16 Mayıs 2014 Cuma

Madendeki Yangının Suyla Trajedisi - ÇİĞDEM TOKER

SOMA - “Bulduğumuzda hepsinin de iki eli dua eder durumda yukarı doğru açıktı. Sedyeye koymak için düzelttik. Tekrar dua eder hale geldi.” 

İkinci günkü kurtarma çalışmasına katılan bir görevli böyle anlatıyor. Adı bende saklı... 
Yerin yüzlerce metre altında dua ederek kurtarılmayı bekleyen bir grup işçiyi halka halinde oturmuş, elleri havada bulduklarını söylerken gözlerini siliyor. 
Bir başka görevli, herkesin tanıdığı ikiz kardeşlerin birbirine sarılarak bulunduğunu anlatıyor. “Herhalde kelimeişehadet getirdiler” diye ekliyor. 
Cenazelerin sedyeye kat kat sarılarak konulmasının sebebi de buymuş: Zehirli gaz, kanı donduruyormuş ve “düzeltmek” çok zor oluyormuş. 
Sabah iki yeğenini toprağa vermiş, şimdi de başka bir yakını için ocağa gelen bir işçiye sordum: “İlk gün sedyede oksijen maskesiyle çıkarılan işçilerin, aslında içeride cansız bulunduğu doğru mu?” 
Doğruymuş... Oğlunun televizyonda maskeyle çıkarıldığını gören bir annenin daha sonra evladını bulamadığını anlatınca “Peki neden böyle bir şey yapılmış olsun” diye sordum. İşçinin verdiği yanıt, tuhaf ve muhakemeyi zorlasa da çok düşündürücü: 
“Kan parasını az ödemek için... Bize vereceği para daha az olacağı için...” 
Kat kat, hikâye hikâye böyle bin kez ölünür mü? Burada ölünüyor işte.
***
Soma maden ocağının altı, hâlâ “işçi” bedeni dolu. Önceki akşam durdurulan kurtarma çalışması sabah hâlâ başlamamıştı. Çalışmaların Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti dolayısıyla durduğu gibi “dehşet verici” bir söylenti kulaktan kulağa yayıldı. “Bu kadar da vicdansızlık olur mu” sorusuna, işçi yakınları “Olur tabii. Geceye bırakacaklar. Gündüz çıkarmaya artık cesaret edemiyorlar” diyor. 
Ancak asıl iki nedenin, madendeki “yangın” ile “bu yangını söndürmek için basılan su” olduğu konuşuluyor. 
En alttaki yangın sürüyormuş. Madenden çıkarken, nöbeti devreden kurtarma ekibi“kimyevi toz” da kullanmaya korktuklarını söylüyordu. 
Basılan suyun ise cenazelerin şişmesine ve bütünlüğünün bozulmasına yol açtığı ve bu durumdaki cenazelerin sedyeye nasıl aktarılacağı konuşuluyordu.
***
Dündar Sural, tozun toprağın arasında çömelmiş yeğeninin çıkarılmasını beklerken anlatıyor: 
“Soyunma yerleri leş gibi. O tuvaletlerde köpeği bağlasan durmaz. O yemekhanede açlıktan ölecek halde olsan iştahın kesilir. Duvarlar leş gibi. Yerler b.k dolu. Biri keşke Cumhurbaşkanı geldiğinde bunu bağırsa.” 
Engelli İsmail Yıldırım çıldırmış gibi bağırıyor: “On guruşluk değerimiz yok. Paran varsa değerlisin. Sattılar bizi buraya. Sattılar. Bizim altımızda cipler yok.” 
İlk günden beri ocağın başındaki acılı ailelerin dilinden düşmeyen bu “cip” konusu ne peki? Şirketin Genel Müdürü Ramazan Doğru, Soma’nın içinde lüks cipiyle dolaşmayı çok severmiş. AKP’li eşi Melike Doğru’nun özel şoförü varmış. Hafta sonları mangal partileri dillere destanmış. 
İlçede yayılan söylentiye göre, karıkoca patlamanın ardından yurtdışına “kaçmış”. Gören duyan, nerede olduklarını bilen yok. 
Zaten, ilk andan beri şirket de ortada yok... “Hani?” diyor taksi şoförü“Cumhurbaşkanı’nı karşılayan ekipte, genel müdürün olması gerekmez miydi?” 
Dönüş yolunda sohbet ettiğimiz İbrahim, karşı yönden gelen beyaz otobüsleri gösteriyor. Önlerinde “İmbat Madencilik” tabelası asılı en az yedi sekiz otobüs geçiyor. İbrahim soruyor: “Hani üç günlük yas vardı? Hepsi hikâye! Bu moralle nasıl çalışacaklar?” 
Sonra ben soruyorum: “Sence bu maden faaliyete devam eder mi, kapanır mı?” 
“Bence kapanması lazım. Kapanmazsa bil ki arkasında Başbakan var abla.”  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

O Tokat Hepimize! - CAN DÜNDAR

Neyzen Tevfik’in dörtlüğü sanki Evren’den Erdoğan’a uzanan süreci anlatıyor: 
“Türkü yine o türkü/Sazlarda tel değişti/ 
Yumruk yine o yumruk/ Bir varsa el değişti.”
***

İyi oldu bu değişim: 
Eski Türkiye”, modası geçmiş bir dipçikle yönetiliyordu. 
Yeni Türkiye” copla, tekmeyle, tokatla yönetiliyor. 
Diktatörlüğün fıtratında var çünkü bu... 
İtiraz sevmiyor, protestoya dayanamıyor. 
Önünde el pençe divan durulmadı mı, öfkeleniyor, saldırganlaşıyor. 
Ama milletin gözü açıldı; o diklendikçe halk da dikleniyor. 
Üniversiteye gidiyor, talebe ayağa kalkıyor. 
Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor, hukuk karşısına dikiliyor. Danıştay’a gidiyor, hataları bahsi açılıyor. 
Konuğu geliyor; demokrasi dersi dinliyor. 
Maden bölgesine gidiyor, yuhalanıyor. 
Kendi kabarttığı öfke dalgası, tehlikeli bir şekilde kendisine yöneliyor. 
O mukadderattan kaçmak için, “İnlerine gireceğiz” dediklerinden bir esnafın marketine girip saklanıyor. 
Orada da yüzüne yüzüne hesap soruluyor. 
Çaresiz, tokatı konuşturuyor.
***
Üç kuruşluk ekmek kavgasında, daha çok kazanç hırsı uğruna yitirdiği evladını yeraltından çıkarıp yine yeraltına defnetmiş insanların yüzüne, tarihin en iyi operasyonunu yaptığını söylüyor. 
Orada aldığı oya güvenip “İşin doğasında var bu” diyor. 
Uygar dünyada bu ilkelliğin örneği kalmadığı için ancak 19. yüzyıl İngilteresi’nden örnek verebiliyor. 
İşin fıtratında illa ölüm olmadığını, özelleştirme politikalarının, taşeron uygulamalarının, denetimsizliğin, kâr maksimizasyonu peşindeki vahşi kapitalizmin bu katliamı hazırladığını biliyor. 
Oradaki canları kurtarabilecek bir önergeyi daha iki hafta önce reddettiğini pekâlâ hatırlıyor. 
İktidarı döneminde iş cinayetlerinin yüzde 40 arttığını, bu son katliamla toplumsal öfkenin iyice kabardığını görüyor. 
O yüzden bu “fıtrat”a karşı çıkanlara, danışmanıyla birlikte tekme tokat girişiyor. 
Tepki bir ateş topu gibi ülkeye yayıldığında da, ilk işi Gezi Parkı’nı kapattırmak oluyor. 
Köşeye sıkıştırılıp habire dövülen toplumların sonunda nasıl patladığını iyi biliyor. 
Gezi’yi unutamıyor. 
Korkuyor.
***
Korkmalı! 
“Üzüntümüz, öfkemizin tohumudur” pankartından... 
“Olağan şeyler bunlar” diyerek canını hepten yaktıklarının isyanından... 
Makam arabasına saldıranlardan, market kapısına dayananlardan... 
Onca baskıya, gaza, mermiye, zulme rağmen inatla sokağa çıkanlardan, kendisinden korkmayanlardan korkmalı... 
“Alın yazısı” diye boyun eğmeyenlerin öfkesinden, o yumruğun iadesinden, yarın korumaların da yetmemesinden korkmalı... 
İşin doğasında var bu... 
Despotsan, fıtratın çoğu korku...  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

OY SOMA, OY OY!! - AHMET TAN

Cumhurbaşkanını protesto eden... 
Başbakan’ı yahalayan... 
Bakanlara “şerefsizler” diye bağıran... 
Soma halkının büyük çoğunluğu AKP’li. 
Belediye başkanlığı da AKP’de. 
76 bin seçmen var. 
Soma’daki aktif madenci sayısı ise 12 bin (eksi 283)?! 
Yüksek Seçim Kurulu’na göre son yerel seçim sonuçları şöyle: 
AKPi yüzde 43.3 (28.857 oy) 
MHP yüzde 28.7 (19.122 oy) 
CHP yüzde 22.3 (14.852 oy) 
SP Yüzde 2.5 (1.670 oy) 
BBP yüzde 0.5 (362 oy)

***
Acaba AKP, Soma’da da evlere bedava kömür dağıttığı için mi yüzde 43.3 oy aldı?
CAYIR CAYIR
Alman dergisi Der Spiegel manşet atmış: 
“CEHENNEME GİT ERDOĞAN!” 
Cumhurbaşkanı seçiminde bizim seçmen de manşetin altını tamamlar ve “Kömürünü de unutma!” derse gidecektir!
DANIŞMAN 
Başbakan kömür işinin “fıtratından” söz ederken yine de insafllı davrandı, örneği yakın zamanlardan verdi. 
Sözünü ettiği İngiltere’de de 1866’da 361 kişi ölmüştü. 
Daha eskiye, ortaçağa da gidebilirdi. 
Demek ki madenci yakınlarını tekmeleyen danışmanı Yusuf Yerkel’in arka ayağını kullanmaktan vazgeçmesi ve biraz daha ders çalışması gerekiyor! 
İngiltere’de maliyeti düşürmek için tüneller ancak çocukların girebileceği genişlikte açılıyordu. 
Ve madenlerde daha çok 14-15 yaşında çocuklar çalıştırılıyordu. 
Kömürün taşınması için de bizim “Midilli”, onların “Pony” dedikleri çok güçlü “bücür at”ırkı türetilmişti. 
O sevimli atların özelliği “eşekler”den farklı olmaları. 
Ve tekme atmayı bilmemeleri!
FITRATIN BATSIN, LÜTFEN 
Oy toplamak için, 
Bedava kömür... 
Bedava kömüre, 
Taşeron şirket... 
Taşeron şirkete... 
Ucuz can ve denetimsizlik gerek. 
Hepsinin toplamı, BEDAVA ÖLÜM... 
Başbakan’a göre ise “BU İŞİN FITRATI” demek!  

AHMET TAN
Cumhuriyet

15 Mayıs 2014 Perşembe

Hayat Pahalı, Can Ucuz! - MUSTAFA BALBAY

Soma tipi kazalar, kaderin değil ihmalin eseridir. Yıllardır adım adım yükselen maden ocağı kazaları önceki gün tüm ülkeyi sarsan facia ile birlikte tarihin en yüksek noktasına ulaştı. 
Öncelikle faciada yaşamını yitiren tüm işçilerimize Tanrı’dan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyoruz. Sonuçta acı hepimizindir, Türkiye’nin başı sağ olsun. Bu insani dileğimizi paylaştıktan sonra gerçeğe dönelim... 
Biz gelişmeyle büyümeyi birbirine karıştırıyoruz. Gelişme, ülkenin her anlamda ileri gitmesi, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamasıdır. Büyüme ise pek çok alanda rakamların üst düzeylere çıkmasıdır. Örneğin Türkiye, cep telefonu satışı bakımından gelişmiş ülkeler ortalamasının üzerinde. Avrupa’da bir kişi ortalama 2-2.5 yılda bir cep telefonunu yeniliyor. ABD’de bu rakam 3 yılı buluyor. Türkiye’de ise insanlar yeni tasarımları yakından izliyor ve 6 ayda bir cep telefonunu yeniliyor. Piyasa büyük. Peki, insanların kendini ifade etme özgürlüğünde gelişme var mı? 
Yok... 
Kadına yönelik ayrımcı tutumdan basın özgürlüğüne, iş güvenliğinden iyi eğitim alma hakkına kadar Türkiye insani gelişmişlik ölçütü olan hemen her alanda 100. sıraların altında geliyor. 
Soma faciası bu gerçeğin yüzümüze vurulmasıdır. 
Türkiye’de hayat pahalıdır, can ucuzdur.
***
Olumsuz durumlarla ilgili verilerde ise ilk sıraları kimseye kaptırmıyoruz. Madencilik sektöründeki iş kazaları bunların başında; Avrupa birincisiyiz. Maden Mühendisleri Odası’nın verilerine göre, dünyada da Rusya ve Hindistan’ın ardından üçüncü sırada yer alıyoruz. Çin’de de ölüm oranı çok yüksek ama üretimle karşılaştırıldığında Türkiye bu ülkeyi de solluyor. 
Çin’de her bir milyon ton üretimde 1.3 kişi yaşamını yitirirken Türkiye’de 7 kişi ölüyor. 5 kattan daha ağır bir tablo. 
Yeraltı kömür işletmeleri bakımından Türkiye’nin şartlarına en yakın ülke Polonya. Oysa Türkiye’deki ölüm oranı bu ülkenin 5 katı. 
Türkiye’deki maden ocaklarının durumu, işyeri güvenliği, çalışanların eğitimi, iş güvenliğine yapılan yatırım, kamu denetimi dikkate alındığında Soma faciasının bağıra bağıra geliyorum, dediği ortaya çıkacaktır. 
Son yıllarda hızla artan, Meclis’e getirilen yeni çorba yasayla daha da yaygınlaştırılması hedeflenen taşeronlaşma yukarıda sıraladığımız tatsız tabloyu kalıcılaştırıyor. Özelleştirme, devletin zarar eden kurumlarının elden çıkarılıp özel sektör elinde verimli hale getirilmesi diye sunuluyordu ama yaşama geçen bu değil. Kâr eden kurumların devredilmesi ve işyerinin daha güvensiz hale gelmesiyle sonuçlanan bir bataklıkla karşı karşıyayız.
***

Önceki gün Soma’dan gelen ilk haberlerin ardından herkes, yeraltındaki insanların canlı kurtarılma olasılığını konuşmaya başladı. Sonrasındaki haberler ne yazık ki umut vermiyordu. Çünkü böyle bir kazaya hazırlıklı bir yönetim anlayışı yoktu. Her sorumludan başka ses çıkıyordu. Biri, “Madene temiz hava verildi. Bu, zaman kazandırır” derken bir başkası, “Oraya verdiğiniz temiz hava yangını daha da arttırır, felaket getirir” yorumu yapıyordu. 
Her büyük kazada olduğu gibi Türkiye seferberdi, herkes Soma’ya akıyordu ama kimse doğru dürüst ne yapacağını bilmiyordu. 
Soma ders olur mu? 
Keşke... 
Bir sendika çıkıp olumsuzlukları eleştirirse Başbakan’ın vereceği yanıtlar sıralamasında birinci sırayı şu almaz mı: 
- Baretini çıkar, siyasete gir!

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Kömür Değil, Haksız Kâr, Ucuz Emek Karası - ŞÜKRAN SONER

Başbakan dünyadaki iş kazaları, maden kazalarından, 1800’lü yıllarda kalmış verileri de kullanarak, kamuoyunu olamasa da yandaşının, seçmeninin kafasını karıştırıyor olabilir. Bizdeki iş kazalarını iş cinayetlerine dönüştüren, bu ülkenin de teknolojik birikimleri ile alınabilir önlemler alınmadığı, yüksek kârlarla ucuz emeğin eksen yapıldığı çalışma koşullarının verilerinden ne haber? Çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinde karnemiz hep bozuktu, zaten ölüm ve sakat kalma oranlarında dünyada en kötü sıralarda yer alan ülkeydik. İktidarlarının insansız büyüme projeleriyle haksız, hukuksuz kârlar, ucuz emek cenneti; iş cinayetlerinde yüzümüz kömürünkinden kara... 
Meslek hastalıkları kayıtlarını tutmayarak hesap vermekten sıyırırken, saklanamayan ölümlü, yaralanmalı iş kazalarında, madenlerde, inşaatlarda dünya rekorlarını kıran ülkeler arasında ön sıralarda hep yer alıyorduk. İktidarlarının özelleştirme, haksız-hukuksuz kârlara kâr katma, kayıt dışı üretim, taşeronlaştırmayı yaygınlaştırması, emeği ucuzlatma, çalışma koşullarını olumsuz bozma politikaları ile.. Başbakanımızın çok övündükleri ekonomimizi piyasalar düzeni üzerinden büyütürken, insani değerler ölçümlemelerinde hızla geriye çeken, kuralsız üretim koşullarında ucuz emek pazarı, işsizlikte patlama yaratan İktidarları icraatları ile gelinmiş birkaç veriye bakmak;“Kömür değil, haksız kâr, ucuz emek cinayetlerinin karası..” diyebilmek için yetiyor da artıyor bile... 

Ak adını kullandıkları İktidarlarının partisini Fazilet’in içinden koparmada kamuoyuna ilk yansıyan eylemleri, Meclis’te işçilerin iş güvencesi hakkını düzenleyen yasaya karşı çıkmak olmuştu. Aslında işçilere iş güvencesini getiremeyen söz konusu yasaya karşı bile büyük bir siyasal fırtına kopartılmış Ecevit koalisyon iktidarının çöküşünde rol oynayan bu ideolojik kavgada, Fazilet’in kalan milletvekilleri iş güvencesinin getirilmesinden yana oy kullanırlarken, AKP kurucu kadroları açık oy kullanarak, kürsüden söz alarak yasaya karşı çıkmışlardı... İktidarlarının seçim kazanması sonrası ilk anlamlı yasa değişkilikleri arasında iş yasasındaki çalışma koşuları, sürelerinin esnekleştirilmesi olmuştu. Küresel ideolojiden yana dünyada da işçi aleyhine esen rüzgârlarla çok popüler olan bu esnekleştirmeyi getiren yasanın uygulanması ortamında, çok iyi bildiğiniz üzere mesaisiz, yasanın saatlerine uyma zorunluluğunun denetimsizliğini kullanarak, Türkiye’deki çoğunluk işçiyi, milyonları toptan haftanın 6 günü, en az 8 saat, yasayı 8-10 saat aşarak kölelik düzeninde çalıştırmak, her meslekte genel kural değil mi?
***
Çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği denetimi koşullarında yasaları unutun... Yasal kamu denetimi geçmişi mumla aratan geri düzeyde, yok anlamında. Kamunun hızla özele geçirilmesi sonrası güvenliksiz, kuralsız üretim koşulları, ucuz emek düzeninde dibe indirgemenin ise sonu gelecek gibi değil. Biz sadede gelelim, dünyayı da şaşırtan bu çağda, bu teknik birikimle, bu kadar yüksek sayılı iş cinayetleri, Soma cinayetlerini doğru okuyabilmeden bir iki veriye gelirsek... Kamuda 130 dolar olan madendeki üretim maliyetini kazadan sorumlu işveren 23 dolara indirgemiş olmakla övünürken, üretim patlaması da yapmış... Nasıl başarmış? Kamuda verimsiz çalışma ile bu uçurum rakamlarını açıklayabilmenin mantığı, haklılığı olabilir mi? 
Kaza sonrası uzman meslek örgütlerinin olay incelemesinden uzak tutulmalarını nasıl açıklayacağız. Henüz belleğimizde çok taze, kamu işletmesi TTK’deki son ölümcül büyük kaza raporundan taşeron elindeki iç hizmetler cinayeti çıkmamış mıydı? Dünyanın bilinen en ağır emek sömürülü Çin ekonomisinde dahi, iş kazaları, maden kazaları verileri son on yılda düzelirken, Türkiye’de artışı nasıl açıklayacağız? Eskisinden beter verilerin, cinayetlerin hesabı kimden sorulabilir? Çok sıradan bir karşılaştırma; kamu işyerlerindeki iş kazalarının ortalama 4 katı özel sektörden çıkıyor. Kaldı ki bu veriler kâğıtlardan, sosyal güvenlik ödemelerinden kaçırılamayanlardan çıkıyor... 
Bir de doğal kaynaklarımızın ucuz emek, yüksek, haksız kazançlar uğruna tüketilmesi boyutu var ki... Madenlerde durum çok çarpıcı. Çünkü madenlerde üretim maliyeti, işçi sağlığı, iş güvenliği önlemleri ile, maden ocağının uzun dönemli verimli işletilebilmesi arasında doğrudan ilişki var... Önce üretim koşullarına uygun işçi sağlığı - iş güvenliği önlemleri gerekiyor. Sonra teknik donanımlı, sürdürülebilir üretim koşulları... Uymazsanız sadece işçi ölümü, yaralanmaları ile iş cinayetlerini yaratmıyorsunuz, madenin yağmalanmasını sağlıyorsunuz. Ucuza çok kazanç ancak en verimli damarların alınması, ocağın yağmalanmasıyla olabiliyor. Burada keselim isterseniz, bugün canları yananlara saygı, haksız cinayetlere, yaralanmalara, sorumlularına karşı isyan, “Yetti gayrı” diyebilmenin günüdür. Diyebilecek örgütlülüğümüzü, siyasi medyatik güdüleme bombardımanında algılamalarımız uç noktalarda çarpıtılırken, haksızlıkları sorgulayabilecek bilincimizi, aklımızı koruyabiliyorsak elbet...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Soma’nın peşini bırakmayacağız - Utku Çakırözer



Kılıçdaroğlu: Göstere göstere geldi
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile dün Soma’ya giderken, önündeki dosyadan bir belge çıkararak “Göstere göstere gelen bir olaydır bu” dedi. 
Gösterdiği belgede Soma madenlerinde 2011- 2013 arası yaşanan kazalarda ölen ve yaralananların sayıları var. 2011 ile 2013 yılları arasında 10 kazada 20 madenci ölmüş. Çok sayıda madenci de kazalardan yaralı kurtulmuş.

‘Araştıralım dedik, AKP reddetti’ 
Kılıçdaroğlu tabloya ilişkin şu değerlendirmeyi yaptı: “İşte bu tabloya dayanarak arkadaşlarımız 23 Ekim 2013’te önerge verdiler ve ‘Bu sorunun bir araştırılması gerekir’ dediler. İktidar partisi ise böyle bir araştırmaya ihtiyaç duymadı. AKPoylarıyla reddedildi. Meclis’te bu yıl iki kez iş kazalarından söz ettik. Her ay itibarıyla iş kazaları sonucu hayatını kaybeden işçilerden söz ettik. Ama fazla görülmedi ve duyulmadı. Defalarca söyledik. Kimsenin işine gelmiyor dinlemek. Şimdi bu kadar insan hayatını kaybetti. Biz bir daha araştırma önergesi vereceğiz. Umarım bu kez vereceğimiz araştırma önergesine iktidar da destek olur ve olay ayrıntılarıyla ortaya çıkar.” 
CHP’nin verdiği önerge kabul edilmiş olsaydı ne olurdu? Kılıçdaroğlu şu yanıtı verdi: 
“O önerge kabul edilseydi bu tür kazaların yaygınlığının nedenleri daha rahat araştırılabilirdi. Bu kaza önlenebilirdi demiyorum, ama maden şirketleri de ‘Bu işe parlamento el koydu, daha dikkatli olmamız gerekirdi’ diye bir tavır sergileyebilirlerdi. Parlamentonun ilgi göstermediği ve araştırmadığı bir alanda, şirketler de yasalara aykırı uygulamalar içine girmeye cesaret edebiliyorlar.”
Yılbaşında Soma’daydı 
CHP liderinin maden işçileri konusunda özel bir hassasiyeti de var: 
“Birkaç yıl önce yılbaşını Soma’da bir maden ocağında geçirmiştim. Şimdi kaza yaşanan ocak aynı yer mi bilemiyorum. Ama orada maden işçilerinin ne kadar zor koşullarda çalıştığına gözlerimle tanık olmuştum.”
En büyük eksik ‘denetim’ 
Madenlerdeki iş kazaları konusunda ise genel bir değerlendirme yaptı: 
“Denetim yapacak olan yürütme organıdır. Saptanacak her kusur, yürütme organı kusuru olarak kabul edilir bütün çağdaş demokrasilerde. Çünkü denetim organı yetkisi, yasalarla ilgili kamu kurumuna verilmiştir. Onların sürekli ve sistemli bir denetim yapmaları gerekiyor.”
‘Bilirkişi cesur davranmalı’ 
Ana muhalefet partisi CHP, 200’ün üstünde can kaybına neden olan vahim kazayla ilgili nasıl bir yol izleyecek? Kılıçdaroğlu şu aşamada üç önceliğe dikkat çekiyor: 
“1. Savcılık bu kazanın çıkışını soruşturacaktır. Önce bir bilirkişi görevlendirecek. Rapor hazırlayacak bilirkişi namuslu ve cesur davranmalı. Bu işin karanlıktan aydınlığa çıkabilmesi için. Bilirkişinin dürüstlüğü işçilerin hak aramalarının da yolunu açacak. Bir yerde bir kusur varsa, hayatını kaybedenlerin aileleri hak talebinde bulunabilecekler. O raporda tüm ailelerin hakları teslim edilmeli.”
Ölen çocuk var mı? 
2. Çalışanların ne kadarının sigortalı olduğu tespit edilmeli. Bunu yapmak çok kolay. İşveren işe başlamadan önce sigorta yapmak zorunda. Bu yükümlülük yerine getirilirken onun aydınlanması gerekiyor. 
3. Çocukların ve kadınların yeraltı maden ocaklarında çalışması yasak. Ölenler arasında çocuk var mı yok mu onlara da bakılması gerekiyor.”
‘İktidara bırakırsak karartılır’ 
Kılıçdaroğlu bu talep ve soruların araştırılması konusunu sadece iktidara bırakmayacaklarını belirterek “CHP olarak biz de bunları izleyeceğiz ve araştıracağız. Olayı sadece iktidara bırakmak karartılmasına yol açabilir” diye konuştu.
‘Gerçekler açıklanmadı’ 
Kılıçdaroğlu şu aşamada hükümete eleştiri yöneltmekten kaçınarak, “Olay çok sıcak. Yeterince bilgi edinip salı günkü grup toplantımızda ayrıntılı bir açıklama yapacağım” dedi. CHP lideri sadece kazadan sonra kamuoyunun bilgilendirilmesi konusunda eleştiri getirerek şöyle konuştu: 
“Dün akşam televizyonlar devletin resmi kurumlarına dayanarak 5 ölü açıklarken, ben Soma Kaymakamı ile konuşuyordum. Daha o anda 100’ün üzerinde can kaybı olduğunu öğrenmiştim.”
‘İş kazalarında neden birinciyiz?’ 
CHP lideri, madenlerdeki kazaların yanı sıra Türkiye’de “iş kazaları” konusunun da sorgulanması gerektiğini belirtti: 
“Şu soruyu hepimiz kendimize sormalıyız: İş kazalarında neden Avrupa birincisiyiz? Neden dünya üçüncüsüyüz? '44emek ki bir sorunumuz var. Bu sorunun çözümü parlamentoda olur. Bu kadar yoğun iş kazalarının olduğu bir ülkede parlamento bu işi araştırmayacağım diyorsa, bir sorunumuz var demektir.” 
İşçi güvenliği konusunun Türkiye’de önemsenmemesinden şikâyetçi olan Kılıçdaroğlu, “Kamyonla hayvan taşınırken bile mutlaka izin alınır. Ama insan taşınırken bunların hiçbiri yok. İnsan hayatı bu ülkede neden bu kadar ucuz?” diye konuştu.  

Madencilerimiz ve Mehmet İstif - EMRE KONGAR

Bu satırlar yazılırken, yüreğimizi dağlayan Soma felaketinde kaybettiğimiz evlatlarımızın sayısı 205’i aşmıştı... 
Tam bu sırada, Gezi Parkı protestolarında Mersin’de, ağzına biber gazı sıkılmış olan Mehmet İstif’in de ölüm haberi geldi... 
İkisi de sorumluların yol açtığı ölümler!
***
Madenciler, emekçilerin simgesi... 
Mehmet İstif de, demokrasi için mücadele edenlerin... 
Emek, insan hakları ve demokrasi birbirinin ayrılmaz parçalarıdır: 
Yüreğimiz, emek, insan hakları ve demokrasi için kanıyor!

***
İnsan zaten ölümlüdür. 
Bir gün mutlaka öleceğini bildiği için de bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendini buna hazırlar. 
Kimi insan, semavi, ulvi inançlara sığınır, yaşamını insanlığa, topluma, sevdiklerine adar, demokrat olur... 
Kimisi, dünyevi zevklere, hatta çalmaya, çırpmaya odaklanır, benmerkezci, bencil olur, sadece kendini düşünür, kendi sesini dinler.
***
Kimi insan, hem kendi yaşamına, hem başkalarının yaşamlarına anlam katar, kendini de başkalarını da yüceltir... 
Kimisi hem kendi yaşamını, hem başkalarının yaşamlarını anlamsızlaştırır, yozlaştırır,“deliğe süpürür”.
***
Kimi insan, yaşama doyamadan, hepimizi yasa boğan madencilerimiz gibi, en verimli çağında yaşama veda eder... 
Kimisi de, ailelerinin yüreklerinde bir ateş olan Mehmet İstif gibi 37 veya Berkin Elvan gibi 15 yaşında!
***
Yazıklar olsun o insanlara ki, hem sorumluluk yüklenir, hem sorumluluklarınıyerine getirmez veya kötüye kullanırlar.
***
Yazıklar olsun o insanlara ki, hem ölümlüdürler, hem de cinayet işler, çilekeşhemcinslerini, emekçileri, gençleri, kadınları, erken ölüme gönderirler!  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

Masalı bırakın katlettiniz! - CUMHURİYET

Soma'da yüzlerce emekçinin ölümünden,'bunlar olağan' diyen iktidar, kar hırsı güden ve önlem almayan işverenler ile sarı sendikalar sorumlu.

787 işçi vardı
Soma'daki maden faciasının acısı katlanarak büyüyor. 280ye yaklaşırken  Başbakan Erdoğan içeride 100'den fazla işçinin kaldığını açıkladı. 4'ü ağır 80 emekçinin yaralı olduğu belirtildi. Bakan Yıldız "Patlama sırasında maden ocağında 787 kişi bulunuyordu. 363 kişi kurtuldu" dedi.
İhmaller zinciri
Elektrik Mühendisileri odası, madende dün de süren yangının trafodan değil kapatılmayan bir damardan kaynaklandğını açıkladı. Oda gazları algılayacak ve havalandırma sistemlerini yönetecek sistemlerin yetersiz ve eski olduğu tespitini yaptı. Havalandırma sistemininde tek giriş çıkışın olması facianın boyutunu artırdı.

CUMHURİYET

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Yasin ile Reza - ERBİL TUŞALP

Sonunda kendisi için en doğru kararı verdi. “Daha” katılmam dedi.
Değil yüksek yargı kurumlarının toplantıları başka hiçbir toplantıya katılmasın. Evinde otursun. Kitap okusun. Sağlığıyla ilgilensin.
Dahası “baş yasacısına” bir yasa yazdırsın. Katılacağı toplantılara muhalefet liderlerinin, yüksek yargıçların, bürokratların, diplomatların katılmasını yasaklasın. Rahatlasın.
Gözler kapansın örneğin; yeni adli yıl açılış toplantısı düşünülsün:
A’dan Z’ye devlet protokolü, bilim insanları, sivil toplum temsilcileri ve de elbette ülkenin seçkin hukukçuları, herkes kürsüdeki adamı dinliyor.
Salonun ortasına düşen “Siyasetin finansmanı sorununa gelince…” sözleri ön sırayı donduruyor, arka sıralarda küçük bir kımıltı yaratıyor.
Kiminin gözlerinin içinden kahkaha. Kiminin yüzünde al al kızarma. Meselâ…
Kürsüdeki adamın “bu ne iştir” sorusu dalga dalga dolaşıyor. Herkes neyin ne, kimin kim olduğunu; hangi elin hangi cepte dolaştığını bilse de kendini aldatamıyor, kendinden kaçamıyor.
HAYIRSEVER PARANTEZİ
Gözler kapansın. Kürsüdeki adam “yıllar önce” diye anlatmaya başlasın. Son on iki yılın “hayırsever” parantezini açsın.
Yasin el Kadı’nın “Türkiye’yi seven, dindar, yatırım yapmak isteyen hayırsever bir iş adamı” olduğunu söyleyen (11 Temmuz 2006) Başbakan Tayyip Bey, bir yıl önce Reza Zarrab için “Altın ihracatı yapan bir zat. Ülkeye katkısının olduğunu biliyorum. Hayır işlerine girdiğini biliyorum” diyordu. (26 Aralık 2013)
Parantezin içine bakar mısınız… Bir ucunda Suudi Arabistan’dan hayırsever Yasin El Kadı, öteki ucunda İran İslam Cumhuriyeti’nden hayırsever Reza Zarrap var.
Birleşmiş Milletler’in Küresel Terörist’ler listesindeki El Kadı Türkiye’de el üstünde, vatandaşı olduğu Suudi Arabistan’da ayak altında. Türkiye’de siyasi kimliği var. Suudi Arabistan’da vatandaşlıktan çıkarılıyor, mallarına el konuyor.
Yasin El Kadı hakkında ‘kara para aklama’ iddiasıyla soruşturma yürütülen bir “Türkiye sevdalısı” (24 Aralık 2004 ); El Kaide’ye üye olmak ve yardım etmekten soruşturma açılan bir “dindar” (30 Aralık 2004)
Dahası MASAK raporunda El Kadı’nın başkanı olduğu Muvaffak Vakfı adına ‘hayır işleri’ gerekçesiyle topladığı paraların El Kaide’ye aktardığına ilişkin bilgiler de var.
17 Aralık ve 24 Şubat yolsuzluk ve rüşvet olayında da Yasin El Kadı adı geçiyor. Türkiye’nin dış politikasına burnunu (20 Mart 2014); oğlu Muaz’la birlikte ekonomiye elini sokuyor (27 Aralık 2013).
Amerika Birleşik Devletleri Hazinesi’nin “Terrorist”; Başbakan Tayyip Bey’in “kefilim” dediği Şeyh Yasin El Kadı’nın nereden gelip nereye gittiğini anlamanın yolu Nedim Şener’in “Hayırsever Terörist” kitabına bakmaktan geçiyor.
ORTAK PAYDA KARA PARA
Sıra parantezin öteki ucundaki cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet olayının İran asıllı Türk vatandaşı Reza Zarrap’a geliyor.
Kara para artık Yasin El Kadı ile Reza Zarrap’ın ortak paydasıdır. İslami şiddeti desteklemede bir numara olan El Kadı, kara para aklamada ilk sırayı Reza Zarrap’a bırakacaktır.
İktidarla sıkı fıkı ilişki içinde olan Zarrap kendi canını kurtarmıştır ama
15 milyar dolarlık serveti olan ortağı Babek Zencani İran’da cezaevindedir.
Rastlantı ya da yazgı her neyse… Başban Tayyip Bey için Rıza Zarrap da “ülkeye katkısı olan, hayır işlerine giren” biri. Kime hayrı olduğu meçhul değil. Adres teslimi belli.
Edirne Kapıkule’de bir TIR. Zulasında 202 kilo eroin var. Rusya’da gümrüğünde bavullar. İçinde 150 milyon dolar. Atatürk Havalimanın’da: 1,5 ton altın yüklü bir kargo uçağı.
Sonrası çorap söküğü, kanalizasyon patlaması, kolon arızası. İş başındaki siyasi kadronun karıştığı, bölüştüğü, sakladığı, savunduğu olağanüstü kirlilik, büyük bir leke.
Kürsüdeki adam “yeraltını yeryüzüne çıkarmak için bu kadarı da yeterdi” dedikten sonra “87 milyar Euro civarında şüpheli para transferi içinde yer alan ve rüşvet, bağış ve komisyon olarak dağıtılan paranın” dökümünü yapıyor.
Söylenecek olan söylendiği için ön sıra başını eğip utanıp kızarıyor.
Hırsızlık ve arsızlık tarihinin önemli belgeleri iki kişi dışında hiç kimseyi şaşırtmıyor.
Şaşırmış gibi yapanlardan biri “altın ihracatı yapan bu zatın ülkeye katkısından” söz ediyor; öteki “cari açığın yüzde 15’ini kendisinin kapattığını” söylüyor.
Hırsız da arsız da olsa, soygun da vurgun da yapsa nasıl olsa hiç kimse yalandan ölmüyor.

ERBİL TUŞALP
SOL

Hegemonyadan tahakküme - METİN ÇULHAOĞLU

Yarın bir gün şöyle derse hiç şaşırmayın:
“Kuvvetler ayrılığı” mı diyordunuz? İşte size kuvvetler ayrılığı: Haşim Kılıç’a fırça, Metin Feyzioğlu’na posta… TBMM’deki muhalif gruplar zaten umurumda değil. Sonra, kuvvetler ayrılığı kavramına getirdiğim özel yaklaşımla, kuvvetlerin her birinin kendi içinde de ayrılıklar yarattım. Bakın, yargıda biri bir tasarrufta bulunuyor, öbürü “sehven oldu” deyip düzeltiyor; daha ne istiyorsunuz? Kuvvetler hem aralarında hem de kendi içlerinde daha başka nasıl bu kadar ayrı olabilir ki?
“Demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” vb. diyenler böyle bir açıklamayı muhtemelen gayrı ciddi bulacaklardır. İstedikleri kadar bulsunlar; Erdoğan kendi yaklaşımıyla kuvvetler ayrılığını fiilen böyle yaşama geçirmektedir.
Kimse kuşku duymasın; daha da geçirecektir…
***
“Özel psikoloji”, “öfke kontrolsüzlüğü” ya da “hastalık” gibi açıklamalar da olabilir.
Olabilir.
Ama olsa bile bunlar başka şeylerin üzerine gelmektedir; yani işin başı ve sonu bunlar değildir.
O zaman “işin başı” nedir?
İsterseniz, kullanılan kavramlar açısından önemli bir saptamaya başvuralım ve bu arada değerli bir çalışmanın yeni baskısının haberini vermiş olalım:
“Özellikle 2011 genel seçimlerinden sonra iktidarını artık iyice garantilediğini düşünen hükümet, bir yandan egemen blok içindeki kaynak dağılımıyla ilgili hırlaşmadan, öte yandan kutuplaştırıcı ve geniş bir kesimi dışlayıcı/ötekileştirici politikaları yüzünden hegemonik bir yönetim olmaktan uzaklaşıp mutlak tahakküme dayanan bir iktidar olmaya yönelmiştir.”
“Hegemonik bir yönetimden mutlak tahakküme…”
Tülin Öngen, yeni basımı yapılan “Prometheus’un Sönmeyen Ateşi” kitabının önsözünde böyle demektedir (Yordam Kitap, s.14).
Çok doğrudur.
Çok doğru olduğu gibi “ötesi” de vardır
***
Ötesi şudur: Siyasette, “nüanslar”, farklılıklar, ayrı-başka olmalar vb. görece statik bir durumdur. Bu statik durum süreç içinde ya yeniden bir eksende toparlanmayla ya da statik durumdaki farklılıkların mutlak yarılmalara evrilmesiyle sonuçlanır.
Türkiye’de düzen siyaseti söz konusu olduğunda ve Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi açısından bakıldığında, bugün geri çevrilmesi mümkün olmayan durum mutlak yarılmadır. Ortada, Öngen’in dediği gibi “mutlak tahakküme dayanan bir iktidar” yönelişi vardır.
Belirli odaklar “üzerini çizmişlerdir”, “defterden silmişlerdir”, şudur budur; ama bir yerden sonra fazla önemi yoktur. Çünkü Erdoğan’ın çizgisi bir “aykırılık”, bir “anomali” değil, düzen siyasetinin artık olağanlaştırdığı, yani burjuva siyasetinde yerleşiklik kazanmış bir tarzdır.
Erdoğan çizgisi, işleri mutlak yarılma noktasına bilerek taşımıştır ve şimdi kendini bu yarılmadan hareketle yeniden üretme çabasındadır.
O zaman?
O zaman “kuvvetler ayrılığı”, “hukukun üstünlüğü”, “meşruiyet içinde çare tükenmez”, “çağdaş demokrasi” ve benzeri kavramlar da bir yerden sonra anlamını yitirecektir; yani sokaklardaki, alanlardaki, kurumlardaki, işyerlerindeki direnişler ve “itaatsizlikler” olmadan hepsi havada kalacaktır.
Kısacası Türkiye, “ben öyle fazla şey değil, normal burjuva demokrasisi istiyorum” diyenin bile sokağa çıkması gereken bir noktaya gelmiştir.
Çıksın.
“Normal burjuva demokrasisinin” gelemeyeceğini sokağa çıktığında o da anlayacaktır.

METİN ÇULHAOĞLU
SOL

Faili Meşhur Cinayetler! - MUSTAFA BALBAY

Türkiye, özellikle 1990’lı yıllar boyunca faili meçhul cinayetlere pek çok kurban verdi. Bundan daha kötüsü olabilir mi diye düşünürdüm. Meğer olabilirmiş; faili meşhur cinayetler! 
31 Ocak 1990’da Prof. Muammer Aksoy, 7 Mart 1990’da Çetin Emeç, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun, 6 Ekim 1990’da Doç. Bahriye Üçok, 24 Ocak 1993’teUğur Mumcu, 21 Ekim 1999’da Prof. Ahmet Taner Kışlalı, 18 Aralık 2002’de Dr.Necip Hablemitoğlu alçakça saldırılar sonucu katledildiler. 
Ölüm yıldönümlerinde atılan sloganların başında şu geliyordu: 
Katiller bulunsun, hesap sorulsun! 
Bu konuda ne yazık ki kamuoyunu tatmin edici bir sonuç alınamadı. Yıllarca devam eden soruşturmalar sonucunda kimi zanlılar yakalandı ama, tetiği çekenlerden öteye geçilemedi. Operasyonların bir adım ötesi gelmedi. 
Meclis’te kurulan Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu da kimi üyelerinin olağanüstü çabalarına karşın çalışmalarını derinleştiremedi. Nedense ciddi çaba harcayan üyeler de bir dönem sonra seçilemedi.
***
Gezi Direnişi ile birlikte başlıkta vurguladığımız bir süreç başladı; faili meşhur cinayetler. 2013 yılı Mayıs ayı sonunda başlayan Gezi Direnişi sürecinde EthemSarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, MedeniYıldırım, Ahmet Atakan, Mustafa Sarı, Berkin Elvan, Mehmet İstif yaşamlarını yitirdi. 

Bu olaylarla ilgili başlatılan soruşturmalarda önceki dönemlerden farklı olarak kamera kayıtları önemli rol oynadı. Bazıları gizlense de ortaya çıkarılan kamera görüntüleri ve tanık ifadeleriyle bu cinayetlerin hemen tümünün failleri ortaya çıkarıldı. 
Çıkarıldı ama, faillerin çoğu yargı önüne çıkarılmadı! 
Yargı ve adli kolluk olayların üzerine ciddi gitseydi, bu cinayetlerin tümü aydınlanırdı. 
Bunun somut örneği önceki gün Ali İsmail Korkmaz’ın davasında yaşandı. Güvenlik nedeniyle Kayseri’de görülen davada Eskişehir’de meydana gelen cinayetin tanığının verdiği ifade yürek burkan olayın tüm vahşetini ortaya koymaya yetiyor. 
Tanık Semih Berkay Yapıcı’nın anlatımları, Ali İsmail’in planlı bir şekilde, elbirliğiyle katledildiğini ortaya koyuyor. Ali İsmail’in annesi Emel Korkmaz, oğlunun nasıl linç edildiğini dinlerken bayılıp yere yığılmış. Yere yığılan anne Korkmaz değildir; adalet sistemimizdir, iç barışımızdır...
***
Gezi Direnişi’nin yıldönümü yaklaşırken, aradan geçen bir yıla bakınca şunu görüyoruz: 
Türkiye’yi sarıp kuşatan hukuksuzluk Gezi’ye ilişkin davalarda da kendini gösterdi. O dönem meydana gelen olaylarla ilgili onlarca dava açıldı; biri ötekine benzemiyor. Kimi darbe davasına dönüştü, kimi daha iddianame hazırlanmadan beraatla sonuçlandı, kimi devlet malına zarar vermeye indirgendi, çete kapsamına alınanlar da vardı. 
Salt bu dağınıklık bile yargı sistemimizin şaşılığını ortaya koymaya yetiyor. 
Bütün bunların ötesinde Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük’te olduğu gibi cinayetlerin hâlâ toplum vicdanını tatmin edici biçimde aydınlatılıp davaların sonuçlandırılamaması utanç vericidir. 
Failler bu denli meşhur hale gelmişken, tanıklar olayları tüm ayrıntılarıyla anlatırken böyle bir tablonun yaşanması ortaçağla bile karşılaştırılamayacak bir körlüktür. Gezi Direnişi’nin yıldönümü vicdan sahibi insanlara susmama sorumluluğu yüklemektedir. 
Bu zulme karşı susmak, zulme ortak olmaktır!

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Düştüğü Yeri Yakan Kitap - MİNE G.KIRIKKANAT

Sabahattin Ali’ye göre edebiyat, her şeyden önce bir mücadeleydi, amacı ise‘insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, onlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak’ olmalıydı. ‘Edebiyata nasıl başladınız?’ sorusunun yanıtı,‘Kitap okuyarak’ olmuştu.

Sabahattin Ali, bıkıp usanmadan okudu, yazdı, düşündü. Toplumsal çelişkileretepkisini sanat yoluyla gösteren yetkin bir yazar oldu. Öğretmenlik, memurluk gibiişlerde çalıştı, Aziz Nesin, Mim Uykusuz, Rıfat Ilgaz’la birlikte Marko Paşa dergisini çıkarmaya başladı. Yazıları yüzünden tutuklandı, hapis yattı, gizi hâlâ çözülemeyen bir cinayete kurban gittiğinde, henüz 41 yaşındaydı. 
Bulgaristan sınırında öldürüldü. Ölüm haberi uzun süre gizli kaldıktan sonra, 12Ocak 1949 günü gazetelerde yer aldı. Kitapları, ancak 1960 sonrasında yeniden basılabildi, cinayet üzerindeki kuşkular da açıkça 1968’lerde dile getirilmeye başlandı.
***
Sabahattin Ali, 11 Aralık 1945’te, zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e uzun bir mektup yazarak siyasal görüşlerini açıklamış, mektubun bir bölümünde şunları söylemişti : 
‘Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça elbette iyiyi kötüden, hası kalpten ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle başka emellere hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti. 
Fakat karanlık ruhlu insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu memlekette atılacak her ileri adımı, kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiçbir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. 
Ellerindeki en kuvvetli silah, komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Âli Yücel’e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali’nin, içlerinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi bulunmayan eserlerine komünist damgası vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı, geriliği himayelerine alan onlardı...’
***
Sabahattin Ali, 25 Kasım 1947’de Ali Baba dergisinde yayımlanan ‘Ne Zor Şeymiş’başlıklı yazısında hem gördüğü zulme isyan ediyor, hem de öldürülmesine yol açacak tehlikeyi işaret ediyordu: 
‘Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. 
Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor… 
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? 
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu.’ 
Sabahattin Ali, halkın sesiydi. Kısacık ömrüne üç ömürlük bilgi, deneyim, kültür, sevgi ve sanat ürünü sığdırdı. Eşi Aliye Hanım’a yazdığı mektuplardan birinde,‘Hep genç kalacağım’ diyordu. Pek çok tasarısını gerçekleştiremeden öldürüldü,hep genç kaldı.”*
***
Araştırmacı yazar Orhan Tüleylioğlu’nun, pek çok yazar ve sanatçının yaşamından kesitlere yer verdiği Yalnız Kitap çalışması, dünyada ve Türkiye’deki kitap düşmanlığının kaynağına inerken kitabın gücünü de vurguluyor. Çıkar odakları için cahil halkı burnuna halka takıp oynatmak, bilinçli halkı yönetmekten elbette çok daha kolay. 
İşte bu anlamda Türkiye’yi Atatürk’ten sonra yöneten tüm iktidar odaklarının toplumsal cehaleti sürdürmekte büyük başarı sağladığını; Sabahattin Ali’den beri zalimin de mağdurun da aynı kalmasından ve kitap yazmanın da okumanın da hâlâ“tehlikeli” olmasından anlıyoruz. 
O günden bugüne, değişen tek şey, namusluların azalıp namussuzların artması. Çünkü cehalet, sonunda gireceği çıkmazı da üretir!
* Alıntı: Yalnız Kitap, Orhan Tüleylioğlu/um:ag Vakfı Yayınları, 2014
“Kitabı yargılarsanız kitap da sizi yargılar.” 
STEPHEN KING

GNOKTASI
Yazar 
Yazdıkça yazar mı 
Okudukça yazar mı 
Nereden çıkar bunca fikir 
Dert yazar 
Derman yazar 
Güler yazar 
Güldürür yazar 
Ağlar yazar 
Ağlatır yazar 
Sen yazar 
Ben yazar 
Uzak uzak diyarlar 
En yakınlar, şuralar 
Kısacık boylu yazar 
Uzun upuzun yazar 
Kalemden taşar 
Kalbime yazar 
Doğru doğru yazar 
Yalanı yalan yazar 
Açar örtüsünü dünyanın 
Çırılçıplak yazar 
Utanır kirlerden 
Olan bitenden 
Kıyısından örter yazar 
Lafını tartar yazar 
Duramaz yazar 
... 
Su akar 
Gün doğar, gün batar 
Yazar yazar
REFİKA TORAMAN 

MİNE G.KIRIKKANAT
Cumhuriyet

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Kim Cumhurbaşkanı Olamaz? -MUSTAFA BALBAY

Anayasanın 104. maddesi cumhurbaşkanının temel görevinin devlet kurumları arasında düzeni ve uyumu sağlamak olduğunu yazar. 
103. maddede de Cumhurbaşkanlığı yemini vardır. Bu yeminde milletvekili yemininde yer alan sorumlulukların yanı sıra devletin başı olarak cumhurbaşkanının tam bir tarafsızlık içinde çalışmasına vurgu vardır. 
Her iki maddede vurgu yapılmış yetki ve sorumluluklara bakınca bu ülkede kimlerin cumhurbaşkanı olmaması gerektiği çok net ortaya çıkıyor. Danıştay’ın kuruluş yıldönümü törenine damgasını vuran Başbakan adeta, “herkes cumhurbaşkanı olur, ben olmam” diyor. 
Bir söz vardır; insan dünyayı zapteder, ağzını zaptedemez... Başbakan bu sözü her fırsatta doğrularken eline yeni yetkiler geçtiğinde daha neler neler yapacağını da ortaya koymuş oluyor. Daha şimdiden sadece devlet kurumlarını değil, tüm özel ve özerk kurumları da kendisine bağlı hale getireceğini ilan eden Başbakan’ın Köşk’e çıkması halinde bunun da ötesine geçeceğini, tarihimizdeki “kelle vurma” yetkisine de rahmet okutan bir icraata girişeceğini görmemek için kayıtsız şartsız bu iktidardan besleniyor olmak gerekir.
***
Gazetelerin çoğu Danıştay olayını Van depremi ve Başbakan’ın icat ettiği “Van mitune” ile ilişkilendirmiş. AKP’nin yarı ve tam resmi yayın organları daha çok ikinciyi tercih etmişler. Onlara göre Başbakan, kendisine laf edene çıkıştı ve haddini bildirdi. Aslında bu yaklaşım da Başbakan’ın adım adım yükselttiği ayrımcılığın ve karşıtlık üretme siyasetinin kabulü anlamına geliyor. Demek ki, Başbakan’ın karşısında bu ülkeye ait görmediği yurttaşlarımız, kurumlarımız var. 

Böyle bir Başbakan girişte vurguladığımız sorumluluklardan hangisini yerine getirebilir? 
Van depremi tanımında da elbet haklılık var. Van’da yaşanan acıların yüzüne vurulmasını hazmedemeyen Başbakan devletin tepesinde deprem etkisi yapacak bir çıkış yaptı. Gerçi bizim devletimiz bu tür depremlere dayanıklı hale geldi ama bu kez depremin artçılarının da olması kaçınılmaz.
Aslında önceki gün yaşananlara bir başka tanım şu olabilirdi: 
Danıştay’da hukuk cinayeti! 
8 yıl önce işlenen Danıştay cinayetinden sonra bu kez, tüm protokol kurallarını, devlet geleneklerini, anayasal hakları hiçe sayan bir başka kıyım daha yaşanmış oldu.
***
Parlamenter sistemin 3 ana ayağı var; yasama, yargı, yürütme. Yargının da kendi içinde üç ana ayağı var; sav, savunma, hüküm. Mesleki anlatımla, savcılar, hâkimler ve avukatlar. 
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir kişinin iki dudağı arasında sakız haline geldiği, yargının da paralelden eşkenara kadar geometrinin tüm şekillerini aldığı bir ortamda barolar, üzerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdi. Gerek belli başlı büyük barolar gerekse Türkiye Barolar Birliği, “bu ülkede kurumlar var” dedirten bir sorumluluk üstlendiler. 
Önümüzdeki sıcak gündem, Cumhurbaşkanlığı seçimi... Ele geçiremediği kurumları hazmedemeyen, onları yok saymak için her şeyi yapan bir kişi, cumhurbaşkanlığı makamına oturunca, bunları tümüyle bitirmek için zaman kaybetmeyecektir. 
Bütün bunlardan öte şu soru daha da büyümüştür: 
Kendine hâkim olamayan bir kişi, ülkesine nasıl hâkim olacaktır? 
Bu soru 76 milyon yurttaşın gündeminde olmalıdır. 
İnsanlar, hele hele sorumluluk makamında oturanlar, sadece yaptıklarından değil yapmadıklarından da sorumludur. 
Bu anlayışı Köşk’e çıkarmama sorumluluğu sağduyu sahibi herkesindir.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet