10 Ağustos 2020 Pazartesi

Babacan’ın 10 maddede sermayeye mesajı: At değiştirin, enkazı emekçilere daha iyi yıkarım - SOL

 AKP iktidarı boyunca bütün kritik ekonomi politikalarında imzası bulunan Babacan, 10 maddeden oluşan bir çözüm önerileri paketi açıkladı. Öneriler, ülkeyi çöküşün eşiğine getiren politikaların bir tur daha tekrarından öteye geçmiyor. Babacan, sermayeye 'bir tur' daha vaat ederken, mevcut enkazı da emekçilere daha hızlı yıkma söz veriyor.


Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) tarafından "TL’nin eski değerine dönmesi" için yapılan 10 maddelik öneri listesi AKP iktidarının son iki yıldır uyguladığı “sermaye kurtarma paketi”nin yarattığı yıpranmaya oynuyor.

Siyasi iktidar 2018 yılında finansal yeniden yapılandırmalarla hız kazanan kurtarma paketi kapsamında kamu kaynaklarını bonkörce kullanarak enerji sektöründen finans sektörüne büyük batışları önledi ya da erteledi. Sürecin kamu borcunun artışı, Merkez Bankası kaynaklarının tekrarı zor bir şekilde ve büyük riskler yaratarak kullanımı gibi sonuçları oldu. Uluslararası sermaye, geleneksel büyük gruplar gibi bir hiyerarşi çalışırken, en büyük özel sektör bankaları başta olmak üzere finans sektörüne büyük kaynak aktarıldı. Gelinen noktada bir bölümü batıştan kurtarılanlar da dahil olmak üzere sermaye "normalleşme" istiyor.

Ali Babacan da daha büyük borç kaynaklarına erişim, sermayenin yağmasına açacak yeni alanlar vaat ediyor. Dünyanın ve Türkiye kapitalizminin mevcut dinamiklerinin bu vaatleri yerine getirmeye uygun olup olmamasından bağımsız, AKP’nin uyguladığı ekonomi politikalarının özünden milim uzaklaşmadan sermayeye, "Enkazı emekçilere daha iyi yıkma" mesajı veriyor. 

AKP'nin kurucularından, eski ekonomi bakanı Ali Babacan, partisi AKP'den geçtiğimiz yıl Temmuz ayında istifa etti. AKP'de 14 yıl MKYK üyeliği yapan ve partinin iktidara geldiği ilk yıllarda ekonominin başında bulunan Babacan, "Türkiye'nin bugünü ve geleceği için yeni bir çalışma başlatmak kaçınılmaz hale gelmiştir" diyerek Mart ayında DEVA'yı kurdu.

Babacan istifası sırasında da daha önceki dönemlerde yaptıklarını "2002 seçimlerinden sonra 13 yıl Bakanlar Kurulu Üyesi oldum. Bu süre içerisinde ülkemizin elde ettiği büyük başarılara katkı vermekten onur duydum. Görevde olduğum dönemlerde partinin kuruluş ilke ve değerlerini hem ülkemizde hem de dünyada inanarak savundum. Türkiye'nin tarihi dönüm noktalarında, doğruları için verilen büyük mücadelelerin bizzat içinde olmak benim için şeref oldu" diyerek gururla anlattı. 

Patron dostu Babacan'dan ekonomiye öneriler

Son günlerde Merkez Bankası'nın politikalarıyla ilgili tartışmalar sürerken Ali Babacan'ın kurduğu DEVA Partisi, "Türk Lirası'nın (TL) tekrar eski değerine nasıl dönebileceği" konusunda iktidara 10 maddelik bir çözüm önerisi sundu. TL'nin geçen yıl sonuna göre, Amerikan Doları karşısında yüzde 23, Avro karşısında ise yüzde 29 oranında değer kaybettiğini belirten DEVA Partisi şu açıklamayı yaptı.

"Türk Lirası bahsedilen dönemde gelişmekte olan ülkeler arasında en kötü performans gösteren para birimlerinden birisi olmuştur. Türk Lirası’nın yüksek değer kaybı yaşadığı ve istikrarsız olduğu dönemlerde yatırımcılar risk almak istememektedir. Bu durum, ekonomiyi yavaşlatmakta, yeni işlerin doğmasına engel olmakta ve hatta mevcut işleri azaltmaktadır. Covid-19 ile artan istihdam ve gelir kayıpları bu ortamda daha da derinleşmektedir.

Ekonomideki sorunların sebebinin sadece ekonomi politikalarıyla ilgili olmadığının altını çizmekte fayda görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi yaşanmakta olan sorunları daha da ağırlaştırmıştır. Hukukun üstünlüğü ilkesinin yok sayılması başta olmak üzere, kurum ve kuralların zayıflaması, kişisel yaklaşımların baskın hale gelmesi yatırımcıların ve iş dünyasının geleceğe güvenle bakmasını engellemektedir. Bu sorunların üstesinden gelinmesi, ancak topyekûn bir siyasi revizyon ile mümkün olacaktır."

Babacan'ın partisinin 10 maddelik önerisi şöyle:

  • DEVA Partisi olarak 17 Mart ve 18 Nisan’da açıkladığımız önerileri içeren, içsel tutarlılığa sahip, teknik kalitesi yüksek ve güven veren orta vadeli bir program katılımcı bir anlayışla hazırlanmalı ve kararlılıkla uygulanmalıdır. Bu planda iç ve dış finansman dengelerine ilişkin gerçekçi ve tutarlı bir çerçeve ortaya konulmalıdır. Planda alınan olağanüstü mali ve parasal önlemlerin orta vadede nasıl normalleştirileceğine ilişkin yol haritasına da yer verilmelidir.
  • Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, elindeki tüm araçları enflasyon hedeflemesi, dalgalı kur ve serbest sermaye hareketleri anlayışına uygun, bağımsız ve etkin bir biçimde kullanmalıdır.
  • Merkez Bankası rezervlerini güçlendirecek her türlü dış finansman imkanını değerlendirme konusunda azami çaba gösterilmelidir.
  • Kamu bankaları vasıtasıyla şeffaflıktan uzak ve hedeflenen etkileri sağlamakta başarısız olan döviz müdahaleleri ivedilikle sonlandırılmalıdır.
  • Başta kamu bankaları olmak üzere tüm bankaları, fayda ve risk analizlerine dayanmadan ucuz ve kolay kredi vermeye zorlamaktan vazgeçilmelidir. Bu doğrultuda aktif rasyosu uygulamasına son verilmelidir.
  • Bütçe disiplinini sağlayacak mali kural hayata geçirilmelidir. Bütçe birliği, bütünlüğü ve disiplini yeniden tesis edilmelidir. Varlık Fonu gibi şeffaflıktan uzak uygulamalara son verilmelidir. Bunun yanında, bütçe açığının kontrolünde verimsiz kamu harcamalarının ve israfın kontrol altına alınması öncelikli olmalıdır.
  • TCMB bilançosunda yıllardır biriktirilen ihtiyati yedek akçe kalemi bütçe açığının finansmanında şeffaflıktan uzak bir biçimde kullanılmıştır. Covid-19 gibi ortaya çıkabilecek ani risklere kalkan olabilecek bu tarz tasarruflara yönelik keyfi uygulamalara bir daha başvurulmamalıdır.
  • Kamu yatırımları ve Kamu Özel Sektör İşbirliği uygulamaları şeffaflığı, katılımcılığı, yerindeliği ve etkinliği esas alan bir anlayışla yürütülmelidir.
  • TÜİK’e güçlü bir bağımsızlık kazandırılmalı ve yayınladığı istatistiklerin kalite ve güvenilirliği en üst düzeye çıkartılmalıdır.
  • Şahıs ve parti bazlı dar politik çıkarlar uğruna izlenen popülist politikalar bir kenara bırakılarak, kural ve kurum bazlı ekonomi yönetimine geçişi sağlayacak ve ekonomi yönetiminin kurumsal kapasitesini güçlendirecek düzenlemeler süratle hayata geçirilmelidir.

2015'e kadar AKP'li isimlerin vazgeçilmeziydi

1967 Ankara doğumlu Ali Babacan, ODTÜ'de endüstri mühendisliği okuduktan sonra Fulbright bursuyla ABD'nin Illinois eyaletindeki Northewstern Üniversitesi'nde işletme yüksek lisansı yaptı. 

Ankara'ya 1994'te dönen Babacan, tekstil sektöründe çalışan aile şirketinin başına geçti. Aynı dönemde Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek'e danışmanlık da yaptı. Bu sırada belediye projelerinin finansmanı için Dünya Bankası'nın yanı sıra çok sayıda banka ve kuruluşla pazarlık yaptı. 2001 yılında AKP'nin kurucu üyesi olan Babacan 22, 23 ve 24'üncü dönemlerde Ankara Milletvekili seçildi.

2002'de 35 yaşındayken Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atanan Babacan, dönemindeki en genç kabine üyesi unvanını aldı. 2005 yılında Avrupa Birliği Başmüzakereciliği görevi de verildi.

Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle 2007'de boşalan Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan, 2009'da Başbakan olduğu dönemde Erdoğan'ın yardımcılığını yapan Babacan, bu görevine Ahmet Davutoğlu döneminde de devam etti. 2015 yılından sonra ise kabinede aktif görev almadı.

AKP'li yıllara övgü: İki yılda enflasyon tek haneye indirdik

Babacan, Halk TV’de katıldığı bir programda AKP’nin ilk yıllarını bir başarı hikayesi olarak yansıtarak "AK Parti kendi eli ile inşa ettiğini, kendi eli ile yıkıyor" dedi. "2002-2004 yılları arasında Türkiye'nin çehresi çok hızlı şekilde değişti. İki yılda enflasyonu tek haneye indirdik" diyen Babacan "Bugün de ülkenin şartları çok kötü, ekonomik krizin tam ortasındayız. Yine özgürlükler sınırlandırılmış durumda, insanlar rahat konuşamıyorlar. Bir korku iklimi var" diye konuştu.

AKP hükümetlerinde 13 yıllık bakanlık döneminde yaptığı açıklamaların arkasında olduğunu söyleyen Babacan "O günlere dönün bakın bugün dönüp yine altına imza atabilirim. Fakat düşündüğüm her şeyi toplum önünde konuşmadım, çünkü bir yapının içindesiniz mümkün olduğunca o yapıyı korumak ve içinden düzeltmenin mücadelesini vermeye çalıştım ben" dedi.

Babacan'ın önerisi nereye işaret ediyor?

Babacan, 2018'e kadar AKP için ne gerekiyorsa yaptı. Bu nedenle Babacan'ın AKP icraatlarındaki sorumluluğunun tartışılması, Erdoğan'ın sorumluluğunun tartışılmasıyla eş değer. Babacan, AKP iktidarı boyunca uygulanan ekonomi politikaların mimarlarındandı, uluslararası sermaye ile ilişkilerde en etkili isimlerdendi. Erdoğan'a kritik kararlarında akıl verdi.

Söz konusu dönemde de emekçilere saldırı tam gaz devam etti. Özelleştirmeler başta olmak üzere kamu varlıklarının sermayeye açılması, ülkenin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi Babacan eliyle yürütüldü. Ülke gericiliğe bu dönem teslim edildi. Bu nedenle Babacan'ın önerileri de AKP’ye karşı AKP içinden çare üretme çabalarına işaret ediyor.

DEVA Partisi’nin programında da son açıklanan 10 maddelik çözüm önerileri gibi "neoliberal politika seti"ne dönüş vurgulanıyor. Bu "politika seti"nde Merkez Bankası özerkliği, serbest sermaye hareketleri, serbest döviz kuru gibi unsurlar yer alıyor. 

2000’lerin dünyasının sermayeye sağladığı geniş hareket alanı 2008 krizi sonrasında daraldı. Su alan küreselleşmeyle birlikte Merkez Bankası bağımsızlığı, sermaye hareketlerinin serbestliği gibi kavram ve politikalar da hayli su aldı. Emperyalist ülkeler arasında artan rekabet, sermaye birikim süreçlerinde yaşanan sıkıntılar bir dizi tıkanıklığa yol açtı. Türkiye kapitalizminin yaşadığı sıkışma, siyasi iktidarın kapasitesizliğinden ziyade, uluslararası sermayeyle uyumlu bir çıkış planının ufukta belirmemesinden kaynaklanıyor. 

Babacan’ın parti programıyla ve son açıkladığı maddelerle 11. Kalkınma Planı ve devamındaki belgeler arasında müthiş bir uyum var. Düzen muhalefetinin diğer unsurları gibi Babacan da AKP iktidarının “keyfiyet”ten çok, “mecburiyet”ten saptığı yolu eleştiriyor. Son iki yılda bu “sapma”nın kimlere hizmet ettiğini görmezden geliyor. Merkez Bankası rezervlerini de aşan ölçekte kamunun olanaklarının sermayeyi kurtarmak için seferber edildiği gerçeği yokmuş gibi yapıyor. Babacan sermayeye eski koordinatlara dönüş sözü veriyor. Ancak Türkiye’nin sermaye cephesinden eski koordinatlarına dönüşün mümkün olup olmadığı tartışmalı. Tam da bu nedenle nasıl sorusunun yanıtı da verilemiyor. AKP’nin kendisi hem ideolojik düzlemde hem de uygulamalar boyutunda yoğun devlet müdahalesinin yanlış anlamalara yol açmaması konusunda çok titiz. Babacan başta olmak üzere düzen muhalefetinin tüm muhalifliklerini bu eksende "sermayecilik" yapmaya odakladıkları görülüyor. 

Bugün Merkez Bankası tarafından kullanılan enstrümanlara esin kaynağı oluşturan uygulamaların, daha da önemlisi bu konudaki cesaretin kaynağı 2008-2009 krizine, Babacan’ın yönetimde olduğu zamana uzanıyor. Babacan zaman zaman bu dönemle övünüyor. Yine Türkiye’nin ulaştığı ölçekle rekorlar kırdığı kamu-özel işbirliği projeleri de yine Babacan imzasını taşıyor. 

SOL

Babacan, bakan olduğunda 34 yaşındaydı. ODTÜ Endüstri Mühendisliği sonrası ABD’de bir işletme okulunda yüksek lisans yapmış, kısa bir iş deneyiminin ardından Ankara’ya dönmüş, 1994-2002 arasında babasının ev tekstili ticareti yapan şirketinde çalışmıştı. ABD’deki stajvari yatırım danışmanlığı sayılmazsa iş kariyeri esnaflıktan ibaretti. Sürekli öne çıkarılan okulları, bitirme dereceleri bir yana Babacan bakan olarak atandığında ne akademik açıdan ne de iş deneyimi olarak ekonomi yönetiminde sorumluluk üstlenebilecek bir vasfa sahip değildi. Ancak AKP’nin kadro, insan kaynağı yapısı göz önüne alındığında hem AKP kurmayları hem de AKP iktidarıyla yol almak zorunda olan sermaye çevreleri açısından iyi bir “kadro adayı” olarak görüldüğünü söylemek mümkün. 

Tabii ki, önce Başbakan, ardından genel olarak ekonomi yönetiminden açık ya da örtük sorumlu Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün özel olarak el verdiğini de hatırlatmak gerekir. Gül, Londra’dan finans çevrelerinde İslami Kalkınma Bankası gibi kurumlara AKP iktidara geldiğinde uluslararası sermaye tarafından tanınan bilinen tek kurmaydı, himayesi ve desteği de bu anlamda, özellikle ilk dönem açısından önemliydi. 

Erdoğan’ın ‘sorumluyum’ dediği ihanet - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Bir varmış bir yokmuş” diye başlıyoruz. Ardından duymak istediklerimizi ağzımızdan çıkarıyoruz. Masal, ejderhaları ya da perileri öğretmiyor. Bizim “iyi” bildiğimizin kazanacağı inancını büyütüyor. Anlatılanın gerçek olmadığı ise önemsiz bir ayrıntı oluyor.

Dolar arttı” diyoruz. Üç günde doların 6 lira 90 kuruştan 7 lira 35 kuruşa dayanmasını böyle anlatıyoruz. Oysa ABD’nin ekonomik savaş ilan ettiği Çin’in, soğuk savaşta olduğu Rusya’nın, hatta ekonomik ambargo altındaki İran’ın parası da Türk Lirası karşısında zirve yaptı. Haliyle doğru ifade “Türk Lirası değer kaybetmeye devam ediyor” olacak. Yediğimiz domatesten arabaya koyduğumuz benzine kadar her şeyin fiyatının artacağını, daha da yoksullaşacağımızı gösteriyor.

Türk ekonomisinin kötü yönetildiği, bunun bedelini de halkın ödediği gerçeğinin üstünü örtmeye çalışanlar ise masal anlatmayı sürdürüyor. Perdeyi kaldırmak için ise gerçeğin ucundan tutmak gerekiyor.

Taşı toprağı borçlu İstanbul

Gazetemizin emektar muhabiri Hazal Ocak’ın “İhanet” kitabını okuyorum. Adını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İstanbul’a ihanet ettik, bundan ben de sorumluyum” sözünden almış. İstanbul’un taşıyla toprağıyla yağmalanarak nasıl tüketildiğini anlatıyor.

Yerel seçimler 2019 yılının mart ayında yapıldı. İstanbul’da “bu sayılmaz” denilince haziranda bir kez daha yapıldı. Peki, 25 yıl boyunca İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) yöneten yapı, kasayı nasıl teslim etti?

Hazal Ocak’ın kitabından okuyoruz. Belediye 2018 yılını o günün parasıyla 22 milyar lira borçla kapattı. Her yıl bütçede verilen açık, 2018 yılına gelindiğinde 3 milyar 700 milyon liraya ulaşmıştı. Zira o yıl belediyenin geliri 18 milyar 400 milyon, gideri 22 milyar 100 milyon liraydı.

22 milyar liralık borç, 25 yılda yavaş yavaş birikmiştir” demeyin…

Çünkü 2014 yılında 6 milyardı. Sadece 4 senede neredeyse 4 katına fırladı. Üstelik, Ekrem İmamoğlu belediyenin başına geçtiği güne kadar, yani 2019 yılının ilk 6 ayında 22 milyardan 27 milyar liraya çıktı. Kısacası “artık bizden kimse hesap soramaz” diyenler yemelere doyamadı.

Hani “faiz” diye nutuklar atıyorlar ya…

Elbette borcun olduğu yerde faiz de oluyor. 2019 yılında belediye, İstanbullunun parasının 1 milyar liradan fazlasını faize ödemek zorunda kaldı.

Borç kimi zengin ediyor?

Tabii mesele tahmin ettiğiniz gibi. Devletin malı deniz olunca, yiyen de tabii ki tanıdık müteahhitler ya da yandaş vakıflar oluyor.

İhanet kitabından rakam verelim...

2016’da belediyenin müteahhitlere borcu 1 milyar 892 milyon iken, 2018 yılı sonunda 4 milyar 338 milyon lira oldu. 2019 yılına gelindiğinde belediyeden alacaklı firmaların 500’den fazla olduğu görülüyordu.

Bir tüccar yapsa kara listeye girer, 2018 yılı sonunda belediyenin kasasında 102 milyon lira varken, piyasaya verdiği çeklerin ve ödeme emirlerinin toplamı 508 milyon liraydı.

Dolardan bile zarar

İstanbul, bir şehirden fazla, neredeyse bir ülke. Düşünün İstanbul’un ekonomisi 130 ülkeden büyük. Peki, onu yönetenlerin kafası bu vizyonda mıydı?

Şöyle anlatalım…

2017 yılında, yani sadece 3 yıl önce, dolar bir anda 3 lirayı aşmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan yine “dolar bozdurma kampanyası” başlatmıştı. İBB de bu kampanyaya katıldı. Kasasındaki 41 milyon doları bozdurdu. Ama şöyle bir sorun vardı. İBB’nin borcunun 6 milyar 400 milyon lirası o an itibarıyla döviz üzerinden dış borçtu. Bu kez yeniden dolar almaya başlayan İBB, aradaki kur farkı nedeniyle 18 milyon lira zarar etti.

Arabalarla kurulan saltanat

Kamu kaynaklarını har vurup harman savurma o halde ki...

Hazal Ocak’ın kitabından öğreniyoruz, 2019 yılına gelindiğinde belediyede çalışan sayısı 13 bin 655 kişi. Kiralanan araba sayısı ise 1717. Yani her 8 çalışana bir araba düşüyor. Belediyede 8 genel sekreter ve yardımcısı, 28 daire başkanı, 100 müdür, 29 müdür yardımcısı ve 478 şef bulunuyor. Toplandığında 643 “yönetici” sıfatlı insan ediyor. Bütün yöneticilere birer kiralık araç dahi verilse geriye binin üzerinde araba kalıyor.

Belediye, hem bol bol araç kiralama ile yandaş sermayeyi zengin etti. Öte yandan fazla arabaları protokol imzaladığı yandaş vakıflara, projelere göndererek milletin malını onlar için kullandı. Seçim sonrasında Yenikapı’da sergilenen araçlarla başlayan tartışma, kamu kaynaklarının nasıl heba edildiğinin resmiydi.

Üstelik...

31 Mart seçimlerinden tekrarının yapıldığı 24 Haziran’a kadar el çabukluğuyla 517 araç iade edilmişti. Sergilenen 730 araç eklendiğinde fazladan yıllık kira gideri 35 milyon 750 bin lira, yakıt gideri ise 13 milyon 750 bin liraydı.

Hazal Ocak, kitabında iki seçim arası apar topar elden çıkarılan araçların peşine de düşmüş:

Tam 104 tanesi lüks kategorisindeydi. 31 tane Opel Insignia, 15 tane Skoda SüperB, 37 tane Volkswagen Passat ve 18 tane de Caravelle, listede sıralanıyordu. Arabaların modelleri 2015 ile 2018 yılı arasında değişiyordu. Listede lüks araçların dışında 175 tane Renault Clio Sport, 57 tane de Renault Megane vardı.

Üretmeden yağmalanan ekonomi

Düşünün, belediye kaldırımları parsellemiş, araçları kiralayan İSPARK diye bir şirket kurmuş. Nasıl olmuş ise bu da zarar etmiş. Yani sokaklara araçlar bedavaya park etse kamu bütçesi daha rahatlayacak. Bu kadar akıldışına çıkmış bir sistemden söz ediyoruz. Hazal Ocak’ın İhanet kitabından İSPARK’ın arpalığa dönüşmesinin hikâyelerini okuyoruz. Her gün tıklım tıkış bindiğimiz metrobüslerin alımında bile iflas etmiş bir şirkete milyonlarca Avro kazandırıldığını okuyup öfkeleniyoruz.

Söylemek istediğim açık...

Türk ekonomisi masalları bir yana, 25 yıl aynı zihniyetin yönettiği İstanbul’un ekonomisinin nasıl batırıldığını hiç anlatmıyoruz. Oysa İstanbul’un hikâyesi, Türkiye’nin hikâyesi. Dürüst olsak, devlet mallarını sattık, kamu mülkiyetini yandaşlarımıza yağmalattık, millete ait varlığı kendimiz için kullandık, üretime dayanmayan bir ekonomiyle sürekli tükettik diyeceğiz. Ama “ah şu dış güçler” ya da “bize operasyon yapıyorlar” diye anlatmak işimize geliyor.

Dikkat edin, Külkedisi’ni uçuran sihirli ayakkabıyı çalan dış güçler masalını ya da Pamuk Prenses’i zehirleyen kötü kalpli lobiler masalını dinlerken uyumayın. Çünkü uyursanız, daha da yoksullaşırsınız.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

8 Ağustos 2020 Cumartesi

Yıkılış Osmanlı! - Orhan Gökdemir / SOL

 Geçmişin ruhlarını yardıma çağırıyorlar korku içinde. Saraylar, saltanatlar, kapıkulları ve şeyhülislamlardan geçilmiyor ortalık. Devrimci bir bunalım çağının işaretidir.


Fethederek ayakta kalmak istiyorlar. Böyle bir niyetleri veya eğilimleri var. Burada kuşku yok. Diyanet işleri başkanını yeniden “fethettikleri” Ayasofya müzesinde minbere kılıçla bu amaçla çıkarttılar. Başlangıçta niyet Şam’da Emevi Camisiydi ama orada pabucun pahalı olduğu ortaya çıkınca yeniden Bizans’ın başkentine döndüler. Bizans bu, fethederek bitiremezsin. Bitiremediler. “İstanbul’un Fethi” adı altında her yıl yeniden fethediyorlardı. Ayasofya’ya girebildiler sonunda. Şimdilik imkânları bu kadar. 

Bu işlerin ne kadar zor olduğunun delili İdlib. Onca ücreti mukabili cihatçı ve devasa bir ordu ile, bir ülkenin temellerini dinamitleyerek elde tutabildikleri bir küçük kasaba sözünü ettiğimiz. Sınırın bitişiğindeki bu küçük kasabayı elde tutmak için koca ülkeyi seferber ettiler üstüne. Ne kadar gerici dernek ve vakıf varsa toplanıp orada inşaat işine soktular. Çabalıyorlar. 
Bütün bunlar egemen bir devletin topraklarında oluyor. Bu yolla tutunmaya çalışıyorlar ama zemin oynak. Her an sürülüp atılma tehlikesi var işgalcilerin. Olmayınca Libya’ya yaydılar çatışma bölgesini. Ege’de, Doğu Akdeniz’de sürekli bayrak sallıyorlar düşmana karşı. Buralarda bulunacak olası gaz ve hacı yağı ticaretinden pay almak istiyorlar. Sürdürmek istiyorlar fethi. Ama her adımda büyük güçlerle kapışmanın eşiğine gelip birkaç adım geri atıyorlar. Yapamasalar da niyetleri var. Pek fetihçidirler.

Kemalizm’in “yurtta sulh cihanda sulh” politikasından çoktan vazgeçtiler. Fakat sonra AB kapılarının kapandığını gördüler, Batıya gidemeyeceklerini anladılar. Yol arıyorlar. Doğuya döndüler. İslamcı iktidarın sınır ötesi maceralara ihtiyacı var. Hem “cihatçılık” var serde. Tek sorun imkanlarda…

Yani bu iğreti Osmanlı kostümlü sergilerin, bu Duşakabinoğulları müsamerelerinin, bu ataması yapılmamış Şeyhülislam gösterilerinin, bu müze fetihlerinin bir sebebi var!

***

Kemalist Cumhuriyetin yıkıntıları üzerinde Hamit’in hayaleti dolaşıyor haliyle…

“Hamid, aşırı vesveseli, her türlü özgürlükten korkan, ancak imparatorluğu yaşatabilmek için büyük reformlar yapılmasına inanmış ve bunları başlatmış bir Osmanlı prensiydi. İmparatorluğun artık Batı'da kalamayacağını görebilecek kadar realistti ve Doğu'ya kaydırmak istiyordu.” Yalçın Küçük’ün Hamid tarifidir. Doğuda ilerlemek için İslamizme ihtiyacı vardı, en İslamcı padişahlardan biri oldu. “Halife” olduğunu da o sebeple hatırladı. Dindardı ama tanrısına pek az güvendiğini biliyoruz. Kurduğu otokrat yönetimi korumak için her türlü yeniliğe açık olmak gerektiğini görüyordu. Öyle yaptı. Avrupa’dan gelen yeniliklere kapılarını açtı. Modern okulların açılmasına ön ayak oldu. Ama buna rağmen küçülmeyi durduramadı. Büyük kayıpları sindirmek zorunda kaldı. Büyümeyi hayal ediyordu, dehşetli bir küçülmeyle yüzleşmek zorunda kaldı.

Büyük kayıplar iki farklı ruh haline yol açmıştı. Bunlardan biri kayıpları kabul etmeme, ortaya çıkardığı sonuçları tanımama halidir. İkincisi, bu kırılmadan en az kayıpla çıkma, elde kalanla yola devam etme programıydı. Enver ve Mustafa Kemal bu rollerin öncü oyuncuları oldular.

“Hem Enver Paşa hem Kemal Paşa, kişiliklerini ve formasyonlarını, Hamid'in saltanatında buldular.” Yalçın Küçük’ten takip ediyoruz. Kökleri “Hamidizm”dedir. Hamidizm'den iki yol çıkar bu durumda. Biri, Kemalizm ve diğeri Enverizm'dir. Kemalizm içe dönük ve kurucudur. Enverizm dışa dönük ve yayılmacıdır. Yakın dönemin iki siyasal hattıdır.

Mustafa Kemal İslamizm’in milliyetçilik karşısında işe yaramadığını Arap çöllerinde yaşayarak görmüştü. Hilafet bir söylenceden ibaretti. Araplar “Mevali”lerin bu tür iddialarına dönüp bakmıyordu. “Arap olmayan bir halife” rüyası pek uçuktur. Enver de Kemal de bu iddialara pek mesafeli durdular. Hem, “millet”in henüz dinden ayrılmadığı bir zaman aralığıydı. Bakışlarındaki netlik ancak bu kadardır.

Tarih içe dönük bir kurucunun rolünü oynamasına hazırdı. Dışa dönük ve yayılmacı karakter için sahne kapanmak üzereydi. Enver yenildi ve Kemal kazandı. İmkanlar, imparatorluğun yıkılmasının ardından daha küçük bir ülkeye işaret ediyordu. Başka türlüsü imkansızdır. İmkanları tanımaya Kemalizm, reddetmeye Enverizm diyoruz.

***

Hayalciydi. İttihat ve Terakki’nin daha gerçekçi diğer önderleri gibi Avrupa’ya sığınıp Ermeni militanlara hedef olmak yerine kendini Kafkaslara, Orta Asya düzlüklerine atmıştı. Oradan hareketle “islam milletini” ayaklandırmak, imparatorluğu düştüğü çukurdan çıkarmak istiyordu. 4 Ağustos 1922’de henüz 41 yaşındayken mitralyöz tarakası altında can verdi. “İslam Orduları Başkomutanı ve Halife'nin damadı”nın inanılmaz serüveni o gün Tacikistan’da son buldu.

Bilmediği dağlarda kurtuluş arayan bir maceracının ötesinde, o Hareket Ordusu’nun muzaffer komutanı ve “Hürriyet Kahramanı”ydı. Hürriyet ilan edildikten sonra Berlin’e askeri ateşe olarak gönderildi. 31 Mart Gerici Ayaklanması patlak verince Berlin’den koştu geldi, Hareket Ordusu’na yetişti. Kurmaylık görevini Mustafa Kemal’den alarak İstanbul’a ordusuyla birlikte girdi. Gerici ayaklanmayı darmadağın etti. Hamid’in dönüşü için imkân bırakmadı. Hamidist bir Hamitsavardır!

Ölüsü 4 Ağustos 1996’da, ölümünden 74 yıl sonra Mustafa Kemal’in kurduğu yeni ülkeye getirilerek Abide-i Hürriyet’teki anıt mezarına gömüldü. Gömülen, gözü pek bir Osmanlı Paşasının yayılma hülyasıydı.

Kemalizm yıkıldı, Enverizm unutuldu. Mustafa Kemal’in Cumhuriyetinin yıkıntıları üzerinde Hamit’in hayaleti dolaşıyor. Ataması yapılamamış Şeyhülislam, Osmanlının başkentinde, Mustafa Kemal’in müze yaptığı eski kiliseyi fethedip ibadete açtı. Kılıç kuşanıp çıktı minbere, fetih istiyor.

Ama gidebilecekleri yer yok. Suriye’de “azaplarla” alınacak yol olmadığı anlaşılınca Libya’da karaya çıktılar. Orada da nefesleri tükenmek üzere. Tuhaf bir biçimde Hamid’in sürgüne, Osmanlının tarihin çöplüğüne gönderildiği döneme benziyor oluşmasına yardım ettikleri ortam.

Osmanlı yıkılmasına yakın bir Balkan devletiydi. Hamit’in ve Enver’in marifetiyle Balkanlardan sökülüp atıldı. Enver içine sindirememişti, son bir hamleyle Edirne’yi geri almayı başardı. Ama bu hamlesi imparatorluğun Küçük Asya’ya sıkışıp kalmasına engel olamadı.

İzlerinden gidenler AB kapılarının kapandığını gördüler, Batıya gidemeyeceklerini anladılar. Küçük Asya’ya ikinci sıkışmamızdır. Doğuya döndüler mecburen. Doğu her durumda sonun başlangıcıdır.

***

“İnsanlar tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar. Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Ve tam da şeyleri ve kendilerini dönüştürmekle, henüz ortada bulunmayan bir şeyi yaratmakla uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin yeni sahnesini eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınana bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlerini ödünç alırlar.” Fransa’nın derin krizine muhteşem bir giriştir. Fransız Devrimcileri kendi dönemlerinin görevlerini, yani modern burjuva toplumunu zincirlerinden kurtarma ve onu kurma işini Roma kostümleri içinde yaptılar. Ardından gelenler bu geleneği devam ettirdiler. Bilince çıkarılamamış her devrim kostümlü bir prova gibi görünür. Biz ise kostümlere aldırmıyoruz, sadece devrimci cumhuriyet için büyük bir yürüyüş görüyoruz.

Geldik bugüne. Burjuva toplumu ömrünü tamamladı, yıkılıyor. Kurtarıcıları Osmanlı kostümleriyle yıkılışı durdurmak için sahnede. Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöküyor. Geçmişin ruhlarını yardıma çağırıyorlar korku içinde. Saraylar, saltanatlar, kapıkulları ve şeyhülislamlardan geçilmiyor ortalık. Devrimci bir bunalım çağının işaretidir.

Ama Marks’ın dediği gibi, 21. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirini geçmişten değil, yalnızca gelecekten çıkarabilir. Ölülere kendi ölülerini gömdürmek zorundayız. Gömdüreceğiz. 

Buradayız… 

Orhan Gökdemir / SOL

7 Ağustos 2020 Cuma

ABD'nin petrol hamlesi: YPG'ye bekçilik, Türkiye'ye tüccarlık - ALİ ÖRNEK / SOL

 YPG petrollerinin satışına aracılık etmek, Suriye'nin kuzeyini Türk sermayesine açacağı gibi, bölgeyi Türkiye'ye siyasi olarak bağımlı hale getirecek bir potansiyele sahip. Zira Ankara, "ekonominin görünmez eli"yle vurulan pranganın, askeri güçle sağlanan caydırıcılıktan çok daha kalıcı olduğunu Kuzey Irak'ta gördü.


ABD'nin Suriye petrollerinin gaspı için resmen harekete geçmesi YPG'nin rolü açısından yeni bir duruma işaret etmiyor. Zira Trump yönetimi bir süredir YPG'ye petrol kuyularına bekçilik misyonu verdiğini açıkça dile getirmekten sakınmıyordu. Ancak gasp konusunda Türkiye'nin tutumunun ne olacağı henüz muallak. Ankara ilk elden YPG ile ABD'li şirket arasında yapılan anlaşmayı kınasa da, Türkiye üzerinden yapılacak petrol satışının getireceği ekonomik ve siyasi faydayı kolaylıkla göz ardı edemez. Nitekim YPG petrollerinin satışına aracılık etmek, Suriye'nin kuzeyini Türk sermayesine açacağı gibi, bölgeyi Türkiye'ye siyasi olarak bağımlı hale getirecek bir potansiyele sahip. Zira Ankara, "ekonominin görünmez eli"yle vurulan pranganın, askeri güçle sağlanan caydırıcılıktan çok daha kalıcı olduğunu Kuzey Irak'ta gördü.

ABD merkezli petrol şirketi Delta Crescent LLC ile PKK bağlantılı YPG'nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında varılan petrol anlaşması geniş bir yankı uyandırdı. İlk kez ABD'li Senatör Lindsay Graham tarafından ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun ağırlandığı 31 Temmuz'daki senato oturumunda açıklanan anlaşma, YPG kontrolündeki bölgelerde kalan petrol sahalarının işletilmesini kapsıyor. Pompeo'nun da yönetimin desteklediğini belirttiği  anlaşma için Delta Crescent'in ABD Hazine Bakanlığı'na bağlı Dış Varlıklar Kontrol Ofisi'nden gerekli lisansı aldığı belirtiliyor. Lisans, ABD'nin Suriye'ye uyguladığı yaptırımlar konusunda Delta Crescent'e muafiyet sağlıyor.

Şirket yeni, sicili eski

Delta Crescent LLC, petrol sektöründe oldukça yeni... Trump'ın YPG lideri Mazlum Abdi ile yaptığı ve sonrasında "'Kürtlerin petrol bölgelerine dönmelerinin vakti geldi' dedim" tweet'iyle ünlenen 2019 yılındaki görüşmeden sadece 7 ay önce, Şubat ayında kuruldu.

Delta Crescent'in yönetiminde ise üç isim bulunuyor. Bunlardan ilki ABD'nin eski Danimarka Büyükelçisi James Cain. Diğer bir isim ise petrol konusunda deneyimli yegane kişi olan John Dorrier. Dorrier, 2011 yılındaki ABD ve AB yaptırımlarına kadar Suriye'de varlık gösteren İngiltere merkezli Gulfasands Petroleum'un eski genel müdürüydü. Tam olarak Dorrier gibi olmasa da petrol konusunda "tecrübesi" olan diğer bir isim ABD ordusuna bağlı Delta Force'tan emekli James Reese. Reese sıklıkla, Suriye'de ABD'nin daha fazla askeri varlık göstermesi gerektiğini belirtiyor ve özellikle petrolün elde tutulması konusunda görüş bildiriyordu. Ancak onun petrol konusundaki deneyimi, kurucusu olduğu özel güvenlik şirketi TigerSwan'dan ileri geliyor. ABD'nin Dakota eyaletindeki petrol hattının 'güvenliği'ni üstlenen bu şirket, hattın topraklarından geçmesine karşı çıkan yerlilerin eylemlerine saldırarak gündeme gelmişti.

Esasında ABD yönetimi, Suriye petrolünün gaspı konusunda 2018 yılından bu yana petrol tekelleriyle temas halindeydi. Ancak Washington'un halihazırdaki petrol tekellerini ikna çabaları, gaspın bu tekeller için bile fazlasıyla uluslararası hukuka aykırı olması, devam eden savaşın riskleri, ancak her şeyden önemlisi Suriye petrollerinin ekonomik olarak cezbedici olmaması nedeniyle karşılık bulamadı. Bu nedenle de ihale, ABD'nin paravan şirketler cennetindeki Delaware'de kurulu yeniyetme petrol şirketine kaldı.

Ekonomik gerekçesi yok

Anlaşma kapsamında Delta Crescent'in iki modüler rafineri kuracağı kaydedilirken, şirket yetkilileri Suriye'nin petrol arzını savaş öncesindeki rakamlara ulaştırmayı hedeflediklerini belirtiyor. Nitekim Suriye'nin petrol rezervinin yüzde 90'ı "IŞİD'le mücadele" adı altındaki operasyonlarla YPG'nin kontrolüne girmişti.

ABD yönetimi de, Suriye petrolünün gaspıyla YPG kontrolündeki bölgeye istikrarlı bir ekonomik kaynak yaratılacağı görüşünde. Ancak Suriye petrolleri bu konuda çok da iç açıcı değil, özellikle Suudi Arabistan'ın petrol arzını artırarak varil fiyatlarını dibe vurduğu bu dönemde...

Suriye, 2010 yılında günlük 385 bin ham petrol üretiyordu. Petrol satışından elde edilen gelir de kamu bütçesinin yüzde 25'ini oluşturuyordu. Ancak 2010 yılında ham petrolün varil fiyatı 79.48 dolarken, bugün Suudi Arabistan'ın arzı artırması sebeyle varil fiyatı 38 dolara kadar geriledi. YPG'nin düşen fiyatları, arzı daha da artırarak dengeleme şansı da bulunmuyor. Zira Suriye'de bugün günlük 200 bin varil üretimi bile uzmanlar için "oldukça iyimser bir tahmin". Dahası Suriye'nin rafineri ve boru hatlarından mahrum olunması da petrolün maaliyetini artırıyor. Buna bir de şimdi SDG altında yer alan, IŞİD'in eski ortağı aşiretlerin alacağı pay eklendiğinde -Zira en önemli petrol sahalarından bazıları bu aşiretlerin bölgelerinde bulunuyor- petrolden edinilecek gelirin Suriye'nin kuzeyindeki özerk yönetimi finanse etmesi imkansız hale geliyor.

Bu nedenle de anlaşmayı yorumlayan YPG yetkilileri de, ekonomik boyuttan çok işin siyasi yönüne dikkat çekiyor. Anlaşma, yetkililere göre ABD'nin Suriye'nin kuzeyindeki "özerk yönetimi" tanıması anlamına geliyor.

ABD'nin planında Türkiye'ye de yer var

Ancak bu yorum da anlaşmanın önemini betimlemekten uzak. ABD yönetimi, YPG'ye binlerce tırlık silah ve mühimmat yollamıştı. ABD'nin Suriye siyasetine yön veren bürokratları da YPG ile düzenli olarak toplantı halindeydi. Hatta Trump bile Mazlum Kobani ile doğrudan görüştü. Esasında ABD, 'IŞİD'le mücadele' adı altında Suriye'yi petrol, doğalgaz, tarım kaynaklarından mahrum bırakma planını yürürlüğe koyduğu ve bunun için YPG'yi vekil güç tayin ettiği günden beri onun Suriye'nin kuzeyindeki oluşumunu da fiilen tanımış oldu. Trump'ın 2018'de asker çekerek, YPG'yi Türkiye ile başbaşa bırakması ve sonrasında YPG'yi 'petrol kuyularına bekçi tayin etmesi' da 'tanıma'dan geri adım değildi.

Dolayısıyla asıl sorulması gereken soru, Suriye petrollerinin gaspına kimin aracılık edeceği. Zira Suriye yönetiminin bu anlaşmayı kabullenmesi beklenemeyeceği gibi, ABD'nin de Suriye'yi ekonomik olarak boğmak için yaptırımları ağırlaştırdığı bir dönemde Şam'a yeni bir gelir kapısı açması imkansız. Bu durumda gasp edilecek petrolün dünya pazarına nasıl ulaştırılacağı merak konusu... Irak bu iş için fazlaca riskli. Zira, petrolün İran destekli Haşd-i Şabi'nin bulunduğu Irak'tan kilometrelerce taşınarak, yine Haşd-i Şabi'nin kalelerinden Basra üzerinden dünyaya ulaştırılması gerekiyor. Diğer bir alternatif ise halihazırda işletilen Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Türkiye hattı. IŞİD'in de kullandığı ve şimdilerde YPG'nin de kısıtlı petrol satışı yapabildiği bu güzergah şöyle işliyor: Aracılar petrolü tankerlerle IKBY'ye taşıyor. Burada IKBY'de üretilen petrole karıştırılan Suriye petrolü, Yumurtalık'a pompalanıyor, daha sonra da uluslararası markete ulaştırılıyor. Ancak bu ticaret, günlük 200 bin varillik bir üretimi dünya pazarına ulaştırmaktan uzak. Dolayısıyla Türkiye'nin limanlarına ve rafinerilerinin bu ticarete tümüyle açılması gerekiyor ve bunu sadece Washington'un tam desteğini alan ABD'li bir şirket yapabilir. Nitekim, Al Monitor'den Amberin Zaman'ın konuştuğu ABD'li kaynaklar, Trump'ın Suriye özel temsilcisi James Jeffrey'in anlaşmayı Türkiye'ye bildirdiğini ve onayını aldığını kaydediyor.

Petrol prangası

Ankara'nın ilk resmi tepkisi ise beklenildiği üzere kınama oldu. Dışişleri Bakanlığı açıklamasında, anlaşmanın uluslararası hukukun ihlali olduğu gibi, Suriye'nin toprak bütünlüğü ve egemenliğine kast ettiği ve hatta terörizmi finanse etmeye yönelik olduğu kaydedildi. Ancak Dışişleri açıklaması, Ankara'yı sık sık ziyaret eden Jeffrey'in anlaşma konusunda bilgilendirdiği Türk muhattaplarının tepkisinin ne olduğuna dair fikir vermekten uzak. Zira Ankara, atıf yaptığı Suriye'nin egemenliği ve toprak bütünlüğünü ihlal etmek kosunuda oldukça kabarık bir sicile sahip. Bu sicili tek başına, TSK'nın kontrol ettiği bölgeleri cihatçı gruplar için "güvenli bölge" haline getirmek oluşturmuyor.  Örneğin son dönemlerde TSK'nın kontrol ettiği Suriye topraklarında, Türk lirasını kullanma zorunluluğu getirildiği ortaya çıktı. Suriye lirasını yok etmeye yönelik bu çaba, ABD'nin Sezar Yaptırımları ile Suriye ekonomisini tümüyle çökertme çabasına parallelik arz ediyor.

Adı zikredilmese de son petrol anlaşmasında, gözler esas olarak Ankara'ya çevrili. Türkiye açısından, Suriye petrollerinin gaspına aracılık etmek, bu ülkenin kuzeyini Türk sermayesine açmak için oldukça iyi bir girizgah olabilir. Ayrıca Türkiye, Kuzey Irak deneyimiyle, ekonominin görünmez elinin vurduğu pranganın, askeri caydırıcılıktan çok daha kalıcı olduğunu öğrenmiş oldu. Nitekim bugün IKBY Türk şirketleri tarafından imar edilirken, petrol gelirine bağımlılık da Erbil'i Ankara'nın siyasi olarak güdümüne soktu. Aynı senaryonun Suriye'nin kuzeyinde de işleyebileceği açık. Üstelik, YPG, IKBY lideri Mesud Barzani'ye yakın Suriyeli Kürt partileriyle diyaloğa girerek hem Ankara'ya hem de Erbil'e olumlu bir mesaj da gönderdi.

Plan işler mi?

ABD'nin yeni planının işleyip işlemeyeceği ve bunun bir YPG-Ankara müzakere sürecini başlatıp başlatmayacağı sorusuna yanıt vermek için henüz erken. Zira sorunun yanıtını verebilmek için, Ankara-Washington-Moskova ilişkilerinin seyrinin ne olacağı ve Suriye'de planın yaratacağı pürüzlerin aşılıp aşılamayacağını kestirebilmek gerekiyor.

Türkiye, Rus uçağının düşürülmesi sonrasında Suriye'de yumurtaları tek başına ABD'nin sepetine dizmekten vazgeçmiş, Rusya-ABD çatlağının tam ortasına yerleşerek el yükseltmişti. YPG petrollerine aracılık ise yumurtaların yeniden sadece ABD'nin sepetine dizilmesi anlamına geliyor ki, Türkiye niyeti olsa da yeniden ABD'nin gerisinde arz-ı endam etmek konusunda tereddütlere sahip. Ayrıca yeni bir YPG açılımı, zaten oy kaybeden Erdoğan'ı iç siyasette de zor durumda bırakabilir. Dahası Suriye yönetimi Deyr Ezzor'daki aşiretlerle ilgili oldukça geniş bir birikime sahip ve petrol rantının bu aşiretler arasında yaratacağı anlaşmazlıkları kendi lehine kullanabilecek kadar mahir.... Şam'ın, 1980'li yıllara kadar uzanan ilişkileri neticesinde PKK ve YPG'yi çok iyi tanıdığı biliniyor. Suriye bugüne kadar YPG'yi doğrudan hedefe koymaktan imtina etmişti, ancak petrol anlaşması YPG açısından Ankara ile masaya oturmayı hedeflerken, Şam ile masanın tamamen devrilmesini beraberinde getirebilir. 

ALİ ÖRNEK / SOL

ABD’den Çin’e Soğuk Savaş ilanı mı? - Korkut Boratav / SOL

 Çin, bir Libya, Irak değildir; bir süper güçtür ve bu ülkede 'rejim değiştirme' tasarımı, yeni bir soğuk savaşa tehlikeli bir biçimde geçiş anlamındadır. 


ABD ile Çin arasındaki ilişkiler, soğuk savaşa mı dönüşmektedir? Trump yönetimi bu adımı attı mı? Göz atalım.

Trump yönetiminin katkıları

Trump, 2016 seçim kampanyasında Çin’e dönük eleştirilere, saldırılara ağırlık verdi. İki yıl sonra bu ülkeye karşı gümrük tarifelerini yükseltti; dış ticaretin dışına da taşan bir ekonomik savaş başlattı. Çin’in ekonomik, teknolojik önceliklerini, stratejisini (örneğin “Made in China 2025 Programı”nı) açıktan hedef aldı.

Bu aşamada Trump, Çin’in teknolojik gelişmesini simgeleyen, besleyen dış bağlantıları baltalamaya öncelik verdi. Telekomünikasyon şebekelerini 5G aşamasına taşıyan teknolojinin öncülüğü Çin şirketlerindeydi. Bunların, ABD’ye girişi, Amerikan şirketleriyle ilişkileri engellendi. Batılı müttefikler de aynı doğrultuda baskı altına alındı.

Bu adımları, 2020 seçim kampanyasına denk gelen korona salgını sonrasında kritik bir aşama izledi. Trump, ABD’deki salgının sorumlusu olarak Çin’i gösterdi. Bu saldırıları bu köşede gözden geçirmiştim (“Korona Salgını, Trump ve Çin”, 8 Mayıs 2020).

Trump’ın Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı sağ (“Tea Party”) kanadındandır. Temmuz’un ikinci yarısında Çin’le ilişkileri “soğuk savaş” eşiğine taşıyan adımlar attı. 

Pompeo, anti-komünist söylemi hortlatıyor

İlk açık adım, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Houston Konsolosluğu’nun aniden kapatılması oldu. İki gün sonra Dışişleri Bakanı, doğrudan doğruya Çin Komünist Partisi’ni hedef alan bir konuşma yaptı.

Mike Pompeo konuşmasına, “Komünist Çin ve Özgür Dünya’nın Geleceği” başlığını yakıştırmış. Devamı da bu minval üzere: “Günümüzün görevi, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP’nin) tehdidine karşı özgür dünyayı korumaktır. Bugün davranmazsak ÇKP özgürlüklerimizi elimizden alacak; özgür toplumlarımızın inşa ettiği düzeni baltalayacaktır.”

Saldırı, doğrudan doğruya ÇKP Genel Sekreteri’ne de yönelecektir: “Şi Jinping, tamamen müflis ve totaliter bir ideolojiye inanır. Komünistler daima yalan söylerler; ama en büyük yalanları, tümüyle denetlenen, baskı altında tutulan ve konuşmaktan korkan 1,4 milyarlık bir halkı temsil etmeleridir.”

Çin’e karşı başlatılan “ekonomik savaş”ın muhatabı, uzun süre “Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti ve Başkan Şi” olmuştu. Bu ifade biçimlerinin “ÇKP ve Genel Sekreter Şi”ye dönüşmesinin sadece Pompeo’nun son konuşmasına özgü olmadığını Hong Kong’ta yayımlanan South China Morning Post (SCMP) gazetesi 25 Temmuz’da açıkladı.

Anlaşılıyor ki son haftalarda Adalet Bakanı, FBI Başkanı ve Beyaz Saray Ulusal  Güvenlik Danışmanı da Şi Jinping için “Başkan” yerine “ÇKP Genel Sekreteri” unvanını kullanmaya başlamışlar. ABD Dışişleri Bakanlığı bu farklılaşmaya ilişkin bir soruyu şöyle yanıtlamış: “Çin Halk Cumhuriyeti, Çin Komünist Partisi tarafından yönetilen otoriter bir rejimdir; Şi Jinping de Parti’nin Genel Sekreteri’dir”.

Kongre tarafından kurulan ABD-Çin Ekonomik Güvenlik Gözetimi Komisyonu’nun (USCC’nin) Başkanı Robin Cleveland da bu “terminolojik değişikliği”ni savunuyor: “Şi Jinping’in, bir liberal demokrasideki gibi halkın desteği ile seçilmiş bir başkan olmadığı açıktır. Çıkarcı bir partinin tepesindeki bir diktatördür. Sözcükler de bu durumu ifade ediyor” (SCMP, 25 Temmuz).

Bu tespitleri, Pompeo’nun, “ÇKP Çin halkını temsil etmiyor” iddiası ile birleştirin. ABD-Çin ilişkilerinin stratejik rekabet aşamasından stratejik düşmanlık eşiğine taşınması olarak yorumlayabiliriz. Farklı bir ifade ile soğuk savaş…  Sistem (kapitalizm/komünizm) karşıtlığı içeren; son tahlilde uzlaşmaz bir çelişki…

Bir önceki soğuk savaş ve sonrası…

“Soğuk savaş”, iki taraf arasında sıcak, hatta nükleer bir savaş olasılığının gündeme gelmesi demektir. Bir önceki soğuk savaş döneminin başlangıcını simgeleyen 1946 tarihli iki ünlü belge var: Moskova Büyük Elçisi George Kennan’ın ABD Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı 800 sayfalık telgraf ve Winston Churchill’in sosyalist blok için “Demir Perde” teşhisini koyan konuşması… Her ikisi de SSCB ile Batı bloku arasında barışçı bir işbirliğinin imkânsız olduğunu ileri sürmekteydi.

Bereket ki bu öngörünün sıcak savaşa dönüşmesi, II’nci Dünya Savaşı ittifakının uzantısı olan Birleşmiş Milletler ve daha sonra “nükleer caydırıcılık” olgusunun zorunlu kıldığı anlaşmalar sayesinde engellendi. Ancak, daima “sıcak” aşamanın sınırlarını zorlayan (Kore savaşı, Küba krizi gibi) bölgesel çatışmaları değil…

1983’te Ronald Reagan, SSCB’yi “kötülük imparatorluğu” olarak adlandırdı ve “yıldız savaşları”na sürükleyerek çökertmeyi tasarladı. Tartışmalıdır; ama, bence, Gorbaçov’un teslimiyeti sonunda başardı da…

SSCB’nin ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin çöküşü soğuk savaşa son verdi. “Yeni Rusya” komünizmi terk etti; ama Batı camiasından dışlanarak… Batı’nın stratejik zaferi, NATO’nun genişletilmesiyle pekiştirildi.

Bu zafer, emperyalizmin saldırganlığını frenlemedi. Birkaç yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığı, “rejim değişiklikleri” gerektiren “haydut devletler” (“rogues states”) listesi oluşturmaya başladı. İlk liste tipiktir: Kuzey Kore, Küba, Libya, Irak, İran… İlk ikisi komünist partilerin yönetimindedir; sonraki ikisi Kaddafi ve Saddam’ın devrilmesi ile listeden çıkarılmıştır; ancak yeni eklentilerle zenginleştirilerek…

ABD Dışişleri Bakanlığı, “haydut devletler” listesi yayımlamaya son verdi; ama uygulamaları sürdürdü. Trump’ın son olarak  Venezuela’yı ve Nikaragua’yı “haydut” olarak ilan ettiğini; Bolivya’daki darbeyi alkışladığını biliyoruz.

Pompeo’nun son konuşması, bu tanımı fiilen Çin’e de taşıma niyetini ima ediyor. Wall Street Journal, bu söylemin Çin’de “rejim değişikliği” çağrısı olarak anlaşabileceğini belirtiyor (24 Temmuz). Çin, bir Libya, Irak değildir; bir süper güçtür ve bu ülkede “rejim değiştirme” tasarımı, yeni bir soğuk savaşa tehlikeli bir biçimde geçiş anlamındadır. 

Trump sonrası?

Bugünlerde tuhaf bir biçimde gündeme gelen “sivil darbe tasarımı” tutmazsa Donald Trump üç ay sonraki seçimi kaybedecektir. Joe Biden’ın başkanlığı, soğuk savaş olasılığını gündemden çıkaracak mı?

Trump’ın Çin’e saldırıları etkili olmuş gibidir: ABD kamuoyunun dörtte üçü, Çin’e “olumsuz gözle” bakmaktadır; bu oran bir yıl içinde 20 puan yükselmiştir. Joe Biden da seçim kampanyasında bu eğilime uymakta; Trump’ı “Çin’e karşı gevşek davrandığı” için suçlamaktadır.

İki partili ABD demokrasisinin “sol” veya “liberal” kanadı olarak bilinen Demokrat Parti’nin soğuk savaş ve sonrasındaki dış siyaset sicili bu bakımdan parlak değildir.

Castro rejimini devirmek amaçlı Domuzlar Körfezi saldırısı; Amerikan askerlerinin Vietnam savaşına aktif katılımı John F. Kennedy’nin marifetlerindendir.

Soğuk savaşın, rejim değiştirme operasyonlarına dönüştüğü yıllarda da Demokrat Partili başkanlar aktif roller aldı. Bill Clinton, NATO hava kuvvetlerinin Yugoslavya’nın parçalanmasına katkı yapmasını sağladı. Obama’nın Dışişleri Bakanı Bn. Clinton’un Kaddafi’nin işkenceyle öldürülmesini, adeta “Libya fatihi” gibi coşkuyla alkışladığını hatırlıyoruz. 

Bugünkü ABD Kongresi’nin Demokrat Partili üyelerinin çoğunluğu Çin’e ve Rusya’ya karşı sert, saldırgan çizgileri savunmaktadır. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi başta olmak üzere…

“Soğuk savaş”, Pandora’nın kutusu içindeydi; Trump kapağını açınca dışarı çıkacak; Biden’ın da desteğiyle orada kalacaktır. 
Ne var ki “muhatabı yoksa” soğuk savaş başlayamaz; Pandora kutusu boşalamaz. Bu nedenle Çin’in çizgisini, tepkilerini izlemek gerekiyor. 

Haftaya göz atmak üzere…

Korkut Boratav / SOL

6 Ağustos 2020 Perşembe

A101 nasıl kurtuldu? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Pek de kolay değildi. Film bobinlerini makineye yerleştirmekle başlar, negatiflerini banyo etmekle biterdi. Bir fotoğraf karesi saatler alırdı. Şimdi öyle mi? Çekiyorum, çektim, bir tane daha çekeyim diye birikiyor. Nasıl çıkmışım demeye bile zaman kalmıyor.

Son iki yazıda Ayasofya açılışında Nurcuların Meşveret kolunun önderi Hüsnü Bayramoğlu’nun Genelkurmay Başkanı ile çektirdiği fotoğrafın ardındaki ilişkileri anlattım. “Said-i Nursi’nin Ayasofya kehaneti” diyorlardı, bir uydurma olduğu kendileri tarafından da kabul gördü. Bir zamanlar Gülen’e mektup yazarak Nurculuğun hizmetkârı ilan eden Said-i Nursi’nin takipçileri, durum değişince yollarını ayırmış görünüyordu. Ama peygamberin kendilerini işaret ettiğini söyledikleri uydurma hadislerle aynı zihniyeti sürdürüyorlardı.

Yazıların ardından Nurcu hocaların ağızlarının pek de Nurlu olmadığını görmüş oldum. Sözlerine başlarken ettikleri hakaretleri yazmaya gerek yok. Alıştık, küfrü yenmek isteyenler küfrün üstüne yürümek zorundadır.

Yine de ne kadar söylesek eksik kalır. Cumhurbaşkanı’yla, Savunma Bakanı’yla, Genelkurmay Başkanı’yla aynı fotoğraf karesine girmeyi seven Hüsnü Bayramoğlu’nun durumunu daha kritik hale getiren bir mesele var.

A101’e 3 günlük gözaltı

Hatırlayın, daha önce Türk Emniyeti’nin mahkemelere gönderdiği raporlara giren “renklendirme” öyküsünü anlatmıştım. Polis, FETÖ mensuplarının başta diğer Nur grupları olmak üzere değişik tarikatlara girerek kendilerini renklendirdiğini söylüyor, yargıyı uyarıyordu. Bir sebebi var. Zira, başta Nurcular olmak üzere kimi tarikat şeyhleri “o FETÖ’cü değil, bizim tarikattan” diyordu. Kimi isimleri yargının ağından “Hüsnü şahadet” dedikleri, “iyi çocuktur sistemi” ile kurtarıyordu.

Hepimizin mahallesinde var. A101 denilen ucuzluk marketlerinden söz ediyorum. Sahibi, FETÖ’nün işadamları örgütü TUSKON üyelerine yapılan operasyonda, 16 Ağustos 2016’da gözaltına alınan, Bank Asya’nın da kurucusu olan Turgut Aydın. Turgut Aydın 3 gün sonra serbest kalmıştı.

Şimdi yandaş medyada tam sayfa reklamlarını görüyorsunuz. Size 16-20 Ağustos 2016 aralığında, Sabah gazetesinin ilgili haberlerinin sadece başlıklarını sıralayayım: “A101 sahiplerine FETÖ operasyonu”, “Bank Asya’yı kurtaran FETÖ’cüye operasyon”, “FETÖ soruşturmasında işadamları serbest kaldı!”.

Sabah editörüne bile sonunda ünlemli başlık attıran elbette “birileri korunuyor” düşüncesiydi. Haksız da değil, bazıları nasıl oluyorsa elini kolunu sallayarak çıkarken, bazıları yakasını kurtaramıyordu.

Gelelim konumuza...

Ayasofya’daki Nurcunun kurtardıkları

Ayasofya’daki fotoğrafın ardından Nurcuların arşivlerini bir daha açtım. Tam da A101’in patronlarına soruşturma başladığında Hüsnü Bayramoğlu devreye girmiş, resmi bir açıklama yapmıştı.

Bayramoğlu, başta Turgut Aydın’ın kardeşi Yaşar Aydın olmak üzere A101’in sahiplerinin “paralel” değil, “Nur talebesi” olduğunu söylüyordu. Salı günleri A101’in patronunun evinde cemaatin Risale dersleri yaptığını söyleyen Bayramoğlu, “Cumhurreisimizin hemşerisi ve aile dostudur” notunu düşmeyi de ihmal etmiyordu. Fotoğraf diyoruz ya, Hüsnü Bayramoğlu, Aydın Kardeşler ile birkaç da fotoğrafını paylaştı. Masada önlerindeki Risale-i Nurlar dikkat çekiyordu.

Hüsnü Şahadet işi bir değil ki...

Geçen yıl Milli Eğitim Bakanlığı’na ait bir okulda, sınıfta öğrencilere Said-i Nursi propagandası yapılan görüntüler izlettirildiği haberlerini hatırladınız mı?

Görüntülerde vaaz veren isme kimse dikkat etmedi. O kişi yeni kuşak Nurcu hocalardan Uğur Akkafa’ydı. İnternette hala Fethullah Gülen’in öğretisini anlattığı, onun dinler arası diyalog projesini eleştirenlere “cahil”, “saftirik” diye hakaret ettiği videolar dolaşıyor. Akkafa’nın Nur Mektebi İlim Kültür Derneği, FETÖ propagandası yaptığı gerekçesiyle 15 Temmuz sonrasında kapatılmıştı.

Derken yine Hüsnü Bayramoğlu ortaya çıktı. Akkafa’nın derneğinin FETÖ’cü olmadığını söyledi. Bayramoğlu’nun kapatılan dernekte ders verdiği fotoğraf ortaya saçıldı. 2017 yılının başında yayımlanan yeni bir KHK ile kapatılan dernek açıldı.

Erdoğan’a verilen liste

Bu isimler uzun listenin küçük bir bölümü...

Kimseye suçludur demiyorum. Bizim işimiz bu değil. Asıl mesele, mahkeme önünde yıllarca aranan adaleti, cemaat liderlerinin başka yollarla dağıtmaya devam ediyor oluşu.

Bu o kadar aleni hale gelmiş durumda ki...

Nurcularla ilgili yazdıklarıma tepki gösterenlerden biri yine Nurcu profesör Ahmet Akgündüz’dü. Bir zamanlar Rotterdam’da Avrupa İslam Üniversitesi’ni yöneten Akgündüz’ün hem Nurcu “ağabeyler” ile hem de AKP ile arası bozulmuştu. Hüsnü Bayramoğlu’na “yalaka” diyen Akgündüz’ün açıklamalarında dikkat çeken ilginç bir nokta var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Bayramoğlu’nu dinlerken Akgündüz’ü pek de dinlemediğini gösteriyor. Akgündüz şöyle söylüyor:

“Muhterem Cumhurbaşkanımıza 1 ay sonra (15 Temmuz’dan) ulaşarak 526 tanıdığım mazlum ve mağdur Nur talebeleri listesini verdiğim halde, çoğunun mazlumiyetleri devam etmektedir.”

FETÖ krizinden sonra iktidara yanaşan ancak kendisine yakın isimleri tasfiyeden kurtaramayan Akgündüz belli ki AKP’ye de küsmüştü. Akgündüz’ün şahitlik nefesi Bayramoğlu kadar kuvvetli tesir etmemişti.

Ah şu fotoğraflar... Çekiyor, bir tuşla dağıtıyoruz. Oysa sonsuz zamanın bir anını simgeliyor. Farkında mıyız? Kişilerden çok ilişkileri belgeliyoruz.

Hepimizin hikâyesinin olduğu resmin ışığını, nursuz fotoğraflarla söndürecek miyiz?

Barış TERKOĞLU / Cumhuriyet

Bakan 'hızlı' diyor ama ihracatta toparlanma yavaş - SOL

Temmuz ayı ihracat rakamları önceki gün Ticaret Bakanı tarafından açıklandı. Bakan “tüm zamanların en yüksek Temmuz ihracatı” gibi değerlendirmelerle ihracatın “hızla toparlandığı”na dikkat çekti. Ancak özellikle otomotiv gibi ihracat açısından sürükleyici sektörlerde aylık bazda yüksek oranlı daralmanın sürdüğü görülüyor.

Temmuz ayı ihracat rakamları Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan tarafından açıklandı. Pekcan, açıklamasında ihracatta “hızlı bir toparlanma” olduğunu, 2020’nin aylık en yüksek ihracat düzeyine ulaşıldığını söyledi. Bakan ayrıca tüm zamanların “en yüksek” ikinci Temmuz ayı ihracatının görüldüğünü, altın hariç ihracatın ithalatı karşılama oranının ise yüzde 93,9 ile 2020’nin en yüksek düzey olduğunu da vurguladı. “En yüksek” değerlendirmeleri bir yana ihracat rakamları, pek de hızlı bir toparlanmaya işaret etmiyor.

Temmuz ayında ihracat, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 6 civarında geriledi. Ocak-Temmuz toplam ihracatı da yüzde 13,5 azaldı. Otomotiv, ana metal, kimya gibi sektörlerde Temmuz ayında ihracat düştü. Ocak-Temmuz toplamında ise ana ihracatçı sektörlerden tekstil-giyimde yüzde 56, otomotivde yüzde 29 ihracat kaybı var. Ülke bazında bakıldığında da Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, İspanya pazarlarında Temmuz ayında ihracat gerilemesi devam etti. Avrupa ülkelerinde Ocak-Temmuz dönemi ihracat kaybı yüzde 20’ye yakın.

Haziran toparlanması yanıltıcı

İhracatta hem pazar ülkelerde hem de Türkiye’de pandemi nedeniyle verilen üretim aralarının sona ermesine, “normalleşme” sürecine bağlı olarak Nisan ve Mayıs aylarında görülen derin gerilemelerde iyileşme söz konusu. Ancak Temmuz ayında otomotivde ihracat gerilemesi yüzde 24’ü geçerken, özellikle ana pazar Avrupa’da gerileme devam ediyor.

İhracat Nisan ve Mayıs aylarında önceki yılın aynı aylarına göre yüzde 41 civarında daraldı. Haziran’da ihracat, sevkiyatı gerçekleşemeyen stoklar, ertelenmiş talep, baz etkisi (önceki yıl bayram tatilinin Haziran ayına denk gelmesi) gibi etkenlerle yüzde 16 civarında arttı. Otomotivdeki yüzde 8 civarındaki gerileme haricinde hemen tüm ana sektörlerde ihracat arttı. Temmuz’da Haziran performansının gerisine düşüldü, önceki yılın aynı ayına göre ihracat yüzde 6 civarında geriledi. Otomotiv, kimya, ana metal, makine gibi sektörlerde ihracat düştü.

Otomotiv sektörü, olağan dönemlerde yüzde 18’lik payla en fazla ihracat yapılan sektör. Nisan-Mayıs’ta yüzde 77 ve yüzde 56 ile ihracatı en çok düşen sektör oldu. Haziran’da yukarıda sözü edilen etkenlerle yüzde 8’e düşen gerileme, Temmuz’da yeniden artarak yüzde 24’ü geçti. Ağustos ayı için ilan edilen yıllık rutin bakım araları dikkate alındığında otomotiv ihracatında gerilemenin süreceği görülüyor.

Ana pazarlar yavaş toparlanıyor

En büyük 10 pazara yapılan ihracat, ABD ve Rusya hariç, Temmuz ayında önceki yılın aynı dönemine göre geriledi. En büyük pazar Almanya’da gerileme yüzde 4 civarında olurken İtalya, Hollanda gibi ülkelerde söz konusu oran yüzde 20 civarında oldu.

Ocak-Temmuz’da Avrupa ülkelerine yapılan toplam ihracat yüzde 20 civarında geriledi. Yüzde 12 ile en düşük gerileme Almanya’ya yapılan ihracatta gerçekleşirken, pandemiden en çok etkilenen İtalya, İspanya gibi ülkelerde yüzde 25-30 civarı gerileme söz konusu.

Almanya başta olmak üzere Avrupa ekonomilerine ilişkin beklentiler ihracattaki toparlanmanın yılın kalanında da çok hızlı olmayacağını, ilk 7 aydaki kaybın tamamen telafi edilemeyeceğini gösteriyor. Sonbaharda salgında ikinci bir dalga yaşanmaması durumunda bile yıllık ihracat daralmasının yüzde 10’a yaklaşması olası. Yurtiçi talepteki artışla ihracat kaybının telafisi de hem iş ve gelir kayıpları nedeniyle hem de otomotiv, tekstil-giyim sektörlerinde ihracat-yurtiçi tüketim kompozisyonunun tam uyumlu olmaması nedeniyle mümkün değil.

Altın dahil ya da hariç ihracatın ithalatı karşılama oranının artıyor olması, ithalatın ihracattan daha fazla daralmasından kaynaklanıyor. Petrol fiyatlarının hala geçen yılın altında olması toplam enerji ithalatı faturasının geçen yıldan düşük olmasına yol açıyor. Pandemiyle birlikte derinleşen kriz koşullarında zorunlu ara malı ithalatı haricinde ithalat baskılanmış durumda. İhracatın düşmeye devam ettiği, ülkenin toplam döviz gelirlerinin azaldığı koşullarda ihracatın ithalatı karşılama oranındaki artışın etkisi çok sınırlı.

‘Pembe tablo’ cüretinin kaynakları

Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan ve Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın çizmeye çalıştığı gibi bir pembe tablodan söz etmek mümkün değil. Turizm gelirlerinin neredeyse sıfırlandığı, ihracatta önemli bir gerilemenin yaşandığı, iç talebin zayıf olduğu bir tabloda Merkez Bankası’nın yılın ikinci çeyreği için öngördüğü yüzde 10’luk daralmanın, üçüncü ve dördüncü çeyreklerde biraz düşse de süreceği görülüyor.

Siyasi iktidarın pembe tablo çizme cüretinin bir dizi kaynağı var. Avrupa başta olmak üzere dünyanın kalanına ilişkin beklentiler özel olarak etkili. Daralmaların kaynakları, yapısı, oranların daha farklı anlamlar taşıması bir yana, Almanya’nın yüzde 10’a yakın daralmasının beklendiği bir dünyada siyasi iktidar yüzde 7,5-8 gibi Türkiye ölçeğinde bir ekonomi için aslında çok derin sayılması gereken bir daralmayı “hafif” bir sonuç olarak sunmaya hazırlanıyor. Bu eksende muhalif iktisatçıların bir bölümünün sorumsuzca ve teknik olarak da akılsızca dile getirdikleri yüzde 25-30’luk daralma beklentilerinin de özel katkısı bulunduğunu söylemek mümkün.

SOL