23 Kasım 2019 Cumartesi

Türkiye’den bir yük treni geçti, ama…- ERHAN NALÇACI

Sonbaharda dünyanın birçok yerinde hemen eş zamanlı patlayan halk ayaklanmaları Türkiye’de yaşanan bir olayı kaçırmamıza neden oldu.


5-7 Kasım tarihlerinde Çin Demiryolu Ekspresi, elektronik eşya dolu 42 vagonuyla Türkiye’yi boydan boya geçti. Marmaray üzerinden kıta değiştirdi ve Prag’a doğru yolculuğuna devam etti. 

Çin’den çıkıp Kazakistan ve Kafkasya üzerinden Türkiye’ye trenin varışı 12 gün kadar sürdü. Oysa deniz yolu ile taşıma bir ay kadar zaman alıyordu.

Böylece Türkiye’nin Yeni İpek Yolu kapsamında kaldığı somutlanmış oldu.
Henüz Türkiye demiryollarının Çin’in Avrupa’ya ihraç ettiği malların yükünü taşımaya uygun olmadığı söyleniyor. Örneğin, Kars-Sivas demiryolunun yenilenmesi gerekiyor. Ayrıca İstanbul Boğazı’nı aşacak yeni raylı sistemler ve tüp geçitle bu kapasitenin çok daha fazla artacağı biliniyor.

Çin’in ve bölge ülkelerinin 65 ülke ve 3 milyar nüfusu etkileyeceği söylenen Yeni İpek Yolu için 8 trilyon dolar civarında yatırım yapacağı öngörülüyor. Örneğin, Türkiye ve Çin arasında ulaşım projeleri için 40 milyar dolarlık bir bütçe harcaması bağlanmış. 

Türkiye’nin ticaret yolları üstünde sadece bir geçiş ülkesi olduğu düşünülmemeli, Avrupa’ya ve çevre ülkelere malların daha hızlı transferinin bir yolu Çin mallarının Türkiye’de üretilmesi. Çin’in her uzandığı ülkede serbest bölgeler talep ettiği biliniyor.

Ayrıca yaklaşan iktisadi kriz ortamında hükümetin Çin’e içinde nükleer santral yapımı da dâhil büyük bir ekonomik paket sunacağı söyleniyor.

Şimdi bir kez bakalım, olası sonuçlara:
Bir kez dünyanın bu şekilde homojenleşmesi ve ulusal ekonomilerin birbiriyle böylesine bir bütünleşmesinin 21. yüzyılda sosyalizmin iktisadi temellerini kolaylaştıracağını ileri sürebiliriz.

Öte yanda bir de işin “ama”sı var.

Düşünün; Türkiye’deki hızlı tren hatlarından 10 dakikada bir Çin yük trenlerinin geçtiğini, bazı trenlerin ve yük gemilerinin Çin’in hâkim olduğu serbest bölgelerde sonlandığı veya kalktığını, Çin bankaları ile yoğun bir kredi/borç ilişkisinin geliştiğini.

Bu durumda, Türkiye’de işçi hakları ve örgütlenmesi,
Grevler ve sınıf mücadeleleri,
Ulaşım ve gümrük meseleleri,
Yatırımlar ve Türkiye kanunları,
Yürütme ve her türlü finansman meselesi,
Çin tarafından bir iç mesele olarak görülmeye başlanacaktır.
Şimdi kulaklara hoş gelen sermaye yatırımları bir bağımlılığın temellerini atıyor.
Tarih ezber kabul etmiyor, yeni “Bağdat Demiryolu”nu batıdan bekliyorduk, doğudan girdi Türkiye’ye.

Üstelik emperyalist paylaşıma dayanan büyük ve alabildiğine akılsız bir uluslararası gerilimin içindeyiz.

Hong Kong’daki ayaklanmanın dünyanın diğer yerlerindeki emekçi kalkışmaları ile alakasız ve ABD’nin bir kışkırtması olduğunu söylemiştik.

Şimdi daha kritik bir aşamaya gelindi. ABD Kongresi’nden geçen Hong Kong’daki olaylara ABD desteğini öngören Yasa Tasarısı Trump’ın önünde imzalanmak için bekliyor.

İran kuşatmasından sonra Çin’in içine giren bu saldırı Çin’i kabul edemeyecekleri bir noktaya doğru sürüklüyor.

Bu aptalca dünya düzenini, emperyalist paylaşım stratejilerini ve yeni hegemonya inşası girişimlerini durduracak tek şeyin emekçi sınıfların iktidar mücadelesi olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

Hani ne diyorlardı, “Bize bir zafer gerekli”

Şurada veya burada, ama öncü bir zafer!

Erhan Nalçacı / SOL

22 Kasım 2019 Cuma

Mühendisler devrede - Zafer Arapkirli

Uluslararası sözlüklerden birinde “siyaset”in tanımı şöyle yapılır:
Bir kişinin ya da kurumun durumunu daha iyileştirmek ya da gücünü pekiştirmek için yürüttüğü faaliyetlere verilen genel ad...”

Yine aynı sözlükte “siyaset mühendisliği” şöyle tanımlanıyor:
Aralarında darbenin de bulunduğu bazı yöntemlerle, kimi zaman da siyasi sistemi, seçim sistemini, devlet yapısını değiştirerek, türlü yöntemlerle siyasi amaçlara ulaşma çabası.”

Türkiye’nin siyasi yaşamında sık sık başvurulan bir suçlama biçimi olarak kullanılan bu kavramın hayata geçirilmesinde akıl almaz yöntemler uygulanıyor. Siyasi partiler tarihimiz de, aslında biraz da “birinin ötekinin içine burnunu sokması ve çomaklaması”  pratiklerinin tarihi değil midir? 

1940’lardan 50’lerden başlayarak, 70’lere 80’lere kadar sarkan ibret verici öyküler yok mudur bu “buram buram çakallık kokan” tarihi kayıtlarda?
Son 2 gündür yaşadığımız “AKP Genel Başkanı (Cumhurbaşkanı görevi de yapıyor)  önemli bir CHP’li ile CHP genel başkanlığına adaylık (tayin?) meselesini görüşmüş”  söylentisi de bu tür mühendisliğin ne boyutlara varabildiğini hatırlattı bizlere. 

Sözcü başyazarı Rahmi Turan’ın “kulağına üflenen” bu söylentiye konu olan kişi çıkıp da tabii ki “bendim” demedi. AKP Genel Başkanı’nın sözcüsü de yalanladı bu iddiayı. Ama en önemlisi, CHP kulislerinde de yaygın olan kanıyı, bizzat CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu doğruladı. “Olabilir. İnanırım. Doğrudur” deyiverdi. 

“Bizi kendi içinde kavgalı bir parti gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunun için ekipler kurdular. Böyle gösterecekler ki, seçmende ‘bunlar devleti yönetemez’ duygusunu oluşturmak isteyecekler” diye de ekledi. Makul açıklamalar.

Ama bence bu durumda gereksizdi. “Bizim dışımızda dedikodular. Biz işimize bakıyoruz. Kimse çıksın anlatsın” deyip kestirip atabilirdi. Üstelik şu an itibarı ile, kendi koltuğu (Sn. Kılıçdaroğlu) bir hayli konsolide edilmiş durumdayken... 

Bütün bunların gerçekleştiği ortama ve konjonktüre bakalım. Cumhur İttifakı  ve  Millet İttifakı içinde, bizzat da AKP’nin kendi içinde düzinelerle “bölünme-kopma-ayrışma-çatışma-küskünlük-itiş-kakış” senaryoları, haberleri, dedikoduları dolaşırken. Belli ki AKP mahfillerinde “karşı tarafa bir sis bombası atmalı ki, bu tarafta olup biteni göremesin kimse” planı yapılmış. 

Eski, kokmuş ve ucuz senaryolar tabii. 

Hem de erken seçim niyetleri, gündemin özellikle de ekonominin bu konudaki dayatması sürerken. Çoğunluğun ortak kanısı, gelecek yıl bu ülkeyi bir erken seçimin beklediği şeklinde. Herkes faaliyetini, örgütlenmesini, kongre hazırlıklarını ve hesaplarını buna göre yapıyor. Hem bireysel olarak siyasetin her düzeyinde hem de örgütler düzeyinde.
Bu bağlamda, yukarıda sözü edilen son olaydaki gibi kim bilir daha ne “bombalar”  duyacağız. “Mühendis medya”da, bini bir paraya gidecek bunların. Hazır olalım. 

Ama bütün bunların, ülkenin tarihi boyutta kapkara ekonomik ve sosyal manzarasını unutturmasına izin vermeyelim. Açlık ve çaresizlik intiharlarını, dışarıda içine düştüğümüz tarihi ve kapkara yalnızlığı, yaklaşan dış konjonktürel ve ekonomik tehlikeleri unutturmalarına da asla müsamaha etmeyelim.

Özetle: Çapsız siyasi mühendislerin, gündem çarpıtıcıların çapsız “sis bombalarına” birer tekme koyup, karşı tarafa iade edelim.

 5Y1B1F kurnazlığı
Geçmişin muktedir hizmetkârı gazetecilerinden biri, hafta başında bir özel (YouTube) kanalda, kendi aklınca “bomba ifşaatta” bulundu. “Ben Büyük Makamlara danışmanlık yaparken, bazı yayın yönetmenleri ertesi günün manşetlerini bana yolluyorlardı” 
diyerek hem şişinme hem de birilerine “çakma” çabasına girişti.

Biz de (benim gibi başkaları da) haliyle “Yok öyle yağma. İsim açıklamalısın. Hatta. Bununla da yetinmeyip o gün sen bu yalakalara ne yanıt verdin? Kabul etmedin mi gönderilen manşetleri? O sistemi çalıştırmadın mı? İtiraz ettin mi” sorularını sorduk. 

Yanıt gelmedi tabii. Bunun yerine “Kim yapmıyordu ki? Hangi dönemde olmadı ki? 27 Mayıs’ta şu oldu, Demirel dömeminde bu oldu Çiller döneminde şu oldu..”  gibi  “sui misal”lerle laf kalabalığına boğmaya çalıştı. Dahası “Muhalefetin de kendi yalaka medyası yok mu?” demeye getirdi, (aynı derecede yanlış olsa da, muhalefeti destekler gazetecilik ile iktidara yanaşma-besleme gazetecilik arasında önemli bir fark bulunduğunu bilmezden gelerek. Aklınca uyanıklık ederek üste çıkacak ya...)

Peşini bırakmayacağız bu soruların. AKP iktidarının 17 yılı boyunca, medyaya nasıl hâkim olunduğunu, kamu bankası destekli satın aldırmalarla, siyasi ve ekonomik tehditle, kol bükme ile oluşturulan emir-komuta gazeteciliğini, bu tartışmanın kahramanı(!) eski AA Genel Müdürü Kemal Öztürk de dahil, bu dönemin danışman-sözcü-emir eri gazeteci kılıklılarını hep sorgulayacağız, kovalayacağız. 

Çünkü bu dönemin en önemli karakteristiklerinden biridir emir-komuta gazeteciliği. Yandaş, yalaka, yılışık, yalancı, yavşak, besleme ve friendly (5Y1B1F) medyası.
Yağma yok, gidinin uyanıkları!

Nefes aldığımız müddetçe peşinizdeyiz. 

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Sevsinler sizin emperyalizminizi… - KEMAL OKUYAN

Trump Erdoğan’dan yüksek koltuğa oturunca “emperyalist zihniyet”, sandalyeler eşitlenince “değer verdiler”…

Ermeni tasarısı bir ülkenin Meclis ya da Senatosundan geçti mi “emperyalizm”, askıya alınınca veya reddedilince “tokat gibi yanıt”…

Milyarca lira karşılığında Abrahamlar, Leopardlar, Sikorskyler, Kobralar gelince “ulusal savunma”, silah satışına ambargo uygulanınca “pis emperyalistler”…

Volkswagen yatırım için Manisa’yı seçince “büyük zafer”, Suriye’deki operasyonu gerekçe gösterip yatırımı askıya alınca “emperyalist şirketten skandal açıklama”…

NATO’dan “Türkiye’yi anlıyoruz” açıklaması gelince bayram havası, “Türkiye ittifaktan uzaklaşıyor” dendiğinde “emperyalist küstahlık”…

ABD ile stratejik ortak olunca kadim dostluk, Kürt oluşumu ABD ile işbirliğine gittiğinde “emperyalist proje”…

Bir Amerikalı yetkili “Türk hükümetinin reformlarını destekliyoruz” diye buyurduğunda yan cebime koy, “hükümetin icraatlarından kaygılıyız” deyince “emperyalistler iç işlerimize karışıyor”…

Özetle ABD’sinden Fransasına, İngilteresinden Almanyasına önde gelen emperyalist ülkelerin emperyalist olup olmaması onların sizinle, Türkiye’deki siyasi iktidarla olan ilişkisine bağlı. Bu ilişki gerilince “emperyalizm”i keşfediyor, işler yolunda gidince emperyalizm-sömürgecilik filan hepsini unutuyorsunuz.
Sevsinler emperyalizminizi! 

Tam bir yalama olma hâli, ikiyüzlülük, kibirle eziklik arasında sıkışmışlık… Aynı zamanda değerler sisteminde muazzam bir aşınma…

Bütün bunları halka “ulusal çıkar” diye yutturuyorsunuz.

Efendiler, dünyanın merkezinde siz yoksunuz; kendinize ağam-paşam denmesinden hoşlanabilirsiniz ama kurtlar sofrasında rekabete giriştiğiniz dünyanın gerçekliği sizin keyfinize göre değişmiyor. Emperyalizm bugünkü dünyanın olgusu. Varlığını büyük tekellere, kutsadığınız piyasa ekonomisine borçlu. Sayısız kez söyledik, bugün kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı olmanın bir karşılığı yok. Bunun sizin için bir anlamı bulunmuyor elbette, ne de olsa piyasaya tapıyor, bir yandan siyaset bir yandan ticaret yapıyorsunuz. İstiyorsunuz ki, en gelişkin silahlar sadece size satılsın, uluslararası tekeller yatırım için bir tek Türkiye’yi seçsin, her sabah Berlin-Vaşington-Paris-Londra koro halinde “en değerli müttefikimiz Türkiye’dir” diye anons geçsin…

Güçlü emperyalist ülkelerin pek sevdiği, tercih ettiği ruh halidir bu. Bu ruh halini fırsata çevirip her yerde kullanışlı aptallar bulurlar. 

Bütün isteğiniz, onların değerlisi olmak. Daha da iyisi, onlar gibi olmak!

Evet arzunuz budur.

Yanıtımızsa, kahrolsun emperyalizm. Her yerde, her zaman, ikirciksiz! Dün Kore’de, Vietnam’da, Cezayir’de, Şili’de, Arjantin’de; kahrolsun emperyalizm! Bugün Venezuela’da, Bolivya’da, Suriye’de, nerede ve nasıl kan döküyorsa, nerede nasıl var oluyor, hangi kaynaklardan besleniyorsa; kahrolsun emperyalizm!

Kemal Okuyan / SOL

21 Kasım 2019 Perşembe

Osmanlı'nın eşcinsel şairi: Enderunlu Fâzıl - OKAN ÇİL / duvaR

Eşcinsel bir şair olan Enderunlu Fâzıl eserleriyle Osmanlı İmparatorluğu'nda LGBT edebiyatıyla ilgili nadir örneklerden birini oluşturur. "Defter-i Aşk", "Hûbannâme", "Zenannâme", "Çenginâme" ve "Divan" kitapları olan Enderunlu Fâzıl'ın "Güzel Oğlanlar Kitabı" Sel Yayınları tarafından yayımlandı.

Enderunlu Fâzıl 18. yüzyılda yaşamış büyük divan şairlerinden biridir. Yazdıklarıyla döneminin ötesinde eserler ortaya koymuş olması bir yana; bizlere eşcinselliği, sokağı ve sokaktaki insan hallerini anlatmasıyla da belgeselci bir tavra sahiptir aslında.
Kendisinin beş kitabı vardır. Defter-i Aşk, Hûbannâme, Zenannâme, Çenginâme ve Divan. 1759-1810 tarihleri arasında çalkantılı bir süreç geçirmiş olan Fâzıl’ın hayatını anlamak için, kitaplarının yazılış hikâyesiyle beraber ilerlemekte fayda var.
Fâzıl Filistin’de, Safd’da dünyaya gelir. Büyükbabası Mısır ve Filistin emiri Zâhir el-Ömer başarısız bir isyan girişiminde bulununca yakalanır ve 9 Haziran 1766’da idam edilir. Dönemin Kaptan-ı deryası Gazi Hasan Paşa tarafından kurtarılan Fâzıl, İstanbul’a getirilir ve Enderun’a yerleştirilir.
DEFTER-İ AŞK
Oldukça yetenekli biri olduğundan kariyer basamaklarını kısa sürede tırmanır. Felaket dolu bir çocukluğun ardından, sarayda bolluk ve bereket içinde yaşamaya başlar. Defter-i Aşk’ın giriş bölümünde, işte bu yolculuktan bahseder.
Eşcinselliğini gizlemeyen, hatta bununla her fırsatta övünen Fâzıl’ın aşk maceraları da kitabın devam bölümlerinde ortaya çıkar. Sarayda üç büyük aşk yaşar. İlk aşığının ismini vermektense nedense çekinir.
“Düştü dil bir sanem-i mümtaze
Bir ocakzade-i ateşbaze
Nazikane reviş-i etvan
Anı tab’ımca yaratmış bârî”
(Gönül seçkin bir sevgiliye, ateşle oynayan birisine düştü. Tavrı nazikti, sanki Allah onu benim huyuma göre yaratmıştı.)
1778’de yaşadığı ikinci aşktan söz eder sonra. İsmi Süleyman’dır bu zatın, ama Süleyman’ın, Fâzıl’a pek meyil vermediğini anlarız. O da isimsiz ilk sevgili gibi erkenden vefat eder gider.
“Şöhret-i ismi Süleyman Bey idi
Yüreği âşıka taştan pek idi
Ruzigâr attı Süleyman’e beni
Hüdhüd etti O’na bu nâle-zeni
Kişver-i sinede hakan oldu
Gönlümüz taht-ı Süleyman oldu
Harf-i vâhid bana söz söylemedi”
(Adı Süleyman Bey’di, yüreği âşıklara taştan da sertti. Zamanın rüzgârı beni Süleyman’a attı ve feryatlar içindeki bu kişiyi, onun hüdhüd kuşu haline getirdi. Göğsümün ülkesinde hakan, gönlümün tahtında Süleyman oldu, ama bana bir harfçik bile olsun söylemedi.)
SARAYDAN SOKAKLARA…
Fâzıl’ın üçüncü aşkıysa ona sadece duygusal yönden hasar vermez. Bizzat saraydan kovulmasına sebep olur. Murat Bardakçı’nın araştırmalarına göre bu kişi, Şehlâ Hazıf ismiyle bilinen, ünlü besteci Hanende Şehlevendim Abdullah Ağa’dır. Anlaşılan o ki, Fâzıl’ın saraydan kovulmasının sebebi bu bey değil, en an Fâzıl kadar ona yanık olan yaşlı musiki hocasıdır. Fâzıl bu aşk üçgeninden yenik çıkar çıkmasına, ama lafını da esirgemez. Akbaba, köpek, bunak, diye anar musiki hocasını.
“Leb-i cânâneyi emse o habîs
Tükrükiyle ider idi telvîs”
(O alçak herif sevgilisinin dudaklarını emse, tükürükle kirletirdi.)
1784’te meydana gelen bu çekişmeden sonra, kendisi İstanbul’un sokaklarında beş parasız halde bulur. Çokça açlık çeker. İşsiz güçsüz dolaşıp dururken, yolu Galata’da bir meyhaneye düşer. Burada da yaklaşık yedi aylık bir ilişki yaşadığı, İsmail isimli dördüncü sevgilisiyle tanışır.
“Kılmış üftadelere ol âfet
Künc-i meyhaneyi cây-i vuslat
Raksa başlar idi ol canane
Gah ayağ üzre sunar peymane
Yedi ay oldu o nev-mâh-ı münîr
Hale-i sinede sahib-i te’sîr”
(O afet, meyhane köşelerini sevgililere kavuşma yeri yaptı. Raksa başlar, bir yandan da içki sunardı. Parlayan yeni bir ay gibi olan o sevgili, gönlümün hâlesinde yedi ay kaldı.)
Yıllar sonra bir gün, Fâzıl’la arkadaşları Haydarpaşa civarında dolanırken, kötü sesiyle şarkı söyleyip def çalan bir çingeneyle karşılaşırlar. Bu çingene İsmail’dir. Tabii zarafetini kaybetmiş, iri yarı bir adam olup çıkmıştır İsmail. Fâzıl onu tanır, ama İsmail hiç hatırlamaz. Fâzıl hüzünleniverir bir an, ama kimseye de tek kelime etmez.
“Kılmadım kimseye razı ifşa
Şive-i aşkı ne bilsin cühela" 
der ve geçer vesselam.
HÛBANNÂME (GÜZEL OĞLANLAR KİTABI)
Fâzıl daha sonra Aleko Bey isimli biriyle aşk yaşamaya başlar. “Dünyanın baş parmağında doğan… Somurtunca saçlarımı beyazlatan… Aleko’m benim, bağrımın şahı ve Rum ülkesinin ışığı… Yaşadığı yer hacıların ibadet merkezi,” diye övgülere boğar onu.
Aleko bir gün, Fâzıl’dan bir şey ister. Öyle bir kitap yaz ki, der. Dünyadaki bütün erkeklerinin özelliklerini içinde bulayım. Fâzıl da başlar yazmaya. Hintlisi, Çinlisi, İranlısı, Tunuslusu… Her birinin fiziksel özelliklerini, aşka bakışlarını ve yataktaki hallerini şairane bir edayla anlatır.
Hint güzeline “Öğrenciler, hocalar ve alimler onun aşk dilencilerdir,” diye hitap eder mesela. Borneo güzeline “Altın kakmalı dişleri beyaz bir gavur gördüğünde gıcırdıyor. O zaman öpücükleri morartıyor: Sırtımda izleri var,” der. Bizans güzeline “Elinden gelse Müslüman çocuklarını analarının karnından koparıp çıkarak: Bugün sadece tavernalarda dans ederek, Eyüp’ün bütün sofularını iflas ettirmekle meşgul,” diye yazar.
Tabii hepsinden de övgüyle bahsetmez. Mesela Yemen güzelini hiç mi hiç beğenmez. “Baskı gören bir yetim gibi. O kadar zayıf ki kemikleri sayılıyor. Bu Arabistan kavruğu, sadece ekmekle beslenebilmiş bir softaya benziyor: Hiçbir şey olmaz ondan.”
ZENANNÂME (KADINLAR KİTABI)
Hûbannâme yazıldıktan sonra elden ele dolanmaya başlar. Öyle ki İstanbul sokaklarında pek çok kişi bu bilgilerden haberdar olur. Aradan bir süre geçtikten sonra, Aleko bu kez kadınlarla ilgili bir kitap yazmasını ister. Fâzıl şaşkın kalakalır. Yapma etme, der. Kadınlarla hiç ilişkisi olmadığını, onları yazamayacağını söyler, ama kâr etmez. Aleko son derece katıdır. Ya yazarsın ya da çeker gider düşmanlarınla bir olurum, der.
Fâzıl da el mecbur alır kalemi eline, bu kez farklı milletten kadınları anlatmaya başlar. Başlar, ama içinden pek gelmediği için çoğuna burun kıvırdığını, bir zahmet beğendiğini anlarız.
Yemen kadınları hakkında “Hepsi hasta, bedenleri yıkılmış, tenleri nâzende değil… Karınları su dolu sanırsın… Kadın ve cariyelerin hepsinin suratı çirkindir,” diye yazar mesela. Fas kadınlarına “Magrib’in kadınları kötü huyludur, çirkin dilli, çirkin hareketli, çirkin yüzlüdürler,” der. Şam kadınlarına “Aşifteleri gayesizdir, kötü mayaları çoktur… Her kadın ölü kefeninden farkı olmayan sade bir kumaş örtünür… Ayağındaki gümüş halka, atın ayağındaki bağ gibidir,” der. Ermeni kadınlaraysa “Hepsi kötü tavırlı, sadece edalı yürüyüşleri kalmış… Teni çirkin, sohbeti tatsız, konuşması ve tavrı kötü, vücuduyla elbisesi çirkin… Ama hepsi çirkin değil, içlerinde güzelleri de var,” der.
Tabii beğendikleri de yok değildir. Çerkez kadınlarına övgüler düzer. “Kızları ay yüzlü olur, aşık onda her aradığını bulur… Onlara nazar ayağıyla çıkılır, kalbin gözüyle bakılır… Nedir o cömertlik, o bağlılık, o edep, nedir o mukaddes yaratılış…”
İstanbullu kadınlarıysa dörde ayırır. Birincisine “perde ehli,” der. Bunlar dinine bağlı kimselerdir. İkinci grupta “hafif işveliler” vardır. Üçüncüde “fahişeler” dördüncüdeyse “lezbiyenler.” Fâzıl hepsinin sosyal konumlarını ve toplumla kurdukları ilişkilerini belgeselci bir tavırla anlatır.
Ayrıca kadınlar hamamını, bu hamamdaki ilişki biçimlerine de yer verir kitabında. Aşırı cinsel ilişkinin zararlarından, gerdeğe giriş şekillerinden ve nikahın gereksizliğinden dem vurur. Dilinin kemiği yoktur. Baskın zihniyete verip veriştirir.
Tam da bundan ötürü, Fâzıl’ın ölümünden 28 yıl sonra, 1838’de Zenannâme’nin bastırılan nüshaları, dönemin Dışışleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’nın emriyle toplatılıp imha edilir. Osmanlı tarihinde toplatılan cinsellikle ilgili ilk kitap Zenannâme’dir. Sebebininse nikaha dair edilen sözler olduğu düşünülür.
ÇENGİNÂME (ERKEK DANSÇILAR KİTABI)
Fâzıl’ın dördüncü kitabı çengileri konu edinir. Yine bir mecliste otururken çengilere dair yapılan bir tartışmaya şahit olur. Taraflar farklı dansçıları övüyor, uzlaşmaya varamıyorlardır. Fâzıl’dan hakemlik yapmasını, hatta bununla ilgili bir kitap yazmasını isterler. O da başlar yazmaya.
Todori isimli bir çengiden bahseder mesela. “Evi zevk ehlinin kerhanesidir, zina erbabı ve livata meraklıları orada toplanır. ‘Şak, şak’ diye çıkan seslerden, içeride dülger çalışıyor zannedilir.” Sonra çengilerin şahı, diye adlandırdığı Mısırlıyı anlatır. “Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur… Ama bazı meraklıları, götünün çirkin olduğunu, üstelik Yahudi’ye yakışmayacak bir alet taşıdığını söyler.” Kız Mehmed içinse “Hanlarda gezen bir aşifte… Malını makatına vermiş, böylece yüz bin kocaya sahip olmuş… Livata düşkünlerinin de bol bol duasını alır,” der. Elmaspare’yiyse pek sevmez. “O da bir başka sofudur… Raksı niçin öğrendiğini kimseler anlamaz… Şakıyıp oynayacağına gidip kilisede İncil okusa ya!”
DİVAN
Fâzıl’ın beşinci kitabı olarak nitelendirebileceğimiz, şiirlerinden oluşan Divan’ında da kendi üslubu kolaylıkla ortaya çıkar. Kitap dualarla, kasidelerle başlar, ama sonra Fâzıl’ın baldır fetişi olduğuna dair beyitlerle karşılaşırız mesela.
“Nısf-ı sânîsi o şuhun bize ehl-i gareziz
Nısf-ı evvel sana ey âşık-ı dîdâr-ı caba
Vasf-ı baldır ile sâhib-kademim ben Fâzıl
Hiç bu vâdîde ayaklanmadı evvel udebâ”
(Ey sevgililerin yüzlerine âşık olan kişi! O gencin belinden yukarısı sana, aşağısı da bana… Şairler şimdiye kadar baldırdan bahsetmeyi düşünememişler; artık bu konudaki öncelik Fâzıl’a ait.)
SON YILLARI
Fâzıl İstanbul sokaklarındaki avarelikten, parasızlıktan bunalınca, dönemin hünkarı III. Selim’e yalvarıp yakarır. En sonunda Anadolu’da çeşitli idare görevlere tayin olur. Tam işleri yoluna koyacağı düşünülürken, oralarda da tutunamaz. Gerisin geriye İstanbul’a döndüğünde daha beter bir borç batağında bulur kendini. Yetmezmiş gibi bir de Rodos’a sürülür.
Rodos sürgününde hepten bunalır ve yaşadığı sıkıntı sonucunda görme yetisini kaybeder. 10 yıl boyunca kör gezer. Neden bilinmez, bu süreçten sonra sağlığına biraz olsun kavuşur ve yeniden görmeye başlar. İstanbul’a geri döner. Fakat yoksulluk yakasını bir türlü bırakmaz. Tarih 1810’u gösterdiğinde, Beşiktaş’taki evinde sefalet içinde vefat eder. Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin de mezarının bulunduğu Kızıl Mescit Türbesi’nin yanına defnedilir.
Fâzıl’ın kitapları her ne kadar döneminin ötesinde, belge niteliğinde kaynaklar olsa da günümüzde pek kıymeti bilinmemektedir. O kadar ki, hali hazırda Sel Yayınları’ndan çıkma Güzel Oğlanlar Kitabı’na ulaşmak mümkün sadece. Alt Üst Yayınları’ndan çıkma Zenannâme’ninse yeni baskısı yok, sahaflarda bile güçlükle bulunuyor. Çenginâme, Defter-i Aşk ve Divan kitaplarıysa hepten yok. Bu metinlerden yaptığım alıntılar, Murat Bardakçı’nın Osmanlı’da Seks kitabından.
Sözümüzün bir kıymeti olur mu bilmem, ama umarım kısa sürede Fâzıl’ın kitaplarına ulaşma imkanını buluruz. Belki bu sayede, onunla birlikte 18. yüzyıl İstanbul’unun sokaklarında dolanır ve paçalarımıza biraz çamur bulaştırırız.
OKAN ÇİL / duvaR
Kaynakça
Güzel Oğlanlar Kitabı, Enderunlu Fâzıl , Fransızcadan Çeviren: Reşit İmrahor, Sel Yayınları, 2009
Zenannâme, Enderunlu Fâzıl , Derleyen: Filiz Bingölçe, Alt Üst Yayınları, 2007
Osmanlı’da Seks, Murat Bardakçı, İnkilap Kitabevi, 2009

Zaman ve siyaset - Ergin Yıldızoğlu

Siyasal İslamın iktidara yükselme, toplumu bu iktidarı destekleyecek, doğallaştıracak, sürdürülebilir kılacak biçimde değiştirme sürecine karşı “Neden etkili bir direnç oluşamadı” sorusunun cevabı, birçok başka şeyin yanı sıra ister istemez muhalefetin bu dönem boyunca benimsediği politik, kültürel tutumlarla da ilgili olmalıdır.
Şeylerin başka türlü olabileceğine ilişkin en ufak bir olasılık, pratiğin bütün deneyimini, aynı zamanda mantığını da değiştirmeye yeter” (Bourdieu) saptamasının ışığında baktığımızda, siyasal İslamın yükselişi karşısında muhalefetin adeta, şeylerin zaten böyle olacağını baştan kabullenir gibi davranmış olduğunu düşünmemek elde değildir.
Gerek dünya çapında gerekse de ülkede, ekonomik ve siyasi süreçlerin yeniden bir kırılma noktasına doğru hızla ilerlediğini düşündüren verilerin hızla biriktiği bir zamanda, bu çok önemli bir konudur.

Zamanın kırılma noktası

Olağan zamanlar, birbirini izleyen homojen-yeknesak birimlerin (olayların) zinciri olarak ilerler. Bazen bu zincir kırılır, toplum ve bireyler, zincirin önceki homojen parçalarına benzemeyen yeni bir “zamanla” yüz yüze kalırlar. Bu yeni “zaman” içinde geleceğin, olasılıkların sınırları adeta kaybolur.
Böyle bir zamanın içinde ya bireyler bu belirsizlikler karşısında teslim olurlar, hızla su almaya başlayan eski alışkanlıkların kayığında kendilerini akıntıya bırakırlar, ya da bu belirsizlikleri, “şeylerin başka türlü olabileceğine” ilişkin bir işaret olarak kabul eder ve zamanı yeniden kurmaya girişirler. Birinci tutumda yalnızca “bugün” vardır. İkinci yaklaşım, yeni bir gelecek tasarlamaya koyulur.
Siyasal İslamın yükselme sürecinin başlangıcı, tam da böyle bir zamana, daha doğrusu, iki görece farklı zamandaki kırılmaların çakışmasına denk geldi. Bu zamanlardan biri kapitalizmin yapısal krizine aitti. Diğeri de dünya ekonomisinin bir parçası olan Türkiye kapitalizminin kendi özgün krizlerinden birine... Şimdi yine benzer bir “zamanın” içinde olabiliriz.

Şeyler artık eskisi gibi değil...

IMF’de, Hindistan Merkez Bankası’nda baş ekonomist olarak çalışmış, Şikago Üniversitesi’nde maliye bölümünde profesör, Raghuram G. Rajan geçenlerde, Project Syndicat’ta yayımlanan “Bir ekonomik kış mı geliyor” başlıklı denemesine “Makroekonomik devinimleri yöneten eski kurallar artık işlemediğine göre...” sözleriyle başlıyordu.
Geçen haftalarda Barclays Bank’ın yönetim kuruluna katılan, Pimco’nun (dünyanın büyük bono yöneticisi) eski genel müdürü ve halen Cambridge Üniversitesi Queen’s College dekanı Mohamed el Erian’ın, Financial Times’daki, “artık güvenilemeyecek beş piyasa aksiyomu” başlıklı yazısı, “ekonomik, finansal ve siyasi olarak ‘düşünülemez’ olduğuna inanılan şeyler artık birer olgudur” sözleriyle başlıyordu. Bunlara Financial Times’ın “Thatcher devrimi tehlikede”,  The Economist’in de “Davos partisi dağılmaya başladı” saptamalarını da ekleyebiliriz. Özetle artık “eskisi gibi olmayan” bir zaman var karşımızda. Siyasal İslamın devletinin, olumsuz ekonomik haberleri artık yasaklanmaya başlamasından hareketle, Türkiye ekonomisi için de benzer bir saptama yapılabilir.

En ağır yük nostalji

Böyle “kırılmış” zamanlar, toplumların karşısına, dünü bugünle, bugünü de yarınla bağlayabilecek, ilkeleri ve olasılıkları düşünebilmek için yeni fırsatlar koyarlar.
Bu fırsatlardan yararlanabilmek, her adımda yavaşlatan bir yük olarak nostaljiden kurtulmaya bağlıdır: Hem geçmişin başarılanı özleyen bir nostaljiden hem de geleceğin felaketlerle dolu olacağını hayal ederek daha şimdiden bugünü özleyen bir nostaljiden...
Siyasal İslam farklı bir gelecek düşünecek ilkelerden yoksundur; “bugünü” yarından korumak için uzak tarihe dayanmaya çalışıyor. Siyasal İslamın “bugününden” kurtulmak isteyenler, bu “kırılmış zamanların” önlerine koyacağı fırsatlardan yararlanabilmek için kendilerini uzak tarihin deneylerine göre yönlendirmeye çalışmaktan kurtarmaları, gözlerini geleceğe çevirmeleri, “şeylerin” başka türlü olabileceğini düşünmeleri, pratiklerini ve pratiklerinin mantığını bu düşünceye göre değiştirmeleri gerekiyor.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

20 Kasım 2019 Çarşamba

TARLADA, ÜRETİMDE GÖRÜLMEYEN GÜÇ; KADIN...- Asrın KELEŞ / Yeni Yaşam

(Yakup Nakşılar'ın paylaşımından alıntıdır.)

TARLADA, ÜRETİMDE GÖRÜLMEYEN GÜÇ; KADIN

Sınıflı toplumlarda kapitalistler (ya da hakim sınıflar) emek gücünü satın alırlar ve işçilerin ürettiği emeğin bir kısmına karşılğını ödemeksizin el koyarlar. İşçi sınıfındakiler patronun mülkü değildir ancak özgürlükleri de sadece görünüştedir. Görünüştedir, çünkü açlıkla ve yoksullukla terbiye edilirler. Bu nedenle de yaşayabilmek için emeklerini, patronların hizmetine sunarlar.

Bu durum tüm kapitalist dünya için geçerlidir. Burada kadınlar nerededir diye bakıldığında tabii ki çoğunluğu işçi sınıfının içindedir ama bir farkla “terbiye edilmişlikleri” erkeklerinkinden iki kat fazladır. Yoksulluk, açlık en fazla kadınları (bir de çocukları) etkiler. Buna bir de gericiliği, feodal ilişkileri, geleneksel/ataerkil rolleri ve toplumsal baskı da eklendiğinde iki katın çok daha üstüne çıkacağı herkesin malumudur. Marx’ın Kapital’de söylediği gibi “Geçici ya da yerel emek gereksinmesi, ücretlerde yükselmeye yol açmaz ama kadınların ve çocukların zorla tarlalara gönderilmelerine ve giderek daha küçük yaşlarda sömürülmelerine yol açar. Kadın ve çocukların sömürülmeleri büyük boyutlara ulaşır ulaşmaz, bu durum erkek tarım emekçilerini artı nüfus haline getirmenin ve ücretlerini düşürmenin bir aracı haline gelir”


Günümüzde tarımsal üretimde büyük oranda cinsiyete dayalı işbölümü görülmekte ve bu işbölümü de kadın emeğine dayanmaktadır. FAO tarafından “tarımın feminizasyonu” olarak adlandırılan ve birçok az gelişmiş ülkede gözlemlenen bu süreç, tarımda kadın emeğinin yoğun olarak kullanıldığını göstermektedir. Kırsalda yaşayan kadınların tarımsal üretime katılma biçimleri toplumun kültürel yapısı ve ekonomik gelişme düzeyi ile yakından ilişkilidir.

Çalışma yaşamında varolan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bütün alt başlıklarının görülüyor olması, tarım sektörünün önemli özellikleri arasındadır. Başka bir deyişle tarımda kadın emeği sömürüsünün diğer sektörlere göre derinleştiği söylenebilir. Kırsalda kadın emeği, üretim sürecinde tüm girdilerin birbiriyle etkileşimi yoluyla, hane içi tüketimi ve pazar için ürün elde ederek tarımsal sistemin sürdürülmesini ve ailenin ekonomik refahının geliştirilmesini sağlamaktadır.

Dünyanın birçok yerinde aile işletmeleri tarafından ekilen ürünlerin toplanması ve hasadı “ev işi” olarak tanımlanmıştır. Buna bağlı olarak da kadının üretimdeki konumu “ücretsiz aile işçiliği” olarak belirlenmektedir. Kadınların “ucuz emek” veya “aile ekonomisine yardımcı” olarak görülmesi ve faaliyetlerinin büyük bölümün ev işi yani gerçek anlamda üretim değil doğal yaşamlarının bir parçası olarak kabul edilmesi, işin değerinin düşük algılanmasına neden olmaktadır. Kadının ev içi sorumluluklarından kaynaklanan emeği kapalı aile ekonomisi içerisinde kalmakta ve kadınlar ekonomik değişim değeri olmayan görünmez emeğin karşılığını alma ve kullanma olanağından yoksun bulunmaktadır. Kırsalda kadın emeğinin görünmezliği doğal olarak kadını yoksullaştırmakta ve yoksunlaştırmaktadır.

Bu yoksulluğun önüne nasıl geçilir diye düşünülerek hazırlanmış pek çok yoksullukla mücadele politikası bulunmaktadır. Bu politikaların işlerliği uluslararası kuruluşların dünya genelindeki verileri ile sorgulandığında pek de umut verici bir görünüm ortaya çıkmamaktadır. “Dünyadaki toplam işgücünün 2/3’ü kadınlara aitken, kadınların günlük çalışma süreleri saat olarak erkeklerinkinden yüzde 25 daha uzunken ve bütün dünyada toplam gıdanın %50’sini kadınlar üretmekteyken, kadınların geliri dünya gelirinin yalnızca %10’u kadardır. 

Dünyanın varlığının ancak %10’u kadınlara aittir.” Kırsal kesimde yaşayan pek çok kadının araziler üstünde kullanım hakkı yoktur veya araziler üzerindeki imtiyazları kalıcı değildir. Üretimin sürdürülmesini ve geliştirilmesini amaçlayan çiftçi birliklerine üye olma veya kredi kaynaklarından yararlanma koşullarını taşıyor olmaları dışında, arazilerin tapularını ellerinde bulunduranlar, kocaları, erkek kardeşleri ve babalarıdır.

Tarımda kadının mülksüzlüğü
Kadınların miras yoluyla kendilerine kalacak topraktan vazgeçmeleri, erkek lehine oluşan dengenin bozulmaması gerekçesine dayandırılır. Bu durumun kadın açısından olumsuz sonuçları:
•Kadın yaşam döngüsündeki üç hane (baba, kayınbaba, koca) yapısında da toprak sahibi olamamakta.
•Babasının hanesindeki toprakların görece fazla olduğu durumlarda bile kadının toprağa ilişkin potansiyel gücü ortadan kalkmakta.
•Kadının evlilik süresince ve evlilik öncesi pazarlık gücünü azaltmaktadır; örneğin: kendi emeğinin değerinin görünmezliğini kabul etmesi sonucunu doğurmakta.

Bu durum kadın emeğinin üretim sürecindeki rolünü gizlemekte, mülkiyete ilişkin bilincin ortaya çıkmasını önlemekte ve mücadele gücünü sınırlamakta. Dolayısıyla kadının evlilik öncesi ve sonrası sadece emeğini kullanan, kendine yeterli bir yapıyı yeniden üreten, garantisiz birkaç parça altının dışında sermayesiz bir kişi olarak görülmesine, tanımlanmasına ve kabul edilmesine yol açmaktadır. Böylece üretici cinsin sadece erkek olduğuna yönelik ideoloji meşrulaşmaktadır.

Türkiye tarımında kadın emeği
Türkiye’de tarımla uğraşan ailelerde yapılacak işler konusunda erkek ve kadın açısından geleneklere dayalı bir işbölümü vardır. Bu işbölümünde erkekler genellikle sadece tarımsal işlerin bir kısmını yaparken, kadınlar hem yeniden üretim, hem de ailenin yaşamının sürdürülmesi için gerekli tüm ihtiyaçları karşılamaya yönelik faaliyetleri de gerçekleştirirler. Ayrıca, gıda seçimi, üretimi, yetiştirilmesi, hazırlanması ve hasadında merkezi role sahip olmaları, tohumları saklayıp korumaları, hayvan üretimi ve ıslahına ilişkin bilgilere sahip olmaları ve biyoçeşitliliği sağlıyor olmaları gibi özellikleri nedeniyle kadınlar tarımsal üretimin biriktirici, koruyucu ve geliştirici beynidirler.
Peki ya sonuç?
Türkiye’de giderek gerileyen ve kapitalizmin emrine giren tarım istihdam politikalarının ülkedeki kırsal yoksulluğu artırdığı bu durumun kadın yoksulluğunu daha fazla körüklediği ve kadın emeği sömürüsünü artırdığı görülmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte genel olarak emek gücünün değeri emeğin aleyhine değişmektedir. Burada kadın emeğinin değeri ise hem üretim sürecinde hem de hane içinde ‘yok’ kabul edilmektedir.

Emek-değer ilişkisi tarımda daha da derinleşen, görünmeyen kadın emeğine ve ücretsiz aile işçiliğine dönüşmektedir. Tarımda şirketleşme ve tekelleşmeyi dayatan küresel kapitalizm küçük ölçekli üreticiyi piyasa dışına kovmakta ve göçe zorlamaktadır. Bütün bunlara ek olarak kırsaldan kente göç beraberinde farklı sorunları da ortaya çıkarmaktadır; eğitimden yoksunluk, mülksüzlük, ataerkil ilişkilerin yarattığı kadının üzerindeki toplumsal baskının artması gündelik yaşamı daha da olumsuz etkilemektedir. Bu etkilenme zaten tarımsal yapı içerisinde ücretsiz çalışmaya alışkın olan kadını göç ettiği kentte de düşük ücretli, kayıt dışı ve güvencesi olmayan işlerde çalışmaya itmektedir.

Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü kadınları ev işleri ve çocuk bakımından sorumlu görmektedir. Kentten farklı olarak kırda kadınlar ev işleri ve çocuk bakımına ek tarımsal üretim faaliyetlerini de gerçekleştirmektedirler. Bu yapılanma içinde üretim ilişkilerinin en altında kalan kadın emeği tarım sektöründe sömürüye açık hale getirmektedir. Çalışmanın sonuçları da Türkiye’de kadın istihdam oranını kırın yani tarımda çalışanların yükselttiğini göstermekte ancak kayıt dışı çalışmanın en yoğun olduğu alanın da tarım sektörü olduğu ortaya çıktığından emek sömürüsünün yıllar içinde yoğunlaştığı, kadının üzerine binen yüklerin daha da arttığı görülmektedir.

Çalışmanın sonucunda Türkiye’de kadınların genel olarak mülksüz olduğu ama bu durumun geleneksel toplumun ve ataerkil ilişkilerin de etkisiyle kırda çok daha yoğunlaştığı görülmüştür. Kadının mülksüzlüğü emeğinin görünmezliğini artıran bir faktör olarak belirginleşmektedir. Çalışmanın politik önerilerine değinmek gerekirse; kadın emeğinin işgücü içerisindeki görünmezliğini kaldıracak politikalar geliştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çalışmada ortaya konan cinsiyetler arası ücret eşitsizliğinin de uygulanacak eşit işe eşit ücret politikalarıyla ortadan kaldırılması için çaba gösterilmesi gerekmektedir.

Kadın çalışmalarının gerek akademide gerekse diğer araştırmalarda çok gerekli olduğunu ve bu anlamda Türkiye gibi ülkelerde bir boşluğu doldurduğu söylenebilir. Kadın emeği üzerine literatürde yeni araştırmalar bulunmakla birlikte özellikle tarımda kadın konusundaki çalışmaların bir parça daha geride kaldığı söylenebilir. Eğitim yetersizliği, yoksulluk ve ataerkil yapının etkisiyle tarımda kadının kendi sorunlarını dile getirmek ve çözüm üretmeye dair zeminlerinin olmadığı bilinmektedir. Buna kadın emeğinin yok sayılması da eklenince araştırmacıların bu konuya daha fazla katkı koyarak yeni politikalar üretilmesi için çaba göstermesi gerekmektedir.

Son olarak tarımda çalışan kadınların küçük ölçekli üreticiler veya aile çiftçiliği içerisinde temsiliyetlerini geliştirici örgütlenmelerin önünün açılması gerekmektedir.
Asrın KELEŞ - Yeni Yaşam İnternet Gazetesi