İhsanoğlu ve sol’dan istifa etmek-Burak Gürbüz/ SOL

Yeni Cumhurbaşkanı adayı ile ilgili birçok şey söylendi. Hepimiz biliyoruz artık. Bizim bu tartışmalara ekleyeceğimiz bir şey olamaz. Ama adayın sol adına talihsiz bir aday olduğunu baştan söyleyelim ki, okur nerede durduğumuzu görebilsin. Bu yazının amacı “neden İhsanoğlu solun adayı olamaz?”ı anlatmaya çalışmak olacaktır. Şimdi pratikte Recep Tayyip Erdoğan’ı indirelim gerisi gelir diyenlere kuşku ile bakmaktayım. Meydanlara daha inmemiş bir Erdoğan var. Onun karşısında hayatı boyunca Türkiye’de siyaset yapmamış bir kişinin, meydanları etkileyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Üstelik ciddi oranda sandıklara gitmeyecek bir CHP seçmeni olacak. Bu seçmeni de anlamak gerek. Yoksa gerekmiyor mu? Bugünkü yazı İhsanoğlu, Gül, Erdoğan gibi geleneksel siyasetçilerin ideolojilerine ışık tutmayı amaçlıyor. Yazıya başlamadan evvel son bir ekleme daha yapalım, o da yukarıdaki üç siyasetçinin, birinin kaba üslubu dışında, ciddi anlamda bir fikir ayrılığı içinde olmamasıdır. Erdoğan’da Gül’de, İhsanoğlu’da geleneksel değerlere önem veren, muhafazakâr görüşlere sahip ve küresel ekonomiyle bütünleşmiş kişilerdir. Bu değerlere inanan kitleler İhsanoğlu’na oy vermekte hiçbir sakınca görmeyecektir. Ama ya diğerleri? Yani küresel ve geleneksel değerlere inanmayanlar ne olacaktır? Bu soru cevabını bekleye dursun biz bugün geleneksel ve küresel ekonomi politiğin ideolojisine bir göz atalım.
Küresel değerleri günümüzde yaygınlaşmasına neden olan neo-liberal siyasetin kökenlerine bakalım. Sonra geleneksel değerlerin bu siyasete nasıl sahip çıktığını anlatalım. Daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Küresel ve geleneksel değerler üzerine inşa edilen liberal ideoloji, yirminci yüzyıl otoriter rejimlerin doğmasına vesile olmuştur. Türkiye’de iddia edildiği üzere ulus devletçi anlayış otoritarizmi yaratmamıştır. Ulus devlet sadece bir yönetim biçimidir ve onun için salt merkezi otoriteye dayalı bir yönetim biçiminden yola çıkarak otoriter bir ideolojinin varlığını ispat edemeyiz. Faşizm ve Nazizm ideolojisinde ulus devletçi merkezi bürokratik yapılar birer araç olmuştur. Bütün bunlar biçimseldir. Asıl aşırı sağ ideolojinin besin kaynakları gelenek, kimlik konuları ve 1789 düşmanlığıdır. Bu konuda daha detaylı bilgi için eski yazılarıma bakılabilir.
Lippmann konferansına katılmış bir çok Fransız liberal iktisatçı (Rougier, Baudin vs..) yeni liberalizmin siyasal yapısını teknokrat elitlerden oluşmuş merkezi bir otorite ile oluşturmuşlardır. Rousseau’cu Cumhuriyetin alternatifi, piyasacı elitlerden oluşmuş bir siyasal otoritenin kurumlarını oluşturmaktır. Daha evvelki yazılarımızda bahsettiğimiz ve sadece neo-liberal Rougier ve Baudin’e değil aynı zamanda faşist Salazar ve Musslolini’ye de ilham vermiş olan temel düşünür Frederic Le Play’dir. Tekrar hatırlatmak gerekirse Louis Baudin, 1938 yılında yeni bir liberalizmi düşünmek üzere Paris’te toplanmış Hayek’in kurucusu olduğu Mont Pelerin üyesi bir iktisatçıdır. Onun Le Play’e karşı ilgisini sadece ona referans veren düşüncelerinden değil aynı zamanda kendisinin derlediği ve başına önsöz yazdığı 1947 yılında Frederic Le Play, Textes Choisies et Preface par Louis Baudin adlı kitabından da anlıyoruz. Baudin’İn sonuç bölümünde olumladığı Le Play fikirlerini, bu küçük yazıda özetlemeye çalışalım.
Le Play, diğer 19’ncu yüzyılın tüm liberalleri gibi 1789 devrimine karşı çıkar. Bu kesin bilgidir. Karşı çıkma sebepleri de liberallerle aynıdır. Le Play geleneksel değerlere önem veren, ahlakı ve aile kültürünü her şeyin üzerinde tutan bir sosyal bilimcidir. Aslında doğrudan Smith, Turgot gibi liberal iktisatçılara da eleştiriler getirmiştir. Louis Baudin’in onun hakkında tek eleştirisi onun piyasa ve iktisatçılar için söyledikleridir. Le Play serbest piyasadan yanadır ama bu sistemin geleneksel değerleri içine almasını ister. Ona göre bireycilik buna imkân tanımamaktadır. Onun için aileyi bireyin yerine koyup, buradan yola çıkarak Salazar gibi birçok faşist siyasetçi ve neo-liberal iktisatçının ilgisini çekecek bir toplum yapısı inşa eder. Le Play 1789’u üç açıdan eleştirir. İlki devrimin sürekli ve sistematik bir özürlük vaat etmesidir. İkincisi eşitlik ilkesidir ve son olarak da başkaldırı hakkıdır. Le Play özgürlük düşmanı değildir elbette fakat özgürlüğün tanımsız kalmasını istemez. Çünkü ona göre özgürlük bir amaç değil bir araç olmalıdır. Bu bakımdan özgürlüğü yeniden tanımlayıp sınırlamak ister. Ona göre amaç toplumsal ahengi sağlamaktır ve özgürlük bunun aracıdır. Yani başka bir deyişle toplumsal ahengi bozanlara sınırsız özgürlük sağlamaktan yana değildir. Rekabetçi, ahlaki ve aile değerleri üzerine kurulu bir düzen, Rousseau’cu özgür toplumunun yerini almalıdır. İkincisi eşitlik ilkesi ile sorunu vardır. Bu ilke o zamanın tüm liberallerinin dillendirdiği insanları tembelliğe itmektedir. Yani eşitlik adına tembel ve işsizler başkalarının tasarruflarından yararlanarak geçinirler. Bunun için kendi, eşitlik yerine daha güçlü ve zeki olanın öne geçeceği hiyerarşik bir toplum düzenini önerir. Le Play’in bu önerisi neo-liberallerin teknokrat elitlerden oluşmuş yönetim modelinin aynısıdır. Zaten Baudin bu görüşü aynen benimsemiştir. Son olarak başkaldırma hakkını ise Le Play jakobenlerin yaptıkları devrimi meşru kılmak adına ortaya attığını söyler. Bu tamamen toplumsal ahengi bozan bir yaklaşım olacağından bu hakkı ortadan kaldıracak güçlü bir siyasal otoriteden yanadır.
Yukarıda saydığımız bu üç ilke ve Le Play’in alternatifleri hem 20’nci yüzyılın başındaki yeni liberalizm arayışlarına ilham olmuş hem de günümüz neo-liberal siyasetin belirlediği küresel iyi yönetişim modellerinin temelini oluşturmuştur. Doğal olarak sorabilirsiniz İhsanoğlu veya Gül veya Erdoğan bu anlatılanların neresindedir? Günümüzde temel siyasi değerler Said-i Nursi değildir. Küresel siyasetin belirlediği temel siyasi yönler bellidir. Bunlardan en önemlisi eşitlikçi modernizme karşı, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında gelenekçiliği, kimlikçiliği savunan özgürlükçü görüşlerdir. Dünya sistemi içinde kendine yer arayan Türkiye’deki siyasetçi, ya yukarıdaki gelenek-kimlik özgürlüğüne dayalı siyaseti benimseyecektir, ya da eşitlik temeli üzerine kurulu kamucu sosyal-sosyalist bir Cumhuriyeti referans alacaktır. Doğrudur günümüzde ikincisinin önemi çok azalmıştır.
Sadece faydacı yaklaşımla hareketle ikincisinin ilkine nazaran olabilirliği daha az olduğundan birçok insanın tercihini etkileyecektir. Ama kendisine solcu diyenlerin sırf kültürlü bilgili olduğu için ve hanımının da başı açık olduğu için İhsanoğlu’na oy vermesi çok vahimdir. Daha önce Derviş, Gül ve Erdoğan’ın arkasında durulduğu gibi şimdi Ekmelettin bey’in arkasında durmamız istenmektedir. Eğer Erdoğan aday olmasaydı belki de Ekmelettin bey’i AKP çok rahat aday gösterebilirdi ve kimse buna şaşırmazdı. Her halükarda Erdoğan’ın yerine seçilecekse İhsanoğlu, Tayyip istibdat’ına son, AKP rejimine devam diyecektir ve siz solcularda bir kere daha bunun vebali altında kalıp ileride günah çıkarmayla uğraşacaksınız.
Burak Gürbüz/ SOL

Oruç da Cıvıdı...- IŞIL ÖZGENTÜRK

Film yönetmeni üstat Fellini; muhteşem porno yıldızı Cicciolina marjinal seçmen oylarıyla seçilip bütün erkek ve kadın bakışları üstünde, tüm şuhluğuyla İtalyan meclisinden içeri girince, bakmış bakmış ve şöyle demiş: “Bu iş benim tüm fantezilerimi aşar.” Sözün Türkçesi, hayatı boyunca insana ait fantezilerin en uçlarında gezinen yönetmenin, meclis kapısından göğüsleri açık giren Cicciolina karşısında nutku tutulmuş. 
Üstat Fellini’yle aşık atmak haddimiz değil ama bizim de kendimize göre nutkumuzun tutulduğu anlar var. Biraz gecikerek de olsa şimdi başlamanın tam sırası. Efendim, geçenlerde bir din adamımız ın “Orucu isteyen suyla, isteyen cinsel ilişkiyle açar” lafı karşısında donup kaldım. Ardından Beyaz Hoca’nın haber bültenlerinde baş konuk yapılması ve cümle Müslüman Türk halkının katıldığı “Cinsel ilişkiyle oruç bozulur mu bozulmaz mı” başlıklı çok üst düzey tartışmalara sıra geldi ve ben, vallahi pes dedim, böylesi her şeyi aşar. 
Ve birden nüfusu seksen milyona yaklaşan bu ülkede, oruç tutanların oruçlarını cinsel ilişkiyle açmaları halinde ortaya çıkacak tabloyu düşünmeye, daha doğrusu hayal etmeye başladım. Bana, “Sen, ne yapıyorsun” diye öyle sert bakmayın, Beyaz Hoca’yı ve benzerlerini haber bültenlerine, programlarına çıkararak bu tartışmayı sürdüren programcılara, televizyon kanallarına ve cümle Müslüman Türk halkına kaşlarınızı çatın. 
Gerçekten pes vallahi! En neşeli, en az 365 tanrısı bulunan Budizm dahil tüm dinlere ve dini öğretilerine uzak duran benim gibi dinsiz biri bile bu sözcükler ve tartışmalar karşısında isyan ediyorsa, inanan insan ne hisseder bilemiyorum. Bunun komik hiçbir yanı yok. Tam tersi, resmen insan haklarına aykırı bir durum söz konusu, insanların inançları böyle ayaklar altına alınıp sakız yapılamaz. 
Hemen her dinde, ibadet etmenin en önemli biçimi olan oruç tutmak, yani insanın en obur yanlarının bir süreliğine de olsun disiplin altına alınması; neredeyse çırılçıplak kızların hosteslik yaptığı, din adamı olarak, otellerde porno seyredip ardından da “Ben gençlerin neler yaptığını merak ettiğim için o pornoları izledim” gibi üç yaşındaki çocukları bile güldürecek açıklamalar yapan ve şimdilerde orucun cinsel ilişkiyle bozulabileceğini pervasızca yumurtlayan sözde din adamları aracılığıyla, dünyanın hiçbir yerinde böylesine cıvıklaştırılmamıştır. 
Yıllardır iddia ettiğim bir şey var, Türkiye asla İran olamaz. Evet olamaz, çünkü bana kalırsa bu ülkenin çoğunluğu dinle pek ilgili değil, varsa yoksa belden aşağı. Aksi olsaydı, bu sözleri söyleyen sözde din adamının çıktığı haber programları protesto edilir, onlar da girecek delik bulamazdı. 

İşin en şaşırtıcı yanı bütün bunların muhafazakâr bir partinin iktidar dönemine rastlaması. Hadi itiraf edelim, AKP iktidar olduğunda “bunlar işin suyunu çıkaran şu televizyon programlarına biraz çekidüzen verirler” diye düşünmüştüm. Yani saflık işte. Kim derdi ki, bu muhafazakâr iktidar kutsal emanetleri Kapalıçarşı malı gibi ülke dışında pazarlamaya kalkacak; kim derdi ki, ülkenin din adamları bunların döneminde en uçuk fantezilerini cümle ülke halkıyla paylaşmak için can atacak... Ama oluyor işte, yani pek bir dinsiziz. 
Bu arada yazımı yazarken bir erkek arkadaşım telefon etti, durumdan onu da haberdar etmek zorunda kaldım. O da hemen bir kısa film konusu anlatıverdi. Şöyle, efendim, duyulan bilinen o ki, ülkede röntgen timleri kurulmuş, bu timler iftar vaktine doğru ellerinde dürbünler ağaçlara tırmanmaya başlıyorlarmış. Tam top atıldığında hurra herkes dürbünlere asılıp, efendim, terbiyemi bozmayın. Bu arada olanlar ağaçlara oluyormuş, çoğunun ağırlıktan dalları kırılmış. 
Birden aydım, fantezi de Fellini’yle aşık atmaya çalışıyorum. Ah rahmetli Fellini, şöyle bir bizim illerde dolaşsaydın, fantezi değil gerçek karşısında şaşırır, meslekten istifa ederdin. Biz de senin o güzelim filmlerinden mahrum olurduk. İyi ki, yolun buralara düşmedi.
Not: bu yazıyı 23/10/2005 tarihinde yazmışım. Bu ülkede hiçbir yazı eskimiyor. Öyle.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

İmam Hatip Şımarığı...- CÜNEYT ARCAYÜREK

Bugün susuyorsa, böyle sürebilir diye fazla umutlanmayın. 
Köşk için propagandaya başladığı günden başlayarak, tabii seçilirse yedi yıl o artık bıkkınlık veren sesi, Hitler’vari bıyıklı yüzü, hemen her gün ya da günaşırı TV’lerden izleyeceğiz. 
Bir fikrin isyanı diye özetledi imam hatip okullarını iftar yemeğinde. 
Cumhurbaşkanı adayı olarak orucunu Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığı İskele Meydanı’nda 10 bin kişinin katılacağı iftarda açacakmış. 
Atatürk, senin gibi dini siyasete alet edeceklerin yetişeceğini bilseydi hiç 1930’larda din eğitimi görmüş, İslamı gerçek yüzüyle anlayan ve anlatan imamlar yetişsin diye ilk imam hatip okullarının açılmasına izin verir miydi! 
Sonra baktı ki bu okullar düşündüğü amaca hizmet yerine devrim karşıtları yetiştirme yolunda; kapattı.
***
1946’da demokrasiye ilk adımların atıldığı yıllarda halkı tavlamak, oy torbasını zenginleştirmek için yeni kurulan Demokrat Parti, alttan alta imam hatiplerin açılmasına çalıştı. Kışkırttı. 
O sırada tek başına iktidarda olan CHP’de genç ama iktidar ateşiyle yanan Nihat Erim ve arkadaşları, DP’nin din konusunda aldığı aralarındaki mesafeyi kapatmak için imam hatiplerin yeniden açılmasını sağlayan girişime önderlik ettiler. 
1950’de tek başına iktidar olan DP hükümetinin başbakanı Menderes de imam hatip okullarına yenilerini ekledi.

O günden sonra gelen giden iktidarlar imam hatipleri açmakta yarıştılar: Sayı itibarıyla rekor da Süleyman Demirel’e ait. 
İmam hatiplerin son ürünü RTE ve devlet bürokrasisine yerleşen imam hatip mezunları.. 
İmam hatip okullu olmanın şımarıklığı içindeki RTE’ye bakınız; her yanından devrim ve laik Cumhuriyet karşıtlığı sırıtmıyor mu?
***
Fakat dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum; RTE, adaylığını açıklayıncaya kadar Türkiye’nin gerçek tablosu, vatandaşın hali pür melali, bakanların aldığı rüşvet ve hatta Başbakan’ın oğlunun evinde baba emri ile sıfırlanan paralardan arta kalan 30 milyon Avro sürekli gündemdeydi. 
Aday oldu, sanki seçilmiş, tepemizde boza pişirmeye girişiyormuş, Çankaya’ya çıkmış gibi RTE ve çevresiyle ilgili rüşvet ve sonradan zenginlik tartışmaları birden kesildi. 
CHP milletvekilleri de olmasa RTE’nin mal varlığının geliriyle kıyaslanmayacak biçimde arttığı ne söylenecek ne de yazılacak. 
Bu da bir yana Çankaya’yı kendine bir hak bilerek Cumhurbaşkanlığı’na soyunurken geride nasıl bir Türkiye ve vatandaş hali bıraktığına değinen de yok! 
Örneğin şu toplumsal gerçek yazılıp çizilmiyor. 
Türkiye’de 41 milyon kişi iki günde bir kap et, tavuk veya balık yiyemiyor. 
26 milyon kişi kendine yeni bir elbise alamıyor, eskilerle idare ediyor.
58 miyon kişi evinde eskiyen masa ve sandalyesini değiştiremiyor. 
Bakanların mahdumlarının evlerinde para dolu kasalar ve para sayma makineleri bulunuyor. 
Devlet bankasının genel müdürünün evindeki ayakkabı kutularından dolarlar çıkıyor. (CHP’nin yayımladığı broşürden.) 
RTE ise açtığı kampanyada bu yazılanların, söylenenlerin hepsini iftira, hükümeti devirmek isteyenlerin uydurduğu malzeme diye savundu. 
Halkımızın yüzde 43’ü de bu oltayı yutarak yerel seçimlerde yine RTE’yi, halk beni akladı, dedirtecek oyla destekledi.
***
Ve şimdi. 
Cumhurbaşkanı adayı olduğunu ilan ettiğinden beri medya, aydınlar hatta muhalefet partileri, onca iç ve dış skandalın üstünü ört ki ölem havasında. 
Bu suskunluğu değerlendirecek olursak... 
....RTE, alnı da vicdanı da ak, adeta tertemiz bir kimlik sahibi bir vatandaş gibi yukarıya çıkan yokuşta yürüyor.  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

Mülkiye Teslim Olmaz-CAN DÜNDAR

Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş, iki hafta önce SBF Dekanı Yalçın Karatepe hakkında soruşturma başlattı. 
Gerekçe: 
İzinsiz görev yerini terk etmek… 
Sanırsınız asker, nöbetçi kulübesini terk etmiş. 
Dekanın savunması istenmiş. 

Meğer, SBF Yönetim Kurulu’nun kararıyla atandığı Basın İlan Kurumu’nun genel kurul toplantısındaymış. 
Gideceğini, 10 gün önceden rektörlüğe bildirmiş, hatta yerine vekil tayin etmiş. Vekâlete rektörlükten onay da gelmiş. 
Bunun tartışması bitmeden, ikinci soruşturma geldi: 
Bu kez suçlama; “görevini ihmal ederek terör örgütlerinin SBF’de hâkimiyet kurmasına fırsat vermek...”
***
Burada da bildik senaryo işledi: 
Sinyali yandaş basın verdi. 
“Dekan, aşırı uçların yuvalanmasına müsaade ediyor” diye hedef gösterildi. 
Rektöre “Harekete geç” işareti verildi. 
Oysa mesele aşırı uçlar filan değil… 
Rektör, 2012 güzünde Başbakan’ı açılışa davet ettiğinde, Mülkiye’de alternatif açılış yapılmıştı. 
Sonra Gezi döneminde Başbakan’ın “çapulcular” dediği gençleri dekan övmüş,“Hiçbir can, kamu malından değersiz olamaz” demişti. 
Bu yılki “İnek Bayramı”nda da “Kaçırılmasınlar diye, çocuklara çığlık atmayı öğretin”diyen bakana, “Siz Ali İsmail’in çığlıklarını duyabildiniz mi” diye sormuştu. 
Asıl suçu buydu.
***
Tabii öncesi var: 
Rektörlük, 1937’den beri yapılan İnek Bayramı’nın bu yıl yapılmamasını istemişti, Mülkiye dinlemedi. 
Bunun üzerine İnek Bayramı, provokasyonlarla taciz edildi. Ardından “Mülkiye terör yuvası oldu” haberleri tetiklendi. 
Bu arada da YÖK’ün yetkilerini artıran bir teklif, Meclis’e getirildi. 
İşin özü şu: 
Türkiye’de kamuda olup da iktidara teslim olmayan, ODTÜ ve Boğaziçi gibi birkaç üniversite ile SBF ve İletişim gibi birkaç fakülte kaldı. 
Şimdi bu “son kale”leri düşürmeye çabalıyorlar.
***
Nafile! 
Mülkiye 155 yıllık okuldur. Bu tezgâhları iyi bilir; çoğunun üstesinden gelmiştir. 
1956’da DP hükümeti benzer bir saldırıya geçmişti. 
O zamanki Dekan Turhan Feyzioğlu, öğrencilere konuşurken “Siz nabza göreşerbet verenlerden olmayın” dedi diye bakanlık kararıyla görevden alınmıştı. 
O zaman fakültenin önde gelen öğretim üyeleri tepki olarak istifa etmiş, Mülkiyeli de boykota gitmişti. 
Sonra 12 Mart dönemi geldi. 
Bu kez de Dekan Mümtaz Soysal’ı sosyalizm propagandası yapıyor diye kürsüdeyken alıp götürmüşlerdi. 
Bir de tabii 12 Eylül’de darbeciler böyle destursuz girmişti Mülkiye’ye… Kiminin kitabına, kiminin sakalına takılıp tasfiyeye gitmişlerdi. 
Darbecilerden sonra şimdi Erdoğan şansını deniyor. 
Menderes’in, 12 Mart’çıların, 12 Eylül’cülerin yapamadığını Rektör İbiş yapabilir mi? 1.5 asırlık “muhalif Mülkiye”yi teslim alabilir mi?

Sanmam. 
Mülkiye, 6 padişah, 40 başbakan görmüştür; kolay teslim olmaz, ama bunu deneyenler, okulun tarihinde darbecilerin yanında yerini alır.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Ateş bile utandı- Şule Süzük Toker / SOL

Hani bazen uzayıp giden, sonsuz bir şimdi gibi üzerinize üzerinize gelen yaz ikindileri vardır. Dün de böyleydi bugün de böyle olacak gibi.. Belki de bu yaz böyle…
Bin hüzünlü yaz.
Bugün 3 Temmuz 2014. Dün malum gün. Tam 21 yıl öncesi. Yaşadığımız sürece kahrolası 2 Temmuz 93’ün Sivas’ı, Madımak’ı, yangın, ateş ve katliamın tarifsiz kederlerini, acının binbir tonunu salıp salıp duracak yüreklerimize. Bu böyle yaşadığımız müddetçe. Böyle.
O kahrolası “yak yak yak” tempolarına eşlik eden “Allah-u ekber” sesleri. Zamanın, mekânın üst üste çakıştığı kahrolası bir kırılma anı.
İnanamama, şaşkınlık, acı.
Ben hâla atlatamadım örneğin. “Nasıl olur? Oldu mu? Nasıl yani?” deyip deyip durmak istiyorum kırık bir plak gibi. Nasıl hâla inanamıyorsam babamın kahrolası bir ağustos ayında elveda deyip gittiğine, işte öyle. Hayır.
Bu kadar mı imiş o süsleyip püsleyip tedavüle sürdüğünüz insanlık, din, iman şu bu hikâyeleri mesela. Gelen konukları, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nde yakmak. Al sana büyük büyük, iri iri hamasetleriniz. Yıkılınız, gidiniz, defolunuz.
Ama hani nasıl olur, nasıl yani, şimdi, bu zamanda, yok canım, daha neler dediğimiz Robobski, Soma, Ali İsmail…
Tüm çakışmaların, tüm şaşırmaların, tüm utançların işaret ettikleri. Yoldaki işaretler; patikaları gösteren, patikaları birleştiren, çoğaltan. İşte onlar işaretler.
İşaretleri takip et.
Şimdi yani insan yaşamı Shakespeare’in dediği gibi bir tiyatro sahnesi midir? Bu patikaların bir bir sahnelere çıktığı. Perde açılıp kapanana kadar bu oyunda kendimizi izlerken, bizi biz yapanlar arasında şu gözlerin şu gördükleri mi vardır?!
O fotoğrafta Madımak’ın merdivenlerinde ellerinde süpürgeyle oturan şair, nasıl bir gerçekliği yaşamaktadır o an. O sahnede. Siz misiniz yoksa mızıka çalan?
İşte o anda. Tüm anları, tüm kırılmaları, tüm tarihi, kültürü, sanatı, inancı şunu bunu elinin tersiyle itip, yeter be! demeye, yetti artık! demeye bizi kim alıkoyabilir?
21 yıldır. O fotoğraf işte, hepimizin en mahrem albümümüzün içindedir içine katladığımız sızıyla.
Acılar bizi birleştirir, derinden, insanca, yoldaşça birleştirir. Kişisel tarihlerimiz, ülkemizin acılarıyla yoğrula yoğrula gizli sevdamızın sabrıyla, el emeği göz nuruyla dokuna dokuna sandığımızdan daha sıkı bağlamıştır bizleri bizlere.
Sivas’ı Unutmadık.
Gördük, dokunduk, işittik, yandık… Oradaydık.
Henüz vedalaşmadık.

Şule Süzük Toker / SOL

Erdoğanlaşma Tehlikesi-CAN DÜNDAR

Erdoğan, “Fatiha” faslındayken Zaytung patlattı espriyi… 
Adaylığa dair ilk değerlendirmesini onun ağzından yazdı:
Bu görevi bana layık gördüğüm için, kendime çok teşekkür ediyorum.”
***
Espride gizli olan padişahlık sendromunu, bencilliği ve kibri iyi tanıyoruz artık… 
Beni seçin” cümlesini “Bizi” diye kurarak kendine bir şey istemiyormuş gibi yaptığını iyi biliyoruz. 
Cumhurbaşkanlığı’na talip olduğu konuşmada, “Hayatım boyu hiçbir vazifeye talipolmadım” demesine, muhalif basının sokulmadığı salonda, “herkesin cumhurbaşkanı” olmayı vaat etmesine sadece gülüyoruz. 

Alenileşen yolsuzluğu saklayacak yasal zırh arayışını, “tarihsel dönüşüm” diye sunmasına şaşmıyoruz. 
1930’lar Almanyası’nı hatırlatan salon nizamının, o nizama alaturka tadını veren sevinç gözyaşlarının, uzun metne ustaca yerleştirilmiş isimlerin, resimlerin, bileziklerin, hatıraların, Fatihaların, “büyük birader”e tapınmaya tutkun geniş kitlelerde yarattığı korkuyla karışık hayranlığı tanıyoruz. 
Epeydir onunla mücadele ediyoruz. 
Gezi’de gördük: 
Toplumun büyük kesimi, Erdoğan’la baş etme konusunda ciddi direnç kazandı; bilinçlendi, bilendi, onu, istediğini yapamaz, koruma ordusu olmadan ortaya çıkamaz hale getirdi.
***
Fakat şimdi bir başka tehdit var önümüzde: 
Erdoğan huylarının bulaşıcı etkisi… 
Erdoğanlaşma tehlikesi… 
Erdoğan’da neye karşıyız biz? 
“Ben yaptım oldu” emrivakisine mi? 
Yersen, yemek bu” dayatmasına mı? 
Ana muhalefetin aday belirleme yöntemi tam da buydu: 
“Ben yaptım oldu. Yersen yemek bu”. 
Erdoğan, “Bu yemek bize göre değil” demeye cüret edeni, disipline vermekle tehdit eder. 
Ana muhalefette, “Adayımızı televizyondan mı öğrenecektik” diyenlere, “Blackjackriskli oyundur” cevabıyla sopa gösterenlerde tipik Erdoğan kokusu var. 
“Adam kürsüde Fatiha okuyor; biz de karşısına Fatiha bilen birini çıkaralım bari”tercihinin, laikleştirilmesi gereken siyasi alanı nasıl Erdoğanlaştırdığını saymıyorum bile… 
Ama bu arayışın yarın, “Toplumun geneli muhafazakâr(mış). Biz de daha muhafazakâr bir genel başkan bulsak” eğilimine kapı aralayacağını tahmin etmek güç değil. 
Dimyat’a pirince giderken…
***
CHP tabanı, son seçimde Hatay, Ankara, İstanbul gibi kentlerde, “Elim kırılsın” diye diye ama sadakatle sandığa gitti. 
“Sandıktaki zaferin masada kaybedildiği” bahanesini de sabırla sineye çekti. Ama bu kez, Genel Başkan’ın “Hiç kafa karışıklığı yok” demecini yalanlayacak şekilde karışık kafası… Her sohbette gözlüyoruz bunu… 
Sadece Erdoğan’dan değil, “Erdoğanlaşma”dan da şikâyetçi insanlar… 
Totaliter yöntemlerin karşısına demokratik seçim mekanizmasını, dayatmanın karşısına katılımı, din siyasetinin karşısına, dinden arınmış siyaseti koymak gerektiğini görüyor. 
Bu olmadıkça, Emine Ülker Tarhan’ın tabiriyle “kırmızı”lara da yaşam hakkı tanımadıkça, siyahın karşısına griyi koymanın, çok renkli bir toplum için canını verenlere haksızlık olduğunu, “Erdoğan gider, bir benzeri gelir” çaresizliği doğurduğunu biliyor. 
“Hadi bunu sev” diye önüne getirilen adayı, MHP’nin seçim şarkısı “Ölürüm Türkiyem” eşliğinde Yozgat turunda izlerken onu hangi derdinde yanında gördüğünü hatırlamaya çalışıyor. 
Yeni adayın, Sivas katliamının anlamını, yılını, ölü sayısını öğrenmesinin ne kadar vakit alacağını hesaplıyor. 
Böyle olmamalıydı” diyenlere “Ya sev ya terk et” denmesinin, demokratik bir partiye yakışmadığını görüyor. 
Kabullenemiyor.
***
Demem o ki, önümüzdeki süreç, sadece Erdoğan’la değil, Erdoğanlaşma tehlikesiyle de mücadele dönemi olacak. 
Zaytung’un seçim gecesi “çatıcılar”ın ağzından atacağı manşetini görür gibiyim: 
“Bu cezayı bana layık gördüğüm için kendime çok kızıyorum.”  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Üçüncü Sevr Haritası mı?-Meriç Velidedeoğlu

“Birinci Dünya Savaşı” sonunda yenik düşen “Osmanlı Devleti”nin, “10.8.1920”de kabul ettiği “Sevr Antlaşması”yla, “Anadolu” da içinde olmak üzere “Devlet”in nasıl parçalanacağını gösteren “Sevr Haritası” bir tanedir kuşkusuz. 
Ve bu haritada “Kürdistan” yer almaz; çünkü henüz kesin sınırları belli değildir; ama“Antlaşma”nın “62, 63, 64”üncü maddeleri “Kürdistan” başlığı altında toplanmıştır. 
“Mardin, Urfa, Antep (Gaziantep), Hatay ve İskenderun”un katılımıyla,Anadolu’ya doğru iyice ilerletilen “Suriye” ile “Irak”ın kuzeyinde -daha daAnadolu’nun içerlerine uzanıp- Kürtlerin yoğun olduğu (Diyarbakır) yerleri içine alarak kurulacaktır. “Özerk-Kürdistan”; bir yıl sonra da “bağımsız” bir “Kürt Devleti”olacaktı; Musul Kürtleri de isterlerse katılabileceklerdi. 

“Sevr” ile Anadolu’nun doğusunda kurulan “Ermenistan”ın sınırını, dönemin “ABD Başkanı Wilson” kendi çizmişti; “Kürdistan”ınkini çizememesine üzüldüğünü söylerler... 
“Sevr”i, “Lozan” paramparça ettiyse de; “Batı”nın gündeminden -yer yer gerilerde kalsa dahemen hemen hiç düşmemişti “Sevr”; gittikçe iyice ortalara salınıp yayılan,“Sevr, Lozan’dan daha gerçekçidir!” görüşü, ülkemizde de kimi çevrelerde açıkça kabul görüyordu; daha sonraları da -“AB”ye başvurumuzun ardından-“Avrupa Parlamentosu”nda (AP) parlamenterler sık sık “Sevr”e değiniyorlardı. 
“AP” parlamenteri “Ooslander”, “Atatürk’ü unutun, anayasanızdan silin, çıkarın!” diye haykırırken, başka bir parlamenter “J. Toubon” da bir “komisyon”toplantısında, Türk milletvekillerine, “Siz artık Sevr’i kabul edin!” diyerek karşılarına dikilivermiş... 
“AP”nin ve parlamenterlerinin bu tutumu; türlü türlü “Kürdistanlı Sevr” haritalarının da dünya kamuoyuna sunulmasının kapısını iyice açmıştı. 
Öte yanda, günümüzün “Kürdistanlı” bir “Sevr” haritası, kuşkusuz “yeni” bir“ORTADOĞU” haritasıdır; öyle değil mi? 
Çizilip piyasaya sürülen bu “Ortadoğu” haritalarını sahiplenen ülkelerden pek de söz edilmez; yalnız “2006”da, “ABD”nin bir subayı “Yrb. Ralph Peters”ın, böyle bir“Ortadoğu” haritasını katıldığı bütün toplantılarda masaya serdiği “AmerikanDevleti”nce, dünya kamuoyu gündemine düşürülmüştü. 
“Anadolu”nun bölünmesi, kısaca “Sevr” açısından bu “Ortadoğu” haritasına bakıldığında; “86” yıl önce imzalanan “Antlaşma”da belirtilen “Kürdistan” sınırları, stratejik dostumuz “ABD”ce öyle genişletilip “Anadolu”nun içlerine doğru uzatılmıştır ki, Kürdistan’ın sınırları, “Kars” yakınlarında “Karadeniz”e ulaşır; Anadolu’yu çok büyük ölçüde parçaladığından; “ABD”li “Yrb. R. Peters”ın bu haritası için, “İkinci Sevr Haritası mı?” diye sormuştum. (7.12.2007) 
Ayrıca bu “harita” ile “ABD”, “Başkan Wilson”un “86 yıl” önce, çizemediği“Kürdistan”ın sınırlarını da çizerek ünlü “Başkan”larının isteğini de yerine getirmiş oluyorlar diye düşünmekten insan kendini alamıyor doğrusu... Ne dersiniz? 
Ve şimdi de “Üçüncü Sevr Haritası mı?” sorusuyla üçüncüye geldik dayandık; bu henüz çok yeni taptaze bir harita(*); bir “İsrail” üretimi, tek “Kürdistan”la yetinmemiş; dört yönde dört tane; Kuzey, Güney, Batı ve Doğu Kürdistan’lar... En büyüğü, “11-15 milyon” nüfuslu, tüm Güneydoğu ve Doğu Anadolu’yu içine alan “Kuzey Kürdistan”! 
“İsrail” için; bölgesinde “neden” olduğu sorunlar yetmiyor; şimdi bir de kalkmış“Türkiye”ye uzanıyor, diye düşünemeyiz sanırım; “İkinci Dünya Savaşı”yla birlikte, emperyalizmin önderliğini devralan “ABD”; savaşın sonlanmasından kısa bir süre sonra, “Filistin”de -yerli halkı, Filistinlileri hiçe sayarak- “İsrail Devleti”ni kurdururken, kuşkusuz yıllarca “önce” tasarlanmış bir “planını” gerçekleştiriyordu;“İngiltere”den sonra “Ortadoğu”yu avucunun içine alabilmesi için, uzun yıllar“Yahudilere bir yurt, bir yurt!” diye seslenmesinin kuşkusuz “merhamet”ten kaynaklanmadığı da dile getirilecektir hep. 
Yine de “ABD”nin, yalnız ülkesindekilerin değil, dünyaya yayılmış “Yahudiler”in de bu “Kadim Düş”lerini yerine getirerek “bir taşla iki kuş” vurduğunun altı çizilir. 
“Museviler”in inandıkları bu “Kadim Düş”, kutsal kitapları “Ahdi Atik”te geniş yer alan -yalnızca- kendilerine “vaat” edilmiş topraklardır ki “Filistin, Sina, Lübnan, Ürdün” vö’ler, dahası kuzeyde Anadolu’da “Fırat”ı, “Kızılırmak” kavsini (Hitit diyarı) bütünüyle içine alan topraklar... 
Bilmem anımsanır mı , “1995”lerde bir “İsrail” yetkilisi, tıpkı “Hitler”in “Lebens Raum” (Yaşam Alanı) gibi, “Türkiye, yaşam hakkı sınırlarımızın içindedir!”demişti... 
Böylece “İsrail” bu “Üçüncü Sevr” haritasıyla hem halkının “inanc”ını, hem de“Kürdistan”, “Kürtler” üzerinden -ayrıca “GAP”ı yakın izlemeye aldığı da dikkate alınırsa- Anadolu’ya da uzanıp “su” gereksinimini sağlama isteğini; üstü örtülü bir biçimde de ortaya koyarak -patronu “ABD” gibi bir taşla iki kuş vurmak mı istemiştir? Ne dersiniz? 
(*) Yurt Gazetesi (28.6.2014)  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Ekmeleddin İhsanoğlu'nda Said Nursi izleri-Ahmet Mümtaz İdil/ SOL

Bundan tam 3 yıl 4 gün önce, 28 Haziran 2011’de İslam Konferansı Teşkilatı’nın adı, Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılan 38. Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) oldu ve amblemi de değişti.
Toplantıda, “işbirliği” sözünün örgütün son on yılda neredeyse tamamen değişen felsefesini daha iyi yansıtacağı da savunulmuştu o toplantıda. Yeni amblemi ise Türkiye’den Raciha İpek Öke adında genç bir tasarımcı hazırlamıştı ve logonun Said Nursi’nin “amud-u nurani” tabirini andırdığı öne sürüldü. Aynı şekilde İslam İşbirliği Teşkilatı isminin de yine Said Nursi’ye atfedilen “İttihad-ı İslam” fikriyle de örtüşüyor. Yani bir anlamda İslam coğrafyasındaki gelişmeler, Said Nursi’nin öngörülerini onaylar nitelikte.
Risale Haber adlı internet sitesinde şu anekdot yer alıyor:
“Amûd-u nuranî tabiri Risale-i Nur'un pek çok yerinde geçmektedir. Bunlardan birinde Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağlı Ali Hoca'nın dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğu üzerine düştüğü tereddütte şu cevabı verir;
Risale-i Nur bu çeşit mesâili [meseleleri] halletmiş. Küreviyet-i arz [yerin yuvarlaklığı], ulema-i İslâmca [islam alimlerince] kabul edilmiş; dine muhalefeti yok. âyetteki satıh [yer, yüzey] demesi, kürevî olmadığına delâlet [delil olmak] etmiyor. Müçtehidlerce [içtihat edenlerce], "istikbâl-i kıble" [kabe'ye yönelmek ] namazda şart olması ve şart ise bütün erkânda [esaslarda] bulunması sırrıyla, secde ve rükûda istikbal-i kıble lâzım geliyor. Bu ise, yerin, zeminin küreviyetiyle ve şer'an [şeriata göre] kıble Kâbe-i Mükerremenin [müslümanların kıblegahı olan, kıymetli mekan] üstü tâ Arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amûd-u nuranî [nurani sütun] olması, küreviyetle istikbal-i erkânda [şartları yerine getirmek] bulunabilir." (Şualar, 14. Şua)
O sırada İİT’nin Genel Sekreterliği’ni Ekmeleddin İhsanoğlu yürütüyordu.
Sudan ve El Beşir olayı zaten yazıldı. Suriye’de Esad’ın yeniden devlet başkanı seçilmesi “geçersiz” sayıldı.
Şimdi şöyle bir uzaktan bakmakta yarar var: 2005 yılından 2014 yılına kadar İKÖ ve sonradan İİT’nın genel sekreterliği görevini yürüten Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam öğretisinden kendisini sıyırıp da; laik, demokratik ve çağdaş hukuka saygılı bir cumhurbaşkanı olacağının garantisi ne? Yıllarca birlikte çalıştığı, hatta İİT’nin Genel Sekreterliği görevine Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kulis çalışmasıyla geldiği bilinen İhsanoğlu’nun, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu andan itibaren, başbakan kim olursa olsun, onunla ters düşmesi düşünülebilir mi?
Elbette bütün bunları şimdiden bilmek olanaksız, ama eğer bir terazi olsa elimizde, İhsanoğlu’nun geçmişi ile oturacağı düşünülen koltuktaki geleceği tartılabilse, herhalde İslami kriterlerin ağır basacağı bir cumhurbaşkanı olacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
Bütün geçmişini bir anda silip, yepyeni bir “gömlekle” Türkiye’nin bir numaralı koltuğuna oturacağı CHP ve MHP tarafından iddia edilen İhsanoğlu için bir “deneme-yanılma” şansı bulunmamakta. “Vallaha billaha iyi adamdır,” söylemleri ise hiçbir siyasi parti veya kişinin ciddiyetine uymamakta.
“Ya iyi çıkarsa,” ile cumhurbaşkanı gibi önemli bir koltuğun teslim edilmesi düşünülen İhsanoğlu’nun aldığı eğitim gereği istenen şekilde cumhuriyet değerlerini koruyacağı kuşkuludur. Sırf Recep Tayyip Erdoğan gitsin de, kim gelirse gelsin mantığıyla olaya yaklaşmak ise başka bir felaketin kapılarını açıyor.
Soruyorum: Recep Tayyip Erdoğan nereye gidiyor? En ufak bir kuşkusu olduğunda RTE cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmez ve başbakan olarak “iktidarını” sürdürür. İhsanoğlu ile “kapışmayı” da sonraya bırakır ve bu kapışmadan da galip geleceği çok açıktır. Ahmet Necdet Sezer kadar bir direnç gösteremeyeceği, onun kadar hukuk bilmediği için zorlanacağı o koltukta İhsanoğlu, bir süre sonra Erdoğan ile “birlikte” çalışmayı tercih edecektir.
Bu, Erdoğan’ın kaybetmesi halinde geçerli olacak durum.
Peki Erdoğan kazanırsa ne olacak? İşte o zaman durum tamamen farklı hale gelir. Herhalde CHP ve MHP’de ciddi bir yönetim değişikliği söz konusu olacaktır.
Kaldı ki, Erdoğan’ın son dakikada “Abdullah Gül kardeşimiz adayımızdır, hayırlı olsun,” demesiyle birlikte, Ekmeleddin projesi tamamen rafa kalkar ve 2015 genel seçimlerinden sonra hızla Devlet Başkanlığı projesine girişilir. En kısa zamanda da yasalardaki değişikliklerle, Abdullah Gül bile görevden alınabilir.
Bütün bunlar 2015 seçiminde AKP-BDP işbirliğiyle milletvekili sayılarının 367’yi geçmesiyle gerçekleşecektir.
Bu haliyle muhalefet (her ikisi de) 2015 seçimlerinde hiç şanslarının olmadığını biliyor. Hatta ellerindeki mevcut milletvekili sayısını korumakta bile zorluk çekecekler, koruyamayacaklar da. AKP’nin Meclis’teki sayısını artırması, başkanlık sistemine bir adım daha yaklaşmasına neden olacak, o zaman Abdullah Gül veya Emeleddin İhsanoğlu “sorun” olmaktan çıkarılacaktır.
Tayyip gitsin de kim gelirse gelsin, mantığıyla gireceğimiz Cumhurbaşkanlığı seçiminde ipler tamamen Recep Tayyip Erdoğan’ın elindedir ve herkes bir kenara yazsın, Erdoğan’ın hiçbir yere gideceği yoktur.
Dünkü grup toplantısında verdiği ipuçlarına bakılırsa, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adayı olacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Ne demişti dün: “AKP’nin çözülüp dağılacağı görüşlerine itibar etmeyiniz. AKP kulis partisi değildir. AKP’nin başına kim gelirse gelsin, önemli olan partinin kimliğidir.”
Yeterince açık değil mi?
Bir de, hiç aklınıza takılıyor mu, neden Erdoğan Ekmeleddin İhsanoğlu ile ilgili hiç görüş bildirmiyor. Yapısına da aykırı. Şimdiye kadar çoktan yerden yere vurmuştu muhtemel rakibini. Aday olmadığı için sataşmıyor denemez, zira nasılsa kendi olmasa da bir AKP’li aday olacağı için, İhsanoğlu potansiyel tehlike ve hedef.
Ama nedense hiç sataşmıyor.
Ahmet Mümtaz İdil/ SOL

Köşk’e Kaçabilmek Kurtuluş mu?-ŞÜKRAN SONER

2002 yılında, vatandaşın toplam tüketicikredi kartı borçları 6.308 milyar lira iken, dudak uçuklatan 53 katı bir artışla, 2014 yılı mart ayında 331.376 milyar liraya yükselmiş. Dünün ekonomi haberleri arasında eski Morgan Stanley Asya İcra Kurulu Başkanı Stephan Roach’ın çarpıcı açıklaması da vardı; ABD’de parasal genişlemenin sona ermesi ile özellikle cari açığı Türkiye gibi yüksek ülkelerde “mali kaos” yaratabileceğini, Türkiye’nin bir sonraki krizin çıkış noktası olabileceğini söyledi. Kur Savaşları kitabının yazarı ekonomist James Rickards da ABD Merkez Bankası’nın balon yaratan politikalarının dolar sistemini çökerteceğini, yabancı sermayeye bağımlı olan Türkiye’nin, yabancı yatırım ve turizme olan bağımlılığın büyümesi nedeniyle kötü etkileneceğini belirtti... 
12 Eylül’ün gerçek, gizli gerekçesi, emperyal-kapitalist sistemin Türkiye ayağında işlerin yürümesi, 24 Ocak Kararları’nın 12 Eylül darbe yönetimi sürecinde de uygulamasının başında görev yapmış Özal iktidarları, çoğunluk örgütlü orta sınıfların, işçiler-memurlar, üretici köylülerden büyük kaynak aktarımından beslenen piyasa ekonomisinin nimetlerinin üzerinde yükselmişlerdi... 24 Ocak Kararları’nın Türkiye’ye dayatılması Demirel Hükümeti İktidarında yaşanmışsa da, örgütlü işçiler, memurlar, köylülerin ayak diretmeleri karşısında işlerlik kazanamamış, lüks sayılan 1961 Anayasası, sendikal yasaları ile demokratik örgütlenme haklarının yasaklanabilmesi için 12 Eylül darbe yönetimi kaçınılmaz olmuştu. 
Ağırlıklı sosyal devleti ayakta tutan çalışanların örgütlü haklarının gasp edilmesi ile sosyal devlet düzeninden, örgütlülükten büyük sapmalarla, emeği ile geçinen örgütlü orta sınıfların çok ağır yoksullaştırılmaları sayesinde, tüm dar gelirlilerden sağlanan çok büyük kaynak aktarımları ile, öngörülen serbest piyasa düzeni çarkları için büyük kaynak birikimler yaratılabilmişti. Askeri darbeden sivil yönetime geçiş sürecinde medyatik algılama oyunu ile 12 Eylül askeri darbe yönetiminin ekonomi sisteminin de danışmanı, yürütücüsü Özal, sözde darbe karşıtı sivil parti yöneticisi olarak iktidarın başına geçmişti. Mucize olarak pazarlanan serbest piyasa düzeni açılımı, büyümesi 12 Eylül askeri darbe yönetiminin yaratığı yasaklı düzenin büyük kaynak aktarımlarının birikimi üzerine oturmuştu. Askerler darbe yapıyor, ancak kaynakları çarçur edemiyorlardı...
***
Özal iktidarları, bu büyük birikimin üzerine oturmuş parlak büyüme yıllarını, kendi zenginlerini de yaratmanın hovardalığında, asıl orta sınıfı yok etme, kazanılmış emek haklarını geriye püskürten icraatları ile gerçekleştirdi... Emeği ile geçinenlerin, işçilerin kazanılmış haklarına el konulması, çoğunluk için yoksullaşma, yoksunlaşma yaşanacaktır. Ücretlilerden hak alma, büyük yoksullaşma 12 Eylül’ün üç yılında değil, Özal iktidarlarında hızlı geriye gidiş biçiminde olacaktır. Sonrası, aynı hızla siyasal dibe vuruş, Özal için Köşk’e kaçarak kurtuluştur... 
Emperyalist-kapitalist sistemin bilinen, nerede ise periyodik krizlerinden çıkış, hep sil baştan yeni yoksullaştırmalar, kaynaklar yaratılmasıyla ancak sağlanabilecektir. Ülkeler içi-dışı fark etmez çarkları işletecek kaynak yaratılacaktır. Demirel’in çok daha esnek politikalar izlemiş olarak gitgellerinin perde arkasına baktığınızda, Ecevit koalisyon iktidarını, tüm siyasi parti ortakları ile birlikte dibe vuran yıkılışında da bir yüzünde siyasal anlamlı gerekçeler, onlarla içli dışlı asıl ekonomik gerçekler, sistemin krizi de vardır... Derviş operasyonu, Türkiye’nin zengin kuzey dünyasından önce yaşadığı, bankalar tetikleyici büyük ekonomik krizinde evrensel sistemin 24 Ocak kadar önemli, anlamlı bir müdahalesidir. Araya ABD’nin siyasal krizi, 12 Eylül terörü ile yaşadığı travma girince, çıkış yolunda Afganistan, Irak işgalleri yaşatılınca, söz konusu işgallere siyasi stratejik ortak olmayı reddeden Ecevit iktidarının acil düşürülmesi, AKP’nin Fazilet içinden yaratılıp kuruluşu gündeme girmiştir... 

Erdoğan iktidarlarının, Ecevit koalisyon ortaklığının siyasal bedellerini ödediği krizden beslenmesini, Özal’ın 12 Eylül-24 Ocak Kararları benzeri doping almasını görmezlikten gelebilir misiniz? Üzerine kriz sonrası sistemin kendini toparlaması kurallarını, yine anlamlı krizle yaratılmış kaynak aktarımlarını, '65meğin taşeronluk benzeri örgütsüz, kuralsız çalıştırılmasındaki kaynak aktarımlarını eklemeyi de unutmayın... Erdoğan iktidarlarını daha uzun soluklu kalıcı kılan asıl kaynağın İslam dünyası, Ortadoğu’daki kanlı, kirli iç savaşlardan gelen payları sakın atlamayalım. Savaş ganimetlerinin getirileri çok yüksek olsa da, çok çabuk acılı tüketilir... Ağırlıklı İslam dini üzerinden mezhep, ırklar iç savaşlarına bulaşık katkılar... Bozulan dengeler, yüze göze bulaştırılan stratejik ortaklıkların bedelleri, önce siyasette, arkadan ekonomide, tersine tepen silaha dönüşmüştür. Başbakan Erdoğan için Özal gibi Köşk’e kaçış, yetkilerle donatılmış, sorumsuz güç, kaçınılmaz kurtuluş yolu mudur? Seçilebilirse AKP’ye ne olacaktır? 

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet 

1914 Haziranı…- NİLGÜN CERRAHOĞLU

Saraybosna’da Avusturya veliahtı, Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü köşeyi çok yakın tarihte, birkaç yıl önce müze yapmışlar; üstüne de iri puntolarla şu yazıyı yazmışlar:“20. yüzyılı başlatan sokağın köşesi!” 

28 Haziran 1914’te, Avusturya veliahtı Ferdinand’ın bundan tam yüz yıl önce, Saraybosna’nın ortasından geçen Miljacka Nehri’ne bakan bu öldürüldüğü köşeye, dünyadan şimdi turist akıyor. 
İkiz kulelerin bulunduğu “Ground Zero”, New York’ta nasıl turizm odağına dönüştüyse, Saraybosna’nın gerçekte geçen yüzyıl boyunca unutulan ve bilinmeyen bu mütevazı köşesi, müzenin buraya yapıldığı 2007’den beri “ünlenmiş”… 
Henüz yeni döndüğüm Trieste’den örneğin, “20. yüzyılı başlatan sokağın köşesine”, I. Dünya Savaşı’nın 100. yılı vesilesiyle turlar düzenleniyordu. Daha fazla zamanım olsaydı; Trieste’den Saraybosna’ya uzanmak ve de dünyanın kaderini değiştiren o acayip “28 Haziran 1914” suikastının yaşandığı yeri görmeyi çok isterdim… 
Birinci Dünya Savaşı son kertede çünkü kestirmeden hep böyle anlatılır: “Arşidük Ferdinand Saraybosna’da suikasta kurban gidince, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş açtı ve böylelikle I. Dünya Savaşı çıktı!” 
Sürekli ezbere tekrar edilen bu cümle karşısında hep ortaokul günlerimden beri“Neden bir suikast için bunca büyük bir savaş çıktı?” diye duraksamışımdır…
Osmanlı ile çözülen imparatorluklar 
Saraybosna’daki “suikast müzesini” gidip yerinde gezemedim ama Balkanlar’ın Avrupa’daki kapısı sayılan Trieste’de elime 167 sayfalık küçük bir kitap geçirdim…. 
Kitabın adı “1914”
Yazarı, İtalya’nın tanınmış tarihçilerinden Luciano Canfora... 
Çok kolay okunan kitap aslında tam da bu soruya odaklanıyor. Sonuçta “Avusturya arşidükünün katlinin, I. Dünya Savaşı’nın kıvılcımını çakmış olması” öyküsünün fazlasıyla basitleştirilmiş bir öykü olduğunun altını çiziyor; savaş rüzgârlarının büyük güçler arasında nicedir estiğini, meselenin dönemin küresel emperyali İngiltere’nin güç kaybıyla, tam o sırada “topraklarında güneş batmayan” Britanya İmparatorluğu’na rakip çıkan… dünyanın yeni yükselen gücü Almanya arasındaki yarıştan kaynaklandığını; dönemin diğer güçlerinin, bu amansız boy ölçüşme etrafında tekrar pozisyonlar belirlemeleriyle pazar, hammadde, yatırım alanlarının yeniden paylaşılmasının gündeme geldiğini ve kıyametin böyle koptuğunu anlatıyor. 
Öylesine bir kıyamet ki (Osmanlı, Alman, Avusturya-Macaristan ve Büyük Rus imparatorlukları dahil olmak üzere) 4 dev imparatorluk çözülmüş; St. Petersburg’da Bolşevik devrimi tetiklenmiş; ideolojiler çatışması ve savaşın yıkıntısı ardından faşizmler, Nazizmler patlamış, bu yüzden II. Dünya Savaşı’nın temelleri atılmış ve nihayet bunu da… 20. yüzyılın sonunda “duvarın” düşmesiyle sona eren bir uzun Soğuk Savaş izlemiş… 
Kimi tarihçiye göre, I. Dünya Savaşı böyle… 20. yüzyılın tamamına yayılan bir olaylar silsilesinin başlangıcı… 

İşte bu silsile Saraybosna’da dünya turizminin henüz yeni keşfettiği bir sokak köşesinde vurulan Veliaht Ferdinand’ın suikastı ile başlıyor. 
Ferdinand’ın öldürülmesine, dönemin gazeteleri gerçi… çağımız medyasının 11 Eylül’e verdiği yer kadar yer vermiyor. Ama Avusturya Macaristan İmparatorluğu, 28 Temmuz’da… Sırbistan’a hızla, bir ay içinde savaş ilan ediyor. Bunu 30 Temmuz’da... Rusların “seferberlik ilanı” izliyor. Rusların seferberliğe girmesiyle Almanya da, Rusya’ya savaş ilan ettiğini duyuruyor. 
Bu tırmanışı, “48 saatte Avusturya-Sırp çatışması bir Avrupa savaşı halini aldı” diye anlatıyor Canfora “1914” başlıklı eserinde…
Günümüzle paralellikler 
Birinci Dünya Savaşı’nın kitaplar, sergiler, turizm etkinlikleriyle böyle kanlı canlı hatırlanmasına yol açan sebep, günümüz üzerinde “1914”ün halihazırda süren etkileri ve yüzyıl öncesiyle çizilen çarpıcı paralellikler. 
Birinci Dünya Savaşı’nın vaktiyle “küresel emperyaller arasında değişen dengeler”den çıktığına dikkat çeken tarihçiler; bugün de, dönemin küresel gücü ABD-Çin arasında yepyeni bir boy ölçüşme yaşandığını, bu boy ölçüşmenin yeni türbülanslara yol açtığına işaret ediyorlar. 
Yanı sıra Ortadoğu’daki kaynaklar ve nüfuz alanları üzerinde koz paylaşan büyük devletlerin kapışmasının günümüzde halihazırda Suriye, Irak gibi ülkeler üzerinde süregittiğine parmak basıyorlar. 
Irak, Suriye misali ülkelerin sınırlarını belirleyen Sykes-Picot anlaşmaları, doğrudan zaten Birinci Dünya Savaşı’nın mirası. 
Bugün Suriye’yi ve Irak’ı konuştuğumuz zaman; aslında kaynağını I. Dünya Savaşı’ndan alan problemlerden bahsediyoruz. 
“Bağımsız Kürdistan” planlarından söz ederken; keza geri planı gene yüz yıl öncesinde kalan sorundan söz ediyoruz. 
Mezhep savaşları, İslamın büyük güçler güdümü altında bölgede araçsallaştırılmasından dem vurduğumuzda kökenleri gene I. Dünya Savaşı yıllarına giden bir paradigmadan dem vuruyoruz. 
Birinci Dünya Savaşı’nı 100. yıl değerlendirmeleri kapsamında en çok konuşması, hatırlaması gereken ülkelerden biri Türkiye iken… bizde bu türden bir tarihi duyarlılık pek görülmüyor. 
Neden dersiniz? 
Hâlâ aynı sorunlarla cebelleştiğimiz için tarihe dönüp bakamadığımızdan mı? 
Yoksa yalnız günü kurtarmakla yetindiğimizden mi?  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Din toplumuna doğru!-Rıfat Okçabol/SOL

Hemen her gün, toplumu din toplumuna dönüştürecek bir adımın daha atıldığı görülüyor. Bir gün, okulların birinde kızlarla erkeklerin ayrı sınıflara konduğu haberi geliyor. Ertesi gün, bir üniversitenin konferans salonunda Yasin okutuluyor. Bir gün çocuklara imam hatibe gidip gitmeyeceği soruluyor. Bir başka gün, alkollü hastanın ambulansa alınmadığı haber çıkıyor. Bu tür haberler alt alta sıralandığında, dini topluma dönüştürme sürecinin görülmemiş derecede hız kazandığı anlaşılıyor. İstanbul Üsküdar’da ilkokullarda din anketi dağıtılmasıyla ilgili haber, bu sürecin giderek sistematikleşmekte olduğunu gösteriyor.
İlkokul öğrenci velisinin dolduracağı anlaşılan bu anketin giriş bölümünde, “Bu anket öğrencilerin Türkiye’de devlet okullarındaki din derslerinde onların ahlaki ve dini duyarlılıklarına bağlı olarak nasıl din eğitimi aldıklarını incelemeyi hedefleyen bir araştırma çalışmasının parçasıdır” yazıyor. Ancak ankette bu anketin kim/kimler tarafından hazırlandığı bilgisi yer almıyor.
Bu anket için bakanlıktan izin alınıp alınmadığı gazete haberinde belirtilmiyor. Oysa okullarda anket uygulanması için, önce bakanlıktan izin alınması gerekiyor. İzin alınırken bakanlık, bazı anket sorularına izin vermeyebiliyor. Bakanlıktan izin alınmışsa, bu ankete bakanlığın nasıl izin verdiği, bakanlıktan izin alınmadıysa bu anket uygulamasının nasıl gerçekleştiği önem kazanıyor. Çünkü anket soruları, bilimsel nitelikten uzak ve yönlendirici sorularla dolu olduğu gibi, öğrenci ailesini fişleme ve de temel kavramları çarpıtacak niteliğinde olan soruları da içeriyor, anketi dolduracakları ister istemez dine yönlendirecek soruları da içeriyor.
Anket, ne sıklıkla ibadet yapıldığı ve hangi dine mensup olunduğuyla ilgili 3 soruyla başlıyor. Anket uygulayıcı, Müslüman olmayanların din dersini almadıklarını bildiği halde kişilere hangi dine mensup olduklarını soruyor! Bu sorudaki ana amacın, kişilerin Sünni mi Alevi mi olduğunu öğrenmek olduğu belli oluyor. Ankette, çocuğun ibadet yapıp yapmadığı, anketi dolduracak kişinin ne sıklıkta ibadet yaptığı gibi sorular yanında ailenin din temelli bir aile olup olmadığını da ortaya çıkaracak sorular soruluyor. Üstelik anketin üzerinde dolduracak işinin ad-soyadı bölümü olmamasına karşın öğrencilerden anketleri teslim ederken üzerine bu bilgileri de yazması isteniyor!
Bu soruları, (ankette yazıldığı olduğu şekliyle) “okullardaki din dersleri ile ilgili öğrencilerin tecrübeleri, yaz Kuran kursları ile ilgili öğrencilerin tecrübeleri, evde öğrencilerin dini tecrübeleri ve okullardaki din eğitimi müfredatı ile Türk dini kimliği arasındaki ilişki” gibi dört başlık altında yer alan sorular izliyor.
Açıklama bölümünde, okullardaki din dersleriyle ilgili olduğu belirtilen ankette, anlaşılmaz bir şekilde 15 sorunun yaz Kuran kurslarıyla ilgili sorular olduğu görülüyor. Bu sorularla bir yandan da velilere yaz Kuran kursu propagandası yapılmış oluyor.
Anketteki pek çok soruda, var olan din dersleri sanki laik derslermiş gibi, “okullardaki laik din dersi müfredatı” ifadesine yer veriliyor. Ankette birkaç soruda “Türk dini kimliği” gibi bir ifade kullanılıp yeni bir kimlik üretilmeye ve dayatılmaya çalışılıyor. Anketi dolduracak kişilere, “okullardaki laik din dersi müfredatı dini kimliğin gelişiminde olumsuz etkiler yaratmaktadır”, “laik din dersi müfredatı Türk dini kimliğiyle çatışmaktadır”, “çocuğum laik din eğitimini aldıktan sonra ibadetlerini değiştirdi”, “okullardaki din dersinde öğrenciler laik din dersi müfredatı yüzünden günümüz manevi ve ahlaki meseleleri eleştirel olarak değerlendirme fırsatı bulamamaktadır” gibi ifadelere katılıp katılmadıkları soruluyor. Bu tür sorular da, anketi hazırlayanların okullardaki din dersini bile yetersiz bulduklarını gösteriyor.
Bu anket, bilimsel niteliğiyle değil de toplumu dini topluma dönüştürme hedefi açısından çok hesaplı bir şekilde hazırlanmış bir anket olarak göze çarpıyor.
Toplumu din toplumuna dönüştürmeye yönelik bu tür bilinçli ve planlı uygulamalara karşın, ne yazık ki, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini korumakla görevli olan yetkililerin aymazlığı ise anlaşılmaz bir şekilde devam ediyor.
Rıfat Okçabol/SOL

‘IŞİD’ Neyin ‘Semptomu’-Ergin Yıldızoğlu

IŞİD’in aniden Ortadoğu’da gündemin başına oturmasını askeri başarılarına, gaddarlığına, modern teknolojiyi başarıyla kullanmasına, Irak Sünnilerinin isyanına bağlayabiliriz ya da daha geniş bir açıdan bakarak tüm İslam dünyasını kapsayan, Avrupa’ya kadar uzanan bir “durumun” semptomu olarak düşünebiliriz.
Ortadoğu’da taşlar yerinden oynadı 
Bu “durumu” şekillendiren dört etkenden söz edebiliriz. 1 - Kapitalizmin krizi içinde sermayenin, malların dolaşımında, metalaşma sürecinde yaşanan ani hızlanmanın ekonomik, kültürel etkileri. 2 - ABD’nin Irak’a girmesiyle bölgede sınırların geçirgenleşmeye başlaması. 3 - Tarihi Şii-Sünni çatışmasının tetiklenmesi; 4 - Hem“ulusalcı-laiklik” denen bir şeye, baskıcı rejimlere hem de “aşırı” kabul edilen akımlara karşı gündeme gelen “Ilımlı İslam” projesinin iflası. Bunlara kısaca bakalım. 
1 - IŞİD tüm Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yükselen cihatçı hareketin şu sırada en etkin parçası. Bu hareketin yükselmesi için gereken insan enerjisinin, kaynağını, yerel ekonomilerin, ataerkil yapıların, metalaşmayı hızlandıran neoliberal politikaların basıncıyla sarsılmasına, eğitimli genç işsizler nüfusuna, bu ikisinin etkisiyle seçkinlerle halk arasındaki postkolonyal mutabakatın çökmesine bağlayabiliriz. 
Bu enerji kendini “Arap İsyanları”nda açığa çıkardı. Bu isyanların zemini üzerinde gündeme gelen emperyalist müdahale, Libya’nın yıkılmasıyla etrafa saçılan silahlar, nihayet Suriye iç savaşı da hızlandırıcı etkenler olarak yorumlanabilir. 
2 - ABD Irak’a girince, üç şey oldu. “Sykes- Picot” anlaşmasının çizdiği sınırların artık korunamayacağını düşündüren bir aşınma başladı. Kürtlerin otonomi kazanma sürecine, Irak Suriye sınırının geçirgenleşmeye başlamasına da bağlı olarak hızlandı. El Kaide ve benzeri cihatçı örgütler Irak’ta, ABD işgaline karşı direniş içinde kendilerine verimli bir büyüme ortamı buldular. 
3 - ABD Irak’ı stabilize edemeyince Şii-Sünni çatışmasını, tarihin bu canavarını uyandırdı (uydurma intihar saldırıları, Iraklı kılığında yakalanan ajanlar vb. ilişkin haberler arşivlerde duruyor). İran’ı dengeleyen Saddam rejimi yıkılınca, Şii-Sünni çatışması canlanınca, Suudi Arabistan, körfez devletleri, İran’ın bölgesel etkisinin artmaya başladığını düşünerek korkuya kapıldılar. Bu Sünni rejimler İran’ı dengeleme telaşına kapıldılar. Şii-Sünni çatışması, devletler arası bir rekabete, Irak ve Suriye’de olduğu gibi “vekâleten” yürütülen (proxy) savaşlara yol açtı. Bu “vekâleten savaş”pratiği içinde Sünni ülkeler Suriye’de, Irak’ta IŞİD, El Nusra gibi cihatçı örgütleri desteklemeye başladılar. 
4 - Ilımlı İslam projesi Türkiye, Mısır, Tunus deneyimlerinin gösterdiği gibi otokrat yönetimlerin yerine demokratikleşme süreçlerini koymadı. Aksine hızla kendi totalitereğilimlerini ortaya çıkardı. Dahası cihatçı akımlara ters düşmeye niyetli olmadığı, her fırsatta onları desteklediği, koruduğu anlaşıldı.

İslam dünyası ‘kötü sonsuza’ mı saplandı? 
Modern Ortadoğu konusunda en önemli yapıtlardan, “Tüm Barışa Son Veren Bir Barış” başlıklı kitabın yazarı David Fromkin 2007 yılında bir söyleşide,“Ortadoğu’nun geleceği üzerine bir öngörüde bulunur musunuz” sorusuna,“Ortadoğu’nun geleceği yok” cevabını vermiş (Goldberg, The Atlantic, 19/06/2014). 
“Geleceği yok”, değişmeden var olanı tekrarlamaya devam edecek, Hegel’in bir deyimini ödünç alırsak “kötü sonsuz” içinde kalacak demektir. Fromkin’i çok kötümser bulabiliriz, ama “bu saptamasını” destekleyen etkenlerin varlığını kolaylıkla inkâr edemeyiz. Bu etkenlerden biri de İslam dünyası ile ilgili. 
IŞİD’in Şiileri hedef alan saldırıları, 1500’lerin başında Protestan ve Katolik devletlertopluluklar arasında yaşanan “30 yıl savaşları” dönemini anımsatan yorumlara yol açtı (The Spectator, Foreign Policy)
Ancak Şii-Sünni çatışması, Katolik-Protestan ayrımına kaynaklık eden bir reformasyon “olayı”na dayanmıyor; kökleri toplumsal düzeyde başlayan birtakım gelişmelere, örneğin yeni bir “üretim tarzının” filizlenmeye, yeni insanın oluşmaya başlamasıyla ilişkili değil. Bu yüzden bu çatışmanın kalıcı bir sonuca ulaşmasının koşulları yok. 
İslam dünyasının bu çatışmanın “kötü sonsuzundan” çıkabilmesi için bir üçüncü tarafgerekiyor. İlk bakışta bireysel özgürlüklere “öteki”nin varlığına saygılı, dinler, mezhepler arası ortak yaşamın olasılığına vurgu yapan “Ilımlı İslam Projesi” bir üçüncü taraf sunabilecek gibi görünüyordu. Ancak, “Ilımlı İslam”, liberal entelijansiyanın, kimi İslamcı entelektüellerin tüm çabalarına karşın bu potansiyelini gerçekleştiremeden iflas etti. 
Bu iflasın bir teorik-teolojik, bir de pratiksiyasi, iki grupta toplanabilecek çok çeşitli nedenleri var. Başbakan Erdoğan bir keresinde “İslamın ılımlısı olmaz” demişti. Bu saptama hem teorik-teolojik olarak doğrudur hem de o günden bu yana pratikte doğrulanmıştır. 
Çünkü, “Ilımlı İslam” projesi, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başaramamıştır. Bunlar, kutsal kitaptan “uygun”bulunan kısımlar seçilerek oluşturulamaz. Kutsal kitabın tümünü birden, Şii-Sünni çatışmasının üzerine çıkan, Müslümanlığı yeni bir ışıkta görmeye olanak verecek bir teorik çaba gerekir. Bu olmazsa olmaz koşuldur. Ancak şimdi aktaracağım “Özgür Suriye Ordusu” ile IŞİD arasında geçen bir telsiz konuşmasının kayıtlarının göstereceği gibi yeterli koşul değildir. 
IŞİD: “Sizi dönek ilan ettik. Siz Allah’ı, peygamberini inkâr ediyorsunuz”. ÖSO:“Niye buraya geldin kardeşim, git İsrail’le savaş.” IŞİD: “Döneklerle savaşmak Yahudilerle, Hıristiyanlarla savaşmaktan önce gelir. Bütün imamlar bunu bilir” (Spectator, 17/06/2014). 
Müslümanlığı yeni bir ışıkta görmeye olanak verecek bir teorik-teolojik çaba ‘Kutsal’a, Tanrının mesajına ilişkin olduğundan, yalnızca teoride değil, esas olarak pratikte kazanılması gereken bir savaşı gündeme getirir. ‘30 Yıl Savaşları’ içinde reformasyonu savunan sınıfların, devletlerin direnci sayesinde, her iki akımın birlikte yaşamasını düzenleyecek Vestfalya anlaşmasına olanak verdi. Bu gün ne “ılımlı”İslamın bir teorik-teolojik dayanağı var ne de onu savunacak güçlü sınıflar ve devletler.
İroni şuradaki “Ilımlı İslam”dan beklenenlerin hemen hepsini yerine getirmeye uygun, dinlerin, mezheplerin çatışmadan bir arada yaşamasına olanak veren bir düzen AKP öncesinde Türkiye’de vardı. Bu düzenin sorunu laiklik değildi, ekonomik düzenin adaletsizliği, bireysel hak ve özgürlüklerin yetersizliğiydi. Siyasal İslam laikliği hedef alırken sol/liberal entelijansiyanın salakları bunu demokratikleşme sandılar... Şimdi muhalefetin bile dini ölçütlere göre şekillenmeye başladığı bir noktaya geldik. “Kötü sonsuz”da debelenmeye devam...  

Ergin Yıldızoğlu
Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Kapitalizmin grotesk hakikati + ABD’nin yeni harita niyeti -Cumhuriyet-

Kapitalizmin grotesk hakikati - Ergin Yıldızoğlu- İsrail’in Gazze soykırımının ardından İran’a düzenlediği saldırılar, Batı merkezli emperya...