27 Haziran 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI + Díaz-Canel: Küba asla kollarını kavuşturup oturmadı (I) -27 Haziran 2024-

 

Sömürü ve kılıf -Ali Rıza Aydın-

Sömürü düzeni hem yanılsamaları ve kılıflarıyla hem de emekçilerin hak savaşımlarının kırılmasıyla yaşıyor.  

Sömürücülerin ideoloji ve siyasetlerini uyguladıkları çok araç var. Bu araçlar eş zamanlı olarak sömürülenleri düzenle uyumlaştırma amacıyla, sömürünün kılıfı olarak kullanılıyor.  Halkı kandırmak için başvurulan sahtelikler, kullanılan maskeler düzenin parçaları. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar”, “kılıfına uydurmak” gibi dümdüz anlatımları halkın içinden çıkmış.  

Sömürüyü burjuvaziyle, toplumsal ilişkilerle, siyasetle okuduğumuzda, minareyi çalan ve kılıfı hazırlayanların bireyselleştirilen sömürücü kesimden oluşmadığını, ekonomik, siyasal, sosyal, yönetsel bütünün işbirliği içinde, ortaklaşa hareket edildiğini görüyoruz; kurumsal ve kuralsal yapıyla, diğer deyişle siyaset, devlet ve hukuk organizasyonuyla karşılaşıyoruz.

Özgürlüğünden demokrasisine, eşitliğinden adaletine, haklarından hak aramalarına, yerel yönetiminden merkezi yönetimine, yasamasından yargısına, devletinden hukukuna, eğitiminden sağlığına, muhalefetinden iktidarına neresinden bakılırsa bakılsın aynı ideoloji ve siyasetin içinde, sömürü düzeninin yaşatıldığı bir ilişkiler ağı içinde yaşatılmaya zorlanan toplumsal yapı görüyoruz. 

Yaşanılan olayların, karşılaşılan baskı ve eylemlerin, yürürlüğe giren anayasa ve yasaların kimi zaman bilimsellikle sorgulanmasında “görünürdeki nedenler” ile “gerçek nedenler” sıralansa da, kimi zaman eleştirellik Marksist bakışla devreye sokulsa da önünde sonunda yüz yıllık Cumhuriyetin ve emekçilerin getirildiği yer gözümüzün önünde duruyor. 

Sömürü, yağma, talan, hırsızlık, sahtelik, işgal, cinayet, katliam, pahalılık, yoksullaştırma, zenginleştirme biliniyor; dinselliğin ve milliyetçiliğin düzenle özdeşleşen durumu biliniyor, sorgulanıyor ama düzen sürüyor. Sivrisineği öldürmek yetmez, bataklığı kurutmak gerekir sözleri sıkça kullanılıyor, minareyi çalanlar ve kılıfı hazırlayanlar biliniyor ama düzen sürüyor.  

Devletin ve hukukun düzene kılıf olma işlevi başkanlı rejimle, yasamanın işlevsizleştirilmesi ve önemsizleştirmesiyle, yargının düzenin onay organı durumuna getirilmesiyle çoktan kanıtlandı. 

İlerici ve aydınlanmacı niteliğiyle bir cumhuriyetten, laiklikten söz edilebiliyor mu? Sendikalar nerede, kimin yanında? Sayıları yüzü aşan düzen içi siyasi parti nerede, kimin yanında? Asgari ücret kılıfını kimler dikiyor?

AKP’nin 12 Eylül faşist darbesinin devamcısı olduğu biliniyor ama “yeni anayasa” tuzağı, yeni anayasanın kılıf olarak kullanılacağı görülmüyor. 12 Mart 1971’in, devamı anayasa değişikliklerinin, 24 Ocak 1980 kararlarının, 12 Eylül 1980’in, devamı 1982 Anayasası ve değişikliklerinin görünürdeki ve gerçek nedenleri biliniyor ama tabuta “son çivi” çakması bir türlü bitmeyen AKP meşrulaştırılmaya devam ediliyor. 

2016 OHAL ilanının, aynen yasalaşması önlenemeyen OHAL KHK’lerinin Türkiye’nin yeniden tasarımı için nasıl kullanıldığı biliniyor ama AKP meşrulaştırılmaya devam ediliyor.

IMF politikalarının, -sözleşmesiz- uygulanmaya devam edildiği biliniyor ama kapitalist/emperyalist ekonomi politikalarının uygulanmasıyla iyileştirmeler olacağı üzerine öneriler havada uçuşuyor. Başkanlı rejimin toplumdaki ekonomik ve siyasal güç dengeleri üzerinde daha etkin ve belirleyici bir yönetim modeli olarak getirildiği biliniyor ama Başkan Erdoğan nezdinde meşrulaştırılmaya devam ediliyor.  

Bu hafta Salı yazısında Oğuz Hoca (Oyan) muhalefetin siyasal iktidarı meşrulaştırması konusunu CHP’li Karatepe ile “dış ve iç sermayenin program müdürü Şimşek” görüşmesi üzerinden gayet net anlattı. “Talep iletme muhalefetinin” sınırları olduğunu, bu muhalefetle temel meselelerin iletilemeyeceğini, çünkü uzlaşma yapmak ve bazı ulaşılabilir sonuçlar elde etmek isteneceğini, ama böylece iktidara o temel meselelerde bir haklılık kazandırılmış ve ona dinci-despotik rejim inşasında sınırsız bir meşruiyet alanı açmış olunacağını vurguladı.

Kılıfın da kılıflara gereksinimi var. Düzen içi muhalefet, siyaset, devlet, hukuk, sosyal ve kültürel kimi ilişkiler, etnik yapı, “insanoğlu ile ilgili şeylerin masalımsı hayali” din bu gereksinimi üstleniyor. Her ne kadar uyulmama, ihlal edilme sorunu yaşasa da “yürürlükte olanı”yla ve de bir umut yanılsaması olarak piyasaya sunulmak istenen “yeni”siyle anayasa kılıfını da unutmayalım.   

Anti-laikliğin kılıfı din özgürlüğü olarak ortaya dökülürken, toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyeti ve özelleştirilmesinin kılıfı sermayenin özgürlüğü olarak tanımlanıyor. Sonuç, elbirliğiyle emekçiyi ezme ve yoksullaştırma, kamusal olanı yağmalama, kamu yararına olanı özel çıkar için kullanma özgürlüğü. 

Kapitalizmin/emperyalizmin kendilerine güvence ve emekçilere baskı aracı olarak kullandığı siyasetin, devletin ve hukukun gerçek yüzü Marksist analizle netleşiyor.  

Sömürü düzeni hem yanılsamaları ve kılıflarıyla hem de emekçilerin hak savaşımlarının kırılmasıyla yaşıyor.  

Düzen sergilenirken kılıfını hazırlayanlar ve kılıfına uydurmaya kalkışanlar da sergilenmeli. Emekçilerin örgütlü sınıfsal savaşımlarının güçlendirilerek yaygınlaştırılması ödünsüz, koşulsuz sürdürülmeli.

                                                                /././

Vicdan aşınması -Nevzat Evrim Önal-

Eğer içinde yaşadığımız toplumsal düzen vicdanımızı yıkıyorsa, vicdanımızı ancak o düzeni yıkmak için örgütlenerek savunabiliriz.

Gün başlıyor. Yüzlerce insan Mecidiyeköy otobüs durağına yayılmış, onları işlerine, okullarına götürecek belediye otobüslerini bekliyor ve çoğu bir yandan da uyanmaya çalışıyor. Biraz uyanabilmiş olanlar binecekleri otobüsün durağın neresine yanaşacağını kolluyor, çünkü bu saatte her biniş bir itiş kakış ve otobüse biniş sıranız ayakta kalıp kalmayacağınızı belirliyor. Birileri sıkıntıdan onca insanın arasında sigara yakıyor, başkaları onların dumanından kaçabilmek için öfleyerek yer değiştiriyor. 

Yakından baktığınızda her biri yapayalnız; biraz uzaklaşıp baktığınızda ise birbiriyle mücadele eden, yabancılaşmış bir kalabalık görüyorsunuz.

Ve tüm bu akışta, yanaşıp kalkan otobüslerin motor gürültüsü içinde, bedeni orada olmayan bir ses yarım dakikalık bir yakarış tekrarlıyor: "Ben ___'nin annesiyim. Çocuğum SMA Tip 2 ölümcül kas hastası. Yurt dışından almamız gereken ilaçlar çok pahalı. Çocuğumu parasızlık yüzünden kaybetmek istemiyorum. Ne olur görmezden gelmeyin. Ne olur yardım edin..."

Durağa gelip çağrıyı duyan insanların yüz ifadesinde bir ekşime ya da katılaşma oluyor; bunların bir kısmı belli ki günlük rutinlerinde bu yakarışı her sabah duyuyor, uzaklaşınca unutuyor ve ertesi sabah tekrar hatırlıyor. Gündelik hayatın seslerini müzikle kesen kulak tıkaçlarına sahip olmayanlar, durağın o noktasında durmamaya çalışıyor; çünkü sürekli tekrarlanan yakarışı otobüs bekleme süresi boyunca belki on, belki yirmi defa dinlemenin çıldırtıcı bir tarafı var. İnsansız dilenme aracı, önünüzde durup avuç açan ve para verseniz de vermeseniz de bir süre sonra uzaklaşan gerçek bir insandan farklı. İçine para atsanız da susmuyor ve gitmiyor. Bir başkasının sizinkinden büyük acısı, sizinkini küçültüyor. Günün zaten en sevimsiz anlarından birinde, siz kendi dertlerinize cebelleşir ve bireyselliğinizi de bu rahatsızlık ile duyumsarken, dertlerinizi ve dolayısıyla bireyselliğinizi değersizleştiriyor.

Oysa insanlığın iki milyon yıla yayılan ortak hafızasında sabah, şafak, umudun sembolüdür.

İnsanlığın yığınsal acıları ile yalnızlaşmış bireyin olanakları arasında, kaçma refleksi tetikleyecek derecede çaresizlik hissi yaratan bir uçurum var; ama kimsenin kendi yalnızlığından başka kaçacak yeri yok. Vicdanını, cebindeki bozuklukları kutuya atıp teskin eden de, gemleyip katılaştıran da oraya kaçıyor; biraz daha kendi kabuğuna çekiliyor ve kendisini başkalarının acılarından korumaya çalışıyor.

Bu yüzden herkesin vicdanı her gün şahit olduklarıyla kıymık kıymık, yonga yonga aşınıyor.

Yakından baktığınızda tam anlaşılmıyor. Gelin, biraz uzaktan bakalım.

                                                           ***

Elimizdeki çelişki birkaç faktörün bir araya gelmesiyle oluşuyor:

Birincisi, insan duygusal ya da psikolojik açıdan yalnızlaşabilir, ama maddi yaşantısını yalnız sürdürmesinin hiçbir yolu yoktur. Her birey, maddi yaşantısını, toplumun ekonomik işleyişinin bir parçası olarak sürdürür ve bu durum bireyin ne kadar varsıl ya da yoksul olduğundan bağımsızdır. Yoksulların çalışıp didinip ceremesini çektiği de varsılların kaymağını yediği de aynı toplumsal düzendir. Ne var ki, bugün içinde yaşadığımız kapitalist toplumun kendisinden önceki toplumlardan önemli bir farkı var: Onun ekonomik işleyişinin en temel, en değişemez özelliklerinden biri egemenler arasındaki ekonomik rekabet. Daha önemlisi, bu rekabet sadece egemenlerin kendi arasında bir mücadele değil; egemen sınıfa mensup her birey ve her kartelleşmiş öbek, kendi egemenliği altındaki insan kitlelerini de bu rekabete alet ediyor. “Hepimiz aynı gemideyiz” yalanına mutlaka “diğer gemiler batmalı ki bizimkisi yüzsün” yalanı eşlik ediyor ve sıradan insanın bireysel varoluşu, egemen düzen ne denli güçlüyse o derecede başka sıradan insanlara karşıtlık üzerinden, antisosyal bir temelde tanımlanıyor. Antisosyalliğin bu şekilde örgütlenmesi, eşyanın tabiatı gereği dayanışmacı, insancıl sosyal örgütlenmeleri dağıtıyor ve zeminini daraltıyor. Bencillik toplumsallaştıkça, birey yalnızlaşıyor.

İkincisi, içinde yaşadığımız emperyalist-kapitalist düzen, kendisinden önceki tüm toplumsal düzenlerden farklı olarak, kelimenin gerçek anlamıyla “küresel”dir. Günümüzden bin yıl önce dünyanın farklı yerlerindeki toplumlar birbirlerinden habersiz ve birbirleriyle ilişkisiz yaşayabiliyordu. Bugün böyle bir olasılık kalmamış durumda. “Küreselleşme” kelimesini bir yalan yapan şey, ona yüklenen eşitleyici, barışçıl, ütopik anlam. Sömürgecilikle başlamış ve emperyalizmle en yüksek aşamasına ulaşmış olan kapitalist küreselleşme, tüm piyasaları ve tüm insanları birbirine bağladıkça, eşitsizliği, çatışmayı ve geleceksizliği de tek ve küresel hale getirdi. Emperyalizm için bir yarın yok; yalnızca varsılların ayrıcalıkları ve yoksulların acılarıyla dolu bugünün sonsuza dek tekrar edilme çabası var.

Üçüncüsü, emperyalist küreselleşme bireyi antisosyalleştirdi ama ekonominin yanı sıra giderek iletişimi de küreselleştirdi. İnsanlar komşusuna pek selam vermiyor ama (anti)sosyal medyada dünyanın öbür ucundan bir insana öfkelenebiliyor, cinsel arzu duyabiliyor ya da hiçbir maddi zarara uğramadan (örneğin dayak yemeden) hakaret edebiliyor. Üstelik burada da zannedildiğinin aksine bir atomize bireyler arası eşitlik yok; sermaye ekonomik yaşantıda nasıl örgütlüyse, iletişimde de örgütlü. Dolayısıyla sıradan, örgütsüz bir insan, hayatın pratik akışı içerisinde sürekli yanında bulundurmaya mecbur bırakıldığı “akıllı” telefonu kanalıyla, birbiriyle rekabet eden egemen güçlerin kesintisiz imge ve argüman bombardımanına maruz kalıyor.

Sonuncusu; insanın psikolojik süreçleri böyle bir kalabalığa ve yoğunluğa uygun değil. Emperyalist küreselleşmenin olgunluk çağı en fazla son yüz elli yılı kapsıyor, iletişimin bugünkü küreselleşmiş hali ise en fazla yirmi yıllık bir olgu. İnsanın bilişsel süreçleri ise iki milyon yıllık evrimin ürünü ve insan son on bin yıl hariç bu sürenin tamamında ortalama 60-70 bireyden oluşan, herkesin birbirini yakından tanıdığı ve hayatta kalmak için dolayımsız biçimde birbirine muhtaç, yani yoldaş olduğu kabilelerde yaşadı.

Yani esasen insanın empati yeteneğinden kaynaklanan ve onun doğanın zorlukları karşısında dayanışarak hayatta kalma becerisine büyük katkıda bulunmuş olan vicdan dediğimiz güçlü duygu ile mevcut toplumsal düzenin gündelik işleyişi arasında büyük bir uyumsuzluk var. Birincisi, bu düzende zorluklar doğadan değil başka insanlardan, yani normalde empati kurulacak hemcinslerimizden kaynaklanıyor; dolayısıyla vicdanlı olduğunuzda zarar görmek kolaylaşıyor. İkincisi, insanlık kabilesi artık o denli kalabalık ki, tümünün çektiği zorluk ve acılar şöyle dursun, yalnızca şahit olduklarımıza hak ettiği vicdani tepkiyi verebilmek dahi tüm insanlığın günahlarını sırtlanan Nasıralı İsa olmayı gerekiyor.

Yani insanların vicdanını sadece düzenin bencillik ve vicdansızlık propagandası değil, aynı zamanda şahit olunan acılar karşısında eyleme geçememe, hissettikleri vicdani infialin kifayetsiz kalması aşındırıyor.

                                                           ***

Bu gidişatı oluruna bırakamayız. İçinde yaşadığımız düzen, hem olağan ekonomik işleyişinin maddi sonuçlarıyla, hem de bu ekonomik işleyişi meşrulaştırma ihtiyacıyla yürüttüğü kesintisiz ideolojik saldırıyla, tüm olumlu tarihsel anlamlarıyla toplumu ve onu oluşturan ortak duygudaşlığı ve dayanışmayı, insanın başka insanlara asgari bir hakkaniyet ve saygı ile yaklaşma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor.

Çağımızın yalnızlaşmış bireyi, bu çifte kuşatmayla baş edemedikçe, kendi vicdanını kesip atmaya çalışıyor ve insanlıktan çıkıyor. Kimi şerefsizler hevesle önden koşuyor ama mesele bu değil, vicdan duygusu aşındıkça insanlık hep birlikte ahlaken alçalıyor.

Bunu en açık biçimde Gazze’de gördük. Kana susamış İsrail devletinin Ekim’den bu yana yaptıkları, bundan kırk yıl önce yapılamazdı. Çünkü insanlık bugünkü kadar yalnızlaşmış bireylerden oluşmuyordu. Dayanışmacı, paylaşımcı, toplumsal iyiyi gözeten (ve bu bağlamda kapitalizme karşı) ideolojiler çok daha örgütlüydü, bunların somut kurumları ve devletleri vardı. Marksizmin Sovyetler Birliği’yle beraber çöktüğünü iddia edenler kına yakabilir, ama şu kesin: Sovyetler Birliği’nin olduğu dünyada birkaç ayda on binlerce sivil katledilemezdi, emperyalist ülkelerin başkentleri kitlesel gösterilerle yangın yerine dönerdi. Şimdi ise sosyal medyada tüm dünyanın gözü önünde bir katliam yaşandı, çaresiz doktorlar ellerinde çocuk ölüleriyle basın açıklaması yaptı ve hiçbir etkisi olmadı.

Demek ki sorun, acıların görünür olması değil, insanlığın örgütlülüğü. Aksine, yalnız ve güçsüz birey vicdanen baş edemediği acılar karşısında kifayetsiz kaldıkça, insanı insan yapan en temel özelliklerden biri olan vicdan da bir zenginlik olmaktan çıkıp taşınması zor bir yüke dönüşüyor.

İnsan kalmak istiyorsak vicdanımızı korumalıyız ve bunu hiçbirimiz kendi başımıza yapamayız. En akıllı, en becerikli olanımızın dahi yalnız kaldıkça sonunda sesi tükenir, soluğu kesilir. Eğer içinde yaşadığımız toplumsal düzen vicdanımızı yıkıyorsa, vicdanımızı ancak o düzeni yıkmak için örgütlenerek savunabiliriz.

                                                                      /././

10 Ekim davasının karar duruşması ertelendi: ‘Katılanların talepleri sürekli reddedildi’ -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Ankara Gar Katliamı davasının karar duruşması 1 Temmuz Pazartesi gününe ertelendi. Pek çok soru işaretiyle anılan davayı Ankara Baro Başkanı Mustafa Köroğlu ile konuştuk.

10 Ekim Ankara Gar Katliamı davasının karar duruşması Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Karar çıkması beklenen duruşma, sanık Erman Ekici’nin avukatının sağlık raporu nedeniyle savunması alınamadığı için 1 Temmuz’a ertelendi.

Duruşma kapsamında 26 sanıktan 10’u hakkında hüküm verildi. Saldırıya ilişkin IŞİD üyesi oldukları düşünülen 16 kişi hâlâ firari durumdayken, olayda ihmali bulunduğu düşünülen kamu görevlileri için henüz soruşturma başlatılmadı.

CHP milletvekilleri, HDP temsilcileri, çeşitli STK ve sendika temsilcilerinin yanı sıra Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Erinç Sağkan ile Ankara Barosu Başkanı Mustafa Köroğlu da duruşmada yer aldı. Sağkan ve Köroğlu taraf avukatı olarak duruşmada bulundu.

Mahkeme savcısı 24. duruşmada mütalaasını “anayasal düzene karşı işlenen suç” kapsamında vermiş, tanık avukatları ise olayın “insanlığa karşı suç işleme” kapsamında değerlendirmesi talebinde bulunmuştu. Avukatlar ve şikâyetçiler savcının mütalaasını bu yönden eleştirdi.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan “Türkiye’de yaşanmış en büyük katliamı, 104 insanımız hayatını kaybetti, yüzlerce insanın yaralandı. Yüzlerce meslektaşımızın yaşam hakkını koruması zorunlu bir unsurdur ve TBB’nin duruşma katılması zorunludur. Katliamda bir avukat olan Avukat Uygar Coşkun da hayatını kaybetti” diyerek duruşmaya TBB’nin katılması talebinde bulundu. Mahkeme, katılan sıfatıyla TBB’nin katılmasına karar verdi.

Avukat İlke Işık, “İnsanlığa karşı suç demek neden bu kadar zor?” diye sordu. Işık, kamu görevlilerinin rolüne de değindi:

“İnsanlığa karşı suç demek neden bu kadar zor, Türkiye yargısı buna neden bu kadar direniyor? IŞİD sadece Türkiye’de katliamlar yapmadı, Ezidilere, Kürtlere karşı soykırım uyguladı. Tek bir kamu görevlisine bile soruşturma açılmadı, Ankara’nın orta yerinde yapılan bir katliamla ilgili hiçbir kamu görevlisinin suçu yok diyorsunuz.”

Avukatlar alkışlarla cübbelerini bırakıp ailelerin yanına geçtikten sonra salonda “Adalet istiyoruz” sloganları atıldı. Ardından katliamda ölenlerin aileleri söz istedi. Mahkeme salonunda hoparlör olmaması tepkilere neden oldu, duruşma verilen 15 dakikadan sonra devam etti. 

Aradan sonra duruşmada ilk sözü 10 Ekim Derneği Başkanı İsa Kocabıyık aldı. Kocabıyık, adalet mücadelesinden vazgeçmeyeceklerini söyleyerek “Bizi insan olduğumuz için katlettiler. İnsanlığa karşı suç değilse ne bu, bu alacak verecek davası mı? O dönemin başbakanı 7 Haziran ile 1 Kasım arasında olanları açıklarsam yer yerinde oynar demesi bu yargılamanın konusu değil mi? Arkanızda ‘Adalet mülkün temeli’ yazıyor. Biz mülk istemiyoruz, adalet istiyoruz. Birkaç IŞİD’li katile diz çökmeyiz, biz adaletin peşindeyiz” dedi.

Kocabıyık’ın ardından aileler, EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan, HDP Eş Genel Başkanı Cahit Kırkazak, Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk, KESK Eş Genel Başkanı Ayfer Koçak, CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, SES Eş Genel Başkanı Sıddık Akın, İHD Eş Genel Başkanı Hüseyin Küçükbalaban söz aldı. 

Ardından duruşmaya yarım saat ara verildi. Aradan sonra sanık avukatları söz aldı. Sanıklardan Erman Ekici’nin avukatının sağlık raporu nedeniyle savunması alınamadığı ve diğer sanıkların avukatlarının mahkemede hazır bulunmaması nedeniyle duruşma 1 Temmuz Pazartesi 09.30’a ertelendi.

‘Mahkeme, katılanların taleplerini ısrarlı bir şekilde sürekli reddetti’

Ankara Baro Başkanı Mustafa Köroğlu karar duruşmasını ve süreci soL'a değerlendirdi. Sözlerine mahkemenin katılanların taleplerini ısrarlı bir şekilde reddettiğini söyleyerek başlayan Köroğlu, tepki olarak mahkemede cübbelerini çıkartarak katılanların tarafına geçtiklerini söyledi:

“Ankara Gar Katliamı davası Türkiye Cumhuriyeti topraklarında işlenmiş en büyük katliamlardan birisi. IŞİD tarafından gerçekleştirilen bu katliamın yargılama sürecinde ne yazık ki mahkeme katılanların taleplerini ısrarlı bir şekilde sürekli reddetti Gerçek sorumluların; idarenin, emniyet birimlerinin de bu katliam sürecindeki ihmallerine yönelik araştırma talepleri yok sayıldı.

Bu yüzden bugün duruşmada meslektaşlarla beraber cübbelerimizi çıkartarak tepki olarak katılanların tarafına geçtikten sonra tek tek katılanlar adına söz aldık. Ankara Barosu adına söz alarak özellikle bu davanın iddianamesinin insanlığa karşı suç kabul edilerek hazırlanmasına rağmen gelinen aşamada savcılığın esas hakkındaki mütalaasında insanlığa karşı suç olmadığı yönündeki değerlendirmesinin yanlış olduğunu ifade ettik.” 

‘Etik yargılama yapılması gerektiği halde bundan kaçınılıyor’

Köroğlu, iddianamenin “insanlığa karşı suç” olarak hazırlanmasının doğru olacağını ancak savcılığın buna karşı çıktığını söyledi. “İnsanlığa karşı işlenen suç” tanımına değinen Köroğlu, mahkemenin etik yargılama yapması gerektiğini belirtti: 

“İnsanlığa karşı suç tanımı aslında bizim ülkemizde çok eski bir geçmişe sahip olmasa da 1474 yılından bu yana dünyanın bildiği, o tarihte Alman kralının Roma-Cermen mahkemelerinde yargılanarak ceza almasına gerekçe gösterilen bir husustur.

Nitekim daha sonraki yıllarda Birinci Dünya Savaşı’nda, sonraki süreçte de tartışılan ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg Mahkemesi şartıyla kabul edilen, birçok uluslararası ceza mahkemesinin kuruluş sözleşmelerinde yer alan bir kavram ve yakın bir tarihte bizim yasalarımıza da girdi.

O yüzden mahkemenin ne olursa olsun insanların kaderini ilgilendiren kararda etik yargılama yapması gerekir. Yargıç olmanın vicdanlı karar vermenin ötesinde bir insan olarak değerlere sahip olup, adalet duygusunu göz ardı etmeden ve ne olursa olsun bu davanın insanlığa karşı bir suç olarak kabul edilmesi konusunda asla bir beis görmeden karar vermesi gerekir. Biz de bunu ifade ettik.” 

Duruşmanın 1 Temmuz Pazartesi gününe ertelendiğini söyleyen Köroğlu, sorumluların yargılanarak cezalandırılması için ısrarcı ve inatçı olduklarını söyleyerek sözlerini noktaladı:

“Bu davanın ve bu katliamın sorumlularının yargılanarak cezalandırılması için hukuki takibimizi yapmakta sonuna kadar ısrarcı ve inatçıyız.” 

10 Ekim 2015: Ne olmuştu, soru işaretleri neler?

10 Ekim 2015’te Ankara’da DİSK, KESK, TTB, TMMOB gibi pek çok sivil toplum örgütü ve siyasi partinin katılımıyla AKP’nin Türkiye’yi Suriye’deki savaşa dahil etmesine karşı çıkmak amacıyla Barış Mitingi düzenlendi. Yürüyüş alanına kortejler hâlinde ilerleyen grupların bulunduğu Tren Garı kavşağında, 3 saniye arayla 2 patlama gerçekleşti. IŞİD tarafından düzenlenen saldırıda 103 yurttaş yaşamını yitirdi, 391 yurttaş da yaralandı. Patlamanın ardından alana ambulanslardan önce çevik kuvvet polisleri girerek hayati tehlikesi olan ağır yaralı insanlara müdahale eden sağlıkçılara, yaralılara ve ölülere biber gazıyla saldırdı.

Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, katıldığı bir televizyon programında “Ankara saldırılarının ardından yapılan bir anket ve sonuçları var mı?” şeklindeki soruya “Şimdi Ankara’daki terör saldırısı sonrasında anket yaptık ve kamuoyunun nabzını tutuyoruz oylarımızda bir yükseliş trendi var. Birçok anket var. Saldırıdan sonra da yüzde 44 bandına doğru yükselme trendi devam ediyor” diye cevap verdi, bu sözler tepki çekti.

Saldırı, arkasında pek çok soru işareti de bıraktı. Canlı bombaları Ankara’ya taşıyan Yakup Şahin’in katliamdan 11 gün önce, 30 Eylül 2015’te, Gaziantep'in Nizip ilçesindeki bir gübre bayisinden amonyum nitrat almaya çalışması Emniyet’e ihbar edilmişti 7 Ekim’de Şahin’in telefonlarıyla ilgili dinleme kararı alındı. Ancak Yakup Şahin hakkında herhangi bir gözaltı kararı çıkarılmadı. Şahin, canlı bombaları Ankara’ya taşırken polis çevirmesine dahi girdi, burada GBT işlemi yapıldı ancak hakkında yakalama kararı olmadığı için yola devem etti.

10 Ekim öncesi Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat ve Terörle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından IŞİD’in canlı bomba saldırısı düzenleyeceğine yönelik pek çok istihbarat alındı. İçişleri Bakanlığının katliamdaki ihmallere ilişkin yürüttüğü idari soruşturmada Emniyet ve MİT’in IŞİD’in terör saldırısı düzenleyeceğine ilişkin 62 ayrı istihbarat notu geçtiği tespit edildi. Ancak bu bilgilere rağmen elle tutulur bir şey yapılmadı.

                                                              /././

Díaz-Canel: Küba asla kollarını kavuşturup oturmadı (I) -IGNACİO RAMONET-

İspanyol-Fransız yazar ve gazeteci Ignacio Ramonet'nin Küba Devlet Başkanı ve Küba Komünist Partisi Merkez Komite Birinci Sekreteri Miguel Díaz-Canel ile yaptığı söyleşi 15 Mayıs 2024’te Cubadebate’te yayımlandı.
Söyleşiyi Nahide Özkan Türkçeye çevirdi.

Küba sadece ablukaya karşı direnmekle kalmadı, aynı zamanda bu koşullar altında ilerledi, katkılarda bulundu, bir ulus olarak büyüdü ve gelişim gösterdi.

Ignacio Ramonet: Sayın Başkan, öncelikle bizimle bu röportajı yapma nezaketini gösterdiğiniz için size çok teşekkür etmek istiyorum.

Yaklaşık on sorudan oluşan bu röportajı üç bölüme ayıracağız: birinci bölümde iç politikaya, Küba’daki iç duruma; ikinci bölümde ekonomiye, yani Küba’daki ekonomik duruma; üçüncü bölümde ise uluslararası politikaya yer vereceğiz.

O halde iç politikayla ilk sorumu şu şekilde sorayım:

Küba’da günlük yaşam pek çok aile için son iki üç yıl içinde özellikle zorlaştı: gıda sıkıntısı var, enflasyon var, kamu hizmetlerinde eksiklikler var. Amerika Birleşik Devletleri’nin hukuka aykırı bir şekilde uyguladığı iktisadi, ticari ve mali abluka hep yürürlükteydi. O yüzden size şunu sormak istiyorum: son zamanlarda durumun bu kadar kötüleşmesine yol açan şey ne?

Miguel Díaz-Canel: Ramonet, her şeyden önce bu söyleşi fırsatını yarattığın için ben sana teşekkür ederim; seninle görüşlerimizi paylaşmak ve senin görüşlerini dinlemek hep çok ilgi çekici oldu. Bana çok ilgi çeken bir soru sormuş oldun; çünkü bu kadar uzun süredir abluka varken şu anki ablukayı ayırt eden şeyin ne olduğu sorusunu birçok kişi soruyor.

Öncelikle günümüzde ablukanın niteliksel olarak farklı bir karakter taşıdığı gerçeğinden yola çıkmamız gerektiğini düşünüyorum; bugün ağırlaştırılmış bir ablukadan bahsediyoruz ve üstelik bu ağırlaşmayı katmerleştiren bir başka faktör daha var: ABD Hükümeti’nin terörü desteklediğini iddia ettiği ülkeleri keyfince sıraladığı düzmece listeye Küba’nın da dahil edilmesi.

Her şeyden önce bir karşılaştırma yapacağım; belirli bir andan diğerine nelerin değiştiğini göstermenin en iyi yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Kübalılar için hayatın 2019 yılına veya 2019 yılının ikinci yarısına kadar nasıl olduğunu, 2019’un ikinci yarısından sonra nasıl olduğu ile karşılaştıralım.

Her şeyden önce, altmış yılı aşkın bir süredir ablukanın bize dayattığı kısıtlamalara ve olumsuzluklara maruz kalmış bir ülkeyiz; yasadışı, haksız, politik açıdan çağdışı bir abluka… Hepsinden önemlisi, Birleşik Devletler Hükümeti’nin kibirli bakış açısının ürünü olan bir abluka…

Küba asla kollarını kavuşturup oturmadı; biz bir direniş yeteneği geliştirdik. Hatta COVID-19’da yaşadığımız deneyimlerden sonra bunun yaratıcı bir direniş olduğunu bile söyleyebilirim; çünkü ülkemiz sadece ablukaya karşı direnmekle kalmadı, aynı zamanda bu koşullar altında ilerledi, katkılarda bulundu, bir ulus olarak büyüdü ve gelişim gösterdi; yani yaptığımız şey sadece direnip başka şey yapmamak değildi.

Devrimin sahip olduğu tüm o anlayış ve stratejiler çerçevesinde belirli bir iktisadi faaliyet seviyesini, ihracat seviyesini, halkımız için büyük önem taşıyan sosyal programlara destek vermeyi sürdürebildik ve yaşadık; sana kesinlikle söylediğim gibi iktisadi kalkınmamızın önündeki en büyük engeli teşkil eden abluka nedeniyle hayallerimize set çekilmiş, özlemlerimiz yavaşlatılmış olsa da bunu başardık. Ben her zaman şunu söylüyorum: abluka altındayken bu kadar çok şey yapabildiysek, abluka olmadığında neler yapmazdık. Elbette bunlar çalışmalarla, kanıtlarla, veri analizleriyle teze dönüştürülmesi gereken hipotezler; şu anki konumuz bu değil.

2019 yılında bu ülke, kendi ürettiği ve uluslararası piyasada rekabet yeteneği olan bazı ürünleri ihraç ediyor ve buradan ihracat gelirleri elde ediyordu, çünkü ülkenin ekonomik faaliyetlerinde bir canlılık vardı. Ülkeye önemli miktarda işçi dövizi giriyordu; turizmden kayda değer düzeyde gelir elde ediliyordu -yılda dört buçuk milyona yaklaşan turist sayısına ulaştığımızı hatırlayın- ve çeşitli finans kuruluşlarından aldığımız krediler, çok iyi ilişkilere sahip olduğumuz ülkelerden gelen hükümet kredileri ve ayrıca çeşitli projeler geliştirmemize ve mevcut projeleri desteklememize olanak tanıyan program ve ajans kredilerimiz vardı.

Öte yandan, dost ülkelerle, kardeş ülkelerle yaptığımız anlaşmalar temelinde istikrarlı bir yakıt tedarikimiz vardı; bu anlaşmalar sayesinde elde ettiğimiz döviz gelirinin neredeyse hiçbirini yakıt için harcamak zorunda kalmıyorduk, çünkü tedarik ettiğimiz yakıtın tüm giderleri bu kardeş ülkelere sağladığımız çeşitli hizmetlerden karşılanıyordu.

Dolayısıyla, tüm bu koşullar altında, ablukanın getirdiği sınırlamalarla yapabildiğimiz ölçüde ana üretim süreçlerimizi geliştirmek için hammadde ithal etmemize olanak tanıyan döviz gelirimiz vardı; temel gıda sepetini karşılayacak gıdayı satın alabiliyorduk, hatta dükkanlara koymak için başka gıda ve mallar da satın alabiliyorduk -o zamanlar bunlar CUC ile işleyen dükkanlardı, iç piyasada ulusal para birimiyle işleyen dükkanlar da vardı-, dolayısıyla iç piyasamız belirli bir arz seviyesine sahipti.

Belirli bir döviz rezervimiz vardı; devlet kontrolü altında işleyen ve dövizin ulusal para birimi cinsinden eşdeğeriyle alınıp satılmasına imkân sağlayan yasal bir döviz piyasamız mevcuttu. Küba’ya yatırım yapmış olan ülke ve şirketlere olan borç yükümlülüklerimizi ödeyebilmemizi mümkün kılan kabul edilebilir düzeyde bir kapasitemiz vardı. Ayrıca ekonomimizin en önemli girdilerini oluşturan yedek parçaları satın almamıza imkân sağlayan bir nakit kapasitemiz de mevcuttu.

Dolayısıyla, iç piyasada belirli bir arz vardı ve enflasyonun düşük seviyelerde kalmasını sağlayan yeterli bir arz/talep oranı mevcuttu.

Tüm bunlar bir geri besleme döngüsü yaratıyordu: Üretken süreçlerin, üretken faaliyetlerin iyi seviyelerde olması daha fazla ihraç edilebilir kaynak yaratıyor, daha fazla gelir sağlıyordu; turizm gelişiyor, daha fazla gelir sağlıyor ve tüm bunlar bir döngü halinde devam ediyordu. Nihayetinde henüz arzu ettiğimiz refaha erişememiş olsak da belirli bir istikrar durumuna ulaştığımızı söyleyebilirim. İktisadi-sosyal sistemimizi daha da iyileştirme sürecindeydik; 2030’u hedef alan Ulusal Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Planı’mızla bağlantılı bir dizi öneri, vizyon, varsayım ve kılavuz eşliğinde yolumuza devam ediyorduk.

Ignacio Ramonet: Bu süreç 2019’a kadar sürdü.

Miguel Díaz-Canel: 2019’un ikinci yarısına kadar.

Trump yönetimi 2019’un ikinci yarısında ablukayı sertleştiren 240’tan fazla yaptırım uyguladı ve işte ilk kavramımız burada devreye girdi: sertleştirilmiş abluka. Ablukayı sertleştirdiler ve hatta Helms-Burton Yasası’nın daha önce hiç uygulanmamış olan üçüncü bölümünü ilk kez uygulamaya soktular. Bu bölüm özellikle yabancı yatırımcılar, halihazırda yatırım yapmış olanlar ve yatırım yapmayı düşünenler üzerinde muazzam bir baskı yaratıyor ve Devrimci Hükümetin Devrimin ilk yıllarında haklı olarak gerçekleştirdiği müsaderelere konu olan şirketlere destek sağlıyor.

Devrimin insani bakış açısından hareketle, COVID-19 sırasında temel amacımız insanların hayatlarını kurtarmak oldu. Bu nedenle tüm çabamızı ve ülkeye giren az miktardaki döviz gelirinin önemli bir kısmını bu amaç doğrultusunda seferber ettik. Foto: Endrys Correa Vaillant

Bu sert önlemlerle birlikte tüm döviz geliri kaynaklarımız bir anda kesildi; turizm faaliyetleri önemli ölçüde azaldı çünkü ABD Hükümeti Amerikan halkının Küba’ya seyahat etme hakkını engelliyor; Küba’ya turist akışının en önemli kaynaklarından biri olan yolcu gemileri kaldırıldı; enerji ve finans alanında muazzam bir zulüm tertiplendi. ABD Hükümeti tarafından yaptırıma tabi tutulup baskı altına alınan 92’den fazla uluslararası banka veya finans kuruluşu Küba’yla olan finansal ilişkilerini durdurdu.

Ülkenin önemli gelir kaynaklarından biri olan işçi dövizleri kesildi; diğer yandan da bize istikrarlı bir şekilde yakıt sağlayan dost ve kardeş ülkelere baskı yapıldı, çok sayıda yaptırım uygulandı. Bunların sonucunda yakıt açığı vermeye başladık, döviz açığı vermeye başladık.

Bir tarafta bu iki mesela, diğer tarafta ise ulusal elektrik sistemimizin istikrarsız hale getirilmesi var. Aslında termoelektrik santrallerimizin çalışmasını ulusal ham petrolümüzle garanti altına alabiliyoruz; ancak termoelektrik santrallerimiz, özellikle pik zamanlarda ülkenin tüm elektrik talebini karşılamıyor ve esas olarak dizel ve akaryakıt ile çalışan, dağınık haldeki diğer jeneratörleri devreye almamız gerekiyor; bu yakıtları elde edemediğimizde ise enerji açığıyla karşı karşıya kalıyoruz.

Öte yandan, döviz mevcudiyetimiz azaldığı için ulusal elektrik sisteminin bakımı için gereken girdileri ve yedek parçaları zamanında satın alamadık; üstelik bu sistem halihazırda belli bir düzeyde eskimiş bir sistem ki bu da daha fazla arıza yaşanmasına, bakım işlemlerinin daha uzun sürmesine yol açıyor. Tüm bunlar üst üste gelince ulusal elektrik sisteminin düzenli işleyişi bozuldu ve bu koşullar altında can sıkıcı elektrik kesintilerinden mustarip olmaya başladık. Bu kesintileri azaltmak için bir dizi iktisadi faaliyeti, bazı üretken faaliyetleri durdurmak veya sınırlamak zorunda bile kaldık.

Ve aynı döviz kısıtlamaları nedeniyle, önemli bazı üretim süreçlerinde ihtiyaç duyduğumuz belirli girdilerden ve hammaddelerden yoksun kalmaya başladık. Elimizdeki az miktardaki dövizi de yakıt alımına harcamak zorunda kalıyoruz ki daha önce bu sorunu çözecek başka mekanizmalarımız olduğu için harcamak zorunda kalmıyorduk.

Uluslararası piyasada fiyatlar yükseliyor; bunda dünyanın içinden geçtiği çok boyutlu krizin de payı var.

Ignacio Ramonet: Ve COVID-19 var.

Miguel Díaz-Canel: Bir süre sonra, 2020 yılında girdiğimiz COVID-19 var. Çok boyutlu krizin bir parçası olarak uluslararası piyasada fiyatların artması sorunu var; iklim değişikliğinin etkileri var. Tüm bu süre zarfında yoğun kuraklıklardan, yoğun yağışlardan ve ayrıca ekonomiye çok fazla zarar veren belirli şiddetlerdeki kasırgalardan etkilendik. Tüm bunlar ilaç kıtlığının, gıda kıtlığının, yakıt kıtlığının yaşandığı bir ortam yarattı.

Ignacio Ramonet: Ulaşımdaki zorluklar…

Miguel Díaz-Canel: Ulaşımdaki evet. Bunlar sosyal programlarımızı ve halkın refahını da etkiliyor ve son derece karmaşık bir durum yaratıyor.

Trump, 2020 yılının ilk ayında, Beyaz Saray’dan ayrılmadan yalnızca sekiz on gün önce, bizi teröre destek veren ülkeler listesine dahil etti.

Ignacio Ramonet: Terörü destekleyen ülkeler listesine dahil edildiniz.

Miguel Díaz-Canel: Böyle olunca birdenbire tüm bankacılık kuruluşları ve tüm finans kurumları bize kredi vermeyi kesti. Dolayısıyla bugün cari hesapla yaşayan bir ülkeyiz; yani bu hafta ne kazandıysak onu ülkenin -tek bir haftanın geliriyle asla karşılanamayacak- muazzam sayıdaki önceliği arasında bölüştürmeye çalışıyoruz.

Tüm bu nedenlerden dolayı, artan tüm bu ihtiyaçlar karşısında döviz mevcudiyetimiz de etkilenmeye başladı; artık ülkemizde yatırımı olan yabancı kuruluşlara yönelik kâr payı ödeme taahhütlerimizi yerine getirme, borçlu olduğumuz ülke ve şirketlere olan borçlarımızı zamanında ödeme konusunda da eski kapasitemize sahip değiliz.

Ignacio Ramonet: Ya da Paris Kulübü’ne… 

Miguel Díaz-Canel: Ekonomik faaliyetlerimizi geliştirmek, ihtiyaç duyduğumuz yoğunlukta mal ve hizmet sunmak için sahip olduğumuz kapasiteyi kullanamıyoruz; bu da arz ile talep arasında muazzam bir dengesizlik yaratıyor ve sonuç olarak fiyatlar yükseliyor, çok yüksek oranlı bir enflasyonla karşı karşıya kalıyoruz.

Öte yandan, yasal bir devlet döviz piyasasını verimli bir şekilde işletmemize imkân sağlayacak döviz mevcudiyetimiz yok; bu nedenle de yasa dışı bir piyasa ortaya çıkıyor.

Ignacio Ramonet: Paralelde işleyen bir karaborsa… 

Miguel Díaz-Canel: Paralel piyasa; döviz kurunu manipüle eden, neredeyse fiyatları bile belirleyici nitelikte bir unsur haline gelen, aynı zamanda enflasyon sorununu ağırlaştıran bir paralel piyasa.

COVID-19 işte bu koşullar altında hayatımıza girdi; üstelik COVID-19 sadece Küba’yı değil, tüm dünyayı etkiledi. Devrimin insani bakış açısından hareketle, COVID-19 sırasında temel amacımız insanların hayatlarını kurtarmak oldu. Bu nedenle tüm çabamızı ve ülkeye giren az miktardaki döviz gelirinin önemli bir kısmını bu amaç doğrultusunda seferber ettik: Başlangıçta, Küba biyoteknoloji endüstrisi tarafından başka hastalıklar için geliştirilmiş ancak COVID-19 için de belirli düzeylerde etkili olan ilaçları ve biyoteknoloji ürünlerini mevcut haliyle veya güncelleyerek kullandığımız hastalıkla mücadele protokolleri çerçevesinde…

Daha sonra, bilindiği üzere, bilim insanlarımızın muazzam çabaları, devasa gayretleri ve elde ettikleri -diyebilirim ki- örnek sonuçlarla… Tüm bunlar, Başkumandanımızın Özel Dönem’de geliştirdiği, bilim ve inovasyonu birleştirerek üretici bir güç haline getiren, üretim, dağıtım ve pazarlama süreçlerini içeren kapalı döngü bir üretim şemasına sahip üretken bir bilim merkezi geliştirme fikri çerçevesinde hayata geçti. 1990’lardan bugüne uzanan bu gelişim sürecini yaşamamış olsaydık COVID-19 ile bu şekilde baş etmemiz mümkün olmazdı.

Ignacio Ramonet: Daha sonra COVID-19 hakkında konuşacağız; bu konuyu daha fazla açma imkânı bulacaksınız.

Miguel Díaz-Canel: Evet, evet, bunu daha sonra konuşacağız. Hepsinden önemlisi de Küba sağlık sisteminin çabaları hakkında konuşacağız.

Ignacio Ramonet: Elbette.

Miguel Díaz-Canel: Ancak, şüphesiz, yukarıda bahsettiğimiz tüm diğer olguların etkileri COVID-19 sürecinde daha da güçlendi ve bu durum yıllar boyunca devam etti. Çünkü şunu vurgulamak lazım: Bu ağırlaştırılmış ablukanın özelliklerinden biri Cumhuriyetçi bir yönetim tarafından, Trump yönetimi tarafından uygulamaya sokulmuş olması ise bir diğer özelliği Demokrat bir yönetim, Biden hükümeti tarafından aynı şekilde sürdürülmüş olmasıdır. Bu, dört yıldır devam eden ve etkileri giderek biriken, sistematik bir süreç, halkımız için çok zor bir durum yarattı; COVID-19 hakkında konuşurken göstereceğim üzere bu sürecin muazzam bir sapkınlıkla yüklü olduğunu da söyleyebilirim.

Ignacio Ramonet: Sayın Başkan, az önce bahsettiğiniz ve Küba’daki halk için çok can sıkıcı hale gelen bir mesele hakkında konuşalım istiyorum, o da elektrik kesintileri… 

Miguel Díaz-Canel: Elektrik kesintileri.

Ignacio Ramonet: Sanıyorum bu, pek çok vatandaş için en fazla rahatsız edici sorunlardan birini teşkil ediyor. Ülkedeki enerji durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Az önce bazı faktörlerden bahsettiniz; ancak Küba vatandaşlarına nasıl bir çözüm yolu sunabilirsiniz?

Miguel Díaz-Canel: Ramonet, bugün, bu buluşmayı gerçekleştirdiğimiz şu anda, enerji konusunda son derece karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız.

Bugün, birazdan sana açıklayacağım çeşitli nedenlerden dolayı elektrik sistemimiz istikrarlı bir şekilde çalışmıyor. Bu günlerde, bu hafta içinde ülke genelinde ciddi elektrik kesintileri yaşadık. Ulusal elektrik sistemimiz beş günden uzun zamandır günde 24 saatlik açığı kapatamıyor; bu da belirli bir düzeyde elektrik kesintisi yaşadığımız anlamına geliyor. Art arda yaşanan bu kesintiler, şüphesiz içinde bulunduğumuz durumu ağırlaştırıyor, karmaşıklaştırıyor, hoşnutsuzluklara yol açıyor, yanlış anlamalara neden oluyor ve Kübalıların hayatını daha da zorlaştırıyor.

Burada birkaç husus var: Birincisi, elektrik enerjisi üretim sistemimizin önemli bir bileşeni termoelektrik santrallerden oluşuyor; termal enerji üretimini içeren bu bileşen ulusal ham petrolle çalışıyor.

Ignacio Ramonet: Bu ulusal ham petrol, ağır bir ham petrol.

Miguel Díaz-Canel: Çok fazla sülfür içeren ağır bir ham petrol. Bu termoelektrik üretim sisteminin onarıma ihtiyacı var, sistematik bakıma ihtiyacı var; bu sistemin bakımı için yılda 300 milyon dolardan fazla para gerekiyor ki hazırda böyle bir kaynağımız bulunmuyor. Bu da böyle bir sistemde normalde olması gerekenden daha sık arıza ve teknolojik sorun yaşanmasına yol açıyor.

Özellikle elektrik ihtiyacının yoğun hissedildiği zamanlarda kullanılmak üzere bir başka elektrik üretim kaynağımız daha var; bunlar dizel ve akaryakıt gerektiren dağınık haldeki jeneratörlerden oluşuyor. Ancak ihtiyacımız olan dizel ve akaryakıt seviyelerine her zaman erişemiyoruz.

Yaşadığımız bütün bu ablukadan dolayı, örneğin Ekim ayından geçen aya kadar ülkeye hiçbir dizel ya da akaryakıt girişi olmadı; bu dönem boyunca ülkedeki mevcut rezervleri tüketmeye devam etmek zorunda kaldık. Diğer yandan gözetmemiz gereken bir tasarruf programımız da var; bu yakıt kıtlığı yüzünden özellikle mart ayında ciddi elektrik kesintileri yaşadık. Aynı zamanda bu jeneratörlerin de yedek parça ve bakıma ihtiyacı var ve mevcut durumdan bunlar da olumsuz yönde etkileniyor.

Elektrik üretim sistemimizin bir de artık alternatif kaynaklardan, özellikle de yenilenebilir enerji kaynaklarından oluşan ufak bir bileşeni var.

Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz koşullarda, yakıt eksikliği, yetersiz bakım veya iki faktörün bir araya gelmesi nedeniyle elektrik üretiminde kesintiler yaşanabiliyor.

Bugün, şu anda, bizi etkileyen yakıt eksikliğinden ziyade teknolojik sorunlar; öte yandan, bu koşullar ortasında, özellikle yaz aylarında nüfusun mümkün olduğunca az etkilenmesini sağlamak için geliştirdiğimiz bir bakım stratejimiz var. Dolayısıyla, son günlerde bazı santrallerde öngörülmüş ve planlanmış olan bakım çalışmaları yürürlüğe konulmuşken başka bazı santrallerde eşzamanlı arızaların yaşandığı durumlar oluştu.

Ignacio Ramonet: Peki ya yenilenebilir enerji konusu, Başkanım, yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor musunuz?

Miguel Díaz-Canel: Az önce bana çözüm ne olabilir diye soruyordun. Yenilenebilir enerji kaynakları arasından hem rüzgâr enerjisi hem güneş enerjisi hem biyogaza yatırım yapıyoruz; bunların hepsine bütünsel bir çerçevede bakıyoruz. Fakat en çok da güneş enerjisine önem veriyoruz çünkü kurulumu daha az zaman alan bir yatırım bu.  

Bugün, iki yıldan kısa bir süre içerisinde 2 bin megavatın üzerinde elektrik üretimine ulaşmamızı sağlayacak garantili bir dizi anlaşma imzalamış bulunuyoruz. Bu bizi enerji konusunda farklı bir seviyeye taşıyacak, çok istediğimiz bir hedefe, 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji oranımızı yüzde 20’nin üstüne taşıma hedefine ulaşmamızı sağlayacak. Bu meselelerin nasıl gelişeceğine bağlı olarak yüzde 25’e, belki biraz daha fazlasına ulaşacağız.

Bu da bize ihtiyaç duyduğumuz itkiyi sağlayacak; böylece günün en yoğun saatlerinde dağınık haldeki jeneratörleri çalıştırmak zorunda kalmayıp her şeyi bu yeni enerjiyle karşılayabileceğiz.

A, geçerken açıklamayı unuttuğum meselelerden biri de şu… Termoelektrik santraller devre dışı kaldığında özellikle yoğun saatlerde çalışması öngörülen jeneratörlerin yoğun olmayan saatlerde de çalışmak zorunda kalmaları, planlanandan daha fazla yıpranmaları ve elektrik açığını her zaman telafi edememeleri anlamına geliyor.

Birkaç hafta önce Enerji ve Maden Bakanı tarafından tüm halkımıza açıklanan bir programımız var. Şimdi art arda yenilenebilir enerji santrallerimizi kurmaya ve işletmeye sokmaya başlıyoruz; elektrik üretimimiz bu yolla artacak. Yani elektrik enerjisi meselesinde bu yıl önemli bir değişim yaşayacak, önümüzdeki yıl ise durumumuzu daha da sağlamlaştıracağız.

Bu güneş enerjisi parklarının bir kısmı enerji biriktirecek ve böylece akşam saatlerinde de kullanılabilecek. Bu sistem akşam saatlerinde enerji sağlamasının yanı sıra, bu amaçla kullanılan yakıt tüketimini de azaltacak.

Ignacio Ramonet: Bu yakıt da üretimde kullanılacak.

Miguel Díaz-Canel: Yani bunun iki tane önemli çıktısı olacak: Ekonomiye, özellikle de gıda üretimine, tarıma, bugün çok sınırlı düzeyde kalan üretim süreçlerine daha fazla yakıt ayırabileceğiz çünkü şu an elimizdeki yakıtın çoğu, enerji açığı olduğu için elektrik üretiminde kullanılıyor; diğer yandan da yakıt satın alma maliyetlerimiz düşecek.

Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı sayesinde ekonomiye, başta gıda üretimi ve tarım olmak üzere -günümüzde yakıtın büyük bir kısmının elektrik üretiminde kullanılmasından dolayı- kısıtlı düzeyde kalan üretim süreçlerine daha fazla yakıt ayırabileceğiz. Foto: Ricardo López Hevia

Ignacio Ramonet: Hidrokarbon ürünlerinin alımı konusunda… 

Miguel Díaz-Canel: Üstelik böylece termoelektrik santrallerimiz de daha rahat bir rejimde çalışacak; dolayısıyla ihraç edilebilir nitelikteki ulusal ham petrolümüzü de daha az tüketeceğiz. Yapmakta olduğumuz şeylerden biri, aldığımız önlemlerden biri de ulusal ham petrol üretimimizi artırmak yönünde bir dizi adım atmak oldu. Bu ulusal ham petrolü ihraç edebilir ve böylece maliyeti son derece yüksek olan tüm bu yatırımlar için bir finansman kaynağı yaratabiliriz. Bu yatırımların, elektrik üretimine yapılan bu yatırımların maliyeti çok yüksek!

Bunun en sürdürülebilir yol olduğunu söyleyebilirim; çünkü, her şey bir yana, çevre politikası alanında önerdiğimiz her şeyle, çevre programlarımıza olan bağlılığımızla ve uzaya karbondioksit salınımını azaltmak için Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği konferanslarında verdiğimiz sözlerle de tamamen uyumlu; başka bir deyişle, tüm bunlar birbiriyle tamamen tutarlı ve sürdürülebilir bir kalkınmanın da garantisi.
Ayrıca bazı rafinerilerimizi güçlendirmemize, güncellememize ve iyileştirmemize olanak sağlayacak ve böylece ulusal ham petrolümüzü işlememize de imkân verecek yabancı yatırımlar arıyoruz.

Ignacio Ramonet: Rafine etmek için.

Miguel Díaz-Canel: Rafine etmek ve ihraç edilebilecek veya iç tüketimde kullanılabilecek başka ürünler elde etmek için; böylece iç tüketime yönelik bu tür ürünlerin ithalatına daha az ihtiyaç olacak.

Ayrıca halkın kültürüne yerleşmiş, kapsamlı bir enerji tasarrufu programımız da var… 

Ignacio Ramonet: Tüketimi azaltmak ve israfı ortadan kaldırmak için.

Miguel Díaz-Canel: Tüketimi azaltmak, israfı ortadan kaldırmak için. Diğer yandan, güneş enerjisi teknolojilerinde, daha çok da evsel düzeyde diyelim, güneş enerjisiyle çalışan ekipmanlarda büyük bir gelişme var. Ayrıca armatürlerin daha az enerji tüketen ve daha uzun ömürlü olan LED armatürlerle değiştirilmesi planımız da var; tüm bu tedbirlerin bir arada uygulanması bizi elektrik enerjisi konusunda daha iyi bir konuma taşıyacak.

Tüm bu adımlar detaylarıyla tanımlandı, detaylarıyla programlandı. Ne yazık ki, o noktaya ulaşabilmek için böyle zor zamanlardan geçiyoruz; fakat ablukanın enerji alanındaki etkilerini ancak bu tür yollarla aşabiliriz.

Ignacio Ramonet: Sayın Başkan, tarif ettiğiniz bu durum ve öncesinde yaşananlar, beraberlerinde getirdikleri tüm zorluklar ve sıkıntılarla birlikte, son zamanlarda Küba’da, daha önce bilinmeyen bir sosyolojik olguyu, toplumsal protestoları tetikledi. Bir yandan pek çok insan mevcut koşullara dayanamadığı için göç ediyor, diğer yandan da kitlesel olmasa da alışılmadık olduğu için şaşırtıcı olan protestolar yaşanıyor.

Bu nedenle, öncelikle bu protestoların karakterini nasıl analiz ettiğinizi ve bu durumdan ne gibi sonuçlar çıkardığınızı anlatmanızı rica ediyorum.

Miguel Díaz-Canel: Ramonet, öncelikle, halkımızın şiddetli abluka saldırısının etkilerini yaşamakta olduğunu düşünüyorum; üstelik bu etkiler, daha önce de söylediğim gibi, altmış yılı aşkın zamandır giderek birikmiş durumda. Devrimin ilk yıllarında doğan benim kuşağım, ablukanın yol açtığı yoksunluklar nedeniyle engellerle dolu bir yaşam sürmek zorunda kaldı.

Ignacio Ramonet: Abluka her zaman vardı.

Miguel Díaz-Canel: Ama benim çocuklarım da abluka altında doğdular; torunlarımız da abluka altında doğdu ve öyle yaşamaya devam ediyor. Bunun elbette Küba halkı üzerinde doğrudan etkisi oldu.

ABD hükümeti ve onun emperyalist politikaları Küba Devrimi’nin yok edilmesi konusunda temelde tam olarak neyi savunuyor?

Bu konuda bakabileceğimiz temel kaynaklardan biri Mallory Memorandumu adındaki bir belge; bu belge 1960’lı yıllarda ABD Dışişleri bakanlığının aynı isimli yetkilisi tarafından kaleme alınmış Küba’yla ilgili bir değerlendirme içeriyor. Bu memorandumda deniyor ki, Devrim'e verilen halk desteğinin seviyesi göz önüne alındığında, Devrim'i yerle bir etmenin tek yolu onun iktisadi açıdan boğulması, halkın yokluk ve sefalet çekmesi sağlanarak Devrim’den kopmasının sağlanması ve böylece Devrim’in düşmesine yol açacak bir sosyal patlamanın tetiklenmesi. 

Onların politikası bu olageldi, referans noktası bu olageldi; temel fikir hep bu oldu, ablukayı ağırlaştırarak yapmaya çalıştıkları şey de bu. Altmış yıldız bize diz çöktüremediler; bunun için de ablukayı ağırlaştırma yoluna gittiler. Bize yine de diz çöktüremeyecekler! Ben bu halkın karşılık verme becerisine, kahramanlığına ve sana daha önce bahsettiğim yaratıcı direnişine inanç duymaya devam ediyorum. 

Şimdi, özellikle bu son zamanlarda, ablukanın ağırlaştırılmasıyla birlikte, çeşitli sorunların bu halk üzerindeki etkilerinin üst üste geldiğini gördük: uzun süreli elektrik kesintileri, ulaşımdaki sorunlar, gündelik yaşamda karşılaşılan yokluklar, temel gıda sepetini garanti etmede yaşanan sorunlar, gıda alanında yaşanan sorunlar, ilaç konusunda yaşanan sorunlar.

Elektrik kesintileri olduğunda bundan su tedariki de etkileniyor çünkü su tedarik kaynakları da elektrikle çalışıyor; bu arada pompa sistemlerini güneş enerjili sistemlere dönüştürmek için çok önemli bir yatırım yaptık ve bu da bu durumun üstesinden gelmek için atmakta olduğumuz adımların bir parçasını oluşturuyor.
Bir noktada bazı yerlerde bu tür protestolar belirli bir katılımla yaşandı. En büyük katılımlı gösterilerin 11 Temmuz’da yaşandığını söyleyebilirim; 17 Mart’ta ise daha az katılımlı gösteriler yaşandı fakat medya kuruluşları bunları çok kitlesel olaylarmış gibi yansıttı. Bu yansıtma biçimi Küba’ya dönük azami baskı uygulanmasını öngören saldırgan politikanın bir başka boyutunu oluşturuyor. Bir yanda ablukanın ağırlaştırılmasıyla iktisadi alanda boğma politikası, diğer yanda Küba Devrimi’ni itibarsızlaştırmayı amaçlayan zehirli medya haberleri… Bir yanda sanal Küba, bir yanda gerçek Küba duruyor. Gerçek Küba’nın bazı yerlerinde halk protestoları yaşandı. 

Şikayetlerin temel özellikleri nelerdi? Bu protestoların çoğu barışçıl protestolardı ve protestoya giden insanların çoğunluğunun istediği şey bir açıklama yapılmasıydı. Dikkatini çekiyorum, bunlar Devrim’den kopmaya dönük şikayetler değildi; insanlar açıklama için devlet kurumlarına ya da Parti organlarına gittiler.

En önemli kabullerden birisi, yerli üretimi teşvik etmenin yollarını aradığımızdır; çünkü iktisadi egemenliğimizi ancak yerli üretimi teşvik ederek kazanabiliriz. Foto: Ismael Batista

Ignacio Ramonet: Bu durum Santiago’da gayet iyi görülüyordu.

Miguel Díaz-Canel: Santiago’da evet.

Bir açıklama istemeye, yaşanan durumun nereden kaynaklandığının teyit edilmesini talep etmeye gittiler.

Peki orada tüm sorumluluğu üstlenerek halkın karşısına çıkanlar kimler oldu? O halkın bir parçası olduklarını bilerek o halkla konuşanlar kimler oldu? Tam da parti yöneticileri, hükümet yöneticileri ve o yerlerin yerel idarecileri oldu; hiçbir polis baskısı olmadan, herhangi bir türde hiçbir baskı olmadan.

Bu protestolarda barışçıl şekilde davranmayan küçük gruplar da vardı; imparatorluk tarafından desteklenen medya sarhoşluğunun çarpıtmaya çalıştığı şeylerden biri de bu oldu. Bu insanların birçoğu ABD hükümetinin Küba Devrimi’ni yıkmayı amaçlayan çeşitli projeleri kapsamında finanse ediliyor; bu kişiler bu gibi durumlardan fırsat yaratmak ve Devrim karşıtı gösteriler düzenlemek için sistematik bir şekilde para alıyorlar. Devrim karşıtı gösterilere ise baskıcı bir yanıt verilmiyor.

Ignacio Ramonet: Küba anayasası gösteri yapma hakkını güvence altına alıyor.

Miguel Díaz-Canel: Baskıcı bir yanıt verilmedi; ancak halkın bir yanıtı olabilir çünkü halk…  Hatta oldu bu, protestolarda “Bekleyin, Hükümetle konuşmamız lazım, Parti ile konuşmamız lazım” diyen insanlar vardı. Bu gruplar karşılarında bu insanları buldular; karşıdevrimci sloganların veya başka tür şeylerin atılmasına izin vermeyen bu insanlar oldu. Küba’da Devrim’den yana olmayanların görüşleri baskı altına alınmaz. Olan şey şu; bu tür Devrim karşıtı protestolarda bulunanlar, ki sayıları çok azdır, bu protestolar esnasında çoğunlukla vandalca eylemlere de başvuruyor, devlet malına, kamu mülküne saldırıyor, kamu düzenini bozuyorlar. Bu da belirli bir tepkiye yol açıyor. Bu tepki ideolojik bir tepki değildir; bu tepki adli bir tepki, başka herhangi bir ülkede verilebilecek yasal bir tepkidir; çünkü kamu düzenini bozuyorlar, vatandaşların huzurunu bozuyorlar, vandalca eylemlerde bulunuyorlar ve kabahat işliyorlar.

Fakat tabii ki olanlar uluslararası medya tarafından bu şekilde değil, farklı bir şekilde sunuluyor; çünkü ortada bir senaryo var, bir gayri-konvansiyonel savaş senaryosu var ve o senaryo şöyle ilerliyor: birinci olarak, sosyal patlama, gösteriler veya protestolar; ikinci olarak, polis baskısının sahneye konulması; üçüncü olarak, siyasi mahkumların sahneye konulması, yani tırnak içinde siyasi mahkumlara baskı uygulanması; ardından tüm bu yaşananlar sebebiyle başarısız bir devletle karşı karşıya olduğumuzun gösterilmesi; ardından sözde insani yardım ve rejim değişikliği. Bugün Küba’ya karşı uygulanmakta olan, Nikaragua’ya karşı uygulanmakta olan, Venezuela’ya karşı uygulanmakta olan Gayri-Konvansiyonel Savaş senaryosu budur.

Dolayısıyla burada bir çarpıtma var. Benim diyeceğim şudur; Küba’da var olan bu tür protestolar, ki senin de dediğin gibi nispeten yeni bir gelişmedir, dikkatle ele alınıyor. Bunlar yaşanıyor çünkü dünya değişti, toplumumuz değişti, ablukanın ağırlaştırılmasına yol açan koşullar hayatımızı da değiştirdi. Bu protestoların bir açıklaması var ve halk ile Devrim arasında herhangi bir kopuşa yol açmıyorlar. Bunun bir sebebi de sahip olduğumuz çalışma sistemimiz; bu sistem çerçevesinde yerleşim yerlerini ziyaret ediyor, halkla sürekli görüşüyor, sorunlar hakkında bilgilendirmede bulunuyoruz.  

Amerika Birleşik Devletleri’nde genellikle polis şiddetiyle, özellikle de siyahlara ve yoksullara yönelik polis şiddetiyle sonuçlanan protestolardan neden hiç bahsedilmiyor? Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üniversitelerde Filistin davasına destek vermek ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenen İsrail’in Filistin halkına karşı işlediği soykırıma karşı çıkmak için gerçekleştirilen barışçıl, tamamen barışçıl nitelikteki son protestolarda uygulanan polis şiddetinden neden hiç bahsedilmiyor? Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti’nin bu olanlar karşısındaki tepkisi ne oldu? Polis baskısı, öğrencilere kötü muamele, öğretim üyelerine bile kötü muamele, insanların boğazına bastırılan postallar… Bir öğretim üyesinin, ileri yaştaki bir insanın zapt edildiği, yere yatırıldığı, aşağılandığı sahneler gördük. Böyle şeyler Küba’da olmaz, böyle şeyler Küba’da asla olmaz!

Diğer Avrupa ülkelerindeki protestolar neden eleştirilmedi? Barışçıl nitelikteki bu protestolarda göstericilere ateş edildi, iki günden kısa bir süre içinde 3 binden fazla kişi hapse atıldı. Neden Küba’dakiler bu şekilde büyütüldü ve neden bu boyutlara taşındı?

Sana bir örnek vereyim; 17 Mart günü toplumsal protestoların gerçekleştiği üç yerle doğrudan temas halindeydik; akşam saat yedi sularında her şey çoktan tümüyle düzene kavuşmuştu. Üstelik o gün Pazar günüydü ve insanlar bu tatil günü kapsamında ülkede düzenlenmekte olan çeşitli etkinliklerde yerlerini almıştı. Buna rağmen, zehir saçan medya platformları sabahın birinde hâlâ Küba’nın her yerinde kitlesel protestolar olduğunu söylüyordu. Tamamen yalan, iftira, uydurma.

Şunu söylüyorum Ramonet, tek günahı kendi kaderini tayin etmeyi istemek olan, bağımsızlık ve egemenlik istemek olan, ABD hükümetinin hegemonya politikası kapsamında dayatmaya çalıştığından farklı bir model inşa etmeyi istemek olan bir ülkeye saldırmak için bunca yıldır acımasız bir abluka uygulayan, Devrimi yıkmak için yalanlara başvurmak zorunda kalan dünyanın bir numaralı gücünün hükümetinden, ABD hükümetinden ne bekleyebilirsin? Bu durum öylesine sapkınca, bütün bu uydurmalar öylesine bayağı ki.

Diyorum ki, eğer bu kadar hatalıysak, eğer bu kadar yetersizsek, eğer gerçekten bu kadar başarısızsak, bize herhangi bir yaptırım uygulamayın, bırakın kendi kendimize çökelim. Ama hayır, Küba’nın nasıl bir örnek oluşturduğunu biliyorum. Bunu herhangi bir böbürlenmede bulunmaksızın, Küba şovenizmi yapmaksızın söylüyorum... Latin Amerika, Karayipler ve dünya için nasıl bir örnek teşkil ettiğimizi biliyoruz. Bunu biliyoruz çünkü dünyada ne kadar çok sayıda insanın Küba ile dayanışmayı hayatının merkezine koyduğunu sürekli olarak görüyoruz. Bunu keyif için yapmıyorlar; çünkü ortada bir örnek var, çünkü bir güven var, çünkü yol gösterici bir ışık var; o ışığı muazzam bir bağlılıkla sahiplendiğimizi ve ona asla ihanet etmeyeceğimizi biliyorlar. Böylesine güçlü bir hükümetin küçük bir ülkeye diz çöktürmek için neden bu tür uygulamalara başvurmak zorunda kaldığını açıklayan tek şey bu.

Yazar: Ignacio Ramonet - Yayınlandığı yer: Cubadebate - Yayın tarihi: 15 Mayıs 2024 - Çeviri: Nahide Özkan

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

(soL)





T24 KÖŞEBAŞI - 27 Haziran 2024 -

 

Hafızasız, tel tel dökülen bir toplum, tadı kaçmış bir çete ve ölen bir tetikçi: Yalçın Özbey -Gökçer Tahincioğlu-

Özbey 2009 yılında sessizce Türkiye’ye geldi, babasını ve annesini ziyaret etti. Ne büyük talih değil mi? Hem yaptıklarına rağmen suç ortakların Çatlılar gibi kahraman olarak anılacaksın hem yurtdışında olmadık suçlara karışacaksın hem huzurla memleketine döneceksin. Bir başka ülkede olsa Özbey’in ölümü üzerine dosyalar açılır, aydınlatılmamış, bugün işlenen cinayetlerin taşlarını döşeyen cinayetlerin neden cezasız bırakıldığı tartışılırdı

Gölgede kalmış, küçücük haberler: Abdi İpekçi cinayetinde adı geçen Yalçın Özbey, İstanbul Arnavutköy’de hayatını kaybetti…

Bütün bu isimleri anlamsız bularak, haberleri okumak bile istemeyen, saçma sapan tetikçilerden kahraman yaratmaya hevesli bir kuşak…

Başına gelenlerden neredeyse uyuşmuş, kolunu kaldırmak istemeyen, haberlere şöyle bir göz atıp görmezden gelen, sadece kendi görüşlerinin sloganlarını duymak isteyen önceki kuşaklar…

Hepimizi bu hale getiren bir iklim var. Hepimizi alıştıran, hepimize unutturan, ne olsa doğal karşılamamıza yol açan bir iklim.

Ömür boyu cezaevinden çıkmaması gerekirken İstanbul’da yatağında huzurla ölen Yalçın Özbey, işte bu iklimin yetiştirdiği karanlık bir tetikçidir.

***

Oysa hiçbirimiz, 1 Şubat 1979’da öldürülen Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’yi unutmak, geride bırakmak gibi bir hakka ve lükse sahip değiliz.

İsimlerin kutsallığı değil mesele… 12 Eylül’ün taşlarını döşeyen bu cinayetleri unutursak, darbenin taşlarını döşediği zulüm ortamını unutursak, bugünün kutsal güvenlikçi paradigmalarını anlamamız da mümkün değil.

***

Özbey’in dahil olduğu, Susurluk’la varlığa açığa çıkan, devlet beslemesi çetenin tadı aslında reisleri Abdullah Çatlı’nın, 1996’da Susurluk kazasında ölmesiyle kaçtı.

Devlet, yeni bir düzene geçme kararı almıştı ve eski bazı isimleri tasfiye edebilmek için bazı çeteleri harcamak yapabileceği en iyi işti.

Ancak harcamanın da bir sınırı var. Çetenin içinden çekip kurtarman gerekenler var. Bugünkü düzen için gerekli isimler var. Onlar buruk kudretleriyle, mahkemelerden beraat kararları alarak varlıklarını sürdürüyor. Yalçın Özbey’in yatağında huzurla ölebilmesinin nedeni de bu isimler.

***

Abdi İpekçi cinayetinin tetikçisi, daha sonra Papa’yı da vuran Mehmet Ali Ağca, yakalandıktan sonra, suç ortağı Yalçın Özbey’in ismini hemen vermedi. İsmini vermek için yurtdışına kaçmasını bekledi. Ardından tetiği çeken isim olarak Özbey’in ismini verdi. Ağca’yı tanıyanlar, bu numaralarını da iyi biliyor elbette. Sonrasında Papa suikastında iş birliği yapacak kadar yakın çalıştığı birinin ismini, kaçtıktan sonra vermesi boşa değil.

***

Özbey, 1983’te, Almanya’da çalıştığı lokalde gözaltına alındı ve sadece iki ay sonra serbest kaldı. Uzun yıllar Belçika’da yaşadı. Cinayetlerdeki, Papa suikastındaki gerçek sorumluluğu hiçbir zaman açığa çıkmadı.

1998’de yurtdışında verdiği bir ifadede, nasıl dışarıda kaldığını, nasıl yaşadığını şu garip cümlelerle anlattı:

“Almanya’ya gelmeyen önce ‘Bozkurt’ örgütünün aktif bir üyesiydim. Ağca, okul ve ev arkadaşımdı. Artık aktif bir Bozkurt üyesi değilim. Ama bu konudaki ideolojim değişmedi. 1983'ten beri toplantılarına katılmadım. İltica talebinde bulunmam nedeniyle iade edilmedim. 1984'te evrak sahtekarlığından mahkemeye çıktım. 1985'te ise çeşitli suçlardan dolayı Almanya'da 15 ay hapis yattım. 1987'de hırsızlıktan 7 yıl hapse mahkûm edildim. 1993'te Bochum Cezaevi'nden tahliye oldum. Maddi durumumu iyileştirmek için yasadışı ticaretler yapan kişilerle temas kurdum. Çünkü soygun ve gasp suçlarını işlemek için oldukça yaşlıydım.”

Elbette ifadesinde defalarca uyuşturucu yakalattığını, bu yüzden hapis yattığını da söylemedi. Ağca nedeniyle ise Türkiye’de hiç yargılanamadı ve hapis yatmadı.

***

Özbey 2009 yılında sessizce Türkiye’ye geldi ve memleketi Malatya’da 99 yaşındaki babasını ve annesini ziyaret etti. Ne büyük talih değil mi? Hem yaptıklarına rağmen suç ortakların Çatlılar gibi kahraman olarak anılacaksın hem yurtdışında olmadık suçlara karışacaksın hem huzurla memleketine döneceksin.

O tarihte, İpekçi cinayetini ne kadar küçümsediğini ise Hürriyet gazetesine yaptığı açıklamada şöyle anlattı:

“Bana hep bu saçma soruyu soruyorlar ve soracaklar. O dönemde sağ-sol ayırımı yapmadan bir vatan uğruna binlerce insan yaşamını yitirdi. Akademisyenden öğrencisine kadar çok kişi katledildi. Neden ve niçin? 30 senedir bu konuya değinilmedi. Abdi İpekçi medyanın değerli bir mensubu olabilir, can candır. Neden tek taraflı değerlendirme yapılıyor? Abdi İpekçi bir kader kurbanı. Ona suikast sıradan bir eylemdi. O zamanlar Ülkücü yazarlar da öldürülüyordu. Abdi İpekçi cinayetinin neden bu kadar büyütüldüğünü anlamıyorum. O, takdir ettiğim bir sosyal demokrattı. Kader.”

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979'da evinin bulunduğu sokakta öldürüldü

Gelelim en önemli noktaya.

Özbey, Almanya’da, 1995 yılında, iki MİT mensubuna saatlerce açıklama yaptı. Susurluk skandalı patlamadan, bütün suçlarla ilgili bilgisi vardı.

Bu ifadenin getirilmesini suç ortağı Oral Çelik’i İpekçi cinayeti nedeniyle yargılayan İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi istemişti. Mahkeme, 1999’da ifadeleri önce emniyetten, sonra MİT’ten istedi. Mahkemeye emniyetten, konuyla ilgisi bulunmayan bir dosya gönderildi. Bir süre sonra sorguya katıldığı söylenen Emniyet Genel Müdürlüğü İrtibat Görevlisi Nail Aydın tanık olarak dinlendi. Aydın, sorgu sırasında MİT’çilerle Özbey’in yanına girmediğini kaydetti. MİT’ten, tutanaklarının imha edildiği söylenen görüşmeyi yapan iki MİT’çi de mahkemede tanık olarak verdikleri ifadede, İpekçi cinayetiyle ilgili söylenenleri anımsamadıklarını belirtti.

***

Dava delil yetersizliğinden düştükten sonra mahkemeye nereden gönderildiği belli olmayan kapalı zarf içinde bazı görüşme tutanakları geldi. Bunların görüşmeye ilişkin olduğu emniyetçe saptandı, ancak MİT’in “imha ettik” açıklamasını sürdürmesi nedeniyle doğrulaması yapılamadı. Varlığı ve doğruluğu bile tartışma konusu olan ifadelerin önemli bir kısmı dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın talimatıyla başlatılan soruşturmanın müfettiş raporuna girdi.

***

Bu nedenle tutanaklarda “1995’te Almanya Narl Narkotik Şube Müdürlüğü’nde Yalçın Özbey ile yapılan görüşmenin band tapesi” başlıklı sorgu tutanağının üzerinde “Başmüfettiş ....’nin talebi üzerine tasdiklenmiştir. 26/06/1999” ifadesi yer aldı.

PKK ve ülkücülerin uyuşturucu bağlantılarına ilişkin bilgilerin yer aldığı tutanakların soru sorulmaksızın Özbey’in “Samimi olarak söylüyorum” cümlesiyle başlaması, görüşmenin tutanağa yansıyanlarla sınırlı olmadığını, önemli bilgilerin yer aldığı büyük bölümünün hâlâ açığa çıkmadığını ortaya koydu. Ancak açığa çıkarılamayan bölüm için hiçbir adım atılmadı.

Mehmet Ali Ağca-Yalçın Özbey

Görüşmede Özbey, sorulara özetle şu yanıtları verdi:

“Ağca’nın amacı Carlos gibi bir adam olmak. Sadece o kadar. Cezaevinde büyük bir tokat attı Hacı Çapan’a. 90 kilo malının üstüne oturdu. Etrafında bir sürü insan vardı. İşte o zaman o olaya toplanmışlardı. Mehmet Şener, Oral, Abdullah Çatlı ve diğerleri. Belli bir güç oluşturmak için bir fanteziden başka bir şey değildi.

İpekçi konusunda mesela Mehmet Şener’in ufak bir fonksiyonu oldu. İpekçi meselesi çok ayrıntı. Herkes kafadan fantezi yaratıyor. Ben gerekirse Türkiye’ye gelirim. Papa işi öyle, işi bilen uzmanlar bana sorar ben cevaplarım. Şimdi araba tamam, araba benim arabamdı. Ağca kaçırıldığında fakat ben arabayı Mehmet Şener’e borçlanmıştım. O beni tezgâha getirdi. Arabayı ona verdim. O araba sonradan bu hadiselerde kullanıldı.

Demirel hükümetleri af çıkarttı. Ben gittim Kırşehir’de imtihana girdim. O arada da Ağca kaçırıldı. Kaçarken de benim arabam kullanıldı. Hedefte aslında Doğu Perinçek, Uğur Mumcu vardı ama uyanık, tedbirli insanlardı.

***

İpekçi olayında bilgiyi alan, istihbaratı yapan Ağca’ydı. Kendisi belirledi. Yavuz da arabayı kullanmıştı. Önce camdan ateş ediyor, sonra yürüyor öbür taraftan tekrar ateş ediyor. Mehmet Şener tip bir insandır. Mehmet Ali’nin eyleminden faydalanıp kariyer yapmak istiyordu. Hatta bir gün oturduk ‘başımıza bir iş gelirse bunun çırasını yakalım’ dedik. Mehmet Ali de yakalanınca ilk onun adını verdi. Mehmet Ali tam psikopat. Türkiye’de onun yaptığı eylemleri ben söylesem aklın durur. Yüzde 25’ini ferdi olarak gerçekleştirdi...

***

Ağca’da bir kompleks vardı. Kendine aşırı derecede güven. Ondan sonra parmağı kuvvetli. Yani muazzam silah kullanabilen. Delice bir cesaret. İpekçi cinayetinden sonra cezaevinden kaçışı bunu biraz daha şımarttı. Birçok elçilikle, Kaddafi ile Suriye ile bağlantı kurdu. Onlardan destek alıp, Carlos gibi Avrupa çapında bir şeyler yapalım dedik.

İpekçi vurulduğunda Oral, ben, Mehmet Ali aynı evde kalıyorduk. Epey eyleme ben de katıldım. Ahmet Kaçmaz’a yapılan bir şey oldu. Mihri Belli’ye sıkılan bir kurşun oldu. Çok büyük soygunlar oldu Ankara’da. Oral ayrıldı gitti. Sonra baktık resimler gazetelerde dergilerde yayımlanınca artık gidelim dedik Avrupa’ya. Amaç sansasyon yaratmaktı. Sağ-sol meselesi çatışmalar vardı. İnan samimi söylüyorum tesadüfen olan bir hadise İpekçi.

O cezaevinden kaçma olayını da Oral organize etti. Para karşılığında. Orada zaten iki asker bir tanesi şeydi bizim, Pala Mehmet diyorduk. Çıktıktan sonra da tanıdığımız gümrük memurları yardım etti. Ağca oradan Bulgaristan’a gitti. Ağca’da süper zekâ var. Düşün adam Papa’yı vuruyor. Bu adam 6 ayda İtalyancayı ana dili gibi konuştu. Tip bir insan. Çıkınca da kendisine göre bir planı vardır.”

***

Görüşmede, MİT mensupları da kartları açık oynuyor. Sorulardan biri şöyle:

“Şimdi Yalçın, bak açıkça ve mertçe soralım. Sen burada kaldığın süre içinde Türkiye için ne yapabilirsin?”

Özbey yanıt veriyor:

“Sizin aktif görevliniz gibi üzerime düşen her şeyi yaparım. Açık cezaevinden izne çıkar çıkmaz telefon ederim. Yerimi söylerim.”

***

Susurluk skandalı patlamadan önce, MİT’in Çatlı’nın Türkiye’ye geldiğinden haberi olduğunu da şu ifadeleri ortaya koyuyor: “Bizim Serdar Çelebi o zamanki federasyon başkanıydı. Bizim arkadaşları harcamak istedi. O zaman Türkeş bunu görevden aldı.  Bekir Çelenk'in bir gemisi vardı. Federasyon gemiyi alacaktı. 3 milyon falan o değerde bir gemi. Radyodan ülkücü yayınlar yapılacaktı açık denizde. O da olmadı. Ağca da Bekir'i o yüzden söyledi. Gerçi oraya giden (Bulgaristan) herkes servis kontrolündedir. Rıfat Yıldırım, Üzeyir Bayraktar Frankfurt'taydı. Mehmet Şener bir firma kurmuş. Oral zaten yakalandı. Bizim eski kurttan Abdullah Çatlı Fransa'da cezaevinden kaçtı, şimdi Türkiye'de.”

***

Bir başka ülkede olsa Özbey’in ölümü üzerine dosyalar açılır, aydınlatılmamış, bugün işlenen cinayetlerin taşlarını döşeyen cinayetlerin neden cezasız bırakıldığı tartışılırdı. Devletin gölgesi olmadan ayakta bile duramamalarına rağmen kahraman ilan edilenleri kimlerin koruduğu açığa çıkartılırdı.

Öyle olmadı.

Abdi İpekçi’den bugüne uzanan cinayetler, kurbanların suçlu ilan edilmesi, tetikçilerin kahramanlaştırılması…

Cezasızlık bile değil mesele artık.

Mesele artık bunların üzerinde bile durulmaması…

                                                         /././

Beynini yakmazsan ya ülke yanar ya da çocuklar -Mine Söğüt-

Doğu Afrika’da yıllarca sömürge olarak var olup sonra cumhuriyetle yönetilen Kenya ile Anadolu’da yıllarca imparatorluk olarak var olup sonra cumhuriyetle yönetilmeye başlayan Türkiye’nin gençleri birbirleriyle tanışmıyorlar ama ayrı ayrı kıtalarda aynı zamanlarda başlarına aynı şey geliyor

Kenya Cumhuriyeti

Fırsat eşitliği iyice yok olmuş, hukuk medeniliğini ve güvenilirliğini çoktan kaybetmişken; ortalık haksız kazanç hikayelerinden geçilmez, son yirmi yıllık siyasetin zengin ettiklerinin şaibeli kazancından sorgu olmazken ve üç kuruş dul maaşı alan yaşlı bir kadının ya da beş kuruş maaşa layık görülen emekli bir insanın evinin kirasını nasıl ödeyeceğini, ne yiyip ne içeceğini, başına neler gelebileceğini kimse umursamazken, sokaktaki evsizlerin sayısı çığ gibi büyürken…

Ülke içine içine çöküyor; devleti ele geçirenler de ülkenin üzerine çöktükçe çöküyor.

Ve biz yeni vergi paketini tartışıyoruz.

Ama adalet aslen nedir, siyaset nasıl yapılmalıdır, gerçek demokrasi nasıl inşa edilir, bunları artık hiç tartışmıyoruz.

Kendi yarattığı tanrı ve devlet kavramlarının buyurganlığına ikna olan, onlardan gelen her türlü zulmü kader olarak kodlayan toplumların ortak kıyametine körleştik.

Kendisini devamlı kendi türünden korumaya alışan insan, aklının bir ürünü olan devlet sisteminin de yine kendisine dönük bir tehditkâr yapıya sahip olmasını olağan karşılıyor.

Fırsat eşitliği ya da adalet gibi kavramların içini değerlerle doldurup, sonra tüm o değerleri hiçe sayan sistemler kuran insanlığı, hızla globalleşen şu düzende kendine getirecek uyanışın hangi iklimde, hangi yıkımlardan sonra, hangi yollarla gerçekleşeceğini kestirmek kolay değil. Ama bu uyanışı hedeflemek mümkün. Bunun için gözlerimizi açıp bir kendimize bir de bizimle aynı çıkmazlara düşen diğerlerine bakmak yeterli.

Mesela Kenya’ya…

Kenya, Afrika kıtasının doğusunda bulunan, sömürü döneminde kıtada yaşatılan insanlık dışı her türlü eziyetten nasibini almış ve uzun süre İngiltere’nin elinde kalmış çileli bir ülke.

Afrikayı yıllarca sömüren İngiltere, ancak 60’ların başında o bölgeden mecburen Afrikalılara ait bir ülke olarak bahsetmeye başlamış ve Kenya 1963’te İngiltere’den ayrılıp bağımsız bir devlet olabilmiş.

1964 yılında Kenya’da cumhuriyet ilan edilmiş. Sonrası hep kaos. Anayasalar, referandumlar, birlik ve bağımsızlık çabaları ve asla ülkeye faydası olmayan siyasi çekişmeler. İktidara gelenlerin muhaliflere baskıları, faili meçhul cinayetler, iyi sanılanın kötü çıkması, ucu ucuna kazanılıp kaybedilen seçimlerde hep bir fitne hep bir hile tartışması olması, arada askeri darbe girişimleri, başlangıçta sevgi ve barıştan bahseden liderlerin zamanla tek adama dönüşmesi, medyayı, hukuku tekeline alması, sömürge dönemi sonrası sözde bağımsızlaşan bir ülkenin aslında hiçbir zaman gerçekten bağımsız olamaması…

Bugün, Kenya’ya seyahat edecek Türkleri Dış İşleri Bakanlığı resmi sitesinde öncelikle bulaşıcı hastalıklara karşı uyarıyor. Sonra suça karşı uyarıyor. Hava karardıktan sonra tek başınıza Kenya’da sokağa çıkmayın diyor. Son gelişmeler ışığında, zorunlu kalmadıkça Kenya’nın Mandera, Lamu, Garissa ve Tana River Vilayetleri’ne seyahat etmeyin diyor. O bölgelerde olanlara da sokağa çıkma yasağına uyun, şahsi güvenlik açısından her türlü önlemi alın, olası gelişmelere hazırlıklı bulunun diyor.

Çünkü şu sıralarda Kenya’da isyan var. 

Sebep, adaletsiz vergi kanunu.

Parlamento binası ateşe verildi. Polis önce göz yaşartıcı bomba ve plastik mermi kullandı. Artık gerçek mermi kullanıyor. Çoğu genç insan sokaklarda polis kurşunuyla yaralanıp, ölüyor.

Ajanslar haberleri “Z kuşağı sokakta” diye veriyor.

Sokaktaki gençler iktidara “Yeter artık! Bizim geleceğimizi çalamazsınız” diyor.

İktidar “Barışçıl gibi gösterilen protestolar şiddet eylemine dönüştü. Buna izin vermeyiz” diye önlemleri sertleştirdikçe sertleştiriyor.

Doğu Afrika’da yıllarca sömürge olarak var olup sonra cumhuriyetle yönetilen Kenya ile Anadolu’da yıllarca imparatorluk olarak var olup sonra cumhuriyetle yönetilmeye başlayan Türkiye’nin gençleri birbirleriyle tanışmıyorlar ama ayrı ayrı kıtalarda aynı zamanlarda başlarına aynı şey geliyor.

İktidarlar onların ellerinden geleceklerini çalıyorlar. Kenya’daki gençler buna bir dur demek umuduyla parlamentoyu ateşe veriyorlar. Türkiye’deki gençler yoksulluk ateşinde kendi kendilerine eriyip bitiyorlar.

Her iki ateşin müsebbibi de halkını değil hep kendi iktidarını düşünen, ülkeleri hızla yoksullaşırken kendi güçlerinin peşine düşen iktidarlar. Her iki ülkede de bu kötü yöneticiler yıllardır “demokratik” seçimlerle başa geldiler ve ülkelerine gün yüzü göstermediler.

Şu durumda rengi de tarihi de birbirinden çok farklı olan ama belli ki demokrasiden de seçimden de hep yanlış bir şey anlayan bu iki farklı halkın, hatta belki de yeryüzündeki tüm halkların, yaptığı ortak bir hata var.

Dünya, entrikalarla yönetilmesi değil sadece huzur içinde yaşanması gereken bir yer olabilir, bunu idrak edemiyorlar.

Beyinlerini bu meselelerle yakmadıkları için de mütemadiyen yaşadıkları ülkeyi ateşe atıyor ve mütemadiyen kendi çocuklarını yakıyorlar.

                                                                 /././

Bu yıl mali tatil 19 gün; 2 Temmuz Salı günü başlıyor…-Murat Batı-

Normalde 1 Temmuz’da başlaması gereken mali tatil bu yıl 2 Temmuz’da başlamasından dolayı kayıp 1 gün (1 Temmuz günü), mali tatilin bitimi olan 20 Temmuz’a eklenmeyecek; mali tatil her koşulda 20 Temmuz günü sona erecektir.

Vergi idaresi mükellef ya da sorumlulardan istedikleri yükümlülüklerini süresinde yerine getirmelerini ister. Bu süreler idari ya da kanuni süreler olabilmektedir. Vergi kanunlarımızda kendine has süreler bulunmaktadır. Beyanname verme, ödeme süresi gibi.

Bazı durumlarda bu süreler uzayabilir ya da durabilmektedir. Mükellef lehine olan bu durumlardan bir tanesi de mali tatil uygulamasıdır.

5604 sayılı Malî Tatil İhdas Edilmesi Hakkında Kanun (MTİEHK) herkesçe vergiyle alakalı bir dinlenme süresi olarak düşünülmektedir. Ama durum pek de öyle değil; herkes aynı şekilde yine çalışıyor sadece bazı süreler işlemiyor.

Normal koşullarda mali tatil her yıl 1 temmuzda başlar 20 temmuzda sona erer. Ancak 5604 sayılı Kanun m.1’e göre Haziran ayının son gününün tatil günü olması halinde, malî tatil, temmuz ayının ilk iş gününü takip eden günden başlar.

Buna göre bu yıl Haziran ayının son günü (30 Haziran) Pazar gününe denk geldiğinden mali tatil 1 Temmuz’da değil, 1 Temmuz Pazartesi gününü müteakip 2 Temmuz 2024 Salı günü başlayacak.

Bu yıl mali tatil 2 Temmuz 2024 Salı günü başlayıp 20 Temmuz 2024’te sona erecektir. Normalde 1 Temmuz’da başlaması gereken mali tatil bu yıl 2 Temmuz’da başlamasından dolayı kayıp 1 gün (1 Temmuz günü), mali tatilin bitimi olan 20 Temmuz’a eklenmeyecek; mali tatil her koşulda 20 Temmuz günü sona erecektir.

Bu süre zarfında yani bu yıl 2-20 Temmuz boyunca bazı vergisel yükümlülükler ile uzlaşmaya başvurma, vergi mahkemesine dava açma gibi bazı haklarla alakalı süreler uzayabilmektedir. O yüzden oldukça önemli bir yere sahiptir.

Mali tatil nedeniyle aşağıda yazılı süreler uzar

5604 sayılı Malî Tatil İhdas Edilmesi Hakkında Kanun’un (MTİEHK) m.1/2 uyarınca; son günü malî tatile rastlayan aşağıda belirtilen süreler, tatilin son gününü izleyen tarihten itibaren yedi (7) gün uzamış sayılır. Bunlar;

  • Beyana dayalı tarhiyatta, kanuni süresinde verilmesi gereken beyannamelerin verilme süreleri,
  • İkmalen, re’sen veya idarece yapılan tarhiyatlarda vadesi mali tatile rastlayan vergi, resim ve harçlar ile vergi cezaları ve gecikme faizlerinin ödenme süresi,
  • Tarh edilen vergilere ve/veya kesilen cezalara karşı uzlaşma talebi  veya   cezada indirim hükümlerinden yararlanmak amacıyla yapılacak başvurulara ilişkin süreler,
  • Devamlı bilgi verme hükümleri kapsamında verilmesi gereken bilgilerin verilmesine ilişkin süreler.

Buna göre, yukarıda yer alan işlemlerin son günü bu yıl 2-20 Temmuz tarihleri arasına denk gelirse bu süre otomatikman 27 Temmuz Cumartesi gününe uzar. Ancak 27 Temmuz hafta sonuna denk geldiğinde bu süre VUK m.18 uyarınca 29 Temmuz Pazartesi gününe uzayacaktır.

Diğer taraftan, mükelleflerin mali tatil süresinin sonunu beklemeden beyannamelerini vermeleri ya da vergi borçlarını ödemeleri de mümkündür.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey bu bahsedilen işlemlerin son günü mali tatile denk gelirse süre uzayacaktır. Örneğin 5 Haziran 2024 tarihinde tebliğ edilen bir vergi/ceza ihbarnamesine ilişkin uzlaşma başvurusu yapmak isteyen kişi tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde başvuruyu yapması gerekmektedir. Yani 5 Temmuz 2024 tarihine kadar uzlaşma başvurusu yapabilir. Ancak uzlaşma başvurusunun son günü olan 5 Temmuz, mali tatile denk geldiği için bu tarih 27 Temmuz’a uzayacaktır. 27 Temmuz da hafta sonuna denk geldiğinden bu süre VUK m.18 uyarınca 29 Temmuz Pazartesi gününe uzayacaktır.

Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus; son gün mali tatile denk gelmezse 7 günlük uzama olmayacaktır. Yani süre durmamakta, işlemektedir. Örneğin aynı vergi/ceza ihbarnamesi 28 Haziran 2024 tarihinde tebliğ edilirse uzlaşma başvurusunun son günü olan 28 Temmuz, mali tatile yani 2-20 Temmuz aralığına denk gelmediği için başvuru süresi uzamayacak ve dolayısıyla da 28 Temmuz’a kadar uzlaşma başvurusunun yapılması gerekecektir.

20 ila 25 Temmuz’da biten sürelere ilişkin

5604 sayılı Kanun m.1/6’da yer alan hükme göre, malî tatilin sona erdiği günü izleyen beş gün içinde biten kanuni ve idari süreler, malî tatilin son gününü izleyen tarihten itibaren beşinci günün mesai saati bitiminde sona ermiş sayılır. Buna göre, mali tatilin sona erdiği günü izleyen beş gün içinde biten kanuni ve idari süreler, tatilin son gününü izleyen tarihten itibaren 5’inci günün mesai saati bitiminde sona erecektirYani sürelerin son günü 21-25 Temmuz aralığına denk gelirse, bu süre 25 Temmuz’a uzar.

Örneğin, 22 Haziran 2024 tarihinde vergi ceza ihbarnamesine ilişkin uzlaşma başvurusu yapmak isteyen kişi başvurusunu 22 Temmuz’a kadar yapması gerekir. Ancak son gün 21-25 Temmuz aralığına denk geldiği için bu süre 25 Temmuz’a uzayacaktır. Yani ister 22 Temmuz’da başvurusunu yapar isterse de 25 Temmuz’a kadar bekler o gün yapar.

Beyanname verme süresi mali tatil nedeniyle uzamış olan vergilerde ödeme süresi

Beyana dayanan ve beyanname verme süresi malî tatil nedeniyle uzamış olan vergilerde ödeme süresi (aynı ay içerisinde kalmak kaydıyla), uzayan beyanname verme süresinin son gününü izleyen günün mesai saati bitimine kadar uzamış sayılır (MTİEHK m.1/8).

Örneğin, 20 Temmuz 2024 tarihi mesai saati sonuna kadar verilmesi gereken MTİEHK kapsamındaki bir vergiye ilişkin beyannamenin verilme süresi mali tatil dolayısıyla 27 Temmuz’a uzar. Ve dolayısıyla da bu beyannameye göre tahakkuk eden verginin ödeme süresi de bu madde uyarınca 28 Temmuz 2024 tarihine (bu tarih dâhil) uzayacaktır. 28 Temmuz da hafta sonuna denk geldiğinden bu süre VUK m.18 uyarınca 29 Temmuz Pazartesi gününe uzayacaktır.

Mali tatil nedeniyle işlemeyen süreler

5604 sayılı MTİEHK m.1/3 uyarınca ise mali tatil nedeniyle işlemeyen süreler belirtilmiştir. Sürelerin işlememesi demek 2-20 Temmuz tarihine isabet eden süreler duracak anlamındadır. Yani aşağıda belirtilen işlemlerin illa son gününün mali tatile isabet etmesinin bir önemi yoktur. Bu sürelerin mali tatile denk gelmesi durumunda bu süre işlemeyecek ve mali tatil bitiminden itibaren işlemeyen kısmı kadar uzayacaktır.

  • Muhasebe kayıt süreleri,
  • Vergi Usul Kanununun 153 ila 170’inci maddeleri arasında düzenlenmiş bildirme süreleri,
  • Vergiyle ilgili işlemlere ilişkin dava açma süreleri.

İşlemeyecektir.

Buna göre bu madde hükmü uyarınca bu süreler mali tatile denk gelirse süre işlemez ve mali tatile denk gelen süre mali tatilin bitimine eklenir.

Örneğin, 7 Haziran 2024 tarihinde tebliğ edilen vergi ceza ihbarnamesine ilişkin vergi mahkemesine dava açma süresi tebliğ tarihini takip eden günden itibaren 30 gündür. Örneğe göre dava açma süresinin son günü 7 Temmuz’dur. Mali tatile denk gelen 6 günlük dava açma süresi (2, 3, 4, 5, 6, 7 Temmuz) işlemez ve 20 Temmuz’u takip eden 6’ncı günün sonuna kadar uzamaktadır. Yani 26 Temmuz 2024’e uzayacaktır. Zaten bu süre de adli tatile (20 Temmuz-31 Ağustos) denk geldiğinden tekrardan bu süre bu kez 7 Eylül’e uzayacaktır.

Ancak dikkat edilmesi gereken husus, vergiyle alakalı dava açma süreleri işlememektedirDanıştay 7. Dairenin 10.12.2020 tarih ve Esas No: 2020/3698, Karar No: 2020/5076 sayılı kararında mali tatil süresince temyiz yoluna başvuru süresi işlemeye devam edeceği, madde metninden temyiz süresine ilişkin bir anlamın çıkmadığı yönünde karar verilmiştir.

Bu yüzden istinaf ve/veya temyiz başvuru süreleri ile alakalı herhangi bir uzama olmayacaktır.

Tüm vergilere mali tatil uygulanır mı?

Her vergiye uygulanmaz. Özel tüketim vergisi, banka ve sigorta muameleleri vergisi, özel iletişim vergisi, şans oyunları vergisi ile gümrük idareleri, il özel idareleri ve belediyeler tarafından tarh ve/veya tahsil edilen vergi, resim ve harçlarla ilgili olarak malî tatil uygulanmaz.

Mali tatil süresince inceleme olabilir mi?

Mahkeme kararı veya Cumhuriyet Savcılıklarının talebi üzerine ya da Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre yapılan aramalı incelemeler hariç olmak üzere, malî tatil süresince inceleme amacıyla defter ve belgelerin ibrazı talep edilemez, mükellefin işyerinde incelemeye başlanılmaz (MTİEHK m.1/4).

Ancak MTİEHK m.1/4’te yer alan “mükellefin işyerinde incelemeye başlanılmaz”   ifadesi zımnen mülga olmuş durumdadır. Şöyle ki VUK m.139’da yer alan “incelemeye tabi olanın iş yerinde” incelemenin yapılacağına ilişkin cümle 7338 sayılı Yasa ile 1 Temmuz 2022’de yürürlüğe girmek üzere değiştirildi. Yeni düzenleme ile inceleme dairede yapılacak. Bu noktada MTİEHK m.1/4’te yer alan “mükellefin işyerinde incelemeye başlanılmaz” ifadesi zımnen mülga olmuştur.

(T24)                                                          


26 Haziran 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI -26 Haziran 2024-

 

Rejim tam sessizlik istiyor  -Berkant Gültekin-

Türkiye’deki ekonomik ve sosyal kriz, sayısal verilerle açıklanamayacak kadar yıkıcı boyutlarda. Halkın satın alma gücü her geçen gün daha da zayıflıyor. AKP düzeninin vergi ve faiz politikası, geniş kesimlerin sırtına öyle bir yük bırakıyor ki emeğiyle geçinen yurttaşların belini doğrultup geleceğe umutla bakabilmesi imkânsız.

Altta kalanın canı çıksın misali, düzen, ülkenin en yoksullarını sömürme yaklaşımından hiç taviz vermiyor. İnsanlar mal-mülk edinmek için değil, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bankalara borçlanıyor. Sistem bunu da fırsata çeviriyor, borçlu yoksuldan koparabildiği kadar faiz ve vergi koparıyor. Milyonlar nefes alabilmek için borçlandıkça, daha fazla haraç ödüyor. İşte günün “öngörülebilirlik” ve “güven ortamı” diye cilalanan ekonomi programı böyle çalışıyor.

Zengin azınlığın ise keyfi her zaman yerinde. Çünkü ülkenin yaşadığı tüm savrulmalar, onlar için ayrı bir vurgun fırsatı. Kur şokları, ellerindeki dövizi daha değerli hale getiriyor. Gayrimenkul fiyatlarındaki artış yine onların yüzünü güldürüyor. Erdoğan faizleri düşürünce bedavadan biraz pahalı kredileri alıp zenginliklerine zenginlik katıyorlar; Erdoğan faizleri yükseltince bu kez de hiç yorulmadan faizle ihya oluyorlar. AKP düzeni bugün faizle halkı ezerken, sistem daima parası olanın lehine işliyor.

AKP, bu adaletsiz düzenin yaratıcısı değil belki ama ideal yürütücüsü. Kapitalizm Türkiye’de, Avrupa’da olduğundan daha adaletsiz şartlar altında hüküm sürüyor. Bunun temel nedenlerinden biri hiç şüphesiz ki örgütsüzlük. Bir başka deyişle asimetrik örgütlülük. Türkiye’de emekçiler, işverenler kadar örgütlü olabilseydi bugün başka şeyler konuşuyor olurduk.

Rejim “ekonomiyi toparlamak” adına en zayıf gördüğü özneye yükleniyor. Patronu karşısına alacağına, örgütsüz ve birliksiz durumdaki emekçiye çile çektiriyor. Üstüne bir de siyasete ayar veriyor, muhalefete, muhalefet etmenin sınırlarını çiziyor. Yaşanan tüm ağır sorunlar karşısında muhalefeti bürokratikleştirmek, aslında ülkeyi muhalefetsizleştirmek istiyor. Rejim, muhalefeti de kendi ihtiyaçlarına uygun şekilde biçimlendirmenin yollarını arıyor. Mehmet Şimşek ve Faruk Çelik’in son açıklamaları da bu niyetin dışavurumu.

“Normalleşme” adımları kapsamında CHP Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Karatepe’nin önceki gün ziyaret ettiği Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Karatepe’nin görüşmenin ardından yaptığı eleştirileri bile sindiremedi. Konuyla ilgili açıklamasına da Karatepe’yi protokol kurallarına aykırı şekilde kapıda karşıladığını belirterek başladı. Ne kadar “iyi niyetli” ve “alçakgönüllü” olduğundan dem vurdu. Karatepe’nin medyaya yaptığı değerlendirmelere ilişkin ise “Görüşmeye ilişkin kamuoyuna yönelik mesajlarının tribün ve taraftar kaygısıyla verilmiş olduğunu izledik. Umarım bu tutum ve yaklaşım diyalog ve normalleşme ruhunu zedelemez”  serzenişinde bulundu.

Faruk Çelik de yine CHP’ye benzer bir yerden vurdu. İktidar-muhalefet diyaloğunun demokrasilerde önemli olduğunu söyleyen Çelik, Şimşek görüşmesinden sonra CHP’nin açıklamalarını “hayretle izlediğini” belirtti. Çelik, muhalefetin “makul” sınırlarını ise şu sözlerle tarif etti: “CHP heyetinin açıklamalarından bir talimat listesi ile görüşmeye gittikleri anlaşılıyor. Burada bir rol karmaşası yaşandığı açık. İktidarın görevi politikaları belirlemek ve uygulamak, muhalefetin görevi iktidarın göremediğini düşündüğü şeyleri dillendirmek ve eleştirmektir. Bu tutum Cumhurbaşkanımız ve hükümetimizin iyi niyeti ile bağdaşan bir yaklaşım değildir. Bu bir diyalog da değildir. Siyasi istismardır, popülizmdir. Ekonomimizin en son ihtiyaç duyduğu şeylerdir.”

Şimşek ve Çelik’in sözlerinden anlaşılıyor ki iktidar sadece muhalefetle diyalog kurmak istemiyor; esas olarak bu diyaloğun muhalefetin iktidara yönelik yaklaşımını karakterize etmesini istiyor. Yoksa diyalog iktidar için “fayda sağlayıcı” olmaktan çıkıyor, anlamsız, hatta zarar veren bir iletişime dönüşüyor. Muhalefetin ölçülü, diyalog ilişkisini gözeten eleştirileri bile “hudut ihlali” olarak anlaşılıyor ve hedef alınıyor. Açık açık “tam sessizlik” talep ediliyor.

Özetle sokak ile siyaset arasındaki hattı kesen rejim, daha da ileri giderek muhalefetin sözel muhalefet pratiğini dahi baskılamayı amaçlıyor. En ufak bir eleştiride “Bu normalleşmeye aykırı” minvalinde sözler sarf etmeleri de bu yüzden. Bu denklem, hem rejimin “yumuşama”/“normalleşme” denen süreçten ne beklediğini hem de zayıf noktasının neresi olduğunu sarih şekilde gösteriyor.

                                                              /././

Yeteneksiz Bay Mehmet -Kaan Sezyum-

Göreve ikinci defa geldiğinden beri, bu işi nasıl kabul ettiğini merak ettiğim bir isim kendisi. İlk kez aramızdan ayrıldığında arkasından admin etmedik laf bırakmamıştı. Dürüstlüğünden girip, Halk Bankası’nı dolandırmaya çalışmalarından çıkmıştı admin. Tabii söz konusu sözlerin sahibi admin olunca işler değişiyor. Bugün ak dediğine, bugün birazdan kara, biraz sonra lacivert, biraz sonra da “Ben öyle bir şey demedim” diyebilme potansiyeline ve dönüş hızına vakıf bir isim kendisi. Babamız, döver de sever de… Tam bilemeyiz de hiçbir şeyin tam bilinmediği bir yerde neyi ne kadar bilip, neye ne kadar güvenebiliriz? Lafına güvenilmeyen, bir dediği bir sonrakini tutmayan bir idarecinin idaresi ne kadar idare ettirilebilir, bunlarla gerçekten de hiç uğraşmak istemiyorum. Normalde bilim kurgu ve mizah yazmak isteyen bir insandım, ülkemiz hepimizi delirtti, hepimiz ekonomist, avıkat, çevre koruyucusu ve bizi yönetenlerin yapamadığı her şeyde bilgi sahibi olmaya başladık. Halk olarak o kadar çok dolandırıldık ki, sonuçta cümleten ya dolandırıcı olduk ya da dünyadaki tüm dolandırıcılık yöntemlerine, tüm hırsızlık alaverelerine hakim hale geldik. Saçma sapan bir yönetimin yetiştirdiği saçma sapan bir nesil olduk. Hiçbir şeye güvenmiyor, her şeyden nefret ediyor, kimseyi sevmiyor, haliyle de kimseler tarafından da sevilmiyoruz. Direksiyonun başındaki şoförümüz zaten düşman başına. Ne kurallara uyuyor, ne şeritten gidiyor, ne kemer takıyor… Ona buna camdan laf ediyor, yoldaki tüm araçlar sahipleriyle kavgalı. Yaşı geçmesine rağmen hala direksiyonda olmak, gözü görmemesine rağmen ilerideki manzaraya bakmak, kulakları duymamasına rağmen en iyi işiten olduğunu ispatlamak zorunda. Belli ki bazı dertleri var çözülmemiş. Onları da deney hayvanı olarak kullandığı bizim üzerimizde çözmek istiyor. Hayvanlara eziyet eden, kendinden küçüklere dert olan bir çocuk gibi. Şımarık, sinirli ve hırslı. Çalışmıyor ama çalıştığını iddia ediyor, okumuyor ama bildiğini söylüyor, sevmiyor ama sever gibi yapıyor… Neyse, herkesin derdi herkese. Gelelim konumuza.

∗∗∗

Mehmet Bey gittikten sonra ardından pek de iyi konuşulmamıştı. Şimdi kendimi kendisinin yerine koyuyorum, empati yapmak istiyorum çünkü ne olup bittiğini anlamak istiyorum. Sonuçta ülkemiz hepimizi biraz önce de dediğim gibi işbilmez idareciler yüzünden VPN’den, insan haklarına, oradan uluslararası hukuka kadar türlü türlü konularda uzman etti. Ne diyordum, evet, Mehmet Bey olsam mesela. Beni işten aldıktan sonra arkamdan da ileri geri konuşulacak, yıllar sonra “O Memo, gel hadi işine geri dön” dense. Ben hayatta gitmezdim. Deli miyim? “Kurulu düzenim var zanpa, çok teşekkür ederim almayayım, alana da engel olmayayım” der, aynen ortamdan uzardım. Sanırım Mehmet Bey de ilk başka böyle yaptı. Ama ne olduysa oldu, birden hakkında söylenen o tüm kötü sözleri sineye çekti, mantıktan uzak metafizik ekonomi bilgisiyle düzelmeyecek bir sistemin tekrar başına geçti. Artık kolunu mu burdular, gelmezsen saç ektiririz saçlı saçlı dolaşırsın mı dediler bilemiyorum. Ne oldu da Mehmet Bey, bu saçma görevin başına gerisin geri geldi, onu kendisine sorabilmek isterdim. Ne cevap vereceğini merak ediyorum. Bazen rüyalarımda zaten kendisiyle görüşüyorum. Bana “Eskiden sarışınmışım, saçlarım omuzlarıma kadar gelirdi” filan diyor. Şimdi derdimiz bu değil.

∗∗∗

Peki bütün bu duruma rağmen, Mehmet Bey, neden aklın ve basit ekonomi biliminin yolunu izlemeyip, hala saçma sapan işlerin peşinde. Ekonomiyi düzeltmek için yapılacakları artık neredeyse okuma yazma öğrenen çocuktan, alzaymır dedelere kadar herkes biliyor ve hatırlıyorken, Mehmet Bey, açıkçası neyin kafasını kovalıyor? Hala motokuryelerden, bahşişlerden alınacak KDV oranları gibi saçma sapan muhabbetlerle hayatımızı her geçen gün daha fakir hale sokmaya çalışıyor. Bu bildiğiniz kötülüktür. Başka da bir tanımı yoktur. Dev şirketlere milyarlık vergi afları, saçma sapan teşvikler, geçiş garantili geçilmeyen yollar, köprüler, havalimanları, gider kapısı anormal saraylar, diyanet gibi bütçesi bir sürü bakanlıktan büyük olan ve giderlerinin %80’ine yakını çalışan maaşlarına giden azman bataklıklar varken, Mehmet Bey hala gık mık diyor. Ortada yapılan hiçbir şey yok, kötülükten başka. Sanırım ülke tamamen kurumadan da sivrisinekler bataklığı terk etmeyecek. Beslenememekten güdük kalan nesillerin sorumlusu kim? Ben miyim, Mehmet Bey mi, yoksa akılsız başlar mı? Matematiği ve bilimi inkar etmekle elimize ne geçecek? Sayılara hadlerini mi bildireceğiz?

Son bir soru: Göz göre göre, akıl ve mantığa aykırı, bu kadar saçmalığı neden yapıyorsunuz ya da bunun içine giriyorsunuz sevgili yetkililer? Aslında sorum kendi kendini cevapladı. Çünkü yetkililer de yetkisiz güzel ülkemizde. 

                                                                         /././

İktidar vergi kaçırmaya ortak -Nurcan Bilge Gökdemir-

İktidar yeni vergi paketi ile bütçe açığını yoksulların cebinden kapatmaya çalışıyor. Erdoğan “Vergi cenneti” ülkelerin listesini açıklamadığı için dev bir vergi geliri, şirketlerin, siyasetçilerin, kara paracıların kasasında bırakılıyor.

İktidarın açlıkla mücadele eden çoğunluğun cebine biraz daha el atma anlayışıyla hazırladığı Vergi Paketi beklenirken iktidar ile ana muhalefet arasında gerçekleşen görüşme, Vergi Cennetleri gerçeğini bir kez daha gündeme getirdi.

CHP’nin Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı, “Gölge Bakan”  Yalçın Karatepe, yoksulluktan nefesi kesilen halkın bütçesi yerine Bakanı Mehmet Şimşek’e başka bir adres gösterdi: Vergi Cennetleri…

18 yıldan bu yana zaman zaman gündeme gelen ancak iktidar tarafından sürekli yok sayılan Vergi Cennetleri gerçeğini bir kez daha hatırladık bu görüşme ile. Karatepe’nin sözleri üzerine Şimşek’in gündemine vergi cennetlerinin gelip gelmediğini bilmiyoruz, bunu zaman gösterecek.

Ama biz “Vergi Cennetleri” yoluyla büyüklüğü bilinmeyen ama açığın kapatılmasında önemli etkisi olacağı tahmin edilen bu tutarın nasıl halktan çalındığını, bu sistemin nasıl işlediğini hatırlayalım.

GİZLİLİK GARANTİLİ TRANSFER

Çoğunluğu ada devletlerinde kurulan bu sistem, gizlilik garantili olarak vergisiz ya da çok düşük vergi uygulanarak servet transferine olanak sağlıyor.  Hangi ülkelerden, kimler, ne kadar tutarı bu ülkelere gönderiyor, bu ancak zaman zaman açıklanan bazı belgelerle bir parça görünür oluyor ama “tüm tutar, kimler ya da hangi şirketler” sorusu hiçbir zaman tam olarak açığa kavuşmuyor

ADALARIN ÖTESİNE GEÇTİ

Çoğunluğu Karayip Denizi’ndeki adalarda kurulduğu için off shore/kıyı ötesi denilen bu bankacılık sisteminin başka coğrafyalarda da yaygınlaştığı biliniyor. Ancak Virgin, Man, Cayman, Manş Adaları Şeyseller, Mauritius, Bermuda gibi ülkelerin yanı sıra İrlanda’nın da ismi bu cennetler arasında sayılıyor.

2016  ve 2017 yıllarında Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung gazetesinde yayımlananlar bu sistemi büyük ölçüde gözler önüne serdi. Bu belgelerde Türkiye’ye ilişkin veriler de yer aldı. “Beşli çete” denilen ama sayılarının daha fazla olduğu bilinen dev şirketler, eski Başbakanlardan Binali Yıldırım’ın oğulları, Türkiye’de faaliyet gösteren bazı bankaların da bu sistemin müdavimlerinden olduğu görüldü.

2021’de Pandora Belgeleri ile off shore bankacılığın küresel olarak kara para aklama amacıyla kullanıldığı iyice gözler önüne serildi.

Kamu ihaleleri ile fonlanan şirketler, iktidar olanaklarından nemalanan siyasetçiler, suç örgütlerinin kullandığı bu sistemin ana karakterini gösteren tanım OECD tarafından yapıldı, OECD sistemin vergi ile ilgili bölümünün tanımını yaptıktan sonra bir başka özelliğin de altını çizdi. Bilgi paylaşımı yapılmaması,  yani gizlilik, şeffaf olmama. Bu da işin ekonomik boyutunun yanı sıra kriminalleşmeye yatkın özelliğini de gösterdi.

TÜRKİYE YASASINI ÇIKARTTI, UYGULAMADI

Dünyadaki sermayenin büyük bölümünü kontrol altında tutan çok sayıdaki ülkenin ikiyüzlü bir tutumla bu sermaye transferine göz yumduğu, görmezden geldiği biliniyor. Türkiye ise vergi kaçırmaya yarayan sistemi kontrol altına almaya dönük bir yasal düzenlemeyi parlamentosundan geçirdi ancak yasalaştığı ile kaldı hayata geçmedi. Çünkü uygulanabilmesi için gerekli olan en önemli şart bizzat Erdoğan tarafından yerine getirilmedi.

Haziran 2006 tarihli 5520 Sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30’uncu maddesinin 7’nci fıkrası, “Kazancın elde edildiği ülke vergi sisteminin, Türk vergi sisteminin yarattığı vergilendirme kapasitesi ile aynı düzeyde bir vergilendirme imkânı sağlayıp sağlamadığı ve bilgi değişimi hususunun göz önünde bulundurulması suretiyle Cumhurbaşkanınca ilan edilen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlara (tam mükellef kurumların bu nitelikteki ülkelerde bulunan iş yerleri dahil) nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler üzerinden, bu ödemelerin verginin konusuna girip girmediğine veya ödeme yapılan kurumun mükellef olup olmadığına bakılmaksızın yüzde 30 oranında vergi kesintisi yapılır” diyor. Bu maddenin uygulanabilmesi için “Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilen ülkelerde…” hükmünün gereğinin yapılması gerekiyor. “Kim tarafından” sorusunun yanıtı da çok açık, “Cumhurbaşkanı tarafından…” Ancak Erdoğan aradan 18 yıl geçmesine karşın listeyi yayımlamadığı için bu ülkelere aktarılan tutarlardan yüzde 30’luk kesinti yapılamıyor. Yani bu kazançlar vergilendirilemiyor.

BİLANÇO BİLİNMİYOR

Buralara aktarılan tutarların büyüklüğü elbette bilinmiyor ancak, Tasarruf Genelgesi ya da Vergi Paketi ile bütçeye yaratılmak istenen gelirin önemli bir bölümünün bu vergilerle karşılanabileceği konusunda uzmanlar görüş birliği içinde.

Bu büyüklüğe ilişkin tahminde bulunmaya çalışan kurumlardan biri Vergi Adalet Ağı isimli sivil toplum örgütü. Bu örgütün yayımladığı son raporda, gelecek on yıllık dönemin sonunda küresel ölçekte toplam vergi kayıp ve kaçağının 4,7 trilyon dolara ulaşacağı hesaplanıyor. Bunun 1,7 trilyon dolarının vergi cennetlerine aktarılan tutarlardan kaynaklanacağı tahmin ediliyor.

Bu listenin yayımlanması ile bütçe açığının azaltılmasına katkısı olacak büyüklükte bir kaynak oluşacağı çok açık. Ancak iktidarın bu kez tercihini sermayeden yana koymaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bu da kamu ihaleleri ile fonlanan, KÖİ projeleri ile on yıllara yayılan kaynak transferi garantisi verilen şirketlerin, iktidar olanakları ile nemalanan siyasetçilerin, devlet ve siyaset içine kadar bağlantıları uzanan çetelerin hem daha az kar etmeleri hem de gizlilik garantisi veren bu ülkelere gizli servet transferi yapmalarının önlenmesi anlamına gelecek.

İktidarın bugüne kadarki tercihlerine ve iş yapma alışkanlığına bakılınca bunu beklemek hayalperestlik olur, bunu biliyoruz. Ama biz bir kez daha çağrıda bulunalım, “Bu listeyi yayımlayın, vergi kaçakçılığına suç ortaklığı yapmayın, aradığınız kaynağın büyük bölümü bu cennetlerde…”

                                                                    /././

Cumhuriyet, Hatay ve Aleviler -Şükrü Aslan-

Şehir kimlikleri, sanıldığı gibi fiziksel-mekânsal-kültürel olarak ‘kentli’ olma hallerinden çok diller ve kültürler üzerinden ilgili literatüre konu olmuştur. Hemen bütün modern devletler şehir nüfusunun dil-inanç kimliklerini tespit-tasnif etmeye odaklanmış; homojen toplum politikalarını bu kategoriler üzerinden kurmuştur. Bu nedenle şehir-kimlik ilişkisini anlamak, öncelikle bunları kapsayan demografiye bakmayı gerektirir. Bu, ayrıca devletlerin kimlik politikalarını anlamak açısından da oldukça önemlidir.

Hatay’ın şehir kimliği bu açıdan ilgi çekici olgularla yüklüdür. Şehir demografisini oluşturan kimlikler Hatay’ın, çeşitli devletler arasında pazarlık konusu olmasında daima merkezi rol oynamıştı. Yüzyıl önceki adıyla İskenderun Sancağı, 1921 Ankara Antlaşması’yla Fransız yönetimine bırakılırken ya da 1936-1937 yıllarında Milletler Cemiyeti’yle anlaşma gereği Suriye’ye bağlı özerk bir cumhuriyet olurken temel kriter Hatay’ın kimlik nüfuslarıydı; hangi kimlik grubundan ne kadar nüfusun bulunduğuydu.

Dolayısıyla bütün o süreçte kimlik kategorilerinin tespiti en önemli çalışmalardan birisiydi. 1936 sayımına göre şehirde Arapça konuşan nüfus 99 bin 163, Türkçe konuşan nüfus 85 bin 274 kişi olarak tespit edilmişti. Aynı sayıma göre 28 bin 857 Ermeni, 4 bin 831 Kürt ve 954 Çerkes vardı. Araplar yekpare değildi; Hıristiyan Araplar, 14 bin 105. Müslüman Sünni Araplar 22 bin 461, Alevi Araplar ise 62 bin 123 nüfusa sahipti.

∗∗∗

Sancakta Türk nüfus çoğunluk olmadığı için Arap Alevilerini kazanmak Türkiye için oldukça önemliydi. Zira resmi belgelere de yansıdığı gibi Hatay demografisinin en büyük gruplarından birisi Arap Alevileriydi. Cumhuriyet elitleri o yıllarda Arap Alevilerini “Eti Türkleri” olarak nitelemeyi tercih etmiş ve Osmanlı Devleti’nin, ‘Eti Türkleri’ni ihmal etmesini, facialardan biri olarak görmüşlerdi. Bunun yanı sıra farklı kanallardan yaptıkları yoğun propaganda ile aslında Arap Alevilerin Arap olmadıklarını, 40 asırdır buraya yerleşip zamanla dillerini unutup Araplaşan Eti Türkleri olduğunu iddia etmişlerdi. İlginçtir, Dersim kırımı sürerken bazı Alevi Ocak pirleri, Arap Alevilerin Türkiye’nin yanında-lehinde yer almasını sağlamak için, devlet tarafından Hatay’da görevlendirilmişlerdi. Bu çabalarla bazı Arap Aleviler, Türk olarak kayıt ettirilmiş ve nüfus (seçmen) sayımı açısından arzu edilen sonuçlar elde edilmişti. Nitekim Milletler Cemiyeti’nin verilerine göre Türk kesimden 22, Alevi kesimden 9, Ermenilerden 5, Araplardan 2, Ortodoks cemaatinden 2 kişi mebus olma hakkı kazanmıştı.

3 Mayıs 1938’de Milletler Cemiyeti gözetiminde yapılan seçimin yanı sıra, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1938’de Mersin-Adana’ya yaptığı gezi ve nihayet 3 Temmuz 1938’de Türk-Fransız Antlaşması ile süreç tamamlanmış ve Türk Ordusu Hatay’a girmişti. Haziran 1938-1939 döneminde İskenderun Sancağı, Hatay adıyla önce bağımsız bir devlet olmuş ve devamında Türkiye’ye ilhak ederek, ülkenin vilayetlerinden birisi haline gelmişti.

∗∗∗

Bu aşamadan Arap Alevilerin, sistem tarafından güçlü bir kabulü beklenirdi belki ama elbette öyle olmamıştı. Bütün o gerilimli süreçte özel ilgi gösterilen ‘Eti Türkleri’, Hatay’ın resmen Türkiye’ye katılmasıyla yeniden ‘Arap Aleviler’ olarak kayıtlarda yerlerini almışlardı. Üstelik ‘halledilmesi gereken bir sorun’ olarak. Mesela 3 Şubat 1943 tarihinde Samandağ Nahiye Müdürü Behçet Perim tarafından, Hatay Valiliği’ne gönderilen raporda Arap Alevilerin “Hatay’ın ilhakından dört yıl geçmesine rağmen, asimile olmadıkları gibi, günün birinde Türkiye’nin Suriye ile girebileceği bir savaşta, Suriye’nin yanında yer alacaklarından kuşku duyulduğu” yazılmıştı. Raporda “Alevilerin yerleşik olduğu mıntıkaların manen de ilhak edebilmesi için, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan’dan gelmiş evsiz ve topraksız halis Türk muhacirlerinin yerleştirilmesi” özellikle önerilmişti.

Özetle ‘Eti Türkleri’ gitmiş, yerine yeniden Arap Aleviler gelmişti. Artık onları da yerlerinden çıkarmanın zamanıydı. Bu uygulama çoğu ulus devletin bir tür alışkanlığı gibiydi. Ne yazık ki alışkanlıkların terkedilmesi hiç kolay değil ama üstesinden gelebilmek için yok sayılmamaları şarttır.

(BİRGÜN)