Mükemmel mi günler?-Aleyna Göksu-
12 Eylül’ün ilk meyvelerinden olan kimi liberal çevrelerin filmden sonra bir koşu gidip kaleme aldığı gibi “hayat bu kadar ve bu kadarlığı ile güzel” değil.
Yerel basında şimdiye dek üzerine çokça yazıldı. Soundtrack ve sinematografiye kutsallık atfedip filmden spoiler vere vere koca metropolde minimalist yaşama özendirici cümleler silsilesini okurken bulduk kendimizi. İşbu yazı, işin estetik boyutunu ve özendirici yaşam tarzının bizde uyandırdığı “tatlı hissiyatı” bir tarafa bırakarak “gerçeğe” yönelecek.
Filmin paylaşıldığı platformda kabaca Shibuya’nın umumi tuvaletlerini temizleyen Hirayama’nın bir yandan müzik, edebiyat ve fotoğraf tutkusunun peşinden gittiği hayatından memnun olduğu yazıyor. Gerçekten memnun mu yoksa hobilerine dahi ayırdığı sınırlı zamanını sunan burjuvazinin izni ile mi kendinden emin, memnun bir görüntü veriyor?
“Proletarya çaresizdir; kendi haline bırakılırsa, tek bir gün bile yaşayamaz. Burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamında tüm yaşama araçlarının tekelini eline geçirmiştir. Proletarya neyi gereksiniyorsa, ancak burjuvaziden, kendi tekeli içinde devlet gücü tarafından korunan burjuvaziden alabilir. Bu nedenle proleter, hukuken ve gerçekte, yaşamı ya da ölümü hakkında hüküm verebilen burjuvazinin kölesidir. Burjuvazi ona yaşam araçlarını önerebilir, ancak "denk" bir çalışma sunması karşılığında. Hatta proleterin rüştüne erişmiş sorumlu bir taraf olarak özgür seçimiyle davranıyormuş gibi bir görünüm kazanmasına; özgür, sınırlanmamış rızasıyla bir sözleşme yapıyormuş gibi bir görünüm kazanmasına bile izin verir.”1
Gün ağarmadan uyanan, mavi tulumunu giyip sıkı bir disiplin ile işe koyulan baş kahramanın mesai dışında doğaya duyduğu saygıyı; sevdiği müzikleri dinlemekten ve eserleri okumaktan, arada fotoğraf çekmekten oluşan rutinleşmiş günlerinden aldığı hazzı izliyoruz. Söylenmiyor, rahatsız değil; bilakis memnun. Yalnız kalmayı tercih ediyor, elindekinin azıyla yetiniyor.
Wenders’in demek istediği şey TÜGİAD Eskişehir Başkanı’nın “İşe dans ederek gitmiyorsanız o işi bırakın.” demek değildi belki... Ancak bir kereliğine çıkarın sinematografiyi ya da Patti Smith’i, Lou Reed’i aradan. Ortada modern toplumdan izole olmayı tercih etmiş karakteri aklınca sevimli kılmış ve sömürü düzeninde küçük şeylerden de haz alabilme inancını bize iteleyerek hayatın ne kadar güzel olduğunu ancak bizim onu keşfetmemize zaman tanımadığımıza veya izin vermediğimize dair izleyiciyi salak yerine koymuş bir alt metin var.
Binlerce işçinin haftalardır izin kullanmadan çalışmanın getirdiği uykusuzluk, uyuşma, mide problemleri, psikolojik rahatsızlık hatta intihara (Karoşi) uzanan bir sürecin yaşandığı Japonya’da Hirayama tatlı bir masaldan ibaret. (Japonya’da 2023 yılında 1010'u öğrenci olmak üzere 21 bin 818 kişinin intihar ettiği kayda geçmiştir2. İntiharların hiçbirinin bir anda gerçekleşmediği gibi o intiharı oluşturan nesnel durumların bireyi intihara hazırladığını tekrar not edelim.)
12 Eylül’ün ilk meyvelerinden olan kimi liberal çevrelerin filmden sonra bir koşu gidip kaleme aldığı gibi “hayat bu kadar ve bu kadarlığı ile güzel” değil. Bu yazı biraz da görüşlerini “sol” perde ile örtmeye çalışan liberallerin filmin içeriğine dair kayıtsızlığına ve övgüsüne karşılık yazıldı.
Hayatın kendisini güzel ve “gerçek” kılacak şey Hirayama’nın mesai molalarında sürekli ambalajı yiyecek yemek zorunda kalmadığı, tuvalet temizliği sonrası kendisine yaklaşan çocuğun annesinin kahramanımıza tiksinerek bakma cüretini veren sınıfsal uçurumun ortadan kalktığı bir yaşamdır.
Yakın zamanda ayda 207 saat mesai yapan 26 yaşındaki Japon işçinin intihar etmesine, aynı ülkede aşırı sömürüye karşı ilaç kullanımının artmasına bağlı işçi ölümlerine şahit olduk. Daha binlercesinin “Karoşi Sendromu” ile burun buruna gelmesine zemin hazırlayan sömürü sisteminin yıkılması ve insanca bir yaşamın tesis edilmesidir hayatı güzel kılacak olan. Sistemin tam da yaratmak istediği Hirayama gibi kabuğuna çekilip kendisine sunulan kısıtlı zamanı değerlendirmeye çalışmaktan memnun ve kabaca “etliye sütlüye dokunmayan” insanlardan olmayı reddetmektir hayatı güzel kılacak olan.
Değil Japonya’da, kapitalizmin hüküm sürdüğü her karış toprakta egemenler iş sömürüsüne bağlı oluşan intiharları yıl yıl incelemek için isterse bir yığın heyet oluştursun kitlelerin gazını almak için; örgütsüz bir toplumun ürünü olan bu sistem değişmediği müddetçe Hirayama gibi gerçeklikten son derece kopuk masal kahramanlarını izler birkaç saatlik seyir zevki sunarız kendimize.
Pencerenin diğer yüzü başkadır.
- 1.(Friedrich Engels- İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, s.130, Sol Y.)
- 2.https://anlatilaninotesi.com.tr/20240127/japonyada-2023-yilinda-21-bin-…
Tarihe “Weimar travması” olarak yazılan bir dönem var.
Kabaca 1. Dünya Savaşı’nın bitiminden Hitlercilerin iktidara gelişine kadar geçen bu dönem önemli birçok dönemeç barındırıyordu ama temel meselelerden biri demokrasinin sahibinin kim olduğuydu.
Fakat, kayıtlara benzer biçimde geçecek bir “Duma travması” görmüyorduk. Almanya’da ne olmuştu da bir travma ikincisini yani klasik faşizm dediğimiz şeyi yaratabilmiş, parlamentoya beslenen umutları öldürebilmişti?
Weimar’ın parlamentosu 14 yıllık kısa ömründe 40’a yakın siyasi partiye ev sahipliği yapmıştı. Yani burjuva devletin çiçeği burnunda parlamentosu nisbi temsil ilkesiyle “alın size demokrasi” diyerek gelmişti. Böyle bir parlamento Alman tekelleri için fazlasıyla dinamikti. Güçlü ve stabil bir hükümetin ortaya çıkması zordu. Bu, rövanş hazırlığında bir sermaye sınıfı için pek de istenilir bir şey değildi.
Peki bu dinamizmin asıl kaynağı neydi? Bu siyasi partiler, örneğin Maurice Duverger’in dediği gibi, parlamento gruplarından ve seçimlerin doğasından mı türüyordu? Alman parlamentosunun vekilleri de İngiliz vekiller gibi oylarını satılığa çıkarabiliyor ve bunu yarı resmi bir bürokrasiye bağlayabiliyor muydu?
Açıkçası genel oy hakkı parlamento kartelini kıran bir dinamizm üretmişti. On yıllardır siyasi hayatın dışına itilen emekçi sınıflardı söz konusu olan. Ama bütün bunları mümkün kılan, “siyasi parti”yi yeniden üreten bir keşif de söz konusuydu. Alman sosyal demokrasisi siyasetten anlaşılan şeyi değiştirmişti.
Alman Sosyaldemokrat Partisi, işçi sınıfı gettolarından güçlenerek siyaset sahnesine çıkmıştı. “Halk partisi”, “kitle partisi” veya adına ne dersek diyelim ama siyasette parlamento dışı gücün asıl belirleyici olduğu bir dönemdi bu.
Bu keşifle Weimar travması bir araya geldiğinde ortaya ne çıkabilirdi? Parlamentoya umudunu kaybeden ve giderek öfkelenen geniş kitleler için elbette başka alternatifler söz konusu olacaktı.
Buradaki temel ders şuydu: İtalya’da da Almanya’da ve hatta Fransa’nın 3. Cumhuriyet’inde de demokrasi paralize olurken, faşist alternatif parlamento dışından güç alarak geliyordu. Demokrasi paralize oluyordu olmasına ama sosyalist hareket de demokrasiyi daha yeni keşfetmeye başlamıştı, demokrasinin daha yenecek ekmeği vardı!
Ta ki faşizm bu kısa demokrasi rüyasını sona erdirene dek…
Oysaki demokrasi rüyası 2. Savaş biterken yeniden canlanacaktı.
2. Savaş bittiğinde Avrupa’nın en önemli ülkelerinde komünistler bir yandan işçi sınıfının temsiliyeti, diğer yandan direniş ve kurtuluş hareketlerinin en önemli unsuru olarak güç kazanmıştı. Bu gerçek bir güçtü, komünistler sökülüp atılamayacak bir örgütlülüğe ve meşruiyete sahiptiler.
Ülkenin kaderi üzerinde hak iddia etme kabiliyetine ve gücüne sahip bu partiler sahip oldukları bu gücü ne için kullanabilirlerdi?
Demokrasi mücadelesi için mi…
Yine tarihin tozlu sayfalarında kaldığını düşündüğümüz bir ismi çağırmamız gerekiyor: Eduard Bernstein, Alman sosyal demokrasisinin zeki ve dürüst bir ismiydi. Çünkü sorunun farkındaydı ve konuşsa durumu kabaca şu sözlerle özetleyebilirdi:
- Biz doğası gereği sistem karşıtı bir partiyiz. İşçi sınıfının partisi de biziz ve Alman imparatorluğunda demokrasiyi de biz savunuyoruz. Ama demokrasinin sınırları belli. Çünkü biz işçi iktidarı isteyeceğiz. Bir ikileme doğru yol aldığımızın herkes farkındadır umarım.
- Hatta ben bunu nasıl aşacağımızı da 1905’te bir makalede söylemiştim. Bence bizim daha çok bir “halk partisi” olmamız gerekiyor. Kendimizi işçi sınıfının temsiliyetiyle sınırlayacak olursak seçimlerde burjuvalardan aldığımız yarım milyon oyu çöpe atmamız gerekecek.
- İkilemi daha net anlatayım isterseniz: Bizim partimiz ya devrimci ve proleter karakterli bir sınıf partisi olacak ya da demokrat bir halk partisi. Bence birincisini bırakmadan ikincisine doğru yol almalıyız.
- Ama bunun için bazı şeyleri değiştirmemiz gerektiğinin de farkındasınızdır herhalde. Biz eğer gerçekten demokrasi mücadelesi vereceksek, seçimlere de sadece protesto-propaganda-örgütlenme üzerinden bakamayız. Bizim seçimlere ve kimlerden oy alacağımıza ciddiyetle yaklaşmamız gerekir.
- O halde bizim kitle partimiz, farklı sınıfların demokratik bir koalisyonu gibi çalışmalı, farklı sınıfları temsil edebilmeli, demokrasiye karşı sorumlu davranmalı ve uzlaşmayı göze almalıdır.
(...)
İşte “halk partisi” denilen şey böyle vücuda gelmişti. Bir ayağı parlamentoda, devlette, sistemin içinde diğer ayağı ise sokakta ve kitlelerde olan bir siyasi parti. Bu siyaset tarzı bir siyaset sistemi de yarattı. Uzlaşma, sorumluluk, işbirliği gibi temaların ön planda olduğu ve halk partileri eliyle devinen bir sistem.
Ne var ki bu sistem stabil gözükse de fazlasıyla “masraflıydı”. 1973 Petrol Krizi’yle simgeleşen bir dönem, siyaset sistemindeki hakim değerleri de değişmek zorunda bırakmıştı. Artık hakim değer “yönetebilme” kabiliyeti olacaktı.
Halk partileri doğası gereği fazla atıl kalıyordu. Siyasetin bel kemiği olan kitlelerin tutulması işlevinde oldukça yetenekli olan bu partiler, hızlı dönüşümler ve sermaye adına gerekli kararların alınması konusunda fazlasıyla yavaş, kontrolü zor ve “masraflıydı.”
Yeni dönem hız, sirkülasyon ve kolay adaptasyon demekti. Aradaki farkı Sahra Wagenknecht’in şu sözlerinden anlamak mümkündü:
“Aufstehen kurulduğunda 170.000'den fazla kişinin ilgisini çekerek büyük bir yankı uyandırdı. Beklentilerimiz çok büyüktü. O zamanki en büyük hatam, buna gerektiği gibi hazırlanmamış olmamdı. Başladığımızda yapıların kendiliğinden oluşacağı yanılsaması içindeydim; çok sayıda insan olur olmaz her şey işlemeye başlayacaktı. Ancak kısa süre içinde, işleyen bir hareket için gereken yapıların (eyaletlerde, şehirlerde, belediyelerde) bir gecede kurulamayacağı anlaşıldı. Zaman ve özen gerektiriyorlar. Bu BSW'nin gelişimi için önemli bir dersti: tek bir kişi bir parti kuramaz, iyi organizatörlere, tecrübeli insanlara ve güvenilir bir ekibe ihtiyaç var.”
Sonuçta parti başlatmak son derece kolay hale geldi. Ve konuşurken tarihe biraz saygı gerekiyordu! Çünkü bu sözlerin sahibinin, kendi adına kurduğu partiyi (BSW) “artık halk partileri yok” diyerek savunurken, o kadar da emeğe ihtiyacı olmayacaktı. BSW bir grup milletvekili tarafından başlatılmıştı ve örneğin yarın bir gün kapatılacak olsa o kadar da zorlanmazlardı.
Halk partileri erimeye, merkez sağ ve merkez sol denilen eksenler ortadan kalkmaya başladıkça, siyasetin parlamento gruplarına geri dönüşünün önünde nasıl bir engel olabilirdi ki?
Asıl engel işçi sınıfı partileriydi. Fabrikalarda, sendikalarda, işçi gettolarında örgütlenerek güç kazanan, sokağa indiğinde atmosferi değiştiren ve herkesi yeni bir model izlemeye mecbur bırakan bu partilerdi ortadan kalkmaya başlayan. Bu partiler silindikçe, engel de ortadan kalkmış oldu.
Çünkü tabir uygun olacaksa kendi partilerini “denetleyen” bir sınıf vardı. Siyaset partilerle yapılıyor, partiler tarihsel çıkış kökenine uygun bir biçimde siyasi felsefeleri ve ideolojileriyle birbirlerinden ayrılıyordu. Siyasetin merkezi kitleler oldukça, bütün bu özellikler de varlık sebebine kavuşuyordu.
Büyük masraf…
Ne yazık ki bunu masraf olarak gören yalnızca sermaye sınıfı değildi. Sol partiler bu “stabil” sistemde nereden enerji devşireceklerini şaşırdıkça, parlamento asıl güç kaynağı gibi görülmeye de başlandı.
Bunun adına “seyirci demokrasisi” deniliyordu artık. Kitlelerden liderlere değil, liderlerden kitlelere doğru “büyüyen” ve “güçlenen” partilerin demokrasisi…
Sonuçta sol partiler de giderek parlamento gruplarına dönüştü. Parti aygıtı parlamento gruplarının ve performansının ardından gelen bir “taşıyıcı” olmaya başladı.
Peki kitlelerin hiç söz hakkı olmayacak mıydı?
Veya siyaseti kitlelere kapatmak ne kadar mümkün olabilirdi?
Haftaya da bu soruların yanıtlarını arayacağız.
/././
Arkası Önü -Ayşe Şule Süzük-
"Ardımızda bıraktığımız 31 yıla inanamayarak bakmak ve onca zamanın geçmesine şaşmak ve elbette böylesi bir katliamın gerçekliği karşısında çaresizlikle karışık umutsuzluk ve yılgınlık var."
Nedenler, sonuçlar, bağlantılar, bağlamlar…
Bir karakterin kendi kendisi ile söyleşmesi ya da düşünmesi sürecini bir metinde bütün detayları, bütün girdileri ve çıktıları, bağlamları, ilintileri, çağrışımları ile aktarabilir miyiz? Bu akış kendine özgü ve biricik midir? Peki, bu akışı kendine özgü ve biricik kılan nedir? Okunan onca kitap, yazılan onca yazı, söylenen onca söz, var olan onca insan, ardında nasıl bir evren barındırıyor?
Pek çok kitabı bir arada okuyabiliyorum. Hatta başka başka işler yapmanın insanı dinlendirmesi gibi başka türlerdeki kitapları okumanın zihnimi soluklandırmasının yanında temizlediğini, zihnimin farklı alanlarla bağlantı ve çağrışım kurmasına yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Büyük bir mutluluk ve tutku benim için okumak. İş böyle olunca kimi zaman oyuncu çocuklar gibi şen ve bazen şımarıkça kitaplar dünyasında kayboluyor, bu izni kendime veriyorum. Elbette birbirine benzemez onca “şey” kafamın içinde yer çekimsiz ortamdaki nesneler gibi dönenip duruyor.
Bazen de bir imgeye, bir konuya, bir olaya, bir olguya, bir romana, bir yazara, bir insana demir atıyor. Sabit fikir olarak güm güm gümbürdüyor.
Şimdi sıcak, şimdi ateş, şimdi öfke, şimdi özlem ve hüzün var içimde. Ardımızda bıraktığımız 31 yıla inanamayarak bakmak ve onca zamanın geçmesine şaşmak ve elbette böylesi bir katliamın gerçekliği karşısında çaresizlikle karışık umutsuzluk ve yılgınlık var.
Haziran bitti, temmuz geliyor diyorum. 2 Temmuz, laiklik, Pir Sultan Abdal, Nesimi Çimen, Asım Bezirci, Behçet Aysan, Metin Altıok, yangın, yangın, yangın, katliam, 6 Temmuz, Aziz Nesin, Aydınlar Dilekçesi, Türkiye Yazarlar Sendikası, Marko Paşa, “Aydın mısın?”
Madımak Oteli diye bir yer, Sivas’ta. Yıl: 1993. 2 Temmuz. Günlerden Cuma:
Aydınlık ve karanlık, yaşam ve ölüm…
“Telefonlar dilsizleşiyor. Kısa zamanda ortalık yatışacak sözleri ışık tozlarının arkasında görünmez oluyor. Alıcı kuşlar beklemede. Uğultu kulakları sağır edercesine yükseliyor. Kocaman bir uğultu dalgası Madımak’ı yutmaya hazır bir canavar sanki. Kara sakalları ile kara bir ayinin tam ortasındalar.”1
“Taşlar o kadar güçlü yağıyordu ki kimi zaman koridorlara sırtımızı dayadığımız bir kapıya isabet ediyor; her yer zangır zangır titriyordu. Bir de korkunç bir uğultu vardı. Taşlar ve sloganlar zaman zaman birbirine karışıyordu.”2
“Birinci gün kültür merkezindeki etkinlikte, 'yine dostun gülü yareler beni' semahı söyleniyordu. Semah bittiğinde genç sanatçılar koyunlarından çıkartıp gül attılar. Biri benim kucağıma düştü. Yanımda Sami Karaören, onun yanında da Asım Bezirci oturuyordu. Gülü yakama takmak için uğraştım. Beceremeyince Asım Bezirci uğraştı. En sonunda bir kürdanla ceketimin yakasına tutturdu. Ertesi gündü. Kargaşada gülü kaybetmek istemediğim için ceketimin cebine koydum. Asım Bezirci otelin merdivenlerinde dolaşırken, gülü çıkardığımı gördü, gülün nerede olduğunu sordu. Artık sekize on dakika vardı. Arabalar otelin önünde yakılmaya başlamıştı... Dumandan zor nefes alıyorduk. En üst katın merdivenlerinde oturuyordu Asım Bezirci. Beni yanına çağırdı, oturdum. Bana söz ver, dedi. Bu atılan taşlar şiirine yansıyacak... Ben de, sizin yazınıza da yansıyacaktır mutlaka diyerek yanıtladım. Şimdi bana sıkıca sarıl, dedi. Sıkıca sarılıp yanaklarını öptüm. Hadi arkadaşlarının yanına git, dedi. O anda bunun bir veda olduğunu anlayamamıştım.”3
“Yukarıdan seslenmiştim onlara. Behçet Aysan, Metin Altıok ve Uğur Kaynar oturuyorlardı. Kimin aklına geldi bilmiyorum, ama aramızdan bir kişi ölse, aramızdan birisine bir şey olsa ne olur diye tartıştık. Sanırım bunu söyleyen Uğur’du. Metin dedi ki, ne olacak, kalanlar onun için şiir yazarlar.”4
Laiklik dinsel dünya görüşünün hâkimiyetinin kırılması demektir. Laiklik, dinin kamusal alandan çıkarılmasıdır. Laiklik anayasal güvence altındadır. Mücadele için ihtiyaç duyulan dayanak noktası tam da budur. Geçen otuz bir yılda nereye gelinmiştir? “Bu ülke hiç laik olmadı ki…” diye başlayan lafügüzaflardan fenalık geldi. Ezberleri günü, zamanı, bağlamı olmaksızın sürekli tekrar etmek üzerine düşünmek gerekmektedir.
Dedim ya birbirine benzemez pek çok kitap okuyorum. Bir tanesi de “Zihnin Ucu Bucağı” adlı bir diyalog kitabı. Alt başlık bilinç ve dünya bir midir? Metis yayınlarından basılmış. Riccardo Manzotti ve Tim Parks konuşuyorlar. Standart bilgi ve entegre bilgi olmak üzere iki tür bilgiden ve bilinci doğuranın entegre bilgi olduğundan söz ediliyor.
Peki, entegre bilgi ne?
Manzotti şöyle yanıtlıyor: “Herhangi bir sistemin dış dünyanın nedensel etkilerini kendi içinde ne kadar bütünleştirdiğini veya entegre ettiğini belirtmek için bir model. Örneğin denizyıldızlarının kollarından hiçbiri diğer kolların ne yaptığını veya onlara ne olduğunu bilmez. Sinirsel seviyede entegrasyon yoktur. Veya bilgisayar ekranındaki bir imgeyi düşün: Her piksel çevresindeki piksellerden oldukça bağımsızdır; diğerlerini değiştirmeden tek bir tanesini değiştirebilirsin. Öte yandan insanlar çok farklıdır. Bir nöronu değiştirdiğinde yüzlerce hatta binlerce başka nöronda da değişiklikler meydana gelir. Joyce’un Ulysses’ini veya Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini okuduğunda, Stephen Dedalus’un veya Marcel’in başına gelenlerin ânında diğer her şeyle karıştığını görürsün. Her şey birbirine bağlanır. İnsan nihai nedensellik kördüğümüdür. Onu çözemezsin.”5
Bu ülke hiç laik olmadı ki mi?
Buradan başlayınca nereye gideriz?
Peki, kim yazacak yakılan şairlerin şiirini?
- 1.A. Şule Süzük, Akıntıya Karşı Aziz Nesin, Seyir Yayınları, 2004.
- 2.Cafer Aydın, aktaran Eren Aysan, Dumanı Hâlâ Tüten Kent Sivas, Cumhuriyet Gazetesi, 2 Temmuz, 2003
- 3.Zerrin Taşpınar, aktaran Eren Aysan, a.g.y
- 4.a.g.y.
- 5.Ricordo Manzotti, Tim Parks, Zihnin Ucu Bucağı, Metis, 2018.
Bazen adalet mekanizması, bazen sosyal güvenlik politikaları, bazen yerel yönetimler, bazen eğitim ve sağlık sistemleri gündem oluyor. Bu düzenin sürmesinden taraf, kapitalizmle derdi olmayan siyasetçiler çıkıp bu başlıklarda birbirlerine zıtmış gibi görünen pozisyonlar alıyorlar. Bu pozisyonları alırken de kimisi milli beka sorunundan, kimisi özgürlüklerin tehlikede oluşundan bahsediyor. Bazıları adalet ve demokrasi talebi ile kendi pozisyonunu temellendirirken, bir başkası güvenliği gerekçe gösteriyor. Bazen evrensel değerlerden söz ediliyor bazen ulusal çıkarlardan…
Asgari sınıf bilincine sahip biri için bütün bu laf kalabalığının arkasındaki maddi zemini görmek daha kolay olabilir belki. Yani düzen siyasetindeki pozisyonları belirleyen esas faktörler sınıf bilinciyle bakıldığında daha açık seçilebilir. Ama bugün geniş kesimler için ne yazık ki bu laf kalabalığının daha büyük etkiye sahip olduğunu görebiliyoruz.
Bu kalabalığın içinde yer alan gündemler elbette tümüyle önemsiz şeyler değil, onları birer laf salatasına dönüştürenin düzen içi figürler olduğu ortada. Çünkü bu figürler çok önemli bazı konuları temelsiz olarak gündeme getiriyor. Pek çok sorunun ortak kaynağı, sömürü düzeni hariç her şey konuşuluyor. En gerçek ve gerekli taraflaşma zemini gizlenip suni taraflaşmalar körüklenmiş oluyor. Siyasetçi belagatla, uzun uzun değerlerden, ideallerden, bilimsel bulgulardan hareketle çeşitli başlıklarda pozisyonunu ifade ediyor. Gerçekte ise kim bilir kimleri zengin etmenin, hangi haramiyi başka haramiye üstün çıkarmanın, işçinin başına hangi belayı sarmanın peşinde?
Bazen öyle anlar geliyor ki, artık dil sürçmesi mi dersiniz, laf salatasının içindeki pırıl pırıl, apaçık gerçekler birkaç cümle ile farkında olmadan açığa çıkıveriyor. Adeta ağızlarındaki baklayı çıkarıyor siyasetçiler. Düzen siyaseti ile patronlar arasındaki etkileşimin bazı örneklerde ne kadar doğrudan hale geldiğini uzun uzun anlatmaya gerek bırakmayan cümleler dinliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 626 milyon TL'lik bir araç kiralama ihalesini Albayrak grubuna verdiği gündem oldu. Albayrak grubu AKP ile yakın ilişkileri bilinen, AKP iktidarı öncesi Tayyip Erdoğan'ın belediye başkanlığı döneminden beri bu ilişkileri paraya çevirmeyi bilmiş bir sermaye grubu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu ihaleyi tartışmalı “pazarlık” usulünü kullanarak işte bu Albayrak grubuna verdi.
Bir Youtube kanalında soruldu bu mesele Özgür Özel’e, “pazarlık” konusuna hiç girilmeden. CHP lideri, bu haberleri Manisa'da eczacılık yapan Özgür Özel düzenli takip ettiği gazetelerden okusaydı gıcık olurdu, ‘yazıklar olsun’ derdi, diyerek başladı söze. Ama biz koca koca belediyeleri yönetiyoruz, onların yandaş olduklarını AKP'ye yakın olduklarını bilsek de hukuki gereklilikleri yerine getirip en uygun teklifi veren firmaya ihaleyi vermemek gibi bir lüksümüz olamaz, dedi.
‘Oyunu kuralına göre oynayacağız’ artık yaygın bir laf salatası. Fakat kapitalizmin artık dünyanın hiçbir yerinde kural tanımadığını, kuralsızlığın norm haline geldiğini Özel de gayet iyi biliyor. Buna rağmen Albayrak grubunu kuralına göre oynayanlar listesinde gıcıklar kategorisine yerleştiriyor. Buna sermayenin üçüncü hali diyelim.
Tam da bu noktada ikinci soru geliyor: Yarın öbür gün meşhur beş müteahhit grubu da aynı koşullar altında ihaleye girerlerse kazanabilirler mi?
Burada alışkın olduğumuz beşli çete çizgisi çekiliyor, sermayenin ikinci hali. Bu çizgi neye göre çekiliyor, neden Albayrak yırtarken beşli gümbürtüye gidiyor biz bilmiyoruz. Daha önce de defalarca söyledik, beşli çeteyi çetenin geri kalanından ayıran nedir, gerçekten bilmiyoruz. Özel vergi indirimlerinden faydalandıklarını söylüyor, diğerleri de faydalanıyor. Usulsüz kamu ihalelerine girdikleri söyleniyor, diğerleri de giriyor. Toplumun adalet duygusunu zedeleyici şekilde zenginleştikleri, hukuk tanımadıkları söyleniyor, diğerleri de bundan farklı değil. Ve bu durumda CHP'nin beşliye dair sermayenin geri kalanından ayrıştırdığı tutumu da inandırıcılığını yitiriyor. Nazi döneminde zenginleşmiş şirketlerin Naziler tarihe gömüldükten sonra da aralıksız kar etmeye devam etmesi ve bugün dahi varlığını koruması geliyor akıllara. Ne de olsa faşisti de liberali de ortaklaştıran düzlem sermaye egemenliği…
Devamında, sermayenin birinci halini dinliyoruz Özel’den, eşine her zaman rastlanmayacak kadar doğrudan, apaçık sözlerle:
Nasıl cumhuriyetin ilk döneminde kurulmuş koca koca holdingler -Koç gibi(F. Altaylı)- Ak Parti döneminde birçok ihaleyi alıyorlar, çok önemli gelirlerini elde etmeye devam ettiler, Ak Parti'nin iktidarında belli bir noktaya gelmiş holdingler de aynı şekilde para kazanmaya devam edecek, hukukun dışına çıkamazsınız.
Bu cümleyi kurarken AKP'nin Koç'tan, kendilerinin Albayraklardan haz etmediğini de ileri sürüyor. Bunun da nedenini ifade etmeli CHP. Çünkü fark olmadığını, özünde aynı olduklarını da söylemiş oluyor aynı cümlede. Yoksa nasıl yedikleri değil kimlerin yediği ve kimlere yedirdiği mi önemli?
Sermayenin iyi, kötü ve çirkin hallerini dinledik Özel’den.
Koç hali, Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin, Makyol yani ‘5’li Çete’ hali ve Albayraklar hali…
Kendisi eczacı kalsaymış ‘yazıklar olsun’ diyeceği pek çok itiraz başlığının birer zorunluluk olduğuna ikna etmeye çalışıyor halkı. Ve üstelik bunu halkın sermayeyi kendisi gibi hallerine ayıracak hali kalmadığı bir anda yapıyor.
Alın size laf kalabalığının arasından pırıl pırıl parlayan bir gerçek.
Siz siz olun, yarınlar için beslediğiniz umudu kimselere emanet etmeyin. Sermaye sahiplerinin emeği ile geçinen herkes nezdinde tek bir hali var. Hiçbir işe yaramazlar...
/././
Fransa'da 88 yıl sonra yeniden kurulan Halk Cephesi: Aşırı sağa karşı bir umut mu? -Can Kuyumcuoğlu-
TKP Parti Meclisi Üyesi ve soL yazarı Anıl Çınar'la Fransa'da aşırı sağa karşı kurulan Halk Cephesi'ni, blokun aynı adla 1936'da yaşadığı iktidar deneyimiyle birlikte masaya yatırdık.Fransa'da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının ardından meclisi feshetmesi üzerine yapılacak erken seçimin ilk turu için bugün halk sandık başına gidiyor.
Bu süreçte Fransız Komünist Partisi'nin de aralarında bulunduğu sol partiler, ülkedeki aşırı sağ tehdidine karşı Halk Cephesi (Front Populaire) bloku oluşturarak seçime birlikte girme kararı aldı.
Front Populaire adı, Fransa tarihinde sembolik bir anlam taşıyor. Zira Fransa solu, 1936 yılında yine aynı adla bir koalisyon oluşturmuş ve iktidara gelmişti.
Türkiye Komünist Partisi Parti Meclisi Üyesi ve soL yazarı Anıl Çınar'la Halk Cephesi'ni masaya yatırdık. Fransa'daki bu hareket üzerinden ülke solunun geçmiş deneyimlerini ve bu deneyimler üzerinden Türkiye'nin devrimci hareketinin bugünkü durumunu da ele alma fırsatı yakaladık.
Fransa’da aşırı sağın Avrupa Parlamentosu seçimindeki başarısının ardından Cumhurbaşkanı Macron parlamentoyu feshedip erken seçim kararı aldı. Ülkedeki sol hareket ve partiler de, yükselen aşırı sağa karşı Halk Cephesi’ni kurdu. Bu blokun başarılı olma şansı nedir, aşırı sağı geriletebilir mi?
Önce bu noktaya nasıl gelindiğinden başlamak lazım. Sağa karşı ortaya çıktı, ama sağ yükselişe durduk yere gelmedik. Bizim solda bir hastalığımız var. Olaylara bir süreç ürünü olarak değil, o an olup bitmiş bir şey olarak bakıyoruz. Böyle olunca kulağa çok mantıklı geliyor: “Sağcı bir parti var Le Pen’in adına yazılan, o yükseliyor ve ona karşı bir şey ortaya çıkarıyoruz”. Çok kolay bir çözüm gibi değil mi? Bir araya gelirsin, onun seçim kazanmasını engellersin. Halbuki onu ortaya çıkaran koşulları değiştirmediğin sürece bir şey değişmeyecek. O yüzden o noktaya nasıl gelindi, ona biraz bakmak gerekiyor.
Sağın yükselmesinin bazı nedenleri var. Sol kendi solculuğunu, düzenin sıkışma noktalarını düzeni değiştirerek aşmak konusunda bir program ortaya koymadığı sürece o sıkışma noktaları orada kalmaya devam ediyor. Biz bunu göçmenlikte görüyoruz, ekonomik problemlerde görüyoruz, bugün savaşlarda görüyoruz. Sol hükümetler bunu değiştirmek için bir şey yapmadığı sürece, insanların tepkisi artıyor. Bu tepkisellik sağa doğru kaymış oluyor.
Fransa’da da bunun çok acıklı bir tarihi var, çünkü ilk defa bir araya gelmediler. Uzak tarih bir yana, geçtiğimiz 10 sene içerisinde de baktığımızda sol partiler yine bir seçim ittifakı gibi bir şey yaptılar. Ne dediler? “Sağ geleceğine Macron gelsin” diye düşündüler. Macron dediğimiz figürün büyük sermayenin adamı olduğunu biliyoruz. Ama aslında Marx’ın deyimiyle “hiçbir şey olamayacak bir insan” iken sırf sağın parlamentoda çoğunluğu sağlayamaması, solun da kendi solculuğunu yapamaması sonucunda bu ikisinin arasındaki gerilimden yararlandı. Zaten bütün bu manevraları da geçmişte olduğu gibi bu şekilde yaptı ve kazandı bugüne kadar. Muhtemelen bu son süreçte de benzer bir şey denedi ve ortaya yeni bir ittifak çıkınca işler karıştı.
Sağın yükselmesine neden olan koşullar ortadan kalkmadığı sürece bu ittifakın işlevi ancak bir geçiş dönemini yönetmek olabilir, kazansa dahi. Kaldı ki, geçtiğimiz birkaç günde gördüğümüz kadarıyla zaten kendi aralarında da doğru düzgün anlaşamayan, ortak bir program çıkartamayan, yalnızca “faşizme karşı birleşiyoruz” argümanıyla yan yana gelen bir toplam bu. Ben, buradan en iyi ihtimalle bir geçiş dönemini yönetecek bir şey çıkması dışında bir şey beklemiyorum.
Halk Cephesi’nin içinde Fransız Komünist Partisi de var. 1930’larda ve 2. Dünya Savaşı dönemindeki mücadelesiyle sivrilmiş bir partinin yakın tarih boyunca sosyal demokratlarla ittifak içerisinde olduğu bir çizgide ilerlediğini görüyoruz. Partinin bu çizgideki ısrarını, geçmişini de ele alarak, nasıl değerlendirmeliyiz?
Söz konusu Fransız Komünist Partisi olunca, tarihi de oldukça zengin olunca biraz bu çizginin ne olduğunu deşerek başlamak lazım. Fransız Komünist Partisi köklü bir parti, ne olursa olsun. Geçmişte işçi sınıfıyla bağları, sendikal gücü, 2. Dünya Savaşı’nda faşizme karşı direniş örgütleyişi ve kendi içerisinde de tartışmaları dönen olan bir parti olarak çok köklü bir tarihi var.
Öte yandan tarihe açıp baktığımızda çok net bir çizgi görüyoruz. Bu çizgi ne anlama geliyor? Dediğin gibi bir ısrar var.. Bence bunu bir tür demokrasi mücadelesi arayışı gibi algılamak lazım. Bütün diğer politikalar da bunun ürünü olarak gerçekleşiyor. 70’lerde Avrokomünizm geliyor. Ama bütün bu değişiklikler, bütün bu politikalar, bunların hepsine damgasını vuran bir şey var, o da demokrasi mücadelesi. Bir devrimci partinin artık bir demokrasi mücadelesi vermeye başlaması, o parti için bir ölüm anlamına geliyor.
Bu ilk defa böyle ortaya çıkmadı. Bunun da köklü bir geçmişi var. Sonuçta Fransız Komünist Partisi 1920’lerle birlikte bir ayrışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Bir Fransız solu vardı, onun içerisinden koptular. Komintern’in, dünya komünist hareketinin, Sovyetler Birliği’nin Bolşevizasyon politikasının bir ürünü olarak her ülkede, reformist soldan, sosyal demokrasiden kopma vardı. Fransız Komünist Partisi de bu kopmanın bir ürünü olarak ortaya çıktı ve kendi bağımsız çizgisini oluşturmaya çalıştı.
Öte yandan, bu kopuşun ardından o kadar çok siyasi dönemeç geldi ki, bu kopuşun hakkı tam olarak verilebildi mi, emin değiliz. Bunu nereden görüyoruz? Sağa dönmeye, demokrasi mücadelesi vermeye uygun koşullar ortaya çıktığında, bu partiler, hadi bu koşulların yaratıcısı veya isteyicisi olan Sovyetler Birliği diyelim, ama ondan daha hızlı bir şekilde bu politikalara adapte oldular, neredeyse kontrolsüz bir şekilde. O açıdan, birincisi bu demokrasi mücadelesinin verilmesinin nedeninin bu ayrışmada yaşanan sağlıksızlık olduğunu düşünüyorum. Daha öncesinde de Bolşevikler’in Menşevik’lerle yaşadığı ayrışma. Daha sonra 2. Enternasyonel’de sosyal demokrasiyle yaşanan ayrışma... Oralarda da kadro dinamizmi, oturmuşluk, program, bir sürü açıdan tam olarak istenildiği şekilde gerçekleştirilemediği için, sonraki dönemeçlerde bunun sonuçlarıyla karşılaştık.
Aslında bunlar hep eğilimler olarak kendini gösteriyor. Yoksa bu partiler durduk yere biz demokrasi mücadelesi verelim demiyorlar. Bu eğilimler uygun koşullar ortaya çıktığında beliriyor.
İlk uygun koşul zaten bizim bugünkü Halk Cephesi’nin başlangıcıyla, 1936’yla ilgili. O dönemin Fransız Komünist Partisi’nin lideri Maurice Thorez. Cephe yoklamalarının daha az bir zaman öncesine kadar hâlâ Fransız sosyalistlerine karşı uzlaşmaz bir tavır alacak sözlerde bulunuyor. 1934’ün sonuna doğru değişiyor politika. Ve aslında bu değişmenin çok temel bir nedeni var. O da dünyada yaşanan değişme. Yani aslında Hitlercilerin Almanya'da iktidara gelmesi, Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne karşı gerçekleştireceği dış politikanın, genel hatlarının artık belli olmaya başlaması, yani oradaki manevra alanının bitmesi Sovyetler Birliği'nin açısından ve önceliğin Sovyetler Birliği'nin savunulmasına dönmesi.
Bu andan itibaren Fransız komünistleri için temel mücadele bir tür geri adım anlamına geliyor. Tabir uygun olacaksa her şeyi bırakıp Sovyetler Birliği'nin en iyi şekilde nasıl savunulabileceğinin yollarının aranacağı bir döneme giriliyor. Bu açıdan 1936, yani Halk Cephesi politikası, diğer partilerin de yakınlaşmaya dönük bir çabası olsa da aslen Fransız Komünist Partisi'nin ittirmesiyle oluyor.
Sadece sosyalistlerle değil, bu dönemin Radikal Parti’si içerisindeki ayrışma da var. Oraya da müdahalede bulunuluyor. Temel amaçsa, Fransa'yla Sovyetler Birliği'nin dostluğunu sağlamak, yani bir anlaşmanın devamını sağlamak. Böylece Almanya'nın iki cephede bir anda savaş vermeye ya da mücadeleye zorlanması... Bunun Sovyetler Birliği'ni rahatlatacağı çok açıktı. Bu açıdan çok özgün bir dönemin ürünü olarak ortaya çıkıyor Halk Cephesi.
Peki bu özgün dönemdeki geri adımların bir sonucu olmuyor mu komünist hareket açısından?
Geri adımlar politikanın bir zorunluluğudur. Her politika bazı riskleri göze alır. Başka türlü siyaset yapamazsınız, müdahale edemezsiniz. Ama bazı kontrol noktaları tutulmadığı sürece bunların sonraki döneme arızalar devrettiğini biliyoruz.
Bu partiler de bu kontrol noktalarını oluşturmak konusunda bir yandan talihsiz bir geçmişe sahipler. Yeterli bir deneyime ve kadro birikime sahip değiller belki. O açıdan bu tarihlerden itibaren demokrasi mücadelesinin hep ön plana geçtiğini görmeye başlıyoruz. Bu kendisini daha sonrasında program değişikliğinde de ortaya çıkartıyor.
Mesela Sovyetler Birliği’ne bakış açısından da 1970'lere gelindiğinde artık gelenek halini almaya başlayan bir şey oluyor. Sovyetler Birliği'nde demokrasi yok söylemleri... Sovyetler Birliği'nde otoriter bir yönetim.... Avrupalı komünist partilerin en önemlileri aslında neredeyse emperyalizmin diliyle konuşmaya başlayacak noktaya geliyor. O noktaya gelinmesindeki sarhoşluğu yaratan şey işte bu demokrasi mücadelesi oluyor. Bugünün tohumları da öyle atıldı.
30’larda Fransa'da bir faşizm yok muydu, yani öyle bir risk yok muydu? Evet, zaten Fransa'da yükselen sağın tehdidine karşı da bir araya geldiler. Sadece bir dış politikanın ürünü olarak gerçekleşmedi, kuşkusuz. Ama o andan itibaren Fransız demokrasisini savunmak ön plana çıkmaya başlayınca aslında demokrasiyle de kavga etmesi gereken bir komünist parti, en temel silahlarından arınmaya başlamış oluyor.
Bazı ilginç anekdotlar da söyleyebiliriz burada. Son Cephe tartışmalarını incelerken, bir yandan da o döneme tanıklık etmiş aydınların anılarına ne yazıp çizdiklerine de bakıyordum. Aragon, Sartre, Simon de Beauvoir gibi… Çünkü bu Halk Cephesi politikası çok geniş bir aydın toplamının komünist partiye yaklaşmasını da sağlıyor. Simon de Beauvoir'ın anılarına bakıyordum. 1936'da çok ünlü bir Bastille kutlaması var. Tam Halk Cephesi ile aynı döneme denk gelen bir kutlama.
Normalde Bastille Günü kutlamalarına Fransız Komünist Partisi belli bir rezervle yaklaşır. Çünkü üç renkli bayrak vardır orada, kızıl bayrak yoktur, La Marseillaise söylenir. Halbuki Fransız onuru demek aynı zamanda bir emperyal bir onur anlamına geliyor. O tarih komünistlerin tamamen benimseyebileceği bir tarih değil. O açıdan rezervle yaklaşmıştır. Ama 1936'dan sonra kapakların tamamen açıldığını görüyoruz.
Kutlamalarda Fransa’nın iki tarihi birleştirilmeye çalışılıyor. Tamam o tarihte 1871 de var, 1848 de var ve başka dönemeçler de var devrimci geleneğin hanesine yazılan. Ama dediğim gibi Fransa’da cumhuriyetin tarihi başka öğeler de içeriyor. Ve bu kadar hızlı bir şekilde kültürel bir adaptasyon, sarhoşlatıcı bir etki de yaratıyor diyebiliriz. Simon de Beauvoir'ın anısında, “Biz Sartre'la dışarıdan gözlüyorduk” diye ifadeler var. Bu, geçişin ne kadar hızlı olduğunu da anlatıyor. Bu sonrasında da, politikada da kendisini göstermeye devam ediyor, “Biz artık demokrasiyi savunacağız, Fransız Cumhuriyeti'ni savunacağız faşistlere karşı” diye.
Bu büyük bir sempati yaratıyor Fransız Komünist Partisi'ne yönelik, bunu söylemek lazım. Öte yandan unutulan bir şey var. Fransa'da, o dönemin faşizmini biz klasik faşizm olarak adlandırırız. Bunun bir nedeni var. Klasik faşizm aynı zamanda Parlamento'ya, parlamenter demokrasiye, burjuva demokrasisine karşı unsurları da içererek ortaya çıkıyor. Yani sisteme karşı bir yön taşıyor ve siyaseti sokağa taşıyacak unsurlar bunlar. Bunları Nazizmin yükselişinde zaten görüyorduk. Fransa'da da benzer şeyler var.
Bu açıdan bir komünist partisinin, yani sistemi yıkmak, düzeni değiştirmek isteyen ve aslında burjuva demokrasisine karşı mücadele eden bir partinin bir yerden sonra demokrasiyi fazlaca savunmaya başlaması kendi devrimci programı, arzuları açısından da bir problem haline geliyor.
Dediğim gibi bu bir geri adım ve Sovyetler Birliği'nin savunulması çok ön planda ve doğru olan da bu. Ama bu geri adımlar daha sonrasında “Bu bir geri adımdır ve artık terk ediyoruz” denilmediği için ve devamlı hale geldiği için problem olmaya başlıyor. Söz konusu uzlaşma çizgisi de aslında bu tarihe yaslanıyor diyebiliriz.
TKP PM Üyesi Anıl Çınarİkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yine değişen koşullar var kuşkusuz. Savaş Sovyetler Birliği’nin zaferiyle tamamlanıyor. Savaşın sonuçları Avrupalı komünistleri hangi yönlerden etkiledi? Fransa ve Avrupa’daki demokrasi mücadelesine eğilim savaş sonrasında kendisini nasıl gösterdi?
İkinci Savaş sonrası Avrupa’ya bakışla ilgili aslında çok temel bir değişim var. Sovyetler Birliği ilk kurulduğunda, yani Bolşevikler iktidarı ele geçirdiğinde Avrupa'da bir devrim de bekleniyor. Hatta bunun için epey bir çaba sarf ediliyor. Devrimin geriye çekilmesinden sonra öncelik değişmeye başlıyor ama hep orada bir devrim arayışı var.
Öte yandan Sovyetler Birliği'nin kuruluşu, daha sonrasında İç Savaş'ın yaşanması ve sonrasında İkinci Dünya Savaşı'nın gerçekleşmesi çok büyük travmalar. Daha dünya devriminin istenildiği gibi aranamadığı bir noktada sürekli bir savaşla karşı karşıya kalmış ve 30 milyona yakın insanını kaybediyor Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı'nda.
Öncesindeki iç savaşta Komünist Parti en önemli kadrolarını kaybediyor. Çok ciddi saldırılar ve bütün emperyalist ülkelerin dahil olduğu saldırılar bunlar. O açıdan emperyalist bloka karşı muazzam bir uyanıklık var. Bu açıdan ilk başta tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna odaklanılıyor. Doğal olarak bu başka yerlerde devrime değil bir koruyucu kuşağın arayışına denk düşüyor. Bu normal ve doğru bir politika.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise şöyle bir durum var. Savaş bitti ama iki tane bomba atıyorlar Japonya'ya. O bombaların bir amacı da “Bizim artık büyük silahlarımız var ve sizi mahvederiz” mesajıyla Sovyetler Birliği'ne bir güç gösterisi yapmak.
Bu Sovyetler Birliği için çok büyük bir uyarıydı. Sovyetler Birliği de bu dönemde zaman kazanmaya çalışıyor. Bir üçüncü savaşla yani İkinci Dünya Savaşı'nın bitimini izleyen bir üçüncü savaşla Sovyetler Birliği'nin boğulması gibi bir tehlike vardı. Bu açıdan Sovyetler Birliği’nin Avrupa'ya bakışı değişmek zorunda kalıyor.
Avrupa'da savaş döneminde çok önemli komünist güçler, devrimci hareketler yükseliyor. Özellikle de direnişin örgütlenmesi sırasında ve işçi sınıfıyla kurdukları bağlar açısından Fransa’nın yanı sıra İtalya, Yunanistan var. İspanya'nın Franco ile mücadele eden bir mücadele geçmişi var, Portekiz var...
Buna rağmen Avrupa'ya emperyalizmi fazla kışkırtmayacak bir politikayla bakılmaya başlanıyor. Bunun ürünlerini görüyoruz. Yani İkinci Dünya Savaşı biterken antikomünistlerin çok kullandığı bir argüman var Sovyetler Birliği'ne karşı, “Dünyayı bölüştüler, Avrupa'yı bölüştüler” gibisinden.
Halbuki sahadaki orduların varlığına bakıldığında Avrupa'nın yarısı İngiliz ve Amerikan orduları tarafından işgal edilmiş durumda. Örneğin Yunanistan'a baktığımızda, Yunan komünistler hem kralcılara karşı hem de İngilizlere karşı mücadele veriyorlar.
Bu açıdan Sovyetler Birliği'nin yapabileceği çok bir şey de yok oradaki devrimi zorlamak açısından. Ama bu bir rahatlık yaratıyor. Konuştuğumuz gibi, Avrupa'daki komünist partiler bazı arızalarla ve eğilimlerle boğuştukları için her türlü geri adım, her seferinde bir sağ politikanın adapte olmasını, kendini güçlendirmesini mümkün kılıyor.
Böyle bir Avrupa'ya baktığınızda devrim arayışının güçsüzleştiği bir toplamda komünistlerin ne yapmasını beklersiniz? Yani devrimci bir mücadele için enerji toplama kaynakları ona göre bir stratejiyi yoğurmak yerine bu sistem içerisinde adım adım güçlenerek bir yol tutturma arayışı.
Bu aslında bizim Alman Sosyal Demokrat Partisi'nde Bernstein'in olduğu yıllarda çok yakından gördüğümüz bir şeydi. “Biz bu sistem içerisinde güçleniyoruz. Burjuva demokrasisinin olanaklarını kullanarak bu düzeni değiştirmek için yeterli mevzi elde edebiliriz. Artık sosyalizm bir devrimin, bir altüst oluşun ve hatta zor aygıtlarının ön planda olacağı bir devrimle değil, böyle adım adım gerçekleşecek” fikri yeniden canlanmaya başlıyor Avrupa komünist hareketinde.
Şimdi burada iki taraflı bir besleme var, onu burada söylemek lazım. Avrupa’da komünist hareketler zaten en başından beri buna hazırlar. Ama Sovyetler Birliği'nde de Hruşçov'un liderliğinde “barış içerisinde bir arada yaşama” gibi bir politika artık adı konularak resmileştiriliyor.
Yani bu politika Sovyetler Birliği'ne zaman kazandıracak bazı yönler taşıyor kuşkusuz. Başka açılardan da bakabiliriz ama burada çok ileri gidildiğini görüyoruz. Yani barış içerisinde bir arada yaşamının teorileştirilmesi demek bir sosyalist iktidarı, bir devrimci partiyi bütün silahlarından arındırmak anlamına geliyor.
Çünkü emperyalistler bunu görüyorlar. Daha en başından anlaşmaya uygun bir sosyalist iktidar olduğunu, kavgayı erteleyecek bir gözle dünyaya bakan bir sosyalist hareket olduğunu gördükleri sürece bunu kullanmaya başlayacaklar.
Bunun fazlası da var. Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nde de bir eğilim var. 2. Dünya Savaşı'nın ve öncesindeki zorlukların travmasının üstüne binen, bu travmayı Stalin kültüne saldırarak aşılabileceğini düşünen, aslında bir normalleştirme girişimini başlatmaya çalışan bir eğilim orada güçleniyor.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi çok köklü ve zaten bir devlet partisi. O açıdan bu eğilimlerin uzun vadede devrimci bir yola, bir mücadele yönüne evrilmesi beklenebilir. Ama Avrupa partileri böyle değil.
Burada ilginç anekdotlar söyleyebiliriz. Bizim tarihe bakarken gördüğümüz hep bir Mihail Suslov karakteri vardır. CIA belgelerine baktığımızda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin arka plandaki asıl ideoloğu olarak politikaların arkasındaki isimlerden biri olarak bilinir. Artık ideolog ne demekse… Ama sonuçta Suslov Avrupa ile kurulan temasta ve hatta Çin ayrışmasındaki argümanların oluşmasında da belirleyici isimlerden.
Ve örneğin Suslov'un barış içerisinde bir arada yaşamaya ya da Avrupa'daki komünist hareketlerin daha sonrasında Avro-komünizme varacak hareketlerine karşı sözlerine baktığımızda, evet bir uyanıklık var ama bir açıdan da geçişleri olduğunu görüyoruz. Bir tür dengecilik…
O açıdan iki eğilim birbirini besliyor. Yani Sovyetler Birliği Partisi'nde ortaya çıkan eğilim, Avrupa partilerinde çıkan eğilim birbirini besliyor ve sonuçta ortaya böyle bir Avrupa çıkıyor. Yani devrimi aramayan partiler ve dünyaya da o gözle bakan partiler.
Burada da bir soru ortaya çıkıyor. Yani siz bir komünist parti olarak devrimi aramıyorsanız, bütün güçlerinizi ve kaynaklarınızı ona göre seferber etmiyorsanız, kendinizi sistemin dışında tutmuyorsanız ne yaparsınız? Sistemin içerisinde adım adım güçlenecek bir stratejik yol izlemeye başlarsınız.
Bu da o sistem adına işlenen bütün suçların bir yerinde sizin de isminizin yer aldığı anlamına geliyor. O açıdan zaten Avrupa'daki komünistlerin güçsüzleşme sürecine baktığımızda kendilerini artık parlamenter manevralara, oy oranlarına ve ittifaklara tamamen kaptırmaya dönük bir eğilim gözlüyoruz. Bunlar da zaten komünist partileri diğer partilerden ayıran bütün özelliklerin ortadan kalkması anlamına geliyor. Günün sonunda da zaten bu partilerin artık sosyal demokratlarla birleştiğini ve başka sosyal demokrat partiler ortaya çıkardığını görüyoruz.
1936 deneyimine dönecek olursak... Bugün oluşturulan blokun ismini aldığı, Fransız komünistlerin de içerisinde bulunduğu Halk Cephesi iktidara geliyor. Bu dönemde, ekonominin devletleştirildiği, işçi sınıfının hak mücadelesinin sivrildiği bir aralığa tanık oluyoruz. Ancak kısa bir süre içerisinde yaşanan ekonomik kriz, hükümetin hızlıca çözülmesine neden oluyor. Bu dönemi koşullarıyla beraber nasıl ele alabiliriz?
Bu güzel bir soru. Fransa ekonomisi diğerleriyle, Almanya'ya kıyasla ya da İngiltere'ye kıyasla daha az sanayileşmiş bir ülke. Köylülüğün de ağırlığı fazla görece. Ya da sanayi çıktısının oranı daha az. Toplamda bakıldığında, 29 buhranının daha geç yaşanmasına ve daha zor atlatılmasına neden olacak unsurlar barındırıyor Fransa ekonomisi en başta. Bu açıdan 29 krizi biraz geç geliyor Fransa'ya.
Ama burada 20'lerden farklı olarak 30'larda da Fransa açısından ayırt edici bir şey daha var. Özellikle de Paris'in etrafında yeni sanayi merkezleri açılıyor. Otomobil fabrikaları var,
Başka büyük fabrikalar var. Bunlar binlerce işçi çalıştırıyor. Genç işçiler bunlar, yani 20'lerden biraz farklı olarak daha genç bir işçi kuşağı var.
Öte yandan, Fransa'nın hakim siyasi sisteminde işçi sınıfı kendi siyasi varlığını gösteremiyor. Bu da bir gerilim yaratıyor.
Halk Cephesi politikası birkaç şeyin ürünü olarak gerçekleşmişti, ama aslında bir dış politika gereksinimi olarak ortaya çıkmıştı, sosyalizmi savunması için. Ama 36'nın başına çok başka şeyler de öne çıkıyor. Muazzam ölçekte grevler ortaya çıkıyor. Bu grevler Fransa tarihinde daha önce görülmemiş ölçekte grevler. İşçi sınıfı da büyüyor. Komünist Partisi de artık işçi sınıfıyla organik bir ilişki kurmaya başlıyor. Fransa daha önce görülmemiş, belki 68'deki hareketliliklerle karşılaştırabilecek kadar büyük grev hareketleriyle karşılaşıyor.
Sosyalistlerin başındaki Léon Blum oldukça ünlü bir lider bir açıdan. Aslında Fransa'ya bir tür yeni anlaşma getirmeye çalışıyor. Amerika'da “New Deal” olarak ortaya çıkan şey. Bu gerilimi geçici olarak bir yöne doğru bağlamak, yani aslında iki sınıf uzlaştırmak açısından uygun politikaların temsilcisi olarak ortaya çıkıyor. Bu grevler, böylece büyük sermayedarların o anlık geri adımıyla bağlanıyor.
Bunu şu açıdan hiç küçümsemeyelim. O güne kadar Fransız işçisinin zaten haftada 40 saatlik iş günü yoktu. Ancak bu anlaşmayla, yani işçilerin mücadelesiyle kazanılıyor Fransa'da. Aynı zamanda hafta sonları ücretli izin ve tatil hakkı kazanılıyor. Bu muazzam bir kazanım anlamına geliyor onlar için. Daha önce kıyılara inip denize girememiş bir sınıftan bahsediyoruz.
Ancak yazın tatile giden ve ücretleri artan bu işçi sınıfı, tabir uygunsa yazın dönüşünde bir enflasyonla karşılaşıyor. Ücretlerin aslında hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaya başlıyor. Fransız ekonomisinin bu içine girdiği sıkışmaz durumu aşmak için hükümet bir oyalama siyaseti izlemek zorunda kalıyor ve 38'e kadar bir şekilde dengede tutmaya çalışıyorlar.
Ama sanayicilerin ve büyük sermayenin intikamı geliyor. Çünkü Fransa'nın bir açıdan da rekabet etmesi lazım. Fransa'nın parası Frank'ın dalgalanmasının artık önüne geçilmesi için bir stabilizasyon gerekiyor. Böylece, mevcut ekonomi politikalarının işe yaramadığı ortaya çıkmaya başlıyor. Dahası işçi sınıfına çok fazla ödün verildiği anlaşılmaya başlanıyor.
Bir de bunun duygusal bir tarafı da var. O güne kadar bu tür ayrıcalıklardan hep Fransa'nın zenginleri yararlanmış. “Cumhuriyet bizim, demokrasi bize çalışıyor” diye bakanlar artık işçi sınıfını görmeye başladıklarında ayrı bir sınıf kini de oluşuyor.
Bunun intikamı oluyor. Yani o döneme kadar bu politikaların ürünü olarak sermayelerini dışarıya kaçırıyorlar. Bir sınıf savaşı yaşanıyor orada, bir şekilde uzlaşmaya bağlanmak üzere. Artık bağlanamayacağı noktada zaten ipler kopuyor. Léon Blum istifa ediyor, Halk Cephesi de ortadan kalkıyor.
Buraya ekonomik durumun ötesinde başka bir şey daha eklemek lazım diye düşünüyorum. Aynı dönemde İspanya İç Savaşı yükseliyor. Çok temel bir gündeme haline geliyor Fransa'da. Fransız kamuoyunda Franco’ya karşı İspanya’ya silah yollanması gerektiğine yönelik talep oluşuyor.
Ancak, o liderlik koltuğuna oturduğunuzda kendi düşüncelerinizi değil, kapitalizmi ihtiyaçlarını düşünmek zorunda kalırsınız. Léon Blum, anlatılanlara göre gözleri dolarak silah yollayamam, “yapamam” diyor. Yollayamamasının bir nedeni var. O da Blum hükümetinin ABD ve İngiltere ile kurduğu bağ.
Bunun Sovyetler Birliği ve emperyalistlerin iki yüzlülüğü açısından da bir karşılığı var. İspanya İç Savaşı'nın büyümemesi ve dünya savaşına dönüşmemesi argümanıyla Fransa’nın silah yollamasına engel olan ABD ve İngiltere, işler Hitler'in kendi komşularına saldırması olduğunda görmezden gelebiliyorlar. Bu ikilemler Blum hükümetini düşürüyor.
Bu gelenek 2. Dünya Savaşı sonrası devam ediyor. Avrupa'da sosyal demokratlar, sosyalistler aslında Atlantik çizgisine oldukça sıcak bakan ve kim zaman da oldukça organik bağlar geliştiren bir siyasi hareket olarak serpilmeye başlayacak.
Bu da zaten de Gaulle dönemi ve sonrasının aslında temel problemlerinden birini oluşturuyor.
O halde yeniden bugüne dönelim. Halk Cephesi politikalarının ortaya çıktığı dünyayla bugünkü dünya aynı mı? Bugünkü Halk Cephesi niye yeniden ortaya çıktı?
Burada iki şey var. Bir tanesi dünyanın durumu, diğeri de parlamentonun konumuyla ilgili.
1936'daki Halk Cephesinin ortaya çıktığı dünya, emperyalistler arasında bir gerilimin, bir çatışma dinamiğinin ortada olduğu bir dünya. Almanya ve İtalya, emperyalist hiyerarşide başka bir rol düşündükleri için savaşıyorlar.
Sovyetler Birliği de, bütün emperyalist kampın kendisinin üzerine dönmesindense emperyalistler arası bu çatışmanın kullanılması gerektiği gibi gerçekçi bir dış politikayla dünyaya bakıyor ve ilk Halk Cephesi bu politikanın ürünü oluyor.
Fransız komünistleri de burada bir açıdan devrimci diyebileceğimiz bir görevle Sovyetler Birliği'ni böyle bir dünyada korumak göreviyle hareket ediyorlar.
Bugün baktığımızdaysa Avrupa'da hangi siyasi partinin hangi çizgide olduğu konusunda ben açıkçası bir şey söyleyemiyorum.
Mesela Le Pen Rus dostu mu bilmiyorum. Ya da Fransa'daki bu yeni Halk Cephesinin unsurları, Avrupa, Avrupa Birliği, Atlantik'in konumu hakkında tam olarak ne düşünüyorlar? Karşıdan bakınca anlaşılmıyor gerçekten.
Aslında bu büyük bir ikilem. Bütün dünyayı kavuran, millicilik ve özgürlükçülük ikilemi.
Bundan da ortaya çıkıyor ama sonuçta bugünkü Halk Cephesi’nin farklı bir dünyada olduğunu da söylemek lazım.
İkincisi ise parlamentonun konumu ile ilgili. Bizim klasik faşizm dediğimiz şeyin klasik olmasının nedenlerinden bir tanesi devrimci hareketlere karşı ortaya çıkmış olması. Ancak yöntemleri de devrimci hareketlere benziyor.
İçlerinde liberalizme karşı, parlamentoya, Almanya'da Weimar Cumhuriyeti'nin sosyal demokrasisinin işlemezliğine karşı, yani sisteme ve düzene karşı en azından görüntüde de olsa bir unsur taşıyor bunlar içerisinde ve siyaseti sokağa yayıyorlar.
Sokakta siyaset yapıyorlar, komünistlerin de yaptığı gibi. Parlamentodan almıyorlar ilk başta güçlerini.
Fransa'da da benzer bir şey var. Radikaller kendi içerisinde bölünüyorlar. Fransa'daki Üçüncü Cumhuriyet’in ve parlamentonun ne kadar işleyebileceğine dair soru işaretleri ortaya çıkmaya başlıyor. Onu önceleyen Dreyfus, Stavisky gibi bir takım vakalar var da elbette. Bu soru işaretleri parlamentoya dair problemler üretmeye başlıyor. Faşizm kendisini parlamentonun dışından güç devşirecek bir şekilde güçlendiriyor.
Bugün baktığımızda ise Fransa'daki Le Pen’in partisi, parlamenter bir sistemin içerisinde güçlenen ve hedeflerini orada gözeten bir parti olarak ortaya çıkıyor. Almanya'da AfD de öyle. Bunlar parlamentonun kanatları altında güçlenen partiler ve aslında baya devletin içerisinde güçlenen partiler.
Bu açıdan bakıldığında solcuların biz burjuva demokrasisini ayırıyoruz faşizmden demeleri bir açıdan tarihsel olarak doğru olmakla birlikte, bugünkü koşullarda anlamını yitiriyor. Söz konusu burjuva demokrasisi faşizmi üretiyor işte. Gördüğünüz gibi parlamentonun içerisinde güçlendiriyor hatta. Sizin o çok içinde yer almak istediğiniz ve orada güçlenirsek bunları engelleriz dediğiniz parlamento işte sağ hareketleri kendi bağrında güçlendiriyor.
Bizim komünistler olarak tercihimiz her zaman için gerçekten de faşizmin sistem karşıtı, düzen karşıtı, işte burjuva demokrasisinin karşısında duracak bir pozisyon almamasıdır. Ama bu istek ne zaman bir anlam kazanır? Komünistler de sistem ve düzen karşıtı, parlamenter budalalıklara girişmeyen bir devrimci strateji izliyorsa gerçekleşir.
Avrupa'da gördüğümüz şey bu olmadığı için ortada çok tuhaf bir problem var. Bu problem Macron gibi tuhaf figürleri hâlâ orada tutabiliyor.
Bunlardan yola çıkarak biraz da ülkemizden bahsedelim. Fransa’daki gelişmeler ışığında, Türkiye solunun bugünkü durumunu nasıl değerlendirebiliriz? Bir yandan da Türkiye Komünist Partisi’nin sosyal demokrasiye olan mesafesi ortada. Türkiye’nin devrimci hareketleri tarihten ne gibi dersler çıkarmalı, bu dönemde nasıl bir yol izlemeli?
Eğer devrimci hareketler, devrimci siyasi çizgiler, devrimci stratejilerini dışarıdan güç alma ya da kendilerinin sahip olmadığı güçleri başka yerlerden kompanse etme arayışıyla dünyaya bakarlarsa büyük hatalara kapı ararlar. Tamam bunun dünya içerisinde bir gerçekliği yok değil. Az önce konuştuğumuz gibi, emperyalistler arası çıkar çatışmasına yararlanmadan bir devrim yapılamaz. Ancak stratejinizi bir kere dışarıdan güç almaya bağlar, kendi güçsüzlüğünüzü o şekilde kapatmaya başlarsanız o zaman işler değişmeye başlıyor. Avrupa'da olan da bu, Türkiye'de olan da bu.
Türkiye'de olan çok açık. Solun Türkiye’de her zaman etkisi var, ancak bir psikolojik güçsüzlük yaşıyor. Bu güçsüzlük bir yandan dünyadaki diğer devletlerin açtığı alana tamamen yamayarak, bu belki Rusya olabilir, Çin olabilir, oradan kendilerini güçlendirme arayışına itebilir. Diğer yandan da mevcut burjuva demokrasisinde nefes alanları aramaya çalışma eğilimi görülebilir.
Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor. Kimse size bedava bir nefes alanı tanımaz. Yerleşebileceğiniz bir boşluk yaratılır, siz oraya yerleşirsiniz, güçlendiğinizi zannedersiniz. Örneğin, CHP çok uzun süredir sosyal demokrat bir parti olmadığı için, her ne kadar bu dönemde biraz değiştirmeye çalıştırsa da görüntüsünü, CHP'nin solu diyebileceğimiz alanda bir boşluk yaratıyor. Türkiye'deki sosyalist partiler bu boşluğu görerek, “Ben burada güçlenirim” diyerek oraya atladıklarında aslında güçlenmiş olmuyorlar, düzenin o boşluğunu düzen adına kapatmış oluyorlar. Bu da kendilerinin ölüm fermanı anlamına geliyor bir açıdan.
Problem şurada, Türkiye'de hiçbir sol hareket bitmiyor, hiçbir parti de yok olmadığı gibi. Bu sol hareketler işlevleniyorlar, aslında halkı ikna etme görevi ortaya çıkmış oluyor.
Şimdi 1936'nın Halk Cephesi’ne baktığımızda, o dönemin gerekli politikası olmakla birlikte, objektif olarak baktığımızda, Fransa'yı zor bir dönemeçte kontrol altında tutan bir dönem var. Léon Blum'un başında olduğu dönem, sermayeyle işçi sınıfını uzlaştıran, Fransa’daki 29 Buhranı'nın gecikmiş tepkilerini de görece yumuşatan bir dönem. Bugün Fransa'daki yeni Halk Cephesi ne işe yarayacak?
Macron'un girdiği çıkmaz ve Yeni Sağ denilen şeyin yükselişi. Burada yeni bir dönem var. Bir yandan Rusya-Ukrayna Savaşı'nın yarattığı gerginlik, bir yandan göçmen sorunu, bir yandan ücretlerin düşmesi, enflasyonun artması... Böyle bir dönemin yönetilebilir kılınmasından başka bir şey işe yaramayacak ve aynı zamanda çok geniş bir kitleyi seçimlere, yani sokağa ve örgütlenmeye olmaktan ziyade seçimlere ve demokrasi oyununa kitlemiş olacaklar.
Türkiye'de yaşanan da bu oldu ve bu olmaya devam ediyor. Şimdi parlamento da düzenin meşruiyetini sağlayan bir organ haline geldi. Türkiye'de de parlamentoda güç kazanma, yani birinci sıraya bu yazılırsa, oy kazanmak temel motivasyonla yapılırsa ya da sosyal demokrat kanat altında bir ağ kurarak güçlenmeye bakılırsa böyle bir sonuç ortaya çıkacak.
Biz bu açıdan çok tarihsel ve temel bir ayrımla dünyaya bakıyoruz. Yani sosyal demokrasi günün sonunda burjuvazinin hareketidir. Yani tarihsel serüveni boyunca oraya evrilmiştir ve artık öyledir. Bu açıdan solun güçlenmesine falan yaramaz. Aksine bir dönemin yönetilebilir kılınmasına ve daha da kötüsü sol adına yönetilebilir kılınan bir dönemden sonra belki de sağın güçlenmesine neden olur.
O açıdan komünistler, bir parti, siyasi hareket olarak sosyal demokrasiden her zaman için bağımsız ve hatta stratejisinin bir yerinde sosyal demokrasinin etkisi kırılmadan hiçbir devrimin başarıya ulaşmayacağını bilerek hareket ederler.
Bizim 1920'lerde gördüğümüz, Avrupa'da gördüğümüz temel ders de buydu aslında. Almanya başta olmak üzere, Avrupalı komünist partiler sosyal demokrasinin işçi kitleleri, geniş halk kesimleri üzerindeki etkisini kıramadığı sürece bir devrimci durum başarıya ulaşmayacaktı. Bugün bir devrimci durum yaşamıyoruz elbette ama yaşanan da bir açıdan bu.
Yani burada etkisini kırmanın ötesinde artık şu noktaya gelmiş durumdayız. Sosyal demokrasinin ne olup olmadığını da anlatmak durumunda kalıyoruz. Bu açıdan bizim politikamız biraz da bununla da ilgili, bu dersler ışığında baktığımızda.
/././
Demokrasi tehlikede mi?-Engin Solakoğlu-
Fransız sermayesinin yılmaz savunucusu Macron ve yandaşlarının sergilediği tutumun Fransızcası da Türkçesi de aynı anlama geliyor: Fransa’yı aşırı sağcı bir hükümete teslim etme niyetindeler.
Nasıl başlık ama? Son yirmi yıldır yerli ve yabancı birçok yayın organında rastladığımız “Türkiye otoriterleşiyor mu?” klişesini anımsatmıyor mu?
Hafta içinde ABD Başkan adaylarını izledikten sonra ilk aklıma gelen klişelerden biri bu oldu. Dünya zaten diktatörlüklerle doluydu, büyük çoğunluğu NATO ve AB şemsiyesi altında toplaşmış birkaç “yiğit” demokratik ülke canhıraş var kalma mücadelesi veriyordu. Heyhat o ülkelerde de demokrasi tehlikedeydi...
ABD Başkanlık seçimine dönersek, Biden’ın “müthiş” performansı, “demokrasi” yanlılarında dehşetli bir panik yarattı. Demokrat Parti’nin başka bir aday çıkartması için çağrılar çoğaldı. Bu çağrıların bir kısmı yakarışa dönüştü. Eski Başkan Obama sosyal medyadan verdiği mesajlarla bu kitleyi teskin etmeye çalışırken, durumun “vehametini” vurgulayarak kendisinden yeni bir aday belirlenmesi için ricacı olan vatandaşlarımıza bile rastladım.
Bu arada “demokrasi” cephesinin has bahçesi AB yeni yöneticilerini belirledi. Demokratlıktan prangalar eskiten, Soykırımcı İsrail destekçisi, atanamamış Neonazi generali Von Der Leyen konumunu korudu da “özgür dünya” bir rahat nefes aldı! Rusya’nın parçalanması gerektiğini açıktan savunan Estonyalı Kallas ise Josep Borell’in koltuğunu, yani AB Dış Politika Yüksek Temsilciliğini devraldı.
Gelin görün ki, “demokrasi” cephesinde kaygı verici olarak nitelenen başka gelişmeler yaşanıyor.
Fransa’da parlamento seçimlerinin ilk turu siz bu satırları okurken tamamlanmış olacak. Bu konudaki arkaplan bilgilerini, görüş ve tahminlerimle birlikte önceki hafta sıralamıştım.
Öyle anlaşılıyor ki, birinci tur Ulusal Meclis’in dağılımına dair net bir fikir vermeyecek. Gerçek tablo 7 Temmuz’daki ikinci tur sonunda ortaya çıkacak. Katılımın 1999 yılından beri en yüksek oran olan yüzde 66-67 seviyesine tırmanabileceği hatta bunu da aşıp yüzde 70’leri bulabileceği de tahminler arasında. Takip etmeye çalıştığım Fransız uzmanlara göre, 577 seçim bölgesinin kayda değer bir bölümünde (200-250) 2. turda en az 3 aday yarışmaya hak kazanacak. Biraz açarsak, bir aşırı sağ, bir merkez sağ, bir de sol aday 2. tur için gerekli oy oranını sağlayacaklar. Zira son anketlere göre, aşırı sağ yüzde 32-35, sol (NFP) yüzde 27-29, Macron yandaşları ise yüzde 20-22 seviyesindeler. İlk iki sırada görünen partilerin adaylarının yarışacağı seçim bölgelerinin bir bölümünde ise Macron’un ve geleneksel sağ parti seçmenlerinin aşırı sağı mı, yoksa sol ittifak NFP’yi mi tercih edecekleri belirleyici olacak.
NFP şimdiden ikinci tur için seçmenlerine aşırı sağın karşısındaki adaylara oy verme çağrısı yaptı. Macron ve yandaşları ise ne biri ne öteki anlamına gelen “ni, ni” sloganını benimsemiş durumda. “Aşırılara oy yok!” diye tutturmuş gidiyorlar. Oysa seçimlerden galip çıkma olasılığı son derece yüksek olan tek bir “aşırı” var o da aşırı sağcı RN (Ulusal Birlik). Üstelik bu öznel bir değerlendirme değil. Fransa Danıştayı’nın yaptığı resmi tanım. Fransız sermayesinin yılmaz savunucusu Macron ve yandaşlarının sergilediği tutumun Fransızcası da Türkçesi de aynı anlama geliyor: Fransa’yı aşırı sağcı bir hükümete teslim etme niyetindeler. Esasında bunda şaşılacak bir şey de yok. Aynı kaptan beslenen siyasal hareketlerden söz ediyoruz. Aralarındaki fark içerikten ziyade söylemde. Aşırı sağcılar bu konuda daha beceriksizler. “Politik doğruculuk” konusunda eksik kalıyorlar. Ağızlarından çıkanı çoğu zaman kulakları duymuyor. Kendisine “liberal” diyen sağcılar ise aynı politikaları daha cazip ambalajlarda halka sunabiliyorlar.
Fransa’da yaklaşık dört hafta süren seçim kampanyasının yürütülüş şekli, büyük sermaye egemenliğindeki basın yayın organlarının kamuoyunu tek yanlı yayınlarla etkileme ve burjuvazinin çıkarlarıyla tam uyuşmayan parti veya hareketlerin sesini nasıl boğabildiği, bu hareketleri nasıl başarıyla yaftalayıp (Hamas yanlısı, şiddet taraftarı, Yahudi karşıtı vs) mahkûm edebildiği konusunda, ders alma yeteneği olanlar için öğretici bir örnek teşkil etti. Başka bir deyişle “rende binası” sadece Türkiye’de mevcut bir yapı değil. Sermaye her yerde farklı tasarım ve biçimlerde “rende binaları” inşa etmeyi başarabiliyor.
Fransa’nın “Burjuva demokrasisinin” en parlak örneklerinden biri olarak gösterildiğini anımsatıp ilk bakışta farklı görünse de ziyadesiyle bağlantılı bir konuya geçelim.
Fransız düşünür Jacques Rancière, Philosophie Magazine adlı bir dergiye konuşmuş. Rancière, L. Althusser’in öğrencisi olmuş, şimdilerde “post-marksist” olarak tanımlanan bir düşünür. Yani, maazallah Leninist filan değil. Türkçe’ye de çevrilen çok sayıda kitabı bulunan Rancière’in en tanınmış yapıtı 2005’ta yayınlanan “Demokrasi Nefreti”.
Rancière söyleşisinde özetle, eşitliğin bulunmadığı yerde demokrasinin olamayacağını, dolayısıyla bugün Fransa’da ne demokratik bir krizden de ne gerçek bir demokrasiden bahsedilebileceğini söylüyor. Dergi de doğal olarak bu sözleri başlığa taşımış. Fransızca okuyabilen, YZ veya farklı çeviri uygulamaları kullanarak okumayı arzu edenler için söyleşinin linkini buraya bırakıyorum.
Rancière, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Gerçek bir demokrasi yok çünkü bu yoz sistem temsil özelliğini içermiyor. Temsili bir düzen seçmenin, seçilenleri ve yöneticileri denetleyebildiği bir düzendir. Şu an yaşanan kriz, ülkeyi ticari banka gibi yöneten ve halktan arada bir onay talep eden bir hükümet etme biçiminin krizidir.”
Fransız düşünür, Fransa’nın içine düştüğü durumu ve aşırı sağın yükselişini yorumlarken bunun temel sebeplerinden birinin “sol”un ihaneti, daha açık bir deyişle kitlelerden kopması olduğunu eklemeyi ihmal etmiyor ve baş sorumlu olarak da sosyal demokratları (PS) gösteriyor.
Daha fazla uzatmayacağım. Bunlar aslında Rancière’in yıllardır savunduğu fikirler. Beğenen olur, beğenmeyen olur. Mesele burada değil. Yalnız şu tespitin altını bir kez daha çizmekte yarar var: Bugün Fransa’da demokratik bir kriz yok zira demokrasi yok.
Bu söyleşinin Türkçe bir “haber sitesi”nde yayınlanan özet çevirisini ise şuradan okuyabilirsiniz. Başlığa çok takılmayacak, serde monşerlik olduğu için “editoryal tercih” deyip geçeceğim. Salt o başlığa bakarsanız, Fransa’daki düzenin demokratik olduğunu, Rancière’in de o düzenin “erdemlerini” savunduğu bile varsayabilirsiniz. O haber sitesi, tahmine müsait saiklerle, ne kadar çabalarsa çabalasın Rancière öyle düşünmüyor. Bundan emin olabilirsiniz.
Emin olmamız gereken bir diğer konu ise eşitliğin olmadığı bir yerde demokrasinin varlığından söz edilemeyeceğidir. Bir kişinin değil, bir liranın bir oya eşit olduğu ülkelerde seçimler de, düzen de ne eşitlikçi ne demokratiktir.
/././
Tatavla'nın Kurtuluşu üzerine: 'Kurtuluş' diye vaat edilen buysa, vay halimize!-Özkan Öztaş-
"Tatavla'nın Kurtuluşu" kitabının yazarı Aytek Soner Alpan ile 1929 Tatavla Yangını'nı soL için konuştuk: 'Tatavla ortadan kaldırıldı ama mütemadi bir fetih ihtiyacı devam etti, ediyor.'Aytek Soner Alpan'ın kaleme aldığı "Tatavla'nın Kurtuluşu" adlı çalışması İstanbul'un Rum kimliğiyle özdeşleşen semti Tatavla'nın tarihini, özelinde de 1929 yılında çıkan "Tatavla Yangını"nı konu ediniyor.
Türkiye tarihine bakıldığında, yakın ve uzun vadeli sonuçları itibariyle, kentsel ve ulusal mekanın yeniden kurgulanması, devletin egemenliğinin sembolik ve fiili tesisi ve ulusal kimliğin inşası başlıklarında bir araç olarak kullanılan yangınlardan biri olarak incelenen Tatavla Yangını'nı, kitabın yazarı Aytek Soner Alpan ile soL okurları için konuştuk.
'Önünde sonunda bir mahalle, ne kadar önemli olabilir?'
Tatavla ülke tarihinde özel ve önemli bir yere sahip. Kitabın önsözünde de bahsediyorsun yola çıkış serüveninden. Ama bir kez daha senden dinlemek isterim. Neden bu mahalleyi çalışmak istedin. Seni bu çalışmaya iten sebepleri öğrenebilir miyim?
Evet, kitabın önsözünde kısaca bahsediyorum kitabın temelini oluşturan çalışmanın hikayesinden. Her çalışmada olduğu gibi bilimsel açıdan meseleyi objektif olarak ilgi çekici kılan bazı hususlar olduğu gibi o çalışmayı tetikleyen kişisel nedenler, süreçler de oluyor. Biraz da karanlık yanları olan kişisel boyutuna burada girmeyeyim. Kişisel deneyimimden yola çıkarak 'akademik zorbalık' meselesine odaklanmak ve meseleyi ayrıca yazmak istiyorum. O nedenle bu konunun tarihsel açıdan neden önemli olduğuna değineyim.
Tatavla'nın öneminin nereden kaynaklandığını iyi tespit etmek gerekiyor. "Önünde sonunda bir mahalle. Ne kadar önemli olabilir?" diye sorulabilir, ki çok da haksız olunmaz. Bu soruya benim yanıtımın birbiriyle iç içe geçen üç boyutu var: Bir yandan Tatavla baskın karakteri olan bir mekan ama bu baskın karakteri ona kazandıran sadece Rum kimliğiyle özdeşleşmiş olması değil. Bu elbette önemli ama Tatavla’yı daha ilgi çekici kılan başka bir husus söz konusu. Tatavla -sevimsiz sosyal bilim jargonuyla söyleyecek olursam- liminal yani "eşikte" bir vaka ve bunun birden fazla nedeni var. Kabadayılarıyla, kanun kaçaklarıyla, pek kimsenin yan gözle bakmaya cesaret edemediği tulumbacılarıyla nam salmış, Rum olan ama mesela bir Pera olmayan, cemaatin üst katmanlarını, aristokratları ya da burjuva unsurlarını değil, alt tabakalarını barındıran, çeşitli sınırların aşıldığı ya da görmezden gelindiği karnavalı ile meşhur "tekinsiz" bir mekandan bahsediyoruz.
Tatavla Yangını, 1929'Milliyetçiler açısından hedef haline gelen bir yer'
Yani bir yanıyla da o dönemki Rum nüfusunun yaşadığı yerlere kıyasla daha farklı karakteri olan bir yerden bahsediyoruz. Öyle mi?
Evet. Bu nedenle tekinsiz derken tek kastım güvenlik değil. Kategorize edilmesi, bir torbaya konulması zor. Bunu kastediyorum. Hem taşıdığı kimlik itibariyle hem mekansal olarak eşikte. Aklımızdaki pek çok ideal tipe uymuyor, sürprizler barındırıyor. Ötekinin de ötekisi bir mekandan, bir mahalleden, insanlardan bahsediyoruz kısacası… Bu, sen de takdir edersin ki, bayağı bir potansiyel barındırıyor bir araştırmacı açısından. Her şeyden önce ilginç. Öte yandan, -bu da yanıtımın ikinci boyutu- bu liminalite baskın milliyetçilik açısından onu açık hedef haline getiriyor. Hatta son derece işlevsel bir açık hedef diyebiliriz… Son olarak, bunun somutlanışı çok çarpıcı. 1929’da çıkan bir yangın neticesinde harap olan bir mahallenin masa başında alındığı belli bir kararla yardım edilmesi gereken bir memleket köşesinden bir fetih nesnesi haline gelmesi, “Türkleştirmek” amacıyla üzerine, sözcüğün tam manasıyla, çullanılması tipik diyemeyeceğim kadar bariz bir vakaydı. Buna rağmen, hiç çalışılmamış olması da cabası! Kişisel nedenlere ek olarak, tüm bunlar akademik açıdan ilginç kıldı Tatavla’yı ve 1929 yangını ve sonrasında işleyen süreci.
Dönemin iktidarının Tatavla Yangını'na yaklaşımı: 'Hazır fırsat varken'
Uzunca bir süredir göç ve mübadele çalışıyorsun. Özelinde de Türk-Yunan mübadelesi. Tatavla bu açıdan nereye oturur? Örnek olsun Yunanistan'da yaşayan Rumlar için Tatavla ne yana düşer?
Haklısın, artık eş dost arasında dalga konusu olmaya bile başladı bu durum. Ben de çoğu zaman dalga geçiyorum kendimle. Bir süre önce yolumuz iş güç nedeniyle Yoran’a düşmüştü. Orada şirin ve güzel -hatta beklemediğim kadar güzel- bir Mübadele Müzesi kurulmuş. Müzeye giden yoldaki ok şeklindeki tabelanın üzerindeki metinin ilk satırında "Yoran Mübadele" ikinci satırında "Müzesi" yazıyordu. Tabelanın fotoğrafını çekip "Yoran Mübadele" kısmını benim sürekli bu konudan bahsetmemden yorulan arkadaşlara yolladım.
Zaten o yolladığım arkadaşlar bir meseleyi nüfus mübadelesine bağlayıp bağlayamayacağım konusunda kendi aralarında iddia oynayıp bana "meydan okuyorlar". Senin sorduğun soruysa, bu açıdan bir hayli kolay.
1923 yılında Lozan müzakereleri esnasında en erken karara bağlanan hususlardan biri Türkiye ve Yunanistan arasında nüfus mübadelesine gidilmesiydi. Yeni Türkiye sınırları dahilindeki Ortodokslar Yunanistan’a yollanacaktı, Yunanistan’ın Müslüman nüfusu da Türkiye’ye… Bunun koşulları ve istisnaları vardı elbette ama her iki ülkede bahsettiğimiz cemaatlerin çok büyük çoğunluğunun dahil olacağı devasa bir nüfus mühendisliği projesinden bahsediyoruz. İstisnalarından biri de yine hani koşullarla mübadeleden muaf tutulacakları çeşitli koşullarla tarif edilmiş İstanbul Rumlarıydı. Dönemin diplomasi lisanı Fransızca olduğundan établi -yani yerleşik- olarak gündelik kullanıma da giren İstanbul’un Rum nüfusu mübadeleden muaf tutulmuştu. Türkiye tahmin edileceği gibi bu sayıyı olabildiğince küçültmek, olabildiğince çok Rumu bu tanımın dışında tutarak Yunanistan’a göndermek, zaten Yunanistan’a gitmiş olanların geri dönmesini engellemek, bu esnada bazıları paha biçilmez değerde olan terk edilmiş mülke de herhangi bir tazminat ödemeksizin ya da değerlerinden çok küçük meblağlar ödemek suretiyle el koymak istiyordu. Öte yandan mübadele ile ortaya çıkan önemli bir sorun, emval-i metruke dediğimiz bu terk edilmiş mülkler meselesiydi. Mübadeleye tabi tutulmuş insanlara ait mülklerin değerlemesinin yapılması, karşılığında tazminat ödenmesi gerekiyordu. Ancak her iki devlet de diğer ülkedeki mülklerin değerini yüksekten kendi sınırları içindekileri düşükten hesaplama eğilimindeydi.
Bu saydıklarından oluşan sorun yumağı öyle içinden çıkılmaz hale gelmişti ki, Türkiye ve Yunanistan arasındaki diplomatik ilişkiler sık sık kopma noktasına geliyor, iki ülke yeniden bir askeri karşı karşıya gelişin sınırlarında dolaşıyordu. Tatavla'da 1929'da vuku bulan yangın işte tam da böyle bir anda çıktı.
Yangında bir komplo var diyemiyoruz sanırım. Değil mi?
Bunu hemen belirteyim. Yangının çıkışı herhangi bir komplo teorisine, spekülasyona izin vermeyecek kadar açık. Ancak yangına müdahalenin gecikmesi, itfaiyenin, su şirketinin yetersizlikleri gibi başlıklar şüphe uyandırmaya müsait olsa da bu konuda tarihsel kanıt yok. Ancak sonrasında olayların izlediği güzergah bütün bu spekülatif tartışmaları gereksiz kılıyor. Yangının çıkışının ya da yangına müdahalenin gecikmiş olmasının nedeni ne olursa olsun, yangının araçsallaşması bir vakıa. Kitapta da gösterdiğim üzere "hazır elimizde fırsat varken" diye başlıklar atıp ellerini ovuşturan bir basından bahsediyoruz ki basının dönemin iktidarı ile organik ilişkilerini de göstermeye çalıştım.
Bir de sürecin Yunanistan'da yaşayan Rumlar açısından yansımaları var değil mi?
Evet. Sorunun diğer bir boyutu da Yunanistan'da yaşayan Rumlar için ve Yunanlılar için Tatavla'nın ifade ettiği anlamdı galiba. Yine tekil bir anlamdan söz etmek mümkün değil. Ne Türkiye'den yerinden edilerek Yunanistan'a gitmiş Rumlar yeknesak bir grup ne de Yunan toplumu. Şunu söylemek mümkün bu toplamın ekserisi için: 1929 öncesinde Tatavla'dan muhtemelen kentli olmayan geniş kitlelerin pek haberi yoktu. Haberi olan toplamın büyük çoğunluğu için de bir yere konumlandırılması zor bir mekandı demek mümkün. Yangından sonra ise Tatavla, Yunanistan'daki ana tarih yazımındaki, yine afili jargonla benim "kronolojik pesimizm" dediğim ana anlatıya ekleniveriyor. Osmanlı İmparatorluğu'ndan bahsederken başvurulan gerileme paradigması gibi bir söylem burada da söz konusu. Öncesi de olmakla birlikte kısaca şöyle anlatayım: Bu anlatıda zaten gerilemekte olan bir medeniyetin "Turkokratia" adı verilen "Türk boyunduruğu" altına girmeye başlaması, büyük harfle Şehir olan "İstanbul'un düşüşü", sonra yüzyıllara yayılan bu boyunduruk, bağımsızlık sonrası dönemin ana ideolojik kodu haline gelen yayılmacı "Megali İdea"nın Anadolu'da 1922'de çöküşü, "Küçük Asya Felaketi" denilen bu büyük mağlubiyetin sembolik zirvesi olarak İzmir'in yanışı ve "Doğu Helenizmi"nin Anadolu'yu terk etmek zorunda kalması bu anlatının temel unsurlarıydı diyebiliriz. "Küçük Atina" denen Tatavla'nın kül olması da bu anlatı açısından silsileye tam oturan bir yapboz parçası gibi…
Aytek Soner AlpanDönemin gazetecileri ve sürece olan etkisi
Bu dönem yaşananlar aynı zamanda basında da ciddi yankı buluyor. Kitapta her birine yer vermişsin. İnsan okurken bir tür "Gazeteciler-gazeteler savaşı" gibi okuyor süreci. Basının bu dönemki işlevi çok önemli değil mi?
Toplumsal mücadelelerin tarafları açısından basın hep çok önemliydi. Toplumsal mücadelelerin çıktısı olarak şekillenen ideolojik-siyasal akımlar için de hakeza… Milliyetçilik için basın-yayın faaliyetinin ne denli kritik, bu ideolojinin siyasal bir hareket haline gelmesinde merkezî önemde olduğu konusu üzerine devasa bir literatür var. Ben de bu yaklaşıma çok uzak değilim açıkçası. Öte yandan siyasal iktidarlar ve devlet açısından ideolojik anlamda medyanın ne denli hayatî olduğunu da biliyoruz.
Geleneksel biçimleriyle gazeteler artık battal hale gelmiş olsa da bahsettiğimiz dönemde en kuvvetli kitle iletişim aracı. İletişim aracı yerine "ideolojik aygıt" da demek mümkün elbette. İdeolojik aygıt tabirini kullandığımızda sanki bir dolayım tarif ediyormuş gibi oluyoruz ama aslında böyle bir dolayımın pek olmadığını da geçerken göstermeye çalıştım kitapta. Hükümetin resmî yahut yarı resmî diyebileceğimiz yayınları dışındaki gazetelerin büyük çoğunluğu da hükümetle içli dışlı. Zaten rejimin muhalefeti siyasal alandan büyük oranda tasfiye etmeyi başardığı, düzenlemelerle bu durumun sürmesi için gerekli yasal çerçeveyi kurduğu bir dönemden bahsediyoruz. Bu koşullarda dönemin basınının da sıkı sıkı kontrol altında olduğu bir gerçek.
Öte yandan konunun basın üzerinden takibi aslında kitabın zayıf yanlarından da biri… Cumhuriyet Arşivi'ndeki ve Türkiye'deki diğer birincil kaynaklardaki şüphe uyandırıcı sessizliği bu şekilde aşmayı denedim diyebilirim. Umarım bunu ileride başka kaynaklarla zenginleştirebileceğim…
Dönemin gazetelerine nereden ulaştın? Bunları bulmak, çıkarmak zor olmadı mı?
Konu dönüp dolaşıp kitabın yazılış öyküsüne geliyor. Kitabın merkezindeki araştırmanın üzerinden biraz zaman geçti. Çok uzun bir zaman değil ama kaynakların ulaşılabilirliği açısından neredeyse bir devrim yaşandığını söyleyebilirim. Ben mevzubahis Türkçe gazetelerin büyük çoğunluğuna Milli Kütüphane koleksiyonu üzerinden ulaştım. Bugün bu koleksiyon çok büyük oranda dijitize edilmiş ve araştırmacılara sunulmuş durumda. Ben bu araştırmayı yaptığım sırada Ankara'daki Milli Kütüphane binasının bodrum katındaki mikrofilm odasında talep fişi doldurup, sonra memurla birlikte mikrofilmlerin bulunduğu depoya gidip filmleri alıp, emektar mikrofilm makinelerine takıp gazeteleri okumanız gerekiyordu. Pandemi sürecinden önce başladı bu dijital dönüşüm ama pandemiyle birlikte bunun son derece hızlandığını söylemem mümkün.
Başvurduğum Yunanca gazetelerin büyük bölümü o tarihte de dijitaldi. Belki yeri gelmişken beni düşündüren bir hususu da belirtmem lazım: İmparatorluk ya da cumhuriyet döneminde yayımlanmış Rumca yayınları içeren bir koleksiyonun derli toplu bir şekilde hiçbir kütüphanemizde, hiçbir üniversitemizde olmaması büyük bir problem ve kendi başına çok şey anlatıyor. Kendimi Rumca ile sınırlandırdım ama üç aşağı beş yukarı bu topraklarda konuşulan Türkçe dışındaki lisanlar için aynı şeyi söylemek mümkün. Farklı alfabelerle yazılmış Türkçe yayınlar için de…
O dönem basının işlevini ve durumunu anlatırken bir Hrant Dink hatırlatması yapıyorsun. Burayı biraz daha açar mısın? Neden bu mukayese?
Necip Türk basınının Tatavla'yı fethe giriştiği günlerde bir de Hronika isimli bir Rum gazetesine karşı düzenlenen büyük bir kampanya var basında. Gazetede yayımlanan bir yazı dizisi nedeniyle gazetenin yöneticilerine açılan "Türklüğü tahkir" davası söz konusu. Mesele burada kalmıyor tabii. Gazetenin yazıhanesi "duyarlı gençler" tarafından basılıyor, tahrip ediliyor. Hronika yetkililerinin orada olmaması tamamen tesadüf.
Esasen burada bir mukayese değil de bir zihniyetin sürekliliğine işaret var. 2004'te Agos'ta Sabiha Gökçen'in öksüz bir Ermeni çocuğu olabileceği haberinin yapılmasıyla başlayan, sonra sudan bahanelere, bağlamından kopartılmış, çarpıtılmış alıntılara dayandırılan "Türklüğü tahkir" davası ve ona eşlik eden Hürriyet ve Zaman'ın başını çektiği linç kampanyasıyla devam eden ve nihayet Hrant'ın suikastine uzanan süreç arasındaki benzerlik çok şey anlatıyor.
Bu iki olay arasında neredeyse 80 yıl var. 80 koca yıl! Bu zaman ve benzerlik gösteriyor ki Hrant'a karşı yürütülen kampanya kişisel bir kan davası, dönemsel bir refleks değildi. Hrant Dink'in son yazısında "güvercin tedirginliği" diye tarif ettiği ruh hali de bireysel bir durum değildi. Bu ruh halini yaratan koşullar da dönemsel değil, ülkemiz açısından yapısal…
Ötekiye duyulan ihtiyaç ve Tatavla'nın Dilberi
Mevzunun yangından sonrası da pek iç açıcı değil. Dışlamanın ya da dışlanmanın türlü örneklerine rast geliyor okuyucu. Ama merkezinde cinsiyet rolleri üzerinden "ahlaki" bir dışlama da var. Süreci buradan okumayı biraz açar mısın? Neler var tarihe bakarken bu açıdan?
Ben kitapta meseleyi milliyetçilik bağlamında ele aldığım için oradan devam edeyim. Millet dediğimiz kavram, iddia edilenin aksine ezeli ve ebedi bir mefhum değil, tarihsel ve yapıntı bir kategori. Milliyetçilik üzerine konuşurken genellikle etnik kimlik ve bu kimlikler üzerinden yapılan ayrımlar, buna dayanan politikalara odaklanıyoruz ama milliyetçilik, "millet" dediğimiz kolektiviteyi inşa ederken yalnızca tek bir boyut üzerinden bu kurguyu yapmıyor. Ve sadece kendisini kurmuyor, "Öteki"yi de kuruyor. Kitapta dikkat çekmeye çalıştığım gibi milletin tarifi yapılırken milletin erkek ve kadın mensuplarının rolleri keskin hatlarla belirleniyor. Hakim bir erkeklik anlayışı ve kadınlık anlayışı ortaya çıkıyor. Bu konuda da "yerli ve milli standartlar" geliştiriliyor. Bu anlayışa göre erkeğin aktif, rekabetçi, azimli, kararlı, disiplinli, toplumun geleneksel ahlaki değerlerine saygılı, onur koduna sahip bir "centilmen" olması bekleniyor. Bu kadar da değil elbette. Bu centilmen erkeğin aynı zamanda cesur, kuvvetli, dürtülerini kontrol edebilen ama cinsel açıdan yeterli, "kadınını" tatmin edebilen ve daha önemlisi dölleyebilen bir "ilkel adam" olması da gerekiyor. Kadınsa, "ulusun annesi" ve "soyun koruyucusu" olarak en başta doğurgan, utangaç, masum, namuslu ve saf olmalıdır ki yeni nesilleri "gerekli şekilde" yetiştirebilsin.
Kısaca söyleyecek olursam, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin nasıl olacağı, toplumsal hayata hangi koşullarda ve nasıl katılacakları, milletin sürekliliği için üstlerine nasıl görevler düştüğü, aile dediğimiz kurumdan ne anlayacağımız ve milletin temeli olarak bu kuruma kutsiyet atfedilmesi gibi bir dizi başlık var ki bunlar milletin tanımına içkin olarak kurgulanıyor. Tabii bunu yaparken de çeşitli kodlar üretiliyor. Bu kodların bir bölümü de başka ideolojik girdilerle birlikte "ahlak" denilen çerçeveyi oluşturuyor. Bu da tarihsel bir çerçeve. Dönemsel ihtiyaçlar doğrultusunda içeriği, belli bileşenleri değişebiliyor ama özü aynı kalıyor. Çok genel bir biçimde söyleyecek olursam, erkek-kadın ikiliğine ve heteroseksüelliğin doğallığına ve doğruluğuna dayanan bir çerçeveden söz ediyoruz. Bu çerçeve içinde yalnızca erkek ve kadın arasında bir ast üst ilişkisi kurulmuyor. Aynı zamanda farklı erkeklik ve kadınlık anlayışları arasında da kendi içlerinde bir sınıflandırma oluşturulup hiyerarşi inşa ediliyor. Farklı erkeklik ve kadınlık anlayışları için özel dışlama mekanizmaları geliştiriliyor ki homofobi bunlardan biri.
Bunları takiben milli kimliğin dışındaki grupların, cemaatlerin milletin ahlaki standartlarının da dışında kaldığı iddiası neredeyse otomatik olarak geliştiriliyor. Bu şekilde milletin etrafına bir de ahlaki ve seksüel bariyerler inşa ediliyor. Bu grupların kadınlarına ve erkeklerine dönük çeşitli karikatür tipler sinema ve edebiyattan herkesin aklına gelecektir. Hakeza bu tip azınlıklaştırılan cemaatlerin "sapkın" cinsel pratiklerine ilişkin söylentiler… "Öteki" de böyle inşa ediliyor. Velhasıl, milletin "Biz" ile "Öteki" arasına inşa ettiği bu bariyerlerin aşılmasına, bu sınırların geçilmesine müsaade edilmesi de milli kimlik açısından bir tehlike arz ediyor.
"'Tatavla Dilberi Sokrati' İkdam gazetesinde Tatavla'nın yanması ve mahallenin adının Kurtuluş olarak değiştirilmesinden sonra neşredilmiş bir tefrika öykü. Bu öykünün edebi herhangi bir değeri yok. Edebi açıdan metin için 'çöp' diyebilirim."Tabi burada öne çıkan bir şey de var. Tatavla'nın Dilberi Sokrati. Bu karakteri anlatır mısın bize?
"Tatavla Dilberi Sokrati" İkdam gazetesinde Tatavla'nın yanması ve mahallenin adının Kurtuluş olarak değiştirilmesinden sonra neşredilmiş bir tefrika öykü. Araştırmanın sonlarına doğru artık dönemin gazetelerinin -tabir caizse- dibini sıyırırken denk geldim bu öykünün coşkulu ilanlarına… Kitapta da bahsediyorum. Benim için büyük sürpriz oldu. Bu nedenle burada tüm öyküyü özetleyip, okuyucu için de sürprizini kaçırmak istemiyorum. Ama şunu söylemem gerekir: Gerçekten bir yandan bu ölçüde ilginç bir malzeme bulduğum için sevinirken böyle bir öykünün yazılabilmiş ve yayımlanabilmiş olması karşısında büyük bir öfke duydum. Midem bulandı desem abartmış olmam.
Bu öykünün edebi herhangi bir değeri yok. Edebi açıdan metin için "çöp" diyebilirim. Belki senin zamanında da hâlâ vardı. Lisede muhafazakar edebiyat hocaları, "edebiyat edepten gelir" diye ilk derste hamaset parçalamayı pek severdi. O hamasete kulak verecek olursak, çöp yakıştırmamın altını kalın kalın çizmem gerekir. Yazarı belli olmayan bu tefrika öykü sanatsal açıdan çöp olmasına çöp ama son derece enteresan bir şeyi büyük açıklıkla yaptığı için önem taşıyordu benim için. Kentsel bir mekan olarak Tatavla'yı ve Tatavlalılar üzerinden kurulan bir anlatıyla aslında İstanbul Rumlarının tamamını ötekileştiren bir metin ama bunu bu mekanı ve cemaati seksüelleştirerek yapıyor. Seksüelleştirirken de ötekileştiriyor. Bir çeşit devridaim motoru kurulmuş durumda metin içinde. Dahası bunu açık şekilde ender görülen bir tema üzerinden yapıyor. Yazara göre Tatavla, "kadınları kadın, erkekleri erkek olmayan" bir mekandır. Tatavlalı genç bir eşcinsel erkek olan Sokratis de olabildiğince efemine şekilde resmedilen bu nedenle de öyküde ve öykünün reklamlarında "dilber" yahut "kız" olarak adlandırılan ve paraları için yaşça geçkin Türk erkeklerini avlayan bir avcıdır. Öyküyü yazarken yazar kendince bir "sapıklıklar" listesi yapmış yazdıkça yanına bunu da ekledim diye işaret koyar gibidir.
Edebiyatçı ya da edebiyat tarihçisi olmasam da bu öyküyü, üstlendiği siyasal, ideolojik rol itibariyle edebiyat tarihimiz içinde de bir yere yerleştirmeye çalıştım bu metnin yazarının izini sürerken. Dediğim gibi kalem kıvraklığı açısından değil ama amaç ve işlevi açısından "Sokrati"yi Yakup Kadri'nin bir sene önce yayımlanmış Sodom ve Gomore kitabı ile Peyami Safa'nın bir sene sonra yayımlanacak Fatih-Harbiye kitabı arasında bir yere yerleştirmek mümkün. O dönem birbirini boğazlamak için fırsat kollayan ancak en azından bu iki kitap örneğinde gördüğümüz üzere benzer kaygılarla edebi ürünler ortaya çıkaran bu iki yazarı da bu şekilde birbirine bağlayabiliyoruz.
Sürecin iktisadi arka planı
Tam da zamanı. 1929 yılı. Küresel ekonomik kriz kapitalist ülkeleri kasıp kavururken gazetelerde tasarruf tedbirleri ve yerli malı tüketim tavsiyeleri yer alıyor her bir yandan. Milli burjuvazinin ilerlemesinde hep engel oluşturduğu düşünülen Gayri Müslim nüfus yine gündemde. Tatavla bu süreçte nereye denk düşüyor?
Elbette iktisadi alanın, sermayenin Türkleştirilmesi Türkiye'de egemenler açısından, yeni kurulmakta olan devletin sınıf karakteri açısından da son derece kritikti… Osmanlı İmparatorluğu'nun da son döneminden itibaren süreklilik arz eden bir politika. Siyaseten hakim millet olan Türkler -bilhassa bürokratlar ile yeni ortaya çıkmaya başlayan ve kapitalist üretim ilişkilerinin içinde yer bulmaya, servet edinmeye, sermaye biriktirmeye çalışan müslümanlar- kendilerini iktisadi olarak egemen olarak görmüyorlardı ve anomali olarak gördükleri bu durumun ortadan kalkması için şiddet dahil her türlü yola başvurmak konusunda gözlerini karartmışlardı. Bunda imparatorluğun ortadan kalkmasının ve eski imparatorluk coğrafyasından müslüman nüfusun yine zor yoluyla sökülmesinin yaratmış olduğu varoluşsal anksiyete de son derece etkiliydi. Siyasi ve ideolojik açıdan düşünecek olursan, sen de takdir edersin ki, her iki tema da propaganda için, kitlelerin harekete geçirilmesi için müsait bir zemin sunuyor. Büyük Bunalım'ın ayak seslerinin hissedilmeye başlandığı, 1923 sonrası kurulmaya çalışılan iktisadi yapının çatırdadığı, takip edilen liberal modelin çöktüğü bir dönemden bahsediyoruz.
Cumhuriyet, "Türkleştirme" diyebileceğimiz iktisadi ve siyasal ajandayı tereddütsüz devraldı. Bahsettiğim anksiyeteyi de son derece etkili bir biçimde kullanarak bu doğrultudaki hedeflerini hayata geçirmeye çalıştı ve büyük oranda bunda başarılı oldu. Bu hedeflerin hayata geçirilmesinde, 1923'te Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinin özel bir yeri de vardı. Tatavla -az önce de bahsettiğim gibi- zengin bir muhit olmasa da yangın felaketinin mübadele sonrası geride kalan Rum mülkleri sorununun Yunanistan ile olan ilişkileri kilitlediği bir dönemde hızlıca işlevselleştiğini söylemek mümkün. 1929'da 1916 Ankara Yangını, 1922 İzmir Yangını gibi vakaların Rum cemaatinin kolektif hafızasında taze olduğunu hatırlamak gerekir. Zorla yerinden etme pratiklerinin ne denli sertleşebileceğini Ermeniler, Trakya ve Karadeniz'de olanlar üzerinden biliyorlar. Bu açıdan küçük bir mahallede yaşanan ve bir anda ülke gündemine yerleşen bir meselenin tahmin edilemez sonuçlara ulaşabileceğinin de farkında olduklarını düşünüyorum…
Şunu da söylemeden geçmeyeyim. Bir de bir bezdirme politikasından bahsetmek gerekir. Mütemadiyen taciz altında yaşıyor "azınlık" dediğimiz insanlar. Okulları, kurumları, bireysel olarak tek tek insanlar… Hrant'ın "güvercin tedirginliği" dediği ruh halinin temelinde de biraz bu sistematik ve sonu gelmeyen tacizler yatıyor. Bana kalırsa psikopatolojik bir vaka ama aynı zamanda ideolojik olarak son derece etkili bir isim olan Rıza Nur… Rıza Nur'un bu tarz politikaları ne büyük keyifle anlattığına bunların "devlet aklı" dediğimiz mefhuma ne derece içkin olduğunu göstermesi açısından kitapta yer verdim.
'Netice itibariyle, Tatavla'dan kurtuldular!'
Peki son soruya gelelim. Senin sorunla devam edelim. Tatavla'dan kurtuluşa giden süreçte, Kurtuluş Mahallesi Tatavla kimliğinden kurtulabilmiş midir? Tüm bu sürecin sonucunda geldiğimiz yerin adı nedir?
Artık Tatavla'dan bahsetmek mümkün değil. Mahallenin ve kentin tarihsel kimliğini korumaya dönük çeşitli çalışmalar olsa da görebildiğim kadarıyla bunlar nostaljik girişimler olarak kalıyor. Yanılıyor da olabilirim ve kimsenin çabasını, gayretini küçümseme gibi bir niyetim yok bunu söylerken. Zaten doğru şekilde değerlendirildiğinde, doğru noktalara odaklandığında nostaljinin de eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir gelecek tasavvuru için kullanışlı olabileceği kanaatindeyim. Bir çeşit nostaljiye bugün ve ileride ihtiyacımız olacak. Nasıl bir nostalji diye sorulabilir elbette… Zira nostalji bizi aslında hiçbir zaman varolmamış muhayyel bir dünyaya hapsedebilir ve güncel tehlikeleri görmemizi engelleyebilir. Svetlana Boym'un kavramlarına referansla söyleyecek olursam, söz konusu nostalji kaybedilene ve hasrete odaklanan düşünsel nostaljiyi aşıp yeniden kurucu bir içerik kazanacak olursa birlikte yaşamayı öğrenebileceğimiz bir gelecek kurgusunda pekala işlevsel olabilir. İhtiyacımız olan yüzü geleceğe dönük bir nostalji…
Tatavla'ya döneyim… Netice itibariyle, Tatavla'dan kurtuldular! Tatavla'yı tasfiye edenlerin mahalleye yeni ismini verirken yaptıkları ve benim de kitabın başlığında kullandığım sözcük oyununa bir kere daha başvuracak olursam, geriye bir "kurtuluş" kaldı mı ondan pek emin değilim açıkçası. "Kurtuluş" diye vaat edilen buysa, vay halimize! Türkleştirmeden soylulaştırmaya uzanan bir sürecin sonunda yaşamanın imkansız hale geldiği, merkezleri emekçilere kapatılmış, ev sahipleri tarafından evden çıkarıldığında şehir değiştirmek zorunda kalan beyaz yakalıların istisnai olmadığı, gettolaşmış, kendisini cezalandırmak için gelecek mitolojik bir canavarı bekler gibi bir doğa olayının yıkıcılığı için gün sayan bir kent var elimizde…
Tatavla ortadan kaldırıldı ama mütemadi bir fetih ihtiyacı devam etti, ediyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi, yine önemli bir sosyal bilimcinin Arjun Appadurai'nin bir kavramına başvurayım, "küçük sayılar anksiyetesi" asla bitmiyor. Kısaca söyleyecek olursam, azınlıklar, egemenlerin ulusal saflık fantezisini imkansız kıldıkları için büyük bir anksiyete yaratıyorlar. Bu fantezi ve beraberinde gelen anksiyete siyasal olarak da işlevsel. Öte yandan tarihsel olarak, Türk milliyetçiliğinin çıkışındaki iktisadi ve siyasal alanlardaki ayrışmaya dikkat çekmiştim az önce. Kanımca orada hissedilen gerilim de hiçbir zaman atılamadı. Bu nedenle, Türk milliyetçiliği kendisini bir fail olarak değil, reaksiyon gösteren bir mağdur olarak görüyor, sunuyor ve attığı adımları bu şekilde meşrulaştırıyor. Bu uzun bir tartışma… Fetih ihtiyacının ikinci boyutu da değişen ideolojik önceliklerle ilişkili… Kentsel mekanın siyasal İslamcılığın hedef ve stratejileri doğrultusunda piyasacılıkla el ele giden bir şekilde dönüştürülmesi son derece önemli bir mesele. Türkiye tarihinin gördüğü en önemli kırılmalardan biri olan Gezi Direnişi'nin tetiklenişi de bu nedenle oldu, malum. Bu yaklaşım zaman içinde ortaya çıkan kültürel, siyasal, adacıkların marjinalize hatta kriminalize edilmesini, yine ahlaki tasfiyesini gerektiriyor.
Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Yangınlardan bahsediyoruz. Geniş anlamıyla kent yangınları, önlemlerin ve teknolojik gelişimlerin etkisiyle girdiği azalma eğilimi neticesinde biri hayli nadir vakalar haline geldi. Öte yandan iklim krizi, inşaat sektörünün doymak bilmez hırsı ve kamu kaynaklarının felaketleri önlemek için değil felaketler sonrası kamuoyu yaratmak için kullanılıyor olması ile birlikte dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de yaz aylarını büyük bir tedirginlikle bekliyor ve geçiriyoruz. Diyarbakır ve Mardin'den çok kötü haberler geldi. Yangınlarda pek çok insanımız hayatını kaybetti… Son söz olarak zarar görenlere geçmiş olsun ve hayatını kaybedenlerin yakınlarına ve aslında herkese baş sağlığı dilemek isterim.
Elbette bu fırsat için çok teşekkür ediyorum.
/././
AKP'de istifa sessizliği: Fahrettin Koca'yı nasıl hatırlıyoruz?-soL-
Sağlık Bakanı başta olmak üzere bazı bakanların değişeceği iddiaları gündemde. AKP cephesinden henüz bir ses çıkmazken, Erdoğan'ın Kızılcahamam kampı sonrası açıklama yapacağı konuşuluyor.
AKP'nin Ankara Kızılcahamam kampı 30 Haziran Pazar günü başlayacak. "Yerel Yönetimler İstişare ve Değerlendirme Toplantısı" adıyla toplanacak kampta parti yöneticileri önce AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasını dinleyecek. Kampta 31 Mart yerel seçim sonuçları ve parti çalışmalarının yanı sıra ekonomi, enerji, tarım, ulaştırma, kültür ve turizm ile çevre konularının da görüşüleceği, bakanların sunum yapacağı öğrenildi.
Toplantı öncesi Erdoğan'ın kabinede bazı değişikliklere gideceği iddiaları konuşulmaya başlandı.
3 bakanın değişeceği iddia edilirken, öne çıkan isim Sağlık Bakanı Fahrettin Koca oldu. Koca'nın "görevden affını istediğini" çok sayıda gazeteci aldığı "kulis" bilgilerine dayanarak paylaştı.
İsmail Saymaz, Halk TV'de yaptığı açıklamada, bakanın odasındaki eşyalarını dahi topladığını söyledi. Bakanla telefonda görüştüğünü belirten Saymaz, istifayı sorduğunda bakanın kendisini yalanlamadığını belirtti. Saymaz'ın aktardığına göre Koca, "Hayatın her hali olabilir, biliyorsunuz. Önemli olan, millete ve devlete hizmet etmek. Her pozisyonda" ifadelerini kullandı.
'Erenköy cemaati lideri ara bulacak' iddiası
Koca'nın cuma namazı için Erenköy Camisi'ne gittiğini ve bunun tesadüf olmadığını düşündüğünü de belirten Saymaz, Nakşibendi tarikatının Erenköy kolunun başındaki isim Osman Nuri Topbaş'ın daha önce Erdoğan'la basına da yansıyan namaz görüntülerini hatırlatarak, bu camiyi seçmesinin bir "ara bulma olabileceğine" işaret etti.
Fahrettin Koca'nın istifası birkaç gündür konuşuluyordu. Bakan Koca iddiaların yoğunlaştığı dün konuyla ilgili cuma namazı çıkışı yaptığı açıklamasındaysa durumunun belirsiz olduğunun sinyalini "Hayırlı olur inşallah" sözleriyle verdi. Bakan Koca'nın iki açıklamasında da iddiaları yalanlamaması dikkat çekti.
Erdoğan'ın 31 Mart seçimlerinden sonraki ilk MYK toplantısında, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'yı eleştirmesi ve Koca'ya dönerek, "Randevularla alakalı şikayetler var. Sorunu seninle çok ciddi ele alacağız ve gerekeni yapacağız" demesi çok konuşulmuştu.
Koca'yı görevden alınmaya götürmüş olabileceği düşünülen bir diğer iddiaysa seçim sonuçları. Yerel seçimlerdeki oy kaybını halkın alım gücünün düşmesinin yanısıra hastanelerin durumu ve vatandaşın sürekli şikayet ettiği sağlık sisteminin kendisinin de tetiklemiş olabileceği düşünülüyor.
Yandaşlar ne diyor?
Resmi Gazete'de bakan değişikliklerine ilişkin herhangi bir yayın bulunmazken, Ticaret Bakanı Ömer Bolat ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan'ın da istifa edeceği öne sürüldü.
İddialar yandaş gazetelerde de yer buldu.
Yandaş Cem Küçük de TGRT Haber'de katıldığı canlı yayında Bakan Koca'yla konuştuğunu istifayı yalanlamadığını belirterek yerine gelmesi muhtemel ismi de dillendirdi:
"Fahrettin Koca'ya istifa meselesini sordum, yalanlamadı. Türkiye'de olağanüstü bir şey olmazsa ya bu akşam ya da önümüzdeki hafta bakanlıktan ayrılacak. Yerine de Bakan Yardımcısı Şuayip Birinci gelecek. En güçlü aday olarak Şuayip Birinci gözüküyor."
Ömer Bolat ile de konuştuğunu ifade eden Küçük, Bolat'ın kendisine "Böyle bir şey yok. Görevden affımı istemedim. Sağlık sorumlarım var demedim. Bu haberler doğru değil" dediğini aktardı.
Yandaş Yeni Akit'te de Fahrettin Koca'nın istifa ettiği iddiasına ilişkin habere yer verilirken, Yeni Şafak bakanların "istifa söylentileriyle yıpratıldığını" yazdı. Haberde bakan değişiklileri olacağı iddialarına "kabine operasyonu" denildi.
Gazetede Ticaret Bakanı'nınsa İsrail'le ticaret konusundaki tepkilerle "hedef gösterildiği" söylendi.
AKP cephesindense iddialarla ilgili henüz bir açıklama gelmedi.
Fahrettin Koca'yı nasıl bilirdik?
Koca, Erdoğan'ın son seçimden sonra kurulan yeni kabinede görevine devam etmesine karar verdiği iki bakandan biriydi. 2018'den bu yana Sağlık Bakanlığı görevinde.
Fahrettin Koca, 1965’te Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Konya'da tamamlayan Koca, Bursa Erkek Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1988 yılında mezun olarak tıp doktoru unvanını alan Fahrettin Koca, ihtisasını İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı’nda tamamlayarak 1995’te Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı oldu.
Koca, çeşitli sağlık kurumlarında hekimlik ve medikal direktörlük görevlerinde bulundu. Başkanı olduğu Türkiye Eğitim Sağlık ve Araştırma (TESA) Vakfı tarafından 2009 yılında kurulan İstanbul Medipol Üniversitesi’nin Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürüttü.
Koca’nın Türk Pediatri Kurumu, Pediatrik Metabolizma ve Beslenme Derneği, İstanbul Ticaret Odası (İTO) Sağlık Meslek Komitesi, Özel Hastaneler Sağlık Kuruluşları Derneği (OHSAD) üyelikleri de bulunuyor.
Aynı zamanda da Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi (DEİK) Eğitim Komitesi İş Konseyi Başkan Yardımcısı, Vakıf Üniversite Hastaneleri Derneği’nin Başkanı ve Hizmet İhracatçıları Birliği Sağlık Hizmetleri Komitesi Başkanı.
Tarikat bağı
soL Haber yazarı Orhan Gökdemir, daha önce Koca’nın tarikat-cemaat bağlantılarına, “Hakyolcular gündemde: Bir devlet tarikatı” isimli yazısında ışık tutmuştu.
Hakyol, Türkiye’deki tarikatların çoğunda olduğu gibi Nakşibendi Tarikatı türevi. Nakşiliğin İskenderpaşa kolu olarak biliniyorlar.
Hakyol, Esat Çoşan’ın aynı adla kurduğu vakfın adından geliyor. Bu vakfa ve İskenderpaşa Cemaati’ne üye olanlara Hakyolcular deniliyor. Hakyol Vakfı'nın başında Esad Coşan'ın oğlu Muharrem Nureddin Coşan bulunuyor.
Mahmud Esad Coşan 2001 yılında Avustralya'da geçirdiği bir trafik kazasında ölünce İskenderpaşa Cemaati’nin başına Muharrem Nureddin Coşan geçiyor.
Nureddin Coşan'ın başkanı olduğu şirketler şöyle:
-Server İletişim Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.
-Ümraniye Sağlık Tesisleri ve Ticaret A.Ş.
-Haksağ Sağlık Hizmetleri A.Ş. ve Zinde Sağlık Hizmetleri A.Ş.
-Vefa Yayıncılık Tic. A.Ş.
-ASFA Eğitim Tesisleri A.Ş.
-Seha Neşriyat ve Ticaret A.Ş.
-Yıldız Danışmanlık TV Reklamcılık Prodüksiyon Sanayi Ticaret A.Ş.
-Sim Ağ İhtiyaç Maddeleri Pazarlama A.Ş.
-Süfür Gıda Sanayi Ticaret Limited Şirketi.
-Vera İç ve Dış Ticaret A.Ş.
-Medipol hastaneleri
Görüldüğü gibi Medipol hastaneleri zincirinin arkasında İskenderpaşa cemaatinin bulunduğu söyleniyor.
Hastanenin sahibi olan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bu cemaatin üyesi.
Hastanenin temelini atan bugünkü adıyla Türkiye Sağlık, Eğitim ve Araştırma Vakfı’nın (TESA) kurulumunda Koca'nın yanı sıra Nureddin Coşan yer alıyordu.
Erdoğan’ın aile doktoru
Koca’nın kuruluşuna öncülük ettiği Medipolitan Sağlık ve Eğitim Hizmetleri’nin öyküsüyse 90’lı yıllara dayanıyor. Şirket AKP’nin iktidara gelmesiyle büyüdükçe büyüyor.
Bakan Koca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aile doktoru olarak biliniyordu ve annesi Tenzile Erdoğan, uzun süre tedavi altında kaldığı Kadıköy’deki Medipol Hastanesi’nde 88 yaşında hayatını kaybetti. Erdoğan’ın kardeşi Mustafa Erdoğan ve dayısı Saim Mutlu da Medipol Hastenesi’nde tedavi gördü.
Yapılaşmaya uygun olmayan arazi Koca’nın kurduğu Medipol’e tahsis edildi
İBB Meclisi’nde AKP ve MHP grubunun oylarıyla, yapılaşmaya uygun olmayan Beykoz Göksu Mesire Alanı, Medipol Üniversitesi’ni kuran TESA Vakfı alanına dönüştürüldü.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nin ekim ayı toplantısında “Beykoz Geri Görünüm ve Etkilenme Bölgeleri Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı 2. Etap Plan Değişikliği” ele alındı. Beykoz Kavacık’ta bulunan ve Medipol Üniversitesi’nin güney kampüsünün bitişiğinde yer alan 37 ada 63 parselle ilgili itirazlar Meclis’te görüşüldü. Söz konusu 28 bin 420 metrekarelik parsel, 2009 tarihli imar planlarıyla “Göksu Mesire Alanı” olarak belirlenmişti. Hazine’ye ait parsel, 17 Aralık 2018 tarihinde yapılan plan değişikliği ile “Eğitim Alanına” dönüştürüldü.
“Göksu Mesire Alanı” olmaktan yeniden çıkartılan söz konusu 28 bin metrekarelik 37 ada 63 parsel, Medipol Üniversitesi’ne tahsisli 160 bin metrekarelik 37 ada 121 parselin güney bitişiğinde bulunuyor. 63 nolu parsel 31 Aralık 2021 tarihinde 49 yıllığına, Medipol Üniversitesi’nin kurucusu olan TESA Vakfı’na tahsis edildi. Kavacık bölgesinde başka parseller de daha önce Medipol Üniversitesi’ne tahsis edilmişti.
SGK'nin taşınmazı da Medipol'e
2012 yılında SGK’nin Kadıköy Koşuyolu’nda bulunan taşınmazı Medipol’e devredildi. Koşuyolu’nda bulunan ve değeri oldukça yüksek olan 2 bin 922 metrekarelik taşınmaz, üniversiteye sadece 2 milyon 949 bin TL bedelle satıldı.
Tekel Genel Müdürlük binası 49 yıllığına verildi
İlhan Tayman ve Enver Tokay tarafından İstanbul’un Unkapanı semtinde inşa edilen ve uzun yıllar TEKEL'in genel müdürlük binası olan Genel Müdürlük daha sonradan özelleştirilmek üzere Mehmet Şimşek döneminde Maliye Bakanlığı'na bağlı olan Milli Emlak Müdürlüğü’ne devredildi. Akabinde de 2010 yılında 49 yıllığına Medipol Grup’a kiralandı. Günümüzdeyse İstanbul Medipol Üniversitesi tarafından kullanılıyor.
Bu kiralama işlemi yapılırken Ankara'da binlerce TEKEL işçisi çadırlarda hakları için direniyordu.
TCDD müze binası da Medipol'e verildi
Ankara Tren Garı kampüsü içerisinde bulunan ve TCDD Misafirhanesi olarak kullanılan tarihi binanın ardından, TCDD Müzesi binasının da Ankara Medipol Üniversitesi’ne verildiği ortaya çıktı.
Temmuz 2019’da Ankara'da TCDD Başmüdürlüğü olarak kullanılan ve daha sonra misafirhaneye dönüştürülen 1928 yılı yapımı tarihi bina ile içerisinde Atatürk'e ait eserlerin de bulunduğu müze, kreş, lojmanların bulunduğu alan, Bakan Koca'nın kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi'ne verildi.
Ankara Tren Garı ek binası ve misafirhanesi ile 1927 yılında yapılan ve TCDD Müzesi olarak kullanılan binanın Medipol’e verilmesinin ardından Mimarlar Odası, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) kapsamındaki hazine arazisinden 555 bin metrekarelik alanın da Medipol’un kurucu vakfı TEBA Vakfı’na verildiğini açıklamıştı.
Medipol’e teşvik yağdı
Koca'nın 2018 yılında kardeşine devrettiği iddia edilen Medipol Sağlık ve Eğitim Hizmetleri A.Ş.'nin (Medipol Hastanesi) Resmi Gazete'de yayımlanan yatırım teşvik belgeleri listesinde en yüksek teşviği aldığı ortaya çıkmıştı. Bu devir işleminin tartışmaları engellemek üzere şeklen yapıldığı ve Medipol Sağlık ve Eğitim Hizmetleri A.Ş. şirketinde asıl söz sahibinin Fahrettin Koca olduğu belirtiliyordu.
Kabinenin duyurulduğu gün bir bakanının şirketine verilen teşvikin Resmi Gazete’de ilan edilmesi gündem olmuştu. Koca'nın hastanesine yönelik öngörülen destek unsurları arasında; gümrük vergisi muafiyeti, 2 yıl boyunca sigorta primi işveren hissesi, yüzde 50 oranında vergi indirimi, gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası yer aldı.
Ayrıca hastaneye; 50 milyon 373 bin 639 dolar karşılığı tutarında makine teçhizat desteği öngörüldü. Hastanede beklenen istihdam ise 1250 olarak belirtildi.
Pandemide Koca’nın şirketinin sermayesi 100 milyona çıktı!
Medipolitan, 14 Haziran 2007 tarihinde 3 milyon 500 bin lira olan sermayesini 5 milyon liraya çıkardı. Bu sermaye artışından 2 yıl sonra büyük bir birleşme gerçekleşti. Medipolitan, 12 Mart 2009 tarihinde Medi Zinde Sağlık Hizmetleri ve Haksağ Sağlık Hizmetleri’ni bünyesine katarken, sermayesi 14 milyon 300 bin liraya ulaştı. 5 hissedar arasında yer alan Bakan Koca’nın 12 milyon 427 bin lirası ve kardeşi Özer Koca’nın da 285 bin 400 bin lirası vardı.
Koca, 10 Temmuz 2018 tarihinde Sağlık Bakanı olarak atandı, iddiaya göre 21 Temmuz günü de şirketindeki görevini bıraktı. Koca, bakan olduktan sonra gözler şirketin üzerine çevrildi. Bu sırada eleştirilen bir gelişme yaşandı. Kasım 2019’da Medipolitan 220 milyon 600 bin liralık yatırım teşvik belgesi aldı.
ANKA’nın haberine göre Aralık 2019’da dünyada koronavirüs pandemisi görülmeye başlanırken Medipolitan, 26 Aralık 2019 tarihinde 30 milyon lira olan sermayesini 100 milyon liraya çıkardı.
Para işareti yapmış, tepki çekmişti
Koca, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda bakanlık bütçesi görüşülürken doktorların daha fazla kazanç için yurtdışına gittiğini iddia etmişti.
Koca, doktorların ülkeyi terk etmeleri ilgili yapılan eleştirilerin ardından "Bizden dolayı değil" dedikten sonra "para" işareti yaptı.
Olaya ilişkin görüntüleri paylaşan Türk Tabipler Birliği (TTB), "Sağlıkta şiddetin ve hekim intiharlarının tırmandığı, umutsuzluğun ve geleceksizliğin derinleştiği, fakültelerde tıp kitaplarının yerini yabancı dil kitaplarının aldığı ülkemizde hekimlerin neden göç ettiğine ilişkin Sağlık Bakanı’nın 'analizi'… UTANIYORUZ!" dedi.
Eleştiri oklarının hedefinde
Görev süresinin son dönemlerinde Koca tepki çekmeye başladı. COVID 19 süresince kamuoyu karşısında başka bir imaj çizmeye çalışan Koca’nın imajı özellikle 6 şubat depreminde yaşananlarla çizildi.
Hatay'da gerçekleştirilen anma etkinliğinde Koca konuşma yaptığı sırada yuhalanarak protesto edildi. Bakan Koca alandan ayrıldığı sırada da ıslıklı protesto gerçekleştirildi, "istifa" sloganları atıldı.
Koca son aylarda özel hastenelere verilen teşvikler ve devlette muayene bulamama sorunları sebebiyle eleştiri oklarının hedefinde.
/././
'Boyun Eğme'yen Çipras'ın öğrettikleri: Zam, kemer sıkma, özelleştirme, NATO'yla işbirliği-soL-
Türkiye'de "Boyun Eğme" diye seslenen Çipras, Yunanistan'a nasıl boyun eğdirdiğini unuttu. Büyük beklentilerle iktidara gelen Çipras, halk düşmanı ve emperyalizm yanlısı politikalara imza atmıştı.Yunanistan’ın eski başbakanı ve SYRIZA'nın eski lideri Aleksis Çipras, Koç Üniversitesi mezuniyet töreninde konuşmacı oldu.
Konuşmasının sonunda bir anısını anlatan Çipras, "Atina'nın merkezi bir caddesinde yürürken genç bir Türk yanıma geldi ve bana pes etmememi söyleyerek beni hayli şaşırttı. 'Türkiye’de bizim bir sözümüz vardır' dedi: 'Boyun eğme!' Bunu her zaman hatırlayacağım" dedi.
Çipras, konuşmasını bu ifadelerle noktaladı. Türkçe "Boyun Eğme" diyerek kürsüden ayrıldı.
Bu Çipras'ın ilk Türkçe performansı değil. Geçtiğimiz yıl da partisinin liderliğinden ayrılırken Nâzım Hikmet’in "En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır" mısrasına atıfta bulunmuştu. Aynı sözleri 2015'te göreve gelirken de söylemişti.
SYRIZA balonu nasıl sönmüştü?
Türkiye'de öğrencilere "Boyun Eğme" diye seslenen Çipras'ın siyasi hayatı boyun eğmek üzerine kurulu. Nâzımın dizeleri, komünistlerin sloganı ardına saklanan Çipras'ın 4 yıllık iktidarı boyunca imza attığı politikaların küçük bir bölümünü hatırlatıyoruz.
SYRIZA 2015 yılında iktidarı kazandığında seçim başarısı Türkiye'de çokça tartışılmıştı. 2015'te büyük beklentiler ve “demokrasinin kazandığı” sevinciyle iktidara gelen kravatsız lider Çipras, SYRIZA’nın sağcı ANEL ile birlikte kurduğu koalisyon hükümetinin başına geçmişti.
O hükümet, karşı çıkacağını söylemesine rağmen kredi sağlayıcıların baskısına dayanamayıp ülkeyi üçüncü kurtarma paketi ile birlikte AB-AB Merkez Bankası ve IMF’den oluşan troykanın eline teslim etti. Peş peşe özelleştirmeler ve kemer sıkma politikalarıyla Yunanistanlı emekçiler için kara günlerin devamı geldi.
Şubat 2015'te göreve gelen Çipras'ın sadece ilk 6 ayda imza attığı kararların bir kısmı şöyle
- Çipras öncesinde tüm kemer sıkma paketlerini seçildikleri gece tek bir kanun maddesini değiştirerek iptal edeceklerini söylemişti. Bunun yerine SYRIZA öncelikle müzakere ettiği emperyalist kurumlara 9 milyar avroluk kendi kesinti planını sundu. Daha sonra 11 milyar avroluk yeni bir paket gündeme geldi. Karar için referanduma gidildi ancak bu oylamada aslında halka iki paket dışında seçenek bırakılmamıştı. Referandum "hayır" çıktı ama SYRIZA "küçük" paket için uzlaşıya vardı.
- Üçüncü kemer sıkma paketi ve ona bağlı bir dizi yasa önerisi SYRIZA'nın büyük çoğunluğunun oyları ile yasalaştı. Bu paket emekçilerin sosyal güvenlik ve emeklilik haklarının büyük ölçüde gasp etti.
- Kemer sıkma politikalarını protesto edenlere Atina'da polis saldırısı gerçekleşti.
- Yeni bir borç anlaşması imzalandı ve Yunanistan borç ödemek için yeniden borçlandırıldı.
- Temel tüketim maddelerindeki KDV yüzde 23'e çıktı. Maaşlarda doğrudan kesintiye gidilmese de emekçilerin alım gücü vergilerin artması ile dolaylı şekilde düşürüldü.
- Özelleştirme paketi kabul edildi.
- Konut vergilerini ödeyemeyen insanların evlerinden atılmalarının yolunu açan yasa kabul edildi.
- İsrail'le dostluk anlaşması imzalandı.
- NATO ile Yunanistan'ın "işbirliğini" derinleştirecek adımlar atıldı.
SYRIZA’nın yükselme günlerinde sonucun nereye gideceğini öngörebilenler geleneksel solun katı kalıplarına sıkışmakla suçlanmaktaydı.
SYRIZA, IMF’ye rest çekecek, 300 bin yeni istihdam yaratacak, bir o kadar aileye hane yardımında bulunacaktı. Vatandaşların ödeyemeyeceği banka borçları silinecekti. Asgari ücretin ülke ekonomik olarak batarken 751 avroya çıkarılması vaat ediliyordu. Tek sorun bunların hangi güç dengelerinde, hangi kaynaklardan yapılabileceğine ilişkin tek bir ölçme-biçmenin ortada olmamasıydı. Bu vaatler yerini zamanla hayal kırıklığına bıraktı.
Kurtarma paketinin sona ermesini sağlayan anlaşma günü taktığı kravat Çipras’ı ve hükümetini başarısız seçim sonucundan koruyamadı. 2019'da Yunanistan ve şimdiki adıyla Kuzey Makedonya arasında isim konusunda anlaşma sağlayan Prespa Anlaşması’nı protesto eden sağcı ortak ANEL hükümetten ayrıldı. Sonraki seçim de SYRIZA için hezimet oldu ve Çipras parti liderliğini bıraktı.
(soL)