Kritik mineral ve hammaddelerde ciddi tedarik riski var -Prof. Dr. Etem Karakaya- İKLİM MASASI*
Yeşil dönüşüm için lityum, kobalt, nikel, grafit ve nadir toprak elementleri gibi çeşitli kritik mineral ve hammaddelere büyük ihtiyaç duyuluyor. Bu ihtiyacın yüzyıl ortasına kadar katlanarak artacağı öngörülüyor. Ne var ki bu mineral ve hammaddelerin madenciliği ve işlenmesi, ekonomik ve siyasi olarak riskli bölgelerde bulunan az sayıda ülkede yoğunlaşmış durumda. Enerji dönüşümünü yavaşlatacak bir tedarik riski yaşanmaması için yüzyıl ortasına kadar 2,1 trilyon dolarlık yeni yatırım yapılması gerekiyor.
Yeşil teknolojilerin geliştirilmesi ve etkin olarak kullanılabilmesi için gereken kritik mineral ve hammaddelerin (KMH) çıkarılması ve işlenmesi, başta Çin olmak üzere, ekonomik ve siyasi açıdan riskli bölgelerde yoğunlaşıyor. Yeşil dönüşüm çerçevesinde KMH’lere artan talep göz önünde bulundurulduğunda bu durum, ciddi bir tedarik riski yaratıyor.
Uluslararası Enerji Ajansı’na (International Energy Agency, IEA) göre nikel ve kobalt gibi KMH’lere yönelik talebin 2040 yılına kadar iki kat, grafite olan talebin dört kat, lityuma talebin ise dokuz kat artması bekleniyor. Ancak KMH madenciliği; Latin Amerika, Asya ve Afrika’da yoğunlaşmışken, işleme konusunda Çin tek hakim ülke olarak öne çıkıyor. Özellikle Çin ve ABD arasındaki ticaret savaşları sonrası sıkılaşan kısıtlamalar da göz önüne alındığında, bu tekelleşmelerin taşıdığı riskler daha da netleşiyor.
Bu yüksek talep, tedarik sorunu yaşanmadan karşılanabilmesi için KMH’lara yönelik küresel yatırımların bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor. Bloomberg Yeni Enerji Finansmanı’na (Bloomberg New Energy Finance, BNEF) bu yatırımların miktarının, yüzyıl ortasına kadar 2,1 trilyon dolara ulaşması gerekiyor.
Kritik mineral ve hammaddeler (KMH) nelerdir?
Kritik mineral ve hammaddelerin (Critical Raw Materials, CRM) evrensel olarak kabul görmüş bir tanımı yok. Genel bir ifadeyle, bir ülkenin ekonomisi veya sektörleri için ekonomik veya stratejik olarak önemli olan, ancak yüksek tedarik riski taşıyan ve ikamesi mümkün olmayan mineral ve hammaddeler olarak tarif edilebilir.
KMH sınıflandırması yaparken ülkeler, mevcut teknoloji gereksinimlerini ve arz-talep dinamiklerini yansıtan listeler tutar. Belirlenen bu KMH listeleri, ülkeden ülkeye, ayrıca zamana ve ihtiyaca göre değişebilir. Örneğin AB’nin 2011’de yayınlanan ilk KMH listesi, yalnızca 14 hammaddeyi içeriyordu. 2023’te yayınlanan son versiyonda ise 34 adet mineral ve hammadde, ‘kritik’ olarak tanımlanıyor.
KMH yalnızca yeşil dönüşüm teknolojilerinde değil, otomotiv, havacılık, savunma, sağlık ve elektronik gibi sektörlerde de kullanılıyor.
Düşük karbonlu teknolojiler için KMH’lere ihtiyaç var
Enerji dönüşümü; demir-çelik, bakır ve alüminyum gibi standart malzemelerin yanı sıra KMH kullanımında da artış gerektiriyor. Dolayısıyla enerji dönüşümü perspektifinden bakıldığında bir mineralin veya hammaddenin ekonomik önemi, yeni yeşil teknolojiler üretmek için ne kadar gerekli olduğuna bağlı. Nitekim net sıfır hedeflerine ulaşmak, ancak güneş panelleri ve rüzgar türbinleri, elektrikli araçlar ya da enerji depolama pilleri gibi düşük karbonlu teknolojilerin geliştirilmesi ile mümkün olacak.
Bu yeşil enerji teknolojilerinin geliştirilmesi ve etkin olarak kullanılması için kritik mineral ve hammaddelere büyük ihtiyaç var. Örneğin piller için lityum, kobalt, grafit ve manganez gerekirken, rüzgar ve güneş enerjisi teknolojileri ise neodimyum, praseodimyum, disprozyum, indiyum, galyum ve silikon metal gibi çeşitli nadir toprak elementleri (NTE) ve hammadde gerekiyor.
İhtiyaç duyulan malzemelerin sayısı ve türü, temiz enerji teknolojileri arasında büyük farklılık gösterse de bazı malzemeler, neredeyse tüm temiz teknolojiler için zorunlu. Bunlara örnek olarak bakır, kobalt, nikel, grafit, lityum, alüminyum, ve çelik gösterilebilir.
Madencilik sonrası süreç ar-ge ve uzmanlık gerektiriyor
Ne var ki enerji dönüşümü için ihtiyaç duyduğumuz bu materyallere yalnızca madencilik yoluyla erişilemiyor. Doğadan çıkarıldıktan sonra, rafinasyon veya işleme denilen süreçler çok fazla teknik bilgi (know-how) ve uzmanlık gerektiriyor.
Doğadan kaya olarak çıkarılan malzeme, gang denilen işe yaramaz kısmından ayrıştırılarak cevher mineraline dönüştürülüyor. Ardından ise arılaşma ile saf metal haline getiriliyor. Bu, teknolojik uzmanlığın oldukça elzem olduğu, ciddi ar-ge gerektiren bir alan.
Dolayısıyla kritik minerallerin tedarik zinciri dinamikleri, madencilikten rafinasyon ve işlemeye ve nihayetinde son kullanım ürünlerine dahil edilmesine kadar tüm yaşam döngüsünü kapsıyor.
Kritik mineral ve hammaddelerin doğadaki arzı kıt değilse de, ‘kritik’ olarak isimlendirilmelerinin somut bir nedeni var: tedarik zinciri riski içermeleri. Bu risk, bir mineralin veya hammaddenin fiziki kıtlığına işaret edebildiği gibi, pazar yoğunluğu nedeniyle yaşanabilecek bir arz sorununu da içeriyor.
KMH’lerin ise çıkarılması ve işlenmesi, belirli coğrafyalarda yoğunlaşmış durumda. Buralar aynı zamanda ekonomik ve siyasi açıdan riskli bölgeler. Dolayısıyla, enerji dönüşümü nedeniyle KMH’lere artan talep de göz önünde bulundurulduğunda, bu durum ciddi bir tedarik riski yaratıyor.
Hızla artan talep karşılanamayabilir
Küresel elektrifikasyon ve enerji sektöründe düşük emisyon teknolojisinin yoğunlaşması nedeniyle KMH’lara yönelik talebin ciddi ölçüde artması bekleniyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (International Energy Agency, IEA) net sıfır senaryolarına göre nikel, kobalt ve nadir toprak elementlerine yönelik talep 2040 yılına kadar iki katına çıkacak. Grafite olan talep, neredeyse dört kat artabilir. Elektrikli araçlar ve batarya talebindeki devasa artış nedeniyle, özellikle lityuma olan talebin dokuz kat daha fazla olması bekleniyor.
Net sıfır hedefleri nedeniyle KMH’lere yönelik küresel olarak gözlenen bu talep artışı, arzın da artırılmasını gerektiriyor. Ne var ki ülkelerin ciddi arz açığı ile karşı karşıya olduğu görülüyor.
Bu çerçevede karşılaşılabilecek ilk risk, madencilik sektöründe arama, çıkartma ve rafinasyon faaliyetlerinin ne ölçüde yapılabileceğine ilişkin. Düşünce kuruluşu Enerji Dönüşümleri Komisyonu’na (Energy Transitions Commission, ETC) göre 2050 yılına kadar KMHlere ve demir-çelik, bakır, alüminyum gibi metallere olan ihtiyaç 6,5 milyar tona ulaşacak. Öte yandan madencilik faaliyetleri, 2012 yılından bu yana azalma gösteriyor ve öngörülen bu talebi karşılayacak seviyede değil. Dahası, türüne bağlı olarak, kritik mineral ve hammaddeler için sıfırdan geliştirilen bir madencilik projesinin faaliyete geçmesi 10-15 yıl sürüyor. Tam da bu nedenle, KMHlere yönelik küresel yatırımların, tutarlı ve güçlü teşvik politikaları ile birlikte, bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor.
Kritik minerallerin çoğunu birkaç ülke çıkartıyor
Mevcut durumda en önemli KMH’ler, çoğu Latin Amerika, Asya ve Afrika’da bulunan birkaç ülkede yoğunlaşmış durumda. Örneğin lityumun yüzde 90’ını yalnızca Avustralya, Şili ve Çin çıkartıyor; lityumun işlenmesinden ise yüzde 99’undan yine bu üç ülke sorumlu. Kobalt rezervlerinin yüzde 74’ü, tek başına Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yer alıyor. Nikel’in yaklaşık yarısı Endonezya’da üretilirken, grafit ve nadir toprak elementi rezervlerinin yaklaşık yüzde 70’i yalnızca Çin’de bulunuyor. Bu tablo, petrol ve doğalgaz endüstrisinde yıllardır bahsedilen, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (Organization of Petroleum Exporting Countries, OPEC) ve benzeri tekelleşmelerden bile daha vahim bir durumu ifade ediyor. Hem bu ülkelerin genelde ekonomik ve siyasi olarak riskli bölgelerde olması hem de sıkı devlet kontrolleri ve regülasyonlar uygulaması, ciddi tedarik riski oluşturuyor.
KMH’lerde hakim ülke Çin
Çıkartılan maden cevherlerinin işlenmesinde ise daha da ciddi bir tekelleşme söz konusu; bu süreçlerde Çin, neredeyse tek hakim ülke olarak öne çıkıyor. Örneğin kobalt rezervleri baskın olarak Kongo’da iken, yapmış olduğu anlaşmalar dolayısıyla Çin, bu ülkedeki en büyük 10 kobalt maden rezervinden yedi tanesini kendi ülkesine getirerek işliyor. Kobalt’ın yüzde 74’ü tek başına Çin’de rafine ediliyor. Benzer şekilde, lityumun yüzde 65’i, nadir toprak elementlerinin yüzde 90’ı ve grafitin neredeyse tamamı, tek başına Çin’de işlenip rafine ediliyor.
Dikkat edilirse, işleme ve rafinasyon konusunda başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) olmak üzere, karbonsuzlaşma konusunda çok iddialı hedefler belirlemiş batı ülkeleri neredeyse hiç yoklar.
Stratejik akılla Çin, yaklaşık 10 yıl önce bu materyallerin önemini gördü ve madenlere sahip birçok ülke ile anlaşmalar imzaladı. Daha önemlisi, temiz enerji teknolojilerinde kullanılacak hale gelmeleri için gereken rafinasyon ve işleme sürecini kendi ülkesinde yapmaya başladı. Bu konuda uzmanlık ve altyapı geliştirmeye büyük yatırımlar yaptı. Bu stratejik önceliklendirme, Çin’in KMH pazarındaki hakimiyetini sağlamlaştırdı ve bu kritik minerallerin küresel tedarik zinciri üzerinde önemli bir kontrol sağladı.
Bugün Çin, KMH’lerin işlenmesinde ABD ve AB gibi gelişmiş ülkelerin kat be kat ötesinde. Batılı ülkeler, yeşil teknolojilerden savunma ürünlerine kadar birçok teknolojik malda kullanılan KMH girdilerinin çoğu için ithalata bağımlı durumda.
KMH rezervlerinin ve işlemesinin birkaç ülkede yoğunlaşması, ihracat kısıtlamaları ve yabancı yatırımcı için sınırlı erişim ile birleşince, küresel piyasaları tedarik kesintisi riskine maruz bırakıyor. Örneğin 2010 yılında Çin, nadir toprak elementlerine ihracat kısıtlamaları getirdi. ABD ile yaşanan ticaret savaşları sonrasında ise bu kısıtlamaları daha da sıkılaştırdı. Endonezya ise 2019’da nikel ve diğer kritik hammaddeler için yeni kontroller uygulamaya başlayarak ihracatı sınırladı. Ayrıca ham nikelin kendi ülkesinde rafine edilmesini zorunlu kıldı.
Madenlerin çıkarılmasında çevresel ve sosyal riskler var
Ne var ki mevcut haliyle KMH madenciliği, çevresel ve sosyal riskleri de beraberinde getiriyor. Söz konusu hammaddelerin yoğun olarak çıkarıldığı ülkelerde çevresel mevzuat kuvvetli değil ve güçlü emisyon azaltım düzenlemeleri yok. Bu nedenle madenciliğin ciddi kirliliği yol açması söz konusu.
Sosyal riskler bağlamında en çarpıcı örnek, yıllarca süren silahlı çatışmalardan sağ çıkmak için mücadele eden Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki durum. Kobalt rezervlerinin çoğu, kadınların ve çocukların erkeklerden de daha düşük ücretlerle, üstelik temel güvenlik ekipmanlarından yoksun çalıştığı bu ülkeden geliyor. Temel önlemlerin eksikliği nedeniyle birçok kobalt madencisi, son derece yüksek seviyelerde toksik metallere maruz kalıyor.
Çin’den ders alınabilir
Karbonsuzlaşma konusunda iddialı hedefleri bulunan ABD ve AB başta olmak üzere batı ülkeleri, KMH’lerin tedariğinde oldukça başarısız ve zor bir durumda kaldılar. Çin’in KMH konusunda tek hakim ülke olması nedeniyle oluşan risklere karşı acil çözüm üretme çabaları başladı. Bu konuda doğru adımlar atabilmek için nerede yanlış yapıldığından dersler çıkarmak ve Çin’in geliştirdiği politikaları incelemek gerekiyor.
Bugün güçlü bir entegre tedarik zincirine sahip olan Çin, KMH’lere devlet düzeyinde, kar-maliyet boyutuna fazla dikkat etmeden, yoğun şekilde yatırım yaptı. Dahası, seçtiği sektörlerde güçlü sanayi politikaları belirledi ve ar-ge çalışmaları konusunda her türlü finansal desteği ve teşviki sağladı. Bunun neticesinde, madencilikten rafinasyona ve işlemeye kadar tüm süreçlerde teknoloji ve uzman geliştirdi; yüksek verimlilik ve üretkenlik elde ederek orta vadede küresel bir rekabet avantajı sağladı.
2050’ye kadar 2,1 trilyon dolarlık yatırım gerekiyor
Günümüzde temiz enerji dönüşümünün hızı, yeterli kritik mineral ve hammadde arzının sağlanmasıyla doğrudan ilişkili. Bu nedenle tedarik riskine karşı hükümetleri, şirketleri ve araştırma kurumlarını içeren koordineli bir yaklaşım oluşturmak hayati önem taşıyor. Yerel ölçekte bu çabaların, madenlerin keşif ve çıkarma kapasitelerini artırmaya, teknolojik ilerlemeleri teşvik etmeye ve ortaya çıkan projelerin sermaye ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanması gerekiyor. Teknolojik inovasyon, hem doğadan çıkarma ve işleme tekniklerinin hem de geri dönüşüm ve döngüsel ekonomi yaklaşımlarının geliştirilmesini sağlar. Ülkeler ayrıca çabalarını birleştirerek, bilgi paylaşarak ve uluslararası iş birliğini teşvik ederek arz riskine bağlı kırılganlıkları azaltabilir.
KMH sektörü için yatırım konusu büyük bir sorun çünkü bir yandan öngörülen tedarik açığı genişlerken bir yandan da yeni tesislerin tam anlamıyla faaliyete geçmesi en az 10 yıl alıyor. BNEF’in son raporuna göre ise yüzyıl ortasında net sıfır emisyon hedefine ulaşmış bir dünyanın taleplerini karşılamak için 2,1 trilyon dolarlık yeni madencilik yatırımına ihtiyaç var. Ön maliyetler için ciddi miktarda sermayeye ihtiyaç duyulan bu gibi yatırımları, hükümetlerin rehberliği ve desteği olmadan gerçekleştirmek mümkün değil. Teknolojik engelleri aşmak ve rekabetçi üretim seviyelerine ulaşmak için özellikle araştırmaya, altyapıya ve insan sermayesine önemli yatırımları yapılması gerekiyor.
Batı, tedarik kaynaklarını çeşitlendirmeye çabalıyor
Son yıllarda gelişmiş ülkelerin KMH konusundaki endişeleri de artıyor. Bu nedenle bir dizi politikayı hayata geçirmeye başladılar. ABD’deki Enflasyonu Azaltma Yasası’ndan (Inflation Reduction Act, IRA) AB’nin Kritik Hammaddeler Yasası’na (Critical Raw Materials Act, CRMA) kadar, tedarik kaynaklarını güvence altına almayı ve çeşitlendirmeyi amaçlayan kapsamlı politika seçenekleri sunuldu.
ABD’deki IRA, başka ülkelerden elde edilen malzemelerin kullanımını kısıtlamayı hedefliyor. AB’deki CRMA ise hiçbir ülkenin, Avrupa’nın kullandığı herhangi bir kritik mineral veya hammaddenin yıllık tüketiminin yüzde 65’inden fazlasını tedarik etmemesini şart koşuyor. Diğer büyük KMH tüketicisi ülkeler ise tedarik kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışıyorlar ve bunun için uluslararası işbirlikleri kurmayı deniyorlar.
ABD ve AB ülkeleri öncülüğündeki Batı ülkelerinin yakın zamandaki bir diğer inisiyatifi, KMH’lere erişimi güvence altına almak ve Çin’in hakimiyetine karşı koymak için çok taraflı bir strateji olarak başlattıkları Maden Güvenliği Ortaklığı (Mineral Security Partnership.)
Maden Güvenliği Ortaklığı, üyelerine istikrarlı bir hammadde tedariği sağlamayı amaçlayan ulus ötesi bir birlik. Türkiye’nin de dahil olduğu 14 ülkeden oluşan bu koalisyon, teknoloji sektörünün ihtiyaç duyduğu kritik hammaddeleri sağlayacak projeler için finansman ağı oluşturup sektöre daha fazla yatırım yapmaları için özel yatırımları ve madencileri desteklemeyi amaçlıyor.
Türkiye, kendi KMH listesini oluşturmalı
2022 yılında Türkiye, Eskişehir Beylikova’da 694 milyon tonluk nadir toprak elementi rezervi bulunduğunu açıkladı. Bunun, Çin’de yer alan 800 milyon tonluk rezervin ardından dünyanın en büyük ikinci rezervi olduğu belirtildi. Türkiye’nin enerji sektöründeki konumunu pekiştireceği ifade edildi.
Resmi açıklamalar, Türkiye’nin yılda 570 bin ton maden işleme kapasitesiyle, nadir toprak elementleri alanında dünya çapında bir oyuncu haline gelebileceğine işaret ediyor. Bu rezerv, küresel tedarik riskine de büyük katkı sağlayabilecek düzeyde. Ancak kritik mineraller konusunda veri sunan uluslararası kuruluşlar, henüz Türkiye’nin rezervlerini küresel toplam içine dahil etmiyorlar.
Oysa dünyada bilinen 17 nadir toprak elementinden 10 tanesinin Beylikova Maden Sahası’nda bulunduğu belirtiliyor. Bu rezervlerin yüksek miktarda olması ve işlenip rafine edileceğinin resmi kaynaklar tarafından beyan edilmesi oldukça önemli. Türkiye’nin kendi yeşil dönüşüm ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve küresel ölçekte etkili bir oyuncu olabilmesi için kapsamlı strateji ve planlama çalışmaları yapması gerekiyor.
Her şeyden önce Türkiye’nin, aynı ABD ve AB’nin yaptığı gibi, NTE’lerin özelliğine göre kendi kritik madenler listesini oluşturması ve envanterini çıkarması lazım. İlgili rezervlerin ve işlenmesi durumunda yaratılacak ekonomik değerin, farklı senaryolar altındaki fayda-maliyet analizlerini yapmasını beklemeliyiz. Bu kritik mineralleri verimli bir şekilde işleyip rafine etmesini sağlayacak ölçek ekonomilerini, maliyet avantajlarını hesaba katan, entegre tedarik zincirlerine sahip, geniş bir işleme tesisine ihtiyaç var. Ayrıca NTE’lerin işlenmesi ve rafinasyonu ciddi teknik bilgi (know-how) gerektirdiği için, bu konuda nitelikli insan gücü ve altyapı desteği sağlanması önem taşıyor. Son olarak, bunların dünya pazarlarına güvenli bir şekilde ulaştırılması, uluslararası işbirliği anlaşmalarıyla sağlanmalı. Bu gibi strateji plan ve işbirlikleri aracılığıyla Türkiye, NTE tedarik zincirinde önemli bir konuma gelebilir.
Kaynak Makale: Karakaya, E., Alataş, S. and Hiçyılmaz, B (2024) “Critical Raw Materials in the Clean Energy Transition: Evaluating Circular Economy and Investment Strategies for Mitigating Supply Risk”, Book Chapter, Editor Elizabeth Keenan and Shabliy Elena “Sustainable Energy Development: Technology and Investment”, Lexington Books, Maryland, USA, 2024.
İklim Masası Hakkında
İklim Masası, basına bilimsel temelli iklim haberleri servis etmek amacıyla kurulmuştur. İklim değişikliğini, ekonomiden tarıma, biyoçeşitliliğe etkilerinden toplumsal sonuçlarına, tüm yönleriyle ele almayı hedefleyen bir haber ajansıdır.
Bilim insanları tarafından İklim Masası için kaleme alınan haber metinleri, gazetecilere ve basın kuruluşlarına ücretsiz servis edilir.
Gazeteciler, haberi hazırlayan bilim insanını ve İklim Masası'nı referans göstermek kaydıyla, metinlerin tamamını veya bir kısmını kullanmak ve metinlerden alıntı yapmak konusunda özgürdür.
İklim Masası, iklim değişikliğiyle ilgili basında yer alan haberlerin nicelik, nitelik ve konu çeşitliliği bakımından gelişmesini hedeflemektedir. İklim değişikliği konusundaki çalışmaları daha görünür kılmayı, yeni araştırmalara ilham vermeyi ve iklim değişikliği konusunda üretilen akademik bilgiyi bir araya getirerek gazeteciler için güvenilir bir bilgi kaynağı oluşturmayı amaçlar.
* T24, İklim Masası köşesini herhangi bir kurumdan karşılık almadan yayımlamaktadır.
/././
Asgari ücret artışı konusu “gerçekleşen-beklenen enflasyon” tartışmasına sıkıştırılmamalıdır! -Mustafa Durmuş-
Enflasyonla mücadele ya da ücret artışları, sınıflı bir toplum olan kapitalizmde sınıflar üstü sonuçlar yaratmaz, yani tarafsız değildir. Bu nedenden dolayı da bu konularla ilgili tarafsız kalınamaz, emekten yana tavrın çok daha net ortaya konulması gerekir.
Asgari ücrete yapılacak artış tartışması bu sene de erken başlatıldı. Önce IMF, asgari ücretin enflasyonla mücadeleyi akamete uğratacak biçimde artırılmamasını buyurdu, ardından da IMF’siz IMF politikası uygulayan iktidar bu yılki zammın sınırlı tutulacağını açıkladı.
İktidar cephesinden buna gerekçe olarak enflasyonla mücadele gösteriliyor. Belli ki “enflasyon düştüğünde dar gelirlilerin durumu da düzelir” biçimindeki “ölme eşeğim ölme, yaz gelince yonca bitecek…” masalını anlatmayı sürdürecekler.
Ortak bildiri
Asgari ücret tartışmasına ilk kez, aralarında çok seçkin iktisatçı hocalarımızın da bulunduğu 118 iktisatçımız ortaklaşa yayınladıkları bir bildiri ile katıldı. Bu reaksiyonda IMF’nin yaptığı açıklama etkili olmuş olabilir.
Şahsen bu bildiriden haberim yayınlandıktan sonra oldu. Geriye dönüp araştırdığımda bir iktisatçı dostumun SMS biçiminde bildiriyi bana gönderdiğini, benim de yoğunluğumdan gözden kaçırdığımı fark ettim. Bildiriden asıl olarak yayınlandıktan sonra sosyal medya aracılığıyla haberdar oldum.
Öncelikle, bildiriyi hazırlayanların ve imzalayanların emeklerine sağlık. Ne de olsa (belki de) ilk kez akademisyen iktisatçılar kabuklarından çıkıp önemli bir konuda ortak bir ses verdi. Umarız benzer bir ses yeni anayasa tartışmaları yapılırken akademisyen hukukçulardan da çıkar.
Daha geniş bir zeminde tartışmak daha yararlı olabilirdi
Ancak bu bildiri, yayınlanmadan önce, daha geniş akademisyen-iktisatçı zemininde tartışılabilirdi ve bildiriye yapılabilecek katkılarla, daha fazla sayıda imza ila yayınlanır ve belki de daha fazla ses getirirdi. Bu şans kaçmış gibi görünüyor.
Özüne karşı çıkmadığım bildiride, emekten yana bir perspektif oluşturması açısından da aşağıda vurguladığım noktaların yer almasının çok daha faydalı olabileceğini düşünüyorum.
Bildiri asgari ücrete yapılacak artışın, özünde, “beklenen değil, gerçekleşen enflasyona göre” yapılmasını, enflasyonla mücadelenin dar gelirlilerin üzerine yıkılmamasını, bütüncül ve yeniden bölüştürücü önlemlerin de gündeme alınmasını istiyor.
Detaylandırılması gereken talepler
Bu talepler genel olarak doğru olsa da emek perspektifinden iktisat kamuoyunda tartışılacak nitelikte talepler. Bu yüzden de detaylandırılmaları yerinde olabilir.
Öncelikle, Türkiye’de TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verileri gerçeği tam olarak yansıtmıyor çünkü enflasyon olduğundan çok daha düşük gösteriliyor. Bu konuyu her seferinde açıklamaktan ENAG’ın dilinde tüy bitti denilebilir? Bunun nedenin asgari ücretliye, emekçiye ve emekliye yapılması gereken ücret zammının düşük gösterilmek istenmesi olduğunu biliyoruz.
İkinci olarak, TÜİK’in TÜFE olarak açıkladığı ve belli mal ve hizmetlerden oluşan sepetteki fiyat değişiklikleri, başta asgari ücretli işçiler olmak üzere (toplam ücretlilerin neredeyse yarısını oluşturuyorlar) toplumun geniş kesimlerinin gerçek yaşam maliyetlerini yansıtmaktan çok uzak.
Çünkü enflasyonun bir göstergesi olarak TÜFE aslında genel fiyat seviyesinin ve enflasyonun tam bir göstergesi değil. TÜFE'de ülke çapında 28,852 iş yeri ve 5,246 konuttan (kira) 406 madde, 913 madde çeşidi için her ay yaklaşık 608,594 fiyat derleniyor. Yani TÜFE kentli hane halkları tarafından en çok satın alınanların fiyatlarındaki ortalama değişiklikleri yakalamaya çalışıyor.
Gerçekleşen enflasyon ölçütü “iyileştirme” için yeterli değil
Üçüncü olarak, gerçekleşen enflasyon oranında ücret artışı yapmak sadece asgari ücretlilerin bu yılki enflasyon karşısındaki zararını karşılamak demektir ki bu durum bir iyileştirme değildir.
Nitekim bu yılın Ekim-Aralık aylarındaki aylık TÜFE’nin ortalama yüzde 2,60 civarında olabileceğini düşünürsek, 2024 yılında enflasyonun etkisini sıfırlayacak olan ücret artışı yüzde 39,0 olacaktır. Yani işçiler bu zamla ancak 2024 yılındaki reel kayıplarını telafi etmiş olabilecekler. Bu hesap da TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verilerinin doğru olduğu varsayıldığında doğru olabilir.
Oysa TÜİK’in haziran ayında uzman doktor muayenesini 34 TL, yurt ücretini 457 TL, ev kirasını 5.845 TL, beyaz peynir fiyatını 147 TL ve yumurta fiyatını 2,5 TL olarak dikkate aldığı hala hafızalardadır.
Yani basında yer aldığı gibi beklenen enflasyona göre yüzde 25- 30 zam yerine, gerçekleşen enflasyona göre yüzde 39-40 zam talep etmek, asgari ücretliler ve bu artışın etkileyeceği diğer ücretliler için çok büyük bir fark yaratmayacağı gibi, bu durum ekonomik bir refah artışı anlamına da gelmeyecektir.
İşgücü verimliliğinin artış gösterdiği ve milli gelirin şu ana kadar ortalama yüzde 4 civarında büyüdüğü bir ekonomide işçilerin refahının artırılabilmesi için asgari ücret artışının gerçek enflasyonun çok daha üzerinde olması gerekir.
Yani sorun, gerçekleşen ve beklenen enflasyon farkından çok daha büyük bir sorundur. Bu yüzden de “beklenen” yerine “gerçekleşen” enflasyona göre asgari ücrete zam talep etmenin, derin bir yarayı yara bandı ile kapatmaktan pek de farkı olmayacaktır.
Dördüncüsü, asgari ücret yerine “insan onuruna yaraşır bir yaşam ücretinin uygulanması talep edilebilir. Nitekim gelişkin ekonomilerde benzer bildiriler hazırlayan iktisatçıların ilk talepleri asgari ücretin bu şekilde yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir.
Yeniden bölüştürücü önlemler?
Beşincisi, yeniden bölüştürücü önlemlerin neler olduğunun birer cümle ile açıklanması çok yerinde olurdu. Örnek olarak, çok zenginlerden alınacak bir “servet vergisi”nin ve buradan hareketle de “Temel Gelir Güvencesi”nin gerekliliğini dillendirmenin tam zamanıdır.
Aynı şekilde Gelir Vergisi dilimlerinin emekçilerin yıl ortasından itibaren bir üst gelir dilimine girmesini önleyecek ölçüde yükseltilmesi ve vergi hesaplanırken, vergiden değil, “matrahtan indirim” yönteminin uygulanması savunulabilir.
Ayrıca et, süt, çocuk maması, çocuk bezi, gübre, mazot gibi zaruri mallardan alınan KDV ve ÖTV’nin sıfırlanması talep edilebilir.
Denetimler ve kamulaştırmalar
Enflasyonla mücadelede “üç harfliler” olarak da bilinen tekel konumundaki iskonto marketlerin daha sıkı denetlenmesi ve gıda, enerji gibi zaruri malların üretiminin kamulaştırılması önerilebilir.
Bu öneriler emekten yana, kamucu ama aynı zamanda da sistem içi önerilerdir. Daha ziyade Keynesyen-sol/sosyalist bir yelpazede yer alırlar. Buna karşılık ortak bildiride yer alan ve sadece birer cümle ile sözü edilmiş öneriler böyle bir perspektiften yoksun olan ve piyasaları ve sermayeyi karşısına almayan öneriler görünümündedir.
Oysa enflasyonla mücadele ya da ücret artışları, sınıflı bir toplum olan kapitalizmde sınıflar üstü sonuçlar yaratmaz, yani tarafsız değildir. Bu nedenden dolayı da bu konularla ilgili tarafsız kalınamaz, emekten yana tavrın çok daha net ortaya konulması gerekir.
Özcesi, ülkedeki emek sömürüsünün ve gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin devasa boyutlara ulaştığının farkında olan ve bu yüzden de emekçilerin yanında yer alan, aynı zamanda sınıfın da bir parçasını oluşturan iktisatçılar olarak sınıf adına olan talepleri bu kadar geride tutmak durumunda kalıyorsak, patronların ve devletin kontrolündeki işçi sendikalarının daha fazlasını istemesini ve bunun mücadelesini vermesini bekleyemeyiz.
/././
Umut hakkı ve AİHM kararlarının uygulanması -Rıza Türmen-
Umut hakkının ya da şartlı salıverme hakkının bu iki kişiye tanınması kararların uygulanması bakımından hiçbir anlam taşımaz. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararlarının uygulanması için ikisinin de derhal serbest bırakılması gerekir.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 22 Ekim’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM’de DEM Parti Grup Toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse umut hakkının kullanılmasıyla ilgili olarak yasal düzenlemeleri ve bundan yararlandırılmasının önünü de ardına kadar açalım.”
Bahçeli’nin bu sözleri “umut hakkı” kavramının tartışılmasına yol açtı. Nedir umut hakkı? Bunu daha iyi anlamak için biraz geriye, Öcalan’ın Türkiye’de yargılanmasına gitmek gerekir.
Öcalan Türkiye’ye getirildikten sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı ve Haziran 1999’da devletin birliğini bozmak suçundan idama mahkûm oldu. Öcalan 16 Şubat 1999’da AİHM’e başvurdu. Davaya bakan AİHM’in 1. Dairesi Kasım 1999’da ihtiyati tedbir kararı verdi. Kararda AİHM’in inceleyebilmesi için idam cezasının uygulanmaması öngörülüyordu. Sn. Bahçeli’nin de ortak olduğu Ecevit Hükümeti bu karara uydu ve kesinleşen mahkeme kararını TBMM’ye göndermedi. Dolayısıyla idam kararının uygulanması için gereken yasa çıkmadı ve cezanın uygulanması ertelendi.
AKP iktidarı Kasım 2003’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne 6 numaralı ek protokolü onayladı. Bu protokol savaş ya da savaş tehdidi dışında idam cezasını yasaklıyordu. Şubat 2006’da ise 15 numaralı ek protokolü onayladı. Bu protokol idam cezasına istisna tanımadan mutlak bir yasak getiriyordu.
Buna paralel olarak Türkiye, Anayasa ve yasalarında değişiklik yaptı. İdam cezası yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası koydu. Anayasa’nın 38. maddesindeki “savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları dışında ölüm cezası verilmez” ibaresi çıkarıldı. Yerine “ölüm cezası ve genel müsadere cezası verilemez” şeklinde bir madde konuldu.
Öcalan’ın mahkûm olduğu devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma suçunun cezası da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası olarak değiştirildi. Bütün bu gelişmelerde o sıralarda Türkiye’nin AB ile yürüttüğü tam üyelik görüşmelerinin büyük payı olduğu kuşkusuz.
İnfaz Yasası 107. maddeye göre ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edilmiş olanlar otuz yıl sonra koşullu salıvermeden yararlanabilirler. Ancak gene aynı yasanın 107/6 md. uyarınca devletin güvenliğine ve anayasal düzene karşı işlenen suçlar nedeniyle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılanlar şartlı salıverilmeden yararlanamazlar. Yaşamlarının sonuna dek cezaevinde kalırlar. Salıverilme umutları olmadan. Öcalan bu gruba giriyor.
AİHM, bir gözden geçirme mekanizması olmadan, insanların hiçbir umut beslemeksizin yaşamları boyunca cezaevinde kalmaya mahkûm edilmelerini insanlık dışı muamele olarak gördü ve Sözleşme’nin işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesini ihlal ettiğine karar verdi. AİHM Öcalan ile ilgili 2014 yılında verdiği kararda bu sonuca ulaştı. Ama Öcalan davası tek değil. Aynı ihlal kararı Gurban/Türkiye ve başka davalar için de geçerli. Bütün bu davaların dayandığı ilkeler ise AİHM Büyük Dairesi’nin 9 Temmuz 2013 tarihli Vinter ve diğerleri/Birleşik Krallık kararından kaynaklanıyor.
Söz konusu kararlara baktığımızda AİHM’in yaşam boyu müebbet hapis cezası ile ilgili olarak şu ilkelere yer verdiğini görüyoruz:
Yaşam boyu hapis cezasının Sözleşme’nin 3. maddesine uygun olması için bir gözden geçirme mekanizması bulunması ve serbest bırakılma umudunun olması gerekir.
Hükümlülerin cezaevinde tutulmaları, cezalandırma, caydırma, halkın korunması ve suçlunun iyileştirilerek topluma kazandırılması gibi nedenlere dayanır. Yaşam boyu hapis cezasının verildiği durumlarda bu unsurlar arasındaki denge zaman içinde değişebilir. Bu unsurlardaki değişiklik bir gözden geçirme mekanizmasıyla değerlendirilmelidir.
Hükümlünün hiçbir serbest bırakılma umuduna sahip olmaması, cezaevinde gösterdiği iyi hali de anlamsız kılacaktır. Ayrıca gözden geçirme mekanizmasının bulunmadığı bir sistemde hükümlünün yaşam süresi uzadıkça, cezası da uzayacaktır.
Alman Anayasa Mahkemesi, devletin bir kişiyi, özgürlüğünü kazanma umudu olmadan yaşam boyu hapse mahkûm etmesini, Alman Anayasası’ndaki insanlık onuru ile bağdaşmadığı görüşündedir. AİHM aynı görüşün Sözleşme sistemi için de geçerli olduğunu kabul etmekte.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin de yaşam boyu hapse mahkûm olanların şartlı salıvermeden yararlanabilmeleri hakkında birçok kararı var. 76(2) sayılı kararında ceza süresinin 8 ile 14 yıl sonra gözden geçirilmesi ve belirli aralıklarla gözden geçirmenin yenilenmesi öngörülmekte.
Benzer görüşleri İşkenceyi Önleme Komitesi raporlarında da bulmak olanağı var. Örneğin Komite’nin İsviçre raporunda bir kişiyi hiçbir serbest bırakılma umudu olmadan cezaevinde tutmanın insanlık dışı muamele olduğu belirtiliyor.
AİHM, Öcalan ile ilgili olarak verdiği 18 Mart 2014 tarihli kararında yukarda değinilen görüşler yanında, hükümetin hastalık ya da kocama gibi nedenlerle Cumhurbaşkanı’nın af yetkisine sahip olduğu yolundaki Hükümet’in savunmasını reddetti. Af yetkisinin “serbest bırakılma umudu” kavramı ile aynı olmadığını, serbest bırakılma umudunun bir infaz hukuku konusu olduğunu belirtti.
Aynı şekilde Hükümet’in TBMM’nin af kanunu çıkarma yetkisi bulunduğu görüşünü de kabul etmedi. Hükümet’in böyle bir af kanunu çıkarılması olasılığı bulunduğunu göstermediğini ileri sürdü.
AİHM kararını uygulamak için Türkiye’nin İnfaz Yasası’nda yaşam boyu hapis cezasına mahkûm olanların istisnasız olarak şartlı salıverilmeden yararlanabileceklerini belirten bir değişiklik yapmak gerekiyordu. Bu değişiklik sadece Öcalan kararının değil aynı nedenlerle ihlal kararı çıkan Gurban/Türkiye (2006) ve başka benzer kararlarının uygulanması bakımından da gerekliydi. Türkiye yasasında gereken değişikliği yapmadı ve kararları uygulamadı.
Bunun üzerine kararların uygulanmasından sorumlu olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye’den yasaya bir gözden geçirme mekanizması koyması ve yaşam boyu hapis cezasına çarptırılanları şartlı salıverme olanağı vermesini talep eden kararlar kabul etmeye başladı.
Bakanlar Komitesi’nin bu konuda kabul ettiği son karar 19 Eylül 2024 tarihli. Bu kararda Bakanlar Komitesi söz konusu kararların uygulanması bakımından bir gelişme olmamasından “derin endişe” duyduğunu belirtiyor ve Türkiye’nin daha fazla gecikmeden kararları uygulamak için gereken önlemleri almasını istiyor. Ayrıca Türkiye’nin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılıp cezasında bir indirim yaptırılamayacak kişiler hakkında bilgi istiyor. Türkiye nedense bu bilgiyi vermek istemiyor. Kararda bu konunun yeniden 2025 Eylül toplantısında ele alınacağı belirtiliyor ve bir değişiklik olmamışsa bu endişeyi belirten kuvvetli bir karar (resolution) hazırlamak için sekreteryaya talimat veriyor. (Bakanlar Komitesi AİHM kararının uygulanması için karar kabul eder (decision) ancak kararların uygulanması gecikirse daha kuvvetli bir karar (resolution) kabul eder.)
AİHM ve Avrupa Konseyi’nde gelişmeler bu yönde ilerlerken Bahçeli’nin Öcalan’a umut hakkının tanınmasını öngören konuşması ortalığı karıştırdı. Öcalan’a umut hakkı tanınması için yapılacak düzenlemelerden doğal olarak aynı durumda olan bütün mahkumlar yararlanacak. Böylelikle Sn. Bahçeli, pek de hoşlanmadığı AİHM kararlarının uygulanmasına hizmet etmiş olacak. Bu konunun Bakanlar Komitesi’nde ele alındığı bundan sonraki toplantıda Türkiye Büyükelçisi göğsünü gere gere “Bu konuda bir gelişme var. İktidar ortağı partinin başkanı Öcalan’a umut hakkı verilmesini istedi.” diyebilecek.
Öcalan ve aynı durumda olanlara tanınacak “umut hakkını” devlete karşı işlenen suçlardan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’la karıştırmamak gerekir. Bir kere, Kavala ve Demirtaş’ın cezaevinde kaldıkları süre 30 yılın çok altında. İkincisi, bu iki kişiyle ilgili olarak AİHM, tutuklanmalarının hukuka aykırı olduğunu, suç işlediklerini gösteren hiçbir somut veri bulunmadığını, tutuklanmalarının siyasal nedenlere dayandığını belirterek Sözleşme’nin ihlal edildiğine karar vermiş ve derhal serbest bırakılmalarını talep etmişti. Dolayısıyla umut hakkının ya da şartlı salıverme hakkının bu iki kişiye tanınması kararların uygulanması bakımından hiçbir anlam taşımaz. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararlarının uygulanması için ikisinin de derhal serbest bırakılması gerekir.
Sn. Bahçeli acaba bu konuda da yardımcı olabilir mi?
/././
AKP’li İbrahim Halil Yıldız: Emine Şenyaşar’a sarılmak, varsa hatamız kendisinden özür dilemek isterim -Candan Yıldız-
"Taraflar barıştı, artık kimsenin cezaevine girmesini istemem" - Emine Şenyaşar…
Urfa’nın Suruç ilçesinde sıradan bir hayat yaşarken bütün Türkiye onu acısından tanıdı. Milyonların sloganı olan “Hak, hukuk, adalet” in geldiği noktayı, güçlünün gerçekleri örtebilme kapasitesini teşhir etti.
Tam altı buçuk yıl direndi… Kar demeden kış demeden, adliye önlerinde, TBMM’de, elinde “Adalet” yazan dövizle iki oğlu ve eşinin katillerinden hesap sorulmasını istedi.
2018'de genel seçimlerinden 10 gün önce, AKP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız'ın Suruç'taki esnaf ziyaretleri sırasında yaşanan saldırıda bir oğlunu kaybeden Emine Şenyaşar’ın aynı olayda yaralanan eşi ve diğer oğlu da hastanede öldürüldü.
Aynı olayda İbrahim Halil Yıldız da abisini kaybetti.
Emine ŞenyaşarEmine Şenyaşar’ın altı buçuk yıl başka bir deyişle yetmiş sekiz ay süren inadı olmasaydı, devlet katında “hayatı değerli olmayanların” on yıllara dayanan birikmiş adalet arayışını arkasına almasaydı, Kürt meselesinde “yeni bir süreç mi” tartışmalarının olduğu döneme denk gelmeseydi Şenyaşar ve Yıldız aileleri barışması mümkün olur muydu?
Yıllar içinde farklı aracıların bu yönde çabaları olmuş ama bir sonuca ulaşmamış.
2018’de Suruç’ta yaşanan ve yakın siyasi tarihe ilişkin çok şey söyleyen olayın tarafları, AKP ve DEM Parti’nin girişimleriyle barıştı.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, AKP Milletvekili Bekir Bozdağ, Abdülhamit Gül, DEM TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder, DEM Milletvekili Saliha Aydeniz ve Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün öncülük ettiği barışmada AKP MKYK üyesi İbrahim Halil Yıldız ve DEM Milletvekili Ferit Şenyaşar el sıkıştı.
Nedense barışma karesinde, yıllarca ağladığı için gözünün görme yetisini yüzde 70 kaybeden bir anne, bir kadın nedense yoktu.
Oysa onun inadı, isyanı süreci bu noktaya getirdi. Her iki taraftan tahliyeler olduktan sonra bu barışma mümkün oldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da süreçte etkili olduğu konuşuldu. Linç vahşiliğinin yaşandığı olayla ilgili AKP’li İbrahim Halil Yıldız bugüne kadar çok konuşmadı.
T24’ün sorularını yanıtlayan Yıldız’a yüz yüze geldiğinizde anne Emine Şenyaşar’a ne söylemek istediğini sorduğumda “Sarılmak, acısını paylaşmak, ailem adına özür dilemek” isterim dedi.
İşte İbrahim Halil Yıldız’ın yanıtları…
- Süreç nasıl gelişti, nasıl bu noktaya geldi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da etkisi var mıydı?
Daha çok bizim istememizle oldu. Partimiz de onay verdi. Cumhurbaşkanımız sağ olsun, bu konuda bize yardımcı oldu. Cumhurbaşkanı Yardımcımız Cevdet Yılmaz araya girdi, taraflar görüştü. Yoğun görüşmeler oldu. Ben de barışmak, husumetin son bulmasını istiyordum. Kamuoyunun ve ailelerin rahatlaması. Anne Emine Şenyaşar çok yıprandı bu konuda…
- Evet anne Şenyaşar altı buçuk yıl mücadele verdi. Gözaltına alındı, hakkında dava açıldı…
Ben çok takip etmedim, bu konuda basına da çok çıkmadım. Ülkemizde artık kan ve gözyaşının olmamasını istiyorum. Bu tür şeylerin son bulmasını istiyorum. Belki bu barışma, toplumsal barış için bir başlangıç olur.
- Bu buluşmanın böyle bir mesaj verme derdi de vardı öyle değil mi?
İyi bir mesaj olduğunu düşünüyorum, ülkemiz açısından iyi gelişmeler olur diye düşünüyorum. Tabii büyüklerimiz bizden daha iyi bilirler. Ama ben kendi, ailem ve partim açısından iyi bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Bir nebze de olsa toplum rahatladı, aileler biraz rahatladı.
- Şenyaşar ailesinden üç kişi, Yıldız ailesinden de bir kişi hayatı kaybetti söz konusu saldırıda…
İstemediğimiz bir olaydı, inşallah bir daha böyle bir şey daha yaşamayız.
- Özellikle hastane kısmı çok önemliydi. Adeta bir linç yaşandı…
Her iki tarafın aynı hastane gitmesi çok büyük bir yanlıştı. Yani bunu kim, nasıl yönlendirdi, peşine düştüm. Bunu bulabilsek…
- Bir şeye ulaşabildiniz mi?
Böyle bir şeyin hastanede yaşanması asla kabul edilecek bir durum değil. Ben de bunu kabullenemedim.
- Yaralı olarak hastaneye getirilen baba ve oğul Şenyaşar’a saldırılırken polisin bir şey yapamadığı iddia edilmişti, kamera kayıtlarına el konulduğu ortaya çıkmıştı.
Ben orada olmadığım için şahit olmadım.
- Anne ile siz hiç yüz yüze konuştunuz mu?
Yüz yüze gelmek isterim.
- Emine Şenyaşar neden barış buluşmasında yoktu?
Ben istemiştim gelmesini. Rahatsız olduğunu söylediler. Karşı tarafın takdiri. Buna biz karar veremeyiz. Ama olsaydı iyi olurdu. Sayın vekil önemli bir aktör, ailenin temsilcisi olarak oradaydı. Yeni bir sayfa açmak istiyoruz. Tekrar tekrar konuşmanın kimseye bir fayda sağlayacağını düşünmüyoruz. Bu konuların sürekli irdelenmesini toplum açısından da doğru bulmuyorum. Bundan sonraki süreçte barış ve kardeşlik ana temamız olsun diye düşünüyorum. Bu konuda adım atılmalı. Yani sadece bizim şahsımız ailemizle ilgili bir durum değil. Bütün toplum olarak bunu yaşamamız gerekiyor.
- Altı buçuk yıl boyunca barışma girişiminde bulundunuz mu peki?
Ben çok girişimde bulundum. Araya çok insanlar girdi ama bir türlü olmadı, pürüzler çıktı. Bugüne nasip oldu.
- Altı buçuk yılda olmayan barışma bugün niye oldu sizce?
Belki aradaki insanların doğru seçilmesi çok önemliydi. Araya giren diğer insanlara da teşekkür ederiz, çok çabaladılar ama bu sefer temsilcilerin önemli aktörler olması etkili oldu.
- Barışa ailenizden hiç karşı çıkan oldu mu?
Hayır.
- Anne Şenyaşar ile yüz yüze gelseniz ne söylemek isterdiniz?
Acısını paylaşmak isterdim, sarılmak isterdim.
- Özür dilemek ister miydiniz?
Yani özür şu şekilde, eğer bir hata varsa özür dilenir. Vicdanen, bu konuyla benim hiçbir ilgim yok. Olayın olduğu andan sonuna kadar, dükkândaki görüntülerden itibaren hiçbir şekilde hiçbir yerde ne müdahilim ne de kabahatim oldu. Tek suçum bütün siyasetçiler gibi esnaf gezmek oldu… Bunu belki karşı taraftaki insanlar da bilmiyordu ben de bilmiyordum, belki bir organizasyon oldu ama benim haberim yoktu. O yüzden hata yaptığım bir şey yok. Tek hatam oraya gitmem oldu. Bu hatam olsa ben özür dilemeyi bilen biriyim, özür dilerim.
-Ama Yıldız ailesinin önemli etkili bir ferdisiniz…
Ailem adına özür dilerim tabii. Ailem adına varsa bir hatası özür dilerim. Her şey benden kaynaklanmış gibi lanse edildi. Bu da yıllarca beni üzdü. Sonuçta hepimiz Allah'ın huzuruna çıkacağız bir gün, herkes hesabını verecek. Sonuçta bir anne eşini, çocuklarını kaybetmiş. Yani gerekirse eşim de gidebilir. Eşim görüşebilir, sonuçta o da bir anne…
- Hukuki süreçle ilgili ne diyeceksiniz? Fadıl Şenyaşar’a 37 yıl, ağabeyiniz Enver Yıldız’a 18 yıl hasip cezası verildi.
Yargının verdiği karara müdahale edemeyiz. Ama ben bundan sonra kimsenin cezaevine girmesini istemem. Çünkü taraflar barıştı. Birbirini affettiyse Allah da affeder diye düşünüyorum. Tabii yargıya müdahil olma şansımız yok. Temennim kimsenin bir daha cezaevine girmemesi. Çünkü bu konuya çok insan karıştırmak, müdahale etmek, nemalanmak isteyecektir. Bu konunun, yaranın kapanmasını istiyorum.
- Anne Emine Şenyaşar bu kadar dirayetli davranmasaydı bu barış olur muydu?
Bir anne, acısı fazlaydı. Bir oğlu tutukluydu. Kolay değil. Bunu ancak anne olan anlayabilir. Barış bir gün muhakkak olurdu. Belki geç olurdu ama en sonunda yine barış olurdu. Barış her iki taraf isterse olur zaten. Tek tarafın istemesiyle bir barışın olması mümkün değil. Ülkeler barışıyor. Ne kadar erken barışılırsa o kadar iyi olur diye düşündüm hep. Onlar da Kürt biz de Kürdüz. Aramızda öncesinden bir husumetimiz yoktu. Tamamen bir anda gelişmiş bir şey. Tabii öncesinde başka bir şey var mı? Ben onu bilemiyorum. Ama keşke olmasaydı. Bu barış AKP ve DEM’in ortak iradesiyle yapıldı.
(T24)