17 Haziran 2024 Pazartesi

soL KÖŞEBAŞI (17 Haziran 2024)

Milli Eğitim Bakanı öğretmen düşmanlığında boyut atladı: ‘Kamudan fonlandırılıyorlar’ (Burcu Günüşen)

Milli Eğitim Bakanı Tekin’in öğretmenlerin aldıkları ücret için “kamudan fonlandırılıyorlar” ifadesini kullanması tepki çekerken, özelleştirme sırası devlet okullarında mı sorusu akla geliyor.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin dün AKP Erzurum İl Başkanlığı’nın Yakutiye Kent Meydanı'nda düzenlediği bayramlaşma törenindeki konuşmasında öğretmenleri hedef aldı, "Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi, kamu tarafından fonlandırılmıyor” dedi.

Bakanlığa bağlı devlet okullarındaki kamu emekçilerinin aldıkları ücret için Tekin’in “kamudan fonlandırılma” ifadelerini kullanması tepkilere yol açtı.

Eğitim-Sen, Tekin’in sözlerine “Dünyanın hiçbir yerinde eğitim emekçileri bizzat Milli Eğitim Bakanı tarafından bu kadar itibarsızlaştırılmıyor” diyerek tepki gösterdi, kamu kaynaklarından fonlanan dinci, gerici cemaat ve vakıflar, özel okul patronlarını hatırlattı.

soL’a konuşan farklı kentlerden öğretmenler de Tekin’in “fon” tabirini kullanmasının özelleştirmeye dönük adımlarının bir itirafı olduğunu vurgularken, öğretmenlere emeklerinin karşılığı verilen düşük ücretlerinse “devlete bir yük” gibi gösterilmesine tepki gösterdi. Konuştuğumuz öğretmenler, Tekin'in öğretmen başına 13-14 öğrenci düştüğü sözleriniyse kendi sınıf mevcudiyetlerinden verdikleri örneklerle yalanladı.

Bakan Tekin’in sözlerine ilişkin haberi sosyal medya hesabından alıntılayan Eğitim-Sen şu ifadelerle tepki gösterdi:

Dünyanın hiçbir yerinde eğitim emekçileri bizzat Milli Eğitim Bakanı tarafından bu kadar itibarsızlaştırılmıyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e hatırlatmak isteriz. Öğretmenler kamu tarafından fonlanmıyorlar. Yaptıkları işin, verdikleri emeğin karşılığını alıyorlar. Üstelik yoksulluk sınırının çok çok altında bir ücret karşılığı çalışıyorlar.

Bakan kamu kaynaklarıyla fonlananları görmek istiyorsa proje adı altında dinci gerici cemaat ve vakıflara, teşvik adı altında özel okul patronlarına, geçiş garantili köprülere, havalimanlarına, otoyollara aktarılan kamu kaynaklarına, 5’li çetenin silinen vergi borçlarına, sarayın harcamalarına ayrılan milyarlara baksın."

Tekin öğretmenin maaşına gözünü dikti

Tekin dün Erzurum’da yaptığı konuşmada şu anki öğretmen sayısının 1 milyon 100 bin olduğunu belirterek “Sokakta gördüğünüz 80 kişiden 1 tanesi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından maaşı ödenen öğretmen statüsünde” dedi.

Bakan Tekin sözlerine “Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 30'lu 40'lı rakamlardan şu an 13-14'lere düşmüş durumda. Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi, kamu tarafından fonlandırılmıyor” diye devam etti.

Tekin’in bu açıklaması aslında başında olduğu bakanlığın eğitimde gericileşmenin yanısıra özelleştirme politikalarına da hız vermesinin bir yansıması olarak yorumlanıyor.

68 bin öğretmen açığı olduğunu söylemişti, seçimden sonra çark etti

Eylül ayında kamuda 68 bin öğretmen açığı olduğunu söyleyen Tekin, seçimlerin ardından Mehmet Şimşek’in kemer sıkma politikalarının bir sonucu olarak bu sözlerinden çark etmiş ve bu yıl yalnızca emekli olanların yerine 20 bin öğretmen ataması yapılacağını duyurmuştu. Ancak 20 bin atama sayısının emeklilik, ölüm vb. nedenlerle devlet okullarından ayrılan öğretmen sayısını bile karşılamadığı ortaya çıkmıştı.

Geçen haftalarda ortaya çıkan Öğretmenlik Meslek Kanunu ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu taslağında da kamu emekçilerinin sayısının azaltılmasına başlanacağına dair emareler ortaya çıkmıştı.

Öğretmenlikten ihraç kanun taslağına girdi

Sözkonusu taslakta kamuya öğretmen atamalarında yeni bir engel olarak MEB’e bağlı kurulacak 2 yıllık Akademi’nin de eğitiminden geçme şartı getirilmişti.

Aynı taslakta dikkat çeken bir diğer düzenlemeyse “görevini yerine getirmede yetersizliği tespit edilen” kadrolu öğretmenlerin Milli Eğitim Akademisi tarafından eğitime alınması, bu eğitimde başarılı olmazlarsa öğretmenlik mesleğinden ihraç edilmelerini öngören maddeydi. Kamuda çalışan öğretmenlerin iş güvencesini de ortadan kaldıracak bir taslakla karşı karşıya olduğumuzu haberleştirmiştik.

Öğretmenler tepkili: Utanmazlığın boyut atlaması

Bakan Tekin’in dün Erzurum’da yaptığı açıklamayı öğretmenler nasıl değerlendiriyor? Gerçekten sınıf mevcudiyetleri Tekin’in ifade ettiği gibi düşük mü?

Farklı kentlerde devlet okullarında görev yapan öğretmenler isimlerinin yayımlanmaması şartıyla sorularımıza yanıt verdi.

Adana’dan bir meslek lisesi öğretmeni Milli Eğitim Bakanı’nın göreve geldiğinden beri eğitimcilere düşman bir şekilde bakanlık görevini sürdürdüğünü söyledi, “Açıkçası öğretmene şiddet eylemlerini kullanarak ÖMK’da (Öğretmenlik Meslek Kanunu) öğretmen aleyhine değişiklikler yaptıktan sonra bu açıklamasına şaşırmadım” dedi.

Ona göre Tekin’in öğretmenlerle ilgili "fon" tabirini kullanması da “eğitimde uzun yıllardır planladıkları özelleştirme adımlarının itirafı niteliğinde”… 

Aynı öğretmen çalıştığı okul meslek lisesi olduğu için sınıfların ortalama 15-20 kişiden oluştuğunu dile getirdi.

Antalya’dan bir ortaokul öğretmeni de Tekin’in “fonlama” ifadesini kullanmasının kendisine ne hissettirdiğini şu sözlerle anlattı:

“Emeğimin karşılığı olarak maaş almıyormuşum da bana yekten aylık ödeme yapan bir devlet varmış gibi hissettiriyor. Aynı zamanda devletin sırtına yükmüşüm hissiyatı oluşturuyor." Aynı öğretmen 10 yıldır 35 kişinin altında bir sınıfta derse girmediğini de belirtti.

İstanbul’dan bir ortaokul öğretmeni ise Tekin’in yaptığı bu açıklama için "Bir Milli Eğitim Bakanının yapabileceği bir açıklama değil" dedi.

Milli Eğitim Bakanının kendi personelini “fonlanlanıyorlar” olarak ifade etmesinin "kendisi açısından utanılacak bir durum" olduğunu kaydeden öğretmen “Öğretmenler mesleklerini konut sorunu, hayat pahalılığı içinde icra etmeye çalışırken Bakanın böyle bir açıklama yapması utanmazlığın boyut atlamasıdır” tepkisini gösterdi.

Öğretmenlerin atanabilmek için üniversiteden sonra KPSS’den yeterli puanı alabilmek için belki yıllar boyunca sınavlara hazırlanmak ve sonunda atandıktan sonra da yaşam mücadelesi vermek zorunda kaldığını dile getiren öğretmen “Yeni atanan bir öğretmen 35 bin lira civarı bir ücret alırken İstanbul'da kiralar 20 bin liraya yaklaşmıştır” dedi.

Aynı öğretmen 35-40 kişilik sınıflarda görev yaptıklarını dile getirdi ve Tekin’in sözlerini “Nereden baksanız tutarsızlık” diye yorumladı.

'Makam araçlarının gideri kaç öğretmen maaşı ediyor, sormak gerekir'

Ankara’dan bir okul öncesi öğretmeni ise Tekin’in bu açıklamasıyla piyasacılığını ve öğretmen düşmanlığını açıkça ilan etmiş olduğunu söyledi ve Tekin’e protokol yaptığı gerici vakıfları ve makam araçlarının giderlerini hatırlattı:

‘Öğretmenler olmasa bakanlığın gideri daha az olur’ diyen bakanın geleneğini daha açıktan devam ettirerek, piyasacılığını ve öğretmen düşmanlığını açıkça ilan etmiş diye düşünüyorum.

Bakan Yusuf Tekin nasıl bir istatistikle sokakta gezen 80 kişiden 1 kişinin öğretmen olduğunu iddia etmiş bilemiyoruz ama ufak bir istatistikle MEB’in protokol yaptığı vakıfların 80 tanesinden en az 70’inin tarikatçı, piyasacı vakıflar olduğunu ispatlayabiliriz. Gittiği her ilde ayrı makam aracı olan bir bakana bu makam araçlarının giderinin  kaç öğretmen maaşı ettiğini sormak gerekir.

                                                              /././

Tavuğun anatomik kısıtları (Engin Solakoğlu)

Yeni Halk Cephesi’nin programı 1936’nın Halk Cephesi ölçeğinde dahi radikallik içermiyor. Yine de seçimlerden birinci çıkmaları Avrupa’da yükselen faşizmi geciktirmek gibi bir işlev görebilir.

“Ya böyle ayrı ayrı nereye kadar?”, “Bir araya gelsenize!”, “Sonuçta hepiniz aynı...” serzenişleri yaygındır ülkemizde. Biraz daha siyaseten deneyimli topluluklar ise söz girerken “şöyle Halk Cephesi gibi bir şey” deyiverirler.

Halk cephesi nedir? Nereden çıkmıştır? Sol tarihe meraklı olanlar bilirler ama özetleyelim.

Esas itibarıyla Fransa kaynaklı bir deneyimden söz ediyoruz. Yıl 1934. Avrupa’da Faşizm fırtınası esiyor. Güneydoğu komşusu Faşist İtalya, Doğu komşusu Nazi Almanyası olan Fransa’da faşist sokak çeteleri dehşet saçıyor, faşist bir darbe ihtimali güçleniyor. O dönemin üç büyük siyasi hareketi, Komünistler, Sosyalistler ve Sol Radikaller 1936 seçimlerine birlikte katılmaya karar veriyor, cepheyi oluşuyorlar. Anımsayalım Komünist ve Sosyalistler daha yeni boşanmışlar. Komünistler 3. Enternasyonalin devrimci çizgisini benimserken. Sosyalistler reformizmi seçmiş, düzene payanda olma yolunda. Radikaller aslında merkezden çok uzaklaşmadan bir sağa bir sola yalpalayan Cumhuriyetçiler.

Aslında cephe parti binalarında değil sokaklarda, fabrikalarda kuruluyor. Parti yönetimlerinin, haklı ya da haksız, tereddütlerini aşanlar sokaklarda kol kola veren parti militanları, işçiler. Halk Cephesi’ne orta sınıfları temsil eden Radikaller’in katılışının da ayrı bir hikayesi var. Parti yönetimi sağa “çekiyor” ama “Jön Türkler” diye anılan bir grup Halk Cephesi’ne katılmaktan yana.

Uzatmayalım, Cephe’nin ilânı da sokakta gerçekleşiyor. Fransız Devrimi’nin 1935 yılındaki kutlamaları 3 partinin ve diğer sol sendika ve kuruluşların katılımıyla yapılıyor ve 500 bin katılımcıyla birlikte faşizme karşı ant içiliyor. 1936 seçimleri için hazırlanan programın sloganı: “Ekmek, Barış, Özgürlük”. Bugün plazalarda önemli bir bölümünden bilmem ne kahvesi içerken de farkında olmadan yararlanılan, haftalık çalışma süresinin ücret kaybı olmaksızın azaltılması (48 saatten 40 saate), toplu sözleşme, yıllık ücret artışları, emeklilik veya yılda en az iki hafta ücretli izin hakkı gibi bir çok kazanımın temelinde işte o program var.

Halk Cephesi 1936 seçimlerini sol partilerin oylarında büyük bir sıçrama olduğu için değil birlik olunduğu için kazanıyor. Fransa’nın iki turlu, dar bölge seçim sistemi sayesinde. Sonuçta seçimlerden birinci parti olarak çıkan sosyalistlerin lideri Blum başkanlığında III. Cumhuriyet’in ilk sol iktidarı işbaşına geçmiş oluyor. Cephe Hükümeti’nin bir diğer özelliği ise, henüz oy hakkı bile bulunmayan kadınlara hükümette “devlet sekreterliği” diyebileceğimiz görevleri vermesi.

Cephe hükümetinin bir diğer özelliği ise salt seçim başarısıyla kurulmamış olması. Seçim sonuçlarının ardından işbaşındaki hükümet henüz görev başındayken ülkeyi bir grev dalgası sarıyor. İşçiler fabrikaları işgal edip, direniş komiteleri kuruyorlar. Üretim araçlarının özel mülkiyetini sorguluyorlar. İki milyona yakın emekçinin katıldığı grevler o denli etkili oluyor ki, iktidarın Halk Cephesi’ne devredilmesine dair anlaşmanın bir maddesi de grevlerin sona erdirilmesi oluyor.

Halk Cephesi iktidarının sonu başlangıcı kadar parlak olmuyor. Sömürgeciliğin Cephe hükümetinin ayakta kalması uğruna sürdürülmesi, İspanya İç Savaşı’ndaki tarafsızlık, İtalya’nın Habeşistan’ı işgaline göz yumulması ve sermayenin belinin kırılmaması 1938 yılının Mayıs ayında Cephe’nin tarihe gömülmesini hızlandırıyor.

Şimdi bayram değil (aslında kutlamayı yüreği kaldıranlar için Kurban Bayramı ya neyse), seyran değilken, memlekette dert bini aşmışken, gözlüksüz gözlüklü CHP lideriyle Akepe Genel Başkanının sermaye senfoni orkestrasının müziği eşliğinde dansı devam ederken nereden çıktı bu Halk Cephesi?

Birkaç haftadır konuştuğumuz Avrupa’nın sağa kaydığı tabloda, bölgenin önemli ülkelerinden birindeki gelişmelerden elbette. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Fransa’daki aşırı sağcı parti RN oyların neredeyse üçte birini alınca Cumhurbaşkanı Macron parlamentoyu feshedip erken seçim kararı aldı. İki turlu seçimlerin ilk turu 30 Haziran’da yapılacak. 
Birkaç haftadır çeşitli vesilelerle Fransa’yı yazarken yelpazenin solunda yer alma iddiası taşıyan partilerin durumuna da değinmiştim. Özetlersem geçen haftaya kadar sollarını yitirdikleri gibi, oylarını da yitirmiş görünüyorlardı.

O arada beklenmedik bir gelişme oldu. Mélenchon liderliğindeki Boyun Eğmeyenler (FI), Sosyalist Parti, Çevreciler ve tarihsel Fransız Komünist Partisi Halk Cephesi deneyimini yinelemeye karar verdiler.  Kimsenin beklemediği bir şekilde iki saatlik bir toplantıyla Yeni Halk Cephesi’nin (NFP) ana çerçevesini belirleyerek seçimlere birlikte girmeye karar verdiklerini duyurdular. Seçimin baskın niteliği dolayısıyla adayların Seçim Kurulu’na bildirilmesi için bir hafta gibi bir süreleri bulunuyordu. Açıkçası ben dahil, Fransa içi siyasetini yıllardır izleyen hiç kimse böyle bir uzlaşmanın ortaya çıkmasını beklemiyordu. Hatta bundan 3 hafta önce yazdığım yazıda “sol”un dağınıklığına ve çıkışsızlığına değinmiştim.

Bu kısımda daha derine dalmadan Fransız “solu”nun seçimlere ittifak halinde girmenin neden önem taşdığını anlatalım. Yukarıda, Halk Cephesi deneyimini anlatırken sözünü etmiştim. Fransa’da parlamento seçimleri iki turlu dar bölge sistemiyle yapılıyor. Bir seçim bölgesinde, herhangi bir aday kullanılan oyların yüzde 50+1’ini elde edemezse en çok oyu alan iki aday ikinci tura kalıyor. Ayrıca üçüncü bir aday o seçim bölgesinde kayıtlı seçmen sayısının yüzde 12,5’ine tekabül eden oranda oy alırsa ikinci tura kalıyor. Bir başka deyişle 2. Tur, 2 veya 3 adayla gerçekleşiyor ve en çok oyu alan seçiliyor. Dolayısıyla 2. Turda, ikinci tura geçemeyen adaylara oy vermiş seçmenlerin tercihi belirleyici olabiliyor.

Bu şablonu Fransa’daki mevcut duruma oturtmaya çalışalım şimdi. Öncelikle, Le Pen’in partisi RN’nin parlamentoda birinci parti olmasını engellemenin birinci şartı katılımın artması. AP seçimlerinde katılım yüzde 55 olmuştu. Demek ki, katılımın yüzde 70’lere doğru tırmanması gerekli. Yeni Halk Cephesi, düzenden haklı olarak umudunu kesmiş, seçim denen mekanizmanın sorunları çözmeyeceğine inanmış bir kısım seçmenin sandık başına dönmesini sağlayabilir. Bu durumda RN’nin oyunun yüzde 30’un altına ineceği tahmine müsaittir.

Seçimler yapılana kadar geçecek sürede YHC (Yeniden Halk Cephesi) kapsamlı bir kayıkçı kavgasına tutuşmazsa -ki bileşenleri bu konuda çok iyiler ve kavganın ilk işaretleri gelmeye başladı bile- yüzde 30 civarında oy alması mümkün. Bunu da bir kenara yazalım.

Seçimlerin üçüncü siyasi oluşumu Macron’un -söylemesi ayıp ve gülünç ama- Rönesans hareketi. AP seçimlerinde tam bir bozgun yaşayan ve can çekişen De Gaule’cü geleneğin takipçisi LR (Cumhuriyetçiler)’nin kalan merkez sağ seçmenleri büyük olasılıkla ilk turda Rönesans’ı tercih edeceklerdir. LR’nin görece güçlü olduğu Güneybatı Fransa gibi aşırı sağın galebe çaldığı yerlerde ise RN bu oyları toplayacaktır.

Demek ki, üç büyük oluşum yarışacak ve birçok yerde 3. sırada kalan ve ikinci tura geçiş için yeterli orana ulaşamayan  adayın seçmenlerinin ikinci turda verecekleri oylar sonucu tayin edecek. Şu ana kadar yayınlanan kamuoyu yoklamalarına göre üçüncü partinin Macron’un “Rönesans”ı olacağı kesin gibi. Bunun anlamı birçok bölgede seçimin sonucunu merkez ve merkez sağ seçmenin aşırı sağcı RN ile “solcu” YHC arasında yapacağı tercihin belirleyeceği.

Katılımın yükseldiği senaryoda oluşacak parlamento dağılımında herhangi bir partinin salt çoğunluğa ulaşmasını beklemiyorum. Fransa’nın yarı başkanlık diye adlandırılan bir sistemle yönetildiğini, geniş yetkilere sahip cumhurbaşkanının göreve daha kısıtlı bir hareket alanı bulunan Başbakan adayını seçeceğini de anımsatalım. Anketler şimdilik Macron’un partisinin Meclis çoğunluğunun oluşmasında kilit role sahip olacağını gösteriyor. Yani Bankacı çocuk, aşırı sağın 2027 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar hükümete gelip yıpranması gerekçesiyle RN’ye hükümet kurma görevi ve destek verebilir. Ya da tam tersi bir düşünceyle Yeni Halk Cephesi’nden birine Başbakanlık gömleğini giydirebilir.
YHC’nin programı 1936’nın Halk Cephesi ölçeğinde dahi radikallik içermiyor. Emekçi sınıfın mezar kazıcısı Sosyal demokratların yaklaşık yüzyıldır savundukları zülf-i yâre yani üretim araçlarının mülkiyetine dokunmadan düzenin ömrünü uzatma amaçlı bir program. Tek cümleyle özetlersek. “Zenginlerden daha çok vergi alacağız, sosyal harcamaları artıracağız”dan ibaret. Tanıdık geldi mi? Yine de seçimlerden birinci çıkmaları Avrupa’da yükselen faşizmi geciktirmek gibi bir işlev görebilir.

1936 model Halk Cephesi aynı gerekçeyle iktidara gelmiş ama sermayenin belini kırmakta ürkek davrandığı için sonuçta Faşizm Paris’e 1940’ta Nazi çizmeleriyle girmiş, SSCB’den tokadı yiyene kadar bütün Avrupa’yı çiğnemişti. Bu kez Avrupa’yı kurtaracak bir SSCB de yok.

Bu yüzden Yeni Halk Cephesi’nden büyük beklentiler içine girmeyi ne tarihsel ne de yapısal sebepler meşru kılıyor. Solunu yitirmiş, devrimcilikten uzaklaşmış hareketlerin emekçi halklar için yapabilecekleri bir şeyin bulunmadığı artık tartışılamaz nitelikte bir olgu. Birleşmek, toplaşmak, bunun için hedefleri sulandırmak nihai yenilginin taşlarını döşüyor. Bunun yerine netleşmek, çizgileri keskinleştirmek, ezilen, sömürülen, sermayeye yem edilen halkın karşısına mevcut düzene gerçek bir alternatifle çıkmak gerekiyor.

Aksi takdirde, eski ve yeni Halk Cepheleri geriye birkaç hoş hatıra bırakan ama faşizmi ve onun öz babası Kapitalizmi ortadan kaldırmaya yetmeyen girişimler olarak tarihteki yerlerini alıyorlar. 

Tavuğun anatomisi böyle... Tövbe tutmuyor!

                                                              /././

Türk Dışişleri usulü millicilik: Tersine mehter yürüyüşü; Çin'e bir ileri, Batı'ya iki geri (Nagihan Çakır)

Bu yazıda Hakan Fidan'ın Çin ziyaretini, hemen ardından düzenlenen AP seçimleriyle birlikte düşünerek satır aralarının, diplomatik söylemlerin, çelişkilerin peşinde bir sürek avına çıkacağız.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Çinli mevkidaşı Wang Yi'nin davetiyle 3-5 Haziran tarihlerinde Çin'e ziyarette bulundu. Türkiye, Çin ya da Rusya gibi ülkelere ne zaman ziyarette bulunsa (ki buradaki ülkelerle ilişkilerin son yıllarda geliştiği doğru olsa da), bu ziyaretler haberlere, "Türkiye'nin dış politika ekseni kayıyor olabilir mi?" spekülasyonlarıyla konu oluyor. 

ABD emperyalizminin son yıllarda ayyuka çıkan hegemonya kriziyle birlikte düşününce bu spekülasyonlar çok da mesnetsiz değil. Fakat, nasıl bir sürek avının başarılı olması için güç, dayanıklılık, nişancılık, arazi bilgisi, yön tayini gibi kabiliyetler gerekiyorsa, biz de Türkiye sermaye sınıfının yönelimlerini anlamak için onun temsilcisi AKP'nin dış politika hamlelerini bir sürek avı titizliğiyle incelemeliyiz. 

Bu yazıda da, ziyaretin ardından yapılan haberlerin köpüğünü biraz alacak, hemen ardından 6-9 Haziran tarihlerinde, Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede, 720 sandalyeli Avrupa Parlamentosu (AP) için düzenlenen seçimlerle birlikte düşünerek satır aralarının, diplomatik söylemlerin, çelişkilerin peşinde bir sürek avına çıkacağız. Bulacağımız çelişkilerden ise, karşımıza ilginç ama Türkiye sermaye sınıfının becerikli temsilcisi AKP açısından yabancısı olmadığımız bir tablo çıkacak.

1. İz: Tek olmayan 'Tek Çin politikası', Tayvan Boğazı'ndan geçen Türk askeri gemisi 

Hakan Fidan'ın Çin ziyaretinde çeşitli ekonomik işbirlikleri, Türkiye'yi Kafkaslar, Hazar Denizi ve Orta Asya üzerinden Çin'e bağlayan ticaret yolu Orta Koridor, Kuşak Yol Projesi, BRICS, iki ülke arasındaki Türkiye aleyhine ticari dengesizlik başlıkları ile Urumçi ve Kaşgar ziyaretleri öne çıkmıştı. 

Fidan, ziyareti sırasında ABD tarafından Çin'i kıstırma aracı olarak kullanılan ve iki ülke arasında gerilim sebebi olan Kaşgar ve Urumçi için, "Çin'in toprak bütünlüğüne, siyasal egemenliğine desteğimiz tamdır. Çin'e yönelik silahlı terör hareketlerine karşı desteğimiz tamdır. İçeride iç karışıklık çıkarmaya çalışan olayları da burada desteklemediğimizi ifade etmek istiyorum" ifadeleriyle beraber, "Bu iki şehir, Çin'in kültürel zenginliğine katkıda bulunan iki kadim Türk-İslam şehridir. Bu şehirler, Çin ile Türk-İslam dünyası arasında bir köprü rolü oynamaktadır," dedi. 

Genellikle iç politikada “yerli ve millici” damarı diri tutmanın aracı olarak kullanılan, emperyalist kara propagandanın izlerini taşıdığı bu sayfalarda sık sık haberleştirilmiş olan bu meselede, Fidan'ın kültürel zenginliğe alışıldık köprü benzetmesiyle vurgu yapan açıklamaları, ilişkileri geliştirmeye niyetli olduğu bir ülke için itidalli görünüyor. Fidan'ın buna ek olarak, bir Çin kanalına verdiği demeçte, Tek Çin "politikasına" saygı duyduğunu belirtmesini de paralel şekilde okuyabiliriz.

Çelişkiler...

Fakat, bu demeçlere eşlik eden bazı gelişmeler ve söylem manevraları, işleri biraz tuhaflaştırıyor. Yine bu sayfalarda titizlikle ele alındığı gibi1, Fidan'ın ziyareti esnasında Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait bir fırkateyn, Tayvan Boğazı'ndan geçiyor. Üstelik, Çin gemileri de boğazın Tayvan'a yakın şeridine girip Türk gemisini takip ediyor. Referans verdiğimiz haberlerde de değinildiği üzere, bu gelişmeler Türk basınında pek yer bulmadı.

                                                             Tayvan Boğazı

Bu gelişmeye bir söylem manevrasının ışığında bakalım. Fidan, Çin'in "Tek Çin politikasını" destekledikleri yönünde bir açıklama yapmıştı. Ancak linguistiği biraz zorlamak pahasına, Tek Çin Prensibi ve Tek Çin Politikası tabirlerinin kullanım alanlarına göz atmamızda fayda olabilir.

Aslında bu zorlama ABD tarafından geliyor. ABD, prensip kelimesini değil, politika ifadesini kullanıyor. Peki nedir bu Tek Çin "prensibi"? İki önemli noktanın altını çizelim: Çin'in resmi ismi Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan ise uluslararası alanda resmi olarak Çin Cumhuriyeti ismiyle geçiyor. Diğer nokta da şu: Tayvan tarihsel olarak Çin'in bir parçasıyken, II. Dünya Savaşı'nın bitiminde iktidarı Çin Komünist Partisi aldı ve karşı devrimci kuvvetler Tayvan Adası'na çekildi. O günden bu yana iki taraf da Çin'i temsil ettiğini beyan ediyor. İşte Tek Çin Prensibi de yalnızca bir tane Çin olduğunu savunuyor, yani Çin ve Tayvan bir bütün ve Çin Halk Cumhuriyeti hükümeti de tek meşru hükümet.

Tek Çin "politikası" ifadesi ise, ABD için Tayvan'la güçlü ilişkiler kurarken aynı zamanda Çin'le de resmi diplomatik ilişkileri sürdürmenin bir yolu olmaya hizmet eden bir manevra alanı yaratıyor. ABD bu ifadeyle tek bir Çin olduğunu kabul ediyor ancak meşru temsilcisi hakkında net bir tavır almıyor. Bunu, Fidan, ABD-Çin arasında diplomatik kriz sebebi olan bir meselede, bu linguistik boşluktan çıkarlarına uygun şekilde faydalanarak güvenli bir mesafede kalmayı seçiyor ancak direksiyonu da ABD tarafına kırıyor şeklinde yorumlayabiliriz.

2. İz: Orta Koridor, IMEC'ten dışlanma ve Çin menşeili araçlara gümrük vergisi

Ziyarette öne çıkan diğer bir mesele koridorlar oldu. Kuşaklar meselesini daha evvel ele almıştık.2 Rusya-Ukrayna Savaşı'nın ardından Çin için kullanışlı bir güzergâh olan ve Trans-Sibirya Demiryolu hattı üzerinden sevkiyat yapılan Kuzey Koridoru işlevsizleşmiş, Türkiye'nin de yer aldığı Orta Koridor öne çıkmıştı. 

Gelgelelim, Çin bu koridor kapsamında Türkiye'ye belli başlı yatırımlar yapmış olsa da, yatırımların yarısından fazlası düşük katma değerli üretim, hammadde çıkarma ve Çin ürünlerinin pazarlamasından ibaret kaldı. 

2013-2020'de Türkiye Çin'in tüm yatırımları arasında yüzde 1,31'lik bir paya sahipken Kuşak Yol projeleri özelinde bu oran yüzde 0,8'e düşüyor. Çin Küresel Yatırım Takip sistemine göre, 2023 yılı itibariyle Çin'in dünya çapındaki yatırımlarının toplamı 1,368 trilyon ABD dolarıyken Türkiye'deki Çin yatırımları 5,11 milyar ABD doları.

Vaziyet böyle olunca, Türkiye hükümeti gözlerini geçtiğimiz yılın sonlarına doğru düzenlenen G-20 Liderler Zirvesi'nde gündeme gelen ve kendisine yer verilmeyen Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC)'e çevirmişti. Ancak Rusya'dan S-400 aldığı için F-35'ten mahrum bırakılan ve Rusya-Ukrayna Savaşı'na rağmen Putin'le arayı samimi tutan Türkiye, İtalya ve Yunanistan'ın dahil edildiği bu projenin dışında bırakılmıştı. 

İtalya Başbakanı Giorgia Meloni'nin, İtalya'nın 2019’da yaptığı bir anlaşmayla katıldığı Kuşak-Yol projesinden, geçtiğimiz yılın sonunda ABD Başkanı Joe Biden'la yaptığı görüşmenin ardından çekildiğini hatırlatalım ve burayı, daha sonra AP seçim sonuçlarıyla birlikte düşünmek üzere not edelim.

AB ve NATO'nun Çin'e karşı "ortak düşman" refleksinden faydalanmak isteyen ama öte yandan IMEC'ten de dışlanmış olan Türkiye, Kuşak Yol'da aradığını pek bulamadığı Çin'le olan ilişkilerini yine güvenli bir mesafeden geliştirmek istiyor, buna zorunda kalıyor yorumunu yapabiliriz. 

Çelişkiler...

Mesafenin güveni, Çin'den ithal edilen elektrikli otomobiller için uygulanan yüzde 40 ilave gümrük vergisinin, temmuzdan itibaren tüm araç türleri için geçerli olacak şekilde genişletilmesinden ileri geliyor. Yeni düzenlemeyle birlikte, Çin menşeli araçlara uygulanan toplam vergi oranı yüzde 50'ye yükselmiş oluyor ve içten yanmalı motorlu araçlar dahil tüm otomobilleri kapsayacak. Vergilerin yatırımları teşvik etmek için uygulandığını söyleyenler olsa da, Çinli markaların rekabet gücünü etkileyecek olan ve geçtiğimiz ay ABD'nin de uyguladığı bu vergi artışı, Çinli markaların Türkiye pazarındaki payının düşmesine neden olabilir gibi duruyor. Bu anlamda, ABD'ye bir mesaj da barındırıyor.

3. İz: Üçüncü nükleer santral, ticarette Çin lehine açık

Ziyaretin bir diğer konusu iki ülke arasındaki ticari ilişkilerdi. 2022 yılında Çin'in toplam ithalatı içinde Türkiye yaklaşık 3,3 milyar dolar ile yüzde 0,12 pay alıyor. Türkiye, Çin'in en fazla ithalat yaptığı 61. ülke. Çin'in toplam ihracatı içinde ise Türkiye yaklaşık 41,4 milyar dolar ile yüzde 1,15 pay alıyor ve Çin'in en fazla ihracat yaptığı 28. ülke konumunda. 2022 yılında Türkiye, Çin ile dış ticaretinde yaklaşık 38,1 milyar dolar dış ticaret açığı verirken toplam dış ticaret hacmi 44,6 milyar dolara ulaşmış vaziyette.

Çin, Türkiye'ye yüksek teknolojik yatırım yapıp düşük teknolojili, ucuz mal satıyor. Türkiye ise, Çin'e düşük teknolojik mal ve hammadde ya da yarı işlenmiş mal satıyor. Bunun yarattığı dengesizliği iyileştirmek için ziyaret sırasında konuşulanlar arasında Çin'in Türkiye'de üretilen tarım ürünlerine uyguladığı kısıtlamaları kaldırıp daha fazla tarım ürünü satın alması, iki ülke arasında turizmin geliştirilmesi ve son olarak, Çin ile nükleer enerji ve nadir metallere ilişkin işbirliğinin artırılması bulunuyor. Kırıkkale'de yapılacak Türkiye'nin üçüncü nükleer enerji santraline ilişkin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar Çin'le görüşmelere hâlihazırda başlamıştı.

Çelişkiler...

Türkiye hâlâ bir NATO ülkesi olarak, Çin'le ilişkilerinde “güvenlik açığı” oluşturacak hususlardan kaçınıyor. Ticaret açığını iyileştirmeye dair Türkiye tarafından açılan başlıklar bu nedenle tarım, turizm, enerji sektörleriyle sınırlı kaldı. Çin'in 5G, telekomünikasyon, yenilenebilir enerji ve altyapı gibi kritik sektörlerde Türkiye'de yatırım yapma isteği, ki Çin bu altyapı yatırımlarını kullanarak siber güvenlik açıkları oluşturma politikasını sahiden de güdüyor, Türkiye açısından yine bir güvenli mesafeyi korumayı gerektiriyor.

Avrupa Parlamentosu Seçimleri

Öte yandan, Fidan'ın fazlaca köpürtülen (ve Anadolu Ajansı'nın geçmediği), "BRICS'e üye olmak isteriz," ifadesine de hayli konuşuldu. AB üyeliği zor görünen Türkiye için BRICS bir alternatif değil, zira BRICS, AB gibi bir gümrük birliğine ya da iç organizasyona işaret eden kurumlara sahip değil, üyelerinin çoğu G-20 ülkesi ve Batı'nın sıkıştırmalarından yorulmuş ekonomilerin bir araya gelmesinden oluşuyor. Üstelik, Türkiye 2022 yılı rakamlarına göre hâlâ en çok ihracatı yılda 104.3 milyar dolarla AB'ye yapıyor; Çin'e 3 milyar dolar, Rusya'ya ise 10.9 milyar dolar.

Hâl böyleyken, Fidan'ın Çin ziyaretini ve burada tespit ettiğimiz çelişkileri bir de AP seçimlerinin sonuçlarıyla birlikte okumamız gerekiyor.

AP seçimlerinden aşırı sağ ve sağ popülist partiler zaferle çıktı. Türkiye'nin AB üyeliği zor görünse de masada bu hedef hâlâ duruyor, zaten aday ülke statüsünde. Son durumda Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye'nin AB üyeliğine destek veren partilerin oyları azaldı. Üstelik, Türkiye'nin birlikten Gümrük Birliği modernizasyonu, 2016 Mülteci Mutabakatı'nın güncellenmesi, TC yurttaşlarına vize serbestisi, yeni güvenlik ve savunma mimarisinde yer almak gibi beklentileri var. Çin ziyaretindeki çelişkilerde, güvenli mesafelenmelerde ve temkinlilikte, ABD belirlenimine iyice girmiş olan AB'ye ve ABD'ye o kadar da Çin yanlısı görünmeme kaygısını gözlemleyebiliriz.

AB kurumları arasındaki çekişme

Avrupa Birliği kurumları arasındaki çekişme, takip edenlerin malumu. Nitekim, Avrupa Komisyonu Başkanı, Alman Hristiyan Demokrat Birliği üyesi Ursula von der Leyen ile Avrupa Konseyi Başkanı Belçikalı Charles Michel arasında 2021'deki Türkiye ziyaretleri sırasında meydana gelen ve "sofagate" (koltuk skandalı) olarak geçen bir diplomatik protokol olayıyla bu ayyuka çıkmıştı. 

Çekişme esasen şuradan kaynaklanıyor: AB'nin kurucu Lizbon Anlaşması'na göre Konsey, AB'nin dış ilişkiler, güvenlik politikası, kriz yönetimi gibi meseleleriyle; Komisyon ise ortaklık anlaşmaları, ticaret gibi daha yumuşak meselelerle ilgileniyor. Özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı ve İsrail'in Gazze'de uyguladığı soykırımla birlikte Komisyon Başkanı von der Leyen'in Konsey'in alanlarına hayli müdahil olup öne çıktığını görüyoruz. Ki kendisinin ABD'deki Biden yönetimiyle arası çok iyi. Öyle ki, Jens Stoltenberg'den sonra NATO Genel Sekreteri olacağı konuşuluyordu.3

NATO'cu von der Leyen, AB'ci Michel

Konsey Başkanı Michel ise ABD açısından tedirgin edici bir figür. 2022 yılının sonunda, tam da ABD Dışişleri Bakanı Blinken, NATO ülkelerinin altyapı ve "stratejik endüstrileri"ni Çin'den koruması ve Batı'nın teknolojisini Çin tehdidinden korumak için "ihracat kontrolleri" uygulaması gerektiğini söylerken, o, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile görüşmeye gitmiş, bu ziyaret Avrupa başkentlerinden epey ses getirmişti.

Öte yandan, von der Leyen'in İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısı başlar başlamaz, AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell'in ve Michel'in haberi olmaksızın İsrail ziyareti ve İsrail yanlısı tutumu da ikilinin anlaşamadığı konu başlıklarından. Keza Michel iki devletli çözümü savunuyor.

Von der Leyen'in çelik gibi sağlam NATO'culuğu seçim sonuçlarından sonra yeniden komisyon başkanı olabilmek için yapacağı ittifaklarda da kendini gösterecek. İtalya'da yüzde 29'la en yüksek oyu alan faşist İtalya’nın Kardeşleri (Fratelli d'Italia) partisinin lideri Giorgio Meloni'nin BRICS üyeliği planından nasıl vazgeçtiğini yukarıda anmıştık. Meloni ve partisi AB'de Rusya yanlısı olmayan ama AB'ci de olmayan, NATO politikalarını önceleyen bir parti.

Von der Leyen'in, Polonya'nın PiS ve İspanya'nın Vox partilerinin de içinde yer aldığı Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular (ECR) fraksiyonu ile ittifak arayışlarının AB içerisindeki NATO'culuğu güçlendirmesini bekleyebiliriz. Almanya'daki Almanya İçin Alternatif (AfD), Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW), Romanya'daki AUR partisi, Macaristan'daki Viktor Orbán'ın Fidesz partisi gibi AB şüphecisi ama Rusya'ya sıcak bakan partiler de, belirleyenleri Rusya taraftarlığı olmasa bile, dağınık da olsa bir kampı oluşturuyor gibi duruyor.

Bu tablo, Türkiye için Avrupa'nın ihracatta Çin ve Rusya'dan önce gelen bir pazar olduğu bilgisiyle düşünülünce, Türkiye'nin elini çeşitlendirmesi gerektiği ama dere yatağını değiştirecek hâlinin de olmadığı anlamına geliyor. Bu taraflaşmayı toptan reddedecek bir yurtsever işçi sınıfı iktidarını kurmadığı sürece, iç siyasette istenildiği kadar “yerli milli” hamaseti yazılmaya çalışılsın, Türkiye kredi almaya Avrupa-Atlantik emperyalizmine koşacak, en milli renklerle boyanmış işi ona mesaj vermeye çalışmak için olacak, onu kaybetmemek için söylem manevraları yapacak... Bu, okuru yoran karmaşık dengeleri, çelişkili görünen hamleleri anlamak için âdeta sürek avına çıkma zorunluluğu ise, yurtsever emekçi halkların tarih sahnesine çıkmasıyla sadeleştireceği günlerle son bulacak.

                                                                  /././
Sahaflar Çarşısı (X) - Orhan Gökdemir'den okuma önerileri (Özkan Öztaş - soL/Kültür)
Sahaflar Çarşısı'nda bir misafirimiz var. Bu hafta Yusuf Şaylan'la gerçekleştirdiğimiz sahaf söyleşilerine konuk olan Orhan Gökdemir'in kitap önerileri sohbetimizin konusu.

Her hafta daha çok sahaflarda bulabildiğimiz kitapları merkezine koyduğumuz Sahaflar Çarşısı buluşmalarında zaman zaman konuklarımızın olacağını duyurmuştuk. Geçtiğimiz haftalarda Kaya Tokmakçıoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiden sonra Sahaflar Çarşısı'nın konuğu Orhan Gökdemir. 

soL okurları Orhan Gökdemir'e yine soL'da yazdığı köşe yazılarından da aşina. Bu sefer Orhan Gökdemir'in önereceği kitaplara ve bunların gerekçelerine dair bir sohbetimiz olacak. 

Orhan Gökdemir'in kısa bir süre önce yayınlanan Tarih Sözlüğü çalışması bu buluşmamızın da bahanesi aynı zamanda. Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde yapılan imza günü ve söyleşisinden istifade ederek kendisini kısa bir süreliğine kaçırıp Sahaflar Çarşısı buluşmalarımıza konuk ettik.

Söz sırası gelmişken Tarih Sözlüğü kitabına değinmekte fayda var. Sözlüğün bir aydınlanma mücadelesi kılavuzu olduğunu söylemek mümkün. Orhan Gökdemir de kitaptan söz ederken "Voltaire, Aydınlanma’nın şafağında, bir “Felsefe Sözlüğü” hazırlamıştı, portatiftir. Şimdi ise bir “Tarih Sözlüğü”ne ihtiyacımız var. Yolu yeniden açmak için" diyor. Sadece anlamak, ayırt etmek ve buradan yola çıkarak taraf olmak ve harekete geçmek için değil, aynı zamanda fırsat buldukça sayfalarını karıştırıp kimi başlıklarda farklı düşünce haritalarına bakmak için de bir ilham kaynağı olmuş bu çalışma. O yüzden söyleşimize başlamadan önce Tarih Sözlüğü kitabını okurlarımıza önererek başlayalım. 

Son anektodumuz ise Yusuf Şaylan ve Orhan Gökdemir arasındaki uzun yıllara dayanan yol arkadaşlığına dair.

Orhan Gökdemir ile Yusuf Şaylan'ın yolları 1987 ila 1992 yılları arasında yayımlanan Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nde kesişiyor. O günden sonra da hep devam etmiş yol arkadaşlıkları. Dolayısıyla 40. yılına doğru ilerleyen bir muhabbet var aralarında. Dil'e kolay. Az değil. 

Yusuf Şaylan ile birlikte davetimizi kırmayan Orhan Gökdemir'le buluşuyoruz. Sabahın henüz erken saatleri. Birer kahve söylüyoruz söyleşiye başlamadan önce. Orhan Gökdemir muzip bir edayla gülümsüyor, "Bence yanlış kişiyi davet ettiniz" diye. "Ama başlayalım" diyor gülümsemesine devam ederek. 

Başlıyoruz. 

'Hızlı öğrenmek zorunda kalan bir kuşağız'

Orhan Gökdemir'in romanlarla arası pek iyi değil. Bunun bir tercihten ziyade bir tür okuma alışkanlığı olduğunu söylüyor.

Bu süreci şu sözlerle anlatıyor:

"Hızlı öğrenmek zorunda kalan bir kuşağız. Bu da okuma alışkanlıklarımızı belirledi haliyle. Dolayısıyla bende de hep bağlantılı kitaplar okumak şeklinde oluştu bu alışkanlık. Mesela Korkut Boratav'ın iktisat üzerine bir yazısında bahsettiği romanı okumak önceliğim oldu. Ya da Yalçın Küçük'ün Bilim ve Edebiyat kitabındaki incelediği kitaplar örnek verebilirim. Bir de bende daha çok kuramsal yönü ağır basan kitapları okumak öncelik oldu. Bu, az önce söz ettiğim içinde bulunduğum kuşağın farkından dolayı. O yüzden bence yanlış kişiyi davet ettiniz dedim" diyor ve gülüyor.  

Zor yıllar bir yandan da. 1980 Darbesi olmuş, kütüphaneler kapanmış, kitaplar sınırlı ve yasak. Böyle olunca da okumakla kurulan ilişkinin biçimi de değişiyor. Ben Korkut Boratav'ın iktisadi yazısında önerdiği romanı merak ediyorum. Kitabı hemen Yusuf Şaylan hatırlatıyor "Onlar Savaşırken romanı, Bekir Eliçin'in kitabıdır. Korkut Hoca'nın Türkiye'nin kuruluşu ve o dönemdeki iktisat politikalarına dair yazılarında değindiği bir kitap" diyor.

'Okumanın bir hedefi olmalı'

Yöntemsel bir ayrıma işaret ediyor Orhan Gökdemir. 

"Marksistler açısından zaten edebiyat kendi içinde değerlendirilen ya da sadece edebiyat temelinde ele alınan bir konu değil. Zaman zaman sosyoloji zaman zaman tarih ya da iktisat dairesinde ele alınan ve bu açıdan da yorumlanan bir alan edebiyat. Çünkü bir okur yalnızca edebiyat okuyorsa eksiktir. Mesela bu açıdan yönteme dair Yalçın Küçük'ün Bilim ve Edebiyat kitabı önemlidir" 

Yusuf Şaylan böylesi okumaların aynı zamanda okurda da okuma sürecini daha keyifli hale getirdiğini söylüyor.

"Okumanın bir hedefi olmalı. Mesela Rus edebiyatından okuduğunuz bir kitabın Rus düşünce tarihi içinde neye denk düştüğünü bilmek, hangi tartışmaların ışığında kaleme alındığını bilmek okuru da daha donanımlı kılar. Mesela daha önce sözü geçmişti Sahaflar Çarşısı buluşmalarında. Piyotr Tkaçev'in İlk Bolşevik kitabı. O kitabın kendi tarihi içinde nereye denk düştüğünü bilerek okumak çok keyif verici bir hal alıyor okurlar için. Yine aynı kitapta geçiyordu, kitaptaki karakterlerden biri 'Ben diğer yazarları okuyana kadar Rus halkını Dostoyevski gibi melankolik sanırdım' diyor. Eğer bir tarihi sadece bir kesitinden bakarak okumakla yetinirseniz anlamlı bir bütüne ulaşamazsınız" diyor Yusuf Şaylan.

Orhan Gökdemir sohbetin bu kısmını "Akıllı öğrenci sadece öğretmenin ne anlattığına bakmaz aynı zamanda kim olduğuna da bakar" diyerek tamamlıyor. 

'Roman tek başına ele alınabilir mi? Ya da Tahiri tarikatı'

Romanlara dair sohbet ederken Orhan Gökdemir sözü bir yerden sonra "Üç Kemaller"e getiriyor. 

Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal...

Türk edebiyatının önemli isimleri her biri. Orhan Gökdemir özellikle Orhan Kemal'in romanlarındaki sınıf kahramanlarına dikkat çekiyor. Her bir romanında ya da öyküsünde yer alan karakterlerin eşitlik ve özgürlük mücadelesindeki kahramanlara denk düştüğünden söz ediyor. 

Ancak Kemal Tahir için bir parantez açıyor. Çünkü Kemal Tahir'i sadece edebi olarak ele almanın yaşatacağı handikaplar olduğundan söz ediyor. 

"Evet önemli bir yazar. Edebi açıdan güçlü imgeleri var. Ama bu yeterli midir? 

Mesela Kemal Tahir'deki liberal tezler bugün biraz da uğraştığımız tezler. Cumhuriyet düşmanlığı ya da farklı bir deyişle süreklilik tezi. Yani aslında ortada bir cumhuriyetin falan olmadığı Osmanlı'nın başka biçimlerde devam ettiğine dair girdiler. Liberal okumaların çıkış noktası Kemal Tahir'dir demek yanlış olmaz. İdris Küçükömer, Mete Tuncay gibi isimler Kemal Tahir etrafında toplanıp fikirlerinden yararlanıyordu. Hatta o yüzden Kemal Tahir için 'Tahiri tarikatı' da denirdi sol camiada. Şimdi mesela Kemal Tahir'e bakınca da sadece edebiyatı edebiyat olarak ele almamanın gereğinden bahsedebiliriz. Kemal Tahir'in politik duruşunu bilemezsen edebiyatını da anlayamazsın. Mesela bugün Kemal Tahir'in devamcısı kimdir desen Ahmet Altan ve Ahmet Ümit sıralayabilirim.

İlginç bir ayrıntı. Yalçın Küçük'ün Kemal Tahir için 1980 yılında kaleme aldığı bir makale vardır. Sosyalist İktidar Dergisi'nin 10. sayısında. 'Ahir zaman peygamberi ebu cahil Kemal Tahir'. Belki o yazıyı yeniden hatırlayabiliriz."

Sözü Yusuf Şaylan alıyor Orhan Gökdemir'den devamla. 

"Mesela Kemal Tahir'in Devlet Ana ya da Kurt Kanunu gibi romanlarının okunması gerekir yine her okuyucu açısından. Ama bu kitapların Orhan'ın dediği gibi tarihsel bir çerçeveye oturtulması gerekir" diyor. 

                                                Yusuf Şaylan ve Orhan Gökdemir

'Edebiyat okurlarına, mevzunun bu tarafına bakmak için'

Orhan Gökdemir ile Yusuf Şaylan, Bilim ve Edebiyat kitabından yola çıkarak "İşin bu tarafına bakmak" diye tarif ettikleri alana yani edebiyatın ve düşüncenin kuramsal boyutuna dair önerilerine devam ediyor. Bunu yaparken edebi alandaki örneklere de değiniyorlar. Laf dönüp dolaşıp Yakup Kadri'ye geldiğinde Orhan Gökdemir Yakup Kadri için "Sadece edebi bir keyif için dahi okunmayı hak ediyor" diyor. 

Ama en başa Christopher Caudwell'in Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler kitabını yazıyor Gökdemir. Bu kitabı önemsiyor. Yanına da yine Christopher Caudwell'in Yanılmasa ve Gerçeklik kitabını ekliyor. 

"Olağanüstü bir komünist. İngiliz işçi mahallelerinde zaman geçirerek, işçi sınıfı üzerine yazan, ama aynı zamanda havacılık konusunda yetenekli, teknik icatlar yapan, genç yaşında kuantum fiziği üzerine kitap yazmış, İngiliz şiirine dair derinlemesine bir bilgi sahibi olan biri. 

Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler kitabı bence Marksist estetik üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biridir."

Sözü Yusuf Şaylan devam ettiriyor: 

"Burada ölen kültür diye bahsettiği burjuva kültürüdür. Onu analiz ediyor. Müthiş bir kitaptır. Bunu da 20'li yaşlarının sonunda yazmış. Üstelik 30'lu yaşlarında ölmüş diye hatırlıyorum. Ölüm hikayesi de ilginçtir. İngiliz Komünist Partisi üyesi Christopher Caudwell. İspanya İç Savaşı patlak verince cumhuriyetçilere destek vermek için gidiyor. Normalde yazarlar ve aydınlar bu dönemin propagandasını yapabilsin diye sıcak çatışma alanlarına götürülmemiş.

Ama Christopher Caudwell çok genç ve o kadar da meşhur biri değil. Her dışardan gelen insan gibi cepheye gidiyor. Çok yürekli bir adam. Kuşatıldıkları zaman arkadaşları kurtulsun diye makinalı tüfeğin başından ayrılmıyor. Orada ölüyor."

Orhan Gökdemir sohbetin bu kısmına gülerek dahil oluyor. "Çok garip bir şey var mesela. Christopher Caudwell'i Türkçe'ye Metis Yayınları çevirdi. Hatta Metis'in ilk yayınladığı kitaptır. Ondan sonra yayınladıkları kitaplar da Christopher Caudwell'in anti tezidir. Christopher Caudwell'i yanlışlamak adına üretilmiş kitaplardır diyebiliriz." diyor.

'Ölen bir ideoloji üzerine inceleme'

Orhan Gökdemir'in 20'li yaşlarda yayınladığı ilk kitabının adı Ölen bir ideoloji üzerine inceleme. Bu kitabı Christopher Caudwell okumasından yola çıkarak kaleme aldığından söz ediyor.  

Bu tür edebiyat tartışmalarına ek olarak Fethi Naci'nin Yüz Yılın 100 Türk Romanı incelemesini de ekliyor Yusuf Şaylan'la birlikte Gökdemir. 

Ancak bunların yanı sonra Orhan Gökdemir'in dikkat çektiği iki isim daha var. Edebiyat okurları için ilginç bir pencere sayılabilir bu örnekler. 

İki ressam. Michelangelo Merisi da Caravaggio ve Pieter Brueghel. 

"Bence bu iki ressamın hayatı tüm üniversitelerde okutulmalı öğrencilere. Hatta Ülkü Tamer'in Brueghel'e dair bir şiiri vardır. Onu hatırlatmak isterim. Caravaggio dönemi ise malum sadece kiliselere resim yapılan yıllar. Caravaggio tam bir zaman şahsiyeti. Toplasan dört beş yıl resim yapmış bir adam. Ama resim tarihinin en önemli eserleridir bunlar bence. İlk kitabımın kapağında da Caravaggio'nun bir eseri yer alıyordu. Kuşkucu Thomas tablosu. Orada İsa açık olan ama kanamayan yarasını gösterir insanlara bir mucize olarak. Ancak köylülerden biri inanmaz ve şüpheyle parmağını sokar yarasından içeri. İşte o şüphe önemli bir detaydır. Tıpkı edebiyat da işte bu resimdeki detaylara ihtiyaç duyar. Bu tarihe ve detaylara sahip olunduğunda okumak daha keyifli bir hal alacaktır." 

Edebiyatta derinleştikçe de okumanın daha keyifli bir hal aldığının altını çiziyor Yusuf Şaylan. "Daha önceki söyleşilerde de bahsetmiştik. Okumak böyle olunca daha keyifli daha lezzetli bir hal alıyor. O yüzden de romanların yazıldıkları dönemleri, yazarların dünya görüşünü bilmek okurun kaybolmasını da engelliyor" diyor. 

Sohbetimizi burada tamamlıyoruz. Sonrasında laf biraz daha edebiyat dünyasında kimi yazarların ve yayınevlerinin faaliyetlerine geliyor. Kahvelerimize ardında gelen çaylar da bitince sohbetimizin nihayete erdiğini anlıyoruz. Orhan Gökdemir'i yolcu etme vakti. Ankara'dan İstanbul'a. 

Önümüzdeki hafta Avrupa'dan yazılmış bir dönem kitabını inceleyeceğiz. Yusuf Şaylan kitabı belirleyip hafif göz kırpıyor. Bu kitabımızın netleştiği anlamına geliyor. 

(soL)

16 Haziran 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (16 Haziran 2024)

 

Yaşlı bir nineden hikâyeler (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım dokuz günlük bayramın ilk günü. Bu bayramı hiç sevmem. Çünkü tüm ülke kan kokar ve bir telaş kesilen kurban etleri derin dondurucuya özenle yerleştirilir. Elbette kurban parasını çeşitli yardım kuruluşlarına bırakanlar da vardır. Ama ne yazık ki büyük çoğunluk en az altı aylık etini kendine saklar. Yıllar önce bir caminin girişindeki pankartı anımsıyorum: “Bir kurban kes ve günahlarından kurtul!”  Kıyak iş değil mi hem yıllık etini garantiye alacaksın hem de günahların silinecek.

Canım oldukça sıkkın çünkü bir bayram sevinciyle gelen CHP’li belediyeler tasarruf genelgesine uymak için pek çok ilde, ilçede kültür işlerine ayrılan ödeneği hiç acımazca, yıldırım hızıyla kestiler. Tarsus Belediyesi tiyatroyu dağıttı ve oyuncuları bahçe işlerine verdi, Nilüfer Belediyesi tiyatrosuna emek vermiş, ileri götürmüş yöneticisine yol verdi. İzmir’de iki yıldır yapılan çok başarılı tematik bir festival olan uluslararası film ve müzik festivalinin bu yıl yapılıp yapılmayacağı belirsizliğini koruyor. Ben de bu tasarruf önlemlerinden payımı aldım. İzmir’de üç yıldır yaptığım “Hadi Bir Film Yapalım!” başlıklı kısa film atölyesini sanırım artık yapamayacağım. Üstelik atölye çalışanlarıyla yaptığımız “Savaş Bir Film Değildir”  filmi uluslararası bir dakikalık yüz filme seçilmiş olmasına ve dünyanın her yerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni temsil etmesine rağmen. Bu davranış beni öylesine üzdü ki usuldan kendimi ölümü bekleyen yaşlı bir nineye benzetmeye başladım. Bu arada Uluslararası Altın Koza Adana Film Festivali, yedi yıl boyunca yaptığım ve mutlaka bir kısa bir film çektiğimiz atölyemi de “Konsept değiştiriyoruz”  diye yok saydı. Ah canım ciğerim Kadir Beycioğlu bu kadar erken niye gittin? Gelelim Kadıköy Belediyesi’ne. Yaşamımı sürdürdüğüm Kadıköy’de, Selami  başkan zamanında 10 yıl devam ettirdiğim, her meslekten, her yaştan 125 kişinin emeğiyle otuza yakın kısa film çektiğimiz atölyemi yeniden oluşturmak için yaptığım başvurular Kadıköylü sanatçıları pek sevmeyen belediye başkanları ve yardımcıları tarafından yanıt bile verilmeye değer görülmedi.

Bu arada çok sevindiğim bir şey oldu. 9 Haziran’da gazetemde yazdığım “Yalan yok doğduğum ülkeyi özlüyorum” yazısına pek çok okurumdan kendi hayatlarını, çocukluklarını anlatan hikâyeler geldi. Bende hemen bir kitap yapma fikri doğdu, sevgili dostlarım üşenmeyin çocukluk hikâyelerinizi bana gönderin, hep birlikte  “Yalan Yok Doğduğum Ülkeyi Özlüyorum! başlıklı bir kitap yapalım.

Hadi bir de anımı anlatayım: Sevgili okurlarım o günlerde İran’dayım, İran’da kadınların şarkı söylemesi yasaktır. Neden kadınlar? Bunu çevremdeki herkese sordum, “Öyle” dediler. Sonra gizlice bir eve gittim. Evde pencereler kapalıydı, ışık yoktu, birkaç mum geniş bir odayı aydınlatıyordu. Demli çaylarımızı içerken yaşlı bir kadın geldi, bir mindere oturdu ve yumuşak bir sesle, sanki insanlığın ilk zamanlarından beri dünyayı dolaşan tuhaf ve etkileyici bir şarkıya başladı. Kadın arka arkaya birkaç şarkı söyledi, öyle yorulmuş, öylesine kendinden geçmişti ki bir süre sonra iki genç kadın onu kollarından şefkatle tutup odadan çıkardılar.

Kadın gittikten sonra ışıklar yandı, pencereler açıldı. Ve anlattılar, kadın önemli bir halk şarkıcısıymış, şarkı söylemesi yasaklandığından beri yemeden içmeden kesilmiş. Ona zorla yemek yedirmeye çalışıyorlarmış, şarkı söylediği günler yemeği kabul ediyormuş, sadece şarkısını söylediği günler.

Ben dehşet içinde kalmıştım. Ansızın kendi ülkem aklıma gelmişti. Ülkemde Grup Yorum’un elemanları şarkılarını söylemek için ölüm orucuna yatmışlardı. Ve ölümler olmuştu. Birden koşarak yaşlı kadının yattığı odaya girdim ve ona sarılıp hiç utanmadan hüngür hüngür ağladım.

İşte bu kadar, nineniz el öpmeye gelenleri bekliyor.

Not: Sanılmasın ki ben bu atölyelerden çok para kazanıyorum. Kısaca atölyeler için harcanan para az kişilik bir belediye yemeği kadar. Ayrıca bu satırların yazarı cümle belediyeler tarafından aforoz edilmeyi göze almıştır.

Bir de teşekkür: Ciddi bir rahatsızlığımı özenli bir biçimde tedavi eden, Afyon Klasik Müzik ve Caz Festivalleri’nin sağlık sponsorluğunu da yürüten kurumun başkanı Mustafa Arabacı’ya ve beni şefkatle kucaklayan tüm hekimlere, hemşirelere teşekkür ederim.

                                                        /././

Avrupa’da aşırı sağ geliyormuş vah vah! (Miyase İlknur)

Hay Allah! Ne öngörülmez bir durum. Avrupa sosyal demokrat ve merkez partileri ayvayı yedi mi şimdi? Avrupa’da kıyamet koparsa ya?...

Baba Erenlerin dediği gibi “Kopsun imanım kıyamet. Kopsun da dünyanın altı üstüne gelsin. Belki de altı üstünden daha iyidir.”

Avrupa solu ayvayı çoktan yemişlerdi. Sadece yedikleri ayvanın nelere yol açtığını defi hacet yaparken fark ettiler.

Aslında bu yedikleri ikinci ayva. İlkini Birinci Dünya Savaşı’nda yemiş ve II. Enternasyonal’in dağılmasına yol açmışlardı. Avrupa solunun ünlü liderleri Basel ve Stuttgard kararlarına ihanet edip kendi burjuvazi sınıfının peşine takılarak yaptılar.

Özellikle Alman, Fransız, Belçika sol partilerinin önderleri, emperyalizmin birinci paylaşım savaşını “vatan savunması” kılıfı ile meşrulaştırdılar.

Savaşın yol açtığı tahribat kendi tabanlarını vurunca ayıldılar ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti. O saatten sonra başlattıkları “Savaşa hayır” kampanyalarına kulak asan olmadı. Egemelerin çıkarlarının devletler hukukuna dönüştüğü ve yenilen devletlerin bileği bükülerek imzatılan antlaşmalara bir tek Ankara’da kurulanan Büyük Millet Meclisi karşı çıktı ve Osmanlı tarafından imza atılan Sevr Antlaşması’nı verdiği mücadele ile yırtıp attı.

Ülkelerinin kölelik antlaşmalarına imza atan devletlerin yoksullaşan insanları milliyetçiliğe sarıldı ve başlarında Mussolini ve Hitler gibi çılgınları getirdi. Bu da İkinci Dünya Savaşı’nın yolunu açtı.

Bundan ders almayan Avrupa solu, bu kez de Doğu Bloku yıkılınca neoliberalizmin kayığına bindi. İlk kez Birinci Körfez Savaşı’nı başlatan baba Bush’un ağzından duydukları “Yeni Dünya Düzeni”ne biat ettiler.

HANİ YENİ DÜNYA DÜZENİ HER ŞEYE KADİRDİ?

Bush, Yeni Dünya Düzeni’ni cicili şeker kâğıtlarına sarmalayarak sunduğu BM konuşmasında şunları söylüyordu: “ABD Pax Amerikana peşinde değildir. Ancak bir evrensel barış peşinde olacaktır. Demokrasi ile serbest piyasa ekonomisi bir bütündür. Birinin olmadığı yerde ötekisi olamaz. Bilgi devriminin despotizmi ve izolasyonu yerle bir etmesiyle malların ve düşüncelerin serbest dolaşımı gerçekleşecektir. Devletin gücünü sınırlayıp, bireyin önünü açarsak bilgi iletişim çağı özgürlük çağına dönüşebilir.”

Fukuyama da dünyanın sonunun geldiğini ilan ettiğine göre artık emeksermaye çelişkisine direnmek anlamsızdı.

Birey özgürleşecek, otoriter yönetimler yerle bir olacaktı.

Peki BOP planı nereye koyacağız?

Bu BOP planı BAAS yönetimlerini hedef alıyor da Suudi ve Körfez şeyhlerine ilişmiyordu?

ABD ve İngiltere, herhalde bu ülkelerin vatandaşlarını Körfez ülkelerin vatandaşlarından daha çok seviyor olmalıydı.

Avrupa’nın insan haklarına önem veren ülkeleri de bu savda olmalıydı ki itiraz bir yana destek vermekte tereddüt etmediler. Akıllarına, “Bu ülkelerin serbest piyasa ekonomisi önünde engel oluşturduğu için olabilir mi” diye sorgulamak gelmedi. Ha bir de İsrail’in frenlediği gerçeğini tabii.

SOSYAL DEVLETLE BİRLİKTE SİZ DE ÖLDÜNÜZ

1990’lı yıllarda devletin gücünü sınırlamak modasına sosyal demokrat partilerin iktidarda olduğu ülkeler de uydular. Özelleştirme furyasına kayıtsız kalamazlardı. Sosyal devlet de ne ola ki?

Öyle ya; bilgisi olan ve bilgiyi iyi kullanan bireyin zaten sosyal devlete ihtiyacı olmazdı. Hem Tony Blair de İngiltere İşçi Partisi’nin yörüngesini liberalizme doğru kırarak seçim başarısı elde etmemiş miydi?

Bir COVID-19 salgını ve yerle bir ettiği ülkelerin insanların Avrupa’ya akını neoliberalizmin cilalarının dökülmesine yetti.

Sığınmacılar yüzünden aşırı sağ yükseliyormuş. O sığınmacıların yollara dökülmesine sizin payınız yok değil mi?

Ne sandınız; sermaye ve bilgi sınırları aşacak ama insanlar ülkelerinin sınırlarını aşamayacak öyle mi?

Ektiğinizi biçiyorsunuz.

                                                                /././

Acıyan bize acısın...(Özdemir İnce)

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinden sonra ülkemiz gazetelerinin attıkları manşetleri gördükçe ve dürendiş (uz ve öngörülü) köşemenlerini okudukça kimi zaman kahkahayla gülüyor, kimi zaman da sakalımı sıvazlıyorum. 11 Haziran 2024 tarihli Hürriyet gazetesinin cafcaflı birinci sayfa manşetine göre, kal neymiş, Avrupa’nın “beş kâbusu” varmış da bunlar Marine Le Pen (Fransa), Tino Chrupalla-Alice Weidel (Almanya), Geert Wilder (Holanda), Tom Van Grieken (Belçika), Herbert Kickl (Avusturya) imiş.

Böyle abartılar var! Bu beş kâbus iktidara gelseler de ülke siyasetlerinde köklü bir şey değişmez. Sadece seçmenler kendi partilerinin iktidara gelmesinden ve gelmemesinden dolayı değişik tepkiler gösterirler. Hiçbir seçmen “İmdat! Yandık, mahvolduk!” diye haykırmaz. Lakin, aşırı sağı ülkelerine yakıştırmayanlar Fransa’da olduğu gibi gösteri yapar. Bu yazdıklarım kimilerine atmasyon gibi gelebilir ama bekleyin ve görün. Ancak bir ricam var: Yazımı okurken kafanızdan R.T. Erdoğan ve tarikatını eksik etmeyin!

Kâbus gören beş ülkeyi tanıma sıralamam şöyledir: Fransa, Belçika, Almanya, Hollanda ve Avusturya. Ben sadece durumun vaziyetini irdelemek için bir frankofon Türk olarak Fransa’yı örnek alacağım. Marine Le Pen Fransa anayasasının aşağıda yazılı maddelerine karşı olduğunu kesinlikle açıklamamıştır:

Madde 1: Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Fransa köken, ırk veya din ayrımı yapılmaksızın bütün vatandaşların kanun önünde eşitliğini sağlar. Her inanca saygı duyar.

Madde 2: Cumhuriyetin düsturu “hürriyet, eşitlik, kardeşlik”tir. İlkesi: Halk tarafından, halk için halk hükümetidir.

Madde 3: Milli egemenlik Fransız halkına aittir. Halkın hiçbir parçası ve hiçbir fert milli egemenliğin kullanılmasını kendisine izafe edemez.

Marine Le Pen, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne karşı olduğunu kesinlikle dile getirmemiştir. Ayrıca 1789 Devrimi’nin bütün ayrıcalıkları (imtiyazları) elinden alınan kilise ve ruhban sınıfının haklarının iadesine dair herhangi bir girişimde bulunmamıştır.

Fransa’da 1905 yılında devlet ve kiliseyi birbirinden tamamen ayıran yasal düzenleme gereği devlet okullarında din eğitimine yer verilmemektedir. Fransa’daki bu uygulama Müslüman toplumun devlet okullarında din eğitimi alabilme/yapabilme özgürlüğünü de sınırlandırmaktadır. Marine Le Pen’in bu maddeye karşı olduğu ve bizim imam hatip okullarına benzer okul açılmasını istediği duyulmamıştır.

Fransa’da Marine Le Pen’in programının sağın ve solun ötesine geçtiğini ve neredeyse sosyalist önlemler içerdiğini iddia edenler vardır. Küreselleşmeden nüfusun üçte ikisinin yararlanmadığını söylüyor. Sosyal kurumlar kısıtlanacak ve genişletilmeyecek ve yeniden dağıtımdan ziyade ulusal gücün hizmetine sunulacak: Yabancılara yapılan harcamaların azaltılması (8 milyar tasarruf umuluyor); sosyal güvenlik dolandırıcılarını avlamak (14 ila 40 milyar arasında)…

1920 ve 30’ların ulusal ve uluslararası özel koşullarının ürünü olan Salazar (Portekiz), Franco (İspanya), Mussolini (İtalya) ve Hitler (Almanya) örneklerinin bugün bu ülkelerde tekrarlanması olanaksız. Aynı şeyi eski Varşova Paktı ülkeleri için aynı kesinlikle söyleyemem ama Avrupa Birliği içinde yeni bir Stalin, yeni bir Hitler çıkartmaları çok zor.

Beni şaşırtan, AKP&MHP’nin aşırı sağ, faşist ve İslamcı iktidarına alkış tutanların ülkemizi uyarmaları. Fransa vatandaşı olsaydım Jean-Luc Mélenchon’un “Boyun Eğmeyen Fransa” (La France Insoumise) Partisi’ni desteklerdim ve Fransız halkının 1789 Devrimi’ne bağlı Marine Le Pen’in güçlenmesi karşısında da karalar bağlamazdım.

Avrupa’da yasal koşullarda çalışan Türkler için hiçbir sorun çıkmaz. Bir, uyum sağladıkları için; iki, Avrupa’nın emeklerine ihtiyacı olduğu için. İslamofobi Türklere yönelik değil, işsiz güçsüz, uyumsuz Araplarla, Afganlarla, Pakistanlılarla ve Afrika Müslümanlarıyla ilgili. Bizimkiler de onlardan şikâyetçi.

Ağalar, beyler ve efendiler, Hürriyet gazetesininin AB’nin “beş kâbusu” ilan ettiği siyasal partiler, bizim partilerle karşılaştırılırsa CHP, sol, sosyalist ve komünist partiler dışında kalan partilerin tamamının solunda kalırlar. “Beş kâbus”la bizi korkutacağınıza, Türkiye’yi içinde yaşadığı İslamofaşist cehenneminden kurtarmak için ter dökenlerin saflarına katılın!

Gelişmiş ülkeleri ve ülkemizi tehdit eden yabancı göçmen saldırısı bir başka yazının konusudur.

(Cumhuriyet)

                                        


Birgün KÖŞEBAŞI - 16 Haziran 2024 -

 


Küçük, daha küçük, en küçük…(Atilla Aşut)

“Dilin Kemiği” köşesi, Türkçeye ilgi duyan okur ve yazar dostlarla birlikte yürüttüğümüz verimli bir düşünce alanına dönüştü. Dilseverlerle büyük bir aile oluşturduk diyebilirim. Yıllardır çoğalarak sürüyor birlikteliğimiz. İmece, katılımcılık ve paylaşma, bizim dünya görüşümüzün özünü oluşturuyor. O nedenle çok mutluyum başka yerlerde bu olanağı bulamayan okurların sesine ses olmaktan. Keşke yerimiz geniş olsa da daha sık sunabilsek okur / yazar dostlarımızın değerli katkılarını… 

Bu hafta birkaç dilseverin medya eleştirisi ile benim yanıtlarımı bir arada okuyacaksınız. Hepinize Türkçe tadında bir bayram diliyorum! 

***

“Merhaba Attila Bey

Bazı TV kanallarında ‘Tiny House’ haberleri izledik. 27 Mayıs 2024 tarihli BirGün’ün 2. sayfasında da ‘Bozcaada’da Tiny House Yasağı başladı’ başlıklı benzer bir haber vardı. Sözlük anlamı olan ‘küçük / minik ev’ yerine neden İngilizcesi kullanılır??? 

                                                     “Tiny Hous” da ne ola? (BirGün, 27 Mayıs 2024)

Siz bu  yabancı sıfat tamlaması yerine ne önerirsiniz? Türkçemizde bu evlere ne diyebiliriz? 

Saygılarımla.” 

Halil AYDINCAK  - (Jeoloji Mühendisi) 

                                                            ***

Şimdilerde tüm dünyada “minimalist” (en az, en küçük, küçücük, küçümen, artık hangisini beğenirseniz!)” takılma eğilimi yaygınlaşıyor. Yazın alanında bile bunun yansımalarını görüyoruz. Hız çağında yaşıyoruz ya, uzun yazı okumaya üşenenler için artık “minimal öyküler” dönemi başladı! Bu akıma yakınlık duyan yazarlar, birkaç paragraflık, hap gibi küçümen öyküler yayımlıyor dergilerde. Bunlar için ne kadar “öykü” denebilir, orası ayrı konu… 

Tiny house”lara gelince, değerli okurumuz Halil Aydıncak, adını koymuş zaten: “Küçük ev”. Geçmiş yıllarda TRT’de izlediğimiz bir televizyon dizisinin adı da böyleydi zaten. 

Tiny house”, İngilizce bir tanımlama olarak, şimdilerde moda olmaya başlayan yeni yaşam felsefesine uygun minik yapılar için kullanılıyor. Geleneksel evlerde oturmaktan sıkılanlar, doğa ile iç içe yaşamak için son zamanlarda daha çok bu tip evlere yöneliyor. Durağan ya da taşınabilir türleri de varmış. Bir çeşit tekerlekli ev ya da karavan diyebiliriz sanırım. Bu gidişle kaplumbağalar gibi evlerimizi sırtımızda taşıyacağımız günler de gelecek galiba! 

GÜLÜNÇ YANLIŞLAR! 

“Sayın Aşut, merhaba. Öyle görünüyor ki dil yanlışlarına değinmenin sonu gelmeyecek. Üstelik bir de yerleşen yanlışlar var ki onları düzeltmek olanaksız görünüyor: Süre yerine süreç, karşılık yerine karşın demek gibi. Gülünç diyebileceğimiz örnekler de var: Filancanın mahiyyetinde çalışmış. Çok mütehassıs olmuş. Köşeyazarlarında sıklıkla gördüğüm bir yanlış var ki evlere şenlik: Mütevazılık (göstermiş). Oysa böyle bir sözcük yok. Alçakgönüllülük demeyecekseniz ‘tevazu göstermek’ deyin, ille eski sözcük kullanacaksanız ‘mütevâzıâne’ deyin bari ama sakın mütevâzı yerine mütevâzi (paralel) demeyin, gülünç olursunuz. 

‘Rol model öğretmen’e takılmayayım artık. Çünkü ‘rol modeli’ olmak kolay olmasa gerek. Türkçesi kıt olanlara benim önerim çok basit: Elinizin altında bir sözlük bulundurun. 

Selam ve saygılarımla.” 

Bekir ONUR  - (Emekli Öğretim Üyesi) 

                                                              ***

“ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTÜ” 

“Sayın Attila Aşut

Yazılarınızı kaçırmadan okuyorum. Geçenlerde ‘organize suç örgütü’ ifadesinin doğrusunu fotoğraflı olarak yazmıştınız. Bu söylem dilimize ve basınımıza öylesine yerleşmiş ki söküp atamıyoruz! Yazanlar ve konuşanlar da kendilerini düzeltmek için çaba göstermiyor.  

Gazetemiz yazarı Sayın Timur Soykan, 17 Nisan 2024 günkü yazısının birçok yerinde ‘organize suç örgütü’nden bahsediyor. Kendisine ulaşamadığım için size yazıyorum. Lütfen bu yanlış ifadeyi kullanmasın. 

Sağlıcakla kalınız.  

Saygılarımla.” 

Şenel BAŞAR 

                                                             ***

Okurumuzun da belirttiği gibi, bu yanlış tanımlama çok yaygın biçimde kullanılıyor. Biz elimizden geldiğince uyarı görevimizi yapmaya çalışıyoruz ama genç kuşak gazetecilerde doğru Türkçeyi öğrenme konusunda belirgin bir isteksizlik gözlüyorum. Başta İsmail Küçükkaya olmak üzere, çok izlenen kanalların sunucuları da aynı yanlış söylemi sürdürerek gençlere kötü örnek oluyor. 

***

“İÇİN” GİTTİ, “ADINA” GELDİ! 

“Sayın Aşut, 25 Mayıs 2024 tarihli Milliyet gazetesinin spor sayfasındaki ‘Özel Konuklar’ başlıklı haberde, ‘NBA’in efsanelerinden Scottie Pippen de mücadeleyi izleme adına salona geldi’ denmiş. 

Mücadeleyi izlemek için’ yazılamaması, günümüzde muhabirlerin ve editörlerin dilbilgisinin epey gerilerde olduğunu düşündürüyor.     

Saygılarımla.” 

Aziz Naci DOĞAN  - (Yazar ve Düzeltmen)

                                                             /././     

Elbise askısına dolanan milli değerler (Gözde Bedeloğlu)

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), mayısın son günü ‘Mezuniyet Günü Etkinlikleri’ konulu bir genelge yayınladı. Okul müdürlüklerine gönderilen genelgeye göre, mezuniyet etkinlikleri ülkemizin örf, adet ve geleneklerine uygun olacak; milli, manevi, ahlaki ve kültürel değerlerine aykırı olmayacaktı. Etkinlikler için okulların uygun mekan ve alanları kullanılacak, okul dışında mezuniyet töreni gerçekleştirilmeyecekti. Ancak il ya da ilçe milli eğitim müdürlüklerinden onay alınarak yapılabilecek mezuniyet törenleri öğrenci merkezli, birlik ve bütünleşmeyi sağlayan aktiviteler olarak planlanacaktı. 

                                                               ***

Sondan başlayalım. MEB’e göre yeni düzenleme öğrenci merkezli fakat öğrencileri sadece okul içinde yapılacak etkinliklerle sınırlıyor, ki bu Türkiye’de her okulun tören düzenlenebilecek uygun bir sosyal alana sahip olduğu varsayımına dayanıyor. Öğrenci merkezli bakış, çocukların imkanlarını kısıtlamakla değil aksine istek ve ihtiyaçları doğrultusunda artırıp zenginleştirmekle mümkün olur. Diğer yandan MEB’in, etkinliklerin milli, manevi değerlere, örf ve adetlere uygun olarak düzenlenmesi gerektiğine dair yaptığı vurgu sorunlu. Bu tarz muğlak, yoruma açık ifadelerin günün sonunda keyfi karar ve davranışlara sebep olması sıklıkla deneyimlendiği gibi kaçınılmaz. 

                                                          ***

Bunun bir örneği, Kocaeli’nin Gebze ilçesindeki Alaettin Kurt Anadolu Lisesi’nde yaşandı. ‘Kıyafet yönetmeliğine uymayan kıyafetler giydikleri’ gerekçesiyle bazı kız öğrenciler okul bahçesinde düzenlenen mezuniyet törenine alınmadı. Okul yönetimi duruma itiraz eden öğrenci ve ailelerinden özür dilemek yerine karşılarına jandarma dikmeyi tercih etti. Sosyal medyada yayınlanan görüntüler, tartışmanın sebebini kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkta gösteriyordu. 

                                                              ***

Muğlak ifadelerle bezeli MEB genelgesini okuyan okul müdürü ve yardımcıları görünen o ki, kız çocuklarının askılı elbiselerini milli ve manevi değerlerimize ters, örf ve adetlerimize aykırı bulmuştu. Çünkü neden olmasın? Milli ve manevi değerler başlığı altında dayatılan her kural muhatabına yorumlama fırsatı ve kendi ya da mensubu olduğu cemaatin ahlak tanımı çerçevesinde uygulama kolaylığı tanıyor. İdarecinin vizyonu nereye kadar uzanabiliyorsa izin de yasak da ancak bu sınıra göre belirleniyor. Gençlerin vaktinden ve neşesinden çalan bu kaosun orkestra şefi ise de elbette MEB.  

                                                                 *** 

Milli kültür, değer, örf, adet ve geleneğe uygunluk kriterleri kız çocuklarının askılı elbiseleri üzerinden belirlenip toplumsal huzur, barış ve sigortası olan laiklik aşındırılmaya çalışıladursun, Türkiye’de çocuk işçiliği, çocuk emeği sömürüsü almış başını gidiyor. TÜİK verilerine göre, 2023 yılında derin yoksulluk içinde yaşayan çocukların oranı yüzde 33. Yoksulluk sebebiyle eğitimden kopan çocuklar fiziki, sosyal, duygusal ve zihinsel gelişimlerini sekteye uğratan; yaşları ve bedenleriyle uyumsuz, bilgi ve deneyimlerini aşan ağır işlerde çalışmak zorunda bırakılıyor. 

                                                              ***

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) 11 Haziran’da yayınladığı son rapora göre, 2013’ten bugüne en az 695 çocuk işçi hayatını kaybetti. Bir MEB projesi olan Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla, ortaokulu bitiren öğrencilerin örgün eğitimden koparılarak haftanın dört günü bedava işgücü olarak patronların sömürüsüne sunulmasını eleştiren İSİG’in raporunda ayrıca yoksul ailelerin çocukları için MESEM tercihinin bir zorunluluğa dönüştüğü vurgulanıyor. 

                                                                  ***

Geçen ay, mesleki eğitim veren kurumlarda çalıştırılırken ölen çocuk işçi sayısındaki artışın nedenlerinin araştırılması için CHP tarafından meclise sunulan önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedilmişti. Çocukların, mezuniyet törenlerine askılı elbiseyle katılmasını değil, yoksulluğun pençesinde, ağır iş kollarında çalıştırılırken ölmesini kendine milli dert edinecek bir iktidara ihtiyacımız var.

                                                               /././ 

Neoliberal merkezin krizi (Güven Gürkan Özkan)

Talepleri ehlileştirmek ve kitlelerin politik bağlarını temsili mekanizmalar içerisinde tutmaya çalışmak Avrupa solunun yerinde saymasına neden oluyor.

AB içindeki kaygan politik zemin, hem neoliberal kapitalizminin krizine dair ilginç veriler sunuyor hem de Batı’daki aşırı sağın söz konusu krizden nasıl beslendiğini gözler önüne seriyor. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin neticelerini bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Seçimlerin en net sonucu, aşırı sağ partilerin Avrupa’nın merkez ülkelerinde elde ettiği zaferden zafere koşması. Özellikle Almanya ve Fransa’da aşırı sağa giden her ilave oyun AB bünyesinde çarpan etkisi yarattığını hesaba katarsak karşımızdaki tehlikenin küçümsenmeyecek cinsten olduğunu pekâlâ ifade edebiliriz. AP’nin içindeki matematiksel dağılımın radikal bir değişim geçirmemiş olmaması, bu durumun vahametini ortadan kaldırmıyor. 

2024 AP seçimleri, bir öncekine nazaran farklı bir politik-ekonomik atmosferde gerçekleşti. Evvelki seçim sürecinde 2008 ekonomik krizinin artık geride kaldığı, yeni bir refah dönemine geçilebileceğine dair umutlar dolaşımdaydı. Liberaller, yeşiller ve sosyal demokratlar AB projesinin demokratik bir güç merkezi olarak tahkim edilebileceğini varsayıyordu. Ancak Covid-19 Pandemisi ile birlikte bu varsayımlar yerle yeksan oldu. Pandemi neoliberal kapitalist düzendeki mevcut sorunları görünür kıldığı gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi. Neoliberal düzen bildiği yöntemlerle krizi atlatamadı, düzenin asli parçası olan merkez sağ ve sol siyaset de toplum nezdinde ikna edici özelliklerini yitirme konusunda adeta bir yarışa girişti.  

Almanya’da AfD’nin ikinci parti haline gelmesi, Fransa’da Le Pen’in partisi RN’nin Macron ile özdeşleşen koalisyonu tehdit etmesi, İtalya’da Meloni’nin yükselişini sürdürmesi, buna mukabil yeşillerin, liberallerin hatta sosyal demokratların gerilemesi temsili liberal demokratik süreçlerde yaşanan sıradan bir “yol kazası” değil, bu doğrudan neoliberal kapitalizmin türettiği bir kriz. Üstelik gün geçtikçe derinleşiyor ve patlamaya hazır bir kazan haline geliyor.  

Avrupa merkez sağı, bir yandan aşırı sağa karşı kendini en güçlü alternatif olarak sunmaya çalışırken bir yandan da çok temel meselelerde aşırı sağın siyasi söylemine meyleden bir çizgi izliyor. Böylelikle iklim krizinden göçmen meselesine kadar birçok başlıkta daha önceleri radikal çıkışlar olarak algılanan argümanlar siyaset sahnesinde normalleşiyor. AP seçimlerinden avantajla çıkan aşırı sağ partiler, her ne kadar tüm konularda aynı çizgide olmasa da neoliberalizmin krizinin yarattığı öfkeyi benzer bir biçimde manipüle edebiliyorlar. Bilhassa geleceksizlik korkusu yaşayan genç Avrupalı erkeklere ve her geçen gün yoksullaşan ücretlilerin en kırılgan kesimine hitap ederek destek topluyorlar. Bu esnada düzenin kendisini değil ama yarattığı sonuçları birer sebep olarak kodlayarak aslında düzenin devamına hizmet ediyorlar. 

1990’lardan bu yana emeğin, sınıfın taleplerinden uzaklaşan sosyal demokratlar düzene karşı yükselen sesleri kendi hanelerine yazdıracak, bunu politik bir ivmeye dönüştürebilecek bir siyasi ufka sahip değil. Talepleri ehlileştirmek ve kitlelerin politik bağlarını temsili mekanizmalar içerisinde tutmaya çalışmak Avrupa solunun yerinde saymasına neden oluyor. Sosyal demokratların ve yeşillerin piyasacılığı tartışma dışında tutan tutumlarının, ekonomik sorunlara göçmenleri sınır dışı edelim, iklim yatırımlarını feshedelim gibi “radikal” çözümler öneren aşırı sağın ekmeğine yağ sürdüğü aşikâr. Üstelik yeşillerden sosyal demokratlara kadar farklı aktörler, Ukrayna Savaşı ve Gazze katliamı gibi çok hayati konularda antimilitarist bir siyaset izlemekten özenle kaçınarak neoliberal düzene cansuyu veriyor.  

AP seçimleri belli ki bu sefer Fransa’dan Belçika’ya birçok örnekte iç politikayı doğrudan etkileyecek bir tablo yarattı. Macron’un Meclisi feshettiği Fransa’da solun bir cephe halinde aşırı sağ ile mücadele etmesi gibi girişimler bir yana, Avrupa’nın ilerici güçlerinin bu seçim sonuçlarını nasıl analiz ettiği, toplumsal taleplere ne kadar yüzünü dönebilecekleri merak konusu. Bu süreçten Türkiye’deki siyaset adına da çıkarılacak dersler var. Yoksullaşan, ötekileştirilen, ikinci sınıf vatandaş yerine konan milyonlarca yurttaşın öfke ve taleplerini gerçekçi bir siyasi çizgide, güçlü bir biçimde dillendirmek içinde yaşadığımız siyasi ve iktisadi buhrandan çıkış için tek çare.  

                                                                /././

Sınıfsal vergileme işbaşında (Oğuz Oyan)

Aslında Şimşek’in tasavvurlarını aşan gelişmeler yaşanmakta. Erdoğan-Özel görüşmesinden iktidara ve Şimşek’e büyük destek ikramiyesi çıkmış durumda.

Hazine ve Maliye Bakanının aklına vergi gelmiş ama sermayeyi vergilemek gelmemiş! Neden acaba? Baştan söylemiş olalım, bu yazı bunun üzerine.  

Sermayeyi vergilendirmek? 

Önce bir yanlış kavrayışı düzelterek başlayalım. ABD’nin sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bazı süper milyarderleri arada bir "bizi niçin daha iyi vergilendirmiyorsunuz?" çıkışını yaparlar. Buna bakarak sermayenin kendisini de hedef alan hatta servet vergilerini de kapsayan bir vergilendirmeyi istediği yorumu yapılabilir mi? Başka açıdan, marjinal da olsa kimi sermayedarlar böyle pozisyon alabildiğine göre, sermayenin daha fazla vergilendirilmesini talep etmek pek de sistem karşıtı olmayabilir yani sol bir tavır sayılmayabilir mi?  

Buna tekrar dönmeden önce şunu belirtelim: Multimilyarderlerin bu çıkışları bir gösteriden ibarettir; bunun bir yere varmayacağının farkındadırlar. ABD Gelir İdaresi’nin (IRS) bu beyanlara bakarak milyarderleri veya süper milyarderleri daha ağır vergilendiremeyeceğini bilirler. Bu, yasamanın konusudur. Çift meclisli ABD sisteminden sermaye aleyhine vergi düzenlemeleri geçirmek ise olanaksıza yakındır. Öncelikle Kongre’de etkin uzantıları olan sermayenin geniş bölümleri böyle bir tasarıyı hemen bloke ederler. Birkaç süper milyarderin şımarık hezeyanlarına göre davranmayacakları bilinir. 

Öte yandan, bu yanlış varsayımdan yola çıkıldığında, Türkiye (ve dünya) pratiğinde sermayenin vergilendirilmekten şiddetle kaçındığını ve kendisini birazcık kapsama alabilme ihtimali olan tasarılardan bile (1998 tarihli Temizel yasasını anımsayalım) dehşetli ürkerek hemen sınıfsal reflekslerini harekete geçirdiğini saptamanız zorlaşır (Bu konuda bkz. "Sermaye Düzeninin İşleyiş Tarzı" başlıklı yazımız, BirGün Pazar, 23 Temmuz 2023).  

Dolayısıyla bu tür fantezilere dayanarak solun mücadele gündemi belirlenemez. Tam tersine, bu tür yanlış konumlanmaların sol cenaha bulaşmaması için uyanık olunması gerekir. Emek-sermaye çelişkisini hafifleteceği veya öyle göstereceği, emekçilerin sınıfsal nefretini törpüleyeceği gerekçesiyle sermayenin daha ağır vergilendirilmesini gündeminden çıkarmaya kadar götürebilir. Bir kere bu yola girilince bunun nerede duracağı da bilinemez: Asgari ücret artışını, emekli maaşları artışını talep etmek de sistemle olan keskin çelişkileri yumuşatmaya hizmet etmez mi? Peki, bunların mücadelesi verilmeyecekse kitle tabanı nasıl kazanılacak? Daha ötesinde, sendikaların TİS mücadeleleri de aynı kapsama girmez mi? (Elbette, sendikaların bir işlevi de sınıf uzlaşmasıdır. Ama bu nedenle bu mücadele alanı terkedilebilir mi? Yapılması gereken, sendika yöneticilerinin ücret sendikacılığına –ve daha da kötüsü, iktidar sendikacılığına– hapsolmalarına karşı tavır ve alternatif geliştirmek olmalıdır). 

Türkiye’de dolaysız vergilerin payı 40 yıl önce yani Özal döneminin başında yüzde 58,2’dir. AKP döneminde yüzde 30’a kadar gerilemiştir. Bunu isteyen ve yaptıran sermayedir. Bunun tersine döndürülmesi ise sermayeye rağmen yapılmak zorundadır. Sermayeyi kayıran vergi istisna ve muafiyetlerinden (sadece 2024 yılında 2,2 trilyon TL), gelir vergisinin bile bir ücretliler vergisine dönüştürülmesinden hiç bahsetmiyorum bile... 

Peki, vergi ayağı olmayan kamuculuk talepleri boşluğa düşmez mi? Sonuçta her kamuculuk talebi, kamu harcamalarının/hizmetlerinin ve devletin üretici faaliyetlerinin emek lehine yeniden düzenlenmesi anlamındadır. Ama bu da ister istemez sistemin çelişkilerini yumuşatmaya götürüyor diye mücadelesi verilmeyecek mi? Kaldı ki, daha fazla kamuculuk için gelir/vergi sisteminin de aynı yönde (sermaye aleyhine-emek lehine) dönüştürülmesi gerekir. Bu da ancak emekçi sınıfların bütçe ve vergi sistemine dönük taleplerini temel birer mücadele başlığına çevirmeleriyle olabilir. 

Erdoğan ve Şimşek Esasta Ne Tasarlıyor? 

Aslında Şimşek’in tasavvurlarını aşan gelişmeler yaşanmakta. Erdoğan-Özel görüşmesinden iktidara ve Şimşek’e büyük destek ikramiyesi çıkmış durumda. Bugünkü 24 Ocak türevi politikaları uygulamak için zaten 12 Eylül askerî darbesi türü bir desteğe ihtiyaç olmadığını daha önce yazmıştık; AKP’nin sivil darbe rejimi tüm kitlesel sendikal ve siyasal muhalefeti baskıladığı veya yanına çektiği için buna gerek yoktu.  

Nitekim şimdi artık Şimşek ile CHP "ekonomi kurmayları" bir araya gelip neoliberal programı birlikte tartışacaklarına göre, iktidarın sermaye lehine uygulamakta olduğu "darlık iktisadına" muhalefetin itirazları baştan elenebilecek demektir. Esasen "Altılı Masa"dan biliyoruz, ana muhalefetin neoliberal programın alternatifi olabilecek bir yaklaşımı yoktu. Temelden itiraz yerine şuradan buradan bazı sosyal soslar eklenmek isteniyordu. Yeni yönetimde de bunun dışına çıkılabileceğinin işaretleri alınmadı. Şimdi eğer Şimşek ile istişareler bir sonuca bağlanmaz ve anamuhalefet bu görüşmelerden çekilirse, iktidar gene istediğine ulaşmış olacaktır: Uyguladığı programın meşruluğunu sağlamış, kitlesel tepkilerin önünü kesmiş ve ana muhalefeti "mızmızlıkla" ve "ülkenin ortak sorunlarına çözüm aramaktan yan çizmekle" suçlayabilecek bir konuma yerleşmiş olacaktır. 

"Ülkenin ortak sorunları ve çıkarları" denilince akan suların durması gerekir çünkü. Burada "ülkenin" yerine "sermayenin" sözcüğü konulursa herşey yerli yerine daha iyi oturur. "Partiler-üstü" denilen siyaset tam da budur. Sistemin (sermaye düzeninin) çıkarları esastır. Sermaye (iç ve dış), AKP-CHP arasında en azından neoliberal iktisadi politikalar ile Atlantikçi ve AB’ci dış politikalarda mutabakat olmasını arzu eder ve bunun dışına çıkışları ideolojik olarak mahkûm eder. Din devleti kurulması ve otoriter rejimin hegemonyasının pekişmesi gibi kültürel-yönetsel alanı ilgilendiren konularda sermaye içi farklı görüşler olabilir, ama en nihayetinde bir yerlerde buluşulabilir. Sermayenin Erdoğan-Özel buluşmasını desteklemesinin hatta zorlamasının altındaki asıl nedenler ise, sayılan ekonomi ve dış politika tercihlerinde uzlaşmanın sağlanmasıdır. 

Vergi Önerileri Neleri Kapsıyor? 

Şimdiye kadar ortaya somut bir yasa teklifi çıkmış değil. Ancak bazı düzenlemeler CB Kararı’yla da yapılabiliyor. Örneğin Çin malı otomobillere konulan gümrük vergilerinin, elektrikli araçlar dışındaki içten yanmalı ve hibrit motorlu araçlarda da yüzde 40’a çıkarılması bu kapsamdadır. Burada mali amaçtan ziyade sermayenin talepleri doğrultusunda ekonomik amaç (korumacılık ve dış açığı düşürme) ön plandadır. 

Borsa İstanbul’daki işlemlerden onbinde 1-2 vergi alınması düşüncesinin bile kopardığı gürültüye bakılınca, sermayenin direnci hafife alınmamalıdır. Kaldı ki, (i) kâr-zarar edene bakılmaksızın işlemden vergi alınması daha fazla tepki çeker; kazançtan daha yüksek oranlı (yüzde 2 gibi) vergi alınmasına dönülebilir. (ii) her durumda toplamda 4-5 milyar TL vergi için bu çabaya değer mi tartışılır (Kripto para işlemlerine vergi konulmasıyla belki rakam daha yukarı çıkabilir). Oysa 2,2 trilyon TL’lik vergi harcamalarında ayıklama daha verimli sonuçlar verir. Şimşek’in sermayeden çok ücretli lehine kimi indirimlere göz dikmesi şaşırtıcı olmaz.  

Torba düzenlemelerde asıl ağırlığın gayrimenkul alanında olacağı anlaşılıyor. GYO kazançları için tanınan kurumlar vergisi istisnasından vazgeçilebilecek mi göreceğiz. Gayrimenkullerdeki değer artışlarının 5 yıllık süreye bakılmaksının gelir vergisine tabi tutulması düşünülüyor; ancak bu, geniş kitleye yük getirecektir. "Tapudaki devirlerde gerçek piyasa/satış değerine geçilmesi" zaten yapılması gerekli bir düzenlemeydi, ancak tapu harcı oranları aşağıya çekilmezse muvazaalı satışlar gene yüksek olabilir. 

Şimdi de CHP-AKP görüşmelerinden yeni vergi paketine ilişkin ortak bir çalışma yapılması beklentisi oluşmuş durumda. Buradan ne çıkar izleyip göreceğiz. Her durumda Torba teklifin Ekim’e sarkan düzenlemeleri artacak demektir. 

(BİRGÜN)