Hakan Şükür’ün Son Golü-ALİ SİRMEN

Bunca gürültü patırdı arasında, biraz gürültüye geldi Hakan Şükür’ün AKP’den istifası ve fazla üzerinde durulmadı. Neyse ki büyük çoğunluk tarafından cemaatin basındaki en önemli kalemlerinden biri kabul edilen Hüseyin Gülerce, olayın önemini vurguladı ve şunları ileri sürdü: 
- Hakan Şükür’ün istifası 2013’ün en önemli olayıdır. AKP bu istifayı en samimi uyarı olarak anlamalıdır. Belki de son uyarı! 
Meğer Hakan Şükür büyük fırtına konusunda herkesi uyarmış. Ama ne AKP ne de Başbakan bu uyarıdaki önemi gördüler. Belki de gördüler de görmezden geldiler. 
Başbakan yalnızca, bu istifayı beklemediğini ve Hakan Şükür’e yakıştıramadığını söyledikten sonra ekledi: 
- Eğer dürüstse sadece partiden değil, parlamentodan da ayrılması gerekir. 
Gerçi parlamentodan ayrılmak Hakan’ın tek taraflı iradesiyle olacak şey değil, TBMM Başkanlığı’nın konuyu oya sunması ve Genel Kurul’un da istifayı kabul etmesi gerek. 
Kaldı ki Hakan Şükür’ün de pek öyle bir niyeti yoktu. Beklenen yanıtı yapıştırdı: 
- Orası milletin Meclis’i, bizi de oraya millet getirdi. 
Ne dersiniz Tayyip Erdoğan mı, Hakan Şükür mü haklı?
***
Sorunun yanıtını düşünürken aklıma, hemen hemen 65 yıllık bir olay geldi. 
TBMM’nin altıncı ve yedinci döneminde CHP’den milletvekili olan Behçet Kemal Çağlar, partisi içinde laiklik konusunda 1947 kurultayında başlayan tartışmalardan rahatsızdır. Bu görüşünü kurultayda da, başka platformlarda da dile getirmiştir. 
Nihayet, ilahiyat hocası Şemsettin Günaltay’ın TBMM’de 42’ye karşı 349 oyla güvenoyu aldığı 24 Ocak 1949 tarihli oturumda kürsüden partisinde siyasete devam etmesine imkân kalmadığını belirterek istifasını sunar. 
Yalnız Behçet Kemal Çağlar onunla yetinmeyip milletvekilliğinden de istifa eder. 
Şimdi bu iki olaya bakarak kim doğru davrandı diyebiliriz? Milli şair mi, milli futbolcu mu? 
İlk ağızda, Nasrettin Hoca gibi her ikisine de “sen de haklısın, sen de” diyebiliriz. 
Öyle ya, 1949 yılında partinin politikasını saptayan da, kimin milletvekili olacağına karar veren de aynı üst makamdı (İnönü). 
Kimse çıkıp da ona “ben senin politikanla aynı fikirde değilim, ama yine de burada durmaya devam edeceğim. 
Çünkü beni buraya millet seçti” diyemezdi. Çünkü kimin Meclis’e gideceğine karar veren millet değil, tek seçiciydi.
***
“Oysa aradan geçen 65 yılda durum değişmiştir. Artık ‘tek adam’ dönemi geride kalmıştır” diyebilir miyiz? 
Deriz demesine de, gerçeği yansıtmış ve pek de doğru söylemiş olmayız. 
Yani “Behçet Kemal Çağlar’ı TBMM’ye yollayan tek adamın iradesiydi, oysa şimdiHakan Şükür’ü aynı çatı altına gönderen milli iradedir” dersek doğru mu olur? 
Burada tayin edici irade İstanbul halkının mı, yoksa Tayyip Bey’in iradesi mi? 
Tayin edici iradenin Tayyip Bey’in olduğu, İstanbul seçmeninin iradesinin ise tasdik kabilinden bir formalite olduğu, halkın da Hakan Şükür’e onay verirken ondan çok Tayyip Bey’i tasvip ve tasdik ettiğini söylemek daha doğru olmaz mı? 

Biliyorum söylediklerim sistemin resmi tarifine uymuyor. 
Ama gelin görün ki fiili uygulamaya fevkalade uyuyor. 
Şimdi bu durumda Tayyip Bey Hakan Şükür’e açıkça şunu söylemek istiyor: 
- Politikama karşıysan Meclis’ten de ayrıl! Çünkü seni oraya sokan benim. 
Buna mukabil, Hakan Şükür de demek istiyor ki: 
- Yok öyle yağma; anayasa beni senin değil, milli iradenin seçtiğini söylüyor. 
Görüyorsunuz, bu durumda her ikisi de haklı. Ya da bakış açınıza göre her ikisi de haksız. 
Bu yoldan giderek kim haklı konusunda bir sonuca varamayız. 
Ama bu örnek olay bize şunu gösteriyor ki eğer sistemin bütünü yanlışsa, onun ayrıntılarında doğru aramak abestir. 
Zaten o yüzdendir ki yıllardır sistem içinde doğruyu bir türlü bulamıyoruz ya!  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Silkele Düşecek...- BEKİR COŞKUN

Dünyanın neresinde olursa olsun... Bunca rezillik ortaya döküldükten sonra, bir gün bile orada oturtmazlar adamı... 
Yapanı düşürürler... 
Korkum... 
CHP düşmesin...
*
Öyle demeyin... 
Oldu çünkü... 
İktidar çuvalladıkça, muhalefette oy kaybeden yeryüzünün tek partisidir arkadaşlar...
*
Ben biliyorum; şimdi “gensoru” diyecekler... 
Bir kenara yazın... 
Basın toplantısı yapılır... 
Gensoru vereceklerini açıklarlar... 
Verilir... 
Nasılsa reddedilir...
*
Bir basın toplantısı daha... 
“Gördüğünüz gibi gensoru önergemiz reddedilmiştir” der sözcü... 
Eh...
*
Türkiye’nin şanssızlığı bu iktidar ise, daha büyük şanssızlığı muhalefetin olmayışıdır... 
Şu anda ana muhalefet kim?.. 
Cemaat...
*
CHP?.. 
Kıpırda birader... 
Meclis’ten mi çekilirsin?.. 
Komisyonları mı boşaltırsın?.. 
Başkanlık divanından mı inersin?.. 
Erken seçim de... 
Meydanlara çık... 
Yollara düş... 
Yürü... 
Atatürk’ün partisisin, yer gök inlesin...
*
Dört bakan kendiliğinden düştü zaten... 
Geriye kaldı kalanı...
*
Cumhuriyetimizi yıkan dinci devrimin gerçek yüzü ortaya döküldü... Din, iman, Allah, kitap derken, Türkiye’yi çalmışlar... 
Orman, deniz, kıyı, park... 
Kara para... 
Altın... 
Daha ne olsun?..
*
“Soruşturmanın selameti için bakan çekilsin” diyorsun da... Niçin “Soruşturmanın selameti için iktidar çekilsin” demiyorsun?.. 
Kıpırda biraz... 
Silkele... 
Düşsün...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet

‘Başbakan’ın suç işleme özgürlüğü mü var? - NİHAT BEHRAM

Muhalefete, muhalif yazarlara, göstericilere, gençlere, direnişçilere, hak arayan halka ağır hakaretler ve tehditlerle efeleniyordu. Derken, kendi içlerinde birbirlerine esip gürlemeye başladılar. Özellikle şu ‘kazanç buzdağı’nın görünen kısmı ‘dershaneler’ nedeniyle başlayan ‘paylaşım sürtüşmesi’nde, birbirlerine hakaretin, tehdidin, pusunun bini bir para. Doz, ‘vatan hainliği’ suçlamasına dek dayandı.
 
Gerçi bu ‘dershane’ işleri falan biraz karışık! Yüzeyden bakınca: AK Hacılar, neredeyse ‘Cemaat’ı ‘marjinal terörist grup’ ilan edip, sandıkla gelen iktidara ‘darbe planı’ içinde olduklarını söyleyecek! Ne malûm, bu sürtüşme belki de artı-eksi kablo kavuşmasının gereğidir! Ampul ‘daha nurlu’ yansın diye! Yani AK Hacılar ile Cemaat daha ‘nur’lu yanma konusunda uyuşuverir. AK Hacılar ile Cemaat’ın bu paylaşım sürtüşmesi günlerinde; CHP’nin uyuşukluğu depreşir de, Cemaat’a yaslanayım derken kucağına düşerse, göreceği var! Gün ışığında dünyayı değil, ‘nur’ ışığında ‘Mevlâ’yı!
 
Başbakan son dönem konuşmalarında ‘suç’ dozunu iyice artırdı. Ağzını açıp da suç işlemediği konuşması neredeyse yok. ‘Lan’lı, ‘ulan’lı, ‘ayyaş’lı, ‘çapulcu’lu sözlerle ‘süslediği’ konuşmaları tehdit boyutuna ulandı. “Açıklarsam yer yerinden oynar” diyor. Herhalde dünyada böyle konuşabilen, yani kendinde böyle konuşabilme yetkisi gören tek devlet adamıdır. Bir başbakanın bu cümleyi kullanması aleni suçtur! Bu cümleyi kullandığında “Ah, ne iyi ediyor da susuyor, toplumsal depremi önlüyor, barışa hizmet ediyor, iyi ki susuyor, bildiği korkunç gerçekleri açıklamıyor” mu diyelim? İlkin, bu cümle tehdittir. Başbakan tehdit suçu işliyor! Sonra: bu cümle itiraftır; demek ki bildiği korkunç gerçekler var, fakat halktan saklıyor! Uygar bir toplumda bu cümleyi sarf eden devlet adamının yakasına yargı yapışır. Bırak devlet adamının halkı tehdit etmesini, evde çocuğu tehdit edemezsin; uygar bir toplumda tehdidin her türü suçtur. Suçun karşısında yargının susması ‘suçun katmeri’dir!
 
Gazetecinin, muhalif yazarın, muhalif siyasetçinin, hukukçunun, aydının evine, bürosuna ‘telegöz, telekulak’ yerleştirmek suç değil mi? Komşu ülkelere karşı; şeriatçı canilere barınma, eğitim, silahlanma olanağı sağlamak suç değil mi? Bir ülke yöneticisinin, gazeteleri hedef alıp “Yargıyı göreve çağırıyorum” demesi suç değil mi? Bir ülke yöneticisinin, o ülkede birçok dinsel inanış ve kültür varken, kendi mezhebine vurguyla “İnancımıza uygun olan budur” türü konuşmalar yapması, farklı inançları aşağılaması suç değil mi? Başbakan’ın ‘kızlı erkekli evler’ söylemi başlı başına suçtur. Halkı ‘ihbarcı’ olmaya çağırdı! Suçtur. AİHM gibi Türkiye’yi de bağlayan uluslararası mahkeme kararlarını kulak arkası etmek suçtur! “Camide alkol içtiler, türbanlı hamile bayana saldırdılar” türü ispatsız sözlerle muhaliflere iftira atmak suçtur. Bu suçlar karşısında susan yargı, ‘suçun katmeri’dir’
 
‘Başbakan’ın geçeceği yollarda saatler öncesinden, gideceği kentlerde günler öncesinden ‘olağanüstü hal’ ilan ediliyor. Yasaklar, gözaltılar başlıyor. Suçtur. Hele ki, “Hükümet aleyhinde gösteri yapabilir” ihtimaliyle gözaltılar, dernek baskınları, çevreyi polis ablukasına almak katmerli suçtur. Bu suçlar karşısında yargının susması suça iştiraktir. Polisin halka saldırısını, yetkili kişi “Hükümet aleyhinde slogan atıyorlardı!” diye savunuyor!  Vay faşist vay! Ne var bunda? Atar, atacak, atmalı! Hükümet aleyhinde olmak, karşı gösteri düzenlemek, ‘Başbakan’ı protesto etmek en sıradan demokratik haktır!
 
Gün yok ki, ‘Başbakan’ nedeniyle halka dönük bir terör olayı yaşanmasın. ‘Başbakan’ı protesto edenler, anında yaka paça gözaltına alınıyor. Küfür ettikleri, taş attıkları için falan değil;, pankart açtıkları, bildiri dağıttıkları için! Bu işi yapan gençleri yaka paça eden polis suç işlemektedir; polise “Yaka paça et” görevi veren amirler de. Yargının suça sessizliği ise, suçu misline katlıyor.
 
Demokrasi, insan hakları, özgürlük, çağdaş eğitim, bilim, uygarlık, uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınmış değerler, adalet, vicdan... ne söylerseniz söyleyin etkisi yok. Söylenecek her şey, her ton ve alanda söylendi. Ama ‘Başbakan’ ve iktidarı bildiğini okuyor! Yani suç işlemeye berdevam!

Goethe: “İnsan ancak anladığı şeyleri duyar!”

NİHAT BEHRAM
YURT

Bu Seviyesizliğe Müstahak Değiliz! - ZEYNEP ORAL

Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi bunca seviyesizliğe, bunca iğrenç küfürleşmelere benim bildiğim kadarıyla hiç ama hiç sahne olmamıştı. (Tutanaklar ortada, isteyen bakabilir.) Belden aşağı küfürlerin uçuştuğu o oturumda gerek CHP’liMuharrem İnce, gerek AKP’li Zeyid Aslan, sadece birbirlerine değil, tüm millete küfretmişlerdir. Zeyid Aslan’ın bu ilk değil, kaçıncı vukuatı. Meclis’te Genel Kurul’daKamer Genç’e ettiği en okkalı küfürler... Daha yenilerde kadın gazetecilere, “Ben sizin bacak aranızın fotoğrafını çeksem...” diye başlayan “ahlak vaaz”larını unutmadık! 
Hayır! Biz bu seviyesizliğe müstahak değiliz!
***
İmam vaaz vermiş, demiş ki, analara küfretmeyin, karşınızdakinin anasına ettiğiniz küfür, kendi ananıza geri döner... 
Bu haberi okuduğumda ne düşüneceğimi bilemedim. Beş yaş altı çocuklara bile artık günümüzde böyle ders verilmiyor: Sen onun saçını çekersen, o da senin saçını çeker misali! 
İmamın çok iyi niyetli olduğundan hiç kuşkum yok. Ancak görüldüğü gibi küfreden de olsanız, küfredilen de, sonunda okkanın altına giren analar, yani kadınlar oluyor! 
Öldükten sonra cennet, hurilerle mükâfatlandırılma ya da cehennem ateşiyle yanma korkusu arasında sıkışıp kalma yerine, eğitim alanındaki utanç verici durumumuzu düzeltmeye çalışsak artık... 
Meclis’te küfür, hoyratlık, kavga artışı ve seviyesizlikle, OECD’nin (PİSA 2012) Eğitim Raporu’nda, 64 ülke arasında 42. sırada olmamız arasında sahici bir bağ olduğuna çok inanıyorum. 
Hayır, biz eğitimdeki bu seviyesizliğe de müstahak değiliz.
***
Başbakan’ın “Ulan” diye konuşması, “Sen” diye hitap etmesi... Kimilerine göre onun kişiliğinin bir parçası; “karizmasının” bir parçası... Velev ki öyle... İnsan olumlu örnek olmaya çalışır, olumsuz değil! 
“Ananı al da git!” ... “Lan artistik yapma” ... Muhalefete ya da beğenmediklerine Meclis içinde ya da dışında: “Ahlaksız herifler” ... “Ahlaksızlar”“Reziller”,“Sahtekârlar”... 
Örnek böyle olunca bir Bülent Arınç’ın “Şeyini şey ettiğimin şeyi” demesi de sineye çekilir, Vali’nin “Gavat” demesi de... 
Hayır, biz bu seviyesizliğe müstahak değiliz!
***
Ama biz bu kadar yalana da müstahak değiliz: Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Bezmiâlem Camii’yle ilgili çoktan aksi kanıtlanmış yalanları tekrarlaması; insanları aptal yerine koyması olacak şey mi! 
“Dini değerler” diye diye yalan söylemek, öpüşmekten daha büyük günah, daha büyük edepsizlik değil mi! Bir yalanı bin kez tekrarlayarak gerçek yapabilir misiniz?! 
Hayır! Biz bu seviyesizliğe müstahak değiliz! 
Bozdağ’ın kullandığı Türkçede de ciddi sorun var: “... Birbirlerini kadınlı erkekli öpenyapılarla ilgili ...” 
Demek istiyor ki, camide bir kadınla bir erkek öpüşmüş! Galiba Başbakan’ı örnek aldı: O da Hülya Gülbahar’a dönüp “Yoksa Uganda mı olmak istiyorsun” demişti! 
Anadilimin de böyle horlanarak kullanılmasına gönlüm razı değil. 

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

İzmir...- CÜNEYT ARCAYÜREK

İzmir’in bir zamanlar, hemen her seçimde, Demokrat Parti’yi CHP’ye yeğlemesini gerekçe gösteriyor.
İzmir özgürlük, demokrasi, tek parti CHP’sinden kurtulmak istiyordu” diyor ve bu özgürlük, demokrasi isteklerinin bastırıldığını söylüyor.
RTE, sanki dünü anlatırken bugünü, AKP yönetimindeki Türkiye’yi ve gâvur diye aşağıladığı bugünkü İzmir’i anlatıyor. 

İzmir; bugün de her fırsatta özgürlük, demokrasi diyor.
AKP’den kurtulmayı istiyor.
Her fırsatta bu özgürlük ve demokrasi isteklerinin RTE ve hükümetinin bastırdığını söylüyor.
İzmir, RTE’ye aykırı bir ilimiz.
Atatürk’e, devrimlerine bağlı ve saygılı...
... Çağdaşlığı, laikliği RTE gibi ucundan kenarından tutarak gerçek anlamından uzaklaştıran aslında sözde laikliğe...
... Okul yerine camilere öncelik veren, kılık kıyafet özgürlüğü adı altında kadını örtünmeye zorlayan...
... Dindar genç nesiller yetiştireceğim diye okullarda din ve zoraki Kuran derslerine önem veren ve ileri derken geriye, gericiliğe hasret bir siyaset uygulayan AKP demokrasisine karşı.
***
RTE, görevinde başarılı olan bir bakanını, İzmir’den aday gösterir, iktidarın maddi nimetlerinden yararlanma olanağı vaat ederse; İzmir’in kucağına düşeceğini... .
.. Son yerel seçimlerde yüzde 56.7 olan CHP oylarını, oyu ancak yüzde 30 olan partisi AKP’nin yakalayacağını ya da geçeğini sanıyor...
AKP’ye oy veren illere hükümetinin para yağdıran yardımlarından partisine oy vermeyen İzmir’i mahrum bıraktığından hiç söz etmiyor...
CHP’li İzmir Belediyesi’nin, kıt kanaat kendi bütçesiyle gerçekleştirdiği hizmetleri bir kalemde yok sayıyor.
Açık ara oy verdiği için İzmir halkını cezalandırmak amacıyla CHP’li belediyeye müfettişlerle baskın yaptırdığını, maddi ve manevi zorbalık önünde eğilmeyen CHP’li başkan ve yardımcılarını mahkemelere, cezaevlerine sürüklediğini de tabii anımsamıyor...
Beyefendi gelirken bakmış da İzmir’e, CHP’nin yerel yönetim beceriksizliğini görmüş;“İzmir inanıyorum ki CHP demeyecektir” diyor.
Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış; o hesap!
***
İktidar borazanlarından Sabah’ın manşetten ilan ettiğine göre, AKP İzmir Belediye başkan adayını açıklarken İzmirlilere güvence vermiş: “Yaşam tarzlarına karışmak, korku, tehdit siyaseti üretenlerin işidir. Biz hep özgürlüklerden yanayız” demiş.
Bu sözler CHP Genel Başkanı’na ait değil.
Okuyunca gözlerinize inanamayacaksınız ama 11 yıldır korku ve tehdit siyaseti ürettiği için ünü sınır dışına taşan, insanların yaşam biçimlerine karışan AKP Genel Başkanı söylüyor bunu...
***
İnsanların şu partiden, bu inançtan olmaları bizim hizmet anlayışımızda fark etmez diyor ya sürekli.
76 milyonun başbakanı ya!..
İzmirlilere İzmir’in talih ve tarihinin nasıl değişeceğini söyledi.
Buraya AKP’nin elinin değmesinin” koşulunu açıklayarak:
Ver oyu al hizmeti!
Yok oy, yok hizmet!..  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

‘Vatan Haini’ - ALİ SİRMEN

Almanya’da Temel arabasıyla otoyola tersten girmiş, karşıdan gelenler basıyorlar klaksona, bir karışıklık ki, sorma gitsin. 
Arabanın radyosunu açmış bizimki, bir anons: 
- 8 numaralı otoyoldakiler dikkat! Bir araba tersten gidiyor. 
Temel şöyle bir bakmış karşıdan gelenlere ve söylenmiş: 
- Ne piru tersten citmesu da, hepisu tersten cidiyir hepisu! 
Geçen gün Başbakan’ı dinlerken aklıma geldi bu fıkra. 

Fevkalade havalı ve mümkün olan herkesle kavgalı Tayyip Bey’e göre, yanlışa düşenler gün geçtikte artmaktadır. 
Muhalefet yanlış, basın yanlış, ordu yanlış, öğrenci yanlış, cemaat yanlış, müezzin yanlış, işadamı yanlış, futbol yöneticisi yanlış, velhasıl herkes yanlıştır, herkes tersten gitmektedir, herkes. Bir tek kendi hariç... 
Peki de, doğru olan nedir ki, yanlış olanı bulalım da terse düşmeyelim? 
Çokbilmiş için sorunun yanıtı kolaydır. 
Sormuşlar çokbilmişe: 
- Üstadım aptal kimdir? 
- Çok basit, demiş, çok bilmiş. Benim söylediğimin tersini söyleyendir. 
- Peki ayıp nedir? 
- Benim yapmadığım her şey. 
- Kötü nedir? 
- Benim beğenip onaylamadığım her şey. 
Çok basittir yaşam, kafasında soru işareti olmayan çokbilmiş için. 
Çokbilmişin, içinde sorgulamaya yer olmayan düşüncesinin egemen olduğu despotik totaliter rejimler vardır ki, işte orada iş çok zor...
***
Çünkü çokbilmişin zihniyetinin egemen olduğu totaliter düzende, yukarıdan dayatılan ve yaşamının her yanını kucaklayan davranış biçimlerine uymamanın yaptırımı da vardır. 
Totaliter rejimlerde her şeye despot karar verir. İyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı, sevabı günahı hep despot saptar. 
“Devlet benim” diyen despotun, emirleri kanundur ve uymamak da suçtur. Despot devletin kendisi, vatanın kişiliğinde tecelli ettiği şahıs olduğuna göre, onun görüşüne, isteğine, emrine aykırı hareket etmek, düşünmek, ülkenin çıkarlarına aykırı olmak, yani vatana ihanet etmek demektir. 
Despotun sisteminde, sandık despota milli iradeyi temsil ettiği bahanesini sağlayan bir araçtan öte değildir. 
Totaliter rejimlerde despotun sultası koyulaştıkça, vatandaşın vatan haini olma olasılığı da onunla orantılı olarak artmaktadır, sonunda büyük çoğunluklara, bir nebze nefes alabilmek için vatan hainliğinden başka olanak kalmamaktadır... 
Bu durumda vatan hainliği geniş toplulukları birleştiren ortak payda haline gelmektedir.
***
Ve despotun saklambaç oyunundaki ebe gibi, her yana “sağım solum sobe, sağım solum, önüm arkam, susmayan vatan haini” diye bağırdığı ortamda bir gün canına tak eden biri çıkar ve haykırır: 
“Evet vatan hainiyim, siz vatanseverseniz ben vatan hainiyim 
vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan 
polis kurşunu ya da kapsülüyle can vermekse bir gösteride eğer vatan 
mahalle baskısıysa vatan, polis zulmüyse ve astığı astık kestiği kestik özel yetkili mahkemelerse 
ve de kılıfıysa eğer vatan, ‘faili meçhul!’ cinayetlerinizin... 
Evet ben vatan hainiyim!..” 
İşte, birinin çıkıp da “Eğer sen vatanseversen o zaman ben vatan hainiyim!” diye bağırdığı o an, bıçağın kemiğe dayandığı andır. 
İşte o an, bir toplumun gemi azıya aldığı, korkunun yenildiği andır. 
İşte o an, kimsenin canının istediğini vatan haini ilan edemeyeceği demokrasi şafağının sökmeye başladığı andır. 
Az kaldı ha gayret vatan hainleri!..  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

İsmet Paşa’yı Unutmamak-OKTAY AKBAL

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ile İngiltere savaştı. İkisi arasındaki kavga öteki devletlere de bulaştı. Hitler’in Almanya’sı kısa sürede tüm Avrupa’yı eline geçirdi. Rusya, İngiltere, Fransa ve öteki milletler beş yıl süren bir yıkımla, ezilmekle,sefaletle, açlıkla, bin bir türlü yoksullukla karşı karşıya kaldı. 

Bir tek ülke var İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan. Tek askerinin haksız bir savaşta ölmemesini sağlayan. Kısacası benim kuşağımı kurtaran. Bizler yaşı doksanlara varanlar, yıllarımızı barışta geçirdik. Çok yokluk çektik ama savaş yüzü görmedik. 
Oysa Türkiye’nin içine katılmadığı bir dünya savaşı yoktur. Birincisini hatırlayalım, Avrupa’dan Asya’ya kadar savaş çilesini çekmeyen kalmadı. Bu hengâmeden bir tek ulus kurtuldu. Yani biz, sen, ben, o, tüm Türk milleti. 
Günümüzde böyle bir savaş olsa acaba Türkiye bunun dışında kalabilir miydi? Bunu kime borçluyuz? Kime olacak, İsmet İnönü’ye... 
Beş yıl boyunca büyük zekâ oyunlarıyla bizi savaş dışı tuttu. Benim kuşağım bugünyaşıyorsa İsmet Paşa’dır teşekkür etmemiz gereken. 
İlk defa bir dünya savaşına girmediysek, bunu unutmayalım İsmet Paşa’ya borçluyuz. Benzeri görülmemiş bir beceri ile bizler savaş mavaş yaşamadık. 
İsmet Paşa bunu nasıl yaptı? Nasıl Churchill’lere, Stalin’lere, Roosevelt’lere rağmen başardı. Türlü nedenlerle kaçtı savaştan. Böyle bir kanlı savaşa girmenin ülkenin mahvolması olacağını bildiğinden.Savaş yıllarından sonra İsmet Paşa’nın karşısına çıkan bir çocuğun “Sen bize ekmek yokluğu bile çektirdin” demesi üzerine ne demişti: “Ama ben senin babanı ölmekten kurtardım.” 
Ne büyük bir başarıdır, İsmet Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda ve çok önce Lozan’da da gösterdiği davranış. Kimseyi incitmeden başarıyı sürdürmek... 
Ama biz nankörcesine İsmet Paşa’nın aleyhinde de bulunan gafiller gördük. Bugün işbaşındaki hükümet olsaydı aynı başarıyı gösterebilir miydi? Yoksa savaşa girmek kazançlıdır diye kendini de milletini aldatarak felakete mi sürüklerdi? Yakın geçmişteki usta politikacılığın en büyük ustası İsmet Paşa’yı oturup kalkıp saygıyla anmalıyız. 
Umut ederim yaşadığımız günlerde böyle bir savaş çıkmaz. Birleşmiş Milletler bilmem kimler mi engel olur, sanmıyorum. O eski ustalar yok artık. Düşünüp taşınıp davranırlardı, artık bu düzeyde, bu yetenekte kimse yok.Bu yüzden bir daha yazayım, İsmet İnönü döneminin milletimiz için ne büyük bir şans olduğunu. Ondan sonraki iktidarları bir düşünün, var mı İsmet Paşa gibi bir adamımız?..

OKTAY AKBAL
Cumhuriyet

9 Aralık Laiklik Günü - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Takvimin her günü malum artık parselli: Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü,Öğretmenler Günü, Engelliler Günü, Anneler Günü, Babalar Günü vs. liste uzayıp gidiyor.
9 Aralık da… Laiklik Günü olmuş! Ne yazık ki henüz dünyada değil…
Ancak laikliğin anavatanı Fransa’da, iki yıl önce 9 Aralık “laiklik günü” olarak saptanmış.
Sosyalist Hollande’ın cumhurbaşkanlığı altında bu anlamlı günün şimdi bir “laiklikbayramına” dönüştürülmesi tartışılıyor.
“Laiklik günü”, “9 Aralık” haftasına yayılan çeşitli aktivitelerle kutlanıyor.
İnternette “jour de la laicite” yazıp biraz gezindiğinizde… Fransa’nın çeşitlikentlerinde, din ve devlet işlerini ayıran “9 Aralık 1905 yasası” adına birbirinden ilginç toplantılar, konferanslar ve sergiler düzenlendiğini görüyorsunuz:
“2013’te laiklik”“21. yüzyılda cumhuriyetin kurucu ilkesi laiklik”, “Kimlik ve laiklik”,“Geçmişte ve günümüzde laiklik”, “Birlikte yaşamanın anahtarı laiklik”, “Sosyal barış ve laiklik”, “İşyeri ve kamu hizmetinde laiklik”, “Kadın hakları ve laiklik”…Laikliği tüm veçheleriyle masaya yatıran ve güncel perspektif içinde inceleyen temalar böyle uzayıp gidiyor.
Fransa’da “laiklik” ilkesinin ölmediğini, geri plana atılıp unutulmadığını açık şekildeanlıyoruz.

‘Laiklik İnşallah!’
“Laiklik Günü” inisiyatifi, Hollande devreye girmeden çok önce; Sarkozy’nin merkezsağ “UMP/Halk Hareketi Birliği” partisinin sosyalistlerle birlikte ortaklaşa senatodangeçirdikleri bir kararla ortaya çıkmış.İnisiyatife destek veren sosyalistler; “Laikliğin yıkılmasına izin veremeyiz.Cumhuriyetin kurucu ilkesini yaşatmak amacıyla pedagojik bir gün düzenlemeliyiz!” demişler.
Sağ parlamenterler de “cemaatler arasında yükselen duvarlardan” yakınmışlar veCumhuriyetin aşınan değerleri için bir bellek tazelemesine gereksinim olduğunu ilerisürmüşler…
“Laiklik günü” kararı, böylece merkez sağ-sol arasında kurulan geniş tabanlıkoalisyonla senatodan geçmiş.
“9 Aralık”ı şimdi de bir bayram olarak tescilleyecek karar, Mecliste onay bekliyor...
Sivil toplum her halükârda “laiklik gününü” şimdiden kutluyor.
Müslüman örgütler ve Fransa İslam Konseyi, bu “gün”e, “Müslümanlara karşı olduğu”gerekçesiyle direnç gösteriyor.Ancak sivil toplum içinde laikliği sahiplenen Müslümanlar da beri yandan iki yıldır kendi aktivitelerini düzenliyorlar.
Bu eylemler arasında dikkatimi çeken bir afişin adı örneğin; “Laiklik İnşallah!”Tunus’un Arap Baharı sonrası “laik anayasa beklentilerine” atıf yapan bir belgeselin adı olan “Laiklik İnşallah!”; Fransa’nın Müslümanları için gayet sevimli bir slogan örneği sunuyor…
‘Aktif laiklik’ ve laiklik şartı
9 Aralık vesilesiyle öne çıkan en önemli kazanımlardan biri de, okullarda hazırlananöğretici ve bilgilendirici tartışmalar.Bu tartışmalarda sözgelimi; “Küçük çocuklara laikliği nasıl anlatırsınız?”, “Laikliğinresmi nasıl yapılır?” gibi temalar dikkat çekiyor.
“Aktif laikliğin modası geçti; post-modern anlayış artık ‘pasif laiklik’tir” diye bizde esip üfürenlere inat, yepyeni bir enerjiyle laikliğe sahip çıkan Fransa’da devlet okullarının hepsinin duvarlarına bu öğrenim yılından itibaren “15 maddelik” bir laiklik şartnamesi asıldı örneğin.
“Fransa’nın bölünmez, laik, demokratik ve sosyal cumhuriyet” olduğuna gönderme yapan ilk şartın adından özetle; 
1. Laik cumhuriyet din-devlet işlerinin ayrılmasını örgütler, 
2. Laiklik herkesin vicdan özgürlüğünü teminat altına alır. Herkes inanmak-inanmamak özgürlüğüne sahiptir, 
3. Laiklik yurttaşlık haklarının kullanılmasını sağlar, 
4. Cumhuriyet, bu ilkelerin tamamının kendi okullarında uygulanmasını öngörür, 
5. Laiklik, öğrencilerin paylaşılan ve ortak bir kültür edinmelerini temin eder; 
6. Laiklik ifade özgürlüğüne erişilmesine olanak verir; 
7. Laiklik her türlü şiddeti ve ayrımcılığıyadsır; kızlar ve oğlanlar arasında eşitlik öngörür; 
8. Eğitim laiktir. Hiçbir ders/konu;bilimsel, pedagojik tartışmalar dışında tutulamaz. 
9. Öğrenciler; düşünceleri ve eylemleriyle laikliğin yaşatılmasına katkıda bulunurlar... maddeleri geliyor.
Önemli başlıklarıyla özetlediğim “laiklik şartnamesi”, “Laiklik, insanları kamplaştırarak birbirleriyle savaşmaları için değil; tam tersine tarafları kamplaştırarak karşı karşıya getirmek isteyenlere karşı hep beraber savaşmak adına gereklidir” diyen Eğitim Bakanı Vincent Peillon tarafından hayata geçirildi.Aynı zamanda filozof olan Peillon; “öğrencilerin iyiyi kötüyü, haklarını, ödevlerinibilmesi, toplumsal değerleri kavraması ve evrensel değerleri benimsemesi” için okullarda ayrıca 2015 yılından itibaren uygulanacak bir “laiklik saati” öneriyor!
Erdoğan bir ara “kişi laik olmaz, devletler laik olur!” demişti…Fransa “laik devlet” nasıl olunur gösteriyor.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Asıl Gizlemek İhanettir - CAN DÜNDAR

Seramikçiler bilir:
Mesela bir vazo yapılırken dayanıklı olsun diye üzerine saydam bir tabaka sürülür.
Bu tabakaya “sır” denir.
Sır”, vazoyu parlatıp güzel gösterdiği gibi, dış etkilerden de korur, temizlenmesini kolaylaştırır.
***
Dün Başbakan Erdoğan devletin “sır”larından bahsedip “gazetecilerin, köşe yazarlarının, üzerinde gizlilik belgesi olan MGK bilgilerini, devletin mahremini teşhir etmesi özgürlük değil, vatana ihanettir” deyince hatırladım bunu...
Sırlar hızla dökülmeye başladı.
Koruyucu dış tabaka çatladı, parlaklık elden gitti.
Artık temizlenmesi de zor.
Panik ondan...
***
Mücevherciler bilir:
Bir yüzük yapılırken işlenmiş elmas, taş bir yuvaya mıhlanır.
Elmas parlak görünsün diye de mücevherle yuva arasına madeni bir yaprak konur.
Bu gümüş yaprağa “foya” denir.
Elmas, yuvasından düşerse, aslında kendi başına parlamadığı, ışıltısını altındaki foyadan aldığı anlaşılır.
Buna, “foyası meydana çıkmak” denir.
***
Erdoğan’ın konuşmasından anlıyoruz ki, millete mücevher diye yutturulan “taş”,ışıltısını altındaki foyadan alıyormuş.
Taş yuvadan düşünce, foya da çıktı meydana...
Meğer yıllarca askerin “irticayla mücadele planları”ndan yakınır görünen hükümet, güç kendisine geçince kendisine rakip gördüğü “cemaati bitirmek” için askerle el ele planlar yapmış.
“Yapmadık” demiyor Başbakan...
Ne diyor?
“Bu sırrı açıklamak, vatana ihanettir” diyor.
***
Üniversitede master tezimi “Devlet sırları ve basın özgürlüğü” üzerine yazdım.
Tezim şuydu:
Devlet sırrı kavramı genellikle, kamu yöneticilerinin işlediği suçların üstünü örtmekte kullanılan bir paravandır.
Ne demişti geçenlerde özel harekâtçı Ayhan Çarkın:
“Vatan millet diyerek cinayetler işledik, adına ‘devlet sırrı’ dedik.”
Mesela bazı kamu görevlilerinin kirli ilişkilerini belgeleyen MİT raporları devlet sırrı sayılmıştır.
Mesela örtülü ödenek paralarıyla suikast silahları alınıp Kürt işadamlarının yargısız infazı devlet sırrıdır.
Mesela Susurluk Raporu’nun “Devlet kurşunuyla öldürülen gazeteciler” sayfaları, sır kapsamındadır.
Bizim güvenliğimiz için bizden gizlenmiştir.
***
“Devlet sırrı” denilen şey, çoğu zaman “hükümetin sırrı”dır.
Hükümet pis bir işe bulaştığında, dosyasının üzerine “Çok Gizli” damgasını vurur.
Kendi çıkarını “ulusal çıkar” diye yutturur.
Kamu çıkarının devlet çıkarıyla çeliştiği nokta budur.
Suç büyüdükçe, devlet koca bir “sır küpü”ne dönüşür. Meclis’e bile açmaz sırlarını...“Milli iradenin üstünde hiçbir güç olamaz” diye efelenenler bile o sırrın ardına saklanmaya başlar.
Ta ki sırlarıyla birlikte gidene kadar...
***
Son zamanlarda en kararlı devletçiye dönüşen Hünkâr, bir yandan “Cemaat ne istedi de vermedik” havası basarken öte yandan MGK’de apolet takıp cemaatçi avına çıkıyorsa, bunu bilmek hakkımızdır.
Asıl “ihanet”, bunu gizlemektir.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Piri Reis Haritası 500 Yaşında-MUSTAFA BALBAY

2013, Piri Reis’in dünya haritasının çizimini tamamlamasının 500. yılı.
Piri Reis iyi bir bilim insanı, iyi bir araştırmacı, iyi bir gezgin. Yarattığı dünya haritasında bunların üçünün de payı var. 

Haritanın 500. yılı nedeniyle UNESCO da Piri Reis’i anma etkinliklerini programına aldı. Türkiye’de de özellikle son bir aydır değişik kentlerden Piri Reis haberleri geliyor. İstanbul’da haritalar 21. yüzyılın teknolojisine göre yeni kimlik kazanıyor. Roma’da özel sergiler düzenleniyor.
Haberlerin yoğunlaşması doğal, çünkü yıl bitiyor! Böylesi anmaların kaderi bu. Yıl geldiğinde program hazırlığına girişiliyor. Program yılın ikinci yarısında kotarılıyor. Yılın sonuna doğru yoğun mu yoğun faaliyete girişiliyor. Oysa planlama bir iki yıl önceden başlasa, etkinlikler bütün yıla yayılsa kalıcı bir anlamı da olur.
Her neyse en azından kıymet verilmiş olmasını önemseyelim.
***
Yukarıdaki son cümlenin altını ayrıca çizelim. Çünkü dünya çapında değere sahip Piri Reis pek çok bilim insanı ve aydın gibi yaşamın doğal akışı içinde ölmedi, öldürüldü.
Kim öldürttü?
Buna tarihçilerin yanı sıra özel olarak bilim tarihiyle de ilgilenenlerin verdiği yanıt şu:
Kanuni.
1465’te doğduğu tahmin edilen, 1554’te öldürülen Piri Reis, yaşamının son anlarına dek bilim insanlığını, araştırmacılığını sürdürdü. Kulağına gelen kimi dedikodulara kıymet veren Kanuni, Piri Reis’i Mısır’da öldürttü. Mısır’a, Aden Körfezi, Hürmüz Boğazı, Basra, Süveyş seferlerinden sonra dönmüştü.
Piri Reis’in yaşamından kesitler paylaşalım...
Girişte vurguladığımız gibi, hem gidebildiği yere kadar dünyayı dolaştı hem masa başında yapılabilecek en ayrıntılı çalışmaları gerçekleştirerek çağının en ileri haritalarına ulaştı.
Bilim insanı her şeyi bilen kişi değildir. Hangi bilgiyi nerede bulabileceğini ve nasıl kullanabileceğini bilen kişidir.
Piri Reis, Amerika kıtasını da dünya haritasına yerleştiren ilk kişi olarak biliniyor. 1513’te tamamladığı bu haritayı hangi kaynaklara dayanarak çizdiğini de ayrıntılarıyla açıklıyor.
Buna göre her biri dünya haritasının belli bölümlerini içeren 33 çizimden yararlanıyor. Bunlar arasında Kristof Kolomb’un haritasının yanı sıra pek çok Arap ve Hint coğrafyacısının çalışmaları da var. Hatta antik dönemdeki çizimleri de dikkate alıyor. Bu anlamda Piri Reis’in başarısı bilgileri birleştirme gücünden de geliyor.
Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’a girerken beraberinde Piri Reis ve onun çizdiği dünya haritası da bulunuyordu.
Piri Reis iki dünya haritasının çizimini yaptıktan sonra bir de “Kitab-ı Bahriye” bıraktı. Bu eserin içinde, Akdeniz, Kızıldeniz, Hint Okyanusu, Çin Denizi ile ilgili ayrıntılı bilgilerin yanında 234 yerleşim yerine ilişkin harita da vardı.
***
Piri Reis öldürüldükten sonra deyim yerindeyse haritaları da öldürüldü. 16. yüzyılın devamında ve 17. yüzyılda medreselerdeki haritalar, “resme benziyor” gerekçesiyle kaldırıldı.
İşte uygarlık treninden koptuğumuz an, o andır. Osmanlı o dönem iki önemli süreci ıskaladı; keşifler ve aydınlanma.
İkisi birbiriyle bağlantılı büyük bir dönüşüm.
Eğer bugün gerçekten yaşadığımız çağa ait olmak istiyorsak, yönümüzün uygarlığa dönük olmasında samimi isek önce tarihin hangi süreçlerinde yanlış yaptığımızı iyi bilmeliyiz ki, onları tekrarlamayalım.
Bu bağlamda soralım:
Bugünkü eğitim anlayışımızla, iktidarın eğitime, üniversitelere bakışıyla Piri Reis’ler yetiştirebilir miyiz? Çok zor.
Yetiştirirsek bile kıymetini bilemeyiz.
“Piri” deyince sorarlar; neyin piri?..
“Reis” deyince dolanırlar; nerenin reisi!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

‘Bir Şehri Tam Kalbinden Vurmak’ - ÇİĞDEM TOKER

Yaşar Özerdoğan, İsmail Altun, Mustafa Özalpuğan.
Hızla unutacağız bu isimleri...
Nasılsa bilinçaltı, o ürkütücü oyunu için hazırda beklemiyor mu?..
Nasılsa Zonguldak; hele bir de Gelik değil mi?.. 


En fazla 60 lira gündelik uğruna, yerin 260 metre altında can verdiklerini hatırlayacağız.

“Alıştığımız bir şeydi yaşamak” dediği gibi şairin; ölüm şekillerini içten içe “olağan”karşıladığımız için unutacağız.
Oysa hiç unutmayalım; ocağın ruhsatsız olması sebep değil, sonuç.
Ocağın iki hafta önce mühürlenmesi; ocak sahibinin cezaevinde olması da...
- Onlar açlığa mahkûm edildikleri için öldüler.
- Vaktiyle kentin kalbi konumundaki Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) taammüden vurulduğu için.
- 2002’de, personel sayısı 16 bin olan TTK’de, bugün 10 bin kişi çalıştığı için.
- Norm kadrosu bugün dahi 14 bin 500 kişiye izin veren TTK’nin, Ankara’daki yüksek siyaset izin verse alabileceği 4 bin 500 işçiden biri olamadıkları için.
Yaşar, İsmail ve Mustafa’nın önünde iki seçenek vardı:
Ya göç edeceklerdi Zonguldak’tan; son üç yılda göç eden tam 17 bin kişi gibi...
Ya da kölelik düzeninde çalışmaya boyun eğeceklerdi.
İkincisini seçip yerin 260 metre altında öldüler.
***
Bakın, CHP Zonguldak Milletvekilleri Ali İhsan Köktürk ile Mehmet Haberal’ın TBMM’ye verdiği (31 Ekim 2013) Araştırma Önergesi ne diyor:
- Kömür üretimi düştü: TTK’de 2002 yılında 16 binlerde olan çalışan sayısı 10 binler seviyesine, 2.2 milyon ton olan yıllık üretim 1.5 milyon ton düzeyine geriledi. Zonguldak’taki pek çok il müdürlüğü ve genel müdürlük ya kapandı ya da il dışına taşındı.
- Teşvikte üvey evlat: Teşvik uygulamalarında Zonguldak, üvey evlat muamelesi gördü. Önce teşvikli illerin kapsamı dışında bırakıldı. Sonra da sektörel teşvik olarak uygun olmayan bir teşvik sistemi Zonguldak’a giydirilmeye çalışıldı.


- Vergi ödüyor, karşılığını alamıyor: Pek çok il ödediği verginin çok üzerinde kamu yatırımı alırken Zonguldak ödediği verginin 1/4’ünü bile kamu yatırımı olarak alamıyor. Zonguldak, en çok vergi tahsilatı yapılan iller sıralamasında 727 milyon TL ile 19. sırada. (Ocak-Mart dönemi) Buna karşın, 133.6 milyon TL kamu yatırımı ile 57. sırada.
- İşyerleri kapanıyor: Zonguldak’taki kapanan esnaf sayısı büyük rakamlara ulaşmış, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı ile 2011 yılları arasında 25 bin 825 esnaf kepenk kapattı.
- Her yıl 6-7 bin göç: 2010’da, 619.703 olan Zonguldak nüfusu, 2011’de 612.406’ya, 2012 yılında 606.527’ye, 2013 yılında da 602 bin 127’ye düştü. Türkiye’nin dört bir tarafından göç alan Zonguldak, bugün net göç veren 14 ilin arasında.
***
TTK zarar ediyor. Sayıştay raporlarında gerekçe olarak üretimin azalması, buna da üretim yapan işçi sayısının düşürülmesi gösteriliyor.
Bir kentin ekonomisi altüst olurken ülkenin dengelerini de vuruyor.
Cari açık ekonominin yumuşak karnı değil mi? Ne vakit cari açık dense, 60 milyar dolara yaklaşan enerji ithalatı hemen “sanık” sandalyesine oturtulmuyor mu?
İşte Köktürk, tam bu noktada çok can alıcı bir şey söylüyor:
“Yerin altında çıkarılmayı bekleyen büyük kömür rezervleri var. Ama Zonguldaklimanına ithal kömür taşıyan gemiler yanaşıyor. Bir şehrin psikolojisi bundan daha‘iyi’ çökertilir mi?”Doğrudur; hızla unutacağız bu isimleri:
Yaşar Özerdoğan, İsmail Altun, Mustafa Özalpuğan.
Ama unutmayalım; onlar açlığa mahkûm edildikleri için öldüler.
“Bir şehir tam kalbinden vurulduğu” için...  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...