Firarlar kralı neden Beylikdüzü'ndeydi? (Barış Pehlivan)
1- Henüz 18 yaşındayken iki cinayetle suçlandı. İddiaya göre; kiralık katildi. 2006 yılında Dıraç şehrindeki hücresinden kaçtı.
2- Kokain kaçakçılığından mahkûm oldu ve Milano’nun güneyindeki bir cezaevine konuldu. 2011 yılında cinayetten hükümlü iki mahkûmla birlikte hapishaneden firar etti.
3- Belçika’daki silahlı bir soygun nedeniyle hüküm giydi. Anvers kenti yakınlarındaki Merkplas Hapishanesi’ne konuldu. Sadece iki ay sonra bu cezaevinden de kaçmayı başardı.
4- Haziran 2014’te polis, Ekvador’un başkenti Quito’da 278 kilo kokain ele geçirdi. “Balkan” adı verilen bu operasyonda yakalandı. Guayaquil ve Cotopaxi hapishanelerinde beş yıl kaldıktan sonra Lupus hastası olduğu gerekçesiyle ev hapsi kararı verildi, tahliye oldu ve Ekvador dışına çıkmasına yasak getirildi. Bir süre sonra yine firar edip kayıplara karıştı.
Adı: Dritan Rexhepi.
Arnavut. “Firarlar Kralı” diye tanınıyor. Hakkında “Kasten adam öldürme”, “uyuşturucu kaçakçılığı”, “insan kaçırma”, “hürriyetten yoksun bırakma” suçlarından Interpol Kırmızı Bülteni çıkarılmıştı.
Peki, farklı ülkelerin cezaevlerinden dört kez firar edebilen ve kokain sevkıyatlarıyla yeraltı dünyasında efsaneleşen bir uluslararası suçlu nereye kaçtı?
Beylikdüzü’ne!
Şair Joseph Brodsky demiş; “Kitap yakmaktan daha kötü suçlar da vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır.” Bugün bu topraklarda suçun nasıl da olağanlaştığını biliyorsak, bunda yandığımız cehennemi anlatan kitapların da payı çok. Timur Soykan’ın yeni kitabı “Baron İstilası” da (Kırmızı Kedi Yayınevi) aslında nasıl ve kimlerle birlikte yaşadığımızı bizimle yüzleştiriyor.
Kitabın önsözünü okuyorum: “AKP iktidarı, Varlık Barışları, ucuza Türk vatandaşlığı kampanyalarıyla dünyanın karaparasını ve bu paranın kirli sahiplerini çağırdı. ‘İçki içiliyor’ diye festival yasaklayan siyasal İslamcılar, eroin, kokain, silah kaçakçılığı, kadın ticareti parasıyla rant ve yolsuzluk sistemlerine can suyu verdi. Oligarkların, petrol şirketlerinin, yoksul ülkelerin zengin ve kirli yöneticilerinin, karanlık sermayedarların, dünya mafyasının çullandığı ülkede ‘yerli ve milli’ siyasetçilere, bürokratlara büyük servet kapıları açılıyordu.”
Girişte öyküsünü özetlediğim Dritan Rexhepi de işte bu büyük kirin aktörlerinden biriydi. 2023’te İstanbul Beylikdüzü’ndeki lüks sitenin içindeki malikânesinde yakalanan Rexhepi, Benjamin Omar Perez Garcia adına düzenlenmiş Kolombiya pasaportuyla Türkiye’ye giriş yapmıştı.
Peki, dünyanın en önemli uyuşturucu kaçakçılarından birinin havalimanında yakalanmaması büyük bir güvenlik açığı değil miydi?
Dahası ve kaçılamayacak soru şuydu:
Onun Türkiye’de kimlerle bağlantılı olduğunu ve kimler tarafından korunduğunun da ortaya çıkması gerekmiyor muydu? Öyle ya, büyük suç örgütü liderleri çok güvendiği bağlantılar olmadan ya da devlette kendisini koruyacak güçlü isimlerin güvencesini almadan bir ülkeye gitmezdi.
Kim onlar?
/././
Madenler kamusal maldır (Öztin Akgüç)
Kamusal mal, üretim ve tüketiminde rekabetin olmadığı, üretildiğinde tüm tüketicilerin ortak yararlanabildiği, bazı birey ve grupların tüketiminden dışlanmadığı, toplumun gereksinimini karşılamak üzere kamu yararı gözetilerek sürekli, düzenli üretilen mal ve hizmetlerdir. Madenler, tarım kapsamında kamusal maldır.
Osmanlı Devleti, ekonomik ve hukuki nedenlerle madenleri işletememiştir.
Madencilik ve hukukunda devrim, temel değişiklik 1934 Anayasası ile getirilmiş; madenlerin işletilmesi bir kamu hizmeti olarak kabul edilmiş, bu hizmeti gerçekleştirmek, madencilik ve metalurji ürünleri alanında faaliyet göstermek, yeraltı kaynaklarını değerlendirmek, işletmek üzere 1935 yılında 2985 sayılı kanunla Etibank kurulmuştur. Maden arama kamu hizmeti sayılarak Maden Tektik ve Arama Enstitüsü (MTA) kurulmuş; maden kamu malı, işletilmesi de kamu hizmeti kabul edilmiştir.
DP döneminde 1954 yılında çıkarılan 6309 sayılı Maden Kanunu’nda, madenlerin devletin hüküm tasarrufu altında olduğu ifade edilmekle beraber, maden işletmelerinin özel kişilere ve yabancı sermayeye verilebileceği de kabul edilmiştir.
1982 Anayasası’nda da doğal servet ve kaynakların devletin hüküm ve tasarrufu altında hükmü yer almıştır. 1985 tarihli 3213 Maden Kanunu’nda anayasa hükmü doğrultusunda düzenleme yapılarak, madenlerin içinde bulundukları arazinin mülkiyetine bağlı olmadığı açıkça belirtilmiştir. Yasaya göre madenlerin aranması ruhsata bağlıdır. Arama ruhsatı sahibi yasal koşulları yerine getirdiğinde 10 yıldan daha kısa olmamak üzere 60 yıla kadar uzatılabilen ön işletme ruhsatı ve işletme izni alır. Madenlerin işletme sahası özel mülkiyet kapsamında ise gerektiğinde kamulaştırılabilir. MT Genel Müdürlüğü herhangi bir ruhsat ve izne bağlı olmaksızın madencilik yapılabilecek tüm sahalarda arama yapabilir. Her alanda olduğu gibi madencilik konusunda da sömürge düzenine yol açan yasal düzenleme, 577 sayılı yasa ile 2004 yılında AKP iktidarında yapılmıştır.
On beş müessesesi, yedi bağlı ortaklığı, beş iştiraki ile ülkenin madencilik sektörünün en büyük kuruluşu Etibank da özelleştirme kapsamına alınarak madencilik bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılmıştır.
Madencilik gibi çevre kirliliği yaratan, çevreye negatif etkileri, sosyal maliyeti olabilecek bir faaliyet alanının yerli ve yabancı sermayenin sömürüsüne açılmasının hedefi, bir ekonomik nedeni de yoktur. Yabancı sermaye, çoğu kez izin ve idare ile doğabilecek sorunların çözümü için ufak paya sahip işbirlikçi yerli bir ortakla ülkeye giriş yapar.
Kâr ençoklaması, firma değeri maksimizasyonu amaçlı özel kesimin, üretimde iş güvenlik önlemleri olmaması, yeterli arıtma tesisi kurmaması, madeni verimli işletmemesi, hazır çıkarma maliyeti az kısmını istihraç ederek maden ocağını kapatması, yüksek fiyat uygulaması madencilikte “sosyal refah kaybına” yol açmaktadır.
Madenler devletin hüküm ve tasurrufu altında olduğundan, işletilmesinin de bir devlet tekeli KİT veya KİT’ler tarafından yapılması sosyal refahı artırır. Araştırma ve işletme ruhsatı, izni, yerli ve yabancı sermayeye ille de verilecekse sosyal refah kaybını giderici, en azından azaltıcı önlemler, koşullarla birlikte alınmalıdır.
Kaybı azaltıcı koşullar arasında (i) maden arama ve işletme ruhsatının ihale, açık artırma yöntemiyle verilmesi, (ii) ağır vergileme, öneri İngiliz iktisatçı Pigou tarafından yapıldığından Pigouvari yüksek vergiler, örneğin yüksek oranlı arazi vergisi uygulaması, (iii) kamunun fiyat ve kâr kontrolü, (ıv) çevre kirliliği nedeniyle zarar görenlere tazminat ödenmesi, (v) iş kazalarında kusursuz sorumluluk kapsamında bilirkişi raporuna, yargıç takdirine bırakılmadan işçi ailelerine büyük tazminat verilmesi olmalıdır.
Tazminat, ölüm acısını, özlemi dindirmez. Eşini yitirmiş, üç küçük çocuğu ile kalmış yoksul eş, özlemi ve acıyı “Trilyon versen beş dakika göremezsin” olarak dile getiriyor. Para acıyı dindirmez ama acılı işçi aileleri de muhtaç bırakılmamalıdır.
Madenler kamusal maldır. Maden ocakları sosyal refahı artıracak yönde kamu tarafından işletilmelidir.
/././
3 MART DEVRİM KANUNLARI 100 YAŞINDA (Sinan Meydan)
Laiklik, devletin değiştirilemeyen din kurallarıyla değil, gerektiğinde değiştirilebilen, insan aklının ve tecrübesinin eseri, çağdaş hukuk kurallarıyla yönetilmesidir. Laiklik, aklın ve vicdanın dinsel baskıdan kurtulup özgürleşmesidir. Özgür aklın doğal sonucu ise felsefe, bilim ve sanatın gelişmesidir. Laiklik, dinsel dokunulmazlık kazanmış kişilerin egemenliği yerine kayıtsız şartsız millet egemenliğidir. Demokratik bir devlet için her şeyden önce laik bir cumhuriyete ihtiyaç vardır. Laiklik ısrarı; çağdaş hukuk, özgür akıl, serbest vicdan, felsefe, bilim, sanat ve demokrasi ısrarıdır.
İşte bu nedenle Atatürk, laik bir cumhuriyet kurmak istedi. Ancak dönemin koşulları gereği bunu bir anda gerçekleştirmek olanaksızdı. 29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet, henüz “laik” ve “demokratik” değildi. Cumhuriyeti, adım adım “laikleştirmek” ve “demokratikleştirmek” gerekecekti. Bu yoldaki ilk büyük adım, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları ile atıldı.
29 Ekim 2023 Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılıydı; 3 Mart 2024 ise Cumhuriyetimizin laikleşmeye ve demokratikleşmeye başlamasının 100. yılıdır. Kutlu olsun!
DİN İŞLERİ VE VAKIFLAR BAKANLIĞI İLE GENELKURMAY BAKANLIĞI’NIN KALDIRILMASI: (KANUN NO: 429)
Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ile 57 arkadaşı, “Şeriye ve Evkaf Vekâleti” (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) ile “Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti’nin (Genelkurmay Bakanlığı’nın) kaldırılması için TBMM’ye bir kanun teklifi sundular. Kanun teklifinin gerekçesinde, “Din ve ordunun politik akımlarla ilgilenmesi çok kötülükler doğurur… Türkiye Cumhuriyeti’nin politik kuruluşlarında zaten sonradan meydana getirilmiş olan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nın bulunması uygun olamaz” deniliyordu.
3 Mart 1924’te TBMM, Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nı kaldırdı. (Kanun No: 429).
429 sayılı kanununla kaldırılan Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın yerine, Müslümanların inanç ve ibadet işleriyle ilgilenmek ve din kuruluşlarını yönetmek üzere Başbakanlığa bağlı ”Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. Diyanet İşleri Başkanı, başbakanın teklifi, Cumhurbaşkanının onayı ile atanacaktı. Ayrıca Başbakanlığa bağlı “Vakıflar Genel Müdürlüğü” kuruldu. Kaldırılan Genelkurmay Bakanlığı’nın yerine de cumhurbaşkanının vekili olarak, barışta ordunun emir ve komutası ile görevli, en yüksek askerlik makamı olmak üzere Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. Genelkurmay Başkanı da Başbakanın teklifi ve cumhurbaşkanının onayıyla atanacaktı. Genelkurmay başkanı, göreviyle ilgili konularda bağımsız olacaktı.
429 sayılı kanunla, “din” ve “ordu” siyasetten ayrıldı. Ancak dinin siyasetten tam olarak ayrılması ve devletin tam olarak laikleşmesi için daha halifeliği kaldırmak, şeri (dini) mahkemelere son vermek, “Devletin dini İslamdır”, “TBMM, dini hükümleri uygular” maddelerini anayasadan çıkarmak gerekiyordu. Aynı gün halifelik kaldırılacak bir ay kadar sonra şeri mahkemeler kapatılacak, 1928’de “Devletin dini İslam dinidir” ve “Meclis dini hükümleri uygular” maddeleri anayasadan çıkarılacaktı. Ordu ile siyasetin tam olarak ayrılması için de ordu komutanlarının aynı zamanda milletvekili olmamaları gerekiyordu. Atatürk, 30 Ekim 1924’te milletvekili olan komutanlardan, ya milletvekilliğini ya askerliği tercih etmelerini istedi. Cevat Çobanlı Paşa ile Cafer Tayyar Paşa milletvekilliğini, diğer komutanlar ise askerliği tercih ettiler. Böylece, Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle “Ordu, Mustafa Kemal’in hayatı boyunca fiilen siyaset dışı kalacaktı.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. 3, s. 164).
ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ: (KANUN NO: 430)
Manisa Milletvekili Vasıf (Çınar) Bey ve 57 arkadaşının teklifiyle TBMM’de “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” görüşülmeye başlandı. 3 Mart 1924’te TBMM’de “Öğretim Birliği Kanunu” kabul edildi. (Kanun No: 430).
430 sayılı kanuna göre Türkiye’deki tüm bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Daha önce Din İşleri Bakanlığı’na bağlı veya özel vakıflarca kurulup yönetilen “medrese ve mektepler” Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Daha önce Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan askeri okular ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan Darüleytamlar (Yetimevleri) da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. (Ancak 1925’te askeri okullar yeniden Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktı). Milli Eğitim Bakanlığı, yüksek din uzmanları yetiştirmek için üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracaktı. Ayrıca “imamlık” ve “hatiplik” gibi dinsel hizmetler için de okullar açacaktı.
Milli Eğitim Bakanlığı, kendisine devredilen medreseleri kapattı. Çünkü medreseler yüzyıllardır akla ve bilime kapılarını kapatmıştı. Vasıf Bey, kapatılan medreselerin ilkokul yapılacağını, medreselerdeki yaşları uygun öğrencilerin de bu ilkokullara devam ettirileceğini belirtti.
1924’te medreseler kapatılırken Türkiye’de 479 medrese, buralarda 18 bin öğrenci vardı. Bunların 12 bini kayıtlı olduğu halde medreselere devam etmiyordu. Buna karşılık orta dereceli okullarda yalnızca 7 bin, yüksekokullarda ise 3 bin öğrenci kayıtlıydı.
430 sayılı kanunun 4. maddesine dayalı olarak 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir İlahiyat Fakültesi ile değişik il merkezlerinde 29 imam hatip okulu açıldı. İmam-hatip okulları ve İlahiyat Fakültesi 1930’larda -öğrenci yetersizliği- nedeniyle kapatıldı.
430 sayılı “Öğretim Birliği Kanunu” ile “mektep-medrese” ayrımına son verildi. Daha önce Din İşleri Bakanlığı’na bağlı okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak ve medreseler kapatılarak eğitim öğretim laikleştirildi. Bu sırada bazı din okullarının açılması ise dönemin kendi koşulları içinde sosyolojik bir ihtiyaca karşılık vermek içindi. Ayrıca Türkiye, Lozan’da yabancı okulları kontrol etmeyi başarmıştı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, bu süreci daha da güçlendirdi.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI: (KANUN NO: 431)
Atatürk, saltanatı kaldırırken -dönemin koşulları gereği- halifeliğe dokunmadı. 1 Kasım 1922’de TBMM, saltanatla hilafeti birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. 17 Kasım 1922’de son padişah Vahdettin, “Hayatımı tehlikede hissediyorum!” diyerek İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. Bunun üzerine TBMM, Osmanlı hanedan soyundan Abdülmecit Efendi’yi halife seçti. Ancak halifeliğin kaldırılması için de en uygun ortam bekleniyordu.
Din ve orduyu siyasetten ayıran, eğitimi laikleştiren kanunların kabul edildiği 3 Mart 1924 günü, Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı Meclise “Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması” hakkında bir kanun teklifi verdiler. Teklifin gerekçesinde, halifeliğin “hükümet” demek olduğu, “çağdaş bir hükümetin yanında ayrıca bir halifelik makamına gerek olmadığı” belirtiliyor ve “Türk milleti kurtuluşu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez” deniliyordu. Meclis görüşmesinin ardından 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı. (Kanun No: 431).
431 sayılı kanuna göre halifelik kaldırılırken kadın erkek tüm hanedan üyelerinin, kanunun ilanından itibaren 10 gün içinde Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını terk etmeleri istendi. Haneden üyeleri vatandaşlıktan çıkarıldı. Hanedan üyelerinin Türkiye’de gayrimenkul sahibi olmaları yasaklandı. Sürgün edilen hanedan üyelerine, yol masrafları ve servet derecelerine göre bir defaya mahsus hükümetin belirleyeceği bedel ödenecekti. Hanedan üyeleri ülke sınırları içindeki gayrimenkullerini bir yıl içinde elden çıkaracaklardı. Aksi halde hükümet bunları elden çıkarıp bedelini kendilerine ödeyecekti. Osmanlı padişahlarının Türkiye Cumhuriyeti arazisindeki bütün malları; sarayları, kasırları millete geçecekti.
431 sayılı kanunla millet egemenliğinin önündeki iki büyük kayıt ve şarttan biri -diğeri saltanattı- halifelik kaldırıldı. Böylece Cumhuriyetin laikleşmesi yolunda çok güçlü bir adım atıldı. Fransız ve Rus devrimlerinin aksine Türk Devrimi, hanedan üyelerini sadece sürgün etmekle yetindi.
***
Laik Cumhuriyet’in gerici kuşatmayla karşı karşıya olduğu bu günlerde 3 Mart Devrim Kanunları’nın 100. yılını çok büyük bir coşkuyla, çok derin bir farkındalıkla kutlamak gerekir. Türkiye’de ulusal egemenliğin, yurttaşlık bilincinin, ulus devletin, çağdaş hukukun, özgür aklın, pozitif bilimin, sanatsal yaratıcılığın, kadın haklarının, din ve vicdan özgürlüğünün, demokrasinin, uygar yaşamın güvencesi laik Cumhuriyettir; laik Cumhuriyetten vazgeçmek bütün bunlardan vazgeçmektir. Laik Cumhuriyetten asla vazgeçmeyeceğiz.
/././
Şeriat çığlıklarının ardında kimler var? (Zülal Kalkandelen)
Şeriatçılar dün yine Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde boy göstermiş. Laiklik karşıtı oluşum Hayırların Fethi Derneği (HAYFED), avukat Feyza Altun hakkında, şeriat karşıtı sözleri ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle suç duyurusunda bulunmuş.
Olaya dair haberi TV’de izlerken gördüm; sarıklı ve cüppeli grup adına açıklama yapan Nusret Oktar, zaman zaman Arapça konuşarak dünya genelinde Müslümanların zulme uğradığını, inançlarına küfredildiğini anlatıyordu. Taleplerini, “Nasıl Atatürk’ü koruma kanunu varsa, nasıl cumhurbaşkanına küfreden hapse atılıyorsa biz Allah için de koruma kanunu, resulullah için de, dinlerimiz, değerlerimiz için de koruma kanunu çıkarılsın istiyoruz” diyerek açıkladı.
Sanırsınız Türkiye’de gerçekten Atatürk’e küfreden ceza alıyor! Şevki Yılmaz denilen şahıs, Atatürk’e yönelik hakaretleri toplumda büyük bir infial yaratmamış gibi ortada geziyor.
Sanırsınız bu ülkenin anayasasında laik bir devlet olduğu yazmıyor ve bu nedenle şeriat talep etmek suç teşkil etmiyor!
Konuşmasının başında bu meselenin “Türkiye laiktir, laik kalacak” mevzusu olmadığını iddia eden Oktar, daha sonra “Türkiye laik midir? Laiktir. Laik mi kalacaktır? Allah bilir. Bu ülke yüzlerce yıl şeriatla yönetildi” diyerek kendi kendisini yalanladı.
HUKUK DEVLETİNDEN MONARŞİYE!
Anayasaya açıkça karşı olan böyle bir eylem adliyenin önünde hiçbir müdahale olmadan nasıl yapılabiliyor? Laiklik isteyen gruplara anında müdahale edilirken, şeriatçılar ülkede nasıl böyle rahatça toplanıp açıklama yapabiliyor?
Onun yanıtını da “Şeriat eşittir İslam” çarpıtmasını yineleyerek Oktar verdi; “Sayın cumhurbaşkanımız daha iki hafta önce şeriatın İslam olduğunu, Kuran olduğunu bizzat canlı yayında açıkladı!” dedi.
14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ertesinde şeriat taleplerinin artmasının nedeni doğrudan AKP ve AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Bütün bunlar adliyelerin içinde ve önünde yaşanırken, tek bir cumhuriyet savcısının yetkilerini kullanmaması ibret vericidir; Türkiye’de hukuk devletinin sona erdiğinin en çarpıcı kanıtlarından biridir.
Çünkü devletin her kademesinde hukuk dışına çıkanlardan Cumhuriyet adına hesap soracak olan kamusal iddia makamı cumhuriyet savcısıdır. Ne utanç vericidir ki bu makamda oturanlar, şeriat talebinde bulunanlara yani devlet yönetiminde ve hukuk sisteminde şeri kanunların uygulanmasını isteyerek suç işleyenlere karşı sessizliklerini koruyor.
Cumhuriyet savcılarının bile görevlerini tam yetki ve sorumlulukla yerine getirmediği, getiremediği bir ülkede hukuk devletinden söz edilemez. Bu makam işlevsizleştirilmişse, tek bir kişinin direktifleri ile hareket ediliyorsa o ülkede monarşi vardır.
SAĞCI VE DİNCİ GERİCİLERİN NEFESİ
Osmanlı monarşisine özlem duyanların şeriat istemesi rastlantı değildir. Cumhuriyetin 100. yılında laiklik, kuruluş yıllarında olduğu gibi, en temel mücadele alanıdır. Atatürk’ün vefatından sonra bu cepheyi oy için boşaltanlar, tarikatlara ve cemaatlere ödün verenler ve dincilerle kol kola girenler, bugünkü şeriat çığlıklarına güç verenlerdir.
Sonra aralarına 28 Şubat’tan söz ederken, “Bir kadın mitingi yapılacaktı ve ‘Kahrolsun şeriat’ diyorlardı. İnancıma göre şeriat, İslam demektir. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim” diye konuşan Meral Akşener ve 6 Temmuz 1993’te Sivas katliamı TBMM’de görüşülürken, “Şeriat İslam demektir” diyen, Sivas’ta “Şeriat isteriz!” diye bağırarak insan yakan kitlenin aslında şeriat düzeni istemediği, dini savunduğu anlamında konuşan Muhsin Yazıcıoğlu gibi siyasetçiler katılmıştır.
Bugünkü şeriat çığlıklarının ardında, Menderes’ten Demirel’e, Erbakan’dan Özal’a, Türkeş’ten Yazıcıoğlu’na, Çiller’den Erdoğan’a kadar tüm sağcı ve dinci gericilerin nefesi vardır.
(Cumhuriyet)