18 Haziran 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI (18 Haziran 2024)

'Local'lara yer yok: 'Emeklileri parklara hapsettiler' (BİRKUT ENGÜLLÜ, MERVE GÜZEY)

Metin Abi, 66 yaşında. Dikilitaş’ın hiç de yeni olmayan rantsal dönüşüm gündemleri nedeniyle evini satıp taşınmak zorunda kalmış ama yıllarca mahallesini terk etmemiş...

Sermaye adına ülkeyi yönetenlerin tarihimizin belki de en ağır kemer sıkma politikasını, kemerleri emekçilerin pantolonlarından çıkarıp gırtlağına takarak uyguladıkları ve yoksulluğu alabildiğine derinleştirdikleri günlerden geçiyoruz.

Üstelik mesele tek boyutlu da değil. Sadece alım gücünün düşmesi ile kendini hissettirmiyor. Sermayenin her alana daha da kanırtırcasına nüfuz etmesi sağlanırken, emekçiler kelimenin tam anlamıyla her yerden dışlanıyor. "Kentsel dönüşüm" adı verilen ve esasında rantın dizginlerinden boşandığı bu uygulamayla insanlar; on yıllardır yaşadıkları mahallelerinde barınamaz hale getirilip kentin çeperlerine sürülüyor.

Türkiye kapitalizmi, kendini sağlama alacağı bir dönemi yaratmak için, hükümetiyle muhalefetiyle bir restorasyon sürecine girmiş durumda ve en vahşi yüzünü sergilemekten hiç çekinmiyor; yabancı finans kaynaklarının huzurunda, halktan, uyutulması ya da bastırılması gereken "yerliler" olarak söz ediyor.

Hayatını çalışarak geçirmiş ve artık en azından rahat bir nefes alması gereken emekliler, bu canavarın nefesini en yakından hissedenlerden. Sistemin düpedüz "yük" olarak gördüğü bu kesimin, açlık sınırının altındaki maaşları ve olmayan sosyal güvenceleriyle, adeta "ölmeye yatması" bekleniyor. Ancak emeklilerin, tüm zorluklara rağmen, buna niyeti yok.

'Şansa yaşıyorum'

Beşiktaş’a bağlı Dikilitaş Mahallesi’nin eski sakinlerinden Metin Abi ile konuştuk.

Metin Abi, 66 yaşında. Tamircilik ve şoförlük yapmış, yıllarca çalışmış bir emekli. Tüm emeklilerin yaşadıkları sorunların yanında, Dikilitaş’ın hiç de yeni olmayan rantsal dönüşüm gündemleri nedeniyle evini satıp taşınmak zorunda kalmış ama yıllarca mahallesini terk etmemiş direngen bir insan. Yaşadıklarımızın, salt dünden bugüne gelişen şeyler olmadığının farkında: “Gecekondu evleri yıkıldı, yerlerine apartmanlar inşa edildi ve mahallemiz müteahhitlere peşkeş çekildi. Depreme dayanıklı bölge kılıfı altında fiyatlar uçuruldu ve bizler mahallemizde yaşayamaz hale geldik. Yaklaşık 50 yıl boyunca Dikilitaş’ta yaşadım ancak sonunda ekonomik zorluklar nedeniyle evimi satmak zorunda kaldım. Dikilitaş’taki evimi sattıktan sonra, burada yeni bir daire almaya gücüm yetmedi ve kredilerle, borçlarla başka bir semte taşınmak zorunda kaldım.

Eskiden biraz gezebilirdik, mesela Galata Köprüsü’ne giderdik veya en az 15 gün tatil yapabilirdik. İlk zamanlar tek maaşla biraz da olsa kendimizi idare edebiliyorduk ama sonra eşim de çalışmaya başladı. Çalışan sayısı arttı, ancak gelirimiz giderek yetersiz hale geldi. Sonrasında emekli oldum ama emekli olduktan sonra hayatımda daha da büyük bir kırılma yaşadım. Emekli maaşıyla nasıl geçiniyorum derseniz; ilk 5 gün iyisin ama kalan 25 günü düşününce artık oradan buradan borç al, kredi çek gibi çözümler aramaktan başka bir ihtimalimiz kalmadı. Bilmem, şansa yaşıyorum. Markete gidemiyoruz; karşımızdaki markete, buranın büyük zincir marketlerinden biri, bizim gibi insanların girmesi neredeyse imkansız. Gerçi daha küçük marketlere de giremiyoruz artık.”

'Şiirde Nazım Hikmet, sinemada Yılmaz Güney, yeşil sahalarda Metin Kurt'

Dikilitaş’ta yürürken, boyun eğmeyen bir mahalleli olan Metin Abi’yle karşılaşmak çok mümkün. Anılarının, hatıralarının ve bunların içini dolduran esas şeyin peşinde, mahallesinde var olmaya devam ediyor:

“Ailem, yaklaşık 140 yıllık Dikilitaş’lı. Doğma büyüme Dikilitaşlı’yım. Dikilitaş, Anadolu’nun küçük bir köyü gibiydi; adeta bir köy havasında, samimi ve sıcakkanlı insanların yaşadığı bir yerdi. Gecekonduların bulunduğu devrimci bir mahalleydi, çoğunlukla emekçiler yaşardı. Özellikle Yıldız Teknik Üniversitesi’nin gelmesiyle bu ruh daha da güçlendi. Öğrencilerle mahalleli arasında sıkı bir bağ vardı; öğrenciler bize çok şey öğretirdi, mahalleli de onları hep kucaklarlardı.

Metin Kurt ile burada tanıştım. Aramızda 12 yaş vardı; O, benden 12 yaş büyüktü. Bir zamanlar Dikilitaş Spor Kulübü’nün teknik direktörlüğünü yaptığı için mahalleli onu tanır ve çok severdi. Bize hep iyi insan olmayı öğretti ve örgütlü mücadelenin önemini anlattı. Burada hala Metin Kurt’un dostları yaşar, şu aşağıdaki dükkanda fotoğrafları asılıdır. ‘Şiirde Nazım Hikmet, sinemada Yılmaz Güney’ deriz, ben de ‘Yeşil sahalarda Metin Kurt’ derim; ‘Tribüne yakın, halka yakın olmak’ derdi her zaman.

Fakat tabii, 80 darbesi sonrası, ekonomik kriz ile de birlikte mahallenin dokusunu git gide bozulmaya başladı...”

'Evlerimizi zenginlere peşkeş çekmek için bizi sürüyorlar'

Bir zamanların gecekondu mahallesinin, 12 Eylül 1980’den itibaren ve son yıllarda da en sert şekilde ranta açılarak "dönüştürülmesinin" yansımalarına da işaret ediyor Metin Abi:

“Uzun zamandır Dikilitaş’ta oturmamama rağmen, her gün hala buraya geliyorum. Ne bileyim, sanki burası benim kendi yerim gibi hissediyorum. Bu mahallede doğdum, büyüdüm, en güzel anılarım burada. Evimizi taşımak zorunda kaldık ama kendim hala buradayım. Arkadaşlarım, dostlarım bu mahallede yaşıyor. Başka birçok arkadaşım da Dikilitaş’tan Gebze ve Silivri gibi yerlere taşındı.

Kira ödeyen emekli burada nasıl yaşasın ki; beslenme ihtiyacını mı karşılasın, kira mı ödesin? Oralarda geçinmek görece daha kolay, kiralar ve yaşam maliyetleri daha uygun. Artık Dikilitaş’ta kiralar çok yüksek, üç aylık emekli maaşımı versem bile burada bir ay oturamam. Bu yüzden eski komşularımla, dostlarımla bir araya gelmek için sürekli Dikilitaş’a geliyorum. Gerçi artık onlar da yavaş yavaş buralardan gidiyor. Yerlerimizden edildik, istiyorlar ki doğup büyüdüğümüz yerlerden gidelim. Bizi sürüyorlar, evlerimizi zenginlere peşkeş çekmek için sürüyorlar.”

'Emekli Yılı’nda ölüme terk edildik'

Yaşadığı ve yaşadığımız sıkıntıların, sömürüden kaynaklı olduğunun bilincinde Metin Abi ve bunu çevresine de böyle anlatıyor hep. "–Cek, –cak"lı vaatlere karnı tok, hükümet ve muhalefetin uygulanan ekonomi politikalarında mutabık olduklarının da, bir parmak balın ağırlaşan yoksullaşmaya çare olmayacağının da, düzenin kendilerinden ölmelerini beklediğinin de farkında; emeklilere yapılanların, gençlerde yarattığı karamsarlığın da:

“Emekli olanlara hep imrenirdim; onlar görece daha iyi bir durumdaydılar. Ben de emekli olduğumda, aynı şekilde rahat bir yaşam süreceğimi sanıyordum. Ancak bugün geldiğimiz noktada; yabancı ülkelerden emekliler İstanbul’a tatile geliyorlar, bizler daha Beşiktaş’a inip mahalle çorbacısında çorba içemiyoruz. Biz ne yapıyoruz? Parkta oturuyoruz, çünkü elimizdeki parayla yapabileceğimiz başka bir şey yok. Yıllarca çalıştık ama şimdi dilenci gibi görülüyoruz.

Bu iktidar, gözlerinin içine baka baka emeklilerin ölmelerini bekliyor. Durum her geçen gün daha da kötüleşiyor. 2024 yılının 'Emekli Yılı' olacağı söylenmişti, ancak yılın ortasındayız ve emeklilerin hali ortada; açlığa terk edildik. Yaşamak için mücadele ederken, hayatta kalmanın bu kadar zor olduğu bir ortamda; gençler de geleceğe dair umutlarını kaybediyorlar. Emekli maaşları yetersiz, yaşam koşulları her geçen gün daha da ağırlaşıyor.

Sözde emekliler için hazırlanan paketle KYK yurtlarını açtılar ama emeklilerin o yurtlara gidecek yol parası bile yok. Emekliler sağlık hizmetine ulaşamıyor, ilaçlar pahalı ve çoğu zaman bulunamıyor. Muayeneye gitmeye korkuyorsun çünkü ilaç parası maaşından kesiliyor. Özellikle kanser ve kalp hastaları için gereken özel ilaçlar var ama SGK bu ilaçları karşılamıyor. İktidar, ‘Git bir şekilde al’ diyor. Alabiliyorsan al, alamıyorsan öl! Ekmek mesela, her yerde 10 lira ama Dikilitaş’ta 12 lira. Nedenini sorduğumuzda, ‘Serbest piyasa; istediğin yere git, şikayet et’ diyorlar. Ben, 2 liranın hesabını yapıyorum ama hesap soramıyorum.

Biz sağlığımıza dikkat etmek zorundayız. Üç öğün sağlık yemekle beslenme ihtiyacını karşılaman gerekiyor. Cumhurbaşkanı manda yoğurdu öneriyor ama emekli peynir bile alamıyor. 25-30 sene vergi verdim, karşılığında peynir bile alamıyorum. Hiç emekli maaşı vermesin, benden aldığı vergileri geri versin ben ona da razıyım. Bazı belediyeler, emeklilere yardım yapacaklarını söylüyorlar ama zihniyet aynı, göstermelik seçim vaatlerini sözde yerine getiriyorlar. İktidar ile aynı zihniyet; cebimize üç-beş kuruş sıkıştırıp siyasetlerine alet etmeye ve emeklileri susturmaya çalışıyorlar. Sözde ağzımıza bir parmak bal çalıyorlar. Kemeri sık, sık; sıkacak hal mi kaldı? Emekli olduktan sonra hayatımda büyük bir kırılma oldu. Her şeyime sınırlama getirildi. Yaşam alanımız, 100 metrekare idiyse 10 metrekareye düştü. Bizi parklara hapsettiler! Bu ekonomik tablo ile sadece parka gidebiliyoruz. Evden çıkmadan önce yemek yiyorum, öğlen acıkırsam ancak bir simit alabiliyorum, akşam yemeğini de yine evde yiyorum. 2024 yılını ‘Emekli Yılı’ ilan ettiler ama bizi Allah’a havale ettiler. Biz, onlarca yıllık emeğimizin karşılığında, insanca bir yaşam talep ediyoruz.”

'Mücadele etmeden bu düzen değişmeyecektir'

Metin Abi her konuştuğunda mutlaka örgütlülüğün öneminden bahsediyor; bize durmadan hepimizin aynı gemide olduğu yalanını söyleyen siyasi partiler arasında seçim yapmaktansa, bu düzenin kökten değiştirilmesi gerektiğini vurguluyor:

“Metin Kurt, bize hep örgütlü mücadelenin önemini anlatırdı. Örgütlenmez ve direnmezsek, bu düzen devam eder. İktidarın tepesine çökmeden bu sorun çözülmez. AKP, MHP ya da CHP, emeklilerin sorunlarına çözüm getiremez; hepsi emeklinin cebine harçlık sıkıştırıp sussunlar istiyor, sorunlarını sümen altı ediyor. Bu düzen kökten değişmeden, bizler rahat bir yaşama sahip olamayız. Mücadele etmeden de bu düzen değişmeyecektir. Önce gençleri ikna edeceğiz, sonra mahallelerimizde bir araya geleceğiz. İnsanca yaşamak, en çok bizim hakkımız.”

Hepimiz adına, hepimizin kendi hikayesine dokunan bir yerden anlatıyor Metin Abi, açıkça mücadeleye çağırıyor. Aynı yolda yürüme iradesinin sözünü vererek ayrılıyoruz, bundan sonra hep omuz omuza kalacak şekilde. Biliyoruz; sömürüyü durduracak olan, sömürüden çıkarı olmayanlardır ve biliyoruz; ülkemiz bu kokmuş karanlıktan, emekçi halkın ayağa kalkışı ile çıkacaktır. Umutsuzluğa yer yok. Emekçi halkın elinde ne varsa satılığa çıkarmak isteyen rant çeteleri varsa, Metin Kurt’un hafızalarda yankılanan sözleri var; ortalıkta müstemleke valisi gibi gezinenler varsa, her şeye rağmen büyük adımlarıyla mahallesinde dolaşmaya devam eden Metin Abiler de var.

                                                                   /././

İrlanda: Mick Wallace ve Clare Daly neden kaybettiler? (Çağdaş Gökbel)

İrlanda solu saplandığı popülizm bataklığında debeleniyor. Popülist sol uzunca bir zamandır bağımsızlığı, örgütsüz ve partisiz mücadele mucizesini yeniden ve yeniden keşfediyor.

Avrupa parlamentosu seçimlerinin gelecek için önemli sinyaller verdiği söyleniyor. Bu bir bakıma doğru, ama bakış açımızı medya denen efsundan biraz uzaklaştırmaya çalışırsak bunun büyük bir  alıklaşmaya kapı araladığını göreceğiz. Avrupa toprakları üzerinde en büyük, en tutkulu ve en sert çatışmaların yaşandığı yer İrlanda oldu. İrlanda, Ukrayna savaşının haklılığına tüm çabalara rağmen inandırılamadı. İnandırılamadı diyorum, çünkü NATO genişlerken cumhurbaşkanlığı düzeyinde bile İrlanda'nın NATO'ya üyeliği konusu büyük bir dirençle karşılandı. Elbette bunda Michael D. Higgins'in sosyalist geçmişi büyük oranda etkili oldu. Yine İrlanda halkı, İsrail'in soykırım suçuna gücü yettiği kadar karşı koydu. Sistem başa çıkmakta zorlandığı bu çıbanı sonunda görmezden gelmeye karar verdi. İrlanda'yı bu açıdan görmek, sınıfsal çıkarlarına karşı geliyordu. Bizlerin başaramadığı ne varsa, karşı cephe büyük bir esneklik ve kıvraklıkla başardı. Sömürgenler hemen bakış açılarını değiştirdi.

Değişen bakış açısı, propagandanın yönünü belirledi. İrlanda'da yaşananlar görmezden gelindi. Okurlar hatırlayacaktır, bu köşede Dublin'in neden yakılıp yıkıldığını anlatmaya çalışmıştım. ABD ve İngiltere yani kısacası NATO, İrlanda'ya operasyon çekmek zorundaydı. Elbette bu operasyonun kapsamı geniş ve tüm Avrupa'yı kapsıyor. Sadece İrlanda'da daha sert ve etkili davranmaları gerekiyor. Fark burada. Bu operasyonu çekebilmek için İrlanda'nın tüm zayıf yönleri kullanılmaya çalışıldı. İrlanda'nın tarihsel trajedileri ki bu trajedinin başında milyonlarca İrlandalı'nın tıpkı Afrikalılar gibi gemilere doluşup Amerika'ya göç etmek zorunda kalması geliyor. İşte pandoranın kutusu buradan açıldı; ilk önce Amerika'ya göç etmiş ve Amerikan milliyetçiliğiyle donatılmış İrlandalılar harekete geçirildi ve bir Elon Musk mucizesi olan "X" platrofmu üzerinden 24 saat esaslı nefret propagandası başlatıldı. Gerçekler çarpıtıldı ve göç eden siyah, esmer ya da İngilizce konuşamadığı için barbar ilan edilen (tıpkı Antik Yunan ve Roma'da olduğu gibi) ne kadar insan varsa hedef tahtasına oturtuldu.

Böyle bir propagandanın başarılı olması, içeriden bir yardım almadan mümkün değildi. Sinn Fein'in yaklaşan ve bağıra bağıra gelen iktidarına karşı Dublin ve Londra kafa kafaya verdi. Hükümet, mültecilere yer bulmakta zorlandı, mülteciler Dublin'de çadır kurmak zorunda bırakıldı ve gelen bu pası ırkçılar her gün maharetle işledi. Doğudan akın akın gelen barbar insanı barındıracak yer yoktu, çünkü İrlanda en ufak boşluğu bile ayrıcalıklı gördüğü Ukraynalıya tahsis etmişti. Kısacası kaleyi boş gören faşistler gol atmaya devam etti. Eline kamerayı alan soluğu mültecilerin çadırlarında aldı, İngilizce dahi bilmeyen insanlara kaç yıldır burada oldukları soruldu; videoların sonunda mültecilere '"defolup gitmeleri" (elbette nazik bir üslupla yazıyorum) mesajı güçlü bir biçimde verildi. Böylece İrlanda şerefli tarihiyle vurulan ne ilk ne de son ülke oldu. Milliyetçiliği tertemiz bir suyun içine damlatın, o su saniyeler içerisinde simsiyah kesilecektir. İşte AP'nin en muhteşem konuşmalarına imza atan iki isminin yenilgisinin altında bu kısa tarihsel süreç yatıyor. Bu yenilgide dış etkenler olduğu kadar, iç etkenler de oldukça güçlü. Bildiğimiz anlamdaki solun liberalizm denen eblehlikle sarıp sarmalanması ki bu bir nevi popülizmi de içeriyor, kendisini işçi kitlelerinden soyutlamasına neden oldu. Nasıl yani konuşmaları sosyal medyada milyonlarca kez izlenen insanlar işçi kitlelerinden uzaklaştı mı? Evet, tam olarak bunu söylüyorum. İrlanda solunun dünyadaki muadilleriyle ortak yönü, işçi sınıfı kitlelerinden tamamen kopmuş olması. Şimdi, tek tek saymayacağım liberal kavram setini gözünüzün önüne getirin, kimlik politikaları vb. Tam anlamıyla bitmiş bir mücadelenin parlamentolardaki temsili, popülizm olmadan mümkün değil. Ancak sosyalistlerin anlaması gereken şey, popülizm sosyalistler için ancak anlık bir jet yakıtı olabilir. Bu yakıtla hızla yükselir ve hızla yerin dibine çakılırsınız. Vekil maaşı bu tabloda teselli ikramiyesi olarak görülüyorsa eğer geçmiş olsun.

Avrupa'daki mülteci düşmanı ırkçıların arkasında NATO var. Mülteciler, ırkçılar için sadece sıçrama tahtası; tıpkı geçmişteki anti semitizm gibi. Ana hedefleri, NATO'ya tam itaat ve savaşa koşa koşa gitmeye razı edilecek yoksul kitleler. Bunu defalarca yazmaya ve anlatmaya çalıştık. Bu vatansever, ülke ve millet aşığı serdengeçtilerin arkasında NATO varsa eğer, doğal olarak İsrail de var. Gelelim bizim aklı evvellere. Sermayenin çektiği "Atatürk" temalı reklamlara ağzı sulanarak tav olanlar, Geert Wilders'in "laiklik ve Atatürk" temalı "X" paylaşımlarına meftun oluyorlar. Türkiye'deki garip siyasi ayrımlarla söyleyecek olursak ulusalcılığın ve milliyetçiliğin kocaman bir çengel (balık oltası) olduğunu ve bu çengelin kitle iletişim araçlarıyla milyonlarca sazanı avladığını söylemek zorundayız. "Wilders’in İsrail doğumlu yeni bakanının Mossad ile bağı olduğu gerekçesiyle adaylığı geri çekildi". İşte Wilders'in göç bakanlığına atamak istediği böyle bir isim (Gideon (Gidi) Markuszower). Ülke sevdalısı, vatan aşığı Wilders, kendi ülkesinde, bir bakanlığa başka bir ülkenin ajanını atamaya kalkacak kadar seviyor vatanını.1 Türkiye'de de maliye yönetimine bakarsak belki benzer bir şey orada da görebiliriz. Kim bilir? Okurun daha fazla başını döndürmeden İrlanda'yı ve AP seçimlerini değerlendirmeye devam edelim. Ülkeler arasındaki bu hızlı geçişleri yapmamın sebebi, büyük bir operasyonun içerisinde olduğumuzu kavratabilmek için. Faşistlerin iktidar yürüyüşü, NATO ve müttefiklerin iç yardımı olmadan mümkün değil.

Öyleyse milliyetçilerin iktidar yürüyüşünü şöyle yorumlamalıyız: Savaş kabinelerini kuracak ve toplumları gözünü kırpmadan ateşe atacak hainler grubunu, sermaye ancak bu milliyetçilerin içinden bulabilir ve maalesef bulmuş gibi de görünüyorlar. Tüm bu başlıkların detaylı incelemesini "Gelenek" dergisine bırakmak istiyorum. Köşe yazısının sınırlarını aşmadan Mick Wallace ve Clare Daly bozgununa değinmeye devam edeyim. Burada her iki adayın aldığı oyları, istatistikleri ve rakamları paylaşmak istemiyorum. Bu teknik yorumların ufkumuza ne gibi bir katkısı var bunu da açıkçası bilmiyorum.

Her iki aday, İrlanda'nın değişen siyasi atmosferine uyum sağlayamadı. Filistin-İsrail savaşını bir din savaşı olarak göstermeye (Müslüman-Hristiyan) ve korkunç bir şekilde medeniyetler savaşı tezine sarılan milliyetçiler fazlasıyla hafife alındı. Brüksel'den, yaldızlı salonlardan ve kürsü şehvetinden bir türlü çıkamayan bu ikili bir kez daha bize parlamento tuzağının ne olduğunu gösterdi. Kişiyi kendinden daha büyük gösterme illüzyonunu başarıyla sağlayan ve adına "X" denen mucize de bu iki sol popülistin ipini çekmiş gibi görünüyor. Yorumlarım Türkiye'deki okurlar için sert, acımasız ve keskin görünebilir, ancak bunun bile yeterli olmadığı kanısındayım. Çünkü, sol adına umut tüketen herkes büyük bir suç işlemiş demektir. Bu bozgun yetmemiş olacak ki İngiltere muhalefetinden George Galloway, Clare Daly için çağrıda bulundu ve onu İrlanda Cumhurbaşkanı adayı gösterdi. Kabus gibi bir yabancılaşma, cumhurbaşkanlığı koltuğunu kaybetmek adına başarılı bir popülizm.2 Neticede tükenen her umut, karşı cephenin hanesine yazılan yeni sayılar anlamına geliyor. Bu ikilinin Dublin'de otobüsler yakılırken, hatta mülteciler konaklıyor gerekçesiyle oteller kundaklanırken, Brüksel'de çok büyük işlerle meşgul olduklarını biliyoruz. Evet, "Vay be izledin mi? Clare Daly, Ukrayna-Rusya savaşını destekleyenlere ne çaktı öyle? Gördün mü? Mick Wallace, nasıl Filistin meselesinde İsrail'e güm güm geçirdi!" Tüm bu kürsü performanslarının vicdanlarımızda yarattığı mastürbatif etkiyi reddetmiyorum. Evet, rahatladık ve rahatlatıldık. Peki, bu konuşmaların sonucu ne oldu? İsrail, çocukları bombalamaya, sınır tanımadan öldürmeye devam etti. İnsanlar artık herhangi bir konuda çok konuşulmasından, çok alkış alınmasından yoruldu. İşçiler artık sonuç alınmasını istiyor.

Seçim sonuçları açıklandıktan ve iki adayın kaybettiği belli olmasından sonra İrlanda Komünist Partisi "X" üzerinden bazı duygusal açıklamalar yaptı. Bu açıklamaların yine gerçekliğimizle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. İkiliye büyük medya tekellerinin korkunç baskı kurduğu ve aleyhlerinde çok çirkin bir kara propaganda yapıldığı ve seçim yenilgisinin buna bağlı olduğu solun ortak çıkarımı gibi görünüyor. Sahi sermaye medyasından nasıl davranması bekleniyordu? Siyasete garip bir dil yerleşti, ne olursa olsun kimse kaybetmiyor; herkes bir şekilde kazançlı çıkıyor. Kaybediliyorsa bile iç nedenlere bakılmıyor, sorun hep dış nedenlerde aranıyor. İrlanda solu saplandığı popülizm bataklığında debeleniyor. Mick Wallace, seçim yenilgisi sonrası yaptığı açıklmada "partisiz çalışma yapmasına vurgu yaparak" bir bağımsız olarak aslında başarılı olduğunu ima etti. Popülist sol uzunca bir zamandır bağımsızlığı, örgütsüz ve partisiz mücadele mucizesini yeniden ve yeniden keşfediyor.3 Bu tavır işçi kitlelerinden kopuşun adeta açık bir vesikası. Bu işçi kitlelerine göçmenler, mülteciler kısacası tüm ten renginden insanlar dahil. Gelecekte bu ayrımı "milliyetçilerin" dahi yapamayacağını göreceksiniz. Çünkü, hizmet ettikleri sermayenin damarlarına onlar sayesinde taze kan taşınıyor. Merkez partileri göçmenleri cesurca aday gösterirken, aman gayri milli görünürüz korkusu yaşıyor sosyalistler. Sınıftan kopanlar, korkularının veya popülizmin esiri oluyor. Okurlara garip bir çıkarım gibi gelebilir ancak İrlanda'da yaşayarak gözlem yapmanın büyük bir ayrıcalık olduğunu belirterek şunu yazmak istiyorum, Mick Wallace ve Clare Daly'nin seçilememesi iyi oldu. Zaten işlevsiz hale gelen Avrupa Parlamentosu'nun iyice sermaye sınıfının ahırına dönmesi, ifade özgürlüğü denen o illüzyonun kalkmasına hizmet edebilir. Ayrıca işçilerin, evsizlerin, mültecilerin yanında görünmekten imtina eden ama kürsüye çıktığında mangalda kül bırakmayan sol popülizmin tükenişi iyi bir şey. Bir yanına Afrikalı diğer yanına İrlandalı işçiyi almadan, kameraların şehvetine kapılan solu girdiği her seçimde artık hüsran bekliyor. James Connolly'den fazlasıyla etkilenen İngiltere'deki demiryolu işçilerinin lideri Mick Lynch ne demişti? Artık Avrupa'da işçi sınıfının ana gövdesini göçmenler oluşturuyor. Bu insanları mücadeleye katacak tecrübeye sahibiz. Tek yapmamız gereken o tecrübeyi hatırlamak. İnsanlara dokunacak, okuma grupları açacak, devletin yapmadığını yapıp onlara dil öğreteceğiz. Evet, bunlar da bir sendikanın ya da devrimci bir siyasi partinin görevi. Ancak değil göçmen işçilere ulaşmak görünüyor ki kendisini sosyalist, devrimci ya da sendikacı olarak nitelendirenlerin tamamı İngiliz ya da İrlandalı işçilere ulaşmaktan çok uzak. Özetle bu iki popülist solcunun kaybettiği seçim bir yana durum sanıldığından daha vahim. İnsani ilişkileri dahi nasıl kuracağını unutmuş bir devrimcilik biçimiyle alınabilecek herhangi bir yol yok.

Öfkemizin bir yanında sermayenin dizginsiz sömürüsü varsa diğer yanında bu var. Dünyadaki sınırların kendisine açık olduğunu gören ve başka bir alemde yaşayan teknokratların sınırsız ve sorunsuz dünyasının içinden bakarak bu sorunları çözmek ya da anlamak mümkün değil. Marksizmi entelektüel bir uğraşa, kürsü şovlarına ya da bir hobiye indirgeyen küçük burjuva gözlüklerini paramparça etmeden ulaşılabilecek bir yol yok. Evet, Avrupa'da işçiler oylarını ırkçılara vermeye devam edecek. Çünkü o işçiyi aşağılamadan kapısını çalanlar, derdini dinleyenler ve sosyal gruplar oluşturanlar büyük bir enerjiyle siyaset sahnesine dahil oluyorlar.

                                                                              /././
Asıl fonlanan öğretmenler değil TÜGVA: MEB kapılarını 'Yaz Okulu' görünümlü Kuran kursuna açtı (Emre Alım) 
TÜGVA protokoller aracılığıyla okullara girdi. "Yaz Okulu" adı altında düzenlediği dini eğitim programına öğrenci kaydetti.

Öğretmenleri kamunun sırtındaki yük, aldıkları ücretiyse "fon" olarak gören Milli Eğitim Bakanı, protokol kılıfıyla asıl fonu iktidara yakın vakıflara ve tarikatlara sağlıyor.

Okulların kapıları bu defa kamu kaynaklarının seferber edildiği Türkiye Gençlik Vakfı'na (TÜGVA) açıldı.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın yöneticilerinden olduğu vakıf, 6 ay önce İzmir'deki bir okulda izinsiz broşür dağıtmış, tepki görmüştü. Bu defa protokoller devreye girdi, İl Milli Eğitim Müdürlüğü seferber oldu. TÜGVA ekipleri okullara girerek öğrencileri yaz aylarında düzenleyecekleri dini eğitim programına kaydetti.

TÜGVA istedi, 'gereği' yapıldı

TÜGVA'nın İzmir Temsilcisi Yiğit Aslanata, 31 Mayıs'ta İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gönderdiği yazıyla düzenleyecekleri "Yaz Okulu" programı için okulların kapılarının TÜGVA'ya açılmasını istedi.

Bakanlığın TÜGVA ile imzaladığı protokole dayanan bu talep yazısında, kurumun oluşturacağı ekiplerin okullara girip öğrencilerden başvuru alacağı, broşür dağıtacağı ve afiş asacağı bildirildi.

Bu talep 4 gün sonra yerine getirildi. İzmir İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı İlker Erarslan 30 ilçeye gönderdiği yazıyla TÜGVA için "gereğinin yapılmasını" istedi.

                                İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü TÜGVA'nın okullara gireceğini haber verdi

'Yaz Okulu' görünümlü Kuran kursu

24 Haziran'da başlayacak "TÜGVA Yaz Okulu" 8 hafta sürecek. Programın düzenleneceği "eğitim merkezleri" henüz duyurulmadı. Geçtiğimiz yaz, programın sadece İstanbul ayağı için TÜGVA'ya İstanbul'da 238 okul tahsis edilmişti.

Ortaokul öğrencilerinin katılacağı programda hafta içi her gün 30’ar dakikalık 4 ders verilecek. Üçü dini içerikli derslerden oluşan program şöyle:

  • Kuran Dersi
  • Temel Dini Bilgiler Dersi
  • Hadis Dersi
  • Spor Dersi

TÜGVA okula izinsiz girdi, sesini çıkaran sürgün edildi

TÜGVA 6 ay önce yine İzmir'de "Umre ödüllü" bir yarışmanın broşürlerini bir okulda izinsiz dağıtmış, bu durum öğretmen ve velilerin tepkisine neden olmuştu.

Tekirdağ'da aynı yarışmaya öğrencilerin katılım göstermesini reddeden bir öğretmen bu nedenle ceza almış, bu durumu şikayet eden 6 öğretmene uyarı, kınama ve aylıktan kesme olmak üzere toplam 15 farklı ceza verilmiş, 4 öğretmense farklı ilçelere sürgün edilmişti.

Kamu imkanları önüne serildi

Bazen protokollere dayanarak bazen de izin almadan okullarda cirit atan TÜGVA'nın sicili oldukça kabarık.

AKP ile Gülen Cemaati'nin kavgasının kızıştığı 2014 yılında kurulan TÜGVA, AKP'nin gençlik içinde örgütlenmesi misyonuyla hareket etti.

TÜGVA'nın yöneticileri arasında AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan bulunurken, bu zamana kadar vakfın yönetim kurulunda birçok AKP'li milletvekili ve üst düzey yönetici, yandaş yazarlar ile bakanlar da yer aldı.

Belediyelerden ücretsiz bina tahsisleri alan, harcamaları bakanlıklar ve belediyeler tarafından karşılanan, belediyeler tarafından fonlanan, MEB aracılığıyla okullarda etkinlikler yapan ve adı sürekli torpil atamalarıyla anılan vakfa, adeta devletin tüm olanakları akıtıldı. Örneğin TÜGVA'ya kurulduktan 3 yıl sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla vergi muafiyeti tanındı.

Kaynakların seferber edildiği TÜGVA, kısa bir sürede tüm Türkiye'de faaliyet yürütmeye başladı. Vakfın güncel olarak 81 il temsilciği, 571 ilçe temsilciliği, 33 adet yurdu ve onlarca kıraathanesi bulunuyor.

                                                                  /././

El birliğiyle iş cinayeti: Arızaları tek tek gösteren işçi tehditle ölüme gönderildi (Emre Alım) 

Üç tersanesi olan patron bir gemisine yapılacak bakımı çok gördü. Geminin arızalı vincine çıkmayı reddeden operatör tehditle çalıştırıldı. El birliğiyle işlenen cinayette hukuk, işçiyi kusurlu buldu.

Muğla'nın Milas ilçesindeki bir limanda yaşanan iş cinayeti, "Önce iş güvenliği" sözünün patronların dilinde nasıl bir yalana dönüştüğünün özeti niteliğinde.

Armador adlı gemicilik şirketine ait kuru yük gemisi "Ocean S", 10 Haziran Pazartesi günü Güllük Limanı'na yanaştı.

Pazartesiyi salıya bağlayan gece 03.00'te yükün boşaltıldığı sırada güvertedeki vinçlerden biri kırılarak devrildi. Vincin operatörü Mehmet Şah Ece, bulunduğu kabinin camları patlayınca geminin ambar bölümüne düşerek hayatını kaybetti.

soL'un ve Patronların Ensesindeyiz Ağı'nın ulaştığı bilgiler, adım adım gelen iş cinayetinin liman ve gemi işletmecilerinin el birliğiyle yaşandığını ortaya koyuyor.

Arızalı vince tehditle çıkarıldı

Vincin sorunlu olduğu bir önceki vardiyada fark ediliyor. Yükü boşaltması istenen ilk operatör, bu görevi yerine getirmiyor. Bir sonraki vardiyada işbaşı yapan Mehmet Şah Ece de vince çıkmayı reddediyor. Ancak bu talimatı veren yönetici, Ece'yi hakkında tutanak tutmak ve cezalandırmakla tehdit ediyor. Mehmet Şah Ece arızalı ve bozuk olduğu bilinen vince zorla çıkarılıyor.

Mehmet Şah Ece bu defa zorla çıkarıldığı vincin bakımsız olduğunu çektiği videolarla kayıt altına alıyor. 

'Ha koptu ha kopacak'

Vincin yüksek sesle çalıştığını, makina aksamlarında yağ durumunun iyi olmadığını ve camların güven vermediğini söyleyen Mehmet Şah Ece, durumu "Ha koptu ha kopacak" sözleriyle özetliyor.

Uzmanlar inceledi: Moment kontrol sistemi bozuk ya da yok 

Mehmet Şah Ece'nin soL'a konuşan yakını videoda görülen riskleri şöyle yorumluyor: "Mehmet bu işi yıllardır yapıyor. Bir vinç zaten gürültülü çalışır ama bu defa aşırı yüksek bir ses duyuyor. O vincin yıllardır hiçbir şekilde bakımının yapılmadığı belli. Bir dişlinin kopabilmesi için o vinçte hiç yağ olmaması gerekiyor. Vinçlerde artık küçük de olsa bir otomasyon olmak zorundadır."

Olayın yaşandığı gemi "Ocean S" 28 yaşında yani Türkiye'deki birçok gemi gibi oldukça eski. Ancak bu gemiyi diğerlerinden ayıran unsur bakımsızlığı. Mehmet Şah Ece'nin yakını vincin durumunu benzer örneklerle karşılaştırıyor:   

"Gördüğüm benzer gemilerde vinçler değişime uğruyor. Örneğin bir yağ eksikliği veya fazla sıcaklık olunca makine kendi kendine durur. Bunlar zorunlu olarak yapılması gereken şeyler. Anladığım kadarıyla bu vinçte bunların hiçbiri yoktu."

Tanıkların anlatımları ve kaza yeri fotoğrafları Patronların Ensesindeyiz uzmanlarınca incelendiğinde vincin moment kontrol sistemlerinde sorun olabileceği, böyle bir vincin kırılmasının ancak bu sistemler olmadığında mümkün olduğu ifade edildi.

Moment Kontrol Sistemi nedir?

İş makinelerinin basınçlarının veya yük değerlerinin sistem üzerine kalibrasyon aşamasında kaydedilen değerler ile karşılaştırarak çalışan sınırlayıcı bir sistemdir. Operatör paneli üzerinden ikaz yaparak uyarır. Moment sınırına ulaşıldığında makine için uygun olan hareketlere izin verir. Örneğin kaldırma basıncı limit değerinden indirme hareketi engellenir ama kaldırmaya izin verilir. Sunduğu Kara Kutu özelliğiyle hareketleri de hafızasına kaydeder.

Savcılık: Arızalı vinçten çok ölen işçi kusurlu

Savcılığın yaptığı ilk incelemeler sonrası geminin yüzde 30 kusurlu bulunduğu, kusurun çoğunluğunun kullanıcı hatasına bağlı olduğu ifade edildi. Soruşturma evraklarındaki bu ifadelere Mehmet Şah Ece’nin ailesi ve avukatı tarafından hukuken itiraz edildi. 

Ece'nin yakınları, yaşanan olaya yalnızca operatör hatasının neden olamayacağını şu sözlerle anlatıyor:

"Olay çalışmaya başladıktan 1 saat sonra oluyor. Vincin hareketli kısmı, gemiye sabit olan kısmından dişlilerden kopuyor. Bu araba kazası gibi bir şey değil ki. Operatörün yapabileceği en fazla şey kendi etrafında dönüp, yukarı aşağı hareket ettirmek. Bir insan bir vinci kopartabilecek bir şey yapamaz. En kötü motor yanar, yangın çıkar."

Üç tersanesi var ama bir vince bakım yapacak 'imkanı yok'

İtirazlar üzerine "Ocean S"nin, gemi yapımında çalışan uzman isimler tarafından yeniden incelenmesine karar verildi. Bu gelişmenin ardından gemi apar topar Güllük Limanı'ndan yollandı.

Bugün Tuzla açıklarına demirleyen "Ocean S", Armador adlı şirketin filosundaki 20 gemiden biri. Şirket, EOS Group'un bir parçası. Holdingin Tuzla'da 3 tane de tersanesi bulunuyor. Geminin, patronunun sahip olduğu geniş imkanlara rağmen bakımsız bırakıldığı anlaşılıyor.

                                                  Kuru yük gemisi "Ocean S"

İşçiler mobbingden şikayetçi: Ölüme yollayan yönetici gözaltında

İş cinayetinin bir diğer ortağı ise Güllük'teki liman işletmesi. Mehmet Şah Ece'yi arızalı vinçte çalışmaya zorlayan yönetici gözaltına alındı.

Mehmet Şah Ece'nin çalışma arkadaşlarının aktardığına göre 11 Haziran gecesi yaşanan yöneticinin uyguladığı ilk baskı değil. İşletmedeki birçok işçi söz konusu yöneticinin mobbingine maruz kaldığını anlatıyor.

İSİG verilerine göre, yılın ilk 5 ayında Gemi, Tersane ve Liman işkolunda en az 20 işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Hayatını kaybedenlerin çoğu deniz/gemi işçileri. Bu ölümler genellikle fırtınalı havada çalıştırma, aşırı-yoğun-fazla mesai, gemilerin bakımlarının ve denetimlerinin yapılmaması/aksatılmasından kaynaklanıyor. 

                                                                       /././

Jandarma Özel Animasyon (Yiğit Günay)

Birçokları köpürdü. Nasıl olurdu da iki bin yıllık geleneği olan koca Türk ordusu, böyle maskara edilirdi? Olayı kavramamışlardı: Gösteriyi organize edenler, gerçekten ne olduğuyla ilgilenmiyordu.

Ben Brody, 22 yaşında ABD ordusuna girdiğinde, “fotoğrafçı” olarak Irak’ta görevlendirildi. Kendisine bildirilen görev tanımı “savaşı, varlığını haklı gösterecek ve başarılarını yüceltecek şekilde fotoğraflamak”tı.

Henüz Brody kamerasının objektifini açmadan, işgalin gerçekliği, Brody’nin gözlerini açtı.

Elindeki “silahıyla” kaydettiği tanıklığı, savaşın haksızlığını, işgalin acımasızlığını yansıtıyordu.

ABD’ye döndüğünde, bulunduğu kışlanın yakınındaki Rotary Kulübü, Brody’yi fotoğraflarını sergilemesi için bir öğle yemeği buluşmasına davet etti. 

Brody, özel olarak hazırlandı. Sunumunda, kendi arkadaşlarının namlularından çıkan dost ateşiyle ölen bir ABD askerinin öyküsünü, Amerikan ordusunun gece baskınlarını ve Iraklı sivillere yönelik infazlarını anlattı.

“Mesleğimin ayrılmaz parçası olan kana susamışlığı, keyfekeder ölümleri, acımasız absürtlüğü gözlerine sokmak istiyordum. Olmadı. Konuşmam sırasında kimse yemek yemeyi bırakmadı, bitirdiğimde ufaktan alkışladılar.”

Brody, olayı kavramamıştı: Zengin kulübünün üyeleri, Irak’ta, sahada gerçekten ne olduğuyla ilgilenmiyordu. Ordu, zenginlerin hizmetindeydi. Zenginler için mesele, ordunun onların mekanında, yanlarında olduğuna, onların da ordunun hamisi olduğuna dair görüntü vermekti.

Zenginlerin umrunda değildi, onlar midelerini dolduruyordu.

                                                           * * *

Geçenlerde sosyal medyaya bir görüntü düştü.

Jandarma, Osmaniye’deki bir AVM’nin içinde gösteri yapıyordu. Onlarca asker, az önce çocuklarını niye istediklerini alamayacaklarına ikna etmekle veya konuyu geçiştirmekle uğraşmış anne babaların, bu sıcakta gidecek ve bedavaya gezecek başka yer bulamadıkları için o dükkan senin bu dükkan benim fink atan delikanlı ve genç kızların karşısında tam teçhizat, üniformalı, animasyon icra ediyordu.

Birçokları köpürdü. Nasıl olurdu da iki bin yıllık geleneği olan koca Türk ordusu, böyle maskara edilirdi?

Olayı kavramamışlardı: Gösteriyi organize edenler, orada gerçekten ne olduğuyla ilgilenmiyordu. Ordu, zenginlerin hizmetindeydi. Zenginler için mesele, ordunun onların mekanında, Park 328 AVM’de görüntü vermesiydi.

                                                         * * *

Osmaniye’deki Park 328 AVM, sürekli “onların devletin yanında, devletin de onların mekanında” olduğuna dair görüntü veriyordu. Osmaniye Valiliği’yle birlikte 15 Temmuz sergisiDiyanet Vakfı standı, Osmaniye Belediyesi’yle birlikte savaş malzemeleri sergisi, Osmaniye Valisi’nin katılıp “garnizon komutanının emeğinin geçtiği” TSK tatbikatları sergisi

Park 328 AVM, zaten sürekli hamilik ediyordu. Geçen yıl da Jandarma, teşkilatın kuruluş yıldönümünde aynı AVM’deydi. Stant açmış, başında beklemişlerdi.

Sırf bu yıl Jandarma “biraz hareket kattı” diye köpürenler, esas noktayı atladı: Jandarma mekana geri geldi, de, mekanın sahibi kimdi?

                                                        * * *

Mekanın sahibi, Pekerler’di.

Pekerler İnşaat. Devletin gözbebeği. Uşak’a hastane mi yapılacak, ihale onlara verildi. Manisa’ya hastane? Onlara. Tokat Erbaa, Antalya Muratpaşa, Ordu Fatsa, İzmir Karşıyaka, Konya Çumra, Şırnak Cizre, Kırıkkale, Kırşehir…  Hastane inşaatları hep onlara. 

Marmara Üniversitesi’nin Recep Tayyip Erdoğan külliyesi mi yapılacak? Onlara…

İşlerini çok mu iyi yapıyorlardı? Devlete çok mu iyi hizmet ediyorlardı?

2019’da devlet, Erzincan’a Devlet Hastanesi yapılmasına karar verdi. Kendi yapacak hali yok ya, iş ihale edildi. Devlet, maliyeti 347 milyon olarak hesapladı. Pekerler “biz o fiyatın dörtte üçüne yaparız” dedi, 261 milyonluk teklif verdi, ihale onlara gitti. Hastane Aralık 2021’de bitirilecekti. 2022 oldu, ortada hastane yoktu. Devlet bu defa “kalan işin bitirilmesi” için ihaleye çıktı. Maliyet, 576 milyon 944 bin 203 lira 2 kuruş olarak hesaplandı. Ortada rakip de yoktu. Pekerler yine yüce gönüllülük gösterdi, indirime gitti. Küsuratları attı, “576 milyona yaparız, üstü kalsın” dedi, ihale onlara gitti. Tamamlamadığı iş için ilk teklifin neredeyse iki katı daha para aldı Pekerler.

İşlerini çok iyi yapmıyorlardı, işi çok iyi biliyorlardı. 

Nereden girdiler bu işe, nasıl öğrendiler?

Pekerler İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Özgür Peker, 2018 yılında Hürriyet’e verdiği röportajda anlatıyordu: “1990’lardan sonra Milli Savunma Bakanlığı projeleri başladı. Şirket için dönüm noktası 1998 yılında GATA Kardiyoloji Hastanesi’nin yapımı. O hastaneyi yaptık ve o hastaneyle birlikte hastane işinde ustalaştık.”

Ordu, zenginlerin hizmetindeydi.

                                                           * * *

Ağır olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Şöyle soralım: Jandarma niye kevgire dönmüş sınırlardan kaçak göçmen geçişini engellemek için görev yapmak yerine Pekerler’in AVM’sinde animasyon yapıyor, biliyor musunuz?

Daha bir ay olmadı… Antalya’da 300 yataklı Manavgat Devlet Hastanesi inşaatında çalışan 20 yaşındaki Faysal el Şammat, 21 Mayıs’ta elektrik akımına kapıldı, öldü. 

Antalya Manavgat’a hastane mi lazım? Tabii ki Pekerler İnşaat yapıyordu.

                                                        * * *

Geçen hafta bu halkın silah altındaki evlatları, Osmaniye’de Park 328 AVM’de animasyon icra ediyordu.

Anne babalar fiyatlar karşısında iç çekiyor, delikanlılar ve genç kızlar parasız fink atıyor, birçokları görüntüleri izlerken ordunun haline köpürüyordu.

Zenginler için mesele, ordunun onların mekanında, yanlarında olduğuna, onların da ordunun hamisi olduğuna dair görüntü vermekti.

Zenginlerin umrunda değildi, onlar midelerini dolduruyordu.

(soL)



T24 KÖŞEBAŞI (18 Haziran 2024)

İçişleri Bakanlığı soruşturma başlattı: Seçim döneminde Altınok'a çalışan AKP seçim araçlarının benzini belediyeden alınmış (Tolga Şardan)

Televizyon ve radyoya 3.5 yıl içinde 4.5 milyon liralık alt yapı harcaması yapıldı. Ayrıca, Altınok'un büyükşehir belediyesine aday olmasıyla birlikte matbaa işleri ve ilçedeki büyük ilan panolarına yönelik bütçeden yüklü harcama yapıldığı iddia ediliyor.
T

Yerel seçimlerden sonra gündeme gelen önemli konu başlıklarından birisi, el değiştiren belediyelerin durumu hiç kuşkusuz.

Özellikle Cumhur İttifakı'nda olup da muhalefete geçen belediye yönetimlerinin hâli ortada.

Mali tablolarının yanında şimdiye kadar gerçekleştirilen pek çok usulsüz iş ve işlemlerin tespiti sonrasında Ankara'ya yani İçişleri Bakanlığı'na bildirimlerde bulunulmaya başlandı.

Böylesi belediyelerin arasında öne çıkanlardan birisi Ankara'nın Keçiören Belediyesi.

Keçiören Belediyesi, son dönemde sadece Ankara için değil, ülkenin genel siyaseti için de önemli.

Şöyle ki; 1983'ten bu yana sadece bir dönem sola oy verdi ilçe seçmeni.

SHP'li Hamza Kırmızı 1989 - 1994 yılları arasında görev yapan soldan tek belediye başkanı.

İlçenin, 1983'te ilçe belediyesi olmasıyla başlayan siyasi dönemde gerek ilk belediye başkanı Melih Gökçek, gerekse tam dört dönem önce MHP'den sonra da AKP'den belediye başkanlığı yapan Turgut Altınok, ülkenin genel siyasetinde tanınan isimlerden oldu.

31 Mart seçimiyle birlikte ilçe yıllar sonra bir kez daha tercihini soldan yana kullandı.

CHP'den aday olan Mesut Özarslan, belki de sürpriz sayılacak bir sonuçla ilçenin yeni belediye başkanı seçildi.

Kamera kayıtları müfettişin bilgisayarında

Yeni Başkan Özarslan, her ne kadar siyasi geçmişi sağdan olsa da Altınok dönemini mercek altına aldı.

Özarslan'ın yaptığı ilk tespitlerin ardından İçişleri Bakanlığı, eski dönemle ilgili sessiz sedasız soruşturma başlattı, geçtiğimiz günlerde.

Belediyenin, bakanlığa yaptığı başvuru sonrasında görevlendirilen Mülkiye Başmüfettişi çok önemli tespitlerde bulundu.

Belediyedeki bakanlık soruşturması devam ederken; müfettiş siyasi skandala neden olacak bir sürecin ipucuna ulaştı.

Aslında ipucundan daha çok belgesi demek daha doğru olacak.

Aldığım bilgiye göre; Keçiören Belediye Başkanı iken, AKP'den Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak hedef büyüten Turgut Altınok'un yerel seçimler döneminde siyasi çalışmalarında kullandığı AKP'ye ait parti araçlarının akaryakıtının belediyeden karşılandığı belirlendi.

Belediyenin Ovacık'taki Ulaştırma Hizmetleri Müdürlüğü yerleşkesindeki tesiste belediyeye ait iş makineleri ve araçlarına sevkiyatı yapılan akaryakıtın, Altınok'un propaganda faaliyetlerinde görev alan seçim araçlarına da kullandığının kamera kayıtlarına ulaşıldı.

İmza yetkisine sahip müdür açığa alındı

Üstüne üstlük; seçim araçlarının akaryakıtlarının, belediyeye ait araçların plakası üzerinden depolarının doldurulduğu tespit edildi.

Sürecin ortaya çıkmasıyla birlikte belediyede soruşturmaya başlayan İçişleri Bakanlığı müfettişi, belediyenin Temizlik ve Ulaştırma Müdürü S.K.'yı açığa aldı. Belediyedeki iş bölümü çerçevesinde söz konusu uygulamayla ilgili imza yetkisinin S.K.'da olması nedeniyle açığa alma işleminin gerçekleşti.

Bu arada, Altınok için siyasi faaliyet gösteren AKP'nin seçim araçlarına verilen akaryakıtın mali değerinin yaklaşık 6 milyon lira olduğu belediye kaynaklarınca ifade ediliyor.

Soruşturma kapsamında İçişleri Bakanlığı müfettişi, Altınok'un yakın ekibinde yer alan başkan yardımcısı Kazım Kabadayı ile bazı yöneticilerin ifadesini aldı.

Mevcut Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın karşısına iktidarın adayı olarak çıkan Altınok, seçim döneminde katıldığı bir televizyon programındaki, "Beytü'l - mal'a el süren, rüşvete karışan, sağ kolum olsa da sol kolum olsa da keser atarım" sözleri halen zihinlerde!

Bilmeyenler için ekleyim; Beytü'l – mal, İslam devletlerinde, devlet hazinesi demek.

Altınok'un, belediyeye ait akaryakıtın partisinin seçim araçlarına doldurulmasını hangi ölçekde değerlendiriyor, merak konusu.

Televizyon ve radyo kanalına yapılan dikkat çekici harcama

Keçiören Belediyesi'nde yaşananlar sadece bu konuyla sınırlı değil.

Altıok döneminde tanıtım ve medya faaliyetleri de yine müfettiş incelemesinde.

Müfettiş, bu konudan sorumlu başkan yardımcısı Sabiha Akdemir'in ifadesine başvurdu.

Akdemir'in ifadesinin alınmasının gerekçesi, sorumluluk alanındaki harcamaların yüksek oluşu.

Belediye kaynaklarından edindiğim şu bilgileri paylaşayım:

Akdemir daha önce TRT Genel Müdürlüğü personeliyken, Altınok'un yönetimindeki Keçiören Belediyesi'ne geçiş yaptı.

Burada yine Altınok tarafından başkan yardımcısı yapıldı. Belediyenin basın yayın tanıtım faaliyetlerinin başında yer buldu.

Akdemir'den önce belediyedeki 7 kişilik basın yayın ekibi 170 kişiyi aştı. İlçe belediyesi olmasına rağmen Altınok'un talimatıyla Angara Tv ve Angara Radyo'yu kurulmasından görev aldı.

Genişleyen personelin maaşları belediye şirketi üzerinden ödenmeye başlandı.

Televizyon ve radyoya 3.5 yıl içinde 4.5 milyon liralık alt yapı harcaması yapıldı.

Ayrıca, Altınok'un büyükşehir belediyesine aday olmasıyla birlikte matbaa işleri ve ilçedeki büyük ilan panolarına yönelik bütçeden yüklü harcama yapıldığı iddia ediliyor.

Altınok'un ekibi Bala'ya geçti!

Seçim sonuçlarıyla, hem Altınok'un hem de AKP'nin büyükşehir ve Keçiören Belediyesi'ni kaybetmesiyle birlikte, eski ekip sıkıntıya girdi.

Yeni Başkan Özarslan'ın, Altınok'un döneminde görev yapan ve emeklilik yaşı henüz dolmamış birim müdürlerini kızağa çekmesiyle, eski Başkan Yardımcısı Kazım Kabadayı ve Sabiha Akdemir de görevden alındı.

Bu durum üzerine aynı zamanda Balalı olan Altınok, AKP'den Bala Belediye Başkanı seçilen Ahmet Buran'ı devreye soktu.

Buran'ın Keçiören Belediyesi'nden Bala'ya almak istediği Kabadayı ve Akdemir'e, Özarslan önce onay vermedi. Daha sonra verilen onayla beraber Kabadayı ve Akdemir, Bala Belediyesi'ne geçti.

İddiaya göre, aralarında Kabadayı ve Akdemir'in de bulunduğu bazı personelin Bala Belediyesi'ne getirilmesi, belediye meclisinin tepkisine neden oldu. Gelen yeni personelin SGK bedeliyle birlikte yaklaşık 500 bin liralık yük getirmesi, Buran'ı zor durumda bıraktı.

Altınok evini taşıdı mı?

Bu arada, seçimden çifte yenilgiyle çıkan Altınok'un Keçiören'deki evinden Dikmen'e taşındığı ifade ediliyor.

Altınok'un yakın çevresinde yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bir görev alacağı şeklinde bilgilendirme yaptığı siyasi kulislerde konuşulanlardan.

                                                           /././

Erdoğan'ın ikinci yenilgisi: Kelebeğin ömrü (Yalçın Doğan)

Gerilim ve sertlik siyasetinin mimarı Bahçeli'nin yumuşamaya darbesi Erdoğan'ı yolundan çeviriyor...

Geçen akşam rüyamda tam kelebek görüyordum ki...

Aniden kelebek lafıyla uyanıyorum.

Rüyada kelebek görmek...

"Huzurun, refahın, barışın, esenliğin temsilcisi..."

Meğer TV'yi açık bırakmışım, haberlerde Tayyip Erdoğan partisinin Kızılcahamam toplantısında konuşuyor: "Milletimizin umutlarını arttıran siyasetteki yumuşamanın bu sefer kelebek ömürlü olmamasını temenni ediyoruz".

Kelebeğin ömrü?..

Doğada binlerce kelebek türü var. Türüne göre, yaşamları iki ile altı hafta arasında değişiyor. Yani, kısa ömürlü.

Erdoğan "kelebek ömürlü olmamasını" temenni ederken, yumuşama siyasetini sonuna kadar destekliyor.

Yumuşamanın anlamı

AKP'lilerin alkışlarıyla kesildiği konuşmasında Erdoğan: "31 Mart seçimleri sonrasında Cumhur İttifakı'nın gösterdiği olgun tavır partiler arasında yeni bir diyaloğa yol açtı. Yumuşama adı altında bu tavra katılan muhalefetin yeni üslubunu takdirle karşılıyoruz. Yumuşama ile hukuka, insan haklarına, demokrasiye saygı göstermeyi anlıyoruz. Türkiye'nin sorunlarının siyaset üstü ele alınması gerilimi zaten kendiliğinden düşürecektir. Halkın beklentisi bu yöndedir".

Aynı konuşmanın son cümlesi: "Yumuşama ile birlikte halkımızın bahtı değişecektir".

Yok hayır, rüya görmüyorum. Karşımda kanlı canlı Erdoğan kürsüde, CHP lideri Özgür Özel'in başlattığı yumuşama siyasetinden övgüyle söz ediyor.

O sözlerden etkilenmiş olacağım ki, onun üslubuyla kendi kendime söyleniyorum:

"Hayırlara vesile olsun!.."

Bahçeli'den hem öyle hem böyle

Kronolojik olarak devam edersek...

Bu konuşmanın ardından Erdoğan CHP Genel Merkezi'ne gidiyor, Özgür Özel'in kendisine yaptığı ziyareti, nezaket göstererek, iade ediyor.

Yumuşama ve normalleşme sözleri havada uçuşurken...

Devreye aniden Devlet Bahçeli giriyor. Bir yandan "yumuşama sizin olsun, ben giderim ha" diye Erdoğan'a dirsek atarken, diğer yandan "ölsek de beraberiz" mesajını eksik etmiyor.

Bahçeli bu kavşağa boşuna girmiyor. Erdoğan'ın Özgür Özel'i ziyaret etmesinin hemen ardından cinayete kurban giden, eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş'in eşi ve iki kızını Saray'da kabul etmesi üzerine böyle bir tepki veriyor.

Kurban Bayramı mesajı

Bahçeli'nin çıkışına rağmen, Erdoğan Kurban Bayramı mesajında yumuşamadan yana tavrını sürdürüyor: "Siyasette oluşan yumuşama ikliminin milletimizin tekrar kucaklaşmasına katkı sağladığını memnuniyetle müşahade ediyoruz".

Halk olumlu bakıyor

Erdoğan'ın gözlemi anketle doğrulanıyor.

14 Haziran tarihli Sözcü gazetesindeki yazısında İsmail Saymaz MetroPoll In Depth'in son anketine gönderme yapıyor:

"Halkın yüzde 70.9'u Erdoğan'ın Özgür Özel ile görüşmesini olumlu buluyor.

AKP'lilerin yüzde 78.6'sı, hatta MHP'lilerin yüzde 77.5'i yumuşama siyasetine olumlu bakıyor. CHP'lilerin ise, yüzde 63.9'u olumlu görüşte".

Erdoğan ve Özel doğru iş yaparken...

Bahçeli kendi tabanına bile ters düşüyor.

İki saat sonra Bahçeli

Erdoğan'ın yumuşamayı öven Kurban Bayramı mesajının üstünden iki saat geçiyor geçmiyor, Bahçeli de bayram mesajında artık kimseyi şaşırtmıyor: "Yumuşama mesajlarına özenle saklanan ve sarılan yalan, dedikodu ve iftira kampanyasının hangi sinsi emellere, hangi sakat hedeflere odaklandığı az veya çok bellidir. Bir yanda yumuşaklık pozu veren, diğer yanda taşıdıkları nefret ve öfkeyi sağanak halinde yağdıran hırçın zihniyetlilerin iki yüzlülüğü utanç vericidir".

Aynı gün Erdoğan

Gerilim ve sertlik siyasetinin mimarı Bahçeli'nin yumuşamaya bu darbesi Erdoğan'ı yolundan çeviriyor.

İlk andan itibaren yumuşama siyasetini destekleyen...

Bahçeli'den birkaç saat önce bile, bayram mesajında yumuşama siyasetini öven...

Sanki Erdoğan değilmiş gibi...

Yurt dışından dönerken, uçakta Özgür Özel'e durup dururken yükleniyor:

"Siyasette yumuşama getirelim dedik, anlamadılar. Bu yumuşama, yeni başlangıç getirmez.

Sayın Bahçeli'nin konuyu böyle kapatması iyi oldu".

Bahçeli ne derse, o

31 Mart seçimlerinde Erdoğan iktidarının ilk yenilgisini alıyor.

Kendisi de söylüyor, anketler de doğruluyor, halkın destek verdiği yumuşama siyasetinden...

Bahçeli'nin darbesiyle geri dönüyor.

Bu onun ikinci yenilgisi.

Gerçek ortaya çıkıyor.

Bahçeli ne derse, onu yapıyor.

Kızılcahamam'da ne dediğini unutuyor:

"Yumuşamayı hukuka, insan haklarına, demokrasiye saygı olarak anlıyoruz".

Son yıllarda bu değerler zaten yerle bir!..

Herhalde bundan sonra da böyle.

Yirmi iki yılın tekrarı

Saate bakıyorum, daha çok erken.

Yeniden uykuya daldığımda...

Rüyamda kelebeği ölmüş görüyorum.

Doğru ya...

Ben zaten rüya görmüştüm.

Buz üstüne yazılan sözler.

Yirmi iki yılın tekrarı.

Yeni yenilgilerin habercisi.

(T24)



17 Haziran 2024 Pazartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (17 Haziran 2024)

 

Uygarlık projesinden, faşist üretme çiftliğine (Ergin Yıldızoğlu)

Kapitalizmin krizini neoliberal küreselleşmeyle yönetme çabaları, yükü halk sınıflarının üzerine yıktı. Bu yıkımın kültürel dinamikleri sınıf aidiyetlerini, dayanışma alışkanlıklarını aşındırdı. Bu dönüşümlerin içinde, Avrupa Birliği, demokratik, çok kültürlü, çevreci, devletler üstü, özgürlükçü bir “uygarlık projesi” olarak sunuluyordu. Şimdi AB’nin lider ülkelerinde faşist hareketler yükseliyor; faşist partilere ilgi duyan gençlerin sayısı artıyor. “Uygarlık projesi”, bir “faşist üretme çiftliğine” dönüştü.

Projenin motorları tekliyor

Faşist hareketler, Avrupa Parlamentosu 2024 seçimlerinden, yalnızca bu “uygarlık projesinin” ana motorları, Almanya ve Fransa’da değil, tüm AB ülkelerinde, büyük kazanımlarla çıktılar. AB parlamentosu içinde faşist partilerin bir “süper grup” kurarak AB sürecini şekillendirme olasılığı çok güçlendi.

Fransa’da Le Pen’in partisi Ulusal Toparlanma, parlamento seçimlerinde liberal Başkan Macron’un partisinden iki kat fazla oy alınca Macron, meclisi dağıtıp erken seçimlere gitmeye karar verdi. Macron, Ulusal Toparlanma dışındaki tüm partileri arkasına alarak Le Pen’i durdurmayı planlıyor. Ancak gerçeklik başka bir yönde gelişiyor. Macron’un partisinin temsilcileri hem kendilerine danışılmadan alınan karar karşısında şaşkınlar hem de moralleri bozuk ve seçim yorgunular. Muhafazakâr parti, Cumhuriyetçiler, Le Pen’i destekleme konusunda kendi içlerinde bölündü. Küçük faşist parti ve grupçuklar, Le Pen’ın partisini destekleyecekler. Le Pen’in Ulusal Toparlanma partisinin mecliste çoğunluğu oluşturarak yeni hükümeti kurma şansı arttı. Sol hareketin grupları da bir araya gelerek faşizme karşı bir birleşik cephe oluşturmaya çalışıyorlar ama büyük olasılıkla Macron’u, faşistlerle birlikte yönetme kâbusu bekliyor. New York Times’da bir yorum “Fransa dehşet verici bir şeyin eşiğinde” diyordu.

Almanya da “dehşet verici bir şeyin eşiğinde”. AB, parlamento seçimlerinde Almanya’nın ana muhalefet partisi merkez sağ Hıristiyan demokratların oyu bir önceki seçimlere göre yerinde sayarken koalisyon hükümetinin iki ana partisi Sosyal Demokratlar (SDP) ve Yeşiller (YP) hezimete uğradılar. SDP yüzde 13.9 ile yüzde 16 oy alan faşist AfD’nin gerisine 3. parti konumuna düştü. YP’nin oyu da 2019 seçimlerine göre 8.6 puan gerileyerek yüzde 11.9 oldu. Koalisyon hükümetinin ortakları arasında bütçe açığının finansmanı konusunda aşılması çok zor çatlakların olduğu, bu sonuçlardan sonra ayakta kalmasının giderek zorlaşacağı aktarılıyor (Financial Times).

Faşist AfD, hakkında ortaya dökülen şok edici skandallara karşın ülke çapında 2. parti, doğu eyaletlerinde 1. parti konumuna yükseldi; gelişme ivmesi diğer tüm partilerden daha güçlü. Sağ ve sol uçları birleştirmeyi amaçlayan Sahra Wagenknecht’in partisi de ilk kez girdiği seçimlerde ülke çapında yüzde 6, doğu eyaletlerine yüzde 15 oy aldı. The Economist ve Financial Times “aşırı sağ” partilerin yükselişinin Fransa ve Almanya iş çevrelerinde kaygı yarattığını aktarıyorlar. Wall Street Journal da “Seçim kazanıyorlar ama yönetebilecekler mi” diye soruyor.

Faşist hareketler yükselirken geçmişte sol partileri, protesto hareketlerini, kadrolarıyla kitlesel enerjileriyle besleyen gençlerin bu kez, hemen tüm Avrupa ülkelerinde faşist hareketlere giderek daha çok yöneldiği görülüyor (The Independent, Guardian, Brussel Signal, Unheard). Bu yönelimin nedenleri aslında ayrı bir yazı konusu ama burada dört noktayı vurgulayabiliriz. (1) Bugüne ilişkin tatminsizlik, geleceğe ilişkin belirsizlik, ekonomik kötümserlik yaygın. (2) “Kapitalist gerçekçilik” gençlere yaşamlarını yönlendirecek bir anlam/ amaç (değerler) sunamıyor. (3) Sosyalist hareketin daha çok geçmişi çağıran (nostaljik-melankolik) söylem ve duyarlıkları bir çıkış yolu, gençlere gelecek umudu sunmaktaki yetersiz kalıyor. (4) Bunlara karşın faşist hareket özellikle 2’de değindiğim konuda, “ulusal onur-gelenek, dayanışma”, “ırksal saflık”, seçkinlere düşmanlık gibi fantastik de olsa, kolay anlaşılabilir cevaplar ve seçenekler öneriyor. Bu ortamda, Avrupa’yı kapitalizm altında birleştiren “uygarlık projesi”, 1930’lardaki gerçeğine “rücu ederek”, “bir faşist üretme çiftliğine” dönüşüyor.

                                                    /././

Hindistan seçimleri ve umut (Ergin Yıldızoğlu)

Hindistan’da,19 Nisan’la 1 Haziran arasında yaklaşık 1 milyar seçmenin katıldığı genel seçimler yapıldı. İnsanlık tarihinin bu en geniş katılımlı seçimlerinin sonuçları 2014’ten bu yana Hindistan’ı yöneten BJP lideri Başbakan Modi için bir düş kırıklığı oldu. Modi’nin meclisteki sandalye sayısı 303’ten 240’a düştü. Modi 543 üyeli mecliste çoğunluğu sağlayamadı. Modi’yi destekleyen ittifakın iskemle sayısı az da olsa artarak 49’dan 53’e yükseldi. BJP ve bağlaşıklarının oluşturduğu Ulusal Demokratik İtifak (UDİ) blokunun toplam iskemle sayısı 293’e ulaştığından yeni hükümeti yine Modi kuruyor.

BOŞ UMUTLAR YERSİZ KORKULAR

Hindu milliyetçisi Başbakan Modi’nin rejiminin karakterini nihayet anlamaya, onu “otoriter”“illiberal” sıfatlarıyla tanımlamaya başlamış olan ana akım Batı medyasında, seçim sonuçları sevinçle karşılandı: “Demokrasi Modi’ye ayar vermişti”“Kanatları kırpılmıştı”“Bu, Hindistan demokrasisinin zaferiydi”.

Ana akım medya, karşısında, tarihin en eski faşist projelerinden Hindutva’nın olduğunun adeta farkında değildi. Modi bu projenin bağrından gelen bir militandı. 

Dahası o medya, seçimlerin ağır baskı altında, milyonlarca Müslüman seçmeni kâh dışlayarak kâh sandığa gitmelerini, gidebilenlerin oy vermesini şiddet yoluyla engelleyerek gerçekleştiğini, hatta BJP’nin sokak zorbalarının, yandaş polisin muhalefet politikacılarına yönelik şiddetini çoktan unutmuştu. 

Ana akım medya gerçekleri görmeye de niyetli değildi: Modi ve BJP, 2014’ten bu yana devlet kurumlarını adım adım ele geçirdi. Eğitim sistemi Hindu dini ve mitolojileri üzerinden, diğer inançları ve seküler disiplinleri geriye iterek, hatta bastırarak, tarihi yeniden yazarak (“Hitler’in ülke içindeki başarıları” filan), ülkeye bağımsızlığını kazandıran seküler cumhuriyetçi geleneği unutturmaya çalışarak yeniden şekillendirildi. Medya, üniversite yönetimleri Ulusal Seçim Kurulu (YSK gibi) BJP’nin denetimi altına girdi. BJP militanlarının, muhalifleri, Müslümanları, Sihleri, Hıristiyanları terörize etmesine göz yumulur oldu. Evet seçimler yapıldı ama devleti ele geçirmiş, dinci ırkçı ve açıkça soykırımcı Hindutva faşizminin kitlesel, kurumsal, kültürel “mimarisi” yerli yerinde duruyordu. 

Bu boş umutlara karşın hem realitenin bir parçası olan hem de realiteyi çok iyi temsil eden uluslararası sermayenin temsilcilerinin refleksi çok anlamlıydı. Bunlar, iş çevrelerinin sevgilisi Modi’nin oylarının düştüğünü görür görmez kapıya yöneldiler. Bombay borsasında en büyük 50 şirketi izleyen BSE indeksi 4 Haziran’da yüzde 5.8 değer kaybetti. Ancak aslında korkulacak bir durum olmadığı, her şeyin yerli yerinde durduğu anlaşılınca indeks 5 Haziran günü yüzde 6.5 değer kazandı, 2019’dan bu yana izlediği yükselme trendine geri döndü. Umutlar boştu korkular ise yersiz.

GERÇEK ACI AMA UMUTSUZ DEĞİL

Yeni hükümeti yine Modi liderliğinde BJP ve UDİ grubu kuracak. Modi bu seçimlerin sonuçlarının bir daha tekrarlanmaması, Hindutva faşizmi sürecinin ilerlemeye devam etmesi için kısa ve uzun dönemli önlemler almaya başlayacak. Kısacası, liberal demokratik perspektiften bakınca karşımızda acı bir gerçek var: Modi ve “süreç olarak faşizm” bu parlamenter sistem içinde, seçim sandığında durdurulamaz! 

Buna karşılık umut var ama başka yerde; örneğin 2020 Eylül’ünde, Modi hükümetinin gündeme getirdiği tarım yasalarına karşı çiftçilerin kitlesel protestolarla kazandıkları zaferde. 

Çiftçiler Modi’nin neoliberal politikalarının asgari destek fiyatı sistemini ortadan kaldıracağını, büyük şirketlerin tekelci gücü karşısında küçük çiftçinin yıkıma sürükleneceğini hemen gördüler. Modi’nin bu planlarına karşı Pencap ve Haryana’da başlayan protestolar hızla ülke geneline yayıldı, traktör konvoylarıyla eylemler, polisle çatışmalar başkent Delhi’nin çevresine kadar geldi. Hükümetle müzakereler başarılı olamadı, protestolar hız kesmeden devam etti. Sonunda, Modi yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı, söz konusu yasaları 29 Kasım 2021’de resmen geri çekti. Bu zafer, Hindistan’da politikaların şekillendirilmesinde, çiftçilerin emekçilerin haklarının korunmasında birleşik, kararlı bir direnişin ne kadar etkili olabileceğini gösterdi. Umut, kitlesel direnişin, “sivil itaatsizlik” eylemlerinin gücündeydi.

                                                  /././

'Enflasyonla mücadele' - Bir 'dejavu' (Ergin Yıldızoğlu)

“Enflasyonla mücadele” programıyla ilgili tartışmaları izlerken, bende bir “dejavu” duygusu oluştu.

Türkiye, 1990’ların sonunda IMF ile yapılan anlaşma gereğince döviz kuruna dayalı bir dezenflasyon programı izlerken, köşemde, “bu programın, enflasyonla mücadele bir yana, ülke ekonomisinin dış dengelerini daha da bozacağını, Asya krizi tipi bir sarsıntı yaşayabileceğimizi” yazmıştım. Sonrasını biliyorsunuz: Enflasyon artmaya devam etti, derin bir resesyon yaşandı, işsizlik arttı, reel ücretler düştü, 70+ milyar dolar yabancı sermaye kaçtı. Ecevit’in koalisyon hükümeti çöktü, AKP ve siyasal İslamın iktidarının yolu, “süreç olarak faşizmin” önü açıldı. Bu krizin öncesinde bir büyük deprem felaketi, sonrasında da Afganistan ve Irak savaşları, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) vardı.

“Bugün”ün öncesinde de “doğal” felaketler (pandemi, deprem) var. Ortadoğu’da bir soykırım yaşanıyor, büyük güçler arası rekabet, vekâlet savaşları yoğun. Bunların ortasında yine büyük ölçüde döviz kuruna bağlı bir “dezenflasyon programı” izleniyor. O zaman piyasalara güven vermek için “ithal edilmiş bir aktör” Kemal Derviş vardı; ekonomiyi “toparlarken” hükümeti dağıttı. “Bugün” Mehmet Şimşek var.

İKİ YAKLAŞIM

“Bugün” enflasyonun nedenleri, mücadele araçlarıyla ilgili tartışmalara baktığımda iki yaklaşım dikkatimi çekiyor. Birincisine göre enflasyonun arkasında tüketici talebi var; ekonomi çok ısındı. Soğutmak gerekiyor. Böylece uluslararası piyasalara güven verilebilir, dış kaynak girişi sağlanabilir. Ekonomiye, mali piyasaların penceresinden bakan bu yaklaşım ücret artışlarının, kamu harcamalarının, hükümetin “yanlış” politikalarıyla hızlanan enflasyonu beslediğini iddia ediyor. Her iki alanda da tasarruf istiyor, faiz artışlarını yetersiz buluyor. Gelir dağılımı bu kadar bozulmuş, yoksullaşma bu kadar derinleşmiş, orta sınıf bu kadar zayıflamışken, ekonomiyi daraltmaya kalkmak ateşe benzin dökmeye benziyor. Mehmet Şimşek’in birinci yaklaşımı benimsediği anlaşılıyor. Ancak Şimşek’in bu yaklaşımı sonuna kadar götürmesi çok zor; karşısından, rejimi ayakta tutan siyasal İslamın kadro ve kurumlarını besleyen kurumlardan ve ilişkilerden oluşan yüksek bir duvar var.

Realiteyi çok daha iyi temsil eden, ikinci yaklaşıma göre bir “ücret fiyat sarmalı yok” (...) “ücret maliyetlerinin enflasyona katkısı düşük”. Şirket kârlarının katkısı yüksek. “Şirketler, hükümetin uyguladığı politikalar sonucu oluşan yüksek enflasyon ortamını kâr marjlarını artırmak için kullanıyorlar”. İkinci yaklaşım da açıklamaya “yanlış politikalardan”, enflasyona karşı düşük faiz “garipliğinden” başlıyor: Hükümet enflasyonla mücadele etmek gerekçesiyle faizleri indirince, döviz hızla tırmandı, ithal girdi fiyatları (maliyetleri) arttı. Şirketler (aslında piyasa yoğunluğu olan şirketler) kârlarını koruyabilmek için bu maliyet artışını, fiyatlara yansıtmaya başladılar, enflasyon hızlandı. İki yaklaşım da bu “yanlış politika” noktasında buluşuyorlar ama bu “yanlışın” ekonomi politiğini sorgulamıyorlar. Bu da bizi bu tartışmaların dışarıda bıraktığı “şey”e getiriyor.

Sınıflı toplumlarda ekonomik ve siyasi dinamikler, sorunlar ve çözümler, “ekonomik artığın” üretim, edinim ve değişim süreçleriyle ilişkilendirilmeden konuşulamaz. Kapitalist toplumda “ekonomik artık”“artık-değere” dönüşür ve kâr, faiz, rant olarak bölüşülür. Bu üçlüden birinin payı artarsa diğerlerinin payı azalır.

“Yanlış” politika, (düşük faiz) rantın ve kârın payını artıracaktı ama bir bumerang etkisiyle döviz fiyatındaki artış üzerinden sanayi kârlarını olumsuz yönde etkiledi. Buna karşılık, “rant sektörü”, siyasal İslamın kadro ve kurumlarını, “kültürel sermayesini” (Bourdieu) besleyen süreçlerin içinde kritik bir öneme sahip olduğundan, devlet eliyle bu bumerang etkisinden korundu; korunmaya da devam edecek gibi görünüyor. Bugün, bunları (siyasi boyutu) değerlendirmeyen bir enflasyon tartışması gerçekçi çözüm önerileri üretemez.

“Dejavu” ama bu kez rejim; bir toplumsal harekete, “kültürel sermayeye” ve merkezileşmiş bir devlete, “süreç olarak faşizme” dayanıyor. Bu enflasyon da bu sürece ait bir olgu. Tarih kendini tekrarlamazmış ama bazen kafiyeyle konuşurmuş.

                                                    /././

Erdoğan G7'ye neden davet edildi? (Mehmet Ali Güller)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İtalya’da yapılan G7 liderler zirvesinin ikinci gününe davet edildi ve G7’nin “Afrika ve Akdeniz-Yapay Zekâ ve Enerji” konulu yüksek düzeyli oturumuna katıldı. Oturumun ardından aile fotoğrafı çekildi.

Peki G7 liderler zirvesinin ev sahibi İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı neden davet etti?

AFRİKA-AKDENİZ COĞRAFYASI

Sorunun yanıtı öncelikle Erdoğan’ın katıldığı oturumun “coğrafyasıyla” ilgili: Afrika ve Akdeniz...

Daha derin bir yanıta ilerlemek için ise Anadolu Ajansı’nın yorumuna başvurduğu Dr. Valeria Giannotta’nın değerlendirmesine bakmamız gerekiyor. Şöyle diyor İtalyan akademisyen: “Roma, ‘Mattei Planı’ olarak da adlandırılan AB Küresel Geçit Projesi’ni tamamlayıcı nitelikte olan Afrika Planı’nı destekleyerek pragmatik bir şekilde ‘Küresel Güney’e odaklanıyor. Bu yenilenen yaklaşım, Türkiye gibi diğer kilit aktörlerle olan güçlü ilişkilere de dayanıyor.” (AA, 15.6.2025).

O zaman gelin AB Küresel Geçit Projesi’nin ve Mattei Planı’nın ne olduğuna bakalım. Ve elbette bu yılın başında yapılan Meloni-Erdoğan görüşmesinin içeriğini anımsayalım.

ROMA’NIN AFRİKA PLANI

AB’nin Küresel Geçit Projesi, Çin’in liderlik ettiği Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne karşı geliştirdiği bir projedir. Ancak pek geliştiği söylenemez.

Mattei Planı ise İtalya Başbakanı Meloni’nin Afrika için yeniden gündeme getirdiği eski bir İtalyan planıdır. Plan ismini ENI enerji şirketinin kurucusu Enrico Mattei’den almaktadır. 1950’li yıllarda İtalya’nın enerji güvenliği için oluşturulmuştur. Çünkü İtalya, bugün bile doğalgaz ihtiyacının yüzde 40’ını Afrika ülkelerinden sağlamaktadır.

Roma’nın planı bugün yeniden gündeme getirmesinin ise iki boyutu vardır: Ukrayna krizi nedeniyle ABD’nin Avrupa’ya yaptığı enerji yaptırımı baskısı ve Afrika kaynaklı göç...

İşte Meloni bu nedenle bu yılın başında, 29 Ocak 2024’te Roma’da düzenlediği uluslararası zirvede (yeni) Mattei Planı’nı açıkladı. Planın iki hedefi vardı: İtalya’nın Afrika ile Avrupa arasında enerji alanında bir köprü görevi üstlenmesi ve Afrika’ya yatırımlarla göçün kısıtlanması...

İtalya Başbakanı Meloni zirvede 5.5 milyar Avroluk bir yatırım programı açıkladı. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de AB’nin Afrika’ya Küresel Geçit Projesi kapsamında 150 milyar Avro yatırım yapmayı öngördüğünü hatırlattı ve ekledi: “Mattei Planı, AB-Afrika ortaklığının bu yeni aşamasına önemli bir katkı.”

Afrika Birliği ise İtalya’nın planına tepki göstermiş, Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Moussa Faki “Biz dilenci değiliz, daha adil ve tutarlı bir dünyaya giden yolu açabilecek yeni bir ortaklık modeli için bir paradigma değişikliği istiyoruz” demişti.

ATLANTİK’TE ÇİN VE BRICS RAHATSIZLIĞI

Peki Erdoğan Küresel Geçit Projesi’nin ya da yeni Mattei Planı’nın neresinde?

Meloni, Roma’da Mattei Planı’nı açıklamadan 10 gün önce Türkiye’yi ziyaret etti ve Erdoğan’la görüştü. İtalyan haber ajansı ANSA’ya göre görüşmenin esas konusu, “göç alanındaki işbirliğini güçlendirme”ydi.

Göç kriziyle karşı karşıya olan ülkelerin ilk görüşmek istediği adres, haliyle bir süredir AKP hükümetiydi. Çünkü iktidar AB’den aldığı fonlar karşılığında Türkiye’yi Avrupa önünde bir “tampon ülke” yaparak uluslararası model oluşturmuştu. AB bazı Afrika ülkelerine de bu modeli uygulamak istiyordu.

İşte Erdoğan’ın Meloni tarafından G7 zirvesine davet edilmesi ve “Afrika ve Akdeniz-Yapay Zekâ ve Enerji” konulu yüksek düzeyli oturuma katılmasının öncelikli nedeni göç konusuydu. Ancak fazlasının da olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan, G7’ye davet edilerek ve “geniş G7” aile fotoğrafına dahil edilerek Türkiye’ye yerinin “Batı kampı” olduğu hatırlatılmaktadır. Hakan Fidan’ın Çin ziyareti, orada verdiği mesajlar, Rusya’daki BRICS toplantısına katılması sadece AKP’nin ideolojik amiral gemisi Yeni Şafak’ı, AKP’nin Atlantik takımını, CHP’li Namık Tan’ı değil, elbette ve öncelikle Washington’u rahatsız etti çünkü...

                                                  /././

AKP’ye göre BRICS: Jeopolitik dengeleyici (Mehmet Ali Güller)

Batı merkezli bakış açısına göre çok kutupluluk, Güney’in (ya da Doğu’nun) Batı’nın karşısına bir kutup çıkarmasıdır. Haliyle “liberal kapitalist dünya” bu yaklaşımıyla çok kutupluluğu “bloklaşma” olarak yorumlamaktadır.

Oysa çok kutupluluk bloklaşma değildir, uluslararası sistemi demokratikleştirme çabasıdır; uluslararası sorunlarda “küçük devletler”in de etkili olabilmesinin yoludur. BRICS üyesi Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı soykırım davasına liderlik edebilmesi örneğinde olduğu gibi... 

KÜRESEL EKONOMİYİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEK

Nasıl ki çok kutupluluk uluslararası sistemi demokratikleştirme yolu ve çabası ise BRICS de küresel ekonomiyi demokratikleştirmenin kurumlaşmasıdır. Ama bununla sınırlı değil...

Çin’in BRICS’i “yeni tip çok taraflı işbirliği mekanizması” diye tarif etmesi bundandır. 

Çünkü kurallarını emperyalist ABD’nin yazdığı “kurallı düzen” artık işlememektedir: ABD kendi yazdığı kuralların bazılarını, bugünkü çıkarları gereği uygulamamaktadır. Bu da düzensizliğe ya da tek yönlü düzene yol açmaktadır: ABD’nin ticaret savaşı açması, pek çok ülkeye yaptırım uygulaması, uluslararası hukuka aykırı olarak devletlerin merkez bankası rezervlerine el koyması, savaş hukukuna bile aykırı olarak işgal  ettiği ülkelerin petrolünü, buğdayını çalması vb.

EMPERYALİST EŞKIYALIĞA KARŞI BRICS

İşte BRICS bu “emperyalist eşkıyalığın” karşısında demokratik ve eşit ekonomik ilişkiler kurulabilmesinin mekanizmasıdır.

BRICS’in büyük ilgi görüyor olması bu nedenledir. ABD’nin antidemokratik uygulamaları arttıkça BRICS bir çekim merkezine dönüşmektedir. Beş üyeli BRICS bu nedenle geçen yıl dokuz üyeli bir yapıya dönüştü. Şu anda 30’dan fazla ülke çok kutupluluğun en önemli aracı görülen bu platforma ilgi göstermektedir. Bu nedenle bir süredir BRICS+ formatlı toplantılar da yapılmaktadır. (Kremlin Sözcüsü Peskov, yeni formatlar üzerinde de çalışıldığını söyledi.)

BRICS’e ilgi gösteren ülkelerden biri de Türkiye’dir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, BRICS toplantısı için Rusya’da bulunan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı kabulünde söylediği şu sözlerle Türkiye’nin üyelik isteğini bir nevi resmileşleştirmiştir: “Türkiye’nin BRICS çalışmalarına gösterdiği ilgiyi memnuniyetle karşılıyoruz ve bu birliğe üye ülkelerle birlikte olma arzusunu kesinlikle mümkün olan her şekilde destekleyeceğiz.”

Nitekim Fidan da “kurallara dayalı sistem olarak adlandırılan düzenin dengeli ve hızlı çözüm sunmada yetersiz kaldığını” savunarak “BRICS ile işbirliğimize değer veriyoruz. BRICS içindeki çeşitliliğin kalkınma ve istikrarı artırmak için önemli bir araç olduğuna inanıyoruz” dedi.

ZİHİN BULANIKLIĞI

Ancak AKP’de genel olarak BRICS hâlâ stratejik bir kurum olarak görülmemektedir. AKP, Batı’yla ilişkilerinde BRICS’ten taktik “jeopolitik dengeleyici” olarak yararlanmak istemektedir.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan BRICS’i, “çok taraflılık” uygulamasında değerlendirilecek bir araç olarak görürken Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek için BRICS, “yeni Kalkınma Bankası’nın fonlarından yararlanmak” için ilgi gösterilecek adrestir. Cumhurbaşkanı Erdoğan için ise BRICS, ABD ile pazarlıkta kullanılacak bir karttır.

Türkiye’yi yükselen Asya’da parlak bir yıldıza dönüştürmek, kuşkusuz “neo-Abdülhamitçi”liğin ve neoliberalizmin neden olduğu bu zihniyet bulanıklığını aşabilmeye bağlıdır. Bu da öncelikle temel bir iç politika sorunudur.

(Cumhuriyet)