14 Ağustos 2014 Perşembe

Ayaklar ve baş-Aşkın Süzük/SOL

Pazar günü heyecansız, sonucunu herkesin bildiği ve adı seçim olsa da seçeneksizlik üzerine kurulmuş bir tiyatro izledik. Nihayetinde oy kullananlar, seçim kampanyalarında belirtildiği üzere, “Cumhur'un başını” yani Cumhurbaşkanını seçti.
Recep Tayyip Erdoğan 12 yıla yaklaşan başbakanlık görevinden sonra şimdi Çankaya'ya çıkacak. Kendisinin siyasi geleceği açısından başka türlüsü mümkün değildi. Baş'ta kalmanın yolu Çankaya'dan geçiyordu.
Baş'ta kalamazsa, hırsızlık, rüşvet ve savaş suçlarından yargılanacağını çok iyi biliyor. Bu nedenle Pazar günü gecesi Erdoğan'ın yüzünden seçim kazanmış bir siyasetçinin mutluluğu değil, korku ve tedirginlik okunuyordu.
Çünkü en çok Erdoğan farkındaydı, seçeneksizlik üzerine kurulan seçimin ona meşruiyet kazandırmaya ayarlı olduğunu.
Aynı sebeple ona oy vermeyenlere değil de, oy kullananlara, bu oyuna dahil olanlara teşekkür etti...
Tüm kurgusuyla bu seçim, “ayakların baş olması”nın önüne yeni bir duvar örmeyi amaçladı. Ama başaramadılar, duvarda çok gedik kaldı.
***
Şimdilik Baş'ta kalan Erdoğan'ın, sermaye sınıfının has temsilcisi olma kimliğiyle, siyasi hayatı boyunca en çok “ayakların baş olması”ndan korktuğu görüldü.
2008 yılında 1 Mayıs'ı Taksim Meydanı'nda kutlamak isteyen emekçilere ve işçi konfederasyonlarına “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” diyen Erdoğan'dı. Korkusu çok büyüktü. O yıl Taksim'e çıkmaya çalışan on binlerce emekçiye o dönem iyi anlaştığı F-tipi polislerle öyle bir saldırdı ki, gerçekten kızılca kıyamet kopmuştu.
2009'un son günlerinde başlayan TEKEL Direnişi, korkusunu daha da büyüttü. İşçilerin en temel hakları ve gelecekleri için sokağa çıkmasından alabildiğine korktuklarına tanık olundu.
Erdoğan ilk kez, 2008 yılında Taksim'e çıkmak isteyen emekçilere dönük olarak kullandığı deyimi, 2013 yılında yeniden hatırladı. Ona bu deyimi hatırlatan ise büyük Haziran Direnişi oldu.
25 Haziran 2013 tarihli grup toplantısında Gezi Eylemleri ve Taksim Dayanışması'nın ortaklaştırdığı taleplere ilişkin önce kendince had bildirdi ardından “Ayaklar ne zamandan beri baş olmaya başladı. Milletimizin vermiş olduğu bu yetkiyi kullanamaz duruma gelirse, o zaman zaten bittik demektir” dedi.
Her sözüne “millet” ile başlayan Erdoğan'ın aslında demagoji yaptığının açık kanıtıdır bu sözler. “Millet”in büyük bölümünü oluşturan emekçilerle herhangi bir bağının olmadığını söylerken, onlardan ölesiye korktuğunu belli ediyor.
“Millet”ten aldığı yetkiyi de, hep emekçilere karşı kullanıyor.
“Cumhur”un başı seçildiği günün ertesinde ilk tebriği patronlar örgütü TÜSİAD'dan aldığı sırada, sendikalaştıkları için işten atılan ve bu nedenle direnen Sütaş işçilerine Aksaray'da jandarma müdahale etti.
TÜSİAD, Erdoğan'a yeni bir sayfa açalım, sömürünün derinleştirilmesi için reformlar hız kesmeden sürsün mesajı verirken; bu örgütün eski başkanı Muharrem Yılmaz'ın patronu olduğu fabrikanın önünde işçiler yaka paça gözaltına alınmaya çalışılıyordu.
Sermayenin çıkarları ve korkuları, 12 yıldır Recep Tayyip Erdoğan'dan daha “faydalı” bir siyasetçi çıkarabilmiş değil. Düzen siyasetinde büyüyen meşruiyet krizine rağmen bu gerçeklik sürüyor. Sermaye, Erdoğan'ı yeni dönemde “normalleşmiş bir siyasi figür” olarak görmek istiyor. Çıkarları ve korkuları şimdilik bunu gerektiriyor.
Ama tüm çabaları nafile. Tarihin tekerleği, ayakların baş olacağı bir geleceğe doğru dönüyor.

Aşkın Süzük/SOL

Kuyuya atılan taş-Ali Rıza Aydın/SOL

2007 Anayasa değişikliğinin yapılmadığını ve Cumhurbaşkanının Meclis’te milletvekilleri tarafından seçildiğini düşünelim. Yüzde on seçim barajlı Meclis, yine milletvekilleri tarafından önerilen adaylar arasından seçim yapacaktı ve Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilecekti.
Zamanı geriye saran bu kurgu, 2007 yılında Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararına inat apar topar gerçekleştirilen, Cumhurbaşkanının sözde halk tarafından seçimine ilişkin Anayasa değişikliğini anımsatmak için yapıldı. Kuyuya bir taş atılmıştı ve çıkartılması için 2014 beklendi.
10 Ağustos, atılan taşı çıkarmadığı gibi basit matematik hesabına dayanarak sandık başına gitmeyenleri karalayan zihniyet ise kurulu düzenin esaretini gösterme dışında işe yaramadı. Olayı “sandık başı” tartışması içinde boğmak, olsa olsa düzeni korumak isteyenlerin işine yarar.
2007 Anayasa değişikliğinin olumsuz yanı, hukuk oyunu ile aday dayatması ve seçimi halkın yaptığı yanılsamasıdır. Olumlu yanı ise “halka 10 Ağustos’ta sandık başına gitmeyerek milletvekilleri tarafından önerilen adaylardan oluşan seçim oyununa alet olmama tercihi yapmasına fırsat vermesi oldu” demek abartma olmaz.
Sağa kayan çarpık ve güdümlü siyaset ortada iken, kirli çamaşırlar, hukuksuzluk ve adaletsizlik ortada iken kimse sandık başına gitmeyenleri suçlayamaz.
Erdoğan zaferinin sarhoşluğuna kapılan kurulu düzen medyasının körüklediği çarpık ortamda gözden kaçan bir baş konu ise bu ortamda seçimin işe yaramadığı, demokrasi oyunu için halkın kullanıldığı görüşünü savunanların çoğalması… Bu kesim arasına sandık başına gidenler de dalga dalga yerleşiyor.
Bu iki kesimin buluşması, sandıktan sandığa yaşanan demokrasinin sorgulanmasını da yaygınlaştıracak ve egemenlerin kurum ve kurallarıyla oynanan oyunun gerçek yüzünü ortaya çıkaracaktır.
AKP öncesi dönemde, iktidar koltuğunu kaybeden ya da seçim barajının altında kalan iktidar partilerinin bulunduğunu, seçimle iktidar partisi değiştirilebileceğini düşünmek, doğal olarak demokrasiye ve onun olmazsa olmazı seçimlere güveni artırsa da kimi zaman emekçilerin baskısıyla başını gösteren kısmi iyileştirme örnekleri dışında Türkiye’nin daha eşitleştirilmiş, daha özgürleştirilmiş bir ülke haline geldiğini söylemek olanaklı değil. Kaldı ki bu tarihin üstüne 12 yıllık AKP dönemi karabasan gibi çökmüş ve (genel/yerel/halkoylaması) tüm seçimlerden sıyrılıp çıkmıştır.
Cumhurbaşkanı seçiminde de sonuç ortada. Ancak bu sonuç, kralın çıplaklığının görülmesine ve sistemin daha gerçekçi sorgulanmasına önceki seçimlere göre daha fazla katkıda bulunacağa benziyor.
Burjuva hukukunun kuralları arasından parlayan yıldız yakalamak; emperyalizmin, siyasal İslam alfabesiyle yazılmış senaryosundan rol kapmak solun işi olduğu sürece ne sol “sol” olarak kalır ne de düşman yok olur.
Türkiye’ye gerici ve piyasacı oyunu oynatan tarih sahnesinde yer tutarak, “ama demokrasi” sözcüklerine sığınarak rol almak, sömürü ve soygun gerçeğini perdelemekten öteye geçmez, figüranlık katından bir kat yukarı çıkmaz. AKP dönemi, seçimleriyle ve yasama faaliyetiyle bunun açık bilgi ve belgeleriyle dolu. Seçim hukukunda, yerel/genel seçim bölgelerinde yapılan her oynama AKP’ye yaradı. Çünkü oynamalar onların düşüncesi ve girişimiyle yapıldı.
Evet, seçim bir haktır. Kullanılamaz ise demokrasi çöker. Ancak nasıl kullanılacağı bilinmezse, eşitsiz seçime karşı çıkılmazsa yalnızca egemene/diktatöre hizmet eder. Seçimden seçime anımsanan, yalnızca sandık başında kullanılan “halk egemenliği”, halkın yararına değil sömürü düzeninin varlığına çalışır. Yalnızca sandık başında eşit olma, iktidarı devirmeye yetmez, eşitleştirilmiş toplum yaratmaz.
Cumhurbaşkanlığı seçimiyle, kuyuya atılan taş çıkarılamadığı gibi yeni taşlar atılmıştır, atılmaya devam edilecektir. Kuyu kurumuştur. Bu kuyudan emekçilere ve halka su çıkmaz. “Erdoğansız” ama aynı ekonomi, aynı siyaset, aynı batak demokrasi oyunu… Bu buluşmada emekçilerin yeri olmamalıdır.
Sağa kayışlarla beslenen “sağ kulvar”, tüm çarpıklığıyla tıkanmış iken, adım atanları kirlilik batağına itiyor iken, tüm temizliğiyle ve gerçekçiliğiyle geleceğin yolunu açacak olan “sol kulvar”dır.

Ali Rıza Aydın/SOL

1 Ağustos 2014 Cuma

Ayrımı Görelim!-Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar biliyorsunuz, Türkiye’nin pek çok ilinde, ilçesinde “Sessiz Çığlık”eylemleri sürüyor; İstanbul “Beşiktaş”taki eylem de geçen cumartesi günü “97.”sine ulaştı. 
Bu kez de “söz”, son dönemlerdeki gibi -yerinde ve haklı olarak- özgürlüğüne kavuşan değerli komutanlarımızdaydı. 
Genelde konuşmalarında yargılama sürecinde “hukuk”un; “adalet”i uygulayanlarca ne kertede, ne boyutta çiğnendiğine, açıkça işlenen “hukuk katliamları”na değinirler. 
Söylemlerini; apaydınlık, net, her kesimin anlayacağı bir dille yaparlar; tıpkı kitaplarındaki gibi; gerçekten kitaplarında da gerek anlatım, gerek dil yönünden dikkat çekici bir biçemleri (üslupları) var; kitapları okuyan dostlar, bu değerlendirmeye (bilmem) katılır mısınız? Ya da ne dersiniz?

Ayrıca bu “97.” “Çığlık” da, bazıları gibi, özelliği olan “Sessiz Çığlık”lardan biriydi;“22 Temmuz” günü, İstanbul’un ve öteki illerin “Emniyet”lerinde yapılan “Cemaat Operasyonu”ndan sonraki ilk eylemdi. 
Bu “operasyon”la, “Başbakan”ın “efsane yaratan” polisleri, “şef”leri gözaltına alınmışlardı; gerçi bu durum “17 ve 25 Aralık”ta yapılan -Başbakan ile dört bakanın oğullarına dayanan- “Rüşvet ve Yolsuzluk” operasyonlarından bir “öç” almaydı; ama yine de kumpas davalarıyla içleri yananların, halkla birlikte yıllarca haykırdıkları“Bir gün olur sap döner, keser döner...” atasözünün tam karşılığıydı. 
“Sessiz Çığlık” eylemlerine katılan -özellikle çocukları hüküm giymiş- “analar”, artık dayanamaz olmuşlardı; zaman zaman öyle içten seslenirlerdi ki, “kumpasçılar”ın, çocuklarına yıllarca yaşattıklarını onların da yaşamaları için... 
Bu “analar”, çocukları özgürlüğe kavuştuktan sonra ilk yapılan “Sessiz Çığlık”ta büyük bir “sevinç” içindeydiler doğal olarak; ama yazgıları eşleşen öteki analar için direnişlerini kesintisiz sürdüreceklerdi. 
Ne var ki bu “coşkulu sevinç”, “Emniyet”te yapılan son operasyonlar ardından gerçekleşen “97.” eylemde bu ölçüde yaşanmadı... Oysa “analar”ın istekleri -eksik de olsa- yerine getirilmişti; gerçi yüzler gülüyordu ama, “Oh olsun! Çektirenler çeksin” anlamında bir sevinç ortamı kesinlikle yaratılmadı. 
O gün konuşanlar da; sorgulanan, tutuklanan “Emniyetçi”lerin, “sahte örgütler, resmi belgeler, CD’ler, darbeler” yaratarak; dahası “delilleri yok edip suçuydurarak”, “telefonları izinsiz dinleyerek”, “kişisel verileri hukuka aykırı kaydederek”, tüm bunlarla suçlandıklarının “unutulmaması” gerektiğine vurgu yaptılar, sözlerini de “adil yargılanma” dileyerek noktaladılar. 
O cumartesi, “Aydınlık”taki köşesi “Ay Işıltısı”nda, E. Tümg. “Ahmet Yavuz” da aynı görüşü: “Geçmişte bizlere yapıldığı gibi ‘adil yargılanma hakkı’ ihlal edilmemelidir” diyerek paylaşacaktı. 
Ayrıca; bu ünlü “Emniyetçi”lerin buyruğundaki “efsaneci” polislerin, “kumpas”davalarının daha ilk adımında; evlere, bürolara yaptıkları baskınlarda ele geçirdikleri“suç” delillerinin en büyüklerinden biri, “Atatürk”ün “Söylev”iydi (Nutuk’tu) (!) 
Bu “suç delili” (!) yeter artardı; toplumun hangi “kesimleri”ne ve “kimlere” “tuzak”kurulduğunun işareti olarak. 
Kuşkusuz; “TSK” kesimine kurulan özel “kumpas”ın da, hangi “komutanlar”ı“kurban” seçeceğinin göstergesi olarak... 
“Emniyet”i -bir bakıma- “Kumpas Bürosu”na çeviren “Emniyetçi”lerin,“ürettikleri” “sahte” bilgilere dayanarak sözde “Ergenekon Davası”nın iddianamesini hazırlayan Cumhuriyet Savcısı “Zekeriya Öz” de, “Atatürk”ün“Bursa Nutku”nu, ele geçirilmiş en büyük “suç delili” olarak görmüş; bu seslenişin“Atatürk”e ait olup olmadığını “Türk Tarih Kurumu”na sorup, soruşturmuştu... 
Sanırım “Atatürk”, dolaysiyle “Söylev” konusunda gerek yargıçlara, gerek savcılara en kapsamlı yanıtı, Kr. Plt. Tğm. “M. Ali Çelebi” verecekti, savunmasını “Söylev”e dayandırarak. 
Bilmem anımsanır mı, “M. A. Çelebi”nin suçlanmasının, “Adli Emanet”teki cep telefonuna bu “efsaneci” polislerden birinin yaptığı yüklemelerle oluşturulduğunu “33 ay” tutukluluktan sonra da “sehven olmuş” denildiğini... 
O günlerin “TEM” Şb. Müdürü “Yurt Atayün” bugün tutuklandığında, cep telefonunun“Adli Emanet”e teslimini görüntü kaydıyla yaptırmış... 
Yine o günlerin, başta “PKK” olmak üzere, türlü “terör örgütleri”ne karşı savaşmış komutanlarını, J. Alb. “H. Atilla Uğur”“yasadışı örgüt”, “terör örgütü” kurmak ya da yönetmekle suçlayan “Emniyet”in “Şb. Md’leri” bugün “örgüt” kurmakla, yönetmekle suçlanıyorlar; bunların yargılanmalarını da izlemek gerekir; ama önce“Yarın Beşiktaş’ta olalım!”  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Trajik Başbakan!-ÖZGEN ACAR

Seçim yasağı başladığı için Cumhurbaşkanlığı adaylarını eleştirmeyeceğiz. Bu sınırlamaya cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan giriyor, ama şu andaki“Başbakan” konumu ile girmiyor. Kaldı ki bu yazıda, Türkiye’deki karşıtlarının değil, yabancı dostlarının “başbakanlığı” hakkında dediklerini anımsayacağız. Yazacaklarımız, yazılmışlara bir kuşbakışıdır. 
Bugünü anlamak için Ocak 2002’ye dönelim… Erdoğan, henüz milletvekili bile değildir… Vaşington’da Beyaz Saray’da dönemin ABD Başkanı George V. Bush, sırada 100 kadar yabancı devlet başkanı ve başbakan görüşmek için randevu beklerken, Erdoğan’ı kabul ediyor. 
Ne diyor? “Sen aslansın, kaplansın!” dedi mi bilmiyoruz. Ama “Seni ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Eş başkanı yapacağım. Yeter ki sözümü dinle! Tamam mı?” dediği belgelendi. Yanıtının “tamam” olduğu, başbakan seçilip Ortadoğu’da mangalda kül koymayışına kadar ilerlemedi mi?
***
ABD başkanlarından Bill Clinton’un Dışişleri Bakanı olan eşi Hillary Clintonanılarını kitaplaştırdı. Anılarında “Erdoğan bizim için kilit önemde idi…” itirafında bulunduktan sonra, güne tanısını “Bugün Türkiye’nin istikameti belirsiz!” diye koydu.
***
Günümüzdeki Başkan Barack Husein Obama “Erdoğan dünyadaki 5 liderden biridir” diyordu. İngiliz Başbakanı David Cameron’dan sonra en çok konuştuğu kişi idi… Ne oldu da, son 15 ayda topu topu 3 kez, o da en son 19 Şubat’ta konuştular? Erdoğan, basına “Ne yazık ki Obama ile görüşemiyoruz!” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “Bari sen ara!” dediğini açıkladı.
***
Erdoğan’ı Bush ile tanıştıran, Clinton’ları ve Obama’yı Türkiye’de temsil edip Erdoğan ile Ankara’da her fırsatta konuşan eski ABD elçileri bakın bugünlerde ne söylüyorlar? 
Morton Abramovitz ve Eric Edelman, “ABD, Türkiye’yi uyarmalı! Çünkü ErdoğanTürkiye’nin zor demokrasisini yok ediyor, baskıcı bir yönetime gidiyor” Ross Vilson“ABD, Türkiye’den kaygılı” diyorlar.

***
Bush-Erdoğan görüşmesinden 2 yıl sonra Amerikan Yahudi Kongresi, Erdoğan’a gelmiş geçmiş en büyük ödülü övgüyle verdi. Aradan 10 yıl geçti, adamlar pişman oldular. Çeşitli eleştiriler yaptılar. Erdoğan tınmayınca ödülü geri istediler. 10 yıl sonra, ABD yönetimi gibi, Amerikan Yahudileri de Erdoğan’ı nihayet tanıyabildiler. Darısı halkımızın başına…
***
ABD raporlarında hakkında bugünlerde neler deniliyor? 
ABD Dışişleri Bakanlığı İnsan Hakları Raporu: “17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet olaylarıskandaldır…” Vaşington Demokrasileri Koruma Vakfı Raporu: “Türkiye, Ortadoğuterörünün artan finansmanı konumunda…” Amerikan- Türk İş Konseyi: “Erdoğan, iç siyasada ve diplomatik ilişkilerde kontrol edilemez durumda… Zapt edilemiyor…”
***
Türk hükümetinin diplomatik muhatabı artık ABD Başkanı olmaktan çıktı, yerini ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf düzeyine düştü. Harf, Erdoğan’ın CNN’nin hakkında “ajan” sözünü kullanmasına karşılık “gülünç ve saçma” diyor. Yani bir memure, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na “saçmalıyor” diyebiliyor!
***
Türkiye’de Adana Konsolosluğu, Ankara’da müsteşarlık yapan şimdiki BüyükelçiFrancis Ricciardone emekli oluyor. Ne tür raporlar gönderdiği Vaşington’dan gelen açıklamalarla belli oluyor. 
Yerine Dışişleri Bakanlığı’nın, Beyaz Saray, Ulusal Güvenlik, Kongre ile eşgüdümünü sağlayan Müsteşarı John Bass’ın atanacağı açıklandı. Atamanın gerçekleşmesi için iki koşul gerekli. Birincisi Senato’nun “onay” vermesi, ikincisi ise Türkiye’nin “agree(kabul)” demesi gerekli. 
Bass Senato’da, ABD-TC ilişkilerine bakışını anlattı. Soru yanıt bölümünde Senatör John McCain “Anayasayı değiştirme niyeti olan, sosyal medyayı, YouTube’u, Tvitter ve basını baskı altına alan, Erdoğan’ın otoriterliğe doğru giden diğer davranışlarından kaygılı mısınız?” diye sordu. 
Bass, “Bunların farkındayım. Bizim kavramlarımızla uyumsuz…” gibilerden kıvırdı. Senatör, “Erdoğan bu adımları çoktandır atıyor. Bu, gerçekten sıkıcı bir durum… Sizden dürüst bir yanıt istiyorum” diye bastırdı. 
Bass, eveleme geveleme yoluna gidince senatör “Açık konuş! Bana, evet ya dahayır de… Yoksa atamanı veto ederim” dedi. 3 dakika 25 saniye sonra, Bass pes ederek “Evet, bu doğrultuda bir kaymadır, efendim…” demek zorunda kaldı. 
Bakalım, Bass’ın atanması için Erdoğan’ın hükümeti “kabul” diyerek Bass’ı kabul edecek mi? Obama, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlhan Aliyev’e “Şeker Bayramı kutlaması” gönderirken dışladığı Ankara’ya Bass’ı gönderiyor! Daha ne istiyorsunuz?

Komik Yardımcı!
Antik Yunancadan Batı dillerine, sonrasında Türkçeye de “traji-komik” diye geçen bir tiyatro tamlaması vardır. “Trajik”, sözcüğü “trajedi-dramadan” kaynaklanan, acıklı, ağlatıcı bir oyunun; “komedi” ise izleyicileri güldüren bir olayın sahnelenmesidir. 
Başbakan Erdoğan ile Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durum ne kadar “trajik” ise yardımcısı Bülent Arınç’ın “Kadın herkesin içinde kahkaha atmamalıdır” sözleri de o kadar komiktir. 
Başbakan’ın yarattığı “trajediler” karşısında sıkça ağlayan Arınç, her nedense, halkın içinde dediğine uymayan eşi hakkında acaba ne düşünüyor? Dünya basını ve toplumsal medyası Arınç’a en azından 300 bin haber ve ileti ile katıla katıla gülüyor. 
Psikologlar, gülmeyi, kahkaha atmayı “insanın rahatlaması ve gerilimlerdenkurtulması için temel koşul olarak” görüyorlar. Türk atasözü de “En iyi ilaç gülmektir”diyor. Deyişlerimizden biri de “Bir kahkaha, bir kilo pirzolaya eşittir…” derken, biri de insanların nasıl “kasıklarını tuta tuta güldüklerinden” söz ediyor. 
Ya da ortak paydaları aynı olan şu deyişler: “Hiç güleceğim yoktu!”… “Bu sözekıçımla gülerim…”

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

Çılgın Projeciliğin Sonu...-AHMET TAN

“Milletimizin iki mümeyyiz vasfını” o, Tayyip Bey’den çok önce keşfetti. 
Ve... 
Karınca kararınca onu kadar da iyi değerlendirdi. 
Benzetmek gibi olmasın, sonları benzemez inşallah!..
***
İki vasıf? 
Halkımızın bir kesimi kolayından, çabuğundan ve mümkünse “avantadan” mülk sahibi olma sevdalısıdır. 
Ve 1 koyup 3, hatta mümkünse 13 alma meraklısıdır! 
Bu yüzden elindekini avucundakini kaybeder. 
Banker faciası ile bunu yaşadı. 
Yeşil sermaye ve yapı kooperatifi dolandırıcıları nice aileyi perişan etti.
***
Fadıl Bey, “Çılgın Proje” merakımızı Tayyip Bey’den de erken keşfedenlerden. 
Esin kaynağı, belli ki Aziz Nesin ile Sülün Osman!.. 

Ticari adımlarını “Aziz Nesin’in yüzde 60’lık” saptamasına göre attı. 
Meydan saatlerinin, tramvayların bile “uyanıklara” pazarlanabileceğini de herhalde Sülün Osman’ın maceralarını okuyarak öğrendi. 
(Sülün Osman Bey, merhum pederimin Sirkeci’deki lokantasının devamlı müşterilerindendi. Osmanlı’nın son hattatlarından Hamid Aytaç Efendi’nin oturmayı itiyat ettiği masaya otururdu. İnce ve zarif kişiliğinin etkisiyle idi belli ki bu tercih! 
Dönemin Mali Polis Şefi Saadettin Tantan, gazeteci kudümzen Nezih Uzel, 40 yıl sonra AGİT parlamentosunda birlikte görev yaptığımız Prof. Nevzat Yalçıntaş gibi sonra meslektaş olacağımız birçok Babıâli efradı müdavimler arasındaydı. Sülün Osman okkalı bahşiş verirdi. Garsonlar ucunda bir şeytanlık olabilir diye bazen almaya tereddüt ederlerdi. Bir ara bizim mütevazı lokantayı da gözüne kestirdiği bir müşteriye pazarlar diye bekledim. Ama çok şükür ekmek yediği yere ihanet etmedi. Neyse...)
***
Fadıl Bey, küreselleşmiş dijital çağa ayak uydurmuş postmodern bir Sülün Osman! 
Biletçisinin öndeki bölüme geçtiği sırada el ve ağız çabukluğuyla tramvay satılabilen bir ülkede Hint Okyanusu’nda ada satmak marifet olamazdı.
Yeter ki etiketin üstünde “Müslüman” damgası bulunsun! 
Din iman, peygamber söylemi siyasette olduğu gibi ticarette de “finansçı da finansçı”sloganı kadar geçerli akçe. 
“Dünyada mekân, ahirette iman!” teması ise halkımızla göz ve gönül teması kurabilen herkes için en kestirme yöntem. 
Ak Parti bunu TOKİ’lerle sağladı... 
Akgündüz ise... 
Millete Maldivler’de “devre ada” satarak gerçekleştirdi.
***
Bir başka göze ve gönüllere girme yöntemi ise futbol... 
Başbakan’dan 4 yaş daha genç. 
Ama o, forma giymek gol atmak yerine, bir futbol kulübüne toptan sahip olmaya yönelecek kadar büyük düşünenlerden. 
Siirt Spor’u parasını verip toptan satın aldı. 
Tayyip Bey’den bu anlamda daha kapasiteli! 
Üstelik, arkasında ne hakaracı makaracı bakanlar var ne de dubaracı milletvekilleri... 
Engin denizler gibi geniş bir hayale ikna gücünden başka bir şeyi yok. 
Yoksa, haritadaki yeri bile bulunamayan bir okyanus adasını cennette parsel satar gibi pazarlayabilir miydi?
***
Jet-Pa ile milyonlar vurdu. 
Hayali fabrikaların ürettiği hayali otomobillere imza attı. 
Emlak işinden otelciliğe her sektöre el attı. 
Ama aklı siyasette idi. 
Tayyip Bey’den atak davrandı. 
2002’de Siirt’ten bağımsız aday oldu. 
Ama yurtdışında kaçaktı! 
Interpol’ün kırmızı bülteniyle aranıyordu.
İstanbul Bağcılar Cumhuriyet Başsavcılığı’nın gıyabi tutuklama kararı vardı. 
Adaylık başvurusu önce reddedildi. 
Avukatlarının itirazını Yüksek Seçim Kurulu kabul etti. Adaylığı kesinleşti. 
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun itirazlarını nedense YSK kabul etmedi. (Akacak kan damarda durmaz misali, halkın Maldivler’de batacak parası varmış demek ki!)
***
Tutuklanma korkusuyla seçim sürecinde yurda ve Siirt’e hiç gelemedi. 
Kampanyasını avukatı Veysi Yaşar “vekâleten” yürüttü. 
Fadıl Bey ise arada bir telefonuna bağlanan hoparlörlerden Siirtlilere hitap etti. 
Sonunda tarihte bir ilk gerçekleşti. 
Bir kanun kaçağı, avukat marifetiyle vekâleten milletvekili oldu! 
Şimdi ise polise yakalanmadan TBMM’ye giriş yapması gerekiyordu. 
Yemin etmeden “Mv. sıfatı” kazanılamıyordu. 
Helikopterle Meclis’in çatısına inebileceği ve çılgın bir başka proje ile Genel Kurul’a sızabileceği konuşuldu. 
Ama bu gerçekleşmedi. 
Bu arada Tayyip Bey boş durmadı. 
Siirt’teki seçimin iptalini sağladı. 
Fadıl Bey’in boşluğu böylece doldurulmuş oldu. 
Sonrası ise malum!..

Demirel’in Sofrasından Notlar  
Efsane başkanlardan Ali Şen, Süleyman Demirel’i Bodrum’da Balıkçı Sait’te ağırladı. 
(Baba, bu arada geçenlerde 98 yaşına basan selefi Kenan Evren’i de unutmadı, ona doğum günü pastası gönderdi.) 
Yemekteki konuk yelpazesi genişti: 
İsmet Sezgin, Nahit Mendeşe, CHP’li Celal Doğan ve Fikret Ünlü, Muğla Belediye Başkanı Osman Gürün, Taylan Bilge, Orhan Keçeli, Yavuz Donat,Mehmet Barlas, Can Pulak...
***
Can Pulak en kıdemli Ankara gazetecilerinden. Uzun yıllar Cumhurbaşkanı Özal’a başdanışmanlık yaptı. Onun ölümünden sonra Bodrum’a yerleşti. Çevrenin korunması ve kıyı yağmacılığına karşı uzun yıllardan beri aktif mücadele veriyor. Yemekle ilgili izlenimlerini sorduk: 
“Geride bıraktığımız elli yıl, film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Gürsel’li,İnönü’lü, Demirel’li, Bölükbaşı’lı, Ecevit’li, Özal’lı yıllar... Türk basını ülkemiziDemirel’in yurt gezileriyle, dünyayı ise rahmetli Özal’la yaptığı dış seyahatlerle... 
İki liderin de Türk basınına yaptığı katkılar unutulmaz. 
Keşke siyasette rakip olacaklarına, birlikte çalışma imkânı yaratsalardı da, Türkiye’yi uçursalardı. Birlikte çalışmayı ‘Demirel Cumhurbaşkanı-Özal Başbakan’önerisini Ekrem Ceyhun, Süleyman Bey’e götürmüştü. Ama maalesef kabul görmedi. Eğer kabul edilseydi, ülkemiz bugün bambaşka bir durumda olurdu!”

AHMET TAN
Cumhuriyet

Merkez Bankası’nın Döviz Rezervi-ÖZTİN AKGÜÇ

Kavramlara açıklık kazandırılmazsa, tanımlar yapılmazsa, kamuoyuna yanıltıcı iletiler verilmeye çalışılırsa; kavram karmaşası, yanlış izlenimler doğmakta, sağlıklı yorum ve değerlendirmeler de yapılamamaktadır. TC Merkez Bankası’nın döviz rezervi açıklamaları kavram karmaşasına tipik örnek oluşturmaktadır. Açıklanan rakamlar bankanın net döviz rezervi mi, brüt rezervi mi, kullanılabilir döviz rezervi mi? Açıklık yok. TCMB Başkanı Sayın Başçı, bir kamuoyunu aydınlatma, bilgilendirme konuşmasında, basına yansıdığı kadarıyla bankanın rezervlerinin arttığını, Mayıs 2014’ten bu yana bankanın rezervlerine her ay 1 milyar USD eklendiğini açıklamıştır. Ancak rezerv konusunda tanım verilmediğinden, bankanın net rezervi mi, brüt rezervi mi, kullanılabilir rezervi mi artıyor? Açıklık kazanmamıştır. 
Merkez Bankası’nın döviz rezervi nasıl artar? Kabaca iki yolla: (1) Merkez Bankası kambiyo piyasasından döviz satın alır; (2) Banka döviz alarak borçlanır, borç alır. Merkez Bankası kambiyo piyasasından sürekli döviz satın alıyorsa, net ve kullanılabilir döviz rezervi artar. Açıklanan Ödemeler Dengesi Tablosu’na göre, Ocak-Mayıs 2014 döneminde sınırlı da olsa bankanın rezerv varlıklarında bir azalış görülmektedir. Merkez Bankası günümüzde döviz alımı değil döviz satış ihaleleri düzenlemekte, döviz satmaktadır. Gerçi günlük ihalelerin boyutunun 20 milyon USD’den 10 milyon USD’ye indirildiği açıklanmışsa da, TCMB’nin net alım yoluyla döviz rezervini artırması söz konusu değildir. 

TCMB’nin döviz varlıkları döviz yükümlülüklerinin artması yolu ile de oluşur. Bankalar döviz yükümlülükleri için zorunlu karşılıkları döviz olarak TCMB’ye yatırmaktadırlar. Ayrıca TCMB, bankalara seçim hakkı, rezerv opsiyonu tanımıştır. Bankalar, TL yükümlülüklerine ilişkin zorunlu karşılığın bir bölümünü de döviz olarak TCMB’ye yatırmaktadırlar. 
TCMB’ye yatırılan zorunlu karşılıklar banka bilançolarının aktifinde döviz varlıkları içinde yer almakta, bankaların döviz rezervine dahil olmaktadır. Döviz olarak yatırılan zorunlu karşılıkları bir de TCMB’nin varlığı, rezervi olarak hesaba katıldığında, çift sayıma yol açmaktadır. TCMB’nin bilançosunda da zaten zorunlu karşılıklar, pasif tablosunda yükümlülük olarak yer almaktadır. Aynı miktar döviz hem bankaların rezervine hem de TCMB’nin rezervine dahil edildiğinde, çift sayım, mükerrerlik doğmaktadır. 
Kaldı ki açıklanan rezerv tutarı ister net, ister brüt, ister kullanılabilir olsun, yeterlilik açısından anlam da taşımamaktadır. Uluslararası rezervin yeterliliği değerlendirilirken bazı göstergeleri, ölçütleri, oranları dikkate almak gerekir. Ülkenin cari işlemler açığı, kısa süreli döviz borçları, dış borç servisi (ana para taksitleri artı faiz), aylık ithalat tutarı, bu bağlamda dikkate alınması gereken değişkenlerdir. Ayrıca Merkez Bankası’nın diğer merkez bankalarıyla swap yapma olanağı da dikkate alınması gereken bir etkendir. 
Hangi açıdan -ister net tutar, ister brüt tutar- bakarsanız bakınız TCMB’nin döviz rezervi, yukarıdaki ölçülere göre yetersizdir. Türkiye ekonomisinin kırılganlığını artıran bir etken de uluslararası döviz rezervinin yetersizliğidir. 
TCMB yükümlülüğünün çok önemli bir bölümü, iç döviz yükümlülüğünden kaynaklanmaktadır. İç döviz yükümlülüğünün yüksekliği, para politikasının esnekliğini, etkisizliğini de azaltır. TCMB’nin çeşitli yollarla iç döviz yükümlülüğünü artırması yerine iç döviz yükümlülüğünü azaltması, para politikasını daha esnekleştirir, etkili hale getirir. 
Şeffaflık, hesap verme, merkez bankalarının yönetişim ilkelerinden olup bağımsızlığın da doğal sonuçlarıdır. Ancak bu yönetişim ilkelerine ülkemizde ne ölçüde uyulduğu daha doğrusu uyulmadığı da ortadadır.  

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

31 Temmuz 2014 Perşembe

Küresel Ekonomi: 50 Yıl Sonra-ERİNÇ YELDAN

Önümüzdeki 50 yıl boyunca iktisat politikalarında ne tür dönüşümler bizi bekliyor? Küresel ekonominin 2060’taki görünümü nasıl olacak? Bu sorular OECD uzmanları H. Braconier, G. Nicoletti ve B. Westmore tarafından temmuz başında kaleme alınan bir raporda yer alıyordu.(*) OECD’nin 2060 raporu son derece kötümser öngörüler ile betimlenmiş: Öncelikle, küresel ekonominin ortalama büyüme hızı 2014-2030 arasında yüzde 3.6’dan, 2030-2060 arasında yüzde 2.7’ye gerileyecek; söz konusu dönemde endüstriyel proseslerden ve katı yakıtların yakılmasından kaynaklanan sera gazı salımları iki misli yükselecek ve yıllık 48.700 milyon tondan, 2060’ta 99.500 milyon tona ulaşacak. Bu birikim sonucu yaşanacak olumsuz iklim değişikliği koşullarının etkileri tarımsal üretkenliğin düşmesi, deniz seviyesinin yükselmesi ve yeni tür bakterilerin üremesi olarak görülecek. İklim değişikliği sorunları, OECD öngörülerine göre küresel ekonomide yüzde 1.5 ile yüzde 5 (Asya ve Uzak Asya) arasında üretim ve gelir kayıplarına neden olacak. OECD’nin “gelişmiş” ekonomilerinde ise büyüme hızı 2014-2030 döneminde yüzde 2.4’ten, 2060’a gelindiğinde yüzde 0.5’e gerilemiş olacak.
Dahası, büyümenin kaynakları giderek fiziksel sermaye birikiminden evrilerek bilgi ve araştırma geliştirme (Ar-Ge) kaynaklı teknolojilere dayanacak. “Beceri” ve “bilgi ile donatılmış”“vasıflı” işgücü ile sadece kol emeğine dayalı, görece “vasıfsız” nitelikli işgücü arasındaki farklar artacak, giderek uçurumlara dönüşecek. OECD yazarlarına göre 2014-2060 dönemi küresel anlamda eşitsizliğin derinleştiği ve eşitsizliğin yol açtığı sosyal sorunların şiddetleneceği bir dönem olacak. Tahminlere göre OECD ekonomilerinde gelir eşitsizliği yüzde 30 oranında kötüleşecek ve günümüzde ABD’de gözlenen (Ortaçağ Avrupası’nı andırır) eşitsizlik oranlarını yakalayacak.Dünya ticareti gelişmeye devam edecek, ancak bir önceki yüzyılın oranlarının gerisinde kalacak. Bunun ötesinde dünya ticaretinde OECD üyesi olmayan ülkelerin payı yüzde 35’ten yüzde 56’ya yükselecek. Çin ve diğer uzak Asya ekonomileriözellikle elektronik imalat sanayiinde liderliklerini sürdürürken, OECD üretim deseninde imalat sanayinin payı giderek azalacak ve önemini yitirecek.

***
Bu kötümser öngörüleri, iktisat siyasası için bir “meydan okuma” olarak değerlendiren OECD yazarlarının politika önerilerine gelince... OECD, mevcut neoliberal, piyasa her şeyi çözmeye yetkindir dogmasına harfiyen bağımlı önerilergeliştirmekten geri durmamakta. “Eşitsizlik” ve “durgunluk” sorununu çözmenin aracı olarak “işgücü piyasalarında esnekleştirmenin sürdürülmesi” ve “geniş kapsamlı göç hareketlerine izin verilmesi” sonucunda tüm küresel ekonomide ücret ve sosyal haklarda dibe doğru yarışın hızlandırılması önerilirken, kamunun tasarruf ve kemer sıkma tedbirleriyle daha da daraltılması ve geniş çaplı özelleştirmeler ile piyasalarıngeliştirilmesi neoliberal paketin standart talepleri dile getirilmekte.
İşgücünde esnekleştirilmesinin ve göç olanaklarının özendirilmesinin küresel eşitsizliksorununa nasıl çözüm üreteceği son derece kuşkuluyken, kamunun daraltılarak ve sosyal devlet edinimlerinin yok edilerek, derinleşen eşitsizlik sorunları sonucunda doğacak sosyal dışlanmışlık ve sosyal şiddetin nasıl engellenebileceği ise bir başka konu. Sera gazlarının salımları sonucunda doğacak iklim değişikliği sorunları ilemücadeleyi sadece piyasanın anarşik ve kısa dönemci kâr-zarar hesaplarına dayandıran bir çevre koruma anlayışının mevcut eğilimleri nasıl tersine çevirebileceği konusu ise tartışma değeri dahi olmayan bir soru olarak duruyor.
Öte yandan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO’nun) verilerine göre küresel ekonominin rezerv işsizler ordusu, eksik istihdam, enformal ve güvencesiz (vulnerable) istihdam edilenler ile birlikte 2.4 milyar kişiye ulaşıyor. Halbuki ücretliemek istihdamı sadece 1.4 milyar kişiyi ancak buluyor. Sermaye, geçen haftaki yazımızda da vurguladığımız üzere, parçalandıkça ve taşeronlaştıkça bir yandan da işgücünü parçalıyor ve enformalleştiriyor. Bu yapı bir yandan da doğanın ve emeğin acımasız sömürüsüyle birlikte piyasa kâr haddini koruyabilmenin tek unsuru haline dönüşüyor.
***
Bilindiği gibi küresel kapitalizm, 2008’den bu yana ortalama 50-60 senede bir yaşanan sistemik nitelikli krizlerinden birisinden geçiyor. Marxgil iktisat yazınında Kondratieff çevrimleri diye anılan bu tür uzun dönemli dalgalanmaların 2060’taki yansımaları kapitalizmin 21. yüzyıl boyunca evrimi açısından da önem taşımakta.OECD uzmanlarının öngörülerine göre 21. yüzyılın ilk çeyreğinde küresel ekonominingelişmiş ekonomileri ivmelerini kaybetti, 2060’larda da sonradan gelen, günümüzüngelişmekte olan ekonomilerinin durgunlaştığı bir dönem olacak. Dolayısıyla 21. yüzyıl kapitalizmin belki de son krizi olabilir...
(*) “Policy Challenges for the Next 50 Years OECD Economic Policy Paper, Temmuz, No 9.  

Erinç Yeldan
Cumhuriyet

Araplaşmak- DENİZ KAVUKÇUOĞLU

Yazılarını ilgiyle, beğenerek okuduğum sevgili Nilgün Cerrahoğlu’nun dünkü yazısındaki “Bugün Ortadoğululaşmanın tam ortasındayız” tümcesi üzerinde düşündüm.
Doğru bir saptamaydı. “Şakayla karışık… Sadri Alışık ve de Cumhuriyet Türkiyesi’nin en sevilen şairlerinden Attilâ İlhan’la anılagelen Çolpan İlhanın cenazesinde nasıl ‘bir dönemin sonu’ duygusunu iliklerimize dek yaşadıysak; Başbakan’ın 
 Başakşehir Fatih Terim Stadyumu açılışındaki 9’ gollü grotesk iktidar maçını izlerken.. o denli bir ‘yeni dönem başlangıcı’ duygusunu yaşadık.Vıcık vıcık… Bu artık tam bir Ortadoğu” diyordu.
Öyle ya başımızda halkın oylarıyla devletin en üst makamına çıkıp “sultan olmak”düşleri kuran bir Başbakan, yeni Osmanlıcılık ülküsüyle yanıp tutuşan bir Dışişleri Bakanı, İslam adına kadınlara kahkahayı haram kılan bir Başbakan Yardımcısı, PTT 1. Lig takımlarından Ankaraspor’un adını “1299 Osmanlı” olarak değiştirmeye niyetli Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı…Daha ne olsun?
***
Ne var ki Ortadoğu’da bizdekine benzer vıcıklaşmaları yaşamayan, siyasal sistemlerinden, ideolojik görüşlerinden bağımsız olarak “ciddi” diye tanımlayacağımız İran, İsrail, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi gibi devletler de vardı.
Biz hızla Ortadoğululaşırken aynı zamanda da Araplaşıyorduk. Ortadoğu’daki her çatışmada mutlaka taraf oluyor, Sünni Arapların yanında saf tutuyorduk. Suriye’deki El Kaide, El Nusra, IŞİD (İslami Cephe) gibi terör örgütlerine Türkiye’den silah sevkıyatı yapıldığı tutanaklarıyla açıklanmış, bizlerle birlikte dünya âlem de öğrenmişti.Taraf olduğumuz her çatışma bizi Ortadoğu bataklığına biraz daha sürüklüyordu. Ortadoğu’daki Sünni Müslüman Arapları bir cephede toplayıp liderliğine soyunmak olarak tanımlayabileceğimiz “yeni Osmanlıcılık” hayali Türkiye’ye bölgede dosttan çok düşman kazandırmıştı.
Kanlı çatışmaların sürdüğü Ortadoğu’da savaş mağdurlarına insani yardımlarda bulunmaya kimsenin itirazı yoktu. Fakat bu yardımlarda da adalet ve eşitlik ilkesi gözetilmiyordu. Örneğin, Irak’taki Türkmenlere yardım yapıyor, fakat Suriye’de Sünniteröristler tarafından sarılmış Rojava Kürtlerinin mağduriyetini görmezden geliyorduk. Türkmenler, Türkiye Türklerinin soydaşı ise Rojava Kürtleri de Türkiye Kürtlerinin soydaşı idi. Türkiye Cumhuriyeti bu topraklarda yaşayan Türklerin de Kürtlerin dedevleti olarak insani yardımlar bağlamında benim soydaşım - senin soydaşın ayırımı yapabilir miydi?
Yapıyordu.
***
Daha önceleri ağır aksak da olsa işleyen devlet aygıtı AKP iktidarında işlemez duruma gelmişti. Yargı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı hallaç pamuğu gibi atılmış, Cumhuriyetin seksen yılda kurduğu sistem son on yılda rayından çıkarılmıştı.
İktidar otokratikleştikçe kuvvetler ayrılığı ilkesi ayaklar altına alınmış, 76 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurumları Başbakan’ın ağzından çıkacak bir çift söze göre hareket eder duruma gelmişti.Ülke bir korku imparatorluğuna dönüşmüş, insan hayatları karartılmıştı. Çeşitli toplumsal kesimler ideolojik, siyasal ve dinsel öğeler kullanılarak birbirine düşmanlaştırılmıştı.
Araplaşmanın bir ölçüde yansımalarıydı bunlar.
Gördüğümüz, tanık olduğumuz her şey bize bugünkünden çok daha ağır felaketler getirecek “yeni bir dönemin” başlangıcında olduğumuz duygusunu yaşatıyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan’ın alacağı olası bir yenilgi, içinde bulunduğumuz süreçte iyiye doğru bir kırılmayı gerçekleştirebilir mi?Niçin olmasın?   

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Akgündüz’ün Kirli Kahkahaları-ÇİĞDEM TOKER

İçinde Fadıl Akgündüz adı geçen ilk haberi 1999’da yazdım.
Onun ahalinin gözünü kamaştırmak üzere, yalnızca bir adet “ürettirdiği” otomobilin hayali fabrikası için topladığı milyonlarca liraya karşılık, devlete bir kuruş vergi ödemediği ortaya çıktığında da takvimler 2000 yılını gösteriyordu. O zamanın Maliyesi, Akgündüz’ün o zamanın parasıyla 40 trilyon TL’lik vergi borcu için haciz başlatarak dört bankadaki hesaplarını dondurmuştu

Haber, Maliye kaynaklı olmasına rağmen Fadıl Bey çok sinirlenmiş; akşamındayurtdışından bağlandığı TV’lerde “Bu para benim için leblebi çekirdek parası” demişve haber dolayısıyla da o zaman çalıştığım gazeteye noter kanalıyla ihtarnamegöndermişti.
15 yıl sonra bugün Fadıl Bey, “ikinci nesil” dolandırıcılığıyla yine manşetlerde.
Ömrümüz yeterse, zatı şahanelerinin üçüncü; hatta dördüncü nesil dolandırıcılığına da şahit olmamız muhtemeldir.
Hiç, “Bu nasıl oluyor?” falan demeyelim.Bir kere dolandırdığı millet, 2002 seçimlerinde kendisini “vekili” seçerek ödüllendirdi.
O seçim, bugün ikinci nesil dolandırıcılığını konuştuğumuz Akgündüz ile bugün cumhurbaşkanı adaylığını konuştuğumuz Erdoğan’ı tuhaf bir kavşakta buluşturdu.
***
Akgündüz’ün vekilliğinin düşmesiyle sonuçlanan “Siirt seçimlerinin iptali”, Recep Tayyip Erdoğan’ı Meclis’e taşıyacak; postu kurtarmak için sığındığı yasal dokunulmazlık pek kısa sürse de Akgündüz’e “fili dokunulmazlık” kazandıracaktı.
O fiili dokunulmazlık sayesindedir ki “nitelikli dolandırıcılık” suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına mahkûm olan Fadıl Akgündüz, “zamanaşımı”ndan kurtardı...
Bu “kurtuluş” ona yeni dolandırıcılık imkânları için zaman ve meşruiyet altyapısıhazırladı.
İktidar partisinin Akgündüz’e desteğini hiç esirgememesi ise “ikinci nesil” kurbanlar açısından bir rıza üretme mekanizmasına dönüşecekti.Bugünkü dolandırıcılığın konusu olan Caprice Gold Oteli’nin bundan dört yıl önceyapılan temel atma törenine katılanlara bakmak, bunu görmek için yeter:
Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge, Bayrampaşa Kaymakamı VeyselYurdakul, AKP Siirt Milletvekili Afif Demirkıran, AKP Şırnak Milletvekili Abdullah Veli Seyda, Siirt Jetpaspor Asbaşkanı ve eski Beşiktaşlı milli futbolcu Alpay Özalan...
***
Fadıl Bey, 170 milyon dolarlık son dolandırıcılığına, mali krizi gerekçe üretirken hiç utanıp sıkılmadan “Soma katliamı”n dan bahsedebiliyor.
Niye sıkılsın?

İktidarın Fadıl Bey’e desteği, sadece törenlerinde boy göstermekle sınırlı kalmadı ki.
Devlete bir kuruş vergi vermediğini 15 yıl önce yazdığım Jetpa Holding, bugün OECD’nin “vergi cenneti ada” listesinden hiç çıkmayan Maldivler’de 18 milyon dolarlık devre mülk satışı yapacak kadar rahat faaliyet gösterebiliyor; hayal satarak orada da milyonlarca dolar toplayabiliyorsa, bu da Maliye’nin dolaylı desteği sayesindedir.Akgündüz’ün 62 milyon TL sermayeli Jetpa Holding’ine bugüne kadar Maliye’den denetim ekibi ya da vergi borcuna karşılık haciz gittiğini ne zaman duyduk?
Bakanı Akgündüz’ün hemşerisi olan Maliye Bakanlığı, sicili bu kadar kötü bir“mükellef” için görevini yapsa, Fadıl Akgündüz ne bu son dolandırıcılığa cesaret edebilir, ne de büyük bir pişkinlikle “Siz bizi aramayın, ne zaman ödeme yapacağımızı sormayın” diye yazı yazabilirdi.Ama yazabildi.
Çünkü herkesin içinde kirli kahkahalar atmasını sağlayan iktidar, hep arkasındaydı.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

29 Temmuz 2014 Salı

Hepiniz çok kirlisiniz!-Necdet Saraç/YURT

Bu ülkede bağımsız adalet hiç olmadı. Bazı istisnai kararlar olsa da yargı hep iktidara ve siyasi konjonktüre uygun davrandı. Yargı adil olmadı, adalet dağıtmadı... İktidarı elinde bulunduranlar hep intikamcı oldular! Adil yargılama bir yana, öç aldılar! O yüzden bu ülkede demokrasi ve hukuk bir türlü dikiş tutmuyor. Dönün bakın, neredeyse bütün siyasi davaların hepsinde sonuç hep iktidar lehine şekilleniyor. Dün de böyleydi, bugün de böyle…

İstiklal Mahkemeleri’nden bu yana durum hep aynı… Dersim yargılamalarına bakın; İktidarı elinde tutanlar, daha yargılama başlamadan suçluyu ilan etmiş ve asmaya karar vermişler ya, artık kaçarı yok! “Çıban başı” olarak ilan edilen adamın yaşının büyük olması bile sorun olmuyor, idamı engellemiyor. Seyit Rıza’nın yaşı hemen küçültülüyor ve idam ediliyor!


Ya Nazım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve birçok kişi 1938’de adına “Harp Okulu ve Donanma Davaları” denen uyduruk bir davadan dolayı kırk dereden su getirilerek mahkûm edilmedi mi? Peki, ya o “çok demokrat” ilan edilen bütün sağcıların olduğu gibi Erdoğan’ın da her fırsatta atıfta bulunduğu Menderes dönemi? Hani geçenlerde çatı adayının "Adnan Menderes ve arkadaşları olmasaydı, Türkiye hiçbir zaman diktatoryadan, mutlakiyetten ve totaliter rejimlerden kurtulamazdı” dediği dönem…

1951- 52 yıllarında ve bir yıl aralıksız süren “Komünist tevkifatı” bugün hatırlanmak bile istenmiyor. Demokrat Parti, o yıllarda ABD’yle işleri yoluna koymak ve NATO’ya üye olmak için zorla “komünizm tehlikesi” icat ederek, uydurma belgelerle tam 187 kişi zorla yargılanmadı mı? “Gözaltına alınanlar arasında asker de var” denilerek, gözaltına alınanlar özel bir hükümet kararnamesiyle hem “Komünist Masası” polislerince hem de “askeri hakimler” tarafından sorgulanmadı mı? Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Ruhi Su, Enver Gökçe ve Behice Boran gibi onlarca kişi cezalandırılmadı mı? Türk askerlerinin Kore'ye gitmesine karşı çıktığı için dönemin Barış Derneği’ne karşı “vatana ihanet” suçlamasıyla linç kampanyası yapılmadı mı? Peki ya o çok demokrat olan Menderes’in “Vatan Cephesi” dönemi. CHP’ye destek veriyor diye Ulus Gazetesi ve birçok gazeteyi kapatan yargı neyin nesiydi? Bağımsız ve objektif miydi?

DP dönemi böyle de 27 Mayıs yargılamaları farklı mı? Yassıda yargılamaları bağımsız mıydı? Dönemin yargıçları Menderes ve ekibine karşı adil miydi? “Köpek davası, bebek davası” gibi birçok “dava” yargılananları mutlaka mahkûm etme üzerine kurgulanmamış mıydı?


Ya 1971 darbe döneminin Sıkıyönetim mahkemeleri. Sıkıyönetim mahkemelerinde mahkeme heyeti askeri yargıçlardan oluşurken, bazı mahkeme heyetlerinin başkanları hukukçu olmayan askerlerden oluşmuyor muydu? Denizleri yargılayan mahkemeye Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlık etmiyor muydu? Denizlerin ne yapıp yapmadıkları, hangi suçu işleyip işlemediklerinden daha çok, daha yargılama olmadan “üçe üç” şeklinde idamlarına karar verilmemiş miydi?

12 Eylül dönemi yargılamaları, Devlet Güvenlik Mahkemeleri. Hangisi adil yargılama yaptı? “Asmayıp da besleyelim mi” diyenler 17 yaşında Erdal Eren’i yaşını büyüterek idam etmediler mi? Sonra adları “Özel Yetkili” olan mahkemeler ya da şimdiki mahkemeler? Hangisi bağımsız, hangisi adil yargılama yapıyor? Ergenekon, Balyoz, Oda tv, Devrimci Karargâh, ÇHD… Ne oldu, hepsi çöktü… Çünkü bütün davalar iktidarın tercihine göre şekilleniyor… Yargıçlar, savcılar hukukçudan daha çok, iktidarın memuru pozisyonundalar…

Bir insanlık suçu olan Sivas katliamı davasında zaman aşımı kararı alan mahkemeler bağımsız mı? Ali İsmail Korkmaz’ın davasını Kayseri’ye, Abdullah Can Cömert’in davasını “güvenlik gerekçesiyle” Hatay’dan Balıkesir’e alan zihniyet hukuki kaygılarla mı hareket ediyor? Okmeydanı Cemevi bahçesinde polis kurşunuyla öldürülen Uğur Kurt’a ateş eden polise “amirleri ateş etme, silah sıkma” talimatı vermesine rağmen, polisin ateş ederek Kurt’u öldürmesini savcının "meşru müdafaa" olarak değerlendirmesi hukukun bağımsızlığını mı, taraflılığını mı gösterir?

Elini nereye atsan yargının bağımsız olmadığını gösteren onlarca örnek var! Dönem değişiyor, isimler değişiyor, anlayış aynı! Hukuksuzluk, adaletsizlik diz boyu. Hukuk sistemi ve yargılama iktidara göre şekillendiği için dün kahraman olan bugün çok rahat hain olabiliyor! Dün hukuksuzluğu, adaletsizliği birlikte hayata geçirip, sıkı işbirliği yaparsan sonuç böyle olur… Sonra da… “Haram lokma yemedik” diye kahramanlık taslamaya kalkacaksın. Ürettiğin sahte belgeleri hemen unutacaksın! Hrant Dink’i de… Yıllarca hapiste yatırdığın kişilerle ilgili yaptıkların da “haram” sayılmayacak? “Şerefli polislermiş, ters kelepçeymiş, zulümmüş”, geçin bunları! Cemaatiyle, iktidarıyla hepiniz çok kirlisiniz…

Necdet Saraç/YURT