30 Ekim 2021 Cumartesi

Akıldan yoksun Dünya III: Gıda güvenliği krizi - Erhan Nalçacı / SOL

 'Kapitalizmin akıl yoksunluğunun bütün ceremesini çeken emekçi sınıflar böyle bir dönemi olabildiğince örgütlü bir şekilde göğüslemek zorunda.'

Dünya kapitalizmi zaten bir yapısal kriz içindeydi ve şimdi pandemi teknenin çivilerini sökmüş gözüküyor. Hangi açığı kapamaya çalışsalar başka bir yer açılıyor.

Sistem teorisinde pozitif geribildirim, gündelik dilde kısır döngü denilen bir kavram vardır. Tıptan örnek vermek gerekirse, kanaması olan bir hastanın kan dolaşımı sürsün diye kalbi daha güçlü kasılmak zorundadır. Ancak kan basıncı düşünce kalbi besleyen damarlarda da basınç düşer ve kalp beslenemez hale gelir. Kalbin pompa gücü azalınca basınç biraz daha düşer, kalp biraz daha zayıflar, böylece basınç biraz daha düşer… Eğer müdahale edilmezse bu kısır döngü ölüme neden olur.

Teşbihte hata olmaz denir, tabi ki toplumsal mekanizmalar farklı işliyor. Buna karşılık dünya kapitalizminin hali kısır döngüler, birbirini besleyen açmazlar zincirine dönüşmüş durumda.

Geçen haftalarda enerji ve barınma krizini ele almıştık. 

Aslında hepsi birbirinin içini geçmiş durumda ve bu hafta gıda güvenliği krizine göz atacağız. Bir köşe yazında bütün boyutlarını ele alamasak da düzenin yarattığı kısır döngülere değineceğiz.

Aşağıdaki grafik 2019 ile karşılaştırıldığında 2021’de yaşanan gıda fiyatlarındaki artışı gösteriyor.

Grafik 1: Grafik pandemi sürecinde dünya gıda fiyatlarındaki %50’ler civarındaki artışı gösteriyor













Grafikte görüldüğü gibi 2020’nin ortalarından itibaren gıda fiyatları astronomik olarak artışa geçmiş ve bu artışın süreceği düşünülüyor.

Geçen yıl dünyada açlık çeken insanlara bu yıl yüz milyon insan daha eklenmiş ve 800 milyonu geçmiş. Bu kabaca insanlığın %10’unun açlık içinde olduğunu gösteriyor. Yeterli beslenemeyen insan sayısında ise 300 milyondan fazla artış olmuş ve 2,5 milyar civarına ulaşmış.

Ancak pandemi yıllarında gıda güvenliği sorunu emperyalizmin posasını çıkardığı uluslarda yaşanmıyor sadece, her yerde görülüyor. ABD, Fransa, İngiltere, Arjantin, Hindistan, Türkiye…

Her yerde emekçi sınıflar büyük bir sıkışıklığa ve yoksulluğa doğru itiliyor.

Nedenlerine kısaca bakalım:

Öncelikle ücretlere yansımayan enflasyondan ve hayat pahalılığından bahsetmeliyiz. ABD ve Almanya’da dahi %4’lere ulaşan ve gıda fiyatlarına öncelikle yansıyan bir enflasyon yaşanıyor.

Pandemi esnasında başta ABD olmak üzere devletler sermaye sınıfını bir yıkımdan korumak ve emekçi halkın isyanını engellemek için para musluklarını açtılar, başka bir deyiş ile para bastılar. Bunun acısının daha sonra emekçi halktan çıkacağını söylüyorduk.

İkincisi pandeminin ilk yılı dibe vuran ve aslında kapitalizmi ayakta tutan kışkırtılmış tüketim arzusunun güya “normale” dönülmesiyle birden arttığı ve üretimin, lojistiğin, tedarik zincirlerinin bu hıza yetişemediği söyleniyor. Tipik bir kapitalizme ait üretim anarşisi ile karşı karşıyayız.

Diğer bir kısır döngü ise anormal şekilde pahalanan fosil yakıtların tarım ürünlerinin fiyatına yansıması. Tarım tekellerinin eline düşürülen küçük çiftçi üretimi sürdüremeyecek hale geliyor. Sadece gübre fiyatlarının bile geçen yıla göre %300 pahalandığı görülüyor.

Kapitalizmde plansızlığının ve sermayenin açgözlülüğünün sonucu ortaya çıkan iklim krizi de çok etkili oluyor. Dünya çapında yaşanan kuraklık ve yer yer görülen aşırı yağışlar ürün miktarını düşürüyor. 

Örneğin, Türkiye’de geçen seneye göre tahıl üretiminin %30 civarında azaldığı söyleniyor. Artık tarımda ithalata bağlı Türkiye’de gıda fiyatlarının dünya ölçeğinde artması ve kur farkı yüzünden giderek bir gıda güvenliği krizi doğuyor.

Kapitalizmin yarattığı kirlilik iklim krizine, iklim krizi su ve enerji kıtlığına, bunlar tarımsal ürünlerin pahalanmasına yol açıyor. Bir yandan açlık çekilirken bir yandan iklim krizini derinleştiren tüketim çılgınlığına geri dönülmesi için müdahaleler yapılıyor.

Pandemi ile doğrudan ilişkili değil ama Dünya’da ve özellikle Türkiye’de bir başka kısır döngü ise tarım alanlarının betonla kaplanması. İnşaat sektörü sermayenin günü kurtarma araçlarından birisi çünkü.

Aşağıdaki grafik Türkiye’de betonlaşma sonucu kişi başına düşen tarım alanlarının nasıl azaldığını gösteriyor. 

Grafik 2: Grafik Türkiye’de büyük ölçüde inşaat sektörüne bağlı olarak toplam tarım alanı ve kişi başına düşen tarım alanındaki azalmayı gösteriyor











Sonuçta küçük çiftçi tarım ürünü üreten bölmeden çıkıyor, tüketen bölmesine geçiyor. Tarımda dışa bağımlılık artıyor. Ama kapitalizm bu, tarım alanlarını kaplayan inşaatlara rağmen barınma sorunu yaşanıyor bir yandan da.

Önümüzdeki aylar boyunca enerji, barınma ve beslenme (ilaç krizi ekleniyor) başlıklarında üst üste binmiş krizin dünyanın şurasında veya burasında toplumsal hareketliliklere yol açması beklenir.

Kapitalizmin akıl yoksunluğunun bütün ceremesini çeken emekçi sınıflar böyle bir dönemi olabildiğince örgütlü bir şekilde göğüslemek zorunda.

Ve şunu bilmek örgütlülüğün niteliğini ve gücünü artıracaktır.

Kapitalizmin yarattığı kısır döngüleri sadece sosyalizm çözebilir.

Erhan Nalçacı / SOL


28 Ekim 2021 Perşembe

'Kütüphanesiz okul kalmayacak' projesi neden gerçekçi değil? / AYDIN İLERİ *SOL (GÖRÜŞ)

 Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Turizm Bakanlığı bir araya gelerek, okul kütüphaneleri üzerinden topluma 'hayal' pazarlıyor…

"İki ayda 57 bin 108 okuldan kütüphanesiz olan kalmayacak"mış.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan yemek kitabı projesinden sonra “Okul Kütüphanesi” projesine başladı.

26 Ekim Cuma Günü, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı web sayfasında "Kütüphanesiz Okul Kalmayacak" manşetiyle bir proje tanıtım haberi yayınlandı. 

Emine Erdoğan, Millî Eğitim Bakanlığı tarafınan hazırlanan "Kütüphanesiz Okul Kalmayacak" projesinin Yenimahalle Şehit Öğretmen Mehmet Ali Durak Ortaokulu'nda düzenlenen tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada projenin "herkes için güzel bir müjde" olduğunu belirtti:

"Kütüphaneler, eğitimin ve okulların kalbidir. Projemizin, tüm okullarımızda bu kalbin güçlü bir şekilde atmasına vesile olacağına inanıyorum. 81 ilimizde, hem kütüphanesi olmayan okullara kütüphane kazandırılacak hem de hâlihazırdaki kütüphane içerikleri zenginleştirilecek."

Emine Erdoğan, kütüphane kullanımının öğrencilere sayısız faydaları olduğuna dikkati çekerek "Her şeyden önce kütüphane; öğrencileri yaşam boyu öğrenen, bilgiyle teması kesilmeyen bireyler olarak yetiştirir çünkü en başta öğrenmeyi öğretir. Yani insanı bağımsızlaştırır. Bilhassa ilkokul ve ortaokul çağında kütüphane alışkanlığı kazanan öğrencilerin bilgiyi bulma ve analiz etmede çok daha başarılı oldukları biliniyor. Bu da onları öğrenmeye açık ve özgüvenli insanlar yapıyor" ifadesini kullandı.

Milli Eğitim Bakanı: İki ayda 57 bin 108 okuldan kütüphanesiz olan kalmayacak

Ardından projenin Millî Eğitim ile Kültür ve Turizm Bakanlı tarafından başlatıldığını ifade eden Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer de, "okullar arası imkân farklılıklarını azaltacak ve eğitimde fırsat eşitliğini artıracak" bu projeyi himayelerine alan Emine Erdoğan'a "şükranlarını" sundu.

Proje kapsamında kütüphanesi olmayan okullara yeni kütüphane yapılacağını, okullardaki mevcut kütüphanelerin de yenileceğinin söyleyen Özer şöyle konuştu: 

"İki ay gibi kısa sürede 57 bin 108 okulumuzdan kütüphanesiz olan kalmayacak. Gerekli tüm kaynakları, bugün itibarıyla okullarımıza aktarmış bulunuyoruz. Kütüphanesiz Okul Kalmayacak Projemiz ile amacımız; öğrencilerimize okuma kültürünü kazandırarak öğrencilerimizin sorgulayan, araştıran, analitik düşünen ve bilgi üreten bireyler olarak yetişmelerini sağlamak, onları hayata ve geleceğe hazırlamaktır. Ülkemiz münevverlerinden Cemil Meriç'in de ifade ettiği gibi 'Kitaplar, istikbale yollanan birer mektuptur'. Güncelleyeceğimiz veya yeni yapacağımız kütüphanelerin kitap ihtiyaçlarının karşılanmasına Kültür ve Turizm Bakanlığımız destek verecek."

Özer, projeye katkılarından dolayı Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'a da şükranlarını sundu ve projenin çocuklara hayırlı olmasını diledi.

Son olarak Kültür ve Turizm Bakanı söz aldı:

"Gençlerimizin kültür ve sanat dünyasına dâhil olmaları için müzeleri, kütüphaneleri, sanat merkezlerini, sergi ve sinema salonlarını daha da yaygınlaştıracağız

Bizim temel hedefimiz, ülkemizin dört bir yanındaki gençlerin kültürel ve sanatsal faaliyetlere dilediği gibi ulaşmasını sağlamaktır. Gençlerimizin kültür ve sanat dünyasına dâhil olmaları için müzeleri, kütüphaneleri, sanat merkezlerini, sergi ve sinema salonlarını daha da yaygınlaştıracağız. Okullarda çocuklarımızın Yunus'u, Yahya Kemal'i, Tanpınar'ı, Osman Hamdi Bey'i, Münir Nurettin'i, Neşet Ertaş'ı, Turgut Cansever'i, Nuri Bilge Ceylan'ı tanımasını sağlayacağız. Kültür ve eğitim arasında ilişki ne kadar sık olur ve bu ilişkiyi biz ne kadar güçlendirirsek eğitimin kalitesini de o derece yükseltmiş oluruz. Bu bakış açısıyla Kütüphanesiz Okul Kalmasın çalışmasını çok önemsediğimizi belirtmek istiyorum."

Projenin içeriğiyle ilgili bilgi yok

Hem sayın Emine Erdoğan'ın hem de iki bakanın söyledikleri çok yuvarlak bilgiler. Beylik, rutin kulağa hoş gelen sözler... Dilerim söylenen sözler hayat bulur. Kütüphaneci olarak temennim kütüphanesiz okul kalmamasıdır. Ancak projeye dair çıkan haberlerde, ilgili bakanlık sayfalarında projenin içeriğine dair bir bilgi yok. Yıllardır hazırladığım raporlarda yazdıklarımın-söylediklerimin hepsini doğrulayan bir proje olmuş. "Okul Kütüphanesi" fırsat eşitliği sağlar.

Milli Eğitime bağlı gerçek bir kütüphane yok

Milli Eğitime bağlı okullarda (özel eğitim kurumları hariç) gerçek bir kütüphane yok. Olduğu iddia edilen kütüphanelerde kütüphaneci kadrosunda çalışan hiçbir personel yok. Bugüne kadar MEB verilerinde okul kütüphaneleri için ayrılmış bir bütçe kalemi yok.

Bu iddialı proje ile birlikte şu soruları ilgili kişilere kurumlara, bürokratlara sormak gerekir:

  • Türkiye'de kaç okulda gerçek anlamda kütüphane var?
  • Okul kütüphanelerinde toplam kaç kitabı var? 
  • Kitapla nasıl bir ortamda öğrencilere sunuluyor?
  • Kitaplarda kataloglama, sınıflama var mı?
  • Kitapların kayıtlı olduğu ödünç alma verme sisteminin gerçekleştiği bir otomasyon programı var mı?
  • Kütüphaneler hangi zaman aralıklarında açılıyor?
  • Kütüphanelerde teknik işlemleri kim yürütüyor?
  • MEB'e bağlı okullarda çalışan kütüphaneci var mı?
  • Çalışan kütüphaneciler varsa ihtisas elemanı mı?
  • MEB'in okul kütüphanelerine ayırdığı yıllık bütçe var mı?
  • MEB okul kütüphaneleri kitapları nasıl sağlıyor?
  • MEB okul kütüphanelerinin bir standardı var mı?

Bildiğimiz net olan tek şey okul sayısı ve bu okullarda kütüphaneci kadrosu ile çalışan hiçbir çalışanın olmadığı.

"Kütüphanesiz Okul Kalmayacak" projesi haberinde kütüphanecilere dair hiçbir bilgi de paylaşılmamış.

  • Projenin bütçesi ne kadar?
  • Projenin çalışan kaç personeli var? 
  • Proje personeli kimlerden oluşuyor?
  • İki ay gibi kısa sürede 57 bin 108 okula nasıl kütüphane kurulacak? 

24 bin 950 okulda hiç kütüphane yok

TÜİK 2020 verilerine göre 32 bin 158 eğitim kurumu kütüphanesi olduğu bilgisini doğru kabul edersek 24 bin 950 okulda hiç kütüphane olmadığı bilgisini elde ediyoruz.

TÜİK’in MEB’den edindiği okul kütüphanesi rakamlarının gerçekle hiçbir bağı yok. Tamamen kağıt üzerinde şişirme rakamlar.

TÜİK İstatistiklerinde MEB okul kütüphanelerinde 34 milyon 454 bin 621 kitap bulunduğu verisine ulaşıyoruz. Bu veriye göre 1 öğrenciye kütüphanelerde 2 kitap düşmüyor.

Okul sayısı nasıl belirlendi?

57 bin 108 okul rakamına nasıl ulaşılmış?  "Kütüphanesiz Okul Kalmayacak" proje lansmanında kullanılan okul bilgisi 57 bin 108. Bu veriyi proje ekibi nasıl elde etmiş? Tutarsız bilgiler, tutarsız rakamlar...

67 bin 125 resmi ve özel okul sayısı toplamı. Özel eğitim kurumu sayısı 13 bin 501. Resmi okul sayısı 53 bin 620. 

MEB tarafından yayınlanan “Millî Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim 2020/2021” incelendiğinde ne kütüphane ne de kitap verisine ulaşabiliyoruz. 

Kendi istatistiğinde olmayan bilgileri MEB, TÜİK’e hangi bilgiye dayanarak veriyor? MEB istatistiklerinde kütüphane ve kitap bilgisi yayınlanmıyorsa kütüphane ve kitap var mıdır, yok mudur nasıl öğreneceğiz?

'Kütüphanesiz Okul Kalmayacak' gerçekçi bir söylem değil

İki ayda “Kütüphanesiz Okul Kalmayacak” söylemi popülizmdir. Bilimle, bilgiyle ilgisi olmayan, gerçekçi olmayan, hayal ürünü bir söylemdir. 

İktidarda olan AKP hükümetlerinin 19 yıldır yapamadığı 2 ayda nasıl yapılacak? AKP'nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihinden bu yana10 bakan değişti. 19 yıl 380 ay geçti. 19 yılda, 380 ayda kurulamayan okul kütüphaneleri iki ayda kurulabilir mi?

57 bin 108 okulda kütüphane kurulacak fiziksel alan var mı? 57 bin 108 okulda kütüphane kurulacak raf, masa, sandalye, vb. kütüphane mefruşatı hazır mı? Hazır değilse nasıl tedarik edilecek? 57 bin 108 okula kaç kitap alınacak? 57 bin 108 okul kütüphanesini kim işletecek?

Ve işin en önemli boyutu MEB'in proje ortağı olan Kültür ve Turizm Bakanlığı bu kütüphaneler için nasıl bir çözüm sunacak?

Bakanlık kendi kütüphanelerini işletemiyor!

Bakanlığın kendi kütüphane hizmeti ortada.

11 milyon yurttaşın ilçesinde kütüphane yok

  • Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı128 halk kütüphanesi uzun yıllardır geçici kapalı. Kapalı kütüphaneler istatistiklerden düşülmüyor. 
  • Geçici kapalı kütüphanelerin ne zaman açılacağı da belli değil.
  • Kapalı olan kütüphanelerin 12'si çocuk kütüphanesi. 
  • Geçici kapalı kütüphanelerin olduğu ilçelerde 8 milyon 420 bin yurttaş bakanlıktan kütüphane hizmeti alamıyor.
  • Bakanlık kendine bağlı olan çocuk kütüphanelerini onaramayıp protokolle belediyelere devrediyor. (örneğin; İstanbul Üsküdar)
  • Bakanlık kendi istatistikleri çok gözüksün diye kimi belediyelerin kütüphanelerini de kendi istatikleri içinde veriyor.
  • Son 10 yılda sadece İstanbul'da 3 çocuk kütüphanesi kapandı.
  • Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 15'i İstanbul'da olmak üzere Türkiye genelinde 94 ilçede hiç kütüphane hizmeti vermiyor. 
  • İlçesinde kütüphane olmadığı için hizmeti almayan yurttaşların sayısı 11 milyon.

Geçici kapalı kütüphanelerin olduğu ve bakanlığın bugüne kadar hiç kütüphane hizmeti götürmediği ilçelerdeki nüfus rakamlarını topladığımızda 19 milyon 420 bin yurttaş Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hiçbir şekilde kütüphane hizmeti alamıyor.

Kendi zorunlu kütüphane hizmetini yerine getiremeyen bakanlık Milli Eğitim Bakanlığına bağlı "Okul Kütüphaneleri" sorununa nasıl bir çözüm getirecek?

AYDIN İLERİ -SOL (GÖRÜŞ)


*Aydın İleri, kütüphanecilik bilim uzmanı ve kültürel miras ve turizm uzmanı.

                                                                ***

Emine Erdoğan'ın önsözünü yazdığı kitap için halkın cebinden 1 milyon liraya yakın para çıktı

Emine Erdoğan’ın önsözünü yazdığı “Asırlık Tariflerle Türk Mutfağı” isimli kitabın basım ve tanıtımı için Kültür ve Turizm Bakanlığının bütçesinden 1 milyon TL’ye yakın para harcandığı öğrenildi.

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kitabından kısa süre sonra bu kez de Emine Erdoğan'ın önsözünü yazdığı bir kitap basıldı.

“Asırlık Tariflerle Türk Mutfağı” kitabının basımı için 275 bin TL harcandığı, İstanbul Cam ve Billur Müzesi’nde düzenlenen tanıtım toplantısı için de 700 bin TL’lik sözleşme imzalandığı öğrenildi. Böylece kitabın toplam maliyeti yaklaşık 1 milyon TL’yi bulmuş oldu.

Paralar bakanlık bütçesinden karşılandı

t24'ten Eray Görgülü'nün haberine göre, Cumhurbaşkanlığı himayesinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yürütülen ve Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı’nca da desteklenen kitap projesi için basım ve tanıtıma yönelik iki ayrı ihale düzenlendi. Kitabın basımı için yapılan ihale Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’nce 3 Haziran 2021 tarihinde pazarlık yöntemi ile gerçekleştirildi. Bakanlık, üç matbaa firmasının teklif verdiği ihale sonucunda 8 Temmuz’da Ofset Filmcilik ve Matbaacılık isimli şirket ile 275 bin TL’lik sözleşme imzaladı. Genel Müdürlük, 27 Ağustos’ta da tanıtım organizasyonuna yönelik bir ihale açtı. Yine aynı şekilde pazarlık yönteminin kullanıldığı ihalenin yaklaşık maliyeti 789 bin 250 TL olarak hesaplandı. İhale sonucunda 1 Eylül’de Pera Etkinlik isimli şirketle 700 bin TL’lik sözleşme imzalandı.

Bakanlıktan açıklama

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada "Sayın Emine Erdoğan Hanımefendi’nin önsöz yazarak ve tanıtımına katılarak destek verdiği bu eser alanın en önde gelen akademisyenleri ve şefleri tarafından kaleme alınmıştır" denildi.

SOL

'Kalamış İskelesi korunmalı, Yat Limanı Kalamış’ta olmamalı' - GAMZE ERBİL / SOL

 Kadıköy’de kentin hafızasını oluşturan mekanların titizlikle korunması gerektiğini söyleyen Arif Atılgan, Kalamış’taki iskelenin de bu değerler arasında görülmesi gerektiğini savunuyor.



Geçtiğimiz günlerde ihale süreci tartışmalara neden olan Fenerbahçe-Kalamış Yat Limanı için hâlâ yapılabilecekler olduğunu savunan Arif Atılgan, belediyenin aslında bu süreci halk yararına bir yola sokmak için yeterli güce sahip olduğunu savunuyor. Yat limanının hukuki sorunlarına işaret eden Atılgan, yeni projeyle birlikte kentin göbeğine halka yabancı bir yapılaşmanın yerleşeceğini, Kalamış’ın bir yat limanı mekanı olmaması gerektiğinde ısrar ediyor. Atılgan Kadıköy hafızasında önemli bir yeri olduğunu belirttiği Kalamış İskelesi’nin de korunma altına alınması gerektiğini vurguluyor.

Kadıköy’ün tarihiyle ilgili çalışmalar yapan ve son dönemde de Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı ve Kalamış İskelesi’yle ilgili değerlendirmelerini paylaşan Atılgan’la yakın zamanda ihale süreci tamamlanan liman ve iskele konusundaki değerlendirmelerini konuştuk.

'Kara parçası ortadan kaldırılıyor'

Kalamış Limanının özelleştirmesiyle ilgili son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kim ne yapmak istiyor ve tam olarak ne oluyor? Kadıköy Belediyesi ihaleye 'limana çökmesinler' diye girmeye çalıştı, ama 'engellendiği' söylendi. Geçtiğimiz günlerde, 40 yıllığına kiralamayı içeren özelleştirme ihalesinde en yüksek teklifi 2 milyar 531 milyon lirayla TEK-ART Kalamış ve Fenerbahçe Marmara Turizm Tesisleri AŞ verdi. Siz konuyla yakından ilgilisiniz, ne diyorsunuz?

İhalenin şartnamesinde 2886 sayılı Devlet İhale Kanununa tabi olmadığı yazılı. Dolayısıyla, en yüksek teklif veren vs. diye bir şey yok. İhaleyi çıkaran kurum (Özelleştirme İdaresi) işi istediğine vermekte serbest. Pazarlık yapılmış ve kendilerine göre uygun gördükleri firmaya vermişler.

Benim bildiğim kadarıyla belediyeler kamu kurumu olarak ihaleye giremez. Ticaret yapmazlar. Sanırım belediye şirketi kurarak olabiliyor bu işler. Anladığım konu değil.

Yat Limanına talip olmak demek kent merkezindeki bu tip tesisleri kabul etmek demektir. Bana göre kent merkezinde Yat Limanı olmamalıdır. 

Bu arada, ihaleye ve plana dava açma konusu vardı. Umarım bunlar kaçırılmamıştır. Neticede ihaleyi ilana göre veriyorlar, kazanan da kendine göre yapar orayı; bir şey yapılamaz o zaman.

Belediyenin elinde yetkileri vardır. Geçenlerde bir önceki Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu Bey’le konuştum. Haydarpaşa’daki restorasyon projesi belediyenin onaylayacağı şekle sokulana kadar iki yıl ruhsat vermediklerini ve düzeltme yapıldıktan sonra ruhsatı verdiklerini anlattı. Tabii bu arada ilgili itiraz ve yazışmaları yaparak… Yani belediyenin yasal gücü vardır. Neticede burada yapılacak binalara ruhsatı belediye verecek. Yetkilerini kullanarak istediği şekilde burayı yaptırabilir belediye. 

“Çökme” konularını ben anlamadım. Lügatimde olmayan kelime. 

Yoğunluk artışı ve yeşil alana yapılaşma var, bildiğim kadarıyla ÇED Raporu yok. Bunlar itiraz ve hukuki süreç için önemli kozlardır.

Sonuçta ihale yapılıp verilmiş; ama hâlâ yapılacaklar var. Ben son yazdığım yazıda bunları söylüyorum. O kadar yanlışlar var ki, bu konular hukuki sürece girerse süreç bitmez zaten. 

Son yazımda şimdiki ve yapılacak mendirekleri gösteren iki plan var. Yapılacak plan olan kırmızı renklisinde mendirekler kalınlaştırılmış, büyütülmüş, toplam yat limanı metrekaresine 42 bin metrekare civarı bir alan eklenmiş, (436 bin küsur metrekare alan 478 bin küsur olmuş); o alan denize yapılacak mendireklerle doldurulup büyültülmüş. Şimdi soru şu: Denize yapılan mendirekler hangi kurala göre yapılıyor ve emsal hesabına sokuluyor? 

Başka bir yazımda Kalamış İskelesi’nden bahsediyorum. İskelenin denize gelen kısmı kaldırılıyor. Belediyenin planında İskelenin ada parseli belli. 74 ada / 1 parsel. Burası kara parçası. Kara parçası ortadan kaldırılıyor. O kalkınca denizde daha çok sayıda büyük tekne yanaşacak bir plan meydana geliyor. Liman ona göre planlanıyor. 

Kara parçası nasıl deniz yapılır? Ben bunun prosedürünü bilmiyorum. 

Bir de başka bir tuhaflık var burada. İskelenin deniz yapılıp ortadan kaldırılan kısmı toplam metrekareden çıkarılmıyor. Çıkarılmayınca emsal hesabında inşaat alanını artırıyor. Yani hem var, hem yok o iskele o planda. 

Bunlar ciddi yanlışlar. Bunlarla ilgili hukuki süreç başlatıldığı zaman, elinde bayağı bir güç vardır karşı çıkan arkadaşlarımızın da, belediyenin de. Önünde sonunda onların istediği duruma getirmek zorunda kalırlar o zaman.

'Bu tip tesisler şehrin merkezinde olmamalı'

Plandaki sorunlar bir yana yat limanının burada olmasını da sorguluyorsunuz aslında…

Ben şunu vurgulamaya çalışıyorum: Bu tip tesisler şehrin merkezinde olmamalıdır. Buna rağmen olmuş, buna bir de böyle eklemeler yapmak, hiç olmamalıdır. “Tamamına karşıyım” dediğimde “yapılmış artık yıktıramayız” gibi yanıtlar alıyorum, keşke yıktırılsa. Böyle bir şeyin kentin göbeğinde olmaması lazım. Olmaması lazımken bir de buna eklemeler yapılmak isteniyor. Onun hiç olmaması lazım. Demek istediğim budur.

Önerilen plan çevreye yük getirecek. Yeraltı otoparkı yapılacak. Kalamış İskelesi’nin bulunduğu kara parçasının orada yeni binalar inşa edilecek. Daha ilerde üçgen şeklinde yeşil alan var, oraya da binalar yapılacak. Ve bu yeni binaların içine de çok lüks mekânlar yapılacak. Halkın gidebileceği yerler değil. Şehrin göbeğinde halkın kolay giremeyeceği, yerleşime sırtı dönük bir tesis. Duyumlarım böyle. 

Benim hep söylediğim şudur: Kent içinde tekne barınakları yapılmalıdır. Kabaca söylüyorum, 10 metreden küçük teknelerin ucuz ücretle bağlanabileceği tekne barınakları... Belediyeler yapabilir, belediyeler yönetiminde olabilir bu barınaklar.

Amaç halkı denizle buluşturmak olmalı. Halkın denizle hiçbir ilgisi kalmamış. Kentimizde deniz var mı, yok mu halkın haberi yok. 

Gemi gibi yatlar var, onların bağlandığı marinalar şehrin dışında olmalı. O insanların arabası da vardır, helikopteri de. Rahatlıkla teknelerine gidebilirler.

Limanın ve iskelenin geçmişte geçirdiği dönüşümler ve bundan sonra nelerin beklenebileceği hakkındaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

70’li yıllarda deniz dolduruldu. Aslında orası park olacaktı. İskelenin Kurbağalıdere tarafında belli bir mesafedeki alan tekne çekek yeri yapıldı. Tekneleri çekip tamir etmek için. Tel örgüyle örüldü. O tekne yeri sonra Fenerbahçe’ye doğru büyüdü. Sonra yat limanı oldu, Özelleştirme İdaresi aldı. O günlerden bugüne geldik.

En son 2013 yılında ÖİB bir plan yaptı, alan toplam 435 bin metre kare idi, 2017’de yeni bir plan yapıldı: alan 478 bin metre kareye çıkarıldı. Şimdiki hâlihazır hali, yine de biraz daha insancıl. Yeni planla ihaleyi de yaptılar. Karşı eylem yapan arkadaşların ve belediyenin dava açma müddetlerini geçirmemiş olmalarını umuyorum. 

'Fenerbahçe tarafında suyu içilen bir pınar vardı'

Biraz bu mekânın tarihinden bahsedebilir misiniz, Kalamış’taki iskelenin Kadıköy’ün hafızasında önemli bir yeri var, siz koruma altına alınması gerektiğini savunuyorsunuz, ne yapılabilir?

Bu konuyu incelemeye başladığımda şuradan yola çıktım: Özelleştirme İdaresi’nin kararında alan için, “435.128 metrekare alan, 1.135 metrekare (Türkiye Deniz İşletmeleri) TDİ’ye ait yeri de içine alarak 436.263 metrekare oldu” diye yazıyor. TDİ mülkiyetindeki alan olan Kalamış İskelesi’ni de katmışlar. 

Kadıköy Belediyesi’nin imar planlarına baktığım zaman iskele resmen bir kara parçası olarak duruyor. Sanki zamanında planı yapanlar iskele belki ileride koruma altına alınır diye düşünmüşler. İyi niyetli düşünüyorum. O iskeleyi 74 ada / 1 parsel diye korumuşlar. Öyle veya böyle, hakikaten iyi yapmışlar.

Bu bilgiyi bulunca İskelenin hikâyesini yazdım. Kalamış İskelesi, 1933’de vapurların çalıştığı ilk şehir hatları seferlerinin yapıldığı iskelelerden biri. Avrupa yakasında Haliç-Boğaz seferleri, Anadolu yakasında Haydarpaşa-Kadıköy’den başlayan, Moda, Kalamış, Caddebostan, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Kartal, Pendik’e kadar bütün iskelelere uğraya uğraya giden seferler. O zamanlar yerleşim kıyılarda... Vapurla gayet güzel bir ulaşım sağlanıyor. Yani Kalamış İskelesi şehir hatları vapurlarının ilk çalıştığı iskelelerden biri. Kıyı sığ olduğundan, denize uzatılmış. Önce yüz kusur, en son 210 metreye kadar denize uzatılmış. Demek ki, Kalamış’ta bir yerleşim var. Vapurla ulaşım hizmeti bekleyen bir topluluk var ki oraya bir iskele gerekmiş. İskelenin tarihinde böyle de güzel bir hikâye var.

Kurbağalıdere tarafı uzun bir kumsaldı. Sığdı o taraf; yüzebilmek için epey açılmanız lazımdı. Burada çoluk-çocuk, yüzme bilen-bilmeyen rahat rahat denize girebilirdi. İskelenin Fenerbahçe tarafına ya karadan ya da iskelenin açığından denizden geçilebiliyordu. O sıralarda sandal kiralanıp denize girilirdi. Yolcu salonu olan tek katlı binanın kara tarafında, İskelenin altında sandalla geçilebilecek bir aralık yapmışlardı. Köprü niyetine... Oradan sandalla geçilir, öbür tarafta da denize girilirdi. O aralıktan sonra, iskelenin iki tarafında sandalla gelen yolcuların iskeleye çıkabilmeleri için denize inen merdivenler vardı. Kadıköylü çocukların büyük çoğunluğu o merdivenlerde yüzmeyi öğrenmiştir.

İskelenin Fenerbahçe tarafında suyu içilen bir pınar bile vardı. O taraf daha güzeldi denize girmek için. Çok berrak, çok güzel bir su vardı. 

'Bunlar buradaki birçok anıları barındıran mekânlar'

Kıyıdaki çay bahçeleri, Köhne gibi mekânlar da çok anlatılıyor…

Köhne, deniz doldurulduktan sonra yapıldı. Kara tarafında bir çay bahçesi idi. Vapur seferleri bu iskelelere çalıştırılmamaya başlanmıştı. Artık ulaşım karadan olmaya başlandı. İskelenin üstü de bir ara çay bahçesi-restoran olarak kiraya verilmişti. Köhne halkın daha çok sevdiği bir yerdi. Samimi bir yerdi. Bunlar buradaki birçok anıları barındıran mekânlar…

Koruma gerektiğini savunuyorsunuz…

Kesinlikle İskelenin korunması gerekir. İlgili Koruma Kuruluna başvurulmalıdır. İmar planında da kırmızıyla çizilerek gösterilmiş. İskele olan kısmın zemini “burası iskeleydi” anlamında daha farklı dokulu bir malzemeyle döşenebilir. Tek katlı bekleme salonu ve gişelerin olduğu binanın olduğu yer de bellidir zaten. O da oraya yapılırsa, burası Kalamış İskelesi’ydi anlamında hikâyesi de duvarına yapıştırılırsa, Kadıköy’ün hafızasında yer eder ve çok da faydalı olur bana göre. 

Ama bunu yok etmek, Kadıköy’ün hafızasını yok etmek anlamındadır.

'Kadıköy’ün hafızasının canlı tutulması gerekli'

Kadıköy’de aslında hunharca bir hafıza katliamı öteden beri sürüyor. Çok fazla kamusal bir müdahale de yapılmıyor. Bunun için kim ne yapabilir?

Kadıköylülerin, Kadıköy’ün kamu kurumlarının Kadıköy’e sahip çıkması lazım. Bakın Avrupa Yakasında Suriçi bölgesi Bizans’ın kurulduğu bölge. Bütün dünyanın bildiği ve korumaya alınmış bir alan. Hâlâ Bizans, Roma, Osmanlı medeniyetlerinden kalma korunan eserler vardır orada. O Suriçi bölgesi, Kadıköy’ün ilk oluştuğu Kalkedon yerleşiminden 18 yaş daha genç. Yani Kalkedon Bizans’tan daha yaşlı. Ama Kadıköy’de dolaşın, yüz senelik yerleşim bile demezsiniz. Maalesef Kadıköy başından beri çok hunharca kullanılmış. Eskiye hiç dikkat edilmemiş. Eskiyle ilgili hiçbir şey korunmamış.

Mesela Ayrılık Çesmesi, Kadıköy’ün günümüzde kalan en eski eseridir. Orada çukurda sıkıştı kaldı. Eskiden beri söylerim. Çeşmeyi tarif etmek için “AVM’nin karşısında” diye ifade kullanılıyor. AVM’nin mazisi en fazla 15-20 senedir, çeşme 400 seneliktir hâlbuki.

Yakın geçmişte Kadıköy İskelesi’nin yanında kayık iskelesi vardı, orası dolduruldu, dümdüz rıhtım yapıldı. Haydarpaşa’da da vardı, oradan kayıkla yolcu taşınırdı. 1980’lerde dahi taşıma yapılırdı. Oranın da hafızada yüz kusur senelik hikayesi vardı. O da yok oldu.

Yakında Kadıköy’de günümüze kalmayan eski eserlerin listesini çıkaracağım. Kalanların korunması, Kadıköy’ün hafızasının canlı tutulması gereklidir.

GAMZE ERBİL / SOL                   

                                                            ***

Kalamış Yat Limanı özelleştiriliyor: En yüksek teklif Koç'tan / SOL(07/10/2021)


Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı'nın 40 yıllığına özelleştirilmesi için bugün yapılan ihalede Koç Holding iştiraki TEK-ART en yüksek teklifi verdi.

Türkiye Denizcilik İşletmeleri AŞ'ye ait Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı'nın özelleştirme ihalesi yapıldı.

İhalede en yüksek teklifi 2 milyar 531 milyon lira ile Koç Holding iştiraki TEK-ART Kalamış ve Fenerbahçe Marmara Turizm Tesisleri AŞ verdi.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nca yapılan ihaleye TEK-ART'ın yanısıra Kiler Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı AŞ ve Cey Ortak Girişim Grubu (Ceynak Lojistik ve Ticaret AŞ- Ceyport Terminal Lojistik ve Ticaret AŞ) katıldı.

İhalenin sonucu, komisyonun nihai kararının onaya sunulmasının ardından duyurulacak.

Türkiye'nin ikinci, İstanbul'un en büyük yat limanı olan Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı 7 Mart 2011'de özelleştirme kapsamına alınmıştı. Limanın 40 yıl süreyle işletme hakkının verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesine ilişkin ihale ilanı 27 Mart 2021'de yayımlanmıştı.

SOL

27 Ekim 2021 Çarşamba

Kadınlar için cumhuriyet ve laiklik mücadelesi - FATMA PINAR ARSLAN / SOL(Görüş)

 'Bu dönemde, Cumhuriyet aydınlanmasının ve toplumsal gelişimin eksik kaldığı noktalara vurgu yapılırken, bu birikimin ve kazanımların neredeyse toptan reddedildiğine şahit olduk.'


Eşit yurttaşlık talebi ve laiklik 19. Yüzyıl’dan itibaren kadın mücadelesinin en önemli başlıklarından biriydi. Ve hem dünyada hem de Türkiye’de bu alanlarda çok önemli kazanımlar elde edildi. Kadınların eşit oy hakkı mücadelesi, daha iyi koşullarda çalışma ve eğitim alma mücadelesi, aslında toplumsal hayatta erkeklerle eşit yer alma mücadelesinin birer parçasıydı. Bu mücadeleler, burjuva devletlerini bir takım ilerlemeleri gerçekleştirmek zorunda bıraktı.

20. yüzyılda reel sosyalizmin deneyimleri ve dünyadaki prestiji, kadın mücadelesinin sınırlarını genişletti. Biçimsel gelişmelerin, devlet yönetimi ve hukuk alanındaki değişikliklerin ötesinde, toplumsal alanın dönüştürülmesi konusunda önemli adımlar atıldı.

Ancak, 20. yüzyılın sonunda yaşanan liberal gericilik dönemi, kadın mücadelesi açısından belki 50 yıl, belki 100 yıl önce kazanılan konuları tekrar tartışmalı hale getirdi. Kısa ve net bir şekilde söylemek gerekirse, liberal ideoloji ile desteklenen dinci gericilik, bizi neredeyse 100 yıl geriye götürdü.

Oysa Cumhuriyet ve burjuva devrimleri hem dünyada hem de Türkiye’de kadınlara çok fazla şey kazandırmıştı. Cumhuriyet kurulmadan önce, Osmanlı kentli aydınının gözünde kadınların toplumsal hayattaki yeri, özlenen toplumsal değişim için önemli bir mücadele başlığı idi. Kendini romanlarda, sanat eserlerinde gösteren bu değişim isteği, kadının olmadığı bir toplumsal gelişimin işe yaramayacağı fikri üzerine kuruluydu. Kadınlar hareket etmeye başlamışlardı. Osmanlı’nın son yılları, kültürel alanda olduğu kadar siyaset alanında da kadınların yavaş yavaş öne çıkmasına şahitlik etti.

Cumhuriyet devrimi, her alanda olduğu gibi bu alanda da köklü değişimler gerçekleştirdi. Türkiye’de modernleşme, burjuva ulus devleti eliyle yürütülen bir süreçti ve dinin toplumsal yaşamı belirlemesinin önüne geçilmesi sürecinde, kadının toplumsal yaşamdaki yeri, önemli bir simge haline geldi. Cumhuriyet kendisini, her mesleği yapabilen ve her alanda görünür olan kadınlar imgesi ile özdeşleştirdi. Bu imge, yeni kurulan Cumhuriyet’in, Cumhuriyet ideolojisinin, kültürünün en önde gelen unsurlarındandı. Unutmayalım ki, bu birikim, bizler açısından çok önemli bir başlangıç noktasını oluşturuyor.

Eşit yurttaşlık, Cumhuriyet’in kadına kazandırdığı önemli bir haktı. Modern Türkiye’de Cumhuriyet’in yurttaşlık tanımı, kadına hukuk karşısında eşitlik tanıdı ve bunun toplumsal yansımaları da elbette oldu. Medeni Kanun’un düzenlenmesi sayesinde, kadın ilk kez aile yaşamında haklara sahip oldu. Örneğin, boşanmak, kadınlara bir hak olarak tanımlandı. Elbette kanun düzenlemeleri toplumu tek başına dönüştürmeye yetmez, ancak bu düzenlemeler, üstüne basabileceğimiz bir zemin yarattı.

Cumhuriyet modernleşmesinin sınırları

Diğer yandan, modernleşmenin kadına sağladığı ilerleme ve toplumda verdiği rol, iki açıdan sınırlı kaldı. Birincisi sınırlama sınıfsaldı. Gerçek anlamda bir ilerleme sağlanması için, toplumu oluşturan milyonların üretim süreçlerine katılımlarında, bunun karşılığında elde ettikleri yaşam koşullarında ve sahip oldukları kendini gerçekleştirme imkanlarında köklü bir değişiklik olması gerekirdi. Ancak Cumhuriyet, burjuvazinin kadınları ve kentli çalışan kadınlara daha fazla etki eden, diğer yandan kent merkezlerinden uzaklaşıldıkça ve maddi gelir ve yaşam koşulları kötüleştikçe şiddeti ve etkisi de azalan bir dönüşüm sundu. Maddi koşulları değişmeyen ya da sınırlı olarak değişen insanların düşünceleri de ancak sınırlı olarak değişebilirdi. Kadının toplumdaki yerinin sağlamlaştırılması ve kadınla erkek arasında gerçek bir eşitlik sağlanması için gerekli süreç Cumhuriyet burjuvazisi tarafından zaten öngörülmemişti ve gerçekleştirilmedi.

İkincisi, Cumhuriyet modernleşmesi toplumsal cinsiyet rolleri üzerine pek bir şey söylemiyordu. Kadının toplumsal hayata katılımı, cinsiyetsiz bir şekilde gerçekleşmişti. Kadın, hep bir yüceltici sıfatla anılıyordu: Yoldaş, kardeş, öğretmen vs. Aslında Cumhuriyet modernleşmesi, kalkınmanın ihtiyacı olan iki şeyi yapmak için, hem işgücünü sayısal anlamda arttırmak hem de toplumsal bir itki yaratmak için kadını göreve çağırdı. Ancak ilerlemenin sınırlarını da çizdi. Kadının aile kurumunun temel yapı taşı olması konusunda farklı bir anlayışı desteklemedi.

Bu eğilimin dışında kalan tek gelişim döneminin, reel sosyalizm deneyiminin tüm dünyada prestijini arttırdığı ve sol siyasetin, sınıf siyasetinin yükseldiği dönemlerde gerçekleşmesi tesadüf değil. İşçi sınıfı siyasetinin yükseldiği yıllarda, Türkiye’de de kadının toplumsal yerine dair giderek daha kapsamlı eleştiriler ortaya çıktı; kadınların siyaset alanında, işyerlerinde, kent merkezlerinde gerçek öncüler hale gelmesinin önü açıldı.

Ancak, bu dönem ne yazık ki uzun süremedi. 20. yüzyılın sonunda açılan gericilik dönemi, kadın mücadelesinin sol siyasetten uzaklaşmasının ve liberal ideolojilerin etkisi altında, aynı gericilikten etkilenmesinin de başlangıcı oldu. Toplum bir bütün olarak gerici ideolojinin etkisi altına girerken, bu alanda da gerileme yaşanması kaçınılmazdı.

Gericileşme derken neyi kastediyoruz? Cumhuriyetin ve modernleşmenin kazanımlarının önemsizleştirilmesini. Bu dönemde, Cumhuriyet aydınlanmasının ve toplumsal gelişimin eksik kaldığı noktalara vurgu yapılırken, bu birikimin ve kazanımların neredeyse toptan reddedildiğine şahit olduk. Sonuç, dinci gerici ideolojinin Cumhuriyet’le hesaplaşmasında, kadınların aleyhine çıkan sonuçların önüne geçilememesi oldu.

Liberal ideoloji, bu dönemde dinci gericiliğin payandası oldu. Kadının toplumsal alanda görünür olmasından rahatsız olan dinci gericiliğin “mahrem” kavramı, özel alan gibi kavramlarla kadın hareketlerinin gündemine sokuldu. Cumhuriyet aydınlanmasının kadını toplumsal hayata sokmak konusundaki başarısına saldırının payandası, “bireysel özgürlükler” lafzıyla liberal ideoloji oldu. Oysa dinci gericilik, toplumu bir bütün olarak değiştirmeyi planlıyordu ve planlarında son derece sinsiydi. Kadınların “bireysel özgürlüğü” diye pazarlanan şey, evinden çıkamayan, çıkarsa şiddeti, tacizi göze almak zorunda kalan kadınlar oldu.

Sonuçta, bizi neredeyse 100 yıl geriye götüren bir toplumsal dönüşüm adım adım uygulandı. AKP döneminde, toplumsal hayatta dinin etkisi arttıkça, kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran söylemler arttı; kadınların aile içinde erkeğe tabi olduğu yönündeki söylemler normalleşti. Hukuk alanında korunan kazanımlar anlamsız hale geldi; boşanmak isteyen, kendi hayatını kurmak isteyen kadınlar, AKP’li siyasetin cesaretlendirdiği şiddetin hedefi haline geldi. Hukuk alanında, haklar alanında da ayağımızı bastığımızı belirttiğim zemin, yavaş yavaş elimizden alındı. Örneğin, imam nikahı tekrar resmi olarak gündeme getirildi. Bugün, bu zemini kaybetmiş olmanın sancılarını yaşıyoruz. Ancak, bu sancının içinden, bu durumu kabul etmeyen milyonların tepkisi ve mücadelesi büyüyor.

Kadın sorunu demek, emekçi sorunu demek

Şimdi yepyeni bir dönemin içindeyiz. Bir yandan yüz yıl önce gündeme gelmiş bazı hakları kaybetmeme çabasındayken, bir yandan da dinci gericiliğe yönelen nefretin yükselişine tanık oluyoruz. AKP’de cisimleşen dinci gericilik ve liberalizm, kadınların son yıllarda kaybettiği her şeyin sorumlusu olarak öne çıkıyor ve bu nefretin hedefi haline geliyor. Liberalizmin dinci gericiliğin yükselişine verdiği destek, hâlâ herkesin aklında. Liberalizmin bu alandaki meşruiyet kaybı, sosyalist mücadeleye büyük olanaklar sunuyor.

Geçtiğimiz yüzyılın reel sosyalizm deneyiminden sonra ilk kez, hatta diyebiliriz ki ülkemizde de bu kadar büyük kapsamda ilk kez, emekçi halkın ortak gündemleri ile kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin gündemlerinin birbirine bu kadar yakın olduğunu deneyimliyoruz.

Türkiye siyasetinde emekçi gündemine odaklı, laiklik ve eşit yurttaşlık söylemlerini öne çıkaran bir kadın mücadelesine ihtiyaç ve böyle bir mücadelenin meşruiyet alanı giderek büyüyor. Bir yandan, bu alanda liberal söylemler giderek gerçeklikten kopuk, adeta meczup bir hale geliyor. AKP rejiminin gerçekleri karşısında, hem emeğe saldırının, yoksulluğun hem de günlük yaşamı çekilmez kılan her türlü zorluğun, kısıtlamanın, hükümetten gelen her türlü baskının karşısında, anlamını kaybeden liberal söylemler giderek daha fazla tepki görüyor.

Türkiye’de kadınlar artık giderek farkına varıyorlar ki, AKP’li 20 yılın sonunda karşımızda şu gerçeklik var: yurttaşlık hakları ve laiklik mücadelesi, günlük yaşamımızı devam ettirebilmemizin temel gerekliliğidir. Bu gerekliliğin farkına varmak, varanları örgütlemek, bu gericilik döneminin sonunu getirecek bir mücadele ortaya çıkaracaktır. Cumhuriyet’in bize kazandırdıklarının ve dinci gericiliğin kaybettirdiklerinin hesabını sorarken, daha fazlasını istediğimizi de unutmayacağız.

Eşit ve özgür bir ülkenin, emeğin sömürülmediği bir ülkenin, hayatın her alanında var olan kadınları olmayı istiyoruz. Gerçek bir toplumsal dönüşümün önde gelen parçası olmak, hak ettiğimiz ülkenin kurucuları olmak istiyoruz. Tavizsiz bir laiklik ve eşit yurttaşlık mücadelesi ile emeğimizin sömürülmemesi için verdiğimiz mücadele ile, hak ettiğimiz ülkeyi kuracağız. Bizden aldıklarını geri almakla kalmayıp, daha iyisini biz kuracağız.

FATMA PINAR ARSLAN / SOL(Görüş)

Cumhurbaşkanlığı 2022 yılı programına değinmeler - Kadir Sev / SOL

 'Kamu varlıklarının çoğu satıldı kalanları hazırladıkça satıyorlar. Hazır olanların azalmasıyla özelleştirme gelirleri düştü. 2022’de 4 milyar tutarında varlık satılmaya hazır duruma getirilecek.'

25 Ekim günü geç saatlerde yayımlanan mükerrer sayılı resmi gazetede 2022 yıllık programı yayımlandı.

Program 393 sayfa, ayrıntılı değerlendirmesini sonraya bırakıp ilk bakışta dikkati çeken konulara kısaca değinmekte yarar var. Bu tür metinlerde ciddiyet, tutarlılık sorunları olduğunu biliyoruz. Ama yine de ülkeyi yöneten kadroların yaptığı durum saptaması ve geleceğe ilişkin öngörülerine kulaklarımızı tıkayamayız.

Büyüme

Milli Gelirin (GSYH) 2021 yılı ilk çeyreğinde yüzde 14,3 büyüdüğü söyleniyor. Doğrudur. Ama borçla büyümüşüz. Bu gerçeği programdan öğrenmemiz güzel oluyor; “ …En önemli katkı tüketim harcamalarından gelmiştir...Nihai yurt içi talep yüzde 13,3 oranında artarak yüzde 14,3 oranındaki büyümeye 13,4 puanlık önemli seviyede katkı yapmıştır.”

Gelirler artmadığına göre harcamaları borçla karşılamışız. Hanehalkı finansman borcu yüzde 25 artarak 910 milyar liraya ulaşmış. Raporda bunun yarısının ihtiyaç kredilerinden oluştuğu belirtiliyor.

Raporun 49 sayfasında (sayfa numarası verilmediği için bilgisayarın yaptığı sıralama kullanılmıştır) her ne kadar; “ 2020 yılının son çeyreğinden itibaren uygulanan finansal sıkılaşma bankaların kredi verme iştahını azaltmıştır…” deniyorsa da olumsuz etkilendikleri pek anlaşılmıyor: Aktif büyüklükleri TL bazında yüzde 16,3; dolar bazında yüzde 2,6 artmış. TL olarak 6,8 trilyon liraya, dolar olarak 810 milyar dolara ulaşmış. Kârları da artmış elbette, 2019 yılında 49 milyar lira iken 2020 yılında 58,5 milyar liraya yükselmiş. Raporda 2020 ile 2021 yılları Ocak-Ağustos karşılaştırmasına da yer veriliyor. 2020 Ağustos ayındaki 42,9 milyar lira tutarındaki net kârları 2021 Ağustos ayında 48,4 milyar lira olmuş.

Enerji ve ulaştırma yatırımları

Müstakbel alıcılarına daha çok kâr edecekleri ortam hazırlamak amacıyla enerji ve ulaştırma sektörlerinde milyarlarca lira tutarlı kamu yatırım projeleri yürütülüyor.

2022 Programının 1;12-13-14 sayılı çizelgelerinde, yatırımların merkezi yönetimden işletmeci KİT’lere doğru hızlı bir yönlendirme dikkat çekiyor. Sözgelişi, Enerji yatırımlarının 2020 yılında merkezi yönetimce 10,7 milyar lira yatırım yapılmışken, 2021 ve 2022 yıllarında birden 3,1 milyar ve 3,6 milyar lira düzeylerine gerilediği görülüyor. İşletmeci KİT’lerin yatırım tutarları ise fazlasıyla karşılayacak düzeyde artıyor. 

Raporda (62. sayfa) KİT’lere 2022 yılında 41,7 milyar lira sermaye transferi yapılması öngörülüyor. Belki bu durumla ilgisi kurulabilir.

Yatırımların işletmeci KİT’lere yönlendirilmesinden özelleştirmelere hız kazandırılacağı anlamı da çıkarılabilir.

Enerji ve ulaştırma sektörlerinde kamu yatırımlarındaki artış dikkat çekiyor. Bununla birlikte özel sektör yatırımlarının da hızlı biçimde artırılması öngörülüyor. Demek ki birileri yatırıma özendirmek adına yeni HES, JES gibi enerji; karayolu, demiryolu, köprü gibi ulaştırma için daha çok sayıda derenin başına çökecek; daha çok acele kamulaştırmalar yapılacak; daha çok tutarlarda vergiden bağışık tutulacaklar. 

Aşağıdaki çizelge Tablo 1:15 verilerinden üretilmiştir.

Özelleştirme ipuçları

Kamu varlıklarının çoğu satıldı kalanları hazırladıkça satıyorlar. Hazır olanların azalmasıyla özelleştirme gelirleri düştü. 2020 yılında 4,7 milyar lira geliri elde edilmişti. 2021 yılında 5 milyar lira tahmin ediliyor. 2022 yılında ise 4 milyar lira artışla 9 milyar liraya yükselmesi bekleniyor. Demek ki 2022’de 4 milyar tutarında varlık satılmaya hazır duruma getirilmiş olacak.

Bu hesap yalnızca ÖİB’nin geliri. Maliye, Çevre Şehircilik Bakanlıkları; KİT’ler; belediyeler ve TOKİ’nin sattığı her yıl onlarca milyar liraya ulaşan kamu varlıklarının bu hesaplarda yer almadığını hatırlatmakta yarar var.

Faizler

Merkezi bütçeden 2022 yılında GSYH’nin yüzde 3,1’i faiz için harcanacak. Faizdeki hızlı yükseliş dikkat çekiyor. Raporun 63. sayfasından, 2020 yılında 133,9 milyar lira ödendiği, 2021 yılında 179,5 lira tahmin edildiği; 2022 yılında ise 240,4 milyar lira olmasının öngörüldüğünü öğreniyoruz.

Köye köylüye hizmet

Faiz için 240 milyar ödenmesinin öngörüldüğü 2022 yılı Cumhurbaşkanlığı Programında köye hizmet amacıyla kurulan birliklere ayırdığı ödenekleri karşılaştırmakta yarar var. Ülkeyi yönetenlerin tercihlerine bir örnek daha üretmiş oluruz böylelikle. KÖYDES, SOGEP ve SUKAP’ ayrılan ödeneklerin toplamı 2,3 milyar liraya ancak ulaşabiliyor.

Kamu alacaklarının yapılandırılması yoluyla sermayeye sağlanan çıkarların tutarı

Yapılandırma konusunda programda yer verilen bilgileri buraya özetleyip aktaralım.

Kamu alacaklarının yapılandırılması için 2016-2020 arasında 5 yasa çıkarıldı. Bunlardan toplam olarak 46,4 milyar lira gelir elde edildi.

Ayrıntısını da verelim: 2016’da çıkarılan 6736 sayılı yasa kapsamında 43,9 milyar; 2017 yılında çıkarılan 7020 sayılı yasa kapsamında 5,7 milyar; 2018 yılında çıkarılan 7143 sayılı yasa kapsamında 27,4 milyar; 2021 yılında çıkarılan 7326 sayılı yasa kapsamında 22,7 milyar lira.

Sonuç olarak, CB 2022 yıllık Programında düne göre pek bir şey değişmemiş.

Kadir Sev / SOL

26 Ekim 2021 Salı

TÜSİAD raporu, Dar Koridor ve Derviş 4.0 - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

TÜSİAD’ın gerek 50 yıllık serüveni, gerekse de AKP rejimi boyunca tutturduğu politik hat; demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda ilkesel bir duruş sergilemediklerini, parlak bir sicile sahip olmadıklarını gösteriyor.



TÜSİAD 50. Kuruluş Yıldönümü’nü “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa: İnsan, Bilim, Kurumlar” başlıklı bir raporla karşılıyor. Böyle bir inşada geniş halk kesimlerinin, emekçi sınıfların nerede durduğunu, bunun ortak geleceğimiz olup olmadığını tartışmak önem taşıyor.

Öncelikle raporun tanıtıldığı Yüksek İstişare Konseyi’nde TÜSİAD sözcülerinin, Millet İttifakı bileşenlerinin telaffuz bile etmekten kaçındığı, laiklik kavramına sahip çıkması; demokrasi, hukuk devleti, özgürlükler temalarını öne çıkarması yabana atılmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin sahiplenilmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin altının çizilmesi de, göz ardı edilmemelidir. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi adı verilen ucube başkanlık sistemi doğrudan eleştirilmese de, AKP rejimine doğrudan referans verilmese de, iletilen mesajların tınısı TÜSİAD’ın burjuva demokrasisinin temsilcisi rolünü üstlenmeye hazır olduğu mesajını iletiyor.

TÜSİAD KİMİ TEMSİL EDİYOR?

İstanbul sermayesi olarak da bilinen TÜSİAD üyelerinin parlak CV’leri, sükunetli konuşma adapları, durmuş oturmuş hal ve tavırları, gusto sahibi imajları, Türkiye’nin burjuva ideolojisini benimsemiş kozmopolit elitleri ile karşı karşıya durduğumuz izlenimini veriyor. Seküler yaşam biçimleri de laiklik konusunda hassasiyet gösterecekleri beklentisine yol açıyor. Gelgelelim TÜSİAD’ın gerek 50 yıllık serüveni, gerekse de AKP rejimi boyunca tutturduğu politik hat; demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda ilkesel bir duruş sergilemediklerini, pek de parlak bir sicile sahip olmadıklarını gösteriyor.

Elbette siyasi iktidarla sermaye fraksiyonları arasındaki ilişkiler basit bir indirgemecilikle açıklanamayacak ölçüde kompleks, gelgitlerin yaşandığı, gri alanları barındıran, ilkelerden ziyade pazarlıkların egemen olduğu bir çerçevede yürütülür. Böyle nüanslı bir analiz gereğinden yola çıkmak, AKP döneminde de, son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerinin geçerliliğini sürdürdüğü bir burjuva devleti zemininde bulunduğumuz yalın gerçeğini elbette unutturmamalı.

CHP ve HDP dahil Türkiye siyasetinde iddialı aktörlerin seçimler öncesinde TÜSİAD’da görücüye çıkma gereğini hissetmeleri bile, ülkenin “hakim sınıfı” markasını taşımaya devam ettiklerini bize hatırlatmalı.

ÖRGÜTÜN SİYASETLE BAĞLARI

İlk akla Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gruplarının geldiği TÜSİAD çatısı altında örgütlenmiş büyük sermaye; işe önce ticaretle başlayan, sonra ithal ikameci sanayileşmeye ayak uydurmakta gecikmeyen, 80’li yıllarla birlikte de ihracata yönelik üretime ağırlık veren bir süreçten bugüne uzanmış. Hep devletteki karar alma mekanizmalarını etkileyen başlıca güçler arasında yer almışlar. Siyasete doğrudan müdahale etmekten uzak durdukları iddiasını taşısalar da, toplumsal gelişmenin kendi büyüme ve birikim hedeflerine ayak bağı olduğunu düşündükleri noktada gazete ilanlarıyla askeri darbeye davetiye çıkarmışlar.
Nitekim içlerinden biri, Turgut Özal, 24 Ocak Ekonomik Programı’nın mimarı olmuş, 12 Eylül Darbesi’nin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını üstlenmiş, daha sonra da bilindiği gibi Anavatan Partisi’yle 80’li yıllara damgasını vurmuştu.

Yine aralarından bir diğerinin, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) bir yanıyla kapitalist küreselleşmeye tam entegrasyon, bir yanıyla da ülkedeki etnik ve mezhepsel kimlikleri gören bir vizyonla ortaya çıktı. Ancak yaşadığı acı seçim deneyimi, saf burjuva bir partiyi zorlamak yerine; Anadolu’dan, muhafazakâr kesimlerden kitlesel desteği bulunan bir siyasi özneyle ittifakın daha gerçekçi olacağı gerçeğini net biçimde suratlarına çarptı.

AKP’YE DESTEK DÖNEMİ

Zaten YDH içinde yer alan liberal elitlerin, çok geçmeden çiçeği burnunda AKP iktidarına ideolojik, politik, kültürel cephane sağlamakta kritik rol oynadıkları görülecektir. Aynı isimler 2007’de düğmesine basılan Ergenekon-Balyoz gibi operasyonları meşrulaştırma çabasına girerken, TÜSİAD dâhil sermayenin farklı kesimleri de bu sürece destek verecektir. Bu operasyonların kara propaganda merkezi Taraf gazetesinde, TÜSİAD baş ekonomistinin köşe yazarlığı yapması da (Geleceğe İnşa Raporu’nu da kaleme alan aynı isim) raslantı sayılmamalıdır.

AKP’ye geniş kitle desteğinin, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş liderliğinde uygulanan IMF-DB patentli yapısal uyum politikalarının tetiklediği yaygın işsizlik ve yoksulluğa tepki üzerinden yükseldiğini biliyoruz. AKP sözcülerinin o dönem “IMF programına sadık kalacaklarını” her fırsatta vurgulamaları TÜSİAD’ın desteğini almaya yetmişti.

Erdoğan’ın “çıraklık” dönemini temsil eden 2003-2007 dönemi AKP’nin rüştünü ispat çabaları içerisinde geçer. Daha devletin dokularına tam nüfuz edilememiş, geniş bir koalisyona dayanma gereği ortadan kalkmamıştır. Bu yıllarda TÜSİAD’ın henüz hükümete “ayar verecek” bir ağırlığı bulunmamaktadır. O günlerde çok tartışılan “Zina Yasası”nın geri çekilmesinde, fikir özgürlüğünü önündeki önemli bir engel 301inci maddenin kaldırılmasında TÜSİAD’ın olumlu bir rol oynadığını kabul etmeliyiz.

İlerleyen süreçte zaman zaman, eğitimdeki 4+4+4 projesine karşı çıkışta olduğu gibi TÜSİAD’ın hamleleri görülse de, artık iktidar üzerindeki etkileri azalmış, hegemonya Erdoğan liderliğinde siyasal İslamcıların eline geçmiştir.

Aynı dönemde ekonominin dümeninde küresel sermayenin nabzını iyi tutan Ali Babacan’ın bulunması, “sermayenin genel çıkarlarını gözeten” ekonomik politikalardan sapılmaması da, TÜSİAD’ın muhafazakârlaşma gündemi karşısında sessiz kalmasının nedenleri arasında sayılabilir. Bu sıralar TÜPRAŞ’ın Koç-Shell Ortaklığı’na satılması gibi özelleştirmeler, enerji ihalelerinden birçok TÜSİAD üyesinin pay alması benzeri gelişmeler, çelişkilerin fazla öne çıkarılmaması refleksine yol açıyordu.

2019’DAN BUGÜNE TÜSİAD

Aslında TÜSİAD’ın Erdoğan rejimine karşı ilk net çıkışı 15 Mayıs 2019’daki Yüksek İstişare Kurulu’nda gerçekleşti. Hatırlayalım Tuncay Özilhan’ın söylediklerini; “… rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var: ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü …” TÜSİAD Başkanı Simon Kaslowski de, “Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz” açıklamasını yaptı.

TÜSİAD sözcülerinin asıl vurguları görüldüğü gibi piyasa ekonomisinin zedelenmesine ilişkin. 19 Ekim 2021’deki Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da benzer tonlamalar egemendi. Çünkü büyük burjuvazi rejimin kapitalist akıldan kopup, rasyonalitesini kaybettiğini artık görüyor. Öncelikle kapitalizmin iş bölümüne, yetki devrine dayalı temel ilkesini hiçe sayan, tüm yetkileri başkanda toplayan, bütün kurumları ona bağlayan bir modelin Türkiye kapitalizminin bugünkü beklentilerine cevap veremeyeceğinin haliyle bilincindeler.

Eğitim sisteminin geldiği son durum, müfredatın hurafelerle doldurulması, sarıklı-cüppelilerin sınıflara sokulması, teknolojik dönüşüme ayak uyduran bir işgücüne gereksinim duyan örgütün beklentilerini tabii ki karşılayamaz.

Aynı şekilde liyakatin esamisinin bile okunmadığı, tarikatlar-cemaatler arasında parsellenen bürokrasi de, sorunların çözümü için işinin ehli muhataplar bekleyen büyük sermayeye ayak bağı oluyor. Nitelikli beyin göçü de, “insan kaynağı” gereksinimleri açısından kaygılarını artırıyor.

İşte böyle bir konjonktürde, TÜSİAD raporunda geniş halk kesimlerinin ağzına bir parmak bal çalma çabası da dikkat çekiyor. Ama ayrıntılara girdiğimizde, gelir ve servet adaletsizliği telaffuz edilse de, bu çarpıklığı düzeltecek somut önlemlere yer verilmiyor. Vergi adaletsizliğini sade yurttaş lehine düzenleyici radikal adımlar öngörülmüyor. Kurumlar ve katılımcılık derken, “sendikaların, meslek kuruluşlarının, sosyal hareketlerin” yani halk kesimlerini temsil eden toplumsal muhalefetin rolü öne çıkarılmıyor…

DERVİŞ 4.0 MI?

Gerek TÜSİAD raporunda, gerekse Daron Acemoğlu’nun toplantıdaki sunumunda 2002-2007 dönemi adeta Devr-i Saadet olarak fetişleştiriliyor. Aslında neoliberalizm, piyasa toplumu tasarımı Türkiye ekonomisine o zaman diliminde kök salmıştır. Kurumsallıktan bahsedile dursun, başta Devlet Planlama Teşkilatı, kurumsal yapıların işlevsizleştirilmesi o süreçte hayata geçirilmiştir. Kişi başına gelirin üç katına çıktığı söylenen 5 yıllık dönem; halkın gerçekten zenginleşmesinin, refahın artmasının bir yansıması değil, sermaye girişlerinin TL’yi değerlendirmesinin yarattığı bir muhasebe oyunundan ibaretti. Nitekim bugün, ekonomi o dönemde hız kazanan dış borçlanmanın getirdiği yükler altında eziliyor.

Sözünü ettiğimiz Daron Acemoğlu dünyaca tanınan, Nobel Ekonomi Ödülü’ne aday gösterilen liberal bir iktisatçı. Devlet toplum karşıtlığına dayanan; bu çelişkiyi koalisyonlarla, uzlaşmalarla bağdaştırmaya, dengelemeye dayanan bir paradigmayı savunuyor. Modeli sınıfların, çıkar çatışmalarının bulunmadığı, mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmadığı bir kurguya dayanıyor. Ne devletin, ne de sivil toplumun gücünün fazla ileri gitmediği bir dengeyi, kitabına da adını veren “Dar Koridor” metaforuyla kurmayı öneriyor.

Aacemoğlu’nun CHP ve İyi Parti’den başlamak üzere Millet İttifakı’nın bileşenleriyle dirsek temasında olduğunu, TÜSİAD çevrelerinde her zaman itibar gördüğünü düşünürsek, “büyük sermayeyle - Büyük Koalisyon” arasında bir volan kayışı işlevi gördüğü düşünülebilir. Bir anlamda yeni bir Kemal Derviş rolü üstlenebileceği, Derviş 4.0 sürümü olarak kamuoyuna sunulduğu söylenebilir. O çok övgüler düzülen, ekonomik dönüşüm programının ekonomi bürokrasisindeki neredeyse tüm kilit elemanlarının Hazine Müsteşarları, Merkez Bankası Başkanları, Borsa Başkanları, başta CHP sözcüsü Faik Öztrak gelmek üzere, CHP - İyi Parti - Gelecek Partisi - Deva Partisi saflarında, Millet İttifakı’nda konuşlandığı görülebilir.

DEVRİMCİ DEMOKRATİK CUMHURİYET SEÇENEĞİ

O Devr-i Saadet’i ihya etme projesinin sade yurttaş, işsizler, emekçiler, emekliler, yoksullar açısından iç açıcı bir karşılığının bulunmadığı ortadadır. Merdan Yanardağ’ın yerinde kavramsallaştırmasıyla bu projeyi Cumhuriyetçi Restorasyon olarak nitelendirebiliriz. Kuşkusuz ki, baskıcı başkanlık sisteminin yerine “güçlendirilmiş parlamenter sistem” in monte edilmesi ehven-i şerdir. Ama asla geniş halk kesimlerinin özlemlerini karşılayacak bir atılım değildir. Bir bakıma, Türkiye’yi “100 yıl geri götürme” çabasının karşısına, sadece 20 yıl geri götürme seçeneğinin konulmasıdır.

Ama şunu sorabiliriz, bu “dar koridora” sıkışmak zorunda mıyız? Bence değiliz. Türkiye toplumunun önüne Devrimci Demokratik Cumhuriyet seçeneğini koyma şansımızı kullanabilir ve sorumluluğumuzu hayata geçirebiliriz. Emekten yana, Aydınlanma değerlerine bağlı, laikliğe dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü, doğadan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir seçeneği...

Önümüzdeki görev Devrimci Demokratik Cumhuriyet’in programının köşe taşlarını belirlemek, örgütlenmesini yaygınlaştırmak olmalı. Bizi dar koridorlar açmaz, bize geniş ufuklar gerek…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN