselesini ortaya çıkaran şey az önce anlattığımız tablodur; neoliberalizm çağında kapitalizm dünyayı eskisine nazaran çok daha eşitsiz, çok daha adaletsiz bir yer haline getirmiş durumdadır. 

Bu eşitsiz ve adaletsiz tabloya soldan ve sınıfsal bir perspektifle müdahale edebilecek bir ülke olmadığı gibi, ülkelerin kendi içinde de sınıf eksenli siyaset izleyen güçlü bir soldan söz etmek de -Yunanistan gibi birkaç istisna bir kenara bırakılırsa- mümkün değildir. 

Solun yokluğunda ise radikal sağ, alt-orta sınıfların düzene yönelik öfkelerini manipüle edebilmekte ve sözde düzen dışı bir söylemle onlar için bir cazibe merkezi haline gelebilmektedir. Bugün yaşanan tam olarak budur; Avrupalı alt-orta sınıflar emek hareketinin ve sosyalist solun zayıflığında/yokluğunda yaşanan krizin faturasını göçmenlere/sığınmacılara kesmekte, göçün arkasında bir “üst akıl” olduğuna inanmakta, bu yüzden de yüzlerini radikal sağa dönmektedirler.

Gelelim bize… 

Pazar gününden beri Türkiye’deki radikal sağ çevrelerde AP seçim sonuçlarından duyulan bir memnuniyet ve coşku var; farklı ülkelerin milliyetçileri, ırkçıları, faşistleri nihayetinde birbirlerinin de düşmanı olsalar da bu memnuniyet ve coşku halinin asıl nedeninin radikal sağın dünya ölçeğindeki yükselişinden buraya da bir pay düşmesi umudu olduğu açık. 

Bu sevinçli ruh hali radikal sağın sinik retoriğiyle birleştiğinde ortaya çıkan ve birkaç gündür sorulan soru ise şu: “Neden bizde aşırı sağ yükselmiyor?” 

Evet 2024 Türkiye’sinde bu soru sorulabiliyor; çünkü radikal sağı basitçe göçmen/sığınmacı düşmanlığı olarak kodlayan bizim radikal sağcılar Türkiye’de radikal sağın nasıl normalleştirilip merkezin içine doğru yerleştiğinin farkında dahi değiller.

Her şeyden önce, AKP iktidarı yıllardır bize özgü bir sağ popülizmin taşıyıcılığını yapıyor; İslamcılıkla bezenmiş bu popülizm, sağ popülizmin evrensel söylemine uygun bir şekilde kendisini elitlerin karşısında milletin temsilcisi olarak görüyor, dinsel bir kolektif kimlik inşa etmeye çalışıyor, yeni-Osmanlıcı emperyal hayaller peşinde koşuyor ve bir süredir de LGBT, sokak hayvanları gibi başlıklarda yeni düşmanlar icat ederek sağ popülist karakterini güçlendiriyor.

İktidar ortağı olan MHP’nin adını ise Almanya’daki AfD’nin ve Fransa’daki Ulusal Birlik’in yanına yazmakta hiçbir sakınca bulunmuyor; hatta güvenlik aygıtında örgütlenme, siyasal şiddet ve bir zamanlar üstlendiği paramiliter güç misyonu üzerinden bakıldığında bu partiler MHP’nin yanında adeta birer merkez sağ parti gibi kalıyor.

Benzer bir durum muhalefet için de geçerli; İYİP, Saadet Partisi, Refah Partisi, Büyük Birlik Partisi… Bu partilerin hepsi, söylem ve eylemleriyle, siyaset biliminin kriterleri açısından rahatlıkla “Türkiye’de radikal sağ” başlığı altında incelenip değerlendirilebilecek partiler. 

Batıda yükselen radikal sağın buradaki muadili ise elbette ki Zafer Partisi. ZP, bütün bir siyasetini göçmen/sığınmacı düşmanlığı üzerine kuran, Türkiye’nin bütün meselelerini göçmenlere/sığınmacılara bağlayarak toplumun düzene yönelik öfkesini manipüle eden, ırkçılığı bir performans olarak sergileyip normalleştiren, merkez partileri kendisini dikkate almaya mecbur bırakan hamleler yapabilen bir parti olarak duruyor karşımızda. 

Belediye seçimlerindeki alınan sonucu, bu partinin başarısızlığı olarak görmek ise kanımca yanlış; çünkü Türkiye’de radikal sağ sığınmacı/göçmen meselesi odaklı bir şekilde ve özellikle kentli, eğitimli genç kuşak içerisinde bir dip dalgası olarak yükseliyor ve çoğunlukla “çevrimiçi” bir karakter taşışa da yani kendini internet üzerinden var etse de yine de şu an Zafer Partisi mecrasına akmaya devam ediyor.  

Velhasıl, “Türkiye’de neden aşırı sağ neden yükselmiyor” sorusuna, “daha ne kadar yükselebilir ki” sorusuyla yanıt vermek gerekiyor. Türkiye’de siyaset 12 Eylül’den beri sistematik bir şekilde sağa çekiliyor, Türkiye toplumu belli bir plan, program doğrultusunda sağcılaştırılmaya çalışılıyor, iktidardaki sağcılığın karşısına alternatif olarak yeni birtakım sağ projeler konuluyor, o esnada sol öcüleştiriliyor, denklemin dışında kalması için her şey yapılıyor. 

Peki hem Türkiye’de hem dünyada radikal sağın yükselişi nasıl durdurulabilir, faşizmin günümüz versiyonu ile nasıl mücadele edilebilir? 

Bu sorunun çok basit bir yanıtı var: Kapitalizme dair sözü olmayanların faşizme dair de konuşamayacaklarını ve faşizme karşı mücadelenin aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele olduğunu söyleyen, anlatan, gösteren bir siyaset inşa etmek.

İnsanlık ya kapitalizmi ilga etmeyi ve eşit, adil ve özgür bir toplum kurmayı başaracak ya da Hollywood filmlerinde bile tahayyül edilmemiş bir distopyanın içerisine düşecek. 

                                                                    /././

Etki Ajanlığı yasasıyla da, 'sol'daki etki ajanlarıyla da mücadele etmeli (Yiğit Günay)

ABD hesap isteyecek, başka ülke isteyince liberalleri sokağa dökecek, sonra da emeği temsil etmeleri gerekenler emperyalizmin hedef haline getirdiği ülkelere “dikta rejimi” imasında bulunacak öyle mi?

Bir yandan farkında olup, diğer yandan yine de öfkelenmek… Sanıyorum devrimcilerin kaderi bu. Olup bitenin ayırdına varmak, yine de isyan etmek.

“Sol”daki çürümeyle hep mücadele ettik. Cephe hattımızda açılan gedikleri tahkim etmeye çabaladık, hep yenileri açıldı.

Sanıyorum, cephenin kimleri kapsadığını, kimlerin hattın bizim tarafımızda kaldığını cesaretle düşünmenin vakti bugün.

                                                         ***

Dün haber merkezimize düştü e-posta. Haber-Sen Genel Merkezi’nin basın açıklaması. Konu, “Etki Ajanlığı”ydı. soL’da çok üzerinde durduğumuz bir konu. Hemen açtım, okumaya başladım.

Konu şu: AKP, bir “etki ajanlığı” yasası çıkarmaya hazırlanıyor. Henüz ortada taslak yok. ANKA, “taslak metin” olarak bir metni paylaştı, ama doğru metin midir, bilmiyoruz.

Her durumda, AKP’nin mevcut veya olası tüm kanunları, işçi sınıfının mücadelesini baskılamak için kullanacağını biliyoruz. Anlamaya, kavgaya hazırlanmaya çalışıyoruz.

Yanıbaşımızda, komşu Gürcistan’daysa haftalardır kıyamet kopuyor. Geçen hafta meclis, “yabancı etkilerin şeffaflığı hakkında” yasayı kabul etti.

Ne diyor yasa? Eğer bir kurum (STK’lar, medya kuruluşları, siyasi örgütlenmeler vb) yıllık gelirlerinin yüzde 20’sinden fazlasını yabancı ülkelerden gelen fon ve desteklerle sağlıyorsa, bunları beyan edecek. Beyan etmezse? 9 bin 600 dolar para cezası ödeyecek.

Bu kadar.

Şeffaflık, hesap verebilirlik, demokrasi diye yırtınan Avrupa Birlikçi liberaller, “Evet sevgili halkımız, bilmek hakkınız, biz yurtdışından fonlanıyoruz” dememek için haftalardır Gürcistan’da taşlı sopalı eylemler yapıyor, Meclis’i basmaya, bir renkli devrim yapmaya çalışıyorlar. 

Argümanları ne?

Human Rights Watch’un Avrupa ve Merkez Asya Direktörü Hugh Williamson şöyle diyor: “[Gürcistan’daki] ‘yabancı ajanlar’ yasası, Gürcistan’daki geniş kamu çıkarlarına hizmet eden bağımsız, yabancı-fonlu bağımsız grupları ve medyayı marjinalize etme ve itibarlarını sarsma amacı taşıyor.”

Pardon, ne zamandan beri yabancı ülkelerden fonlanan medya grupları “bağımsız” oldu? Biz yıllardır “bağımsız medya” denilen liberal kavramla mücadele ediyorduk. Kamuya ait olunca “bağımlı”, Demirören’e, Albayraklar’a ait olunca nasıl “bağımsız” oluyor bu medya diye soruyorduk. Geçtik sermayeye bağımlılığı, dış devletlere bağımlılık bile “bağımsızlık” diye pazarlanır olmuş.

Sürekli “Rusya etkisi” propagandası yapıyor batılı güçler. Haber-Sen açıklaması ne diyor? “[AKP’nin gündeme getirdiği yasaya] benzer bir uygulamayı Rusya’da, Sırbistan, Kırgızistan ve Gürcistan’da da görmekteyiz.”

Sendikanın adı “Haber”-Sen, ama dünyadan haberi yok… Gürcistan Parlamentosu Başkanı Şalva Papuaşvili geçen hafta yasa taslağı Gürcü meclisinin önüne geldiğinde aynen şunları söyledi: “İki taslaktan biri ABD’nin Yabancı Ajanlar Kayıt Yasası’nın [FARA] birebir kopyası, diğeriyse FARA’nın daha az sınırlayıcı, liberal bir versiyonu”.

Gürcüler yasa taslağını doğrudan ABD’nin yasasından çevirdiler. “Daha liberal” ifadesinin propaganda olduğunu düşünüyorsanız, şöyle söyleyeyim: ABD’deki FARA, ülke dışından gelen paraları beyan etmeyenlere 5 yıla kadar hapis cezası öngörüyor, Gürcistan’da 9 bin 600 dolar öderseniz yırtıyorsunuz.

ABD’deki yasa ne kadar katı, kanıtını da verelim. AKP iktidarı, kendi halkına hiçbir şeyin hesabını vermiyor, Sayıştay’ı bile kadük hale getiriyor, tüm verileri saklıyor, değil mi? Peki ABD’de ne yapıyorlar?

Tıpış tıpış açıklıyorlar.

Buradan buyrun, resmi belgesi: 2022’de ABD’deki Türken Vakfı’nın beyannamesi. Türkiye’deki Ensar Vakfı’ndan giden milyon dolarlarca para, nereye ne kadar harcadıkları ayrıntılarına varana kadar rapor edilmiş.

Veya buraya bakın, 2023’te Türkiye kaynaklı olarak ABD’de harcanan paralar. Birincilik yine Ensar’ın, son sırada da CHP var.

ABD kuruşu kuruşuna hesap isteyecek, başka ülke isteyince liberalleri sokağa dökecek, sonra da emeği, işçi sınıfını temsil etmeleri gerekenler aynı önlemi almaya çalıştıkları için emperyalizmin hedef haline getirdiği ülkeleri bir torbaya doldurup “dikta rejimi” imasında bulunacak, öyle mi?

Emek mücadelesi ne ara emperyalizm karşıtlığından bunca uzaklaştı?

                                                             ***

Vaziyet o kadar içselleştirilmiş, yabancı fon almak kafalarda o kadar makbul hale getirilmiş ki, Haber-Sen, “araştırmacı gazeteciler”, sendikalar, kadın hareketi diye başladığı listeyi sanki bunları bir ve aynı şeymiş gibi “AB veya başka dış finansman kullanan dernekler”e uzatmakta bir beis görmüyor. Açıklamadan aktarıyorum:

“Yasa basın çalışanlarını, Sivil Toplum Örgütlerini, Kadın ve LGBT Hareketlerini doğrudan etkiliyor. Uygulanması halinde 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezaları kapıda!

Yasa ilk etapta araştırmacı gazetecilik, başta diplomasi olmak üzere uzman gazetecilik alanları, AB veya başka dış finansman kaynağı kullanan dernek ve Sendikalar ile yabancı medya mensupları-yabancı medyaya bağlı çalışan Türkiye'deki gazetecileri hedef alacak.

Sendikalar, Kadın hareketi, LGBTİ hareketi, çevre ve ekoloji hareketleri, ‘Aşı halk sağlığıdır’, ‘Kamu Hastaneleri verimsiz yatırımdır’ diyen sağlık çalışanları da yasadan nasibini alacak gibi görünüyor.”

AKP’nin siyasi baskılarına, işçi sınıfına saldırılarına karşı mücadeleden kaçmayız. Ama AKP karşıtlığı adına fonculuğu meşrulaştıranlarla mücadeleden hiç kaçmayız.

Almayın. Alıyorsanız, açıklayın. Herkes bilsin, karar versin.

Biz de “Ne var canım, para aldılar diye birilerinin borazanı mı oldular” diyenlere, Haber-Sen’in basın açıklamasını gönderelim.

Türkiye’deki sendikalar ne ara ABD’yi demokrasi, ABD’nin hedefindeki ülkeleri “dikta rejimleri” olarak görmeye başlamış, bunda fonların payı var mıymış, işçi sınıfı takdir etsin.

(soL)