27 Eylül 2014 Cumartesi

Değerli Yalnızlığın Fotoğrafı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak New York’taki ilk gezisi olaylı geçti. New York polisi ile korumaları arasında tatsızlık yaşandı. Bir korumanın New York polisine “elle müdahale”ye kalkışması az kalsın gözaltına alınmasına yol açıyordu.
Ama bu “Sisi protestosu”nun yanında haliyle çok ufak bir olay…
“Sabah”, Sisi krizini zafer gibi takdim etmiş...
Darbeciyle oturmam!” manşetini çeken yandaş yayın organı, bu sözlerin üzerine “Erdoğan’ın diktatör Sisi’ye tavrı dünyaya ders” iddiasını yerleştirmiş…
Genel Sekreter Ban Ki-mun’un BM Genel Kurulu’na katılan liderlere verdiği öğle yemeğinde Erdoğan ev sahibi Ban Ki-mun ile Obama’nın masasına davetliymiş…
Tam bir diplomatik skandal olan bu öğle yemeği restleşmesini “Sabah” şöyle aktarıyor:
“(Erdoğan) yemeğe katılmak ve bazı temaslar için Türkevi’nden ayrılıp BM binasına gitti. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, masada Mısır’daki kanlı darbenin mimarı Sisi’ye de yer verildiğini öğrenince ‘Ben darbecilerle aynı masaya oturarak onları meşrulaştırmam’ diyerek yemeği protesto etti. Türkevi’ne geri dönen Erdoğan, yemek sonrası konuşmasında da Mısır’daki Sisi darbesi konusunda BM’yi topa tuttu.”
Ba-ba-ba-ba…
Haberin altında bir de fotoğraf var… 

Obama, yemekte konuşma yapıyor…
Kulak kesilmiş biçimde onu dinleyen İspanya Kralı 6. Felipe ile Güney Afrika Cumhurbaşkanı Jacob Zuma’nın arasında Erdoğan’ın oturması gereken iskemle boş kalmış, çürük diş gibi sırıtıyor…
Bu nasıl diplomasi?
Hak, özgürlükler, demokrasi âşığı”(!) Erdoğan’ın salt “ilke” temelinde protesto yaptığını varsayalım…
Türkiye’nin bir BM temsilcisi yok mudur?
BM büyükelçimizin Ban Ki-mun’un masasında kimin oturacağını önden haber alıp bunu cumhurbaşkanına gene önden bildirmesi gerekmez mi?
Sisi’nin aynı masada olacağını haber alan Erdoğan bu durumda “yemeğe katılamayacağını/ katılmak istemediğini” Ban Ki-mun’a zamanlıca bildirir, ev sahibi de ona göre ön alır ve yeni bir sofra düzeni kurardı.
Ya “Sisi”den -misal!- ya “Erdoğan”dan vazgeçerdi. İspanya kralı ile Güney Afrika cumhurbaşkanının yanındaki iskemle, hoş olmayan bir görüntüyle “boş” kalmazdı.
Haberden gördüğümüz kadarıyla “protokol masasındaki konuklardan” Erdoğan son anda haberdar olmuş.
RTE, Türkevi’nden çıkmış, Kasımpaşa’da komşu ziyaretine gider gibi BM binasına gelmiş, bir de ne görsün, darbeci General Sisi ile -hem de sadece bir koltukluk mesafe farkıyla!- kendisini aynı masaya koymamışlar mı! Basmış “van minüt”ü ve “Türkevi”ne geri dönmüş…
Maksat tribüne oynamak
Bu senaryoya kim inanır?
Diplomasi”nin de kuralları var…
New York büyükelçimiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bu tür bir emrivaki ile karşı karşıya bıraktıysa; görevini yapmamış demektir.
Ama BM daimi temsilciliğine dek yükselen bir diplomattan, koskoca devlet başkanını protokol masasında kiminle yemek yiyeceğinden önden haberdar etmemiş olmasını düşünemeyiz…
Ortada bir tek alternatif kalıyor; o da Erdoğan’ın bu görüntüyü uluslararası skalada Müslüman Kardeşler ve içerde de yandaşları için büyük bir “şov fırsatı” olarak değerlendirmesidir.
Masa komşularının kim olduğunu büyük olasılıkla önden bilen cumhurbaşkanı, Sabah’ın baş sayfasında yer alan “boş sandalya fotoğrafı”nın yaşama geçmesi için “konuk düzeninden” sanki son anda haberdar olmuş gibi yaparak, Davos’taki gibi bir defa daha “tribünlere oynamak” fırsatını yakalamıştır.

Bir de Ruhani’ye bakın
Erdoğan’ın “tribün” merakı ne ki Türkiye’nin “değerli yalnızlığını” derinleştiriyor…
Boş sandalye golünün” ardından TC cumhurbaşkanının konuştuğu BM Genel Kurul sandalyelerinin de boş kalması, irtibatsız gelişmeler değil…
Kendinden başka kimseye saygısı olmayan Erdoğan’ın “van minüt şovları” zincirinin sonunda Suriye, İsrail, Mısır, Libya’da nicedir temsilcimiz yok.
ABD başta olmak üzere NATO ülkeleri ile ekşiyen ilişkilerin encamı da ortada.
Birleşik Arap Emirlikleri gibi “kanka” Körfez ülkeleri bile bugün -hiçbir fotoşopun üzerini kapatamayacağı biçimde- Erdoğan’ı uluorta protesto ediyor.
Hal böyleyken kim BM Genel Kurulu’nda gelip RTE’yi dinleyecek?
TC cumhurbaşkanına kulak vermek isteyecek önemli başkent kaldı mı ortada? Tablo meydanda…
Erdoğan’ın uluslararası arenada yüzüne tutulan bu “değerli yalnızlık aynasına” bir bakın, bir de komşu İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin aynı camiada yaptığı konuşmanın yankılarını değerlendirin…
CNN, BBC, Bloomberg, France 24, RAI…
Global köyün tüm TV kanalları Erdoğan’ın konuşmasına ne denli kayıtsız kaldıysa; BM’de her çıkışı kale alınan Ruhani’ye o kadar yer verdiler.
Ruhani’nin BM konuşmasının tüm önemli başlıkları, satır aralarıyla uluslararası yazılı basın tarafından aynı şekilde masaya yatırıldı…
Dünya medyasında kapsadığı yere bakıldığında Erdoğan’ın New York protestosu, cirmi kadar yer yaktı.  

NİLGÜN ERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Karanlık Seviciler-ATAOL BEHRAMOĞLU

“Ahretçilik” kavramını Prof. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı çok önemli kitabında görmüştüm. 
Türk Tarih Kurumu yayını olan bu kitap bildiğim kadarıyla bu kurumca bir daha yayımlanmadı. 
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrenciliğim sırasında birkaç kez uzaktan gördüğüm bu saçları genç yaşta ağarmış Latince profesörünün vârisleri (sayın Prof.Oktay Sinanoğlu’nun ve sevgili Esin Af-şar’ımızın ağabeyidir) Atatürk ve Türkiye aydınlanma devrimi üzerine yazılmış bu eş-siz değerde kitabın kaybolup gitmesine izin vermemeli, yeni basımlarını sağlamalıdır. 
                                                                           ***
Sözünü ettiğim kitapta (şimdi anımsaya-madığım) Latincesiyle verilen “Ahretçilik”kavramını “öbür dünyacılık” diye de adlan-dırabiliriz. 
Ben bu kavramı “karanlık seviciler” diye adlandırabileceğimizi de düşünüyorum. 
Yani, yarasalar gibi karanlıkta yaşamaya alışmış; aydınlıktan, ışıktan, aydınlık olan her şeyden ürken yaratıklar. 
Düşünmek en çok korktukları, en istemedikleri şeydir. 
Dünyaya sanki var olmak için değil, yok olmak için gelmişlerdir. 
İyimser bir yorumla, bilinçaltlarında belki aşamadıkları bir ölüm korkusu yaşam korkusuyla karışmış, yaşayarak ve yaşamı yücelterek aşamadıkları için de ölüm korkusunu yücelterek onu aşmaya, engellemeye, bu korkudan kurtulmaya yönelmişlerdir… 
Bir bakıma, katiline, celladına âşık olma arazının (sendrom), belirtisinin bir benzeri... 
                                                                           ***
Karanlık seviciler ülkemizde uzunca bir süredir siyasal iktidarı ellerinde tutmaktadır. 
Bu onlara, sadece Cumhuriyet tarihimizde değil, tarihimizin önceki yüzyıllarında da hayal bile edilemeyecek karanlıklar saçma, toplumu karanlığa boğma, bugünleri ve gelecekleri karartma olanakları sağlıyor. 
Bu olanakları kendi bakımlarından başarıyla, ustalıkla, pervasızlıkla kullandıklarında da kuşku yok. 
Çokça yinelendiği için herkesin bildiği, içindeki su sonunda kaynamaya dönüş-mek üzere ısısı azar azar yükseltilen ten-cere-kurbağa örneğini bir başka örnekle pekiştirecek olursak, Türkiye toplumu so-nunda tam karanlığa gömülmek üzere ışığı azar azar azaltılan bir mekânda toplanmış bir insan kalabalığına benziyor... 
Bir gün tümüyle karanlıkta kalındığında, kimilerimiz belki ister istemez karanlık se-vici olacak, kimilerimiz de ümitsizlik içinde yitip gidecektir... 
Her iki durumun örneklerinin bugün de görüldüğü gibi... 
                                                                           *** 
Karanlık sevicilik, yaşam düşmanlığı, gelecek düşmanlığı, insanlık düşmanlığıdır. 
Ergenlik çağına ulaşmamış kız çocuklarımızın başlarını da karanlıklarla örtmek, bu sevgili başların içindeki beyinleri de aydınlıktan yoksun bırakmak, karanlıklara gömmek içindir. 
Çocuk düşmanlığı, kadın düşmanlığıdır.
 
Yurdunu, çocuğunu, insanını seven, eği-timci, siyasetçi, anne baba, yazar çizer, sa-natçı, insanım demekten utanç değil onur duymak isteyen herkes, karanlık sevicilerin bu son alçaklığına engel olmak için elden gelebilecek her şeyi, ama her şeyi yapmalı; ülkemizde evrensel aydınlanma değerleriy-le birlikte güzelim ülkemizin kendisinin de yok oluşu demek olacak bu yurt hainliğine, aydınlanma düşmanlığına, çocuk katilliğine geçit vermemelidir. 
Ve son bir söz: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin din dersi zorunluluğunu kaldıran kararını kabul etmeyeceğini bildi-ren ve sayısız hukuk tanımazlığın altında imzası bulunan bu karanlık seviciler iktida-rını ben de evrensel hukuk açısından yasal görmüyor, açıkça destekledikleri İŞİD’çi katillerle aydınlanma ve yaşam düşmanlı-ğında aynı suç ve erdemsizlik düzeyinde bulunduklarını düşünüyorum.

ATAOL BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet

21 Eylül 2014 Pazar

Dehşet tüneli-ERHAN NALÇACI/ SOL

Yakın tarihi az çok bilen herkes yeni bir emperyalist paylaşım savaşının kokusunu alıyor.
1898 İspanya-ABD, 1904 Japonya-Rusya, 1914 Birinci Dünya, 1939 İkinci Dünya Savaşları…
Paylaşım savaşlarının belirtileri bir yandan genellenebiliyor, diğer yandan da dönemin özgünlükleri kendisini gösteriyor.
Paylaşım savaşlarına bir hegemonya krizi eşlik eder. ABD’nin bir hegemonya krizi yaşadığı fark ediliyor. İktisadi üstünlüğünden ve doların karşılıksız bir para birimi olarak dayatılmasından, ideolojik gücüne kadar birçok açıdan hegemonyayı sürdürmekte zorlanıyor.
Buna karşılık önceki paylaşım savaşları ile uyumsuz bir nokta var. Öncekilerde güçlenen emperyalist ülke hegemonyayı tehdit ederken saldırganlaşır, savaşı kışkırtırdı. Oysa şimdi hegemonyayı kaybetmeye aday olan savaşı kaşıyor.

Önceki paylaşım savaşlarına göre dönemin özgünlüğü, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası siyasi coğrafyanın yeniden yapılandırılması ile açıklanabilir. Geçen yüzyıldaki sosyalist iktidarlar dünyayı öylesine derinden etkilediler ki, ABD ve müttefikleri 1990’dan bu yana bu coğrafyayı istedikleri gibi çözemediler.
Avrupa’daki Halk ve Sosyalist Cumhuriyetleri, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Sudan, Libya … Emperyalizmin kendi egemenliğinde bir bölgeler coğrafyası oluşturma stratejisi sonunda duvara tosladı. Duvara tosladığı yer, emperyalizmden bağımsız bir devlet geleneği ve askeri güç geliştirmiş, artık kapitalist ülkeler olmasına karşılık egemenliği ve bağımsızlığını ABD’ye devretmeye yanaşmayan eski sosyalist ülkeler coğrafyası oldu.
Paylaşım savaşları öncesi ülkeler arası ittifaklara dayalı bloklaşma yaşanır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Kanada ve irili ufaklı birçok ülkeye karşı Rusya, Çin, İran, Kazakistan, Kırgızistan ve bir dizi ülke arasında belirgin bir bloklaşma yaşandığı görülüyor.
Yine bir diğer belirti, saldırgan tarafın emperyalizm döneminin siyasi enstrümanı olan faşizme başvurmasıdır. Baltık ülkelerindeki faşizan eğilimler, Ukrayna’daki faşist darbe, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerdeki ırkçı partilerin yükselişi ve El Nursa, Boko Haram, IŞİD gibi örgütler bu genel eğilimin yansıması olarak görülebilir. Biçimsel olarak farklı faşizan eğilimler ortak bir kökten yükseliyor ve paylaşım savaşının adım sesleri olarak kendisini gösteriyor.
Başka bir belirti askerileşme ve kuşatma operasyonları… Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi, Japonya’nın hızla askerileşmeyse başlaması, Pasifik’teki askeri yığınak, karşılıklı büyük askeri tatbikatlar… Geçen yüzyılın kazanımlarına dayanarak egemenliğini koruyabilen Suriye’ye IŞİD’i bahane ederek saldırmak ve bu yolla Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin engelinin aşılmak istenmesi…
Bu savaş engellenebilir mi?
Bunun bir koşulu emperyalist ülke ve hegemonyası alanındaki ülkelerde işçi sınıfının siyasi öncülerinin iktidarı talep eden mücadelelerini yükseltmeleri ve iç savaş kartını açmalarıdır, fakat bunun ön belirtileri eşitsiz gelişim dikkate alındığında bile henüz güçlü değil.
Bir diğer koşul, emperyalist ülkelerin egemen sınıflarının sağduyulu davranması, önceki yıkımların deneyimlerini hatırlamasıdır. Bir noktadan sonra burjuvazi savaşın kaçınılmaz olduğuna ve kazanabileceğine ikna olarak düğmeye basar. Henüz bu noktaya gelinmedi ama sağduyularına güvenmek saflık olacaktır.
Ya bloklar arasında uzlaşma olasılığı… Süreç karşı ataklarla ve uzlaşmalarla giden bir taktik savaşa dönüşmüş durumda, buna karşılık nihai bir uzlaşma emperyalizmin yapısına aykırı.
Böyle bir durumda işçi sınıfının öncü partileri hangi taktiği öne çıkarmalıdırlar? Yurtseverliği mi, yoksa “emperyalist savaşa hayır”ı mı?
İşçi sınıfı yurtseverliği sosyalist mücadelenin önemli ve doğal bir bileşenidir. Ayrıca emperyalistler tarafından işgale uğrayan ve kendi egemen sınıfları tarafından satılan ülkelerde komünistler tabi ki yurtseverliğin bayrağını yükselteceklerdir.
Ancak önümüzdeki dönem emperyalizmin hegemonyasındaki coğrafyada bütün komünist partilerin temel belgisi “Emperyalist savaşa hayır” ve stratejisi savaşı devrimle karşılamak olacağa benzemektedir.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun ABD’nin Ortadoğu’daki yeni seferine mesafeli olmalarının emperyalizme karşıtlıkla alakası olmadığının hepimiz farkındayız. IŞİD ile nasıl bir siyasi, ideolojik, iktisadi bağ ve hayaller kurdularsa topu çeviremiyorlar.
Dünya bir altüst oluşa doğru hızla ilerliyor. Sosyalizme geçiş çağı bir dehşet tünelinin içinde olgunlaşıyor.

ERHAN NALÇACI
SOL

Müjde... Yeniden AB’ye Giriyoruz!-MUSTAFA BALBAY

Öncelikle Musul Konsolosluğumuzda görevli 46 yurttaşımızın özgürlüğünden... duyduğumuz sevinci paylaşalım. Bir daha böyle bir acı yaşamamayı dileyelim. 
Davutoğlu hükümetinin ilk işlerinden biri AB sürecinin canlandırılacağını duyurmak oldu. Bakanlar Kurulu’nun 15 Eylül’deki toplantısının ana konusunu bu oluşturmuş. 
Başbakan salt bu amaçla kurulmuş olan AB Bakanlığı’nın çalışmalarının yetmeyeceğini, bütün bakanların bir ayaklarının Brüksel’de olması gerektiğini söylemiş. Ardından eklemiş: 
“Tam saha pres yapacağız. Attığımız her adımı anlatacağız...” 
AB Bakanı Volkan Bozkır da Bakanlar Kurulu’nda gördüğü kabulle yeni bir AB Eylem Planı hazırladıklarını duyurdu. Bu planın parolası da Başbakan’ın yukarıdaki sözlerine denk: 
Kararlılık, süreklilik ve etkinlik! 
Her biri ötekinden daha heyecan verici... 
Sürekli ve etkin çalışarak, kararlı bir şekilde AB’ye gireceğiz. 
Çevre ülkelerle yaşadığımız sorunlardan kadın cinayetlerine, ekmeğin aslanın ağzında değil Azrail’in elinde olduğu ilkel çalışma koşullarından eğitimin içinde bulunduğu karmaşaya kadar her alanda döküldüğümüz şu günlerde hükümetin AB sürecini yeniden anımsaması ne güzel!
***
Türkiye’nin çağdaş yaşam değerlerini yakalamasını kim istemez... 
Bu yolda AB’ye eşit koşullarda tam üyelik de elbette güzel bir hedef. 
Ne var ki, AKP iktidarının AB karnesine bakınca umutlu olmak, AB Eylem Planı diye hazırladıklarının gerçekten yaşama geçeceğine inanmak güç.
Kısa bir anımsatma yapalım; AKP iktidarının ilk zamanlarında yılda ortalama iki kez AB’ye giriyorduk. AB ilerleme raporlarının açıklandığı dönemlerde en küçük gelişme AB’ye girişin habercisi olarak sunuluyordu. Meclis’ten geçen her yasa aynı zamanda bizi AB’ye bir adım daha yaklaştırıyordu. Hükümet katlarında yapılan en ileri tarihleme şuydu: 
“En geç 2014’te AB’ye tam üyeyiz...” 
Ancak 2006’dan itibaren işin şekli değişti. Hükümet o tarihte AB’ye giriş hayalleri üzerinden alabileceklerini aldığını, kendi meşruiyetini yerleştirme işlemini bu yolla tamamladığını düşündü. 

Artık AB’ye giriş yok, AB’ye girişmek vardı. Bu politika pek çok AB ülkesinin de canına minnetti. “Türkiye AB’ye üye olacak ufka sahip değil, kol mesafemizde tutalım yeter” diyenler için birebirdi.
***
Davutoğlu ile birlikte hükümetin yeniden AB’ye girme kararı aldığını görüyoruz. 
2000’li yılların başındaki kadar heyecan verici sözcüklerle olmasa da “tam saha pres” gibi, “kesin kararlılık” gibi vurgularla başlayan bu yeni yolculuk nereye kadar gider? 
Volkan Bozkır 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la çok yakın çalıştığı 1980’li yıllardan beri Türkiye’nin AB serüvenini yaşıyor. Dileğimiz o ki, AB ile sağlıklı bir diyalog kurulmasını sağlasın, güven versin, Türkiye’nin yönünü belirlemede etkin olsun. 
Ancak Davutoğlu’nun saplandığı stratejik derinlikte uygarlık hedefine yürümekten çok Ortadoğu’daki “kadim coğrafyayı kucaklamak” var. 
Uygarlık hedefine yürürken başta Ortadoğu olmak üzere öteki coğrafyalar elbette ötelenmemeli, ama karşınızda her şeyi kanla anlatmaya çalışan, kendisinden başka herkesi düşman gören bir anlayış varsa, hiç değilse durup bir yutkunmalı. 
Hükümet kaynaklı haberlerde yeniden AB tanımını görmek bizi zaman tünelinde yolculuğa çıkardı. Başta Erdoğan olmak üzere hükümet temsilcilerinin Brüksel’i yol edindiği günlere götürdü. 
AB’yi özlemiştik... 
Şöyle birkaç kez girip çıkmak başta hükümet olmak üzere hepimize iyi gelecektir!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

İngiliz - İskoç Fıkraları-ALİ SİRMEN

Sevgili, Perşembe günü yapılan bağımsızlık referandumu dolayısıyla, bütün dünyanın gözü, İngiltere ve İskoçya’nın üstündeydi. Önemi dolayısıyla konudan çıkarılması gereken derslere gelecek yazıda değineceğim. Bugün İngiltere ve İskoçya ile ilgili kimi yaşanmış, kimi tarihi
fıkralara değineceğim. İngiltere ve İskoçya’ya ilk kez, Akşam gazetesinde genç bir gazeteciyken 1967 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın resmi gezisini izlemek için gittim. Gezi,Abdülaziz’in tarihi İngiltere ziyaretinin yüzüncü yılına rastladığı için çok önemseniyordu. Görkemli oldu. Abdülaziz’in o ünlü gezisine katılan Tanzimat’ın ünlü simalarından Keçecizade Fuat Paşa ile ilgili çok hoş bir fıkra vardır. Ne kadar gerçektir bilinmez ama yine de anımsamakta yarar var, Çok nüktedan olan Keçecizade Fuat Paşa Kraliçe Victoria ile konuşurken, “Siyasette her şeyin bir bedeli vardır, satılık olmayan bir şey yoktur” deyince Kraliçe abarttığını söylemiş, Fuat Paşa ısrar etmiş, bunun üzerine Kraliçe alaycı bir ifade ile, - Ne yani, demiş, mesela bana ne önerebilirsiniz ki? Fuat Paşa taşı gediğine koymuş: - Gördünüz mü Haşmetmehap, pazarlık başladı bile!
***
Cevdet Sunay, Fuat Paşa gibi kıvrak zekâlı bir politikacı değildi. Hatta gezide, az daha bir de skandala yol açıyordu. İskoçya’nın başkenti olan Edinburgh’da rahmetli Sunay, konuşmasına şöyle başladı: - Şirin kasabanıza gelmekten çok mutluluk duydum. Allah’tan çeviriyle görevli genç diplomatımız hiç tereddütsüz bunu güzel başkentinize gelmekten diye tercüme etti. Perşembe günü yüzde 45’e - yüzde 55 ile Birleşik Krallık’a bağlılık kararıyla sonuçlanan referandumun ülkesi İskoçya’ya daha sonraları da çeşitli vesilelerle gittim. İskoçları hep cana yakın, sevecen kişiler olarak tanıdım. Bir keresinde, dostum Teoman Hnal’ın düzenlediği bir viski tadım turunda, birçok uzman tarafından dünyanın en iyisi viskisi olarak kabul edilen Mc Allan’ı ziyaret ederken kuruluşun İskoç olan genel müdürüne sordum: - Hep İngilizlerin uydurduğu İskoçları, nekes gösteren İskoç fıkraları okuyor ve dinliyoruz, herhalde siz İskoçların da İngiliz fıkraları vardır, anlatır mısınız? Ev sahibimiz, enfes viskilerimizi yudumlarken anlatmaya başladı: “İki İskoç İngiltere sınırını geçmişler ve koyun çalarken yakalanmışlar. Hemen mahkemeye çıkarılmışlar. Savcı söz iddianamesiniokumaya başlamış: - Koyunlarımızı çalmak üzere sınırımızı geçen bu iki adam...İskoçlardan yaşça büyük olanı, savcının sözünü keserek itiraz etmiş: - Hayır sayın yargıç, biz kadınlarınızı çalacaktık. Ama onları görünce vazgeçip koyunlarınızı çalmaya karar verdik!”
***
Bir de İngiliz emperyalizmini ince ince taşlayan fıkra var ki şöyle: “Tanrı dünyayı yaratırken, her ülkeden bir kişiyi huzuruna çağırıyor ve onlara neler ihsan edeceğinisayıyormuş. Sıra İskoç’a gelmiş Yüce Tanrı anlatmaya koyulmuş: - Sana sulak yemyeşil bir ülke veriyorum. Yanında bir hayat suyu (viski) veriyorum ki, ister iç keyfini sür, ister sat yolunu bul. - Teşekkür ederim! - Acele etme, bitmedi! Bunların yanı sıra, sana gelecek zamanlardan birinde denizden çıkan bir servet de bahşedeceğim. İskoç, keyiften ağzı kulaklarına vararak şükranlarını sunmuş: - Beni herkesten daha imtiyazlı kıldığın için sana şükürler olsun Tanrım, - Dur şapşal demiş ulu Tanrı, daha komşu olarak kimi vereceğimi henüz anlatmadım!” Yine de İskoç’un konumunu abartmayalım. Bir zamanlar İngiltere’ye komşu olmayan kimse yoktu. O zamanlar Birleşik Krallık ülkeleri keyfince parçalara ayırır, bölerdi. Ama köprülerin altından çok sular aktı. 18 Eylül 2014 tarihinde bir zamanlar herkesi dilediği gibi bölen Birleşik Krallık ve egemeni İngilizler bölünmekten kıl payı kurtuldukları için şükrettiler. Eeee, etme bulma dünyası!  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

19 Eylül 2014 Cuma

Deniz Bitti- ÖZTİN AKGÜÇ

Acemi kaptan gemi karaya vurduğunda tepki gösteren yolculara olayı açıklamış;“deniz bitti”. Ekonomimiz açık denizlerde rota belirlemeden esen yellere göre yalpaladıktan sonra, rüzgârın karaya doğru esmesiyle karaya oturdu. Şimdi sorumluluk, rota belirleyemeyen, gemiyi açık denizlerin akıntılarına bırakan acemi kaptana değil de esen rüzgâra yüklenmeye çalışıyor. 
Ekonomimize başarı övgülerinin düzüldüğü dönemlerde denizin bitmekte olduğu, geminin karaya oturacağı; ekonominin uzun süreli durgunluk içinde enflasyon sürecine gireceği öngörülmüş, önlemler alınması, politika değişikliği önerilmişti. Ancak başarı gösterisiyle, küçümsemeyle uyarılar umursanmamıştı. IMF’ye borç ödendiği cakası satılırken, “Politika değiştiremiyorsanız IMF ile bir stand-by anlaşması yapın” önerisi herhalde tebessüm yaratmıştır. 
İktisat bilim olarak kabul ediliyorsa, olaylar arasında illiyet bağı, neden-sonuç ilişkisi kurulması, sağlıklı öngörülerdebulunulması gerekir. Öngörülerin, tahminlerin, politika önerilerinin sağlıklı teorik temellere dayanması, sayısal verilerle, ülkenin ve benzer ülkelerin geçmiş deneyimleri ile de desteklenmesi gerekir. 

Geminin karaya oturduğunu, ekonominin uzun dönemli durgunluk içinde enflasyon sürecine girdiğini görmezden gelip, hâlâ gelecek için temelsiz pembe tablolar çizmenin, rakamları daha parlak boyamaya kalkışmanın pratik bir yararı olamaz.
Özeleştiri, politika değişikliği yapılarak ciddi önlemler alınması gerekirken; günümüzde daha şişkin GSYH tahminine yönelerek, fiyat endeksinin yapısını değiştirerek, gıda maddelerinin sepet içindeki ağırlığını azaltarak enflasyonu düşük gösterip sanal bir âlemde gemi yüzüyormuş algısı yaratılmaya çabalanıyor. 
Ekonomi nasıl ve neden büyüyecek? İstihdam nasıl yaratılacak? Enflasyon niçin yavaşlayacak? Bu soruların yanıtını somut verilere, önlemlere, politikalaradayanarak vermek gerekir. Önlemler alır, tutarlı politikalar belirler, izlerseniz, sonuç olarak da büyümenin hızlanmasını, fiyat artış hızının yavaşlamasını, istihdam artışını bekleyebilirsiniz. Bunun yerine yalnız politikacı ve bürokratlar değil, TV kanallarında yorum yapanlar, ürkek iş âlemi de niçin ve nedeni belirsiz, dayanaksız iyimser beklentiler açıklıyor. 
Reel geliri artmayan, işsizlik oranı ve işsizlik kaygısı yüksek, aşırı borçlu, parasal yükümlülükleri gelirinin yüzde 50’sini aşmış, gelecekteki gelirlerinin büyük bir bölümünü harcamış hane halkı nasıl tasarruflarını ve tüketim harcamalarını artırabilir? Yeterli iç kaynak sağlayamayan, tahsili gecikmiş alacakları hızla artan bankalar, nasıl tüketici kredilerini daha da genişletebilir?
Üretim kapasitesini tam kullanamayan, mali yapısı bozuk, kaynak yaratamayan, talep yetersizliği sorunu yaşayan özel kesim nasıl olur da yeni büyük yatırımlara girişir? Hangi güdü ve beklentilerle yatırım yapar? 
Ekonominin durağanlaşması, ithalatın hız kesmesi nedeniyle vergi gelirleri yavaşlayan, bütçe açığı oluşan merkezi yönetim, hangi kaynaklarla kamu yatırımlarını, kamu tüketim harcamalarını artırabilir? 
İhracat çekişli büyüme olanaklı mı? Stratejik, ileri teknoloji ürünü değil, ağırlıklı olarak tüketim malı dışsatımıyla, dışa bağımlı ithalat girdi oranı yüksek montaj nitelikli sanayiler ile ulusal geliri artırıcı bir ihracat atağı olanaklı mı? 
Mali disiplini koruyarak, faizleri düşürerek enflasyonu yavaşlatacak, büyümeyi hızlandıracak, cari açığı daraltacak ve istihdam da yaratacaksınız. Tam bir ekonomik açmaz, ekonomik puzzle. 
Her ekonomi, sonunda yapılan hataların bedelini öder. İzlenen politikalarla, yeteneği sınırlı kadrolarla yaşanan ekonomik açmaz nasıl çözülebilecek? Göreceğiz.

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

Ankara’nın Dünü (1)…-ÖZGEN ACAR

Anımsarsınız! Atatürk Orman Çiftliği’ndeki (AOÇ) “Yeni Türkiye”nin Başbakanlık binasının, gerçekte Sultan için yapıldığını ilk kez bu köşede yazmıştık. 
Yine anımsayalım… Gazeteler, bu binaya ABD’den esinlenerek “Beyaz Saray” adını takmışlardı. “Beyaz Saray” yerine “AK Saray” adını bu köşede ilk biz kullanmıştık. Başbakan Ahmet Davutoğlu binanın adını “AK Saray” olarak açıkladı. İster istemez binanın isim babası olduk! 
Sultan, bu bina ile “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini gösterdi! Tarihçiler, sanat tarihçileri, mimarlar, Sultan’ın bu sözlerini tartışıyorlar. Biz de bu tartışmaya Ankara’nın tarihi ile girelim...
***
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne giderseniz, 15 milyon yıl öncesinde Ankara Kazan’da yaşamış fil, gergedan, dev kaplumbağa kemiklerini görürsünüz. “AnkaraPithecus” adlı maymunun kafatası ile de tanışabilirsiniz. Charles Darvin’den yakıştırmayla, şu ana kadar bilinen ilk Ankaralı hemşerimiz diyebiliriz! Kısa bir süre önce Evren’de 10 milyon yıllık zürafa kemikleri de bulundu. 
Ankara Garı, Kale, AOÇ, Dikmen, Etlik, Keçiören gibi noktalarda, kent dışında, il içinde birkaç yüz binyıl öncesinde “paleolitik (yontma taş)” dönemde mağaralarda yaşan Ankaralı hemşerilerimizin kullandıkları taştan alet ve silahları da görebilirsiniz. Şimdi AOÇ’de Tayyip Sultan Dönemi” başlıyor! 

İÖ 7500-5500’lerde mağaradan düze çıkıp göl ve nehir kıyısına yerleşen, avcılık ve toplayıcılık yerine, tarım yapan ve hayvan evcilleştiren “neolitik (cilalı taş)” dönemi insanlarının Ankara Kalesi ve Çubuk Çayı çevresinde kullandıkları taştan araç ve silahlar da sergileniyor. 
Maden kullanmayı öğrenen Ankaralı “kalkolitik” dönem hemşerimizin İÖ 5500–3000 yılları arasındaki kalıntılarına ise Karaoğlan ve Yazırhöyük’te rastlanmıştır. 
Ankaralı hemşerilerimiz, Afganistan’dan kalayı getirtip bakırla karıştırıp “tunç dönemini” başlatan Anadolu’daki öncülerinden etkilendiler. İÖ 3000 –2000 yılları arasındaki yapıtları Ahlatlıbel, Çankırıkapı, Eti Yokuşu ve çevre ilçelerde bulundu. Sonraki yüzyıllarda Asurlu tüccarların, Hititlerin bulgularına çeşitli yerlerde rastlanmışsa de “kentsel yerleşim” henüz gün ışığına çıkmadı. 
Ankara’nın “belgelenen geçmişine” İÖ 8. yüzyılda Trakya göçmeni Frigler damgalarını basarlar. Başkent Gordion, yakınındaki Hacıtuğrul’un yanı sıra, Kale, Hacıbayram yöresi, Türk Tarih Kurumu ile Gar binaları ve AOÇ’de çeşitli Frig tümülüsleri görülmüştür. Kafkaslar’dan İÖ 690’ların ikinci yarısında gelen Kimmerler’e yenilen Frigler’in ünlü eşek kulaklı kralı Midas’ın boğa kanı içerek intihar etmesinden sonra Karun’un Lidleri’nin izleri görülür. 
Ankara zamanla Galatlar’ın egemenliğine girdi. Hani içtikleri kuvvet şurubu ile Romalıları yenen Asteriks, Obeliks (Oburiks) var ya… İşte onların akrabaları olan Galatlar da Fransa’dan gelip Kale, Gordion ve Gâvur Kale arasındaki bereketli yaylaları yurt edindiler. Çeşitli aşamalar geçiren kentin simgesi Kale, Galat kökenlidir
İÖ 27’den sonra Asteriks ile Obeliks’in kuvvet şurupları işe yaramamış olacak ki Ankara Roma egemenliğine girmekle kalmaz, Anadolu’da Romalıların ve sonrasında Bizans’ın yayılmasında önemli rol oynar. 
Bizans döneminde Ortodoksluğun 4. önemli merkezi olur. “Galatya Metropoliti”Ankara’da oturur. Hıristiyanlığın 1. Konsil toplantısının tohumları Ankara’da atılır. 
Araplar 7. yüzyılda Konstantinopolis’i kuşatmadan önce Ankara’da boy gösterirler. 812’de Abbasi Halifesi Harun Reşit, işgal ettiği kentin tunç kapılarını Bağdat’a götürür. 
Bizans İmparatoru Diyojen’in yenilmesinden sonra Malazgirt dönüşü imparator olanKomnenos, kardeşi İsaakios ile Ankara’da üç gece dinlenir. İşin ilginç yanı Anadolu’yu talan eden Haçlılar, Danişment Türklerinin saldırılarının yıkımları nedeniyle 1101’de Ankara’da büyük onarım yaparlar. 
Konya-Kayseri odaklı Anadolu Selçuklu Devleti’nin sultanı Keyhüsrev ölünce yerineKeykavus seçilir. Ağabeyinin yerine tahtta gözü olan Keykubat, Erzurum MelikiTuğrul Şah ile anlaşarak ağabeyine saldırır. Yenilince Ankara Kalesi’ne sığınır. Keykavus kaleyi kuşatır, Keykubad’ı Malatya’daki Minşar Kalesi’nde hapseder. 1220’de genç yaşta veremden ölünce, Keykubat tahta geçebildi. Aslanhane Camisi o günlerden kalmadır... Selçukluların Ankara özeti bu kadar! 
Ankara, döneminin iki üstün güç kavgasına da sahne oldu. Osmanlı İmparatoruYıldırım Bayezit, 1402’de Ankara’da aksak Timur ordusunu durduramaz. Ankara Kalesi, Timur’un “Dünya senin gibi kör, benim gibi bir topala kaldı” dediği Yıldırım Beyazıt’ın bir süre hapishanesi olur. Bir yıl sonra Timur’un geri dönmesiyle Ankara’da “şehzadeler kavgası” sahnelenir. 
Doğu Roma’nın ilk imparatoru Arkadius (395-408) Ankara’yı “imparatorluğun yazlık sarayı” olarak kullandı. Düşünebiliyor musunuz, koskoca Bizans’ın ilk imparatoru İstanbul’dan kalkıp tatil, temiz hava, bol gıda için Ankara’ya dinlenmeye geliyor! 
16. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında tiftik keçisi tüyünden “sof”lar yabancılara bir kervansarayda pazarlanır ve tüccarlar bitişik handa kalırlardı. Bu kervansaray ve han günümüzde Anadolu Medeniyetler Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.
***
Hitit metinlerinde “Ankurava” ve “Ankuva” denilen yerleşmenin Ankara olduğu düşünülüyor. “Yüce Anka” anlamına gelen “Ank(a)- ura” sözcüğünün bir “Ana tanrıça tapınağı” ile bağlantısı üzerinde duruluyor. 
Bir söylenceye göre de Kral Midas“bir çıpa” bulduğu yerde Ankara’yı kurmuş.“Ankyra” sözcüğü Yunancada “çapa” demek. İngilizcedeki “Anchor” sözcüğü de“çıpa” demek değil mi? Roma döneminde Ankara’da basılan sikkelerde “çıpa”vurgulanırdı. 
Araplar kentin adını “Ankyra”dan bozma “Engrü”ye dönüştürdüler. Tiftik ticareti yapan yabancılar da yalnızca kentin adını “angora” olarak söylemekle kalmadılar, bu yüne de “angora” adını verdiler. 17. yüzyıldan sonra “Ankara” sözcüğü ile bugünkü adına ulaşan başkentimizin geçmişini anımsatmayı sürdüreceğiz…  

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

14 Eylül 2014 Pazar

Zihinde Geri, Zehirde İleri-MİNE KIRIKKANAT

AKP iktidarı Türkiye’nin kendine yeten geleneksel tarımını bitirdi, tarımcıyı çokuluslu şirketlere borçlanmaya ve halk sağlığına zararları gün geçtikçe daha çok ortaya çıkan kimyasal destekli entansif tarıma mahkûm etti.
Ama ülkemizde ne görsel medya tarımcıları bir tartışma programına çağırıyor, ne de yazılı basın konuyu enine boyuna işliyor…
Oysa yabancı medyalar, tarım modelleri ve tarımcılar üzerine giderek daha çok tartışma açıyor. Neden?
Çünkü su ve besin, tüm canlıların yaşam kaynağı. Dünyada temiz su rezervleri zaten azalıyor, besin ise çokuluslu kimya lobisinin rüşvetle suladığı yoz hükümetlerin onayıyla dünyayı zehirleyen dev şirketlerin doymak bilmeyen kâr iştahasına terk edildi.
Türkiye, AKP iktidarı tarafından besin zincirini tarımdan hayvancılığa her aşama ve alanda tahakkümü altına alan bu çokuluslu şirketlere, eli, ayağı ve gözleri bağlı olarak teslim edilen birkaç ülkeden biri.
Ne var ki yerli tohumu yasaklayan, organik tarım yapılabilecek temiz toprak bırakmayan, doğal gıdalarla besi hayvancılığını yok eden bu politikalar, Türkiye’de doğru dürüst, enine boyuna tartışılmıyor.
***
Örneğin son günlerde, Kızılırmak’a bağlanan Ankara şebeke suyuna atık suların karıştığı iddiaları var.

Başkent BBB Melih Gökçek, kameraların karşısına çıkıp su arıtma şovu yaptı. Güya pisliklerden arıtıldıktan sonra şişelenen şebeke suyundan içti. Ama çeşme suyu içmeyen Sağlık Bakanı başta, kimseyi Ankara musluklarından akan suların içilebilirliğine inandıramadı, inandıramaz.
Bu ülke, kameraların karşısına çay bardağıyla çıkıp “Bakın radyoaktif değil!” diye kafaya diktikten sonra radyoaktiviteye bağlı kanserden ölen bakan da gördü.
Gönül isterdi ki Melih Gökçek de başkentin su şebekesine bağladığı Kızılırmak suyunu, doğruca nehirden, maşrapa maşrapa içsin!
Çünkü asıl sorgulanması gereken ve sorgulanmayan, Kızılırmak suyunun niçin şebekeye bağlandığı değil, nasıl olup da süzülse bile lağım koktuğu, kimyasal atıklarla zehirlendiği…
İşte tam da bu yüzden tarım ve çevre politikalarından söz ediyorum.
AKP iktidarının Türkiye’ye en büyük zararı, en zehirli hıyaneti, bu politikalardır.
Ülkemizin akarsularını, denizlerini, göllerini salt fabrika artıkları kirletmiyor. Tarımda kullanılan kimyasal ilaç ve gübreler, artı hayvanların dışkısı yoluyla toprağa karışan antibiyotikler, kimyasal gıdalar, hem tarlaları zehirliyor, hem de yeraltı sularını…
***
Birkaç yıl önce Fransız televizyonunda, atalarından gördüğü geleneksel yöntemlerle doğal gübre ve böcek kovucu otlar kullanarak organik tarım yapan bir köylüyle, kimyasal gübre ve ilaçları savunan bir uzmanın tartışmasını izlemiştim.
Programın son dakikalarında, tarım köylüsü cebinden bir avuç toprak çıkardı, ağzına attı, çiğnedi, yuttu ve uzmana dönüp: “Bu benim tertemiz toprağım” dedi. “Yedim,yerim ve hasta olmam. Cesaretiniz varsa siz de reklamını yaptığınız kimyasaldan bir avuç yiyin, bakalım o kadar zararsız mı!”
Kimyasal savunucusunun tepkisi ne oldu dersiniz?
Unutmayın ki teröristler, kimyasal gübreyi bomba yapımında kullanıyorlar. Fransız uzmanda da savunduğu haltı yiyecek yürek elbette yoktu. Hırsla yerinden kalkıp, programı terk etti.
Tarımda kullanılan kimyasal zehirlere, ekleyin lağımlara karışan deterjanları, güya temizlik adına kullanılan diğer zararlı maddeleri ve fabrika atıklarını; işte size dolu olduğunda tehlikeli, azaldığında ölümcül bir karışıma dönüşen ırmaklar, göller, barajlar ve sonuçta, balıkların öldüğü denizler.

***
Doğrudur ki bütün dünyada suların, toprakların kirlenme sorunu var. Ama halkın bilinci oranında “ileri” dediğimiz, çünkü her alan ve anlamda seçtiği iktidarlardan hesap sorduğu gelişmiş ülkelerde altyapı sorunu yok. Altyapı dediğimiz temiz su, pis su kanalizasyonları gayet doğru kurulmuş. Fabrika atıkları denetleniyor. Yeraltı sularına lağım ve fabrika artığı sızmıyor. Nehirlere, göllere ve denizlere de akıtılmıyor. Zaten bu nedenledir ki Batı ülkelerinin hemen tamamında, musluktan akan şebeke suyu içilebiliyor.
Musluklarından akan suların yarım yüzyıldır içilemediği tek “ileri demokrasi” Türkiye.
Üç yanı denizle çevrili olup denize girilmesi sağlığa zararlı tek dünya megapolü İstanbul.
Zaten tüm kentleri az ya da çok, ama mutlaka lağım kokan tek NATO üyesi ülke de bizimki!
G NOKTASI
“Sayın Mine Hanım, merhabalar.Lağım Kokusu, İnsan Dokusu adlı son yazınızı ilgiyle ve ibretle okudum.
Yazınızda, ‘Türkiye’nin öteki büyükşehirleri farklı mı’ diye soruyorsunuz.
Ailem ile beraber Hatay’a araçla bir yolculuktan yeni döndüm ve sırayla Samsun, Çorum, Yozgat, Kayseri, Niğde, Nevşehir, Adana illerinin ya içinden ya da civarilçelerinden geçen karayollarından geçerek yolculuk yaptık.
Abartmıyorum, belirli noktalarda her ilin kanalizasyonunu koklayarak geçtik ve hatta aramızda ‘en iğrenç kokan hangisi?’ diye espriler de yaptık.
Bilgilerinize sunmak istedim. Kolay gelsin, başarılar dilerim...”
Prof. Dr. B.T.
“Büyük eser, toprağın sessizliği içinde yaratılandır.”
ERİK GUSTAF GEİJER  

Mine Kırıkkanat
Cumhuriyet

İşbilir, Namuslu ve Cesur-EMRE KONGAR

Siyaseti, hizmet değil, zenginleşme yolu olarak gören politikacıların siyasaldilimize kazandırdığı çok kötü bir deyiş var: 
“Çalıyor ama iş de yapıyor!” 
Üstelik saptırma bununla da kalmıyor, sanki namuslu olanlar beceriksizmiş gibi “Çok namuslu ama, iş yapamıyor” diye sanal ve yanlış bir yargı da seçmenin zihnine pompalanıyor. 
Bu tür söylemler sadece politikanın ve politikacıların değil, genel ahlakın da altını oyuyor ve toplumu gittikçe yozlaştırıyor. 
Sonuç olarak son rüşvet ve yolsuzluk olaylarında görüldüğü gibi, bu tür ahlaksızlık ve kanunsuzlukların üstü örtülüyor.
***
Oysa gerçekler hiç de böyle değil: 
Sevgili okurlarım Eskişehir’de mucizeler yaratan Prof. Yılmaz Büyükerşen örneğini çok iyi bilir... 
Yepyeni bir yapıya kavuşturduğu Eskişehir kenti Anadolu’nun ortasında, bir uygarlık anıtı olarak gözlerimizi kamaştırıyor.
***
Bugün size bir başka olağanüstü politikacıdan, İzmir’in efsaneleşen Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’ndan söz etmek istiyorum: 
Sadece becerikli ve iş yapan değil, aynı zamanda “yemeyen ve yedirmeyen” üstelik de her türlü haksızlık ve hukuksuzluklara yılmadan karşı koyan ve bütün tehditlere ve engellemelere rağmen hizmetini verimli bir biçimde sürdüren bir belediye başkanı.
Aziz Başkan, akla hayale gelmedik engellerle karşılaştı... 
En son, Türkiye’nin ibretle izlediği biçimde, bütün önemli çalışma arkadaşları tutuklanıp hapse atıldı, çevresi boşaltıldı, kendi üzerinde de maddi, manevi çok büyük bir baskı oluşturuldu. 
Ama o yılmadı, hem kendisine yönelik tehditlere pabuç bırakmadı, hem arkadaşlarının arkasında durdu, hem hizmete devam etti ve bu arada Ankara ve İstanbul metrolarından çok daha ucuza mal ettiği İzmir Metrosu’nun ilave hatlarını da hizmete açtı.
***
Elimde bir eser var: 
“Çete” adlı kitap, Aziz Kocaoğlu’nun, Gönül Soyoğul tarafından hazırlanmış, Prof.İlhan Tekeli’nin önsözüyle, Boyut Yayınevi tarafından basılmış, yargı serüvenleri! 
Orada hem iş bilen, hem namuslu, hem de cesur bir politikacının başına gelenler anlatılıyor...
 
Bu kitaptan ilerde de söz edeceğim... 
Şimdilik sadece okurlarıma tanıtmakla yetiniyorum: 
Mutlaka bulun ve okuyun... 
Türkiye’de böyle politikacıların da olduğunu bir kez daha görün... 
Kendisine yapılanları ibretle okuyun... 
Ama bütün bunlara rağmen iş yapmayı verimli bir biçimde sürdürdüğünü düşünerek kendisiyle övünün!  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

Darbe Çarşısı!-MUSTAFA BALBAY

Çarşı, sadece Türkiye’nin değil dünya demokrasi tarihinin en önemli davalarından biri haline geldi.
 
Dünyada futbol bir yanıyla toplumları uyutmak, gerçek gündemin dışında tutmak için kullanılır. Bunun en somut örneğini Portekiz’i tam 36 yıl ekonomi sopasını elinde tutarak yöneten sivil diktatör Antonio de Oliveria Salazar göstermiştir. 
Salazar en çok şu sözü ile bilinir: 
“Ben ülkeyi 3F ile yönettim...” 
3F’nin açılımı şudur: 
Fado, fiesta, futbol. Fado, Portekiz’e özgü bizim arabeskimizi andıran bir müzik türü. İyi söyleyen sanatçıdan ilk dinlediğinizde, “Ailesinden birini kaybetmiş, ağıt yakıyorolmalı” dersiniz. Fiesta, Portekizcede eğlence demek. Fadonun tamamlayıcısı. Futbol milyonları peşinden sürükleyen sadece spordan ibaret olmayan bir sektör. 
1921’de Katolik Parti’nin kuruluşunda yer alan Salazar, 1926’daki askeri darbenin Maliye Bakanlığı önerisini tüm yetkiler kendisine verilmediği için reddetti. 1928’de istemi kabul edildi. Maliye Bakanlığı’nın ardından “yeni devlet” sloganıyla başbakanlığa yükseldi. 
Devamında 3F’nin de getirdiği toplumsal “uyumla” hükmetti.
***
Salazar’la birlikte 20. yüzyılın diktatörleri futbolu hep etkili tutmuşlardır. 
Türkiye, çok sık yaptığı gibi dünyayı bir kez daha şaşırttı; futbol taraftarları ülkede gidişe karşı demokratik tavır koyan başlıca güçlerden biri oldu. Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı öteden beri sürdürdüğü toplumsal duyarlılığını Gezi Direnişi’nde de devam ettirdi. 2013 yılı sıcak haziranının ilk günlerinde Taksim ve çevresinde yükselen toplumsal uyanışta adından sürekli söz ettirdi. 
Gezi’nin ruhunu oluşturan mizah gücünü de ustaca kullanan Çarşı, aslında gerginliğe de karşıydı. Polisin olumsuz müdahalelerde bulunmaması için de çaba harcadı! Gezi ile birlikte kendi yarattığı korku imparatorluğunun altında kalan hükümet, bu uyanışı bastırmak için her şeyi yaptı. Durulmanın ardından hükümetin korkusu bitmedi. “Ya bir daha olursa” korkusuyla art arda her biri ötekinden farklı davalar açtı. 
7’si yabancı 255 sanıkla en kalabalık davalardan biri İstanbul 55. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açıldı, devam ediyor.
***
En ağır dava Çarşı’nın payına düştü. İddianamenin kabulü ile 35 sanıklı davayla birlikte belki de dünyada ilk kez “bir futbol takımı taraftar grubu darbe girişiminde bulunmak için terör örgütü kurmak” suçlamasıyla gündeme gelecek. 
Dava kapsamında yargılanacak olan 35 kişiden 32’si hükümeti devirmeye girişmenin yanı sıra terör örgütü kurmak ve yönetmek suçundan da yargılanacak. Davaya İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi bakacak. Aynı üyelerden oluşmuyor ama 13. Ağır Ceza, Ergenekon davasının da mahkemesiydi. 
Bütün dünyanın tartıştığı, kimin tarafından kurulduğu, kimlerin kullandığı belirsiz olan, Suriye ve Irak’ta binlerce kişinin öldürülmesi ve sürülmesinden sorumlu tutulan IŞİD’e terör örgütü diyemeyen hükümet, Çarşı grubundan azılı bir terör örgütü çıkardı. 
Bu dava rejimin, yargının geldiği noktanın özetidir. 
Bu dava topluma “gelişmeleri tribünden izlemeyin” çağrısıdır. 
Bu dava eksik açılmıştır. Buna eklenmesi gereken daha binlerce kişi vardır. 
İhbar ediyorum... Türkiye’nin en renkli taraftar grubunun davasına ressamların da eklenmesi gerekir. Geçen gün kendi aralarında konuşurken duydum, “fırça darbelerinden” söz ediyorlardı. Demek ki, hükümeti önce fırçalayacaklar sonra darbe ile indirecekler. 
Geldiğimiz noktanın tablosu budur!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Tarihimizin En Esrarengiz Ölümü-CAN DÜNDAR

Özal öldürüldü mü? 
Bilmiyoruz. 
Kuşkular var; ama somut veri yok. 
Eldeki tek somut veri, Özal’a daha önce suikast düzenlendiği gerçeği… 
O da karanlık bir teşebbüstü. 
1992’de, Kartal Demirağ ile 32. Gün için Dazkırı’da görüşmüştük. Çiğdem Anat’ın “Sizi kim eğitti” sorusuna Demirağ, şu cevabı vermişti: 
“Komando kamplarında bir emekli general eğitti bizi…” 
Ne o kamplar ne de emekli general ortaya çıkarıldı.
Kartal’ın silahı 
Özal suikastını, Cumhuriyet Savcısı Uğur Tönük araştırıyordu. Onunla da konuşmuştum. 
İnanılmaz şeyler anlattı: 
“Araştırmamız sonucunda, Dazkırı’da bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu,Demirağ’ın da bu teşkilatın yetişmiş elemanı olduğunu saptadık. Suikastta kullanılan silahın Demirağ’a kongre salonunda polisler tarafından verildiğini tespit ettik.Tahkikat belli bir noktaya ulaşınca MİT’ten olduğunu tahmin ettiğim 3 kişi beni İstanbul Ulus’ta bir villaya çağırdı ve bu tahkikatı yapmamamızı söyledi. Durduk.” 
Ne o salondaki polisler ne de MİT’ten olduğundan şüphelenilen kişiler bulunabildi.
Eve gelen Azeri 
4 yıl önce Semra Özal, eşinin ölümüyle ilgili kuşkuları olduğunu söylediğinde kendisini ziyarete gittim.

Çok ilginç bir şey anlattı: 
Özal’ın ölümünden sonra, Semra Hanım evde yokken bir Azeri genç gelip kapıdaki korumaya bazı bilgiler vermiş; Elçibey’e sempatisi nedeniyle Özal’a Bakû gezisi sırasında ağır ağır tesir eden bir zehir verildiğini, bu zehri bildiğini anlatmış. İstanbul’da kaldığı otelin adresini vermiş, “Bulamazsanız şunlar beni tanır” diyerek bir karıkocanın ismini bırakmış. 
Semra Hanım konudan haberdar olunca hemen korumasını gencin oteline göndermiş. Azeri genç, otelde yokmuş. Bahsettiği karıkocaya gidilmiş. Onlar da “Bizim öyle biriyle ilgimiz yok” demiş. Sonraki günlerde de Azeri genç otele gelmemiş. 
O Azeri genç de bulunamadı.
Yanlışlıkla dökülen kan 
Ahmet Özal“Babamın öldürüldüğüne inanıyorum” deyince 2010’da NTV’de bir program yapıp Özal’ın ölümünü bütün tanıklarıyla masaya yatırdık. 
Semra Özal da katıldı. 
Yayın tam 5.5 saat sürdü. 
Orada Ahmet Özal, bir laborantın uyarısı üzerine dilekçe verip hastaneden babasına ait kan örneklerini istediğini anlattı. 
Hastane, dilekçeye karşılık, “Kan yanlışlıkla dökülmüş” cevabını vermişti. Ahmet Özal da, Kanal 6’da yöneticiyken hastaneye gizli kamerayla bir muhabir yollamış ve kanı sordurmuştu. Alınan cevap, kan donduran cinstendi: 
“O kanda, bir insanda olmaması gereken şeyler vardı.” 
Kanı yanlışlıkla döken görevli de bulunamadı.
‘Yaşıyordu’ diyen tanık 
Programda kafa karıştıran bir başka tanığı konuşturduk: 
Antalya’dan gelen bir işadamı, Cumhurbaşkanı Acil’e getirildiğinde kendisinin de nişanlısıyla orada olduğunu ve Özal’ın karnını tutarak inleyişine tanık olduklarını söyledi. Oysa hastaneye geldiğinde Özal’ın kalbinin durduğu biliniyordu. Bu iki tanığın ifadeleri, diğer tanıklarca reddedildi. 
Ancak program ciddi bir sonuç verdi: 
Yayından sonra Çankaya benden yayın bandını istedi. Ve hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla Devlet Denetleme Kurulu, Özal’ın ölümünü incelemeye aldı. 
İş savcılığa intikal etti; yine sonuç çıkmadı.
Semra Özal’ın fotoğrafları mı?
NTV
’de “Bir suikastın anatomisi” programını yaptıktan sonra, -burada ilk kez yazacağım- bir başka tuhaflık oldu: 

Yayından hemen sonra bir telefon geldi. Tanımadığım biri, elinde Semra Özal’ın özeline ait fotoğraflar olduğunu söyledi. 
Semra Özal’ın fotoğrafları mı” diye sordum hayretle... Telefondaki, Semra Hanım’ın bunları bildiğini, eşini de bu fotoğrafları görmemesi için bizzat zehirlediğini anlattı. 
Fotoğrafları satmak istiyordu. 
Ne özel hayatla ilgilenirdim ne de böyle bir kirli pazarlığa girerdim. “İlgilenmiyorum”deyip kapattım. 
Bu saçmalıktan da hiçbir yerde bahsetmedim.
Dinleme skandalı 
Ancak dünkü gazete manşetleri, o gün bana gelen telefonun, birilerince ciddiye alındığını gösteriyor. 
Şimdi öğreniyoruz ki, Özal’ın ölümüne dair soruşturmada bir gizli tanığın ifadesiyle,Özal’ın yakınındaki 54 kişi dinlenmiş. 
Ahmet ve Semra Özal da, “kasten adam öldürmek” suçlamasıyla 2 yıl boyunca takibe alınmış. Haklarında 19 kez dinleme kararı verilmiş. 
Bu takibe dayanak oluşturan “Selçuk” kod adlı gizli tanığın, iddianameye konmayan ifadesi bana tanıdık geldi: 
“Semra Özal’ın birtakım kirli işleri kasete alınmış. Bu bilgilerle ona şantaj yapılmış.Turgut Özal’ı ona zehirlettiler.”
Devletin ayıbı 
Şikâyetçi iken şüpheli duruma düşürülen Ahmet Özal dün, “Bunlar bizi delirtecek”diye feryat ediyordu. 
Semra Özal ise “Bunlar beni de eşimi de her gün bir daha öldürüyorlar” diyordu. 
Yakından izlemeye çalıştığım bu ölüm vakası, bütün soru işaretleriyle birlikte giderek esrarengiz bir Hollywood filmine dönüşüyor. 
Belki de Özal, sadece boğazına hâkim olamadığı için can verdi; ama eski bir cumhurbaşkanının ölümünün 21 yıldır aydınlatılamaması, bu devletin ayıbı olarak orta yerde duruyor.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

13 Eylül 2014 Cumartesi

Aman kafanıza dikkat edin-Erhan Nalçacı/ SOL

İster inanın ister inanmayın, komşunun teki on ikinci kattan şemsiyesini düşürdü. Siyah, büyük, ucunda en az beş santimetrelik sivri demiri olanlardan. Kapalı olan şemsiye dengesini yitirmeden hızlandı, hızlandı ve oradan geçerken kafamın ön tarafına doğru bir ok gibi saplandı. Kafama saplanmasıyla flop diye açılan şemsiyeyle birlikte beni acile kaldırdılar. Şemsiyenin beynimin alın lobuna isabet etmesine rağmen bilincim başından beri yerindeydi. Beyin cerrahisinde iki hafta yattıktan sonra taburcu olup siyasi mücadeleye geri döndüm.
Görünürde sağlam gibiydim, belleğim ve entelektüel yeteneklerin yerindeydi, ama bir tuhaflık olduğunu hissediyordum.
Toplumsal hareketler, mücadeleler, örgütlenmeler, kuramsal eğitimler milyarlarca sinir hücresi arasında oluşan devrelere şekil verirler; değerlerimiz, düşüncelerimiz, inançlarımız bu şekilde kodlanır, bir eylem kılavuzu olarak düşünce yöntemimiz ortaya çıkar.
Kaza sonucunda sosyalist devrime olan inancı kodlayan devrelerin bulunduğu bölge ezilmişti. Bunu basit bir şey olarak görmeyin, sosyalist devrim fikri beynin tümünü birbirine bağlayan ve düşünme yöntemini veren ağın tam odağında durur. Doğanın ve toplumun sürekli değişimi, nitelikçe sıçramalar, sınıf mücadelesine dayanan çelişki ve tarihsel referanslar bu inancı besleyen bir bütünlük oluşturur.
Daha önce bana çok geri gelen düşüncelerin yüzeye vurduğunu şaşkınlıkla fark ediyordum. Düşüncelerimdeki tutarlılık kaybolmuş yerini fikirsel uçuşmalara bırakmıştı.
İnsanın doğasında bulunan bencilliğin sosyalist devrimi ve kuruluşu imkansız kıldığına ilişkin düşünceleri kendimde yakalıyordum. İnsan türlerinin milyonlarca yıl eşitlik içinde yaşadığı ve toplumsal yapının davranışları belirlediği gibi bilgiler beynimden silinmemesine rağmen bunları birleştiremiyordum.
Bu fikrin daha utangaç bir formu, AKP’nin toplumu çok fazla gericileştirdiği ve çürüttüğü, artık bir sosyalist devrimin imkansız olduğuna ilişkin uçuşmalardı.
Sadece bu değil, daha önce her türlü burjuva bulaşıklığının kaynağı olarak gördüğüm liberal düşünceler bana hoş gözükmeye başlamıştı.
“Kürtler özgürleşmeden bu ülke özgürleşmeyecek” fikri artık cazip geliyordu. Eskiden olsa özgürlüğün de sınıfsal bir temeli olduğunu, burjuvazi ve toprak ağalarının özgürlüğü ile işçi sınıfının özgürlüğünün birbiri ile çelişki içinde olduğunu, işçi sınıfının özgürlüğünün eşitlikle geleceğini, sosyalizmin zaten Kürt emekçilerin özgürlüğü anlamına geldiğini şimdi çıkartamıyordum.
Kılıçdaroğlu’nun CHP kurultayında yaptığı konuşmada dile getirdiği “Avrupa Yerel Yönetimler Şartnamesi”nin eskiden uluslararası sermayenin koşulsuz egemenliğinden başka bir anlama gelmediğini hemen ispatlayabilirdim, şimdi bana bu “açılım” tatlı bir özgürlük meltemi gibi gelmeye başlamıştı.
Sosyalist devrime ilişkin umutsuzluk beni daha kestirme yollar aramaya itiyordu. Oysa her komünist, siyasi faaliyetin bir yandan delice bir iradeyle mücadele etmenin bir yandan da namluya sürülmüş bir kurşun gibi sabırla beklemenin çelişkili bütünlüğü olduğunu bilir.
Kafamda ilkesiz ittifaklar şekilleniyor, solda her biri başka yöne bakan beş benzemezin birliği beni heyecanlandırmaya başlıyordu. Bir sabah kalktığımda Parti’nin bir seçim partisi olması ve bütün siyasi yatırımın milletvekili seçimlerine yapılması gerektiği fikriyle uyanıyordum. Bu amaca varmanın gerektirdiği ittifaklar rüyalarıma giriyor, bunun düzen içine hapsolmak anlamına geldiğini ayırt edemiyordum.
Umutsuzluk bazen de radikalizm olarak yüzeye çıkıyor, devletin yasakladığı meydanlara çatışarak girme ve geniş kitlelerin bu eylemle uyanacağı fikri aklıma musallat oluyordu.
Parti’nin başarılı olması için merkez komitesinin yarısının işçi kotasına ayrılması gerektiğini ileri sürebiliyordum. Tesviyeci, soğuk demirci, dökümcü, biçkici kotaları… Eskiden olsa merkez komite üyelerinin mesleklerinden bağımsız kadro özelliğine sahip olması gerektiğini sosyalist iktidar mücadelesi ile hemen birleştirirdim.
Bir komünistin inancının zayıflaması için illaki kafasına şemsiye düşmesi gerekmez tabi ki. İnsanlar burjuva egemenliği altında yaşıyorlar ve çeşitli girdaplarda, kuşatmalarda inançları zayıflayabilir. Böyle arkadaşlara sorumlulukla yaklaşmak, onlara siyasi girdiler yaparak inançlarını tazelemek görevimdi. Şimdiyse bir cereyana tutulmuş gibi tuhaf fikirlerimin altında onları örgütlemenin dayanılmaz hafifliğine kapıldığımı fark ediyordum.
Ruhsal durumum kararsızlaşmıştı. Eskiden amaç disiplini altındaki kolektifin içinde değerliydim. Şimdi ise kendimi bazen orduların başında bir Napolyon gibi, bazen de yaldızlı gözyaşlarını arkasında bırakan bir sümüklü böcek gibi hissediyorum.
***
Şaka, şaka, turp gibiyim. Aman kafanıza dikkat edin diye yazdım; ne olur olmaz bir şey düşer, en değerli yeteneğinizi yitirirsiniz.