Taraf tutmak -Aydemir Güler-
Burjuva siyasetindeki dağınıklığın tartışılması elbette gerekir. Ancak halkın çıkarlarından, sosyalizm seçeneği penceresinden bakanların bu kaotik mücadelede tutacağı taraf olamaz.
AKP’nin ve CHP’nin kendi içlerinde bölünmüşlükleri çıplak gözle görülüyor ve alenen tartışılıyor. Kitle partilerinin heterojen olmalarını, hiziplere, kanatlara bölünmelerini sık rastlanan bir durum olarak kanıksamış olabiliriz. Öyle ki, iddiaya göre bazı partiler ideolojik kadro partileri, başkaları kitle partileridir.
Bu tür köşeli ve sert formüllerin arkasından çoğunlukla anti-komünizmin çıkmasına takılmayacağım. Öyle de olmuştur… Komünizmin eşitlikçi özünü karalamak kolay olmasa gerek, partisine kulp takmak tercih edilmiştir. “Parti dediğin fazla ideolojik olmamalı, merkezin sesi çoğulculuğu örtmemelidir…”
Lakin en ideolojisiz ve en kitlesel partiler bile bölünmüş olmaktan memnuniyet duymazlar. Bölünmüş olması istenen işçi sınıfının partisidir, kendileri değil!
Siyaset tanım gereği bir mücadeledir. Bu mücadele alanında modern dönemin taraflaşma formu da partidir. Mücadelenin ana ekseni, partilerin içinden değil partilerin arasından geçer. Özetle AKP ve CHP’nin bölünmüşlükleri kanıksanamaz, normalleşmenin gereği sayılamaz. Diğer düzen partilerine hiç girmeyelim. MHP’de silahlar konuşmakta, Saadet kongre toplayamamaktadır; İyi Parti hizip jeneratörü olarak tarihe geçti bile… Böyle giderse düzenin yönetim mekanizmalarında kritik bir yeri dolduran parti formundan geriye bir kaos kalacağa benzer. Bu, düzen açısından bir sorundur, yönetim krizinin önemli alt başlıklarından bir tanesidir.
Hani, seçim dört yıl sonra mı yapılacak, erkene mi çekilecek diye fal bakılıyor ya. Kararı İstanbul’dan TÜSİAD’la Ankara’dan malum elçilikler belirleyecek olsa da, partilerin başlarını içeriden kaldırıp kaldıramayacakları da zamanlamanın bir faktörü olsa gerek. Şu an seçim yapılsa, siyasetin gerçek mücadele taraflarının bu partiler tarafından temsil edilmesi pek mümkün görünmüyor.
AKP’yi bölen çizgi dünya dengelerinden geçiyor. Başta ekonomi yönetimi olmak üzere bir kesimin Batı emperyalizmine angajman düzeyi son derece yüksek. “Yerli-milli” demagojisiyle oynayan dengecilerin ekonomiye pek karışmaması, iki kesim arasında bir alan paylaşımının kabullenildiği anlamına gelmiyor. Batıcılar işin doğası gereği dış politikada, güvenlik meselelerinde de seslerini yükseltiyorlar.
Siyasetin aynı zamanda bir uzlaşmalar oyunu olduğu söylenir. Bahsi geçen iki kanadın yer yer birbirini tamamladığını düşünebiliriz. Kimi örneklerde AKP’nin yerlici-millici pratiği Batı’nın işine gelmiş olabilir. Kimse Ukrayna’da kan gövdeyi götürüyor diye ekonomide dünyanın iki yarısı arasındaki köprülerin toptan havaya uçurulmasını istemezdi. AKP Türkiye’si de düşman saflar arasında iş bilir tüccarı oynadı.
Ancak buradan bir tarihsel uzlaşma çıkmaz. Dünya bir kez daha şiddetle gerilmektedir ve buradan tanımlı bir statüko değil, çıksa çıksa, ne zaman patlayacağı belirsiz bombaların üstüne oturan, yeni tip bir “barış içinde bir arada yaşama” çıkar.
AKP’nin içindeki kavgalar bundan da ibaret değil. Tarikatlar, kendi şeriat ajandaları ceplerinde, bu asal bölünmenin hiziplerine eklemleniyorlar. Tarikat deyince sadece meczup kılıklıları aklına getiren, kravatlı, akademi görmüş teknoloji şampiyonlarını unutmak isteyenlere tavsiye edecek bir ilaç yok. Türkiye’de düzenin bütün partileri, holdingleri kendilerine yakışır bir tarikat bulageldiler. Zamanında Ecevit Gülen’i, Baykal Cübbeli’yi severdi; İmamoğlu da Süleymancı yetiştirmesi... Yüksek yargıdaki çatışmaların arka planında tarikat rekabetinin de rol oynadığına şaşırıyor muyuz?
Muhalefete baktığımızda ise, iktidar partisindeki gibi politik bir ana saflaşma göremiyoruz. CHP topluca çok daha Batı yanlısı bir konumlanışta. Bu partinin içinde emperyalizme mesafe koyan güçlerin, odakların var olduğu tezi gerçekliği yansıtmıyor. Bu daha ziyade soldan yapılan, temeli belirsiz bir yakıştırma. Acaba sosyalist sayılan malum çevreler, aynı zamanda CHP merkezli bir bloğun da parçası haline geldikleri için kendilerini mi kastediyorlar?
İşin içine solculuk girince emperyalizme tavır çoktandır bulanıklaşmış durumda. AB treninde emeğin Avrupa’sını arayanlara mı denk gelmedik, Irak’ta Amerikan askerinin kaldırdığı toz bulutunun içinde özgürlük türküleri söyleyenlere mi! O nedenle Doğucu ve gerici AKP’nin karşısında “Batıcı ve ilerici” -olmadı ehvenişerci- bir “solculuk” CHP’yi aklamakta kullanılabiliyor…
Ana muhalefet ekonomi yönetimiyle fotoğraf çektirmekle yetinemez. Biraz da emeklinin, yoksulun sesi kayda alınmalıdır. Ancak bunun ötesinde, bir sosyal-demokrat partide normal görülecek bir bölünme hattına CHP’de rastlanmamaktadır. Sendikacıların, emek savunusu diye kendini ortaya atanların oluşturduğu bir ağırlık merkezi yoktur.
CHP’de hizipler daha ziyade “hesap yaparlar”: Kimler kimlerle toplanırsa kimleri geçecek, hangi makamları, kaynakları nasıl paylaşacak?
Burjuva siyasetindeki dağınıklığın tartışılması elbette gerekir. Ancak halkın çıkarlarından, sosyalizm seçeneği penceresinden bakanların bu kaotik mücadelede tutacağı taraf olamaz. Türkiye’de halen Fidan’ın mazlum halkların yanında Sam Amcaya kafa tutmasını umanlar olabilmektedir. Özel’in yoksulların öfkesini arkasına almasını bekleyenler gibi…
Oysa burjuva siyasetinin bölünmüşlüğü emeğin, aydınlanmanın, yurtseverliğin tarafında konumlananlar için büyük bir olanak olarak görülmelidir.
/././
İmam hatiplere öğrenci yönlendirecek öğretmenlere para vaadi: ‘İslami hizmet şuurunda’ -Burcu Günüşen-
Okul müdürlerine gönderilen mesajda LGS'de başarılı olan öğrencilerin imam hatiplere yönlendirilmesi için bunun “İslami hizmet olacağının şuurunda” öğretmenlerle görüşülmesi istendi, para vaat edildi.Liselere Geçiş Sistemi (LGS) tercih döneminde, öğrencilerin imam hatip liselerine yönlendirilmesi için imam hatip liselerinin müdürlerine gönderilen bir mesajda tercih komisyonunda gönüllü olarak çalışacak öğretmenlere kaynağı belirsiz bir para vaat edildi.
İstanbul’un Sancaktepe ilçesinde imam hatip okullarının müdürlerine gönderilen ve “S.a. Kıymetli müdürlerim” diye başlayan mesajda Temmuz başında tercih komisyonunda çalışacak öğretmenlere, yemek ve yol gideri için “bir miktar para” ödeneceği ve bu öğretmenler için başarı belgesi teklif edileceği belirtildi.
Konu bugün Cumhuriyet’ten Figen Atalay’ın haberiyle duyuldu.
Mesajda imam hatip okullarının müdürlerinden “bir öğrencinin imam hatipli olmasının nesilleri etkileyen bir İslami hizmet olacağının şuurunda olan” öğretmenlerle özel olarak görüşmeleri de istenildi.
Mesajda şu ifadelere yer verildi:
“Görev almak isteyen öğretmenler, (ikna kabiliyeti yüksek ve gayretli) bir öğrencinin imam hatipli olmasının nesilleri etkileyen bir İslami hizmet olacağının şuurunda olan arkadaşlarla özel görüşelim. Okullarımız başarılı öğrenciyi sahada çalışmadan bulamayacaktır. Konunun hassasiyetle üzerinde duralım. En azından çevre okullarda öğretmen bulundurmaya gayret edelim. Öğretmene mali külfet olmamak adına masrafları için 3 bin TL verilecektir.”
Kaynağı belirsiz para vaat edildi
Mesajın Sancaktepe İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden okul müdürlerine gönderildiği belirtilirken, müdürlükten konuya ilişkin henüz bir açıklama yapmadı.
Eğitim-İş Sendikası 6 No’lu Şube Başkanı Önder Yılmaz soL’a yaptığı açıklamada bu mesajın Sancaktepe İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nce gönderildiğinin mesajın başında geçen “Kıymetli müdürlerimiz” hitabından anlaşıldığını söyledi.
“Muhtemelen özellikle imam hatip ortaokulu ya da lisesi müdürlerine gönderilen bir mesaj bu” diyen Önder Yılmaz bugün sonuçları açıklanan LGS için 3-19 Temmuz tarihleri arasında tercih döneminin olacağını hatırlattı.
Okullarda tercih döneminde resmi kurulların kurulduğunu ve bu kurullarda rehber öğretmenlerin görevlendirildiğini anlatan Yılmaz bu öğretmenlerin de sözkonusu görev için resmi bütçeden bir ek ders ücreti aldıklarını söyledi.
Yılmaz “Mesajda gördüğümüz şu, öğretmenlere gönüllü olarak gidin, öğrencileri imam hatip liselerine ikna edin diyor. Bunun karşılığında kaynağı hiçbir biçimde belli olmayan ancak vakıflar, cemaatler, tarikatlardan geldiğini tahmin ettiğimiz 3 biner lira ödeneceği söyleniyor” dedi.
Eğitim-İş Şube Başkanı Yılmaz: Böylesini hiç görmedik
Yılmaz resmi olmayan bir görev için öğretmene başarı belgesi vaat edilmesine de tepki gösterdi. Mesajı gören öğretmenlerin şaşkınlık içinde olduklarını aktaran Yılmaz “Böylesini hiç görmedik” dedi.
AKP’nin imam hatip liseleri lehine okullarda uyguladığı ayrımcılık uygulamalarının bilindiğini aktaran Yılmaz, böyle bir yöntemle ilk kez karşılaştıklarını dile getirdi.
Yılmaz "İmam hatiplere kayıtları kolaylaştırmak için yemek verilmesi, servis konulması, FETÖ’den ele geçirilen beş yıldızlı otel gibi okulların imam hatiplere dönüştürülmesi gibi hep ayrımcı uygulamalar oldu. İmam hatiplere öğrenci çekebilmek ve orayı bir cazibe merkezine dönüştürmek için devletin resmi öğretmenlerinden resmi olmayan bir talepte bulunuluyor” diye konuştu.
Sancaktepe İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden herhangi bir yetkilinin bu mesajı gönderdiğinin belli olduğunu dile getiren Yılmaz şunları söyledi:
“Bir ilçe milli eğitim müdürlüğünün görevi kendi sorumluluk alanı içindeki tek bir okul türüne öğrencileri yönlendirerek ayrımcılık yapmak değil; öğrencilerin ilgilerine, yeteneklerine, aldıkları puana ve doğal olarak ailelerinin beklentilerine göre çocukların okul türlerinden birine yönlendirilmesidir. İmam hatipler kadar bir milli eğitim müdürlüğünün sorumlu olduğu meslek, spor, güzel sanatlar, fen, sosyal bilimler, Anadolu liseleri var. Bunlara değil tek bir okul türüne yönlendirme isteniyor.”
Siyasi iktidarın elinde milli eğitimin “bir oyuncak haline dönüştüğünü” söyleyen Yılmaz “Seçmen devşirme gözüyle bakıyorlar ve bir okul türünü de kendi arka bahçeleri olarak değerlendiriyorlar” yorumunu yaptı.
/././
Dünya savaşı ağızlara düşmüşken İsrail Lübnan’a saldırır mı? -Erhan Nalçacı-
Emperyalist paylaşım savaşı tanımı önemli, çünkü eğer sermaye sınıfı milyonlarca emekçinin canını alacak şekilde gözünü karartmışsa, kural olarak işçi sınıfı tarafından cezalandırılacak demektir.
İsrail İngiliz emperyalizminin bir projesi olarak katliama ve işgale dayalı olarak kuruldu, emperyalizmde yaslandığı ülke değişti ama kuruluş mantığı değişmedi.
Öte yandan kuruluşundan bu yana o kadar işgale ve genişlemeye rağmen halen stratejik derinliği olmayan bir ülke olarak kaldı.
Stratejik derinlikten, örneğin, Rusya’nın bir saldırı ve işgal altında düşman donanması tarafından kuşatılamadan binlerce kilometre ülke içine çekilebilmesini anlıyoruz. Sovyetler Birliği Nazi saldırısı karşısında bütün fabrikalarını doğuya taşıyabilmişti. Ayrıca stratejik derinliğin insan ve hammadde kaynaklarını da içerdiğini unutmamalıyız.
İsrail’in küçük yüz ölçümü ile bir saldırı altında çekilebileceği bir yer yok. Hele bugünkü teknoloji ile her yerine ulaşılabilir, vurulabilir bir ülke durumunda bulunuyor. Dolayısıyla hep askeri olarak kırılganlığa sahipti.
Peki, İsrail’i yakın zaman kadar yıkılmaz/yenilmez yapan şey neydi?
Halen katliamlara ve yıkımlara devam edebiliyorsa bunu sadece ABD ve Batı emperyalizminin desteğine bağlayamayız.
Bu şu anda karşılaştığı direnişle bir sarsıntının eşiğinde olan, ancak 70 yıla yayılan yenilmezlik mitinin nedenini başta sermaye sınıfı olmak üzere egemen sınıfların karaktersizliğe, alçaklığa ve kalleşliğe yatkın doğasında aramamız gerekiyor.
Bir kere İsrail sınıfsız bir devlet değildir, sermaye sınıfının iktidarı hüküm sürer.
Suudi Arabistan, Katar, BAE, Ürdün ve Kuveyt’in egemen sınıfları feodal gericiler olarak başından itibaren İngiliz ve ABD emperyalizminin işbirlikçisiydiler. Şimdi feodallikten sermaye sınıflığına geçiş yaptılar.
Önce Türkiye ve İran, sonra Suriye, Mısır, Irak, Sudan, Libya, Cezayir, Yemen burjuva devrimlerini emperyalizmin işbirlikçisi feodal iktidarlara karşı gerçekleştirdi. Hepsinin burjuva devriminde emperyalizme karşı şöyle ya da böyle Sovyetler Birliği’nin desteği bulunuyordu. Bu ülkelerin genç burjuvazileri bu desteğe dayanarak bir süre halkçı, aydınlanmacı ve bağımsızlıkçı olabildi.
Sonra hepsi sırası gelince Sovyetler Birliği’ne, dünyanın ilk işçi sınıfı devletine ihanet ettiler ve ABD emperyalizminin hegemonyası altında ilkesizliğin, çürümenin batağına saplandılar.
1956 yılında İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’ın Süveyş Kanalını devletleştirmesinden sonra işgale başlamasında Sovyetler Birliği’nin verdiği tepkiyi verecek bir devlet yok günümüzde. Sovyetler Birliği her şeyi kafanıza geçiririm diye ültimatom verince haksız işgal son bulmuştu.
Süveyş Krizi bir neden değil ama tarihsel olarak emperyalist dünyanın hegemonyasının İngiltere’den ABD’ye geçişinin de bir mihenk noktası olmuştu. İngiltere bir daha ABD’den bağımsız bir emperyalist operasyona cesaret edemedi.
ABD bölgedeki sermaye sınıfının egemenliğindeki bütün ülkelere hegemonyasını dayattı. İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünyanın tek patronu haline gelmişti. Bu iş birliği stratejik derinliği olmayan İsrail’i yenilmez yaptı.
Türkiye 1952’de NATO’ya dâhil oldu ve bölgesel işbirlikçiler kervanına katıldı.
Mısır’ın İsrail ile 1978’de imzaladığı Camp David anlaşması emperyalist barışın başlıca örneği olarak tarihte yerini aldı. İlkesiz bir korkaklık, adaletsizlik karşısında ses çıkarmama yaygınlaştı. Sovyetler Birliği’nin yalnızlaşmasında ve belki çözülüşe gidişinde rol oynadı.
Bu ahlaki çöküntüye dayalı iş birliğinden belki Suriye, Cezayir, Libya ve Yemen’i kısmen dışarıda tutabiliriz. Ancak hepsi de Batı emperyalizminin operasyonuna maruz kaldı.
Şimdi ise İsrail devletinin işlediği bütün cinayetlere rağmen eli titriyor. Uluslararası düzeyde yalnızlaşma ve itibar kaybına askeri bir başarısızlık korkusu ekleniyor.
Uluslararası yalnızlaşmada çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfı siyasetlerinin düzenlediği protestoların büyük önemi olduğunu biliyoruz.
Ancak askeri başarısızlık olasılığı – bu göreceli bir şey, işlenen tüm cinayetlere rağmen kesin bir zafer kazanamamak, askeri ve sivil kayıp vermek, alt yapı tesislerine dönük saldırıları önleyememek vb- günümüzde emperyalist hegemonya kriziyle ilişkili. Bütün kendi özgün dinamiklerine rağmen bir çeşit vekâlet savaşı sürüyor bölgede.
Artık emperyalist dünyada tek bir güç yok ve ABD gözle görülür şekilde hegemonya kaybına uğruyor.
Bunun belki ilk belirtisi 2006 yılında İsrail ile Hizbullah arasındaki savaşta İsrail’in ezici üstünlüğüne rağmen askeri olarak görülmedik ölçüde kayba uğraması ve Hizbullah’a diz çöktürememesiydi.
Şimdi yarattığı devasa yıkıma ve soykırım düzeyine çıkan Gazze işgaline rağmen Hamas ve diğer direnişçileri yenememesi önemsenmeli. Yemen’de Husilerin gösterdiği kararlı direnç bir kenara kaydedilmeli.
Öte yandan Gazze işgaline karşı Hizbullah’ın İsrail ordusunu kuzeyde meşgul etme ve yıpratma politikasının bir savaşa dönüşme ihtimali artıyor. Aşağıdaki harita bize konuyu takip etmekte yardımcı olabilir.
Haritada Lübnan ve İsrail sınırı görülüyor. Daha topyekûn bir savaş olmamasına rağmen çatışmalarda yaşamını kaybeden asker ve siviller, sınırın her iki tarafında yaşanan göçle bir yıkıma yol açmış gözüküyor. Hizbullah’ın dron ile hassas yerlerin fotoğrafını çektiği Hayfa Limanı izleniyor. Yine İsrail’in tedarik üssü olarak kullanılıp Hizbullah tarafından tehdit edilen Kıbrıs’ın füzelerin menzili içindeki güney limanları görülüyor.Savaş derken İsrail’in bütün kıyıcılığı ile Lübnan’ı işgal etmesi, Beyrut başta olmak üzere zaten büyük bir ekonomik güçlük içindeki ülkeyi bombalayıp harabeye çevirmesi, ciddi sivil katliamlara başlaması kastediliyor. Yoksa 7 Ekim olayından itibaren Hizbullah ile İsrail arasında yaşananlar zaten savaş gibi.
Karşılıklı topçu ve füze atışları nedeniyle sınıra yakın bölgelerde her iki tarafta yüz binlerce kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Lübnan’da 400’den fazla kişi yaşamını yitirdi, İsrail asker kayıplarını gizliyor ama onlarca ölü var. Ayrıca üst düzey Hizbullah komutanı İsrail’in suikastına uğradı. Buna karşılık Hizbullah yüzlerce füzeyi ateşledi, çıkan yaygınlar söndürülemedi vb.
Ancak ele aldığımız konu açısından şu önemli, Lübnan ile savaş kararı alınmasına, 350 bin yedeğin askere çağrılmasına rağmen İsrail tereddüt ediyor.
Hizbullah gönderdiği füzelerle başından beri deneme yapıyor ve İsrail hava savunma sistemi olan Demir Kubbe’yi test ediyor. Birçok güvenlik açığı bulunuyor ve özellikle Demir Kubbe’nin insansız hava araçlarına karşı başarısız noktaları çözülüyor. Ayrıca Demir Kubbe’nin kritik radarları hedef alınıyor ve sistem daha da zayıflıyor. Hizbullah İsrail’in kritik limanı olan Hayfa üzerinden dron uçurarak hassas noktaların fotoğrafını çekmiş. Bu paylaşım buraların vurulma tehdidini içeriyor. Bunlara ek olarak Batı emperyalizminin işbirlikçisi olan ve İsrail’e ikmalin yapıldığı Kıbrıs limanlarının füzelerle vurulacağı tehdidi ileri sürüldü.
İşte bu noktada eşiğe gelmiş bir dünya savaşının başlayabileceği bakanlar, devlet başkanları tarafından konuşulur duruma geldi.
Sol okuru için yabancı bir konu değil bu, 9 sene önce bu köşede olası bir emperyalist paylaşım savaşından bahsetmiştik. Sonrasında birçok yönüyle bu konuyu işledik.
Emperyalist paylaşım savaşı tanımı önemli, çünkü eğer sermaye sınıfı milyonlarca emekçinin canını alacak şekilde gözünü karartmışsa, kural olarak işçi sınıfı tarafından cezalandırılacak demektir.
Bu ceza şurada veya burada sermayenin iktidarı kaybetmesi anlamındadır.
/././
İş cinayetlerinde göçmen işçiler kayıt dışı: Şanslı olan mezar yeri bulabiliyor -ÇAĞDAŞ ÜBEYİT BÜYÜKDALDA-
Her gün işçi cinayetlerinin işlendiği Türkiye'de göçmen işçilerin takibi de maalesef yapılamıyor. Konya'daki Ahmet El İbrahim bunlardan biri. Ahmet şanslı sayılıyor en azından mezarı var diye.Çoğu göçmen işçinin yaşam alanları, barınma koşulları açısından elverişli değil, tıpkı Türkiye'de benzer koşullarda çalışan diğer işçiler gibi. Kimi zaman Avrupa'ya tehdit olarak kullanılıyor ya da milliyetçiliğin tırmandırılmak istendiği anlarda hedef gösteriliyorlar. Özellikle de ekonomik kriz zamanlarında ve emekçilerin patronlardan hesap sormaya niyetlendikleri anlarda. Herkes göçmen işçilere düşman gibi davranıyor ama bir yandan mülteci, göçmen düşmanlığı yapılırken diğer yandan da patronlar daha ucuz iş gücü buldukları için ellerini ovuşturuyor.
İş cinayetlerinde göçmen işçiler kayıt dışı
Oturdukları mahallelerde insanlardan yalıtılmış bir hayat sürmeye çalışıyorlar. Çalışma hayatları da bir o kadar zor. İş bulmak için tek seçenekleri kimsenin çalışmak istemediği ağır işler kalıyor geriye. Patronun da canına minnet. Çünkü bu sayede iş koşullarını iyileştirmekten kurtuluyor ve kârlarına kâr eklemiş oluyorlar. İşçi güvenliğinin neredeyse hiç olmadığı, ağır iş koşullarında iş kazaları kaçınılmaz bir son oluyor. Böylesi sektörlerde patronların tercihi ise genelde göçmen/mülteci işçi oluyor. Neredeyse her gün işçi cinayetinin işlendiği Türkiye'de göçmen işçilerin bu açıdan takibi de maalesef yapılamıyor.
Bu cinayetlerin bir yenisi Konya’da meydana geldi. Konya merkeze yaklaşık 50 km uzaklıkta Ladik ilçesinde oturan, diğer göçmen işçilerden kısmen korunaklı şartlarda çalışan bir işçiydi Ahmet El İbrahim.
Konya Organize Sanayi Bölgesi 6. Sokakta bulunan Akış Makina'da 5 Haziran günü 08.00-16.00 vardiyasından iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin yeterince alınmadığı bir CNC makinasında çalışırken cinayete kurban gitti Ahmet El İbrahim.
Bu tür örneklerde "yabancı" dedikleri işçilerdenseniz işler daha zor. Hatta şansı olan göçmen işçiler belki bir mezara sahip olabiliyor. Çünkü patronlar böylesi "sorunlarla" uğraşmak istemiyor. Küçük yerlerde yaşanan iş cinayetleri çoğu zaman kimseye duyurulmadan işçinin bedenini ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanıyor. Şehir merkezinde yaşanan iş kazalarının haber yapılmaması, yapılmışsa da yayından kaldırılması patronların günlük mesai tanımları arasında yer alıyor.
Ahmet El İbrahim'de de öyle oldu. Önce Konya'nın yerel basını olayı servis etti, sonrası malum; "Üzgünüz böyle bir sayfa yok".
Göçmen işçinin cenazesine katılmak da yasak
Konya'da yaşanan örnekte de cinayetin ardından yerel basına çıkan haberler kaldırılmış ve mülteci işçinin iş arkadaşlarının cenazeye katılması patron tarafından engellenmiş. Gerekçe ise "Ölen işçinin ailesi çok öfkeli, olay çıkmasın" olmuş.
Ahmet El İbrahim'in ölümünün ardından sadece bulunduğu bölümde bir gün üretime ara veriliyor. Ardından da çarklar dönmeye devam etmiş.
soL'a konuşan işçilerin aktardığı bilgilere göre, daha önce de ölümlerin olduğunu, Ahmet'in öldüğü günden 1 hafta önce de yine benzer kazanın yaşandığını öğrendik. Mülteci olmak sadece kayıtsız, güvencesiz ya da daha düşük ücrete çalışmak değil aynı zamanda insani olmayan koşullarda barınmanızı da beraberinde getiriyor.
Çobanlık yapıyorsanız bir ahırda uyumanız normal bir durum. Fabrikada çalışıyorsanız, gözden çıkarılan ilk işçi oluyor ve en tehlikeli işleri yapıyorsunuz. Resmi veriler buzdağının görünen kısmı
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi'nin açıkladığı veriler kadın ve çocuk göçmen işçi demeden özellikle de tarım sektöründe bu tür sorunların sıkça yaşandığını gösteriyor. Yayınlanan raporlarda yer alan veriler kayıt altına alınabilenleri kapsıyor. Yani başka bir deyişle buz dağının görünen yüzü ve gerçek rakamlardan çok uzak.
Konuya ilişkin soL'a konuşan ve sektördeki örnekleri yakından takip eden Mühendis Hande Tunca, göçmen işçi cinayetlerinin özellikle de en çok iş cinayetinin yaşandığı sektörlerde artış gösterdiğini ve bu alanda yaşanan örneklerdeki kayıtların ve bilgilerin manipüle edilebildiğini ifade ediyor.
"Başta tekstil, inşaat, tarım olmak üzere göçmen nüfus artışı görülürken zaman içerisinde sığınmacıların yerleşim ve çalışma hayatında düzenlemelere dair adımlar geciktikçe; lokanta-gıda-kurye-market gibi kent içi sektörlerde de göçmen emeği artış göstermeye başladı. Kontrolün görece daha yüksek olduğu maden, metal-çelik sektöründe yer alan işlerde göçmen emeği daha az karşımıza çıksa dahi hurda işleri gibi yerlerde yoğunlaşma mevcut. Bu saydığımız sektörler zaten ülkemizde işçi cinayetlerinin en yüksek olduğu yerlerden olduğunun da altını çizmek gerekiyor.
Kayıt dışı istihdam ise göçmenlerin çalışma hayatında alternatifsiz bir durum haline geleli çok zaman oldu. Patronların onayı ve bürokratik adımı ile başlanabiliyor kayıt altına alınabilme süreçleri ve elbette bunu yapan patron sayısı çok az. Net bir rakam verilemese de tahmini 1-1,5 milyon göçmen işçi kayıt dışı istihdam ediliyor."
'Göçmen işçiler kimsesizler mezarlığına gömülüyor'
Hande Tunca soL'a verdiği demeçte şu sözlere yer verdi:
"Son yıllarda özellikle Türkiye’nin işçilere dönük en kapsamlı ihlallerini yaşatmış olan 3. havalimanı şantiyesi döneminde göçmen işçi ölümleri çok gündeme gelmişti. Bazen kanalizasyon kanalında dahi cansız bedenine ulaşılan göçmen işçilerin, çalışma izinleri alınmadan çalıştırıldıklarını okumuştuk. Yol kenarlarında bulunan inşaat ve tarım işçisi; yaralı ya da hayatını kaybetmiş göçmen işçilere dair haberler daha fazla karşımıza çıkar olmuştu. Çalışma hayatında zaten yasal hakları, diğer iş arkadaşlarına göre sınırlı olan göçmen işçiler üstüne üstlük bir de kayıt dışı olmaları durumunda kendileri ve yakınları için dipsiz bir kuyuya dönüyor. Tazminat hakları, iş kazası sonrasında iş göremezlik maaşı ve devlet tarafından verilecek olan diğer sağlık hizmetlerinden yoksun kalıyorlar. Ölümleri halinde ise en iyi senaryo vicdanlı birilerinin ailelerine ve yakınlarına haber vermesi. Bu büyük bir insanlık suçu. Sayısını bilemediğimiz kadar çok göçmen işçi Türkiye’deki patronların işlerini yaparken canından oldu ve naaşları memleketlerine dahi ulaştırılamadı. Büyük bir çoğunluğu kimsesizler mezarlığına gömülüyor. Patronların, çalışma ortamında almadığı iş güvenliği önlemlerinden dolayı yaşanan kaza ve cinayetlerin hesabı ise yasal olarak da sorulmadığı için aynı koşullarda çalışmaya devam ediliyor.
Bunun yanında sadece erkekler değil, kadın ve çocuk göçmen emeğine özellikle tarım sektöründe sıkça rastlanıyor. İSİG Meclisi çalışma hayatında yaşanan iş cinayetlerine dair aylık ve yıllık raporlar yayınlıyor. Bu raporlarda yer alan veriler kayıt altına alınabilenleri kapsıyor. Gerçek rakamlardan elbette çok uzak. Tüm kayıt dışı istihdam, iş cinayeti kaydındaki eksiklikler yanında buna rağmen 2023 senesinde yaşanan iş cinayetleri içerisinde göçmen işçilerin oranının yüzde 6 civarında olduğu görünüyor."
*Haber Kapak Fotoğrafı: Ergün Karadağ (@ergun.karadag)
/././
İnsanlığın Küba’ya ihtiyacı var -Mehmet Yavuzkan-
Küba’ya bakarken ”bardağın boş tarafını” gördüm ama hep ”bardağa” baktım, dolu tarafını göz ardı etmedim, dolu tarafın gücünü hissetmeye çalıştım.
Soykırım suçu olan abluka altında 60 yılı deviren ve bu koşullar altında var olan tüm olanaklarını hiç düşünmeden diğer halklarla paylaşan Küba daha ne yapsın ki! Üstelik, emperyalist odakların medyası aracılığıyla sürekli anti propagandası yapılıp, terörizmi destekleyen ülkeler listesine eklenmişken. Amerikan emperyalizmi büyük bir kin ile Küba’ya boyun eğdirmek isterken!...
Küba’ya duyulan nefretin boyutu ve yapılanlar, Küba’nın insanlık için, sosyalizm mücadelesi için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Üstelik yapabilecekleri, ablukanın etkisi nedeniyle sınırlı kalıyorken, Küba verdiği mücadele ve yaptıklarıyla insanlığa olağanüstü mesajlar veriyor. Yaşadıkları sorunları ve nedenlerini biliyor, çözüm için kafa yoruyorlar. Küba halkı ”devrimin kendisi için ne anlama geldiğini ve devrim olmasaydı ne olurdu” sorusunun yanıtını, yanı başındaki Amerika uydusu Porto Riko’nun durumuna bakarak görüyor.
Kısa bir süre önce gittiğim ve büyük bir heyecanla döndüğüm Küba’yı hep bu duyguyla dolaştım, gördüm, öğrendim, şaşırdım ve hüzünlendim hatta kızdım da! Ama Küba’yı daha da çok sevmeye başladım. Bana verdiği umudu, yansıttığı neşeyi ve ciddiyeti, hissettirdiği kaygıyı bir bütün olarak görmeye çalıştım. Kaygımın bazı yerlerde kızgınlığa dönüşmesi, Küba’ya olan sevgimi azaltmadı, aksine daha fazla sorumluluk duydum. Diğer güzellikleri hoyratça yok sayamazdım. Elimden daha fazlası nasıl gelebilir diye düşündüm, sohbet ettim, tartıştım.
CHE ve Çocuk Anıtı- Küba Komünist Partisi Villa Clara İl Binası ÖnüKüba’dayken, Attilâ İlhan’ın ”Ben Sana Mecburum” şiiri sürekli dilimdeydi!
"ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum"
Küba’ya bakarken ”bardağın boş tarafını” gördüm ama hep ”bardağa” baktım, dolu tarafını göz ardı etmedim, dolu tarafın gücünü hissetmeye çalıştım. Ayrıca, verilen kavgaya tüm boyutlarıyla hakim olamayacağımı biliyorken, baktığım yer Küba Komünist Partisi önderliğinin ve halkın örgütlü gücünün sorunlara nasıl odaklandığı ve nasıl tarif ettiğiydi. Çehov’un çok güzel bir sözü var: “Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru şekilde sorabilmek, tamamen iki farklı meseledir.”
Küba’da gezerken, sohbet ederken, tartışırken bu söz aklımdan hiç çıkmadı. Sorular doğru sorulsa da, çözüm öneri ve yollarına dair şaşırdığım ve kızdığım örnekler de oldu!
Dedim ya, Küba’ya kapitalist bir mantıkla, başka bir düzlemden bakmadım, elma ile armudu hiç karıştırmadım. Ancak, Havana’nın kalbine saplanmış gibi inşa edilen 40 katlı oteli, Trinidad’daki Küba plakalı (BMW X5, Grand Cherokee Jeep vd.) lüks araçları hiç anlamadım, öfkelendim. Otomobil sektörünü ve ideolojisini çok tehlikeli bulan ve nefret eden biri olarak gördüğüm manzara can sıkıcıydı! Otobüs duraklarında benzin kıtlığı nedeniyle azalan seferler ulaşımı riske sokarken, lüks otomobillerin dolaşmasını içime sindiremedim! Gittiğim dört ilde de, sokakta sürekli ihtiyaç maddeleri isteyenleri görünce üzüldüm. Tüm bunlar, eşitsizliğin giderek artışını mı yoksa geçiş döneminin kimi olgularına mı delalettir, bu konuda ciddi sorularım var. Kübalı yoldaşlarımızın bu konuda ikna edici bilgileri çok değerli olacaktır.
soL Haber Portalında Küba ile ilgili çokça yazı çıktı. İlgili okur, araştırıp okuyabilir. Bu yazının amacı, bir kez daha Küba’yı, devletin ve halkın verdiği mücadeleyi, sorunları hatırlatmaktır. Tekrar belirtmem gerekirse, sürekli bardağın boş tarafını” dillendirmek değil Küba’ya bakışın bütünlüğünü yeniden hatırlatmak, unutulan ya da unutturulmaya çalışılanları dile getirmektir.
***
Kişisel tarihimden bir anekdot: Örgütlü bir siyasi mücadeleye başlamamın üzerinden henüz iki yıl geçmişti, SSCB çöktü. Bu sürecin öncesi ve sonrası, dünya solu ve hele ki Türkiye solu açısından ibretlik örneklerle doludur.
O zamanlar, bir ”sovyetik” olarak, bu çöküş çok ağırıma gitmişti ama “yeniden kurarız” düşüncesi bende hep hakimdi! Gençliğime ve toyluğuma verin; öyle değilmiş! Bugün, SSCB’nin insanlık için ne demek olduğunu çok acı bir şekilde yaşıyoruz.
SSCB’ye dair vurgumun nedeni, Küba’nın yaşadıklarıdır. Küba’yı da Sovyetik bir ruh ve duyguyla gezdim. SSCB yıkılırken objektiflik adına soytarılık yapanlar ve sonrasında çürüyen benzerleri gibi yapamam çünkü objektif değilim! Küba’ya dair sübjektifim.
Buraya kadar yazılanlarda, benim bir tehlikeye işaret ettiğim ve ona göre davranmamız gerektiğini söylediğim görülecektir.
***
Abluka ve dolayısıyla Emperyalizm
Öncelikle, insanlık dışı abluka, Küba’ya dair yapılan yorumlarda giderek ağırlığını yitirmekte; bu durum, emperyalist ABD’nin işine gelmektedir. Küba, hiçbir şey yaşamıyormuş gibi, bilinçli ve bir o kadar ahlâktan yoksun bir bakışla değerlendirilmektedir. Bu burjuva medyasından tutun siyasetine, akademisine kadar böyle. Yüzeysel bakışlarla büyük çıkarımlar yapan bir toplam, bunu yaymaktadır. Emperyalizmin aktörleri şerbetlidir, soğuk savaş çocuklarıdır, ideolojik desteğin önemini iyi bilir. Bilinçli olan bu çabayla sert bir şekilde mücadele edilmelidir.
Emperyalist kampın tüm kurumları ablukanın bizzat sorumlusudur. Abluka, emperyalist ülke ve kurumların çok önemli bir savaş aracıdır. Ablukanın 60 yılda, Küba’ya verdiği zarar yaklaşık 150 milyar doları buluyor. Bu rakamdan ziyade, eğer abluka olmasaydı, Küba’da sosyalist düzenin geleceği, toplumun ulaşacağı düzey ve insanlığa yapacağı katkıyı düşünmeden edemedim.
Net bir ifadeyle belirtmeliyim ki, merkezinde ”abluka”nın ve sonuçlarının irdelenmediği hiçbir çalışma, yorum ya da gözlem, Küba’nın gerçekliğini soyutlayamaz.
Küba değerlendirilirken, sadece abluka sabit tutulmalı; diğer tüm siyasi, ideolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimler, abluka ile ilişkilendirilmeli; sonrasında birbirleriyle olan etkileşimler değerlendirmeye dahil edilmelidir. Ablukanın 60 yıllık değişim ve dönüşümü de, Küba halkının buna verdiği örgütlü direniş ile değerlendirilmelidir.
Örgütlü bir halk...
"Toplumun ve devletin lider gücü" Küba Komünist Partisi (PCC) başta ve merkezde olmak üzere, Devrimi Savunma Komiteleri (CDR), Küba Kadın Federasyonu (FMC), Küba İşçileri Merkezi (CTC), Genç Komünistler Birliği (UJC) ve Küçük Çiftçiler Ulusal Birliği (ANAP) ve nice toplumsal örgütler, yukarıdaki değişimlerin, abluka karşısındaki dayanışma ve mücadelenin bir bütün olarak omurgasını oluşturmaktadır.
Küba Komünist Partisi'nin öncülüğüne ve toplumun çok boyutlu örgütlülüğüne güveniyor; direnişin en büyük garantisinin de bu olduğunu görüyoruz.
Bunu bir örnekle açıklamak isterim: Devrimi Savunma Komiteleri İl Koordinatörü Norlenis Serpa ile birlikte Matanzas ilinde ziyaret ettiğimiz bir mahalle biriminde verdiği bilgiye göre sadece bu ilde 9901 Devrimi Savunma Komitesi var.
Havana'dan Pinar del Río'ya giderken kırsal alanda CDR panosu.Mahalleyi ziyaretimizde ikram edilen Caldoza çorbasını belirtmeden geçemeyeceğim. Küba halkının buluşmalarının olmazsa olmazıymış. Devrimi Savunma Komitelerinin ise sembol yemeği. Herkesin çorbada tuzu olsun örneği, her evden farklı sebze ve malzemelerin gelmesiyle yapılan, Küba'nın yerli mutfağından miras kalan bir yemek. Adanın kültür tarihinde, ırkların karışımının mükemmel bir sembolü olarak görülüyor. Kristof Kolomb'un gelişinden önce Küba yerlileri zaten geleneksel Ajiaco (Ahiyako diye okunuyor) veya Caldoza (Kaldoza diye okunuyor) pişiriyorlarmış.
Caldoza çorbası11 milyon nüfusu olan bir ülkede, 8 milyonun üzerinde Kübalı, Devrimi Savunma Komitesi üyesi. Ülkenin en büyük örgütü, “Bundan böyle kolektif bir gözetim sistemi kuracağız ve emperyalizmin uşaklarının buraya gelip gelemeyeceğini göreceğiz” diyen Fidel Castro tarafından kuruldu.
Serpa’nın verdiği bilgiye göre, Devrimi Savunma Komiteleri'nde komşular birbirini tanıyor, kim nerede yaşıyor, kim hasta biliyor; komşular arasında birlik ve dayanışma, gündelik hayatın sıradan bir ritüeli halinde yaşanıyor. Mahallelerdeki bu örgütlenmeyle sağlık görevlilerin el ele mücadelesi, Küba’daki COVID19’un etkisini hızlı bir şekilde önleyen en önemli etken olmuş.
Devrimi Savunma Komiteleri (CDR), yeni bileşenlerin bünyesine dahil edildiği bir süreci yaşıyor. 16 yaşından büyük herkes CDR’ye gönüllülük temelinde üye olabiliyor. Küba’da halkın yönetime katılımının birinci basamağını CDR oluşturuyor. Halk kendi temsilcisini seçiyor. Kişiler değil toplumla kurulan bağlar geliştiriliyor. Komitelerin yerlerine ve bulundukları bölgeye göre çalışmalarda farklılıklar görülebiliyor. Ablukanın etkilerini azaltmak için her yerde gıda üretimini artırmak için de çalışmalar sürdürülüyor.
Küba’da bulunduğumuz sürede, CDR, Havana’daki Ulusal Merkezi'nde, ülkedeki tüm koordinatörlerin toplandığı; Küba Devleti ve Küba Komünist Partisi liderliğinde, geleceğe dair projeksiyonların yapıldığı bir toplantı gerçekleştirdi. CDR’nin başkanlığını (Küba Beşlisi’nden) Gerardo Hernández Nordelo yapıyor.
***
Sorunlar...
Küba’da da ciddi bir enerji krizi var. Bu soruna dair büyük bir emek harcanıyor. Çeşitli sektörlerden elde edilen az sermayeyle enerji üretebilmek için petrol almaya çalışılıyor.
Abluka devrede: Körfeze yaklaşan petrol tankerleri, uluslararası bankacılık sisteminde Küba’nın para ödemesi engellenerek büyük bir zorlukla karşı karşıya bırakılıyor. Kimi günler benzin bulunamıyor. Gündelik hayatın birçok alanı ciddi bir şekilde etkileniyor.
Yaşanılan enerji krizini konuşurken hüzün verici bir örneği belirtmeden geçemeyeceğim. Trinidad’ın girişinde havalimanı trafik kulesi gibi duran inşaatın SSCB yıkılınca yarıda kalan nükleer santral inşaatı olduğunu öğrenince kahroldum. SSCB’nin büyük bir armağanı olacakken...
Hammadde tedariği bir başka sorun... Dünyadan hammadde alabilecekleri firmalar ile ilişkiye geçildiğinde ABD devreye giriyor; ya söz konusu firmayı satın alıyor ya da ticareti engelliyor.
Gerektiğinde Küba tarafından ödenecek miktarı muhabir bankalar bloke ediyor.
***
Bu yazıyı bir paragraf ile sonlandırmış, soL Haber'e gönderecekken, Küba Devlet Başkanı ve Küba Komünist Partisi Merkez Komite Birinci Sekreteri Miguel Díaz-Canel’in 26 Haziran’da, soL’da yayımlanan röportajına rastladım. Bu yazının başlığına atıf olabilecek sözleriyle bitirelim:
”Küba’nın nasıl bir örnek oluşturduğunu biliyorum. Bunu herhangi bir böbürlenmede bulunmaksızın, Küba şovenizmi yapmaksızın söylüyorum... Latin Amerika, Karayipler ve dünya için nasıl bir örnek teşkil ettiğimizi biliyoruz. Bunu biliyoruz çünkü dünyada ne kadar çok sayıda insanın Küba ile dayanışmayı hayatının merkezine koyduğunu sürekli olarak görüyoruz. Bunu keyif için yapmıyorlar; çünkü ortada bir örnek var, çünkü bir güven var, çünkü yol gösterici bir ışık var; o ışığı muazzam bir bağlılıkla sahiplendiğimizi ve ona asla ihanet etmeyeceğimizi biliyorlar. Böylesine güçlü bir hükümetin küçük bir ülkeye diz çöktürmek için neden bu tür uygulamalara başvurmak zorunda kaldığını açıklayan tek şey bu.”
Yaşasın Küba!
/././
Jüri üyesi gözünden Altın Şövalye: Sinemacılarımız NATO'nun gazabından mı korktu? -Semir Aslanyürek-
Oradan ayrılırken içime bir hüzün çökmüştü. Çünkü Omsk’ta geçirdiğim bu on gün bana ilaç gibi gelmişti. İstanbul’dan yola çıktığımda beynime sıkışmış olan karamsarlık dağılmıştı.
Bundan otuz üç yıl önce ilki Moskova’da yapılan Uluslararası Kino Forum Altın Şövalye Film Festivali’nin bir özelliği de ilk gezici festivallerden biri oluşudur. 21 Mayıs’ta Rusya Federasyonu’nun Sibirya bölgesindeki Omsk kentinde görkemli bir açılışla başlayan otuz üçüncü Uluslararası Altın Şövalye Film festivali yine görkemli bir kapanışla sona erdi.Gerek açılış gerekse kapanış törenlerinde Omsk Filarmoni Orkestrasının mini konseri müthişti. Ünlü Sovyet ve Rus sanatçılarının anlamlı konuşmaları, özellikle Andrey Tarkovski’nin “İvan’ın Çocukluğu” ve “Andrey Rublyov” filmlerinde sergilediği mükemmel oyunculuğuyla tanıdığımız ve aynı zamanda “Altın Şövalye” Uluslararası Kino Forum başkanı, Halk Sanatçısı, yönetmen ve oyuncu Nikolay Petroviç Burlayev’in pek anlamlı konuşmaları uzun süre ayakta alkışlandı.
Nikolay Petroviç BurlayevNikolay Petroviç Burlayev’i henüz VGİK’te (SSCB Devlet Sinema Enstitüsü) Film Yönetmenliği Fakültesinde öğrenciyken “İvan’ın Çocukluğu” ve “Andrey Rublyov” filmlerinden tanıyordum. Fakat asıl tanışmamız İstanbul’da, 1988 yılında “Lermontov” filmiyle İstanbul Film Festivaline katılmasıyla gerçekleşti. Ben yüksek lisans diplomam olmasına rağmen Keşan’da 18 ay süren askerlik hizmetimi rütbesiz sakıncalı piyade olarak tamamlamış memleketim Antakya’ya dönerken, festival dolayısıyla bir hafta kadar İstanbul’da kalmıştım. Böylece Sovyetlerden gelen ve aralarında Nikolay Burlayev’le Gürcü yönetmen Tengiz Abuladze’nin de bulunduğu sinema heyetiyle karşılaşmış onlara hem çevirmenlik yapmış hem de İstanbul’u gezdirmiştim.
Aradan 35 yıl geçmiş olmasına rağmen Nikolay Petroviç Burlayev beni unutmamış geçen sene Çeçenistan Grozny’de düzenlenen Uluslararası Altın Şövalye Film Festivali jürisine davet etmişti. Bu arada hasbelkader öğrencim olmasıyla gurur duyduğum, arkadaşım şahane yönetmen Kâzım Öz’le ortak yönettiğimiz “Elif Ana” filmini yeni tamamlamıştık. Ben de yeni filmimiz olduğunu söyleyince festivale filmle katıldım. Bu durumda beni uluslararası kısa metraj film yarışması jürisine havale edildim. Ödül alacağına kesin gözüyle baktığım “Elif Ana” sadece jüri özel ödülüne layık görülmüştü...
Nikolay Petroviç sağ olsun, bu yıl da beni unutmadı ve uluslararası uzun metraj jürisine davet etti. Jüri, festival kitapçığında belirtildiği sıralamayla, jüri başkanı Tarkovski’nin VGİK’ten sınıf arkadaşı Rus yönetmen Andrey Mihalkov Konçalovski, Türkiye’den ben, Sırbistan’dan oyuncu yönetmen ve yapımcı İvana Jigon, Rusya’dan senarist yönetmen Nikolay Lebedev, Bulgaristan’dan yönetmen Margarit Staefanov Nikolov olmak üzere beş kişiden oluşuyordu. Bunun haricinde festivalde oyunculu kısa metraj film, belgesel kısa metraj, belgesel uzun metrajlı film, animasyon film, öğrenci filmleri kategorilerinde yarışmalar da mevcuttu. Festivale ancak birkaç ülkeden katılım vardı. Rusya-Ukrayna arasında devam eden savaş ve NATO paktına mensup ülkelerin Rusya Federasyonuna ambargo uygulaması dolayısıyla sınırlı sayıda ülkeden filmler katılmıştı. Festivale ev sahipliği yapan Rusya’nın yanısıra Belarus, İran, Sırbistan ve Suriye gibi ülkelerden filmler yarıştı. Benim jürisinde olduğum oyunculu uzun metraj (kurgu) film yarışmasında en iyi film ödülüne iki Rus filmi layık görüldü. Bunlardan biri yönetmen İlya Kazankov’un “Pozyvnoy Passajir” (Çağrı İşaretli Yolcu) diğeriyse yönetmen İgor Voloşin’in “Povelitel Vetra” (Rüzgârın Efendisi) filmleriydi... Rusya’nın görünürde Ukrayna, velakin özünde terör devleti ABD ve NATO paktına karşı verdiği, gayet ölçülü ve bir o kadar da sabırlı savaşın görünürde olmasa da insanların huzurunu bozmuştu. Sokakta, parkta, marketlerde, sağda solda vs. karşılaştığım insanlar ABD ve NATO kökenli bu kirli vekalet savaşından hiç etkilenmemiş gibi normal yaşamlarını sürdürmelerine ve savaştan hiç söz etmemelerine rağmen, dikkatli bakılınca insanların neşesinin önemli ölçüde kaçtığını fark etmek mümkündü...
Aslında festival jürisine davet edildiğim gün bana Türkiye’den festivale katılmak isteyen film yönetmen veya yapımcılarının başvuru yapmalarını da önermişlerdi. Bu haberi Film-Yön ve Sinemacılar Birliği’ne ilettiğim halde kimse ilgilenmemiş kimse başvurmamıştı nedense. Bizim sinemacılar NATO’nun gazabından korkup bir Rus festivaline katılmayı göze almamış olabilirler mi acaba? NATO ülkeleri, Türkiye’den katılanları kendi festivallerine kabul etmeyebilir korkusu aklıma gelmedi değil yani...
Festival çok eğlenceliydi. Omsk halkının festivale ilgisi büyüktü, sinema salonları tıklım tıklımdı. Örneğin Burlayev’in “Savaş Alanında Tek Başına” adlı belgeseli gösterildiği (yarışma dışı tabi) zaman salon dolmuştu ve dışarıdan o kadar sandalye soktular ki film bittiğinde salondan erken çıkabilmek için sandalyelerin üzerinden atlamaya başlamıştım. Öyle ki yarışma filmlerine olduğu kadar, yarışma dışı filmlere de ilgi büyüktü. Kendimi bildim bileli oyunculu filmlere oranla belgesel filmlere her zaman ve her yerde ilgi daha az olur. Omsk’ta belgesellere de aynı ilginin duyulmasına şaşırdım desem yalan olmaz.
Festivale Sovyet ve Rusya Federasyonu'ndan olduğu gibi diğer ülkelerden çok sayıda davetli sanatçılar vardı. Özellikle Almanya’dan belgeselci Christiane Domke ve eşi Wilhelm tanışıp dost olduğum çok değerli insanlardı. Festivalde veya gezilerde olsun Wilhelm’in kamerası devamlı çekim halindeydi. Ayrıca bir zamanlar Doğu Almanya vatandaşı olan Christiane ile Wilhelm şu ana kadar komünistliklerinden bir milim taviz vermemiş olmaları dikkate değerdi.
Festival boyunca ağırlandığımız otel Hilton, Sheraton vs. gibi olmasa da çok temiz, insana kendini evinde hissettiren bir oteldi. Hele yemeklerine diyecek yoktu! Her gün kahvaltıda siyah havyarın, somon balığının ve rokfor peynirinin bulunması benim için yeterliydi. Ayrıca festival davetlilerine hemen hemen her gün bir gezi düzenleniyordu. Müzeler, birbirinden ilginç tarihi yerleri gezmek çok keyifliydi. Özellikle dünya edebiyat tarihinin en önemli birkaç isminden biri olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin (bana göre dünya edebiyat tarihinin piri ve benim ustam) müzesini gezmek festival davetlilerini ve özellikle beni çok etkilemişti. Müzeyi gezerken Dostoyevski ve “Ölü Evinden Notlar” öyküsü gözlerimde canlanmıştı. Öyle ki bir ara kendimi onunla sohbet ediyor gibi hissettim. Dostoyevski 1860 – 1862 yılları arasında kaleme aldığı “Ölü Evinden Notlar” öyküsünde 1850 – 1854 yılları arasında Omsk kentinde sürgünde kaldığı yılların izlenimlerini veya anılarını anlatır.
Omsk kentinden biraz bahsetmek gerekirse, Sibirya’nın en büyük üç nehrinden biri Ob Nehri'nin bir kolu olan İrtiş Nehri'nin iki yakasında kurulmuş bir kent. Sakinleri o kadar cana yakın insanlardı ki kendimi doğma büyüme oralı hissettim. (İstanbul’da 35 yıldan beri ikamet etmeme rağmen hâlâ kendimi yabancı hissederim).
Kentin caddeleri, kaldırımları alabildiğine geniş ve bir o kadar temizdiler. Hayatımda bu kadar temiz bir kent görmedim desem yeridir. Ayrıca kentte Sovyetler Birliği'nin en önemli kalıntıları heykeller, büstler, yapılar olduğu gibi korunuyor. Kentte dolaşırken insan kendini bir ormanda hissediyormuş gibi her taraf yemyeşildi. Şehrin yarısından fazlasını yeşil alanlar oluşturuyordu. Keşke bizim kentlerimiz de böyle olsaydı...
Festivalin son günündeyse beni güzel bir sürpriz bekliyordu. Ödül töreni bittikten sonra salonun fuayesinde 25-30 yaşlarında dört genç beni bekliyordu. Salondan çıkar çıkmaz önümde dikilip saygıyla eğilerek “selam Semir yoldaş” diye bir ağızdan bağırdılar. Çok şaşırmıştım. Hayatımda görmediğim hiç tanımadığım bu gençler sırayla elimi gayet samimi bir şekilde sıktı. Beni nereden tanıdıklarını sordum. İnternet dediler. Velhasıl bir yarım saat kadar sohbet ettikten sonra beni yemeğe davet ettiler. Fakat kapanış gününde jüriyle birlikte olmalıydım ve ertesi gün sabah saat 04.00’te havaalanına gitmem gerektiğini söyledim. Sergey isimli genç yoldaş bir ara Züganov’un partisinden olmadıklarını ve Türkiye Komünist Partisi'yle tanışmak istediklerini söyledi. Fırsat buldukça da haberleşmek üzere telefonunu verdikten sonra birbirimize sarılarak vedalaştık. Böylece arada bir Sergey’le mesajlaşmaya başladık bile...
Oradan ayrılırken içime bir hüzün çökmüştü. Çünkü Omsk’ta geçirdiğim bu on gün bana ilaç gibi gelmişti. İstanbul’dan yola çıktığımda beynime sıkışmış olan karamsarlık dağılmıştı. Çünkü nereye gitsem, kimin suratına baksam gülümsemeyle karşılaşıyordum. Bu on gün zarfında suratı asık birini görmemiştim ve bu karamsarlığımın toz gibi üfürülüp dağılmasına neden olmuştu sanki.
Bir de sokaklarda dolaşırken herkes benimle selamlaşıyordu. Ben de gülümseyerek “ne güzel insanlar varmış” diye düşündüm. Konuştuğum sıradan genç veya yaşlı insanların neredeyse tamamı acayip bir şekilde sosyalizme özlem duyuyordu. Hele de gençler o zamanı yaşamadıkları için üzülür gibiydiler. Bir ara Sovyetler Birliği’nde tamamı tamamına yaşadığım yedi yıl hızlıca gözümün önünden geçmişti. Gerçekten de “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür. Ve bir orman gibi kardeşçesine”ydi…
/././
Elektriğe yüzde 38 zam: Elektrik piyasası neden devletleştirilmeli? -Suat Özeren-
Elektriğin piyasaya açıldığı yıllardan bu yana devlet elektrik şirketlerini sırtına almış durumda, bu şirketler halkın sırtında kamburdur.
Neoliberal politikaların sermaye birikim sürecine yönelik en önemli düzenlemelerinden biri özelleştirme. Kapitalizmin temel sektörlerindeki kâr oranlarının düşmesinin de etkisiyle sermaye sınıfı özelleştirme ile kamunun mal ve hizmet sektörlerindeki alanlarına da yöneldi. Özelleştirme ile sermaye sınıfı toplumsal mülkiyet alanlarını sahiplenerek geniş halk kesimlerini mülksüzleştirdi. Neoliberal politikalar kapsamında yapılan özelleştirmeler sonucunda eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlerin yanısıra üretken kamu işletmeleri de sermaye sınıfı tarafından yağmalandı. Bu süreçte, elektrik sektörü de 1980’li yıllardan itibaren özel kesime açıldı, 2000’li yıllardan sonra ise özelleştirilerek piyasalaştırıldı, böylece elektrik kamusal mal özelliğini yitirerek metalaştı.
Elektriğin piyasalaştırılması
Neoliberal ortodoks söylem özelleştirme ile rekabetçi piyasaların oluşacağını, serbest piyasada oluşan arz talep dengesine göre belirlenecek fiyatların üretim ve yatırım düzeyini belirleyeceğini, böylece ekonomide kaynak kullanımında etkinliğin sağlanacağını savunur. Tam rekabet koşullarının olmadığı günümüz tekelci piyasalarda kaynak kullanımında etkinliğin sağlanabilmesi tam bir fantezi, hayat hiçbir şekilde bunu doğrulamıyor. Özelleştirmeler ekonomik nedenler ile değil sermaye sınıfı lehine ideolojik tercihler doğrultusunda gerçekleştiriliyor. Elektrik piyasası özelleştirildikten sonra özel sektörün yatırım ve üretim sürecinde kaynakları etkin kullanamadığının en güzel örneklerinden biri Türkiye; son yirmi yılda elektrik talebinin iki katından fazla üretim kapasitesinin oluştuğu görülüyor.
DPT kamu yatırımlarında kaynak kullanımında etkinliği sağlama görevini (kapitalist bir ekonomide ve diğer çok sayıdaki kısıt altında) yürütmeye çalışmıştır. Özelleştirmenin başladığı 2000’li yıllara kadar elektrik sektöründe yatırım-iletim-dağıtım bütünlüğü içinde kıt kaynaklarla kamu yatırımları gerçekleştirilmiştir. Yıllık ve Beş Yıllık Kalkınma Planlarında elektriğe ilişkin yatırım ve üretim hedeflerindeki yüksek gerçekleşme oranları, DPT’deki biz planlamacıların her zaman önem verdiği bir durum olmuştur.
Bilindiği üzere, temel altyapı sektörlerinde yatırım miktarları genellikle büyük, bu yatırımların geri dönüş süreleri uzun ve kâr marjları düşüktür. Bu nedenle kapitalist ülkelerde bu yatırımlar genellikle kamu kesimi tarafından yapılmış, özel kesim neoliberal sermaye birikim sürecine kadar bu alandan uzak kalmıştır. Ülkemizde de temel altyapı sektörlerinden olan elektrik sektöründeki yatırımların çok büyük kısmı 1980’li yıllara kadar kamu tarafından gerçekleştirilmiştir. 1980-2000 döneminde melez bir yöntemle; Yap-İşlet-Devret, İşletme Hakkı Devri, otoprodüktörler ve Yap-İşlet modelleri ile elektrik sektörü özel kesime açılmıştır. 2000’li yıllardan itibaren Dünya Bankasının kamu yönetimine yönelik neoliberal politika önerileri doğrultusunda elektriğin piyasalaştırılma süreci derinleştirilerek, elektrik metalaştırılmıştır. Bu politikaların bir parçası olarak bu dönemde kamunun müdahalelerinin niteliği değişmiş; daha doğrudan sermaye lehine politikalara, uygulamalara ve düzenlemelere yönelinmiştir. Bu kapsamda, piyasalaştırılan elektrik piyasasının düzenlenmesine ve yönetilmesine yönelik olarak da Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) kurulmuştur.
Elektrik sektörünün verimli çalışabilmesi için üretim-iletim-dağıtım faaliyetleri dikey bütünleşik yapı içerisinde örgütlenmesi gerekir, ancak sektör özelleştirilme sürecinde üretim ve dağıtım sistemleri olarak bölünerek dikey bütünleşik yapısı bozulmuş, iletim kısmı ise bugünlerde özelleştirilme kapsamına alınmıştır. Son yirmi yıldaki özelleştirme döneminde elektrik üretiminde özel şirketlerin payı yüzde 20’lerden yüzde 80’lere ulaşmış, elektrik dağıtımı ise yine az sayıdaki özel şirketlere devredilerek, sektör piyasalaştırılmıştır. Bugün, Sabancı, Limak, Cengiz, Kolin, Enka gibi birkaç büyük özel tekelci sermaye grubu, elektrik üretiminin yanı sıra dağıtımının da büyük kısmını kontrol etmektedir.
Piyasa ekonomilerinin kâr odaklı, kısa vadeli bakış açısını ve irrasyonel işleyişinin tüm özelliklerini elektrik sektörünün piyasalaşma sürecinde gözlemek mümkündür. Elektrik üretim miktarı bu dönemde devletin çeşitli destek ve sübvansiyonlarının da katkısıyla hızla artarak elektrik talebinin iki katına ulaşmıştır. Yaklaşık 100 bin MW kurulu kapasitenin üstüne halen 20 bin MW’lık santral yapımı sürmekte. Elektrikte arz güvenliği açısından yüzde 15-20’lik yedek kapasite dünyada kabul gören oranlar olmasına karşın, bu denli âtıl kapasite özel şirketlerin, serbest piyasa ekonomisinin kaynak kullanımında etkinliği sağlayacağı savının ne kadar geçersiz olduğunu, ekonomik kaynakları nasıl israf ettiğini gösteriyor.
AKP’nin ilk on yılında yurtdışından döviz cinsinden borçlanmanın kolay ve ucuz olması, bu sektördeki özel şirketleri ağırlıklı olarak dış borçlanma ile elektrik santral yapımına yöneltmiştir. Ucuz yatırım olanaklarının yanısıra abartılı talep tahminleri ve plansız yatırımlar ihtiyacın çok üzerinde kurulu gücün ve üretim kapasitesinin oluşmasına neden olmuştur.
Kaynak kullanımındaki etkinliğin sağlanamamasının yol açtığı toplumsal maliyetin yanısıra oluşan âtıl üretim kapasitesi için yapılan yatırımların neden olduğu sabit ve finansal maliyet artışları elektrik fiyatlarını arttırmakta, pahalı elektrik geniş halk kesimlerinin yaşamlarını olumsuz yönde etkilemektedir.
AKP döneminde reel kesimdeki özel firmaların dış borçlanması yıllar içinde büyük artış gösterdi. Daha çok AKP’nin gözde sektörleri inşaat, enerji ve turizm sektörlerinde faaliyet gösteren bu firmaların döviz fiyatlarının artmaya başladığı 2016 yılından, özellikle 2018 ekonomik krizinden sonra döviz borçlarını ödemekte ciddi sıkıntılar yaşadığı görüldü. AKP her zaman olduğu gibi burada da kamu kaynaklarını sermaye sınıfını lehine kullandırmış, bu dönemde yaklaşık 60 milyar dolarlık yeniden yapılandırma ile firmaların kur riskini kamu üstüne almıştır. Bu süreçte elektrik sektöründeki firmaların 10 milyar dolarlık sorunlu kredileri yapılandırılmıştır, sektörün bankalara halen yaklaşık 47 milyar dolarlık kredi borcu bulunmaktadır.
Benzer durum elektrik dağıtım firmaları içinde geçerlidir; elektrik dağıtımı özelleştirilirken (bu süreçte yolsuzluk, kayırma, düşük bedel ile özelleştirme gibi çok sayıda usulsüzlük yaşanmıştır), özelleştirme bedellerinin ödenmesinde gelirler TL iken firmaların döviz cinsinden borçlanmalarına izin verilmiştir. Elektrik dağıtımın özelleştirme sonuçları da tam bir başarısızlıktır; elektrik dağıtımı ve perakende satışı rekabete açılamamış tekelci bir piyasa oluşmuş, ihtiyaç duyulan altyapı yatırımları yapılmamış, elektrik güvenli ve kaliteli olarak kullanıcılara yeterli ölçüde sunulamamış, özel dağıtım şirketleri işlevlerini yeterli ve gereken düzeyde gerçekleştirememiştir.
Bugün mevcut durumda elektrik üretim ve dağıtım firmaları teşvik, sübvansiyon, ertelemeler, aflar, borçların yeniden yapılandırılması ile devlet tarafından ayakta tutuluyor, özel şirketlerin faaliyetlerini sürdürebilmeleri ancak kamu destekleri sayesinde sağlanabiliyor, sermayeye yapılan bu transferler kamunun üzerinde büyük bir yük oluşturuyor.
Büyük meblağlardaki toplumsal kaynağın özel firmalara peşkeş çekilmesinin yanısıra özelleştirme sürecinin yatırım, üretim süreçlerine yönelik politikaların sonuçları bize elektrik piyasasının verimsiz ve yüksek maliyetler ile çalıştığını gösteriyor.
Elektrik piyasasında fiyatların oluşumu
2001 yılında elektrik sektörü özelleştirilirken devletin elektrik piyasasına müdahale etmediği, rekabetçi serbest piyasa ekonomisi kurallarının geçerli olduğu bir durumda piyasanın en ucuz elektrik fiyatını ve güvenilir arz miktarını kendiliğinden oluşturacağı argümanı savunulmaktaydı. Ancak sektörün yapısal özelliğinden dolayı fiyatların oluşumunu etkileyen çok sayıda faktör bulunmaktadır. Elektriğin doğal gaz, kömür (yerli-ithal), hidrolik, rüzgâr, güneş gibi farklı birincil kaynaklar kullanılarak üretilmesi, bunların temin edilmesinin ve maliyetlerinin farklılıklar göstermesi, doğal tekel konumundaki elektrik sektöründe birden fazla ekonomik aktörün bulunması sonucunda üretim-iletim-dağıtımdan oluşan dikey bütünleşik yapının bozulmasının yarattığı sorunların varlığı nedenleriyle, bugünkü bu yapısıyla elektrik serbest piyasa ekonomisi yapısı içinde teknik olarak verimli bir biçimde yönetilemez.
Uygulamaya bakıldığında da devletin fiyatlara sürekli müdahale ettiği, tekelci yapı nedeniyle fiyatların serbestçe belirlenmediği, özel firmaların sürekli devletten fiyat desteği, ihtiyacı içinde olduğu görülmektedir. “Az sayıda şirketin çıkarına olan alım garantili yüksek fiyatlarla yerli kömür santrallerine tanınan alım garantisi, yerli kömür, ithal kömür ve doğal gaz santralleri için oluşturulan kapasite mekanizması adı altında ilave ödemeler yapılması gibi bedeli milyarlara varan uygulamaların yanısıra, amaçlarının çok dışına çıkmış olan ve yatırımcılara kâr garantisi sağlayan YEKDEM-Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması vb. uygulamalar elektrik maliyetlerinin ve fiyatların yükselmesine neden olmaktadır.” Bu durum özelleştirilen elektrik sektöründe fiyatların piyasa mekanizması içinde oluşmadığını, ancak devlet desteklerinin katkısıyla üretimin gerçekleştirilebildiğini göstermektedir. Bu türden devlet destekleri ile halkın cebinden, vergilerinden sermayeye önemli miktarda kaynak aktarılmaktadır.
Elektrik iletimi ve dağıtımı geleneksel olarak “doğal tekel” olarak adlandırılmaktadır. “Doğal tekel, bir hizmetin birden çok üretici tarafından yapılmasının fiziki veya ekonomik olarak olanaklı olmadığı, tek üretici tarafından daha az bir maddi ve toplumsal maliyetle hizmetin verilebildiği durumları anlatır.”
Daha önce belirtildiği üzere elektrik enerjisi doğrudan doğaya bağlı doğal gaz, kömür, hidrolik, rüzgâr, güneş gibi farklı birincil kaynakların dönüştürülmesiyle üretilmektedir, dolayısıyla bu kaynaklardan üretilen elektriğin maliyetleri de farklıdır, bu durum elektrik fiyatının belirlenmesinde önem taşır. Elektrik sektörü kamu tekeli altındayken ve kamu hizmeti niteliğindeyken elektrik fiyatı genel bir kural olarak, en ucuzdan en pahalıya göre sıralanıp (verimli ve verimsiz santrallerin maliyetlerinin yansıması olarak), bu fiyatların ortalaması fiyat olarak belirleniyordu.
Elektrik sektörü piyasalaştıktan sonra sektörde birden çok üretici olduğundan, yani doğal tekel yapısına aykırı bir durumun varlığından dolayı elektrik fiyatının belirlenme süreci de değişmiştir. Bugün elektriğin piyasalaştırılması ile birlikte elektrik fiyatı dengeleme ve uzlaştırma olarak adlandırılan borsa sistemi içinde belirlenmektedir. Bu sistem EPİAŞ (Enerji Piyasaları İşletme A.Ş.) tarafından yönetilmekte, elektrik satışları santrallerin verdiği en düşük fiyattan talebin karşılandığı en yüksek fiyata kadar sıralanmakta, ilgili saatteki en yüksek fiyat elektrik fiyatı olarak kabul edilmekte, bu yüksek fiyat daha düşük fiyat bildirmiş olan tüm santrallere garanti edilmektedir. Sonuç itibariyle elektriğin piyasalaştırılması ile elektrik fiyatı en pahalı, en verimsiz olan santrale göre belirlenmektedir. Sektörün tekelci piyasa niteliği dikkate alındığında santrallerin verdiği fiyatların da yüksek tekelci fiyatlardan oluştuğu kuşkusuzdur.
Bu durum sektördeki özel tekelci firmalara daha fazla toplumsal kaynak aktarımına neden olmakta, yüksek fiyatlar geniş halk kesimlerinin zorunlu ihtiyacı olan elektriğe ulaşmasını önemli ölçüde zorlaştırmaktadır.
Elektrikte devletleştirme zorunludur
Neoliberalizmin özelleştirmeye yönelik iktisadi kabullerinden yola çıkarak yaptığımız değerlendirmelerden ortaya çıkan sonuçlar kısaca özetlendiğinde, elektriğin piyasalaştırılmasının neden olduğu çok boyutlu sorunların varlığı bize elektriğin devletleştirilmesinin gerekliliğini, zorunluluğunu açıkça gösteriyor:
- Özelleştirme emekçi halkın geçmişte biriktirdiği servetlerine, varlıklarına el konularak onların mülksüzleştirildiği; tüm bunlar elektriğin özelleştirilmesi ile temel bir insan hakkı olan elektrik kullanımının kamu hizmeti olmaktan çıkarıldığını, elektriğin fiyatı halkın ihtiyaçlarına, çıkarlarına göre değil piyasanın acımasız kuralları tarafından belirlendiğini gösteriyor.
- Elektriğin piyasalaştırma sürecinde ekonomik kaynakların etkin kullanılamadığı, kısa vadeli kâr hırsı ile talebin çok üzerinde yatırım yapılarak âtıl üretim kapasiteleri oluştuğu, bunun üretim maliyetlerini ve elektrik fiyatlarını arttırdığı, elektrik sektörünün üretim-iletim-dağıtımdan oluşan dikey bütünleşik yapısının firmalara kâr, rant yaratma kaygısıyla bozulmasının piyasalaşmanın irrasyonel işleyişine örnek teşkil ettiği; tüm bunlar elektriğin fiyatını arttırdığını, özel elektrik firmalarının verimsiz çalıştığını, sektörün piyasaya açılmasının yanlışlığını gösteriyor.
- Özel elektrik şirketlerin faaliyetlerini sürdürebilmeleri için teşvik, sübvansiyon ertelemeler, aflar gibi çeşitli araçlar ile kamu tarafından sürekli desteklendiği, üretim, yatırım ve özelleştirme giderleri için yaptıkları döviz cinsinden borçlarının bir kısmının kamu tarafından yeniden yapılandırıldığı, önemli kısmının kur riskinin kamunun üstüne alındığı; tüm bunlar kamu kaynaklarının büyük tekelci sermaye gruplarına peşkeş çekildiğini, halkın parasının heba edildiğini gösteriyor.
- Kamunun üretim sürecinde çeşitli alım garantileri ve teşvikler ile özel firmaları elektrik üretmeleri için kamu kaynaklarından desteklediği, ayrıca elektriğin doğal tekel olma niteliği nedeniyle elektrik borsasındaki en yüksek maliyete göre elektrik fiyatının belirleniyor olması elektriğin pahalı olmasına neden olduğu; tüm bunlar piyasasının özelleştirilmesinin kâr, yağma ve ideolojik kaygılarla yapıldığını, toplumun çıkarlarına aykırı olduğunu gösteriyor.
Başlangıçta öne sürülen savların tam aksine elektriğin piyasalaştırılmasının sonuçları büyük bir başarısızlık örneği. Elektriğin piyasaya açıldığı yıllardan bu yana devlet elektrik şirketlerini sırtına almış durumda, bu şirketler halkın sırtında kamburdur. Elektrik yüksek maliyetler ile üretilmekte, tekelci firmalar tarafından halka yüksek fiyatlarla satılmakta, halk enerji yoksulluğu yaşamaktadır. Bugün elektrikte üretim araçlarının sermayenin elinde olmamasının tüm gerekçeleri eksiksiz olarak bulunmaktadır. Marksist öngörünün tüm çıplaklığıyla gerçekleştiği görülüyor; elektrik üretiminin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin sonuçları tüm unsurları ile karşımızda duruyor.
Elektrik ticari mal gibi kabul edilemez, elektrik kamusal bir maldır, halkın kullanımında olan zorunlu olan bir ihtiyaçtır. Üretimi, dağıtımı, erişilebilirliği, fiyatı piyasa tarafından değil toplum yararı gözetilerek devlet tarafından belirlenmelidir, bu nedenle özel elektrik üretim ve dağıtım şirketleri devletleştirilmelidir. Bu alanda kamucu politikaların uygulanması geniş halk kesimlerinin yararı için gereklidir. Yaşanan sorunları çözmek için sektörün özel tekellerin yağmasından kurtarılması, kamusal bir alana taşınması zorunludur. Kamu hizmeti niteliğindeki sağlık, eğitim gibi elektriğin de merkezi planlama perspektifi ile toplumsal yarar gözetilerek planlanması ve yönetilmesi gerekir.
Elektrikte devletleştirme politikasının hayata geçirilme talebini bugünkü mevcut kapitalist sistemin yapısı içinde “başka çözüm yok” veya “gerçekçi olmak” gibi argümanlar ya da 2023 seçimleri sonrası yeni iktidarın ne yapacağının sınırları temelinde klişe, sistem içi ideolojik söylemler kapsamında geliştirilecek öneriler, elektrik piyasasındaki sorunları kalıcı olarak çözemeyeceği gibi mevcut çarpık yapının devamını savunmak anlamına gelecektir. Ayrıca, yükümlülüklerden çok fazla çekinmemek gerekir, “tiksindirici borç”, “borçların sürdürülebilirliği kuralına dayanılarak borçların hafifletilmesi” veya yükümlülüklerin tamamını ya da büyük kısmını reddetmek gibi dünyada farklı yaklaşımlar ve ülke uygulamaları bulunmaktadır.
Kapitalizm ekonomide, toplumsal yaşamda, ideolojik söylemde üstesinden gelemediği, uzun bir süredir devam eden derin bir krizin içinde. Kapitalizmin bugün geldiği noktada geniş toplum kesimleri yaşam düzeylerinde önemli gerilemeler yaşıyor, çevre kirliliği, iklim değişikliği yaşam alanlarını, insanlığın geleceğini karartıyor. Bu kapsamda ülkemizde de elektrik üretiminde fosil kaynaklara dayalı ve yüksek dışa bağımlılık oranına sahip mevcut yapının değiştirilerek, yenilenebilir kaynakların payının yükseltilmesine yönelik politikaların bir an önce kamu eliyle planlanması ve etkin olarak uygulanması önem taşıyor. Enerji tüketiminde fosil yakıtların büyük miktarlarda kullanımı, enerjinin ticari meta haline dönüşmesi ile çevrenin, nehirlerin, tarım alanlarının, ormanların tahrip olması bugünkü barbarlık düzeninin oluşmasının önemli nedenlerinden. Barbarlık düzenine dönüşen kapitalizmin neden olduğu her türden sonucun ortadan kaldırılması için toplumsal yararı temel alan kamusal plan, programlar ve politikalara günümüzde daha çok ihtiyaç bulunuyor.
Yaptığımız değerlendirmeler devletleştirmenin yarının değil bugünün zorunlu ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Eşitlikçi bir düzen kurmak için emekçi sınıflar uzun yıllar süren hak ve talep mücadelesi içinde olmuşlar, haklarını ve taleplerini ancak sınıf eksenli mücadelelerin sonucunda elde edebilmişlerdir. Elektriğin devletleştirilmesi de emekçi sınıflar için vazgeçilmez, haklı ve acil bir taleptir. Eşitlikçi bir düzen için kamu hizmetlerinin devletin elinde olması gerekir, bu hizmetler devlet eliyle yürütülmelidir. Bugün gelinen noktada elektriğin devletleştirmesi talebi geniş halk kesimlerinin yaşamlarını sürdürebilmelerinin en doğru, en akla yatkın biçimi haline gelmiştir.
Bu yazı, Suat Özeren imzasıyla Dayanışma Meclisi çalışmaları kapsamında hazırlanmış, 14 Haziran 2022'de soL Haber'de yayımlanmıştır. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun (EPDK), meskenlerde kullanılan elektriğe yüzde 38 zam geldiğini duyurması üzerine "Elektrik piyasası neden devletleştirilmeli?" adlı çalışmayı yeniden paylaşıyoruz.
/././
Yeni müfredat kimin müfredatı? -Turgay Çimen-
Yeni müfredat liberal, piyasacı bir anlayışın ürünüdür. Din ve milliyetçilik ise piyasacı anlayışın doğal müttefikleridir.
Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüleri Türkiye muhafazakâr ve milliyetçi çevreleri için deyim yerindeyse kin, nefret objeleridir. Bu çevrelerin bu üç adla ilgili söylediklerinin tamamına yakını dedikodu, iftira, nefret söylemi niteliğindedir; bilgiden, araştırmadan, en sıradan etik ölçülerden uzak anlatılardır. Elbette ki bu söylentilerin politik-sınıfsal bir arka planı vardır. Bu arka plan anlaşılmadan Türkiye’deki müfredat kavgaları da anlaşılamaz.
Türkiye yüzyılı maarif modelinin sınıfsal boyutu
Demokrat Parti, 1950’de iktidara gelir gelmez Köy Enstitülerini ve Halk Evlerini kapatır. Her iki kurum da genç Türkiye Cumhuriyeti’nin halka, özellikle yoksul köylüye dönük attığı adımlardır. Her iki kurumunda kapatılmasında sahnede görülen aktörler DP’li toprak ağalarıdır, sahnenin arkasındaki akıl ise ABD ve Batı emperyalizmidir.
1950’den bu yana Türkiye Cumhuriyeti ile Batı emperyalizmi arasındaki ilişki yer yer çatışmalı da olsa derinleşerek, boyutlanarak günümüze ulaştı. Bu ilişkinin biçimini kuşkusuz Batılı ve yerli kapitalistlerin gereksinimleri belirledi. Bu sınıf kardeşliği, dayanışması AKP iktidarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerinin bütünüyle tasfiyesi noktasına ulaştı. Artık Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulmuş halkçı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti değil. Yeni cumhuriyet bütünüyle yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarına göre biçimlendirilmiş, dönüştürülmüş bir devlettir. İkinci cumhuriyetin ideolojisini din, milliyetçilik, liberalizm çeşitli düzeylerde temsil ediyor.
Birçok iktisatçının da altını çizdiği gibi Türkiye sermaye sınıfı özellikle 1980 sonrasında yer yer zor kullanılarak uygulanan ekonomik programlar sayesinde büyük kârlar elde etti. Günümüzde elindeki sermaye birikimini değerlendirecek yeni alanlar bulmakta zorlanan Türkiye kapitalizmi, bir yandan yeni Osmanlıcılık politikasıyla yeni sömürü alanları ararken; diğer yandan da iç piyasada eğitim, sağlık, barınma gibi geniş halk kitleleri için yaşamsal öneme sahip alanları piyasalaştırarak buralardan yüksek kârlar elde ediyor.
Müfredat tartışmalarına küresel kapitalizmin ve onun görece zayıf bir halkası sayılan Türkiye kapitalist sınıfının gereksinimleri üzerinden bakmadan taşları yerli yerine koymanın olanağı yoktur. Zaten “Müfredat nasıl bir insan yetiştirmeyi amaçlıyor?” sorusuna odaklandığımızda müfredatın insan odaklı olmaktan çok piyasa odaklı olduğu daha kolay anlacaktır.
Giriş muhafazakâr ana metin liberal dünya görüşünün eseri
Ana metin ya da ortak metin olarak adlandırılan 110 sayfalık metnin giriş kısmı ve kalanı hem tercih edilen dil-terminoloji hem de eğitim felsefesi açısından yer yer çelişiyor. Metnin giriş kısmı muhafazakar bir dünya görüşünün kaleminden çıkmış. Daha çok Nurettin Topçu’nun görüşlerine açık-örtük göndermelerin yapıldığı bu bölüm metnin kalanını belirleyen liberal anlayışla çelişiyor. Örneğin:
“Farklı görüşleri analiz eder, düşüncelerini ve inançlarını özgürce ifade etme becerisi kazanırken kendi değer ve inançlarıyla uyumlu bir şekilde düşünmeyi ve karar vermeyi öğrenir.”
“Ahlaki değerlerle uyumlu bir şekilde güzellik anlayışı oluşturur.”
Yukarıdaki iki alıntı Türkiye muhafazakarlarının bilgiyi ve aklı araçsallaştıran 150 yıllık tutumlarının tipik bir yansıması. “Batı’nın tekniğini alalım ancak kültürü bize uymaz” pragmatizminin bir başka ifadesi. Oysaki özgürlük, yaratıcılık, değişim, hakikati arama hiçbir önkoşulu kabul etmez. Bu tartışma çoktan aşılmış, hayatın olağan akışı içerisinde dayanaksız kalmış bir tartışmadır. Bilgisayarın, cep telefonunun, otomobilin en pahalısını kullanacaksınız ama o teknolojiyi üreten toplumların kültürlerini, anlaklarını aşağılayacaksınız; bu toplumları kâfirlikle itham edeceksiniz. Bu tutum katı bağnaz tutumdur. Kaldı ki ekonomiye, bilime, teknolojiye yön veren doğal olarak kültürü de belirler.
Giriş bölümünde sıkça kullanılan “huzurlu aile ve toplum, merhamet, mahremiyet, yiğit ve mert insan, namuslu insan, milli ve manevi değerlerine bağlı insan” gibi kavramlar metni hazırlayan anlayışın gelenekçi, muhafazakar, cinsiyetçi dünya görüşünün göstergeleri gibi duruyor.
Metnin kalanında dilin, metne hâkim olan terminolojinin güncel olması metnin sorunlu olmadığı anlamına gelmiyor. Metnin kalan kısmına liberal bir dünya görüşü egemen. Kabaca metne; merkeze bireyi koyan, toplum birey ilişkisini silikleştiren, kendini kurtarmayı empoze eden” bir anlayış egemen. Müfredat; geçmiş bilinci ve gelecek ideali olmayan, anı yaşayan bireyci bir insan tipini öne çıkarıyor. Programa J. Piaget gibi yapılandırmacı ve J. Dewey gibi pragmatist eğitim bilimcilerin felsefeleri egemen.
Türk dili ve edebiyatı öğretmenlerinin bitmeyen çilesi: Müfredat kargaşası
Milli Eğitim Bakanı’nın “Sokakta dolaşan her 80 kişiden biri öğretmen. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar kalabalık bir kitle devlet tarafından fonlanmıyor” biçimindeki açıklaması ironik bir biçimde Bakan’ın da aslında müfredatın içeriğine ne kadar yabancı olduğunu kanıtı biçiminde. Sürekli değiştirilen Türk dili ve edebiyatı dersi müfredatı bu dersi veren eğitim emekçilerinin eğitim öğretim pratiklerinde adeta bir kargaşa yarattı. Çok da uzak olmayan bir zamanda döneme dayalı anlayış yerini türe dayalı anlayışa bıraktı. Son müfredat ise daha köklü bir anlayışı getiriyor: Türe dayalı anlayış yerini tematik bir anlayışa bırakıyor. Son müfredatın başarılı olması ancak kalabalık olmayan sınıflarla, Avrupa Birliği ülkelerinde olduğu gibi haftada en fazla 18 saat ders yükü olan öğretmenlerle olanaklı. Oysa Milli Eğitim Bakanı, gerçeklerin aksine, Türkiye’nin çok fazla öğretmen istihdam ettiğini söylüyor.
En önemli sorunlardan biri de Türkiye’nin öğretmen yetiştirme anlayışıyla yeni müfredat arasında uzak yakın hiçbir ilişkinin olmaması. Beceri kazandırma değil, bilgi yükleme esasına dayalı bir anlayışla yetiştirdiğiniz öğretmenler kaçınılmaz olarak bu müfredatı uygulamakta zorlanacaklar. Elbette ki müfredatın beceri odaklı olması oldukça önemli ve değerli bir adım. Ancak Türkiye’nin kalabalık sınıfları ve öğretmen yeterlilikleriyle bu müfredatı kısa zamanda hayata geçirmek oldukça zor görünüyor. Sınıf mevcutları azaltılmadan, öğretmenler etkin ve işlevsel bir hizmet içi eğitimden geçirilmeden, öğretmenlerin iş yükü azaltılmadan müfredat kadük kalmaya mahkum görünüyor.
Bir başka sorun da Türk eğitim sisteminin en az elli yıllık kamburu olan “sınav” gerçeği. Yarışmacı ve elemeye dayalı bir anlayış devam ettiği sürece dünyanın en iyi müfredatı bile bu yakıcı gerçek karşısında başarısızlığa uğrayacaktır. Yeni müfredat Türkiye gerçekleriyle birçok noktada olduğu gibi bu noktada da örtüşmüyor, epeyce lüks kalıyor.
Yeni müfredat dilbilgisi konularına neredeyse hiç yer vermiyor. Oysaki lise geçiş sınavlarına test tekniğiyle hazırlanan öğrenciler Türk dilinin temel dil bilimsel mantığını kavrayamadan liseye geliyorlar. Öğrencilerin anadilleriyle ilgili bu kadar bilinçsiz olmalarının yaratacağı sorunları tartışmak, açıklığa kavuşturmak, önemler almak gerekiyor.
Türk edebiyatının kendine özgü hikâyesi nedeniyle biz öğretmenler türe dayalı müfredatta da çok çeşitli sıkıntılar yaşadık. Kanımca bu güçlükler temaya dayalı anlayışta öğretmenleri daha çok zorlayacaktır. Türk edebiyatının üç farklı dönemi arasındaki keskin kopuşlar; dil, tür, tema, zihniyet farklılıkları işleri epeyce zorlaştırmakta. Kaldı ki müfredat tıpkı dil bilgisi konularında olduğu gibi edebiyat tarihine de çok az yer veriyor. Bu da kanımca müfredatın pragmatik anlayışının doğal bir sonucu. Bu müfredatla tarih ve kültür bilinci olan bireyler yetiştirilemez. Yaratıcılık, özgünlük tarihin işleyişini doğru kavramayı, birikim edinmeyi gerektirir.
Sonuç
Müfredat değişiklikleri son derece önemli kararlardır. İktisatçılar müfredat değişikliğinin çok ciddi ekonomik boyutları olduğunu söyler. Sürekli müfredat değişikliğinin hiçbir makul gerekçesi yoktur. Çok uzun erimli çalışmaları, geçmişi özümsemiş olmayı, gerçekçi bir gelecek izdüşümünü gerektirir. Ancak yeni müfredat -kaynak belirtilmemiş olsa da- Avrupa Birliği tarafından hazırlanmış metinlerden aktarma bir metin gibi duruyor.
Müfredatlar sürekliliği esas almak zorundadır. Yeni müfredat -en azından Türk dili ve edebiyatı dersi bağlamında- sert, keskin bir kopuşu ifade ediyor. Öyle ki ülkenin kurucu kişiliğine, kurucu değerlerine tek bir atıfta bulunmuyor. AB’den aktarılmış liberal bir söylemin kimi yerlerine kaba bir muhafazakârlık ve milliyetçilik boca edilmiş.
Müfredatlar ülkenin sosyo-ekonomik gerçekleriyle uyumlu olmak zorundadır. Türkiye’de milyonlarca çocuk işçi, ailesine ekonomik katkı yapmak için okulunu bırakmak zorunda kalıyor. Ne kadar çocuğumuzun eğitim hakkından yoksun olduğunu büyük olasılık devlet de bilmiyor. Toplumsal sınıflar arasındaki derin eşitsizliği ve bunun eğitime yansımalarını dikkate almayan bir müfredatın başarı şansı yoktur.
Yeni müfredat liberal, piyasacı bir anlayışın ürünüdür. Din ve milliyetçilik ise piyasacı anlayışın doğal müttefikleridir. Eğitimi temel bir insan hakkı olmaktan çıkaran, piyasaya açan, eğitim emekçinin açlık sınırındaki ücretini “fonlamak” olarak gören, dediği hemen her şeyin tersini yapan bir siyasal anlayıştan doğru bir iş beklemek zaten fazlasıyla saflık olur.
Türkiye eğitim tarihinde, bütün olanaksızlıklara rağmen, ülke gerçeklerine en uygun müfredatı oluşturmak için samimi bir çaba göstermiş kişilerin en başında Mustafa Kemal Atatürk gelir, yine beceri temelli öğretmen yetiştiren tek eğitim kurumu Köy Enstitüleri’dir. Cumhuriyetimizin aydınlanmacı, halkçı, kamucu, laik ve bilimsel ilkelerini temel alan; onu daha da ileri taşıyan; eşitlikçi, insancıl, mutlu bir dünya tasavvuruna dayanan bir müfredat bizim için yeni bir müfredattır.
/././
Skandallarla dolu Hollanda Başbakanı, yeni NATO Genel Sekreteri: 'Teflon' Rutte kimdir? -EMRULLAH GÜZEY, GAMZE DEMİR-
"Teflon" tavırlarıyla ne kadar "maharetli" bir siyasetçi olduğunu kanıtlamış olan Rutte'nin NATO'ya yaraşır bir genel sekreter olacağı şimdiden su götürmez bir gerçek.NATO'nun yeni genel sekreteri, Hollanda'nın "teflon" lakaplı başbakanı Mark Rutte oldu.
Rutte'nin yeni görevi, NATO üyesi 32 ülkenin daimi temsilcileri tarafından Brüksel’deki Kuzey Atlantik Konseyi toplantısında oybirliğiyle onandı.
Rutte, NATO’nun yeni Genel Sekreteri olarak Ekim ayında görevine başlayacak.
Süreç nasıl ilerledi?
10 Temmuz 2023'te dönemin Hollanda hükümetinin Başbakanı Mark Rutte, göç ve göçmenlere yönelik izlenmesi gereken politikalarla ilgili ittifak partileri ile düştükleri uzlaşmaz görüş ayrılıkları üzerine istifasını ilan etmişti. İstifa sonrasında ortaya çıkan tabloda erken genel seçimler gündeme gelmiş ve seçimler Geert Wilders'in partisi PVV'nin mutlak zaferi ile sonuçlanmıştı.
Geert Wilders ve Dilan Yeşilgöz başta olmak üzere Hollanda'da sağcı bir hükümet kurma çalışmaları devam ederken Rutte'nin NATO Genel Sekreterliği'ne atanacağı iddiaları da konuşulmaya başlanmıştı. Rutte'nin NATO genel sekreteri olabilmesi için tüm NATO üyesi ülkelerin onayı gerektiğinden Rutte için bu süreçte yoğun bir diplomasi trafiği başlamıştı.
Rutte başbakan olarak geçirdiği son bir yıla yakın sürede NATO üyesi ülkeleri ziyaret ederek adaylığının desteklenmesi konusunda görüşmeleri sıklaştırmış, bu kapsamda Nisan ayında Türkiye'ye gelerek Erdoğan'la da bir görüşme gerçekleştirmişti. Türkiye'nin de desteğini alan Rutte'nin adaylığının önündeki son engel Macaristan Başbakanı Victor Orban'ın itirazıydı. Bu itiraz ise Ukrayna savaşına yönelik atılacak adımlarda Macaristan'a hareket özgürlüğü tanınacağı sözünün verilmesi ile 18 Haziran tarihinde ortadan kaldırılmış oldu. Rutte'nin karşısında genel sekreterliğe aday olacağını ilan eden Romanya Cumhurbaşkanı Klaus Iohannis'in adaylığını geri çektiğini 20 Haziran'da ilan etmesi üzerine Rutte tüm NATO üyelerinin onayıyla ve rakipsiz olarak 26 Haziran itibariyle Kuzey Atlantik Konseyi (NATO üye ülkelerinin temsilcilerinin bulunduğu organ) tarafından Jens Stoltenberg'in halefi olarak atandı.
12 yıllık başbakanlık, 4 ittifak hükümeti ve 'Teflon Rutte'
Mark Rutte, Hollanda ve Avrupa siyasetinde uzun yıllardır aktif şekilde rol alan bir figür olarak başbakanlığı süresince birçok siyasi skandalın ortasında kalmış birisi. Ancak bu skandalların hepsinden bir şekilde siyasi kariyerini koruyarak ve bazen de konumunu daha da güçlendirerek çıktığı için "teflon" lakabıyla anılıyor. Rutte'nin genel sekreterliğini NATO açısından olumlu bir gelişme olarak görenler de en çok bu "teflon" özelliğine dikkat çekiyor. İttifaklar kurmakta ve idare etmekte ve yeri geldiğinde farklı tavizler vererek değişik görüşleri bir arada tutmakta yetenekli olduğunu kanıtlayan Rutte, yaklaşmakta olan askeri gerginlikler ve dünya savaşı ihtimali karşısında tam da NATO'nun ihtiyacı olan kişi olarak lanse ediliyor.
Lahey'deki ofisine bisikletiyle gidip gelmesi, Türkiye'ye yaptığı son ziyaretinde tarifeli uçak kullanması ve sürekli takındığı güler yüzlü ifadesiyle "sempatik bir figür" olarak görülse de Rutte'nin başbakanlık yılları Hollanda'da sosyal hakların budanması, sağlık sistemi başta olmak üzere özelleştirmelerin artırılması ve Ukrayna savaşına verilen kayıtsız destekle özdeşleşmiş durumda.
Hollanda sağlık sisteminin özelleştirilmesi ve 'maliyet analizi'
Rutte, 2010 yılında başbakanlığa gelişinden itibaren özelleştirmeler başlığında sağlıkta sistemini ilk sıraya almıştır. Özel sağlık sistemi ile ilgili attığı ilk adımlar sağlık harcamalarının kontrolü, personel ve altyapı harcamalarının kısıtlanması oldu. Bu kısıtlamalar çerçevesinde sağlık harcamalarının belirlenen limitler içinde kalması için 2014 yılında Kalite Bakım Yasasını çıkartan Rutte hükümeti, bu yasa ile birlikte sağlık sisteminin bir şirket yönetimine dönüştürülmesini sağlamış oldu. Sağlık emekçilerinin "verimlilikleri" hesaplanarak, sağlık sisteminde hastaneye erişim neredeyse imkansız hale getirildi. Hollanda'da uzmanlara erişim süreci ve birinci basamak doktorların (aile hekimleri),semptomları değerlendirme, hastalıkları teşhis etme ve uzmanlara yönlendirme ihtiyacını belirleme gibi hasta bakımını yönetme ve koordine etme görevi ile hastanelerdeki yoğunluğu azaltılması hedeflendi. Sağlık sisteminin işlerliği açısından basamaklandırma önemli olsa da şu anki sistem semptomlar ne olursa olsun hastalara ağrı kesici yazılıp eve gönderildikleri bir noktaya evrilmiş durumda. Bunun yanı sıra personel ve altyapı kısıtlamaları sebebiyle uzman hekim ihtiyacı duyan hastaların yakın zamanda randevu bulmaları zorlaştırılmış oldu. Sağlıkta özelleştirmelerin üçüncü ana başlığı ise tedavi seçeneklerindeki kısıtlanması oldu. 2018'de kurulan Ulusal Sağlık Kurumu aile hekimlerinin hastaneye hasta sevk etme oranı, reçetelerin ilaç oranı, yataklı hasta oranı gibi performans hesaplamaları ile en düşük bütçe hedefine odaklanıldı.
Sosyal yardımlar ve kısıtlamalar: 'Çocuk yardımı' krizi
Hollanda'da diğer Avrupa Birliği ülkelerinde olduğu gibi sağlık hizmetleri ve çocuk bakımı sosyal devletin sorumluluklarından biri olarak görülmekteydi. Çocukların bakımı ve eğitimi, devlet tarafından düzenlenen ve desteklenen bir hak olarak değerlendirilmekteydi. Sovyetler Birliği'nin çözülmesi ile birlikte 2000'lerin başından itibaren geri alınmaya başlanan sosyal haklardaki gerileme 2010'lara gelindiğinde hızlandı. Çocuk bakımı ve okul öncesi eğitimde özellikle 2012 yılında yapılan önemli değişiklikler işçilerin bu haklardan faydalanmalarını zorlaştırdı. Çocukların kreşlerde alabileceği toplam bakım saatlerinde sınırlama getirildi. Bir çocuk için aylık beyan edilebilecek maksimum bakım saati 230 saat ile sınırlandırıldı. Bu kural ile haftada 40 saat ayda 800 saat çalışan, bir işçi en fazla 230 saate kadar çocuk bakım yardımı alabilecekken geriye kalan kısmını kendi imkanlarıyla karşılamak durumunda kaldı.
Rutte'nin imza attığı en büyük skandallardan birisi de "Sosyal Ödenek Skandalı" olarak çevrilebilecek olan Toeslagenaffaire Skandalı idi. 2005 yılında başlayıp 2019 yılına kadar süren süreçte 26 bin aileden, aldıkları çocuk yardımıyla ilgili yanlış bilgi verdikleri gerekçesiyle fazla yapılan ödemelerin tek seferde bir vergi borcu olarak geri ödemeleri istendi. Bunun sonunda mağdur aileler on binlerce avroya varan vergi borçlarıyla karşı karşıya kalmış ve birçok kişi yaşadıkları ekonomik zorluk sebebiyle maddi ve manevi bunalıma girmişti. Bu skandalın ayak sesleri 2018 yılında kendini göstermeye başladı. Toeslagenaffaire, 2020 yılında Hollanda'da büyük bir kamuoyu tepkisi ve eleştirilere yol açmıştı. Skandalın büyüklüğü ve etkisi, hükümetin çözüm bulma ve mağdurları tazmin etme sürecini yönetememesi, 2021 yılında Başbakan Mark Rutte'nin kabinesinin istifasıyla sonuçlanmıştı.
Hükümetin istifasını takiben yapılan genel seçimde Rutte'nin partisi en fazla sandalyeyi kazandı. Dördüncü kez hükümet kurmak için yola çıkan Rutte Toeslagen Skandalı ile ilgili sorulara, “Toeslagen Skandalı tabiri üzücü bir olaydır ancak geçmiş dönem hükümeti ile ilgidir. Biz yeni seçildik!” şeklinde cevap vererek bir kez daha “Teflon Mark” lakabının hakkını verdi.
Enerji krizi ve savaşlar
2023'te, Rusya-Ukrayna savaşının etkileri nedeniyle Hollanda enerjide sıkıntılar yaşarken yeni bir skandal daha ortaya çıktı. Hollandalı tüketiciler, aylık 500 avroyu aşan ağır enerji faturaları ile mücadele ederken, hükümet yurtdışına 17.5 milyar metreküp gaz ithal etmişti. Bu gazın neden satıldığına dair tartışmalar mecliste sürerken, satış fiyatına dair bilgiler kamuoyuyla paylaşılmadı.
Enerji şirketlerinin büyük kar marjları nedeniyle Hollandalılar çok yüksek faturalarla uğraşmak zorunda kalırken, yurtdışına gazın çok ucuza satıldığı iddiaları ortaya atıldı. Haga grubunun Almanya ve Belçika'yla yaptığı satış sözleşmelerinin gizli tutulduğu ve devlete ait gaz işletmelerinin sözleşmelerinin gizli belge niteliğinde olduğu iddia edilerek bu belgeler meclise sunulmadı.
Hollanda'nın yıllık enerji ihtiyacının 40 milyar metreküp gaz ile karşılanabileceğinin tartışıldığı meclis görüşmelerinde, mevcut gaz kaynaklarıyla kendi ihtiyaçlarını uzun süre karşılayabilecek durumda olan ülkenin, kendi gazını ucuza diğer ülkelere satarken Rusya, Norveç ve Cezayir'den gaz ithal ettiği ortaya çıktı.
Rusya ve Ukrayna arasında başlayan savaşın ilk dönemlerinde “Ukrayna'ya bir miğfer bile göndermeyeceğiz!” diyen Rutte, savaşın ilerleyen aşamalarında F-16lar başta olmak üzere, çeşitli silahları Ukrayna'ya gönderdi, Zelenskiy’i parlamentoya konuşmacı olarak çıkardı. Rutte benzer bir pozisyonu İsrail’in Gazze’yi isgali ile başlayan süreçte de sergiledi. Meclis konuşmasında “İsrail'in Refah'ı toplu olarak işgal etmesi kırmızı çizgimizdir, bu oyunu değiştiricek nitliktedir, aksi takdirde Hollanda'nın İsrail etrafındaki politikayı yeniden gözden geçirmesi gerekecek” diyen Rutte, İsrail'in Refah'ı işgal etmesi sonrasında hiçbir yaptırımı gündemine almadı, bununla kalmayarak İsrail’den silah alımını da devam ettirdi.
"Teflon" tavırlarıyla ne kadar "maharetli" bir siyasetçi olduğunu kanıtlamış olan Rutte'nin NATO'ya yaraşır bir genel sekreter olacağı şimdiden su götürmez bir gerçek.
(soL)