13 Haziran 2024 Perşembe

T24 KÖŞEBAŞI (13 Haziran 2024)

 

Bahçeli "AKP içinde suyu bulandıranlar, feragat ederiz, gereğini yaparız" sözleriyle ne demek istedi; Cumhur İttifakı'nın sürmesini koşula mı bağladı? (Gökçer Tahincioğlu)

Açıklama gösteriyor ki Bahçeli, Sinan Ateş davasının partisine verdiği zararın farkında ve bu konunun gündemde tutulmasına MHP’nin duyduğu öfkeyi yansıtıyor. Bu davanın AKP ile MHP’yi ayırmak amaçlı kullanıldığını söyleyerek hem dava ile ilgili ince bir mesaj veriyor hem de CHP ile yürütülen temasları da bu kapsamda gördüğünü vurguluyor. Açıklama, MHP’nin tahammül sınırında olduğunu, Erdoğan’a verdiği desteği ayrı tutmakla birlikte, AKP ile yürütülen ittifaka son verebileceği mesajını da içeriyor. Açıklaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Bahçeli'nin Erdoğan ve AKP'ye, -kendi ifadesiyle- "ısmarlama normalleşme"ye karşı, başkanlık barajı olan "yüzde 51 ihtarı" yaptığı da söylenebilir...

Son iki gündür ardı ardına görüşmeler ve fotoğraflarla verilen siyasi mesajların ardından bütün dikkatler, gelişmelerin tam ortasında duran MHP ve Genel Başkanı Devlet Bahçeli’deydi. Bahçeli, her satırı mesaj yüklü bir yazılı açıklama ile gelişmeler karşısında MHP’nin tavrının ne olacağını anlattı. Bahçeli’nin yazılı açıklamasının MHP tarafından sunumu bile mesaj yüklüydü:

Siyasi operasyon

“Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, ‘Türk Siyasetinde Normalleşme ve Yumuşama’ İddialarıyla Milliyetçi Hareket Partisi’ne Düzenlenen Siyasi Operasyonlar hakkında yapmış oldukları yazılı basın açıklamasını ilgi ve bilgilerinize sunarız” ifadeleriyle servis edildi açıklama.

Çok bilinmeyenli denklem

Bahçeli’nin açıklaması da ilk satırdan itibaren mesajlar taşıyordu. İlk iki cümlesinde dikkati çeken şu ifadeler yer aldı:

“31 Mart Mahalli İdareler Seçimlerini müteakiben Türk siyasetinde, demokrasinin vazgeçilmez kurumları olan siyasi partiler arasında normalleşme ve yumuşama arayışlarının temel alınarak çok bilinmeyenli yeni bir denklemin kurulmak istendiği gözlemlenmektedir. Zira her şey milletimizin huzurunda gerçekleşmektedir.”

Bahçeli, Erdoğan’ın “yumuşama”, CHP’nin “normalleşme” adını verdiği, karşılıklı ziyaretler ve temaslarla yürüyen süreci “çok bilinmeyenli yeni bir denklem kuruluyor” diye yorumladı.

Munzam ve muhassıl

MHP’nin “munzam (eklenmiş, katılmış) ve muhassıl (meydana getiren)” diyalogları, ülke lehine olduktan sonra değerlendirmekten rahatsızlık duymayacağını söyleyen Bahçeli, kutuplaşmayı sonlandıracak adımlara karşı olmadığının altını çizdi açıklamasında.

Ancak buraya büyük bir şerh düştü. Sıcak gündemin üst sıralarına yerleşen temas ve görüşme trafiğinin MHP’yi hedef alan karalama kampanyasına dönüştüğünün izahtan vareste olduğu şerhi…

Elbette bu sözleriyle, Erdoğan’ın önce CHP’yi ziyaret ederek Özgür Özel’le görüşmesini, hemen ardından Ankara’da öldürülen eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in eşi ve çocuklarını kabul ederek, fotoğraf vermesini kastediyor. Bahçeli, şöyle devam ediyor açıklamasında:

“Dikkat, temkin ve titizlikle takip ettiğimiz nevzuhur gelişmelerin esrar perdesi aralandığında başka hesapların, alttan alta körüklenen farklı beklentilerin varlığı müşahede ve mütalaa edilmektedir.”

Suikaste refakat edenler

Bahçeli’nin, CHP ile yürütülen süreçle, MHP’nin odağa konulduğu Sinan Ateş cinayeti ile ilgili süreci birbirinden ayırmadığı anlaşılıyor.  Şöyle ifade ediyor MHP lideri:

“Özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’nin normalleşme ve yumuşama ortamına şaşı baktığı, şüpheyle yaklaştığı, hatta zarar verdiği televizyon ekranlarından, sosyal medya platformlarından ve gazete sayfalarından devamlı surette ileri sürülmektedir. İddianamesi hazırlanan bir cinayet davası üzerinden de Milliyetçi-Ülkücü Hareket’e yönelik itibar suikastının yaygınlaşması, bu suikasta refakat eden kimi isimlerin sürekli parlatılması, dahası kapı kapı gezdirilmesi, ekran ekran dolaştırılması, bir hak ve hukuk arayışından öte iç huzur ve barış ortamını zehirlemeye tam teşebbüstür.”

MHP hazır olacak ama ne amaçla?

Bahçeli, MHP’nin 1 Temmuz’da yapılacak Sinan Ateş davası ilk duruşmasında MHP’nin hazır olacağının altını da çizdi açıklamasında. “Karanlık oyunlarla ve bu oyunların figüranlarıyla Türk yargısının huzurunda hesaplaşacaktır” ifadeleriyle MHP’nin cinayetin takibi için değil, yöneticilerini hedef alan iddialara karşı salonda bulunacağını ilan etti.

İttifakı bozmak için kullanılan dosya

MHP lideri, Sinan Ateş davasının, Cumhur ittifakını dağıtmak için araç olarak kullanıldığı görüşünde. Bunu yapanları da şu ifadelerle hedef aldı:

“Yurt içi ve yurt dışı menşeli çıkar odaklarının, yıkım ortaklarının, siyasi istikrar muhalifi çevrelerin, bilhassa da Cumhur İttifakı muarızlarının partimizi töhmet altında bırakmak, bir yol ayrımının inşasını sağlamak maksadıyla kesintisiz faaliyet içinde oldukları meydandadır…”

“Bariyersek çekiliriz” resti

Bahçeli, yine dava ile normalleşme adı verilen süreci birlikte okuyarak, AKP’ye belki de bugüne kadarki en sert mesajını şu ifadeler verdi:

“Bu kapsamda siparişi yapılan normalleşme ve yumuşama atmosferinin sürdürülebilir hale gelmesinin önünde şayet Milliyetçi Hareket Partisi bariyer olarak telakki ve tarif ediliyorsa, Bu konuda da geniş bir ittifak husule gelmişse, bize düşen sorumluluk ülkemiz ve milletimiz uğruna her türlü fedakarlığı göze almak, gereğini ise gönül huzuruyla yapmaktır.”

Cumhurbaşkanı’nı koruyan, bazı AKP’lileri hedef alan sözler

Bahçeli, ağır ifadelerini şöyle sürdürdü:

“AK Parti içindeki gayri memnun kesimin devamlı suyu bulandırmasını da dikkate alarak, AK Parti ile CHP arasında geniş tabanlı bir ittifakın vücuda gelmesi, buna da altılı masanın diğer unsurlarının desteği Milliyetçi Hareket Partisi’nin samimi dileği ve temennisidir.”

Açık biçimde, AKP içinde CHP ile geniş tabanlı ittifak yapılmasını isteyen bir kesimin bulunduğunu, “suyu bulandıranlar” olarak nitelediği bu kesimin MHP’yi istemediğini ilan etti. CHP’nin kurucusu olduğu Altılı Masa’yı da katarak, AKP’nin istiyorsa burada yer alabileceğini, MHP’nin bu ittifakın karşısında duracağını, dilek ve temenni vurgularıyla verdi.

Bahçeli’nin açıklamanın bu noktasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı farklı bir yere koyduğu da görülüyor.

AKP içindeki “suyu bulandıranların” CHP ile ittifak isteğine rağmen, Cumhur ittifakı’na bağlı olduklarını vurgulayan Bahçeli, ortaklığı TBMM faaliyetleri ile sınırlayarak, önce “TBMM’de kanun tekliflerine verilen desteğimiz aynen sürecektir” dedi. Bu konuda bir kaza olmayacağını vurguladı.

Ardından, “Cumhur İttifakı’ndan tavizimiz, geri dönüşümüz, yarı yolda bırakmamız, ilkelerinden ve hedeflerinden cayma göstermemiz mümkün değildir” ifadeleriyle Erdoğan’a yapıcı mesaj verdi. AKP’deki kesim ile Erdoğan’ı ayıran en net mesajı ise şu ifadelerdeydi:

“Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da şartlar ne olursa sonuna kadar yanında ve arkasında olacağımızı, kesinlikle yalınız bırakmayacağımızı herkes çok iyi bilmelidir.”

"Cumhurbaşkanı’nın hatırına feragat" vurgusu

Ancak ardından gelen cümleler aynı yapıcılıkta değildi:

“Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı görüşmeleri, kurduğu ilişki ağlarını, icra ettiği ikili temasları saygıyla karşılıyor, zatı devletlerini daha da rahatlatmak için bir kez daha feragatle hareket edip karşılıksız inisiyatif alıyor ve bu tercihimizi aziz milletimizle paylaşıyoruz.”

Bahçeli, karşılıksız inisiyatif aldıklarını belirterek, MHP’nin bu tabloyu “tahammül edilemez” bulduğunu ancak fedakârlık yaptığını vurguladı. Feragatle hareket ettiklerini vurgulayarak aslında bu yapılanların karşılığı olması gerektiğini ancak bunu yapmadıklarını söyledi.

Erdoğan’la görüşür mü?

Bütün bunlara rağmen Bahçeli’nin açıklamasının kendisi, feragat vurgusu, CHP ile kurulması istenilen ittifak konusunda dilek ve temennide bulunması Erdoğan’a ve AKP’ye karşı açık uyarı anlamı taşıyor.

Bahçeli, Sinan Ateş davasının partisine verdiği zararın farkında ve bu konunun gündemde tutulmasına MHP’nin duyduğu öfkeyi yansıtıyor. Bu davanın AKP ile MHP’yi ayırmak amaçlı kullanıldığını söyleyerek hem dava ile ilgili ince bir mesaj veriyor hem de CHP ile yürütülen temasları da bu kapsamda gördüğünü vurguluyor. Açıklama, MHP’nin tahammül sınırında olduğunu, Erdoğan’a verdiği desteği ayrı tutmakla birlikte, AKP ile yürütülen ittifaka son verebileceği mesajını da içeriyor. Erdoğan, bu açıklamadan sonra Bahçeli ile görüşür mü, iki parti arasındaki temas trafiği nasıl ilerler, bu açıklama Sinan Ateş davasını nasıl etkiler, göreceğiz. Ancak siyasette gerçekten de Bahçeli’nin de vurguladığı gibi yeni bir denklemin kurulduğu ortada.

Açıklaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Devlet Bahçeli'nin Erdoğan ve AKP'ye, -kendi ifadesiyle- "ısmarlama normalleşme"ye karşı, başkanlık barajı olan "yüzde 51 ihtarı" yaptığı da söylenebilir.

                                                                   /././

Tahir Elçi cinayeti dosyasındaki rezaletler, sola sızan ajanlar, gazeteci tehdit eden JİTEM'ciler (Gökçer Tahincioğlu)

Elçi'nin PKK tarafından vurulduğu, polis tarafından vurulduğu, olay anında önlem almadığı ve talihsiz biçimde vurulduğu, seken kurşunla vuruldu, hedef alınarak vurulduğu gibi çok sayıda iddia var. Mühim olan bunlar da değil… Mühim olan çözme iradesinin olup olmaması… Elçi, itinayla hedef gösterildi ve garip bir biçimde öldürüldü

Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin, kentin göbeğindeki Dört Ayaklı Minare'nin altında, güpegündüz öldürülmesine ilişkin davada yargılanan polisler, beklendiği ve en baştan bu yana öngörüldüğü gibi beraat etti.

Bu kadar göz önünde işlenmiş bir cinayetin bile cezasız bırakılacağı aslında daha ilk günden belliydi. Zaten polislerin de ceza almasından çok, bu rezaletler, bunları yapanların deşifre edilebilmesi önemliydi. Bu da yapılamadı. Elçi ailesinin, eşi Türkan Elçi'nin ve avukatların olağanüstü çabasıyla açığa çıkartılan kanıtlar da dikkate alınmadı. Cezasızlık yeniden işledi…

* * * 

Öyle bir dosya ki kimin kim olduğunu ayırt etmeye de yarıyor.

Dokuz yıl önce işlenen cinayetten hemen sonra, Tahir Elçi'nin yıllarca takip ettiği JİTEM davalarının birinin, bir numaralı sanığı, bir aracı vasıtasıyla mesaj gönderdi.

Daha önce yazdığım, faili meçhul cinayetlerin anlatıldığı Beyaz Toros adlı kitaba atıf yaparak gönderilen bu mesaj, Tahir Elçi cinayetiyle ilgiliydi.

Anımsayalım, Elçi'nin öldürüldüğü günün bir gün öncesinde, örgüt mensubu iki kişi Toros marka bir araçla, polis aracına saldırıda bulundu. O araçtaki saldırganlardan biri, Elçi'nin öldürüldüğü gün de olay yerindeydi. Taksideki iki örgüt mensubu, kendilerini durduran iki polise ateş açtı. Ardından Elçi'nin basın açıklaması yaptığı yöne doğru kaçmaya başladılar. Bu sırada çatışma yaşandı. Elçi, tam o sırada vuruldu.

Elçi'nin yargılanması için yıllarca emek verdiği JİTEM davası sanığı, emekli askerden aracı vasıtasıyla gelen mesaj şöyleydi:

"Kendisiyle irtibat kurarsan bugünkü Milliyet gazetesinde beyaz Toros'u kimlerin kullandığını yazmışlar. Okumuş mu? Kitabındaki Beyaz Toros'la çelişiyor. Sanırım haberi yok…"

* * * 

Öfkesi elbette yıllarca Elçi'nin kendisiyle uğraşmasından kaynaklanıyordu. Ancak daha garibi aracı olan şahsın da aynı nefreti taşımasıydı. Bu mesajdan önce, yine Elçi'nin avukatlık yaptığı bir dosyayı haberleştirmem üzerine, önce "çok irdeliyorsunuz" diye mesaj göndermiş ardından da şunları yazmıştı Elçi için: "Sizin savunduğunuz kişinin stajyer avukat iken Diyarbakır Cezaevi'nde yatan örgüt mensupları ile dağdakiler arasında PKK'nın kuryeliğini yaptığını ve cezasının ertelendiğini bilemezsiniz tabi ki ama bu gerçek de ortada…"

Aynı kişi, daha sonra, kibar bir üslupla, kafamdaki tereddütleri doğrudan aracılık ettiği emekli askere sorabileceğimi söyledi. Bunu kabul ettiğimde ise şu an uygun olmadığı yanıtını vererek…

Elçi'yle ilgili, yalan dolu bu nefret mesajını taşıyan aracı, uzun zamandır sol-sosyalist çevrelerin içerisinde paylaşımlar yapıp, çeşitli grupların bir parçası olmaya çalışıyor. Öldürülen insanların yakınlarıyla pozlar vermeyi ihmal etmeden…

* * * 

Bu küçük anekdot Tahir Elçi cinayeti davasının, sıradan bir dava olmadığını göstermesi açısından önemli.

Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, üç polisin sanık olarak yargılandığı davada vereceği karar zaten belli gibiydi. Nitekim şaşırtmadı ve davayı beraatle bitirdi. Ama sorular ortada duruyor. Gariplikleri unutmamak lazım:

* Cinayet öncesinde inanılmaz olaylar yaşandı. Diyarbakır gibi devletin sürekli teyakkuzda olduğu bir kentte, Elçi cinayetinden bir gün önce polise saldırı düzenleyen 2 YDG-H'linin bindiği taksiyi polis durdurdu. Taksidekiler kendilerini durduran, hiçbir önlem almadan taksiye yanaşan iki polisi vurduktan sonra sokağa girdi ve burada çıkan çatışmada Elçi öldürüldü. Avukatların çabası ve alınan ifadeler, o taksinin zaten takipte olduğunu, Balıkçılarbaşı gibi kentin en yoğun bölgelerinden birine gelene kadar trafik yoğunluğu gerekçesiyle müdahale edilmediğini, trafiğin kesilerek müdahale yolunun seçilmediğini açığa çıkarttı.

* Elçi ise tüm bunlar yaşanırken, operasyonlarda ve çatışmalarda zarar gören Dört Ayaklı Minare'nin ve kültürel mirasın korunması konusunda basın açıklaması yapıyordu. İddiaya göre, bölgedeki onlarca kamera, Elçi'yi vuran silahı kayda alamadı. Polislerin olaydan sonra verdiği ifadelerin özü de aynıydı: "Ben ateş etmedim, başka ateş edeni de görmedim."

* Olaydan sonra ilk keşif, aynı gün saat 15.00'te gerçekleştirildi ama yarım kaldı. İkinci ve kapsamlı keşif olaydan tam 110 gün sonra yapıldı.

* 17 Mart 2016'daki yapılan bu keşiften sonra bilirkişi raporu ise sadece iki günde yazıldı. Ve rapor yazılırken, tıbbi belgeler, otopsi bulguları, fotoğraf ve videolar dosyada yoktu, hepsi Adli Tıp'ta bekliyordu.

* Eksik belgelere rağmen, raporda çok iddialı bir yorum yapıldı, dosya kapatılmak istendi: "Ölümüne neden olan atışın, hangi silahtan, hangi açıyla, kişinin hangi vücut pozisyonuyla gerçekleştiğinin tıbben ve fiziken bilinemeyeceği..."

* * * 

 * Bu arada bazı görüntülerin kayıp olduğu da anlaşıldı. Yenikapı Sokak'ta yer alan PTT Şubesi'nin 5 nolu güvenlik kamerası kayıtlarında olay günü saat 11.34 ile 11.51 saatleri arasında 17 dakikalık bir kesintinin olduğu saptandı. Foto Film Şube Personeli'nce çekilen görüntü kayıtlarında yaklaşık 13 saniyelik bir kesintinin olduğu da tespit edildi. Bu görüntülerle ilgili suç duyurusunda bulunuldu ama sonuç elde edilmedi.

*Cinayetin üzerinden zaman geçtikçe, gizli tanıklar ortaya çıktı. "Elçi'yi biz vurduk, merkezden talimat geldi, ortalığı karıştırmak istedik" ifadeleri bazı gazetelerin manşetlerini de süsledi. Gerçek olmadığı çok belliydi.

*İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu raporu büyük önem taşıyordu. Cinayetten dört yıl sonra bakanlıktan, raporun tamamlandığı, Diyarbakır Başsavcılığı'na ve ilgili mülki idareye gönderildiği ancak adli nitelik taşıması nedeniyle avukatlara verilemeyeceği söylendi. Savcılık ise buna rağmen ısrarla raporun dosyaya gönderilmediğini bildirdi. Raporun akıbeti uzun süre belirsiz kaldı, zira polisler için ihmal tespiti yapılıyordu.

* Diyarbakır Barosu ve avukatlar, bunun üzerine harekete geçti. İngiltere'deki Londra Üniversitesi Adli Mimari Bölümü ile anlaşıldı, eldeki tüm kayıtlar buraya gönderildi. Uzman kuruluş, saniye saniye, bilimsel yöntemlerle görüntüleri inceledi. Londra Üniversitesi Goldsmith Koleji bünyesindeki Forensic Architecture (Adli Mimarlık) tarafından hazırlanan rapor aydınlatıcıydı. Rapora göre Elçi'nin öldürülmesi esnasında olay yerinde bulunan YDG-H mensuplarından ikisi de öldürücü atışı yapmadı ancak polis memurlarından üçünün Elçi'ye yönelik doğrudan ateş hattı vardı ve eşkali raporda verilen bir tanesi açık ve engelsiz bir ateş hattıyla silahını ateşleyen tek memurdu. Olay sonrasında ifade veren bazı polislerin beyanının aksine raporda, uzak bir mesafeden uzun namlulu bir silahın ateşlendiğine dair herhangi bir işitsel delile ulaşılamadığı da belirtildi. Savcılık, belirlenen isimlerin ifadesini "şüpheli" sıfatıyla almadı. Dosyayı yeniden Adli Tıp Kurumu'na gönderdi.

* Adli Tıp'tan gelen yanıt, önceki rapordaki görüşlerinin sürdüğü yönündeydi. Uzman kuruluşun raporuyla ilgili ise herhangi bir beyan içermiyordu.

Dosyaya 11 Ekim 2019'da çok önemli bir ifade girdi. Adli Tıp Kurumu'nda çalışan M.A., 3 Ağustos 2016'da verdiği ifadede Tahir Elçi cinayeti ile ilgili delilin UYAP'tan silindiğini söylemiş, bu ifade sonradan açığa çıkmıştı. Diyarbakır Barosu, ortaya çıkmayan bu ifade nedeniyle suç duyurusunda bulundu. Aynı zamanda Diyarbakır Başsavcılığı'ndan olayın araştırılmasını istedi. İfade, doğrudan dosyaya girmemişti ve nedense dosyaya gönderilmemişti. FETÖ soruşturması kapsamında alınan ancak cinayetle ilgili önemli bilgiler içeren 2016 tarihli ifadenin cinayet dosyasına neden gönderilmediği sorusunun yanıtı belirsiz. Yeniden ifade veren M.A., Adli Tıp Kurumu'nun, "Yalan, iftira, suç duyurusunda bulunacağız" açıklamasına karşılık, "2016'da alınan ifadem doğrudur, bana aittir. Arkasındayım" dedi. Altuğ'un bu ifadesi, Elçi cinayeti soruşturma dosyasına girdi.

Elçi'nin öldürülmesine ilişkin dava ancak beş yıl sonra açıldı ve cinayetin üzerinden altı yıl geçtikten sonra yargılamalar başladı. Üç polis hakkında açılan davaya, son dakikada gizli tanığın verdiği ifadeyle, PKK'lı olduğu iddia edilen bir firarinin ismi de eklendi. Devlet, her aşamada bu kartı açık tutmak istiyordu.

* Ama davanın üçüncü duruşmasında olmadık şeyler yaşandı. Gizli tanıklar da savcılık tanıkları da soruşturma aşamasında verdikleri ifadeleri çekiverdiler. Üstelik tanıklardan, cezaevinde bulunan ve uzaktan salona bağlanan hükümlü Deniz Ataş, isyan ederek, savcının kendisini kandırdığını söylüyordu: "Bize işkence yaptılar. Savcı da geldi. Bana Tahir Elçi cinayetini Uğur ve Mahsum'un (PKK'lılar) üstüne atacaksın, yoksa seni öldürürüz dediler. Korkudan, ifade vermeyi kabul ettim."

* Cinayetin PKK tarafından işlendiğine yönelik iddialara dayanak yapılan ifadeleri veren isimlerden Mehmet Türk ise eski ifadesinin doğru olmadığını belirtti. Cezaevindeki bir başka tanık Ekrem Özgün de önceki ifadesinin doğru olmadığını hatta hiç ifade vermediğini söyledi. Gizli tanık bile ifadesini geri çekti.

* Cinayet anını çeken üç kamera ile ilgili sırlar sürüyor. Bir tanesinin 12 saniyesi, postane kamerasının 20 saniyesi, Mardin Kebap Evinin 4. kamerasının bütün görüntüleri kesik.

* * * 

Elçi'nin PKK tarafından vurulduğu, polis tarafından vurulduğu, olay anında önlem almadığı ve talihsiz biçimde vurulduğu, seken kurşunla vuruldu, hedef alınarak vurulduğu gibi çok sayıda iddia var.

Mühim olan bunlar da değil…

Mühim olan çözme iradesinin olup olmaması…

Elçi, itinayla hedef gösterildi ve garip bir biçimde öldürüldü.

Devlet, cinayeti çözmek yerine dosyayı kapatmak iradesi ile hareket etti ve gelinen nokta ortada.

Bu cinayetler çözülmedikçe üzerine yenilerinin eklenebildiği, birilerinin her koşulda insanları hedef gösterme ve öldürme cüretini gösterebildiği ortada.

Mesele bir iki kişinin ceza alması değil. Hedef gösterenden, soruşturmayı ihmal edene kadar kim varsa açığa çıkartılıp cezalandırılması.

Bu hayalin bugün de gerçek olamayacağı yine görüldü.

                                                       /././

Faşizme giden yol mideden geçer (Mine Söğüt)

İnsanı külliyen yok sayan ve açık açık paraya tapan bir düzenin içinde zombileşerek hayatta kalmayı, yaşamak sanıyorlar

Ursula K. Le Guin'in muhteşem bir kısa hikâyesi vardır. "Omelas'ı terk edenler..."

Hikâye, hayatın mükemmel olduğu hayali bir şehri anlatır. O şehirde ruhban sınıfı ve asker yoktur. Topraklarında bolluk bereket vardır. Evlerin içleri ışıklı, insanların yüzleri aydınlıktır. Yoksulluk, savaş, mutsuzluk nedir bilmezler. Yaşlısından, çocuğuna o şehirde herkes mutlak bir doyuma ve mutluluğa sahiptir.

Bu mükemmel hayatın tek ama tek bir bedeli vardır. O da, ailesinden koparılıp, ışıksız bir odaya hapsedilerek, günde bir kez önüne koyulan bir kap yemekle kendi pisliği içinde, yarı deli bir şekilde yaşamaya terk edilmiş, hiç büyüyemeyen yapayalnız bir çocuğun zorunlu varlığıdır.

Omelas'ta yaşayan herkes o çocuğun hayatından haberdardır. Ama hepsi de bilirler ki şehirdeki refahın devam etmesinin tek şartı, o çocuğun orada öylece yaşamaya devam etmesi, yani eziyet çekmesidir.

Onun varlığı şehirdeki çocuklara olayı anlayabilecekleri yaşa gelince, çok dikkatli bir şekilde anlatılır. Bazı gençler onu görmeye o odaya gelirler. Ve çoğu çok üzülerek, çaresizlik duygularıyla oradan ayrılırlar. Bazıları onu oradan kurtarmak isterler. Ama biraz düşününce görürler ki, orada yaşamaya alışan çocuk ortamından çıkarılırsa dışarıya uyum sağlayamaz. Bu arada o oradan çıkarıldığında tüm refahını kaybedecek olan şehir halkının mutlak mutluluğu da ortadan kaybolacaktır. Kimse bu bedeli göze alamaz.

Ursula Le Guin bu hikâyede bize kapitalizmin keskin bir alegorisini sunar. Ama asıl ışığını, o ülkedeki düzene sessiz kalanlara, ya da o düzen yüzünden acı çekenlere, ya da o düzeni değiştirmenin şartları üzerine düşünenlere değil… O düzeni reddedenlere yani Omelas'ı arkalarına bile bakmadan terk edenlere, edebilenlere tutar.

Yani bize "konforu terk edin" der.

Amerikalı usta yazar insanlığa bu teklifi yaptığında yıl 1973'tür ve daha ne kapitalizmin zaferi henüz mutlaktır, ne de komünizmin hazin sonu…

Desen: Selçuk Demirel

Yıl 2024. Kayıtlı tarihinin en başlarından beri "doğruyu" arayıp hep yanlışa varan insanlık bugün hâlâ faşizmle verdiği tüm sınavlardan yenik çıkıyor.

Geçen yüzyılın sonunda aşırı solun tüm dünyada hızla güçten düşüşüne şaşırmayan…

Şaşırmamakla da kalmayıp, bundan hiç endişe duymayan…

Endişe duymamakla da kalmayıp, yeni dünya düzenine umutla bakan…

Umutla bakmakla da kalmayıp, bu düzenin inşasında canı gönülden yer alanlar…

Şimdi tüm dünyada aşırı sağın hızla yükselmesine şaşırıyor, bundan endişeleniyor ve geleceğe dair umutsuzluğa düşüyorlar.

Çünkü silahlanmaya karşı çıkma enerjilerini çoktan kaybettiler.

Ruhları artık savaşsız bir dünya hayali kuramayacak kadar karardı.

İnsanı külliyen yok sayan ve açık açık paraya tapan bir düzenin içinde zombileşerek hayatta kalmayı, yaşamak sanıyorlar.

İçinde yarı ölü olarak süründükleri bir hayat formunun aldatmacalı konforunu korumak için her türlü caniliği görmezden gelebiliyorlar.

Üstelik kaybetmekten korkacakları bir "Omelas"ları bile yok. Cehennem gibi bir dünya kurdular, o cehennemin ateşi sönmesin diye, en vicdanlıları bile, her türlü kötülüğe ikna oluyorlar.

Böyle bir düzende, faşizmin zaferine sadece şaşırmak değil bundan endişelenmek de anlamsızdır.

Zira;

Bugün bir markete girip çeşit çeşit yiyeceği sepetlerine doldurabilenlerin, o sepetlerini hep doldurabilmesi için…

Gerektikçe cep telefonlarının modelini yükseltebilenlerin, o modelleri hep yükseltebilmesi için…

Yeni model araba alabilme ve kendine ait bir eve sahip olma umudu taşıyanların, bu umudu hep sürdürebilmesi için…

Ülkeler arası rahatça seyahat edebilenlerin, bu seyahatleri devamlı yapabilmesi için…

Çocuklarının iyi okullarda okumasını hedefleyenlerin, bu hedefte kayıtsız şartsız ısrar edebilmesi için…

Hatta sadece düzenli bir maaş ve iyi bir emeklilik için bile…

Bugün bu dünyanın bu faşizme ihtiyacı vardır.

O yüzden kimse bu cehennemi terk etmek istemez. Herkes meşrebince o ateşe bir odun daha atar, herkesin aşı o ateşte kaynar.

Faşizme giden yol işte bu yüzden önce mideden geçer, sonra da koca bir tokat olup yüze iner.

                                                               /././

Küresel İşçi Hakları Endeksi 2024 yükselen faşist dalgaya ayna tutuyor (Mustafa Durmuş)

İşçi haklarına ve sendikal harekete yönelik ortak bir saldırıya tanık olunan şu günlerde "Avrupa Sosyal Modeli" hızla aşınıyor.

İşçi haklarındaki hızlı erime

Dün yayımlanan 2024 Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Küresel Haklar Endeksi, faşizmin ve faşist hareketlerin yükselişe geçerek iktidarlara taşınmaya başladığı Avrupa’daki işçi sınıfının temel, demokratik işyeri haklarının dünyanın diğer bölgelerinden daha hızlı bir şekilde çöktüğünü gösteriyor. Öyle ki 2023 yılında;

  • İktidarların yüzde 73'ü grev hakkını ihlal etti,
  • İktidarların yüzde 54'ü toplu pazarlık hakkını ihlal etti,
  • İktidarların yüzde 41'i işçileri sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkından mahrum bıraktı,
  • 16 ülkede sendikaların kayıt altına alınması engellendi,
  • 13 ülkede işçilerin adalete erişimi ya kısıtlandı ya da hiç olmadı,
  • 6 ülkede ifade ve toplanma özgürlüğü kısıtlandı,
  • İşçiler 12 ülkede gözaltına alındılar ve tutuklandılar,
  • İşçiler 4 ülkede şiddet içeren saldırılara maruz kaldılar.

Kısaca, işçi haklarına ve sendikal harekete yönelik ortak bir saldırıya tanık olunan şu günlerde "Avrupa Sosyal Modeli" hızla aşınıyor.

İşçi hakları: Hukukun üstünlüğü ve demokrasinin göstergesi

Bu yıl on birinci kez yayımlanan "Küresel İşçi Hakları Endeksi", işçi haklarının kapsamlı bir hukuksal incelemesi aslında.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ve içtihatlarından türetilen 97 göstergeden oluşan bir listeye göre 151 ülkeyi sıralayan endeksin bu anlamda bir benzeri yok. Endeks 2023 yılında 149 ülkeyi, başladığı 2014 yılında ise 139 ülkeyi kapsıyordu.

Endeks ülkeleri, işçi haklarına gösterilen saygının derecesine göre; 1'den (en iyi/yüksek) 5+’ya kadar (en kötü) bir ölçekte derecelendiriyor.  Hak ihlalleri her yıl Nisan ayından Mart ayına kadar kaydediliyor.

Başka bir anlatımla, Küresel İşçi Hakları Endeksi, örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık hakkı, grev hakkı, ifade ve toplanma özgürlüğü gibi sağlıklı bir demokrasiyi simgeleyen işyeri demokrasisinin temel unsurlarını takip ediyor.

1 en iyi, 5 en kötü

Bu endeks işçi hakları bağlamında ülkeleri gruplar halinde 1'den 5'e kadar sıralıyor. Birinci grupta yer alan ülkeler işçi haklarına en fazla saygı duyulan ülkelerken, beşinci grupta yer alan ülkeler, "işçilerin fiilen [mevzuatta belirtilen] bu haklara erişiminin olmadığı ve bu nedenle otokratik rejimlere ve adil olmayan çalışma uygulamalarına maruz kaldıkları" şeklinde tanımlanan "hak garantisi olmayan ülkeler", olarak tanımlanıyor.

Bu grupta yer alan ülkeler arasında; Brezilya, Çin, Kolombiya, Ekvator, Hindistan, Filipinler, Güney Kore ve Türkiye bulunuyor. Bu ülkeler raporun haritalarında kırmızı renkte işaretlenmiş.

Ayrıca 5+ notu alan, "hukukun üstünlüğünün ortadan bütünüyle kalkması nedeniyle hakların garantisi yok" olan ülkeler de söz konusu. Afganistan, Myanmar, Suriye ve Yemen bu kategoride yer alan 10 ülke arasında bulunuyor (koyu kırmızı renkte).

En sık ihlal edilen 9 işçi hakkı

Ankete katılan 151 ülkede geçtiğimiz yıl en sık ihlal edilen 9 işçi hakkı 93 alt madde halinde detaylı bir biçimde endeksin/raporun 63’ncü ve 71’nci sayfaları arasında sıralanıyor. Bunlardan bazıları şöyle:

  • Grev hakkına yönelik tehditler,
  • Toplu pazarlığın erozyona uğraması,
  • Emek korumasından dışlanma,
  • Adalete erişimde kısıtlamalar,
  • Sendika kayıtlarının silinmesi (112 ülkede, sendikaların kaydını engelleyen, kayıtlarını silen veya keyfi olarak fesheden yetkililer tarafından uygulanan uzun ve külfetli prosedürler ve engeller nedeniyle işçiler sendika kurma konusunda önemli yasal engellerle karşılaştılar),
  • İfade ve toplanma özgürlüğüne yönelik saldırılar,
  • İşçilere ve sendikacılara yönelik keyfi tutuklamalar, gözaltılar ve hapis cezaları,
  • İşçilere yönelik şiddet içeren fiziki saldırılar,
  • Öncü işçilerin ve sendikacıların öldürülmesi.
Endeks ayrıca hâlihazırda devam eden ve dünya işçi sınıfının önümüzdeki yıllarda da karşılaşabileceği küresel tehditleri de şöyle sıralıyor:
  • İşçilerin seslerinin susturulması,
  • Sendika binalarına polis baskınları yapılması,
  • Savaşlar ve çatışmaların işçi haklarını ortadan kaldırması (zira Ukrayna’da ve Filistin’de yaşanan savaşların gösterdiği gibi işçilerin geçim kaynakları ve özgürlükleri kısıtlanıyor).

Türkiye’de işçi hakları uygulanmıyor!

Türkiye Küresel İşçi Hakları Endeksi açısından en kötü durumda olan ilk 10 ülke arasında yer alıyor.

Rapora göre, Türkiye’de özgürlükler bastırılıyor, işçiler sendikalardan ayrılmaya zorlanıyor, sendikacılara ve öncü işçilere yönelik temelsiz kovuşturmalar yürütülüyor ve işçiler ve sendikacılar şiddete uğruyor. Grev hakkını sınırlayan, ücret müzakerelerini baltalayan ve sosyal korumayı kesen uygulamalara başvuruluyor.

Yıllardır Türkiye’deki işçilerinin özgürlükleri ve hakları acımasızca saldırıya uğruyor. Sivil özgürlükler baskı altına alınmış, sendikalar ve üyeleri sistematik olarak, özellikle de uydurma suçlamalarla, kovuşturmaya uğrayarak hedef alınmış durumda.

Patronlar, sendikalaşma girişiminde bulunan işçileri metodik bir şekilde işten çıkararak sendika kırıcılığı yapmaya devam ediyorlar. Diğer yandan, işçiler korku ortamında ve sürekli misilleme tehdidi altında birleşmek ve sendika kurmak için mücadele ediyorlar.

                                                        /././

Erdoğan'la görüşme: CHP halka anlatamadı, oysa Özgür Özel içeride...(Yalçın Doğan)

İletişim!.. Döne dolaşa iletişim!.. CHP'deki bu eksiklik CHP'yi geriye düşürüyor

"Ne söylediğini herkes kendi açıklasın."

CHP lideri Özgür Özel ile 18 yıl sonra CHP Genel Merkezi'ne gelen Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmede böyle bir ilke kararı alınıyor.

Görüşme bitiyor, Erdoğan gidiyor, Özgür Özel partisinin MYK'sını topluyor, üyeleri bilgilendirirken...

AKP Sözcüsü Ömer Çelik TV'lere çıkıyor, kararlaştırıldığı gibi, canlı yayında Erdoğan açısından görüşmeye ilişkin bilgiler veriyor.

CHP MYK üyeleri Ömer Çelik'i dinlerken, Özgür Özel parti sözcüsü Deniz Yücel'e "neleri açıklaması gerektiğini" dikte ediyor.

Ömer Çelik görüşmeden yarım saat sonra canlı yayında.

CHP'den gelen açıklama yaklaşık üç saat sonra!..

Ömer Çelik'in erken açıklamasıyla birlikte, AKP görüşmeyi domine etmiş oluyor.

Deniz Yücel yetersiz

CHP'nin üç saat gecikmesi politik olarak yanlış.

İletişim tekniği açısından kötü bir planlama, kötü bir zamanlama.

Kaldı ki...

Bir de...

CHP Sözcüsü Deniz Yücel...

İzmir İl Başkanlığından Meclis'e gelen, gelir gelmez parti sözcülüğüne atanan Deniz Yücel...

Kendisini tanımıyorum, bilmiyorum. Düzgün bir profil çiziyor.

Ancak, parti sözcülüğü için amatör kalıyor. Kendisini izleyenlere vermesi gereken enerji eksik.

"Ağzımdan yanlış bir söz kaçırırım" korkusuyla, açıklamaları yetersiz kalıyor.

Önceki akşam düzenlediği basın toplantısı Ömer Çelik'in sözleriyle karşılaştırıldığında, geride kalıyor.

Daha önemlisi, Özgür Özel'in görüşmedeki tutumunu kamuoyuna tam yansıtamıyor.

Basın toplantısını izleyen gazeteciler durumun farkında ki, aslında bu tür açıklamalar sonrasında arka arkaya sorular yönetilmesi gerekirken...

Sadece bir, iki gazeteci soru soruyor, vücut dilinden anladığım kadarıyla, buna sanki Deniz Yücel de şaşırıyor, yanıtları sade suya tirit.

"Popülist değil, realist"

Görüşmede bazı başlıklara gelince...

Ekonomik konularda...

Özgür Özel:

- Çay, arpa ve buğdaydan hareketle "maliyetlerle verilen taban fiyatları arasındaki uçuruma" dikkat çektiğinde...

- Emekli aylıkları ve asgari ücretin geçinmeye asla yetmediğini ilettiğinde...

- Vergide adaletin sağlanması gerektiğini vurguladığında...

Toplamda açlık ve yoksulluğu (bu iki tanım bana ait, y.d.) açıkça dile getirdiğinde, Erdoğan'ın verdiği yanıt çok klasik:

"Popülist değil, realist olmak gerekir."

Realist, yani gerçekçi!..

Erdoğan şunu söylemek istiyor:

"Paramız yok, daha fazlasını veremeyiz, enflasyonu düşürmek programına da aykırı."

O zaman sormak gerek:

"- Enflasyonu bu hale kim getirdi?..

- Milyonlarca insanı sefalete kim sürükledi?..

- Neden çalışanlar o kadar yüksek vergi ödüyor?

- Dolaylı vergiler neden bu kadar yüksek?..

- Geçilmeyen köprülere, gidilmeyen otoyollara, hava alanlarına açıktan hala neden garanti veriliyor, hem de döviz cinsinden?.."

Erdoğan'ın deyimiyle, "realist" olan bu mu?..

Düşük gelirlilerin sırtına daha mı çok binmek "realist" olmak?..  

Her yol "yeni anayasa"

Ya adaletsizlikler?..

Hukuksuzluklar?..

Uyulmayan Anayasa Mahkemesi kararları?..

Gezi tutukluları?..

Pek çok maddesi iptal edilen 703 sayılı KHK?..

Belediyelere kayyım atanması?..

Özgür Özel bu ve benzer temel hukuk sorunlarını dile getirdiğinde, Erdoğan ezberini bozmuyor:

"Yeni anayasa!.."

Sen önce şu elindeki Anayasa'ya uy!..

Anayasa Mahkemesi kararıyla, altı yıldır delik deşik olduğu ilan edilen Anayasa'yı raftan bir indir!..

Erdoğan ile Özel'in bu konuda anlaşmaları mümkün değil.

Özgür Özel bastırdı

Görüşmede Özgür Özel Arap saçına dönmüş sorunları hiç çekinmeden tek tek söylüyor.

Her sorunu en can alıcı açıdan aktardığında...

Erdoğan'dan genel yanıtlar alıyor.

Bununla birlikte, bana kalırsa...

CHP görüşmeyle ilgili kendisini halka anlatamıyor, bizleri düzgün bilgilendirmekte eksik kalıyor.

Anlatamayışı dün sosyal medyaya olumsuz yansıyor.

"Özgür Özel bu işi kıvıramadı" türünde pek çok söylem dikkatimi çekiyor.

Oysa, değil!..

İletişim!..

Döne dolaşa iletişim!..

CHP'deki bu eksiklik CHP'yi geriye düşürüyor.

"Normalleşme" edebiyatı

CHP Sözcüsü Deniz Yücel'in basın toplantısının başında gereksiz uzattığı "normalleşme" edebiyatı yerine...

Batı'da "talk to the point" deniyor, lafı uzatmadan, konunun doğrudan özüne girerek halka anlatmak, böyle ortamlarda daha doğru bir yöntem.

Son nokta şu.

Özgür Özel'le görüşmesinden hemen sonra Erdoğan cinayete kurban giden Sinan Ateş'in eşi Ayşe Ateş'i ve iki kızını kabul ediyor.

Ayşe Ateş toplumu hemen bilgilendiriyor.

O bilgilendirme dikkatleri bir anda o tarafa çekiyor, CHP'nin basın toplantısının önüne geçiyor.

Çünkü, CHP geç kalıyor.

(T24)




12 Haziran 2024 Çarşamba

Sermaye tanrıları yumuşama, Özgür Özel görüntüyü kurtarma derdinde (soL)

Uzun bir aradan sonra gelen büyük seçim başarısına rağmen CHP'nin mitinglerinin etkisizliği, esas politikalarının halkın talepleri değil yumuşama politikası olmasından kaynaklanıyor.

Erdoğan-Özel ikilisinin ziyaret turuyla siyasette başlayan “yumuşama” adımları devam ediyor. Yumuşama emekçiler, emekliler yani halk için mi yoksa Şimşek programıyla daha da semirecek olan sermaye için mi? İşte bu sorunun yanıtı için adım adım “yumuşama” ya da “normalleşme”nin perde arkasına bakmalıyız.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e bugün 18 yıl sonra CHP Genel Merkezi'ne giderek iade-i ziyarette bulunacak.

İlk görüşmenin ardından Özel "Türkiye’nin ve Türk siyasetinin buna ihtiyacı var" diyerek, Erdoğan ise "Bu adımın atılmasıyla siyasetin ülkemizde çok daha yumuşama dönemine girdiğini görüyoruz" ifadeleriyle müjdelemişti “yumuşamayı”. 31 Mart yerel seçimlerinden CHP’yi yıllar sonra birinci yaparak çıkmış olan yeni genel başkan Özgür Özel’e göre yeni bir dönem başlıyordu, siyasetin de buna ihtiyacı vardı. Görüşmenin ayrıntıları bilinmese de Erdoğan’ın yeni anayasa konusu açtığı, Özel’in Gezi tutukları, AİHM kararları gibi konuları gündeme getirdiği biliniyor.

Görüşmenin ardından bazı gelişmeler oldu. Mesela 28 Şubat tutuklusu askerlere af kararı geldi yıllar sonra. CHP kesimi bunu görüşmeye yordu, zira görüşmede açılan konulardan biri buydu. Görüşmeden bağımsız CHP’nin adımları da vardı tabii. “1 Mayıs Taksim Meydanı’ndayız” dediler ancak sendikalar ve CHP işbirliğiyle Saraçhane’ye toplanan tüm kitle, sanki Taksim’e dair bir şey söylenmemişcesine yapayalnız bırakıldı. Özel, Erdoğan görüşmesi öncesinde yaşanan bu rezalet, gözaltına alınan onlarca insan varken CHP Genel Başkanı’nın konuya ilişkin de adım atılması beklendi ama İstanbul Valisi Davut Gül “Devlet yarına bırakır ama yanına bırakmaz” derken de gözaltılar devam ederken de bir adım gelmedi. Emekçiler yalnız kalmıştı.

Yumuşama adımları 'bakanlarla' devam ediyor

Yeni dönemde "Fiili güçlü genel sekreter” ve "gölge kabine" gibi hamlelerde bulunan CHP’nin “gölge kabine üyeleri” yumuşama adımları için kolları sıvadı. Gölge içişleri bakanı olan genel başkan yardımcısı Murat Bakan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’yla, İlhan Uzgel Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile, Gökan Zeybek de Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki ile görüştü.

Görüşmelerin içişleri ayağına ilişkin Murat Bakan’dan “Görüşmenin içeriğini şu an paylaşmayı doğru bulmuyorum” açıklaması geldi. Bakan, ülkenin menfaatleri doğrultusunda sorunları çözebiliyor olmaları gerektiğini bunun için de istişarelerin önemli olduğunu vurgularken, “Bu bizim muhalefet yapmamızı engellemez” dedi. İktidar ve muhalefetin kesişim noktası olarak ülkenin sorunlarını işaret etti.

Hakan Fidan’la görüşen Uzgel görüşmenin amacını açıklarken şu ifadeleri kullandı T24’ten Cansu Çamlıbel'e yaptığı açıklamada: “Seçimlerden birinci parti olarak çıkmış bir ana muhalefet partisi ile hükümetin dış politika alanında nasıl bir çalışma ilişkisi yürütebileceğine, yani daha çok yönteme dair bir görüşmeydi.”

İlk görüşmeden doğrudan içeriğe girmenin doğru olmayacağını belirten Uzgel yine de Avrupa ve vize konusu, mesela Filistin konusuyla ilgili konuştuklarını da dile getirdi. Görüşmelerin düzenli olması teklifinde bulunduklarını, Fidan’ın değerlendireceklerini söylediğini de ekledi sözlerine. Uzgel’e göre bu görüşmelerin ve fikir alışverişlerinin bir müttefiklik ya da peşe takılmayla ilintisi yok. Diyalog içinde olmanın yanlış politikaların parçası olmak anlamına gelmediğini belirten Uzgel, “Kamuoyu bunu zaman içinde görecek” diyor.

Erdoğan ile Özel görüşmelerinin ardından gölge bakanlar ile kabinedeki isimlerin görüşme sıklığının artması beklentisi var.

                                              Büyük Eğitim Mitingi-ANKA

Siyasetin yumuşama adımlarıyla ilerlemesi sokakta da öyle olduğu anlamına gelmiyor. Giderek yoksullaşan yurttaşların hâlâ büyük bir öfkesi var ve bunu soğurması gerek.

CHP, seçimin de rüzgarıyla halkla ilişkilenmek adına çok uzun zamandır unuttuğu sokakla kurulan ilişkiyi hatırlamak için olacak ki bir dizi miting düzenleyeceklerini açıkladı. Hatta Özel, “Artık CHP’nin tematik mitingleri olacak. Biz her derdi olan için, haksızlığa uğrayan için sokakta olacağız. Onların demokratik haklarını meydanda dile getireceğiz” ifadeleriyle duyurdu bu kararı. Büyük Eğitim Mitingi ve Büyük Emekli Mitingi düzenlendi. Akıllardaki soru gerçekten yeterince büyük müydü bu mitingler?

CHP'li belediyelerin milli gelire katkı yüzdesi yüzde 73,41
                                                       
Grafik: Ekonomim-Hüseyin Gökçe

CHP yarım asır sonra en büyük seçim başarısını kazanmışken, kazandığı belediyelerin milli gelire katkısı yüzde 62,52’den yüzde 73,41’e çıkmışken yapılan mitinglerin etkisizliği, bunların göstermelik olduğu algısı yaratıyor. Düzenlenen her iki mitingde de ortak nokta yapılan işlerin ses getirmemesi. 
                                       Grafik: Ekonomim-Hüseyin Gökçe

Başı sonu belli olmayan mitingler

18 Mayıs’ta Saraçhane Meydanı'nda "Büyük Eğitim Mitingi" düzenlendi. Mitinge, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, CHP yöneticileri, milletvekilleri, atanmayan öğretmenler, mülakat ve müfredat mağdurları, Eğitim-Sen ve Eğitim-İş sendikaları ve vatandaşlar katılım gösterdi. Eylemde “Öğretmenler atanmak istiyor”, “Çağdaş laik bilimsel eğitim”, “Eğitimde şiddete son”, “Mülakata son” istekleri dile getirildi.

                                                  Büyük Emekli Mitingi

26 Mayıs’ta da CHP Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda Büyük Emekli Mitingi düzenledi. DİSK Emekli-Sen, Tüm Emeklilerin Sendikası, Bağımsız Emekliler Sendikası, Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği ve birçok sivil toplum kuruluşunun üyelerinin katıldığı mitingde, kurumlar adına alınan sözlerin ardından CHP Genel Başkanı Özgür Özel konuştu. 10 bin lira olan en düşük emekli aylığının yükseltilmesi başta olmak üzere, farklı sorunlar ve talepler alana taşındı.

Mitinglere yenilerini eklemeye devam eden CHP bir karar daha aldı. Özel, 14 Haziran Cuma Günü Tekirdağ'da "Buğday Mitingi" düzenleyeceklerini açıkladı. Buğdaya verilen fiyat tepkiyle karşılanmıştı. Buğday fiyatı artan kalemlere rağmen sadece yüzde 12 arttı. 8 lira 25 kuruş olan buğday artık 9 lira 25 kuruş. Artık 11 lira maliyeti olan buğday 9 lira 25 kuruştan satılmak zorunda olunca buğday üreticisi perişan oldu.

CHP'nin kazandığı seçim uzun yıllar sonra belediyeler üzerinden elde ettiği bir ekonomik gücü de getirdi. Kendi yandaş medyasını da yaratmış olan CHP'nin mitingleri tüm bunlara rağmen heyecan yaratmıyor, emekçilerin derdine çözüm de sunmuyor. Mitinglerde yoksullaşan halkın talepleri güçlenmediği gibi AKP'yi de sıkıştırmıyor. Bunun nedeniyse ortada, CHP'nin esas politikası bu talepler değil yumuşama.

Kaynak bize değil sermayeye

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "kaynak yok" diyerek emekliye zam kapısını kapamıştı. Ancak Erdoğan "batarız" dese de emekliye ek zam mümkün. İktisatçılara göre kaynak, patronlardan alınmayan vergide, müteahhitlere giden kur farkında, tasarruf edilmeyen itibarda ve daha birçok yerde. Örneğin soL’a konuşan Aziz Konukman'ın hesabına göre, Erdoğan'ın "yok" dediği 1,4 trilyon liralık kaynak, patronlardan alınacakken vazgeçilen vergilerle yaratılabilir, hatta kalan 400 milyar lira da vergi havuzuna aktarılabilir. “Kaynak" söz konusu olduğunda siyasi tercihler öne çıkıyor. 

Tercihin yönü de burada karşımıza çıkıyor. Asgari ücrete zammı teke düşüren, emekliye kaynak yok diyen, ülkedeki ağır ekonomik krizi emekçilerin sırtına yükleyen, tüm sermaye kesiminin uzlaştığı Mehmet Şimşek programı aslında yumuşama eğiliminin ana nedeni. Siyasetteki sertliği 1 Mayıs tutuklamalarından, Kobane davasındaki kararlardan, bir türlü pazarlığı bitmeyen Yargıtay seçimlerinden görebiliriz. Siyasetteki etkisizliği görmek için de anayasa tartışmaları ya da CHP’nin mitinglerine bakmak yeterli olabilir. Tüm bunların arka planında işleyen tek çark sermayenin kurtulması için emekçilere karşı dönen çark.

Toplumun bu çarka ses çıkarması sermayenin, iktidarın ve muhalefet için risk. Yumuşamanın da normalleşmenin de etkisi olmayan mitinglerin de altında yatan sebep bu. Tüm bu tablo Özgür Özel'in de görüntüyü kurtarma derdinde olduğuna işaret ediyor.

(soL)

Birgün KÖŞEBAŞI - 12 Haziran 2024 -

 

“Yumuşama”: Muhalefet etme, talep ilet (Berkant Gültekin)

Birçoklarının merakla beklediği Erdoğan’ın CHP ziyareti dün gerçekleşti. CHP Genel Başkanı Özel ile Erdoğan, yerel seçimlerin ardından başlayan ve iktidarın “yumuşama”, muhalefetin ise “normalleşme” olarak isimlendirdiği süreç kapsamında ikinci kez bir araya geldi.

İlk olarak Özel, 2 Mayıs’ta AKP Genel Merkezi’ne giderek Erdoğan’ı ziyaret etmişti. Özel görüşmeye ilişkin yaptığı açıklamada, “Biz kamuoyunun gündeminde ne varsa hepsini Sayın Erdoğan'la görüşme imkânı bulduk” demiş, Erdoğan’ın ekibinin de notlar aldığını söylemişti. CHP liderine göre bu zirve, “Türkiye demokrasisi açısından önemli bir kilometre taşı” idi.

Erdoğan ise “yumuşama” kavramını ilk kez Özel’in bu ziyaretinin ardından telaffuz etmiş, “Bu adımın atılmasıyla siyasetin ülkemizde çok daha yumuşama dönemine girdiğini görüyoruz” değerlendirmesinde bulunmuştu.

Liderlerin görüşmesinin ardından kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadı. Medyaya yansıyan kulis bilgilerine göre Özel, Erdoğan’a, Gezi tutukluları, AYM’nin kararlarına uyulmaması, yaşanan çeşitli hukuksuzluklar, geçim sıkıntısı ve emeklilerin durumu gibi başlıklarda ülkenin temel sorunlardan bahsetti.

Özel’in ayrıca 28 Şubat davası nedeniyle cezaevinde bulunan askerlerin durumunu da Erdoğan’a ilettiği belirtilmiş, görüşmeden 2 hafta sonra askerlerin cezalarının hastalık ve yaş haddi nedeniyle kaldırıp tahliye edilmeleri, bir tarafın “yumuşama” diğer tarafın “normalleşme” dediği sürecin yansıması olarak yorumlanmıştı. Ancak Kobani davası, Hakkari’ye kayyum atanması, maarif müfredatının kabul edilmesi gibi gelişmeler, iktidarın yolunu-yordamını pek de değiştirmeyeceğini ortaya koymuştu.

İlk görüşmeden 40 gün sonra dün CHP Genel Merkezi’nde yapılan görüşmede de Özel, Erdoğan’a yine benzer şekilde ülkede çözüm bekleyen sorunları iletti. Ancak görüşmeye dair en dikkat çekici unsur, paylaşılan fotoğraflardaki ayrıntıydı. CHP tarafından servis edilen fotoğrafta Özel’in makam odasında asılı duran Gezi tablosunun bir kısmi görünürken, Cumhurbaşkanlığı için çekilen fotoğrafın kadrajında ise Gezi tablosu yer almadı. Böylece Erdoğan’ın Gezi’ye dönük kişisel hıncında herhangi bir yumuşama olmadığı bir kez anlaşıldı.

Erdoğan-Özel zirveleri, muhalefetin muhalefet etme biçimini iktidarın kabul edebileceği sınırların ötesine taşırmama eğiliminde olduğunu gösteriyor. CHP, ülkedeki ekonomik ve sosyal problemleri kitlesel bir halk muhalefetine dönüştürmek ve iktidarın üzerinde toplumsal tepkiden doğan bir siyasal baskı oluşturmak yerine, diyalog kanallarını önceleyerek Saray’a talep aktarma yöntemini benimsiyor. Bu tarz-ı siyaset, “yapıcı muhalefet” olarak nitelendiriliyor ve iktidar çevrelerinin de alkışını alıyor.

CHP bu yöntemi karşı mahalledeki önyargıları kırmak için bir taktik olarak mı yoksa en doğru muhalefet etme şeklinin bu olduğunu düşündüğü için mi kullanıyor, henüz cevap net olarak belli değil. Zaman geçtikçe cevap da netleşmeye başlayacak. Ancak en azından şimdilik Erdoğan’ın ivme kazanan muhalefeti istediği çerçeve içine sıkıştırdığını söylemek mümkün. “Yumuşama” denen şey de özünde buydu ve şu an tam olarak Erdoğan’ın istediği oluyor.

Denklem aynı zamanda mevcut anti-demokratik tek adam rejimini muhalefetin penceresinden meşrulaştırıyor. Saray’ı, bir “çözüm merci” olarak kabul ediyor ve anamuhalefeti halkın şikâyetlerini, taleplerini ve beklentilerini en tepeye iletme vazifesiyle sınırlıyor. Üstelik sanki iktidarın bu sorunlardan haberi yokmuş, hatta sorunlar bizzat iktidarın politikalarından kaynaklanmıyormuş gibi…

Muktedirin kamuoyu yapıcıları, söz konusu münasebeti öve öve bitiremiyor. Yıllardır kutuplaştırmadan beslenen Erdoğan’a toz kondurmayan yorumcular, şimdi de diyaloğun ne şahane bir siyaset enstrümanı olduğunu anlatmak için kendini paralıyor. Olan bitene mesafeli duran, “Bir gariplik var” diyen, Erdoğan’ın güç biriktirmek ve iktidarına bir koruma kalkanı yaratmak için yumuşama kartını masaya sürdüğünü söyleyenler ise süreci baltalamakla, gerginlikten beslenmekle suçlanıyor.

Oysa Türkiye tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşarken, toplumsal desteği zayıflayan, yerel seçimlerde önemli mevzileri kaybeden, ilk kez ikinci parti konumuna gerileyen ve halka sefaletten başka hiçbir şey vadedemeyen iktidarın, bir anda muhalefet ile el sıkışmaya, karşılıklı oturmaya gönüllü hale gelmesini tesadüf olarak görmek saflık olur.

Erdoğan’ın “diyalog”, “temas”, “istişare”, “müzakere” gibi kavramlara idealistçe değil, pragmatistçe yaklaştığını, ihtiyacı olmadığında bunların hepsini elinin tersiyle iteceğini unutmamak ve belki de en başta bu gerçeği görerek hareket etmek gerek. Ülkedeki sorunları çözmenin yolu, halkın memnuniyetsizliğini politikleştirerek görünür kılmaktan ve iktidarın milyonları yoksullaştıran siyasi programının hükümranlığına son vermekten geçiyor.

                                                                 /././

Hikâyede kalmasın (Kaan Sezyum)

Öyle bir ülke düşünelim ki, hayalde kalmasın, storide de kalmasın, içimizde de kalmasın. Öyle bir ülke ki diyelim ki dünyanın en güzel yerlerinden birinde. Medeniyetlerin çıktığı, binlerce yıllık tarihi ve bereketli doğası olan, taş bile ekseniz, topraktan taş ağacı çıkabilecek kadar verimli. Ormanlarında çeşit çeşit hayvanın, böceğin, mantarın yaşadığı bir yeryüzü cenneti. Dünyada başka yerde bulunmayan canlılara ev sahipliği yapan bir beşik. Serin hikaye değil mi?

Öyle bir ülke düşünün ki, ülkeyi bir tek fikir yönetiyor. Eğitimden, sağlığa, pek sevmediği bilimden ve sanattan, kültüre dair her şey hakkında bir akıl karar veriyor. Kararların herhangi bir tutarlılığı yok, günü kurtarma ve genelde cebi doldurma özelinde, o an nereden hangi rüzgar eserse, kimin alnı nereye değerse hemen onlarla el ele, iki gün sonra pasta paylaşılamayınca da hemen affediyor kendi kendini. Sadece bu kadar olsa iyi, bir de terso, tedirgin, vizyonu onyıllar öncesine ait, geleceğe kapalı, geçmişin gölgelerinde serin kalabileceğini düşünüyor. Öyle bir ülke düşünün ki olmayan bir tarih peşinde. Kendisine ihanet edenleri bile yüceltiyor, kendisine en büyük kötülükleri yapmışları ayakta alkışlıyor.

∗∗∗

Öyle bir ülke düşünün ki eğitime gerçekten zerre değer vermiyor. Eğitilmek istemiyor çünkü. İşin ilginç tarafı ise kendisi eğitilmek istemese de herkesi kendince “eğitmek” istiyor. Öyle bir ülke düşünün ki gazeteciler, öğrenciler, tivit atanlar anında paketlenebiliyor ama en büyük şehirlerinde bütün dünyanın aradığı suçlular birbirleriyle silahlı çatışmalara girebiliyor. Öyle bir ülke düşünün ki vatandaşlığını para karşılığı herkese verebiliyor.

Öyle bir ülke düşünün ki, ortasından dev bir fay hattı geçiyor ama hala dere yataklarına, fay hatlarına inşaatlar yapıyor, adeta betona tapıyor. Öyle bir ülke düşünün ki yaşanan depremde kaç bin canının kaybettiğini bile bilemiyor, çünkü önemsemiyor. Her vatandaşının canı bir sayı belki de o ülkenin. Her birimiz sadece istatiksel bir veriyiz ve öyle bir ülke ki ülkenin resmi istatistik kurumu bu verilerle de oynayıp, gerçeklerden kaçmak için adeta kendi matematiğiyle kafasını kuma gömüyor.

Öyle bir ülke düşünün ki sınırlarından içeri girmek, tiktok videosu çekmek kadar kolay ama nedense pasaportu dünyada pek de itibar görmüyor. Ülkeden çıkmak için başka ülkelere yalvar yakar dil dökmeniz, sayfalarca belge hazırlamanız gerekiyor. Öyle bir ülke düşünün ki, kendi evinde kiracı gibi takılıyor, toprağında yetişen yetişmeyen her şeyi dışarıdan alıyor. Kendi vatandaşını işsiz, topraksız, arazisiz, tarımsız bırakıp yerine betondan kuleler dikiyor. Kimsenin oturmadığı, otursa bile mutlu olmadığı, mulu olsa bile özgür olamadığı betondan kuleler ve betondan ormanlar…

∗∗∗

Öyle bir ülke düşünün ki memleketini işgal etmiş düşmandan bir çırpıda kurtulmuş, ekonomisini, sanayisini, bilim insanlarını yetiştirmiş, her şeye sıfırdan başlayıp medeniyetini ilan etmiş. Öyle bir ülke düşünün ki hala umudu var ama hala da umudunun yan etkisiyle her duyduğuna inanıyor, sürekli ağzı kulaklarında gülüyor ama hep kandırılıyor, hep üzülüyor. “Bal bal” demekle ağızının tatlanacağını düşünüyor. Öyle bir ülke düşünün ki, tüm yönetenleri ısrarla daha fazla yönetmek istiyor. Peki neden? Yıllardır “Sabredin” denile denile, artık yoksulluğun bir standart haline geldiği, hayatın normal tüketimlerinin bile lüks sayıldığı bir yer haline gelmiş bir ülke. Yönetenler ise hâlâ “Biraz bekleyin bakın süper” olacak diyorlar. Sanki bugüne kadar olmuş gibi. Yılmıyorlar, en büyük yalanları kendilerine söylüyorlar. Bir hayal içinde, dünyadan ve hayattan, gençlikten, insanlıktan uzakta hayalden devasa bir kalede, odaların içindeki odalarında hep daha fazla yönetmek istiyorlar. Bir bağımlı gibi sürekli en kötü zamanlarında biraz daha yönetmek istiyorlar. Bağımlılık da tabii kötü, şimdi birisini bıraksan bir başkasına başlayacaksın. Torun olur, çocuk olur, bir hayvan olur, bir çiçek olur. Belki de yazarın dediği gibi: Bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Peki nerede, nerede o insanlar? Şimdi de bunu düşünün.

                                                        /././

Soykırımlar çağında komünist olmak (Şükrü Aslan)

Soykırımlar çağı ifadesinden özellikle 20. yüzyıl olmak üzere bütün bir modernleşme sürecini kastediyorum. Daha önce bu köşede komünistlerin/sosyalistlerin, bilhassa etnisite ile ilgili 20. yüzyılda yaşanan sert ve şiddetli gerilimleri ve bunların uç biçimleri olarak kitlesel katliamları gerektiği gibi analiz edemediğini yazdım. Bundan dolayı komünist-sosyalist partilerin ve geleneklerin çoğu ülkede kitlesel kıyımlara karşı ciddi eleştirel bir tutum geliştiremediğini ifade etmeye çalıştım.

Sosyalist-komünist parti ve örgütlerin bu sorunlu durumu, kıyıma uğrayan etnisitelerden gelen komünistler için çok daha karmaşık ve dramatiktir. Zira kendi öyküsüne, bir tür yabancılaşma halidir. Dünyayı konuşmak ama kendi öyküsünden bahsetmemektir. Türkiye’nin sol-sosyalist geleneği bu açıdan herhalde daha fazla ve çarpıcı deneyimlere sahiptir. Bilhassa yönetim kademelerinde yer alan Rum, Kürt, Ermeni siyasi aktörler, ailelerinin de mağduru olduğu kitlesel etnik kırımlardan genellikle sözetmemişlerdi. Bu aktörler daha çok kitlesel kırım yapan güçlerin sınıfsal kimlikleriyle; özellikle de burjuva kategorileriyle ilgilenmiş; buna karşın kırıma uğrayanlarla neredeyse ilgilenmemişlerdi. Çünkü onlar zaten sömüren ya da sömürülen her sınıftandı ve sınıfsal kimliklerini ‘analiz’ etmenin fazla bir önemi de yoktu.

∗∗∗

Sosyalist-komünist siyasal geleneklerin kendi geçmişleriyle yüzleşme ihtiyaçları, sanırım en fazla bu dramatik durum nedeniyle önemlidir. Her üyesini ve hatta yöneticisini kendi doğasına yabancı kılan, zulüm görmüş aile üyelerinin öyküsünü bile bir yabancı gibi dinleyen veya hatta yeterince dinlemeyen bu durumla sahici bir yüzleşme zorunludur. Bu olmadıkça sözkonusu geleneklerin kendi geçmişlerine dair kuracakları her cümle ancak bir yarım doğru olabilir. Diğer yarısı, başka bir öykünün konusudur. Sanırım bu karmaşık durumun etkisiyle kitlesel kıyıma uğrayan ve büyük ölçüde tesadüflerin eseri olarak hayatta kalabilen, sonra da bir şekilde sosyalist-komünist siyasal geleneklerin birer neferi olarak hayatlarını feda etmeye hazır olan bireyler, derin iç hesaplaşmalar yaşamışlardır.

Bu tarihsel-sosyolojik vak’anın içine geçmiş bambaşka deneyimler de vardır elbette. Yakın zamanda Fransız devletinin, Pantheon’a (Fransa için ölüme gidenlerin toplandığı anıt mezar) taşımaya karar verdiği Misak Manuşyan’ın öyküsü tam olarak böyledir. Manuşyan, Osmanlı devletinde 20. yüzyılın başlarında nüfusunun yarısı kırılmış Ermenilerin yetim kalan binlerce çocuğundan biriydi. Adıyaman’dan Lübnan’a, oradan Fransa’ya geçebilmiş ve genç yaşında Fransa’nın özgürlüğü için hayatını vermiş bir ‘öteki’ komünistti. Fransız Komünist Partisinin bir gönüllüsü olarak Manuşyan’ın yolu, kendi ataları ile aynı kaderi yaşayan Yahudiler’le kesişmişti. Osmanlı’daki Ermenilerin kırımını ‘politik aklıyla’ organize eden Almanya’nın, Avrupa’daki Yahudileri kırmaya başladığı günlerde Manuşyan, sanki kırılan kimlikler arasında kurulan bağın sesi olmuştu. Nazi faşizmine karşı ‘öteki’ komünistlerin sesi!

∗∗∗

Fransa devleti iki kez başvuru yapmasına rağmen, vatandaşlık talebini kabul etmediği Misak Manuşyan, Nazi faşistlerinin işgaline karşı kıyıma uğrayan halkları savunmuş ve Fransa’nın özgürlüğü için mücadele ederken 1944’de katledilmişti. Fransa şimdi nihayet onu, vatandaşı olmayan bir ilk örnek olarak Fransa’nın özgürlüğüne hayatını adayanların toplandığı mekâna taşımış ve bütün hayat öyküsünün kritik dönemlerini içeren fotoğraf ve anlatıların yer aldığı ve şu sıralar devam eden bir sergiye de konu yapmıştır.

(BİRGÜN)