28 Eylül 2018 Cuma

EURO 2024 Almanların, etçiler şampiyonası bizim! - Arif Kızılyalın

UEFA’nın Nyon’daki genel merkezinin toplantı salonu. 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ev sahibini sadece 3-4 dakika içinde açıklanacak. Son sunumlar bir kez de kamuoyuyla paylaşılıyor. Almanya’nınki tamamen profesyonelce bir stüdyo çalışması. Tribüne oynamışlar belli ki, oy kullanacak ülkelere yönelik bayraklı taraftarlı, süslü bir görüntü zinciri. Uwe Seeler’den, Bierhoff’a, Löw’den Höeness’e birçok yıldız da nostaljik kapsamda anı tazelettiriyor. Ve Alman kafilesinin sözcüsü pozisyonunda oturan Bayern Münihli Philipp Lahm’ın görüşleri: “Biz bu şampiyonayı hak ediyoruz...” 

Sonra Türkiye’nin sunumu. Lig maçlarından kopyalanan görüntü buketi. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor tribünleri. QuaresmaKuytDrogba’nın golleri, Anadolu teması. Güzel bir ‘montaj’ çalışması. Acaba stüdyoya hiç mi girilmedi diye düşünürken, araya bir Boğaz Köprüsü, ardından Marmaray tüneli. Ve Nusret. Evet, yanlış okumadınız, et restoran zincirinin sahibi Nusret Gökçe, Türkiye’nin 2024 futbol tanıtımının final golünü attı, ama kendi kalemize! 

Galiba bizimkiler yanlış anlamış olayı. Eğer “Avrupa Et Ürünleri Şampiyonası”na aday olsak Nusret doğru isim, ama biz futbolla ilgili bir organizasyona adayız, etçinin orada ne işi var! Daha sormuyorum, bu tanıtım ekibinde niçin Tugay KerimoğluHamit Altıntop Halil Altıntop kardeşler, Nuri ŞahinNihat KahveciTuncay Şanlı, Bülent Korkmaz, Selçuk İnan, Oğuzhan Özyakup yok diye.. 

Galiba, onları da danışmanlığımızı yapan Londra merkezli Ting-Tang firması istememiş. Tıpkı, Mesut Özil olayını kaşımamamızı istedikleri gibi, “Futbolcu olmasın..”  demişlerdir belki. Allahtan Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç, Ampute ve Kadın Ulusal Takım kaptanları gibi futbol yüzleri vardı da durumu kurtardık. 

Bir çift söz de Sn. Cumhurbaşkanı ve Bakan’a; gerçekten Türkiye Cumhuriyeti Devleti, vergi, ücretsiz ulaşım, bedava stat gibi büyük kozların kullanılmasına izin verdi EURO 2024 için. İki makam da çok çalıştı, ama keşke insan hakları ihlalleri için de bir iki adım atsalardı. Mesela, OHAL’i bahane edip gencecik insanları slogan attıkları için hapse göndermeseydik! Yoksa, futbol tutkunu, 80 milyonluk dev bir nüfus, maket statla da, bozuk ekonomiyle de olsa 2024’ü alabilirdi, Ama birşeyler fena halde eksikti!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Helikopterli harmandalı - NAZIM ALPMAN


İçinde bulunduğumuz 2018 Eylül’ünün en büyük “olayı” İstanbul’un üçüncü havalimanında yapılmış olan Teknofest festivali ve onun yarattığı görkemli kalkınmışlık gösterileri idi.

Pek çok yönden eylül ayına damga vurdu bu görsel şölen. T3 Vakfı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen etkinlik 20-21-22-23 Eylül tarihleri arasında icra edildi.

•••

Teknofest’in en başında bulunan Selçuk Bayraktar aynı zamanda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da damadı.
münafıklar bu rastlantıyı kötümser yorumlarla “aile içi eğlence” gibi değerlendirdiler. Oysa durum hiç de öyle değildi.
Teknoloji vardı, sürat vardı, imkânsızlıkların aşılması vardı. Mesela etkinlik alanı olarak seçilen yer inşaat çalışması süren İstanbul’un yeni havaalanıydı. Havaalanı bitmemişti. Cumhuriyet Bayramı'na yetişecekti. Ama dört günlük bu aliyyülala organizasyon için dört günün ne önemi vardı ki?

Zaten işçiler çalışma koşullarının iyi olmadığını belirterek iş bırakmışlar, inşaat aksamıştı. İşçiler tahtakurularıyla birlikte yatıp kalkıyorlardı. Bunun için basit bir ilaçlama yapılmasını istiyorlardı. Bir de ücretlerinin zamanında ödenmesini talep ediyorlardı.

Merhametlerini satışa çıkarmış “sözde İslamcı” gazeteci-yazarlar ve yağcılık Oscar ödülünün en büyük adayı olan gazeteciler dışında herkes bu talepleri haklı buluyorlardı.

Ama işçileri topluca gözaltına alıp, içlerinden 24’ünü de tutukladılar. Halbuki hazır işçiler iş bırakmışken bütün inşaat alını ilaçlayıp, tahtakurularını yere serselerdi hiçbir sorun kalmayacaktı.

Refleks işte… Tahtakuruları yerine işçileri yere serdiler!

Çok fazla gösteri yapıldı.

En çok ilgiyi hangisi gördü bilemiyorum.

Ben helikopterlerin havada birbirlerine doğru açılar oluşturarak adeta dans etmelerine bayıldım. Zaten hükümet medyası da bu gösteriye güzel bir isim bulmuştu:

Havada harmandalı!

Çok şahane bir isimlendirme yapıldığını teslim etmeliyiz.

Bunu dünyada yapabilecek bir başka gösteri takımı yoktur.

Neden yoktur?

Helikopterler başka fuarlarda da böylesi açılı uçuşlar yapabilirler. Fakat, bu “havada harmandalı” olmaz! Çünkü harmandalı bir zeybek oyunu olup bu topraklara özgüdür.

•••

Türkiye bu festival ile ne kadar ileriye gitmiş bir devlet olduğunu dosta düşmana gösterdi: Helikopterler harmandalı oynuyor.

Bu muhteşem gösteri yapılırken, dolar-molar konuşulabilir mi?

Hele hayat pahalılığı?

Patates soğana zam üstüne zam geldi!

Sen şu havadaki gösteriye bak kardeşim, harmandalı oynatıyoruz helikopterlere…

Bu ihtişamın yanında senin “açız” diye bağırmanın manası var mı?

Başını kaldır ve gökyüzüne bir bak hale… Bayrak dalgalanıyor –dalga geçmeyin- kalkınmanın kanatları helikopter pervanesi olmuş harmandalı şeklinde dönüyor da efem dönüyor.

Artık yok öyle sıradan ajitasyon için “ver mehteri” nameleri… Bundan böyle folklorik siyasetin nabzı Teknofest stili atacak:

Havada helikopterle harmandalı!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Anı Tur - Alpaslan Savaş

Bir kez daha kriz günlerindeyiz. Kayınpeder “Bunlar hep dış mihraklar” dese de damat, patronlara “farkındayız, tedbir almaya çalışıyoruz” mesajı veriyor. Tedbirden sayılıp sayılmayacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da geçen hafta açıklanan YEP, damadın bu kaygıyı taşıdığını gösteriyor.

İşin özü, gerçek bir ekonomik krizle yüz yüze olmamızdır.

Bildik tekerleme yeniden başladı zaten. “Ekonomide tüm kesimler zorda… Zenginin parası zengine, fakirin parası fakire yetmiyor.” Aynı gemideymişiz, faturayı birlikte ödüyormuşuz…

Oysa bir tarafta döviz kurunun küçük bir hareketiyle milyonlarca lirayı kasasına koyan bir avuç sömürücü, diğer tarafta bir ay ücret alamadığında, yaşamsal ihtiyaçlarını daha o ayın başında karşılayamayacak olan milyonlar var.

Birlikte bedel ödediğimiz tam bir palavra. Fatura adrese teslim, doğrudan işçi sınıfına!
Peki dövizle borçlananlar, malı dövizle alıp TL satan patronlar var. Onlara haksızlık mı ediyoruz?

Siz hiç şirketi batıp, sonraki yaşamını fakirlik içinde geçiren patron gördünüz mü? Eski Türk filmlerinde oluyor. Ama oğluna pantolon alamadığı için kendini asan işçinin ailesi burada, burnumuzun dibinde, Hereke’de yaşıyor.

Krizde zora düşen patronlar önlemini alıyor. Saray kararnamesiyle duyurulacak yeni bir borç yapılandırmasına kadar durum idare edilecek, sermaye kurtarma teşviklerinden biriyle işler yeniden yoluna koyulacak, bu arada mal varlığı olası hacizlere karşı usulüne göre korumaya alınacak.

Örnek arayan Anı Tur’a baksın. Geçtiğimiz yıl hileli iflas söylentileriyle gündeme gelen şirket şimdi acentelere yapmadığı ödemeler, yükümlülüğünü yerine getirmediği tur-tatil satışlarıyla gündemde. Ve elbette kapının önüne koyduğu onlarca çalışanla.
Oysa şirketin patronu Veli Çilsal daha geçen yıl turizm portallarına verdiği röportajlarda ne kadar büyüdüklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Yeni reklam filmiyle övünüyor, tanıtım bütçesi için 14 trilyon lira harcadığını söylüyordu. Geri dönüşünü de yılın ilk yarısında fazlasıyla aldığını ekleyerek.

TÜRSAB, acentelerin ve müşterilerin artan şikayetleri üzerine, bir de işten atılan işçiler şirketin kapısında direnişe başlayınca Anı Tur acentelerini hafta sonu toplantıya çağırdı. Veli Çilsal’ın da toplantıya katıldığını, acentelere sorunu kısa süre içinde çözeceğini söylediğini biliyoruz.

Çözeceğine şüphe yok. İmdadına yetişecek bir finansman bulacak. Bu arada Çubuklu’daki villayı el konmasın diye başkasının üzerine yapacak, Şile’deki yazlığa çözüm arayacak, arada oğlan Avrupa tatilinden vazgeçecek falan. Nakit varlık zaten yedi sülaleye yetecek kadar olduğu için, kısa bir süre paraya para katamıyor olmanın üzüntüsüyle kötü günlerin geçmesini bekleyecek.

Peki atılan işçiler?

Onlar, mesai bitiminde evlerine dönerken gelen telefon mesajıyla işten atıldıklarını öğrenecek. Arayıp soru sorana hakaretin, sövgünün biri bin para olacak. Ertesi gün “Ben sizi çıkardım ama siz istifa edeceksiniz” denilip, önlerine işten kendi istekleriyle ayrıldıklarına dair çıkış belgesi konacak. Özel eşyalarını isteyenlere plazanın arkasındaki çöp konteynırı gösterilecek. Fazla mesailerin, kıdem ve ihbar tazminatlarının, hak edilen ücretlerin üzerine yatılacak.

Birlikte ödenen faturaya bakın!

Şimdi Anı Tur işçileri bu faturayı ödemeyi reddediyor. Geçtiğimiz hafta şirketin genel müdürlüğünün bulunduğu İstanbul Kozyatağı’ndaki plazanın önünde direnişe başladılar. İşyerinde çalışırken yapamadıkları şeyi geç de olsa şimdi yapıyor, birlikte hareket ediyorlar.

Dedik ya, kriz günlerindeyiz. Patronlar en ufak kâr kaybının faturasını işçilere ödetme derdindeler. Daha şimdiden Anı Tur gibi onlarca örnek var. Bu işyerlerinde ve eklenecek yenilerinde birlikte hareket etmeyen işçiler ortak falan değil, düpedüz patronların faturasını ödemek zorunda kalacak.

O halde krize karşı örgütlü hareket etmeye, işyerlerinde bir araya gelmeye başlamalı. Hem de hiç vakit kaybetmeden.

ALPASLAN SAVAŞ / BİRGÜN

Çatıyı uçuran siyasi kararlar! - Arslan BULUT

Cumhurbaşkanı Vekili Fuat Oktay, "Son 16 yıldaki dönüşüm ve çabalar neticesinde 2003'te 50 ülkede, 60 noktaya uçan THY, bugün 120 ülkede, 316 noktaya uçuş gerçekleştirmektedir. Bugün itibarıyla 170 ülkeyle hava ulaştırma anlaşması bulunan ülkemiz, söz konusu ülkelerle hava yolu ile bağlanmış ve aynı zamanda bu noktaları giderek büyüyen hava yollarımızın uçuş ağına eklemiştir. Kayıtlı yolcu uçağı sayımız 167'den 511'e ulaşırken, 2003'te toplam 34 milyonluk yolcu trafiği sayımız 2017'de 200 milyona ulaşmıştır." dedi.


Türk Hava Yolları'nın 120 ülkede 316 noktaya uçuş gerçekleştirmesinin birinci sebebi, şirketi büyütmek değil, dünyanın neresinde FETÖ okulu açılmışsa oraya ulaşmaktı!

Uçakların dünyanın dört bir tarafına birkaç yolcu ile sefer yapmasına hiçbir hava yolu şirketi dayanamazdı. Nitekim THY bu kadar büyük atılımlara rağmen 2016 ve 2017'de zarar etti. 2018'de ise yılın ilk iki çeyreğindeki zararın üçüncü çeyrekte kapatıldığı açıklandı. Herhalde diğer ülkelerin şirketleriyle anlaşma yaparak yolcuları aktarmaya başladılar.

                                                                         ***

THY'nin uzun süre FETÖ tarafından yönlendirildiği bir sır değildir!
Adana'da iş adamlarına yönelik olarak yapılan FETÖ operasyonunda tutuklanan iş adamlarından Yağmur Akkülâh, kendisini, "Türk Hava Yolları da Türkçe Olimpiyatları'nın ana sponsoruydu... Diyanet İşleri Başkanlığı da parasını Bank Asya'ya göndermişti." diye savunmuştu.

Türkçe Olimpiyatları'nda, Türkçe şarkı öğretilen öğrenciler öne çıkarılıyordu. Bu öğrencilerle konuşmaya çalışan gazeteciler, hiçbirinin Türkçe bilmediğini tespit etmişti. Yani FETÖ okulları, İngilizce dilinde öğretim veriyor ama Türkçe olimpiyatları düzenliyordu!
Peki Kocaeli'nde intihar eden adamın eşiyle konuşan gazeteciyi gözaltına alan, Rize'de tarihi ağacın kesilmesini haber yapan gazeteciyi emniyete çağıran irade, bu gerçekleri neden görmezden geliyor?
Altına sığındıkları çatı çöker diye mi korkuyorlar?

                                                                          ***

Aslında Türkiye'de ekonomik çatının uçmasının yapısal sebebi işte bu türdeki siyasi amaçlı ekonomik kararlardır.

Tayyip Erdoğan ise Amerikalı yatırımcılara hitap ederken, "24 Haziran seçimleriyle geçtiğimiz yeni yönetim sistemi, reform irademizi hayata geçirme noktasında elimizi güçlendirmiştir. Ülkemiz, artık bürokratik engellere takılmadan, eski sistemin kalıplarına mahkûm olmadan daha süratli ve etkili kararlar alabilecektir. Yeni yönetim sistemimiz, siyasi iradeye bunları en az dirençle, en az engelle uygulama imkânı veriyor. Bu dönem Türkiye'nin, içine kapanmak bir tarafa, dış dünya ile açılım sürecinin hızlandığı bir dönem olacaktır." dedi.

Zaten ABD şirketleri de muhalefetin ve Danıştay'ın engel çıkarmasından yakınıyordu. Ve zaten küresel şirketler, Türkiye'de sistem yerine tek bir kişi ile muhatap olmayı tercih eder.
Erdoğan, Amerikan şirketlerine yeniden taahhütte bulundu:
''Geçtiğimiz günlerde kabul ettiğim Türkiye'deki Amerikan firmalarının üst düzey yöneticilerine söylediğim bir hususu burada tekrarlamak istiyorum. Türkiye, serbest piyasa ekonomisinin kurallarından taviz vermeden, yatırım ortamını güçlendirmeye devam edecektir. Ülkemizin daha fazla doğrudan yatırım çekmesi için, uluslararası yatırımcıların ülkemizde güvenle ve daha çok yatırım yapmaları için gerekli yasal düzenlemeleri yapmayı sürdüreceğiz."

                                                                           ***

Madenleri, tarım arazilerini, suları, yaylaları, ormanları da yasa üzerine yasa çıkararak yabancı sermayeye açtılar ama bütün bunlar yetmedi... Türkiye'nin tapusu yabancılara teslim edilecek; öyle anlaşılıyor...

Peki Türkiye'ye teknoloji getiren yabancı sermaye var mı? Borsada oynuyorlar, alışveriş merkezi kuruyorlar, Torosların suyunu Türklere satıyorlar! Yerli ithalatçılar da tarım ve hayvancılığı yok ediyor. Hani nerede üretim ekonomisi? Büyük ölçüde yabancı sermayeye çalışan Türkiye'nin aç kalmaması mucize olur!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

27 Eylül 2018 Perşembe

Erdoğan'ın ziyareti öncesinde sol ne yapıyor: Almanya'da direnenler ve dilenenler - SOL

Türkiye kökenli sol çevrelerin Erdoğan ziyaretini protestoları sürüyor. Ancak bütün bu protestoların 'Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ve Alman siyaset sınıfının, Erdoğan'a karşı kendilerinin desteklemesi gerektiği' yolunda bir çağrıya dönüştüğü gözleniyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Federal Almanya ziyaretine tepkiler büyüyor. Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier'in resmi davetlisi olarak Berlin'e geleceği ve Başbakan Angela Merkel ile iki kez görüşme yapacağı belirtilen Erdoğan'ın, Köln'de de bir cami açılışına katılacak olması eleştirilerin artmasına neden oldu. En son Başbakan Merkel'in, Erdoğan'ın onuruna verilecek yemekli resmi davete katılmayacağı belirtilirken, Yeşiller'in eski başkanlarından Cem Özdemir, bu davette yer alacağını ve böylece Erdoğan'ın kendisine “tahammül etmek zorunda kalacağını” duyurdu. Sağdan ve soldan birçok politikacının bu davete gelmeyi reddettiği belirtildi.

Bu arada Türkiye kökenli sol çevrelerin de çeşitli açıklamalarla Erdoğan ziyaretini protestoları sürüyor. Ancak bütün bu protestoların “Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ve Alman siyaset sınıfının, Erdoğan'a karşı kendilerinin desteklemesi gerektiği” yolunda bir çağrıya dönüştüğü gözleniyor. 

SOL OLMAYAN SOL: 'SOS' SORUNU
Sosyalist günlük gazete Junge Welt'in 22-23 Eylül tarihli sayısında, AGIF (Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu) Eş Genel Başkanı Mesut Duman'la yapılar bir söyleşi solun içinde bulunduğu açmaza yeni bir örnek olarak yorumlandı. “Erdoğan not welcome” (Erdoğan Hoş Gelmedi) adlı birliğin sözcüsü olduğu belirtilen Mesut Duman, Erdoğan hakkında, genel eleştirileri (“baskı-zulüm-dincilik”) dile getirirken, Berlin'den kapalı bir dille destek rica etti. Bu ziyaret çerçevesinde eleştirilerini sıralayan Duman'ın sermaye bağlantılarına ve emperyalizmle ilişkilere sosyalist bir gazeteyle konuşurken bile değinmemesi dikkat çekti. Bu “çekincenin” nedeni, söz konusu söyleşi dikkatle okununca açığa  çıktı. Duman, şu sözlerle Alman hükümetinden yardım talebinde bulundu: 
“Bu başkan, Federal Almanya'da hoş geldiniz diyerek gösterişli bir şekilde karşılanmak için demokratik bir meşruluğa sahip değildir. Türkiye'de insanlar sözde terör propagandası sebebiyle (...) hapse tıkılırken, bu tamamen yanlış bir sinyal olur. (...) Federal hükümete hatırlatmak istiyoruz ki, yapılması gereken Türkiye'de hapsedilmiş muhalefeti güçlendirmektir.”

Bu yaklaşıma göre, bu düzende, Erdoğan farklı olsa veya CHP-HDP hükümet olsalar ve özünde aynı politikaları uygulasalar, bir meşruiyete sahip bulunacaklar. Bu yaklaşım, Syriza'ya açılan kredinin de genelde devam ettiğini gösteriyor. Bu arada “Angela Ana”dan yardım talebinde bulunmanın da solun tanımına sığmadığı yorumları yapılıyor. Sermaye, emperyalizm ve sınıf politikası vurgularının olmadığı bu tür açıklamaların solun sınırları içinde kabul edilmesinin sakıncalarına daha sık dikkat çekiliyor. 

SINIFLAR VE EMPERYALİZM YOKSA SOL DA YOK
Bu arada, Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) çağrısıyla ve 40 aydının imzasıyla yayımlanan “Kirli Pazarlığa Son Verilsin” başlıklı bir protesto bildirisinde de şu görüşler yer aldı: “Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in daveti üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 28 Eylül’de Berlin’e geliyor. Erdoğan askeri törenle karşılandıktan sonra Savaş ve Şiddet Mağdurları Anıtı’na anıt dikecek. 
Nasıl bir ikiyüzlülük!

Erdoğan izlediği politikalarda diktatörlüğe doğru gitmeye devam ediyor. Erdoğan göreve başladıktan bu yana Türkiye’de insan hakları ihlallerinin listesi sürekli uzadı. Aralarında AGİT ve Birleşmiş Milletler’in de olduğu pek çok insan hakları örgütü, aralarında Alman vatandaşlarının da olduğu pek çok kişi gözaltına alındı ve tutuklandığını, medyaya yönelik baskıların yoğunlaştığını, Kürt halkına karşı yerinden etme ve politik karşıtların görevden alınması gibi baskılar belgeleriyle ortaya konuldu ve açık olarak eleştirildi.

Bizler Türk-Alman ilişkilerinin iyi olmasından yanayız. Ancak, ülkeyi otokratik şekilde yöneten Erdoğan, agresif şekilde antidemokratik, laiklik ve semitimiz karşıtı, kadın düşmanı bir politika izliyor. Türkiye ve bölgeyi kaosa sürüklüyor. Bu koşullarda ilişkilerin normalleştirilmesini kabul etmiyoruz.

Alman hükümetinin bugüne kadarki politikası Erdoğan‘ı demokratik bir çizgiye çekmeye yaramadı. Tersine özellikle Alman silahlarının verilmesiyle Türkiye‘de daha olumsuz gelişmelerin yaşanmasına neden oldu. Şimdi bu tersine dönmeli ve silah satışı derhal durdurulmalı. Genel olarak şu geçerli olmalı: Federal Hükümet, Erdoğan‘la görüşmesinde, bugünkü yönetimi güçlendirecek şekilde destek vermemelidir. Baskıcı, başkasına söz hakkı tanımayan ve ayrımcı rejim destek almamalı. Eğer Erdoğan, Almanya ziyaretini kendi çıkarları için kullanırsa, bu tam anlamıyla bir felaket olur.

Bu nedenle her iki devlet arasında kirliği pazarlığa karşı çıkıyoruz ve Türkiye‘deki demokrasi güçleriyle tam dayanışma içerisindeyiz.”

Öte yandan Mesut Duman'ın Junge Welt ile söyleşisinde, federal hükümetin yalancılıkla suçlandığı gözlendi. Federal Dışişleri Bakanı Heiko Maas'ın Türkiye'de kendilerinden hoşlanılmayan gazetecilerin hapse atılmasını “Hukuk devleti ve basın özgürlüğüyle tamamen uyumsuz” sözleriyle eleştirdiğini belirten Duman'a göre, bu eleştirinin Alman ekonomisinin çıkarları karşısında hiçbir rolü bulunmuyor.  

Bu tür eleştirilerin muhalefetteki her burjuva partisinin yapacağı türden bir tepki olduğu gözleniyor. Ekonomik ilişkilerin, sol bir politikacının ağzından, “sınıflardan bağımsız, aşırı kâr peşinde koşan ilkesiz sanayiciler” üzerinden açıklanmaya çalışıldığı bu tabloda, sol siyasetçilere ve aydınlara bu aşırı kâr hırsını gemlemek dışında pek bir görev düşmüyor. Çeşitli sol çevrelere göre, Mesut Duman'ın söyleşide dile getirdiği tek doğru vurgu Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın Erdoğan'dan önce Almanya'ya para dilenmeye geldiği şeklindeki saptaması oldu. 

“Devrimcilerin” Alman hükümetinden yardım dilenmesinin siyaset sayılması ve bu tür vurguların “siyasal tepki” olarak tanımlanması, solun Avrupa ve onun hegemon gücü Almanya'da ağır hasarlı olduğuna dair yeni bir gösterge olarak değerlendirildi. Erdoğan'ı protesto mitinglerine katılacağını bildiren TKP Almanya Örgütü'nden yapılan bir açıklamada, “Görünen o ki, her solcu bizim solcumuz değil. Solun ne söylediği kadar ne söylemediği de önemlidir. 

Erdoğan karşıtlığı yapıyoruz diye, ister bilinçli ister bilinçsiz, sol adına emperyalizme yamanma anlamına gelecek tutumlardan uzak durulmalıdır” uyarısında bulunuldu.

SOL - Berlin

Dil Bayramı’nı kutluyoruz - SEVGİ ÖZEL

12 Eylül paşalarının kapattığı TDK’nin yerine Dil Derneği’nin üstlendiği Dil Bayramı organizasyonları bu yıl da devam ediyor.

Atatürk, 1932 Temmuz’unda Türk Dil Kurumu’nu (TDK’yi) dernek olarak kurdu. TDK, 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı topladı. Bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edildi. Bugün 86. Dil Bayramını kutluyoruz; ne ki Atatürk’ün kurduğu TDK’yi Kenan Evrengiller, Ata’nın vasiyetnamesini çiğneyerek yasa zoruyla 1983’te kapattı. Atatürk’ün kurumunun amacını 22 Nisan 1987’de kurulan Dil Derneği üstlendi. 

1950-60 arasında çoğunca perde arkasında; 1970’lerden, özellikle 12 Eylül’den sonra azgınca ‘milliyetçi muhafazakâr’ların; 15-16 yıldır ‘milliyetçi muhafazakâr’lığı da soyunan ‘din’ odaklı siyasanın ‘parlak’ sözcülerini kusturucu otlar gibi çoğalan TV’lerde beş dakika izlemek yetiyor. ‘Besleme cahiller’in bir bölümü gerçekten ‘zırcahil.’ Dil Devrimi’ni salt sözcük türetme eylemi sanıyor ve eleştiriyorlar. Bir bölümü, ‘zırcahil’i de oynatan uyanıklar; bireysel çıkar için hem ülkenin hem Türkçe’nin tarihsel akışını bilip de bilmezden geliyorlar. Aralarında aklınıza gelen her daldan Atatürk ve cumhuriyet karşıtı var. Yenileşen dilin düşünceyi de yenileştireceğini, bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek aracın dil olduğunu biliyorlar. Dil Devrimi’ne tepkinin kökeninde düşünce özgürlüğünden korku var; anlamadığı, kullanamadığı bir dille toplumu çocuklar bile kandırır. Toplumu kandırmayı meslek edindiler; adil ve demokrat değiller; her şeyi biliyorlar. ‘Geçmişimiz’ diye Fatih’i Kanuni’yi anıyor; Kanuni’den Abdülhamit’e atlayıp imparatorluğu çöküşe götüren yüzyılları yok sayıyorlar. Dededen oğula aktarılan yalanlarla imparatorluğun son döneminde yazı ve dile umar arayan aydınlara saygısızlık yapıyorlar. İmparatorluk’ta, 1800’ler biterken yeni okulların açılması, çağdaş bilgi içeren kitapların çevrilmesi istenmiş; ama Osmanlıca’nın batıda ortaya çıkan kavram ve terimleri karşılayamadığı anlaşılmıştı. İlk tıp okulunun öyküsü, acı ve utanç örneğidir (1805). Koca imparatorluk öğrencilerin, İstanbul’daki İtalyan eczacılardan dil öğrenmesini düşünmüş, bu girişim fiyasko ile sonuçlanmış; aynı okul II. Mahmut döneminde açılırken Fransızca öğretim dili (1827) yapılmış; bu yöntem Türkçe’nin bilim dili olmasına yaramamıştı. 

Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dil tartışmalarına noktayı Mustafa Kemal koymuş; Türkçe’ye güveni sağlamıştır. Osmanlı aydınları, dili tartışırken kapağında Türkçe Sözlük yazan tek yapıt yoktu. Dil Devrimi uydurukçuluksa tarihsel akışta uydurukçuluğu yeğleyen, birçok övünç kaynağımız var. ‘Güzel dil Türkçe bize/ Başka dil gece bize/ İstanbul konuşması/ En saf en ince bize’ diyen Ziya Gökalp, çağdaşları gibi Türkçe’yle değil Osmanlıca’yla düşünmüş olsa da değerli bir uydurukçudur; kültüre (culture) karşılık ‘hars’ı; psikolojiye ‘ruhiyat’ı; sosyolojiye ‘içtimaiyat’ı uydurmuştur.

‘Dil yürüyor’
Nurullah Ataçlar, Ömer Asım Aksoylar, Emin Özdemirler Türkçe’nin olanaklarını kullanarak, Türkçe düşünerek uydurdular. Dilimizde tüy değil, ağaç da bitse, uydurmaktan caymayacağız. 

Türkçe, ilk kez cumhuriyet döneminde topluca düşünülmüştür. Ruşen Eşref Ünaydın, ilk Türk Dili Kurultayı’nın son günü Türk Devrimi’nin dile yansıdığını belirten coşkulu konuşmasında, “Mustafa Kemal’ce düşünmek demek, incelemek, bütünleştirmek, bilinçlendirmek, düzene sokmak, sistemleştirmek demektir. Bu yöntem, Çanakkale’den dil kurultayına kadar aynı hızı ve sırayı gösterir” demiştir. Bugün Mustafa Kemal’ce düşünme yetisi olmayanlar Türkçe’ye güvenmiyor. Biz Mustafa Kemal Atatürk’e güveniyoruz; Atatürkçü düşünceden aldığımız güçle Türkçeye güveniyoruz. Atatürk’ün dediği gibi, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti”nin karartılan bütün cumhuriyet değerleriyle “dilini de yabancı diller boyunduruğundan” kurtaracağına inanıyoruz. Karşıdevrime karşın, Nâzım’ın dediği gibi, “Dil yürüyor! Yürüyenin önünde durulmaz!” 

86. Dil Bayramı kutlu olsun!

SEVGİ ÖZEL Dil Derneği Başkanı/Yazar
CUMHURİYET

Fethullahçılığın 50 tonu - Barış Terkoğlu

“Ben Hakyolcu bilinirim, FETÖ ile alakam olabilir mi?” 
Bu sözleri bir savcıdan işittim. 
Tarikatlarla örülmüş anayurdun trajik gerçeği!
Yetkisini Fethullahçılar lehine kullandığına dair somut deliller vardı. Savunması ise marifetmiş gibi, başka bir dini gruba mensubiyete dayanıyordu. 
Münferit değil... 
Davada tutuklanan popüler bir avukat bile “Fethullahçı değil, Nurcuların Zehra grubundan” diye duyuruldu. 
Son günlerde “ben aslında” diye başlayan savunmalarda kafa karıştıran bir şey oldu. 
Hikâyeyi baştan anlatalım. 

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla Emniyet bir rapor hazırladı. Rapor, “FETÖ silahlı terör örgütü Emniyet mahrem yapılanması” adını taşıyor. 
“Mahrem” kelimesini duyunca, aklınıza magazin haberleri gelmesin. 
FETÖ’nün TSK’den Emniyet’e, yargıdan MİT’e gizli örgütlenmesini anlatmak için kullanılıyor.
Sabrınız yeter de tamamı 383 sayfa olan raporu okursanız, bir gizli örgütün çalışma ilkelerine dair çok şey öğrenebilirsiniz. 
Rapor, ele geçen belgelerin önemli bir derlemesini içeriyor. 
Dinlemeye takılmadan haberleşmenin incelikleri de, saklanılan evlerde yakalanmadan yaşama yolları da üyelerine öğretilmiş. 
Öyle ki, ödenen para dikkat çekmesin diye “son dakikada uçak bileti almamaları” bile talimatlar arasında var. ATM dedikleri “arama-tarama mesulleri”, Işık Evleri’nde düzenli olarak delil arıyor ve olası bir operasyona karşı temizlik dahi yapıyor.

Yandaşların sessizliği 
Her belgeye kalemlikle koşan yandaş medyanın “mahrem rapor sessizliği”ni merak etmiyor değiliz. 
Bir tarama yaptığınızda, raporun ilk kez Anadolu Ajansı’na sızdığı görülüyor. 
Yayımlanan haberde ise açık tahrifat yapılmış. 
“Cumhur ittifakını bozmamak” için olacak, aktarılan kısımdan MHP’nin gazetesi Ortadoğu’nun adı çıkarılmış. 
Yalnız bu kadar mı? 
Gülencilerin devletin resmi belgesine giren “Bilindiği üzere 2002’den 2011’e kadar ilkeler üzerinden bir sorun yaşanmadığı dönemlerde bizler de AKP’yedestek verdik” ifadesini herhalde fark etmemişler! 
Bülent Arınç’ın açıklamalarının kısa videolar şeklinde hazırlanıp You Tube’dan, Facebook’tan, Twitter’dan, WhatsApp’tan paylaşılarak tabana yayılmaya çalışılması” tavsiyesini de görmemişler! 
Erkan Akçay, MHP Grup Başkan Vekili, bir arkadaşımızla direkt mesajla irtibatları vardı. Bizim yönlendirmemizle Meclis’te bir soru önergesi verdi” itirafını okurken herhalde gözlerine perde inmiş! 

Ya da Gülen’in örgüt belgelerine yansıyan Yalçın Akdoğan, Feryadı Figan, Beşir, Bülent, Kalın, Mücahid Arslan, Mustafa Gülcü ve daha niceleri, bunları hıyanette tartsanız hangisi ağır basar” sözlerine yansıyan “hıyanet”lerin neler olduğunu merak etmemişler! 
“‘Tek Adam’ın menfaatçi ekibinin kontrolündeki AKP, tek başına iktidar sayısınıyakalayamazsa AKP içindeki ve dışındaki temiz kadrolardan yeni ve umut veren bir oluşum için müsait zemin oluşacak” sözlerinin kendilerine nasıl Gülümseyerek baktığını anlamamışlar! 

“Büyüğümüzün imam-hatiplerin yapılmasını teşvik ettiği vaazlardan bölümler..” ifadelerini de atlamışlar! 
Haliyle “renklendirme” denilen en can alıcı noktayı da ıskalamışlar.

FETÖ’nün renkleri 
“Nedir bu renklendirme” diyeceksiniz. 
Fethullahçılar, son yıllarda deşifre olmamak adına gizlenmenin yeni bir yolunu bulmuş. Polisin “diğer oluşumlar içine sızma” ifadeleriyle özetlediği yöntemde “diğer oluşumlar”a da “renk” deniyor. 
Örgüt belgelerinde “neler renktir” sorusuna Fethullahçıların yanıtı şöyle: 
“Tarikatlar (Nakşi-Kadiri- Halveti vs.) - Cemaatler (Nur Cemaatleri-Erenköy-Çarşambaİslamoğlu Cemaati vs) - AKP - Partiler.” 

Kısacası, yakalanmamak için başka tarikatların toplantılarına katılıyorlar, onlara himmet veriyorlar, başka gruplara karışarak “hizmet” dedikleri asıl yapılanmayı renklendiriyorlar. AKP’deki üyeleri “en Reisçi”, muhalif görünenleri “Atatürkçülük kisvesinde” olabiliyor. 
Emniyet’in, öncelikle kendi içindeki yapılanmayı tanımlamak için yazılan rapora, yandaşların ilgisiz kalmasının nedeni belli. 

Bugün, devlet içerisinde “Okuyucular”dan “Yazıcılar”a sadece Nur kökenli 10’un üzerinde gruptan söz ediliyor. Nakşibendiliğin kollarını eklediğinizde her tarikatın kendi havuzunu oluşturduğu bir devlet yapılanması ortaya çıkıyor. Hatırlayın, Osmanlı Arşivleri’nde yıllarını geçirmiş uzmanların tasfiyesinin altından bile, yerlerini dolduracak bir cemaatin kadrolaşması çıkmıştı. Koskoca İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı’nın Adnan Oktar operasyonundan sonra istifa etmek zorunda kaldığı ilişkiler yumağındayız. 

Halının altına süpürmeye çalışsalar da, sessizlikle geçiştirseler de “aman tarikatlara dokunmayın” eşliğinde yaşadığımız tartışmaya artık kimse sırtını dönemiyor. 

Erdoğan mı? 

Fethullah Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret eden vekillerin “hepimiz oradaydık”fotoğrafını hatırladınız mı? İşte o fotoğrafta, Gülen’in omuz omuza durduğu Arif Demirkıran’ı, AKP yönetimindeki en kritik görevlerden birine getiren kararı, birkaç gün önce sessiz sedasız imzaladı. 
Çocuklarımızı da Cumhuriyetimizin kurumlarını da tarikatlara emanet etmeyin!

[Haber görseli]
AKP Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı görevine, AKP’lilerin Pensilvanya ziyaretinde Fethullah Gülen’in solunda duran eski Siirt milletvekili Arif Demirkıran getirildi.



Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


İsrail için oyun şimdilik bitti - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bir Rus savaş uçağının İsrail provokasyonu ile düşürülmesi sonrası Rusya ile İsrail’in dengede giden ilişkilerinde artık bir dengeden söz etmek kolay olmayacak. Çünkü Rusya İsrail’le ipleri koparmasa bile ilişkileri bir hayli soğutmuş durumda.

Bunun pratikteki yansıması İsrail’i şaşırtan bir karar oldu. Rusya daha önce İsrail’in isteği üzerine vermeyi geciktirdiği S-300 Füze Savunma Sistemi’ni Suriye’ye verdi. Bundan sonraki adım Suriye hava sahasını kapatmak ki, bu ABD ile İsrail’i hedefleyen bir karar. Uçak krizinin hemen ertesinde Rusya, Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyılarını uçuşlara kapatmıştı.

Gelişmeler nasıl olur bekleyip göreceğiz ama İsrail bölgedeki kuralların değiştiğini artık anlamak zorunda. Vahhabi, Selefi, Tekfirci gruplara karşı savaşan İran’a, Hizbullah’a, Suriye’ye saldırmaktan vazgeçmeli. Moskova-Tel Aviv arasında var olan anlaşma gereği her hava harekatının Moskova’ya bildirilmesi gerektiği ilkesini de anımsamalı. Bu son uçak krizinde bu bilgilendirmeyi yapmadığı ortada. 

İsrail’in cihatçılara dolaylı destek verdiği bir gerçek. Çünkü işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nin, bir gün gerçek sahibine, yani Suriye’ye verileceğini biliyor. Bu nedenle zayıf düşmüş bir Suriye’yi tercih ettiği için cihatçılara yol veriyor. Bundan Rusya’nın memnun olmadığını söylemeye gerek yok. Rusya’nın bu konuda İsrail’i defalarca uyardığı, durumun kontrolden çıkabileceğini söylediği de sır değil. 

Ama tüm bunlara aldırmayan İsrail, dengelerin hâlâ aynı olduğunu sandığı bölgede bildik tutumlarını sürdürdü. Sonuçta olan şu; Suriye’ye Lübnan’dan, Golan Tepeleri’nden gelen saldırıları bertaraf için Rusya’nın S- 300 füze savunma sistemi Suriye’de.

Şimdi İsrail için oyun alanı daralmış durumda. Potansiyeli Rusya’nın verdikleriyle hayli artan bir Suriye var artık. Suriye hava sahasını kolay kolay ihlal edemeyecek oluşu İsrail’in Ortadoğu’daki üstünlüğüne ciddi bir darbedir. 

Hizbullah faktörü de unutulmamalı. İsrail saldırılarını iki kez durduran Lübnan Hizbullahı’nın eskisinden çok füzesi bulunuyor. Bu İsrail’i Ortadoğu’da bir maceraya girmekten alıkoyacak bir etken. İran’ı da anımsayalım; eski İran yok artık, dünyada, Avrupa’da dostları olan bir ülkedir İran. AB, nükleer anlaşmayı bozan ABD’yi dinlemeyip İran’la, ABD yaptırımlarına rağmen işbirliğini sürdüreceğini bir kez daha açıkladı dün.

Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolai Patrushev, İranlı ve İsrailli meslektaşları Ali Şakkhani ve Eytan Ben Davut ile birlikte, İran’ın askeri tesisine yapılan son İsrail saldırısı sırasında Tahran ve Tel Aviv arasındaki gerilini azaltmak için Soçi’de ayrı ayrı bir araya gelmişti. İsrail bu görüşmelerin kendi gücü yüzünden yapıldığını sanıyorsa aldanıyor. Unutmamalı ki, Rusya, İsrail’e misilleme yapmaması konusunda Şam’a tavsiyede bulunmuştu. Yani Suriye ve İran’la müttefik olan Rusya’nın varlığı bölgede İsrail’in güvenliği için çok gerekli. İsrail’in bunu da pek kavrayamadı görünüyor. 

İsrail’in stratejisini değişme zamanı geldi. Çünkü Rusya gibi kendisini zaman zaman koruyup kollayan bir müttefiki ciddi olarak kızdırmış durumda. İlişkilerin düzelmesi zor değilse de zaman alacak gibi görünüyor. Bu süreyi kısaltmak İsrail’in elinde. Artık bölgede dengeleri lehlerine çevirmiş Suriye ve İran gerçekliği karşısında eskisi gibi rahat at oynatamayacağını anlamak zorunda.

Kartların yeniden açıldığı Ortadoğu’da İsrail artık hakemin değiştiğini görmezse “tüm oyunları” kaybedebilir. Bunun Filistin için iyi olacağını söylemeye gerek yok. Terörü politika haline getirmiş bir ülke olarak İsrail’in artık “kaybetmesi” lazım.

Bu tüm bölge için iyi olacak.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

2 tahta 3 çivi de ‘imar barışı’ kapsamında - RABİA YILMAZ

Kaçak yapıların yasallaşmasına olanak sağlayan ‘imar affı’ fırsatçılara rant kapısı oldu. Yayla ve meralarda herhangi bir barakanın fotoğrafı çekilerek ‘yapı belgesi’ alınıyor.

Kaçak yapılaşmanın önünü açtığı için eleştirilen ‘imar affı’ düzenlemesi fırsatlar için yeni rant kapıları yarattı. Karadeniz’de yayla ve meralarda hızlı bir biçimde barakaların kurulduğu, fotoğraflarının çekildiği ve ‘imar affı’ kapsamına dahil olması için başvuruda bulunulduğu ortaya çıktı. Çevre ve Ekoloji Hareketi’nden (ÇEHAV) avukat İbrahim Demirci, “Yaylada 2-3 tahta çakıp, o yapıları ev gibi göstererek, imar affı başvurusunda bulunuyor ve yapı belgesi alıyorlar” dedi.
Karadeniz’deki yayla ve meralarda incelemeler yaptığını kaydeden Av. Demirci, “Herkes büyük bir hızla ev yapıyor. Hatta evi bırakın 2-3 tahta çakıp ev gibi göstererek fotoğrafını çekiyor ve o şekilde imar affı başvurusunda bulunuyorlar. İnsanlar duvarını yapmadan tahtalarını çakıyor ve evini kuruyor. Düzenlemenin son tarihi olan 31 Ekim’e yetiştirmeye çalışıyorlar” ifadelerini kullandı.

Fotoğraf çekip belgeyi almaya çalışıyorlar
Bölgedeki birçok çevre davasının da avukatlığını yapan Demirci, yayla ve meraların farklı statülerinin olduğunu, imar kanunu kapsamında değerlendirilemeyeceğini belirterek, şöyle devam etti: “Yayla ve meralarda ancak hayvanların barınabileceği Karadeniz koşullarına uygun geleneksel yayla evlerinin olabileceği bir yapı olmalı, imar olmaz. Ama yasayı çok geniş tuttukları için uygulama itibariyle yayladaki insanlar da eski yeni evleri bakmadan fotoğraflarını çekip belgeyi almaya çalışıyorlar. Şu an bütün yaylalarda herkes bir şekilde eski evini onarmaya çalışıyor, çok hızlı bir biçimde yapılaşma var.”

Yaylaların sonu Ayder’e benzeyecek
Demirci, bu düzenlemenin yayla ve meralarda da uygulanmasının ileriki süreçte yaratabileceği sıkıntıları ise şöyle açıklıyor:

“Yapı belgeleri çoğaldıkça, ilerleyen süreçte olacak şey şudur: Yaylalarda hayvancılık çok azalmış, buraya birçok ev yapılmış; devlet ya da idare de bu aşamada insanları yayladan ve meradan çıkarabilecek. Bu kadar yapıyla yayla ve meranın işgal edildiğini söyleyecek ve statülerini kaldırarak, Ayder’e benzer bir manzarayla karşımıza çıkacaklar, TOKİ’yi de oraya sokup geri dönülemez bir tahribat yaratacaklar. İlla bu şekilde olmak zorunda değil, ama bu şekilde yapılaşma devam ettiği sürece yayla ve meraların yapısı bozulacak. Yayla ve meralar imar affı düzenlemesi nedeniyle hızlı bir şekilde kentleşiyor.”

Uzmanlar uyarmıştı
Düzenlemenin açıklanmasıyla uzmanlar, kapsamı itibariyle suiistimal edilebileceğini açıklamıştı. Kaçak, sağlam olmayan, Hazine ve doğal sit statüsü bulunan alanlarındaki yapıların da düzenlemeyle legalleşmesinin ve ‘yapı belgesi’ almasının, büyük bir riske işaret ettiğini vurgulamıştı. Ancak yetkililer, düzenlemenin bu kapsamda devam edeceği konusunda diretmişti.
***
Olmayan eve ‘imar affı’ başvurusu
Büyük kentlerde ise ‘imar affı’ düzenlemesinde ‘farklı’ şekilde faydalanılıyor. Herhangi bir resmin sisteme yüklenmesiyle, yapı belgesi’ne sahip olunuyor. Ancak fotoğrafın çekildiği arazide ne bir yapı ne de bir bina söz konusu. Adres bilgileri doğru, ancak fotoğraf hiç ilgisi olmayan bir alandan yükleniyor.

Rabia Yılmaz / BİRGÜN

Cumhurbaşkanı'ndan yandaşlarına şok. - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Cumhurbaşkanı, Reuters'a verdiği mülakatta "Brunson olayının bizim ekonomimizle yakından uzaktan alakası yoktur. 2008 yılında biz ekonomik sıkıntı yine yaşadık. Ben 'teğet geçecektir' demiştim. Biz sonra ekonomik sıkıntıyı aştık. Türkiye ciddi manada ekonomik rahatlama sürecine girdi. Şu an ülkemizdeki ekonomik sıkıntı öyle zannedildiği gibi abartılacak bir sıkıntı süreci değildir. Türkiye kendi imkânlarıyla aşacaktır" dedi.

E hani;

"Türkiye'deki operasyonel gücü kırılan üst akıl bu kez ekonomi cephesinden saldırıya" geçmişti?

"Türkiye'yi teslim almak için dolar silahının tetiğine basılmış"tı...

"Amaç; CIA ajanlarının, Gezi finansörlerinin, terör örgütü yöneticilerinin, FETÖ'cülerle iş tutan tetikçilerin serbest bırakılmasını sağlamak"tı...

"Papaz Brunson üzerinden başlatılan ekonomik saldırının amacı, Gezi'de, 15 Temmuz'da başarılamayanı başarmak, Türkiye'ye boyun eğdirmek..."ti...

Hani;
"Türkiye'ye dış politikada diz çöktürme operasyonunun kamuflajı olarak kullanılan tutuklu papaz Brunson davası ile birlikte TL'de son 1.5 ayda yaşanan düşüşün ardında ABD'nin 'kur saldırısının' olduğu tescillenmiş"ti?

Hani;
"7 Şubat 2012'deki kepazelikten, Mayıs 2013 Faşist Gezi kalkışmasına.. 2013/17-25 Aralık yargısal darbe girişiminden 2014 Ocak MİT TIR'ları ihanetine.. 2015 Çukur teröründen, İstanbul, Ankara, Kayseri, İzmir, Suruç ve bilumum terör saldırılarına.. Ve en son 2016/15 Temmuz'daki Anadolu'yu işgal girişimine kadar çeşitli saldırılarla başaramayanlar bu defa Papaz Brunson'ı devreye sokmuş"tu?

Hani;
"Emperyalist ABD'nin Türkiye'ye ajan rahip Brunson üzerinden başlattığı ekonomik saldırı doların ateşini çıkarmış"tı?

Hani;
 "Türkiye'ye 15 Temmuz'da boyun eğdiremeyenlerin kirli ekonomik saldırılarının son halkası Brunson davası"ydı?

"Tüm tehdit ve şantajlara rağmen boyun eğmeyen Türkiye'ye karşı ABD son olarak Brunson davası üzerinden saldırıya geçmiş"ti!

                                                                          ***

Biz, "Ekonomik krizle Brunson'un ne alakası var" deseydik, "emperyalizmin tetikçisi" ilan edilecektik; Cumhurbaşkanı dedi.
Çok merak ediyorum, aylardır yukarıdaki satırlardan geçinenler ne yazacaklar şimdi!
Hayır, yüzlerini kızarttılar bir şekilde en kıvrağından bir manevra yaptılar diyelim; ya o kadar yağıp, esip, gürledikten sonra Brunson tahliye edildiğinde?
"Bağımsız yargının kararı, saygı duyuyoruz" mu diyecekler?

                                                                            ***
Amaan benimki de soru işte;
Kişi patlıcan dalkavuğu kıvamında olunca, ABD uçağına binerken arkasından su bile döker valla!

                                                                            ***

Trump'ın derin planı(!)
Lütfen, çok rica ediyorum, "kadrolu uçak kalemşorlarının" coşkuyla geçtiği "Erdoğan ile Trump sohbet etti" haberlerine inanmayın.

İşin aslı hiç öyle "sohbet etti"yle geçiştirilecek kadar basit değil...

O "tesadüf etme", o "denk gelme", o "ayakta karşılaşma", o "tokalaşma", Melania'nın yüzünde aylar sonra oluşan o kocaman gülümseme filan hepsi derin, titiz, organize bir operasyonun neticesi!
Hepsi, Amerikan derin devletince planlanmış!

Trump, sırf bu planı uygulamaya sokabilmek uğruna BM'nin bütün üye ülkelerinin tepkisini hiçe sayıp kendi ülkesindeki zirveye geç kalmış; kendini feda etmiş yazık!
Ben demiyorum, bir dönem ülkenin Anayasası emanet edilen koca profesör, Burhan Kuzu Hocam söylüyor:

"Trump, BM toplantısında Başkan Erdoğan ile görüşebilmek için hep fırsat kollamış. İşte bu nedenle konuşma sırasını bilerek kaçırmış ki Erdoğan'a denk gelmiş olsun. Gerçekten de öyle oldu. Ne yaptı, etti, sonunda görüştü; muradına erdi."

Gülmek serbest.

Ya Cumhurbaşkanı'nın yanında Kuzu hoca kıvamında iki kişi daha varsa diye düşünüp ağlamak da!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU  / YENİÇAĞ

26 Eylül 2018 Çarşamba

Yeni Ekonomi Programı bir itiraf belgesidir - SELİN SAYEK BÖKE

Geçen hafta, krizle boğuşan ekonomimizin gelecek 3 yılına ilişkin yol haritası ortaya koyması gereken Yeni Ekonomi Programı açıklandı. Program adına tezat içeriğinde, “yeni” hiçbir şey içermiyor. 

Bu program özetle şunu söylüyor: Değişmeden, eskiyi devam ettirerek, krize yol açan ne varsa hepsini, yani düzeni koruyarak yola devam!

Programın içeriğinde yığılmış detaylarsa, bu krizin faturasının en geniş halk kesimlerine, toplumun üretici güçlerine, yani yüzde 99’a yıkılacağını açıkça ortaya koyuyor. Yeni Ekonomi Programı’nda ‘‘yeni’’ yok, eskimiş ve kriz çıkartan düzenin tam olarak devamı var.

Kriz bugün en somut olarak döviz-faiz-enflasyon üçgeninde belirginleşiyor. Krizin hem yıllar içinde kurulan rantçı, talancı ekonomik düzenin hem de kurumların, demokrasinin ve hukukun yıkılmasından kaynaklı güven kaybının bir sonucu olduğu Saray rejimi dışında artık herkes tarafından biliniyor, görülüyor. Bu yılın devamında dövizin 6 civarında kalacağı öngörüsü ve önümüzdeki 3 yıl da bu düzeyde seyredeceğinin beyanı ne rantçı düzeni ne de bu güven kaybını mesele ettiklerinin göstergesi.

Yani Saray, tam da ideolojik duruşuna, rejimin varoluşsal özelliklerine uygun şekilde, kendisi olmaya, yine aile şirketini ve şirketin ortaklarını korumaya, yani yıkıma devam edecek.

Düzen değişmeyecek… Yeni Ekonomi Programı, zaten bildiğimiz ve çokça ifade ettiğimiz bu gerçeğin itiraf belgesi. Düzenin rantçı sermayeye en önemli kaynak transferi araçlarından olan Kamu Özel İşbirlikleri bırakın iptal edilmeyi, devam ettirilecek, hatta yaygınlaştırılacak. İnşaat sektöründe rant paylaşımı yetmemiş olacak ki, şimdi buna teknoloji ve AR-GE kılıfı da eklenecek.

3’üncü havalimanının inşaatında artık en yandaş göze dahi çarpan hayat gerçekleri, yeni facialara yol açacak şekilde bu kez de maden arama ve sondaj çalışmalarında yaygınlaştırılacak. Kamu kaynakları kamu-özel işbirlikleriyle rantçı, talancı yandaşlara aktarılmaya devam edilecek. Bütçe disiplinsizliği sürecek, kamu kaynakları iktidar eliyle iktidar yandaşlarına aktarılacak. Bir paralel hazine olan Varlık Fonu uygulaması sonlandırılmayacak.

Geçmiş dönemde silinmiş yandaşların milyarlarca TL’lik vergi borçları geri alınmayacak, vergi cennetleri listesi yayımlanmayacak, rantçı sermayenin kazancının muafiyetleri aynen devam edecek, ama sosyal güvenlikten 10.1 milyar TL tasarruf edilecek! Peki nasıl, hangi harcamalar kesilecek? Kemer nereden sıkılacak? İlaç katkısı mı kaldırılacak? Sağlık ödemeleri mi yapılmayacak? Yoksa emekli aylıkları mı ödenmeyecek?

Çalışanları her geçen gün daha çok güvencesizliğe, güvensiz çalışma koşullarına mahkûm eden esnek çalışma modelleri yaygınlaştırılacak. Kıdem tazminatı ‘reformu’ gerçekleştirilecek. 16 milyar TL’lik vergi artışları gerçekleşecek, dolaylı vergilerle bütçenin yükü ücretli çalışanların omzuna yığılmaya devam edecek. Krizi doğuran düzen değişmeyecek.

O zaman, kritik soru şu: İktidar bunu göz göre göre neden yapıyor? Gerçekte ihtiyaç duyulanları göremiyor, yönetemiyor diye mi? Hayır, kriz iktidar yönetemediği için çıkmadı. Bilakis kriz, iktidarın siyasal tercihleriyle şekillenen, bilerek isteyerek kurdukları ekonomik düzenin yapısından ve yine bilerek isteyerek değiştirdikleri rejimin bir sonucu ve AKP, iktidarını bu yapıya borçlu. 

O yüzden yapamaz değiller, yapmazlar! Değiştirmezler. Rejimi toplumun direncine rağmen değiştirdiler, bilerek ve isteyerek. Değişmeyeceğini şimdi bir kez de YEP’le ilan ediyorlar. Kamu-özel işbirliklerini devam ettirecek hatta yaygınlaştıracaklar. Kıdem tazminatına dokunmaya kalkacaklar. Tüm temel ihtiyaç ürünlerinin ithal girdi yoğunluğu çok yüksekken bu ürünlerde vergi düzenlemesine gidecekler. Kamuda esnek çalışma modellerini yaygınlaştıracaklar. Bu yıkıcı krizi doğuran koşulları devam ettirecekler, işte krizin yıkıcı ortamında bile YEP’le ilan ettikleri bu!

Plan belli; krizi yaratan düzen aynen devam ettirilirken, rantçı sermaye çeşitli yöntemlerle krizin etkilerinden korunurken, faturayı, çöken düzeninin kurucu ortakları değil, mağduru olan milyonlara ödetmek niyetindeler.

O zaman biz de onların dilinden söyleyelim: “Bakın burası çok önemli..!” Bu krizin yükünü, yoksul halk kesimleri, ücretliler, emekliler, halk ödemeyecek!

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Portreler II - Feliks Edmundoviç Cerjinski - SERDAL BAHÇE

Felix Edmundovic Dzherzhinsky ya da bizim dilimize çevirirsek Edmund’un oğlu Felix Cerjinski; dostlarının ve düşmanlarının “demir yumruk Felix”i...

Yukarıdaki fotoğraflar Okhrana’nın (Çarlık gizli polisi) onu tutukladıktan sonra çektiği fotoğraflardır. Her bir satır farklı bir tarihteki tutuklamadan veya mahpusluktan kalmadır. İlk sıra 1909 yılın aittir; mağrurdur. İkinci sıra ise 1914 yılına yani I. Dünya Savaşı’nın başladığı yıla aittir; bakışlar sertleşmiş ve bir nebze hüzün çökmüştür. Son sıra fotoğraflar ise 1916 yılına aittir; hınzır bir gülümsemeyle birlikte sanki “bir yıla kadar göreceksiniz…” demektedir bakışları.

Okhrana’nın elinde Cerjnski’nin ait daha fazla fotoğrafı olsa gerektir. 1917 Şubat Devrimi’ne kadar Okhrana ve çarlık polisi ile oynadığı oyun muazzam bir senaryoya dönüştürülebilir. Defalarca tutuklanır ve Sibirya’ya ya da güvenlikli bir hapishaneye yollanır ve pek çoğunda kaçar. 1917 Şubat devrimi patlak verdiğinde Moskova yakınlarında, Oryol hapishanesinde mahpusluktadır. Soluğu Moskova’da alır. Ayağının tozuyla yeni kurulan Moskova İşçi-Köylü Sovyeti kongresinde bir konuşma yapar. Konuşma sırasında hapishane üniforması hala üstündedir. Ancak çok hastadır, babasını götüren ince hastalık mahpusluğu sırasında ona da tebelleş olmuştur. Moskova’da Bolşevik Parti merkez komitesi üyesi olarak Sovyet organizasyonu içinde sorumlu görevler üstlenir. Sonra Lenin’i karşılamak üzere 2017 Mart’ında Leningrad’a gider.
Lenin sürgünde yaşadığı İsviçre’den Rusya’ya geldi ve bizim takvimimizle 16 Nisan’da Finlandiya İstasyonu’nda trenden indi (yıllar boyunca bir Alman treninin arka vagonlarından birinde seyahat etmesi karşı-devrimciler tarafından bir Alman ajanı olmasının kanıtı olarak sunuldu). Tren garının önünde toplan partililere ve işçilere bir konuşma yaptı. Onu bekleyen önde gelen Bolşevikleri bile şok edecek şekilde, burjuva Geçici Hükümet’i suçladı, onun savaşı sürdürme gayretinin işçilere ve köylülere karşı ihanet olduğunu vurguladı. Rusya’nın yenilmesi gerektiğini ve yenilginin toplumsal devrime yol açacağını belirtti. Devrimin burjuva aşamasının bittiğini ve proleter aşamasının başladığını ilan etti. Diğer tüm Bolşevikler dehşet içinde dinlediler onu. Bolşeviklerin büyük bir çoğunluğu devrimin burjuva karakterinin sürdüğünü ve dolayısıyla Geçici Hükümet’in desteklenmesi gerektiğini düşünürken Lenin’in konuşması bir yıldırım gibi tepelerine düştü. Daha sonra yazılan anılardan şokun boyutlarını anlıyoruz. Cerjinski mi; herhalde o da şok olmuştu. Ancak fırtına daha dinmemişti; asıl büyük olanı olan ertesi gün genişletilmiş Merkez Komite toplantısında koptu. Lenin’in daha sonra “Nisan tezleri” olarak adlandırılacak tezleri komitenin ana gündemiydi. Toplantıdaki Bolşeviklerden biri Lenin hakkında “çıldırmış olmalı” diyecekti. Ancak söz konusu neredeyse yürüyen bir devrimci irade olan Lenin’di ve uzun tartışmaların ve pek çok oylamanın ardından tezlerini çoğunluğa kabul ettirdi. Uzun tartışmaların ardından yelkenleri suya indirenlerden biriydi Cerjinski.

Cerjinski 1902’den beri, yani Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki ilk ayrışmadan bu yana Bolşevikti. Bu süre zarfında Lenin’in kuramsal ve siyasal otoritesini kabul etmişti. Ancak itirazı olmayan bir öğrenci ya da takipçi de değildi. Yeri geldiğinde Lenin ile ayrı saflarda bulunabilecek kadar da cesur ve başına buyruktu. Bu türden iki önemli tarihsel moment tespit edebiliyoruz. Birincisi Brest-Litovsk anlaşmasının onaylandığı Merkez Komitesi toplantısıydı. Almanlar ateşkes isteyen Bolşeviklerden önce Polonya’nın Rus hakimiyetindeki parçası ile Ukrayna’yı istemişlerdi. Daha sonra Beyaz Rusya’yı da talep ettiler. Bolşevik Merkez Komitesi Toplantısı anlaşma şartlarını görüşmek için toplandığında Lenin başta oldukça yalnızdı. Diğer üyeler bu kadar büyük bir toprak paçasının verilmesini bir tür ihanet olarak görmekteydi. Sadece Lenin toprak karşılığında henüz oldukça güçsüz ve yalnız devrime nefes alma şansının yaratılmasının şart olduğunu düşünüyordu. Lenin yürüyen, ele geçiren ve dönüştüren devrimci iradeydi. Merkez Komitesi toplantısının sonunda anlaşma 7 lehte, bir çekimser ve 5 aleyhte oyla kabul edildi. Aleyhte oy verenlerden biriydi Cerjinski. Böylece Bolşevik hükümet nerdeyse Almanya’nın üç katı büyüklüğünde bit toprak parçası karılığında devrime nefes aldırmış oldu. İkinci moment ise ünlü self-determinasyon, yani ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili tartışmada çıktı. Lenin ısrarla özellikle Eski Çarlık toprakları içinde yaşayan tüm uluslara kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını istiyordu. İlkesel ya da kuramsal bir nedenden dolayı da istemiyordu bunu. Batıdan beklenen proleter devrimin gelmeyeceği anlaşılmıştı. Lenin Sovyet iktidarının oldukça yalnız ve saldırıya açık olduğuna inanmaktaydı. Bu nedenle en azından Sovyet rejiminin sınırlarında emperyalizmin ağına düşmemiş ve burjuva da olsa, Sovyet dostu iktidarlar istiyordu. Eğer Çarlığın cenderesi altında inleyen uluslara kendi devletlerini kurma hakkını verirse bu türden dost rejimlerin kurulabileceğine inanıyordu. Kısacası ulusların kendi kaderini tayin hakkı kuramsal ya da ideolojik bir ilkeden değil günün gereklerinden çıktı (ne yazık ki SBKP’nin de katkısıyla bu dönemsel ödün bir tür kanun seviyesine yükseltildi). Kendisi de Polonya-Litvanya kökenli olan Cerjinski, tıpkı başka bir Polonyalı, Rosa Luxemburg, gibi, bu türden bir politikanın enternasyonalizme ihanet olacağını düşünmekteydi. Tarihin ironisi buydu herhalde, Rus Lenin Polonyalılara ve diğerlerine kendi devletlerini kurma hakkı vermek isterken, Polonyalı Cerjinski Ruslardan ayrı bir kurtuluşu istemiyordu.

Ekim Devrimi Bolşevikleri iktidara getirdi. Böylece yıllarca bir devletin kovuşturmasından, takibinden ve sürgünlerinden kurtulmaya çalışan komünistler kucaklarında bir devlet buldular. Evet devlet zaman içinde yok olacak ve sınıflı topluma birlikte tarihin derinliklerine karışacaktı ancak daha o günlere çok vardı. Şimdi sosyalizme giden bir toplumun isteklerine göre şekillendirilmesi gereken bir devlet mekanizmasına ihtiyaçları vardı; ve açıkçası çok ama çok hazırlıksızdılar. İlk Svonarkom (Halk komiserleri kurulu) Sol Soyalist Devimcilerin katılımıyla oluşturuldu. Hiç bir halk komiseri tepesine atandığı kurumla ne yapacağını bilmiyordu. Örneğin Dış İşleri Halk komiserliğine atanan Troçki anılarında görevi aldıktan sonra bakanlık binasına ilk gidişini anlatır. Bir ekiple birlikte çarlık dönemi dış işleri bakanlığına giderler. Tüm dünya emekçilerine ve halklarına yönelik birkaç bildiri yayınlarlar. Daha sonra yapacak bir şey bulamazlar ve çıkar giderler. Troçki “yapacak bir şey yoktu, dükkanı kapattık” der. O kadar. Cerjinski devrimin planlanması ve yürütülmesi ile görevlendirilen Askeri Devrimci Komite üyesidir. Devrimden sonra ise sabotaj, vurgunculuk ve karşı devrimci aktivitelerle mücadele etmesi için kurulan VÇeka ya da Çeka’nın başına getirilir. Bu da tarihin başka bir ironisidir; yıllarca polis ve istihbarat örgütlerinden kaçan Cerjinski devrimci rejimin istihbarat örgütünün tepesine oturtulur. Av, avcıya dönüşür. Belki de bir avcının nasıl düşündüğünü ve hareket ettiğini artık iyice söktüğü için olsa gerek iyi bir avcı, iyi bir istihbaratçı olur. Sovyet Rejimi iç savaş sürecine girerken Cerjinski etkin bir mekanizma yaratır. Çeka özellikle iç savaş sürecinde beyazların ve diğer muhalif grupların en korkulu rüyasına dönüşür. Cerjinski bir dönem iç işleri bakanlığı da yapar. 1926 yılında parti içi mücadele yükselirken Troçki-Kamanev-Zinoviev blokuna karşı yaptığı iki saatlik bir konuşmanın ardından kalp krizi geçirir. Yıllarca süren hapislik, sürgünlük ve hapishanelerdeki işkence naif bedenini güçten düşürmüştür. Kalp krizi Çarlık polisinin yapamadığını yapar.

Serdal Bahçe / SOL