2 Ekim 2016 Pazar

‘Sevr’den ‘Lozan’a-Meriç Velidedeoğlu

“T.C. Devleti”nin başındaki Cumhurbaşkanı Erdoğan, “29 Eylül” günü yaptığı bir konuşma sırasında: “1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te bizi Lozan’a razı ettiler. Birileri de bize Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı!” dedi. Yazıya, Erdoğan’ın bu konuşmasının ilk tümcesinden söz ederek başlayalım; “göstermek”le, “kabul etmek” arasında büyük bir ayrım olduğunu Erdoğan’a anımsatmak gerekirse tarihte Roma İmparatorluğu’ndan sonra ikinci büyük imparatorluk olan Osmanlı Devleti’ni paramparça edip tarihten silen “Sevr Antlaşması”nı, Osmanlı sultanı ve dünya Müslümanlarının “Halife”si “Vahdettin”in nasıl kabul ettiğine kısaca değinmek gerekir.
“Birinci Dünya Savaşı”nı kazanan “Müttefik Devletleri”nin, “Osmanlı Devleti”ni yıkıma uğratmış olan “ahlak kötülüklerinden” ve “vurgunculuktan”da -bu antlaşmanın- “koruyacağını” da vurgulamışlardır... Osmanlı Devleti’ni, adeta bir paçavraya dönüştürecek olan bu antlaşmanın imzalanması için Vahdettin, “Yıldız Sarayı”nda bir “Saltanat şûrası” toplar (22.7.1920); konuşmalardan sonra, antlaşmayı kabul edenlerin “ayağa kalkması” istenir; başta Vahdettin, ardından Sadrazam Damat Ferit Paşa -ve bir kişi dışında- herkes ayağa kalkar; “49” onay vardır; bir kişi eksiktir; o kişi ayağa kalkmayan “Rıza Paşa”dır.

Bilindiği gibi antlaşma, Fransa’nın ünlü porselenlerinin üretildiği, Paris yakınlarındaki “Sevr Porselen Fabrikası”nda imzalanır (10.8.1920). Böylece, Batı “Osmanlı Devleti”ni yok edecek belgenin imzalanmasında bile hakaretini sürdürür. Osmanlı’nın karşısında, başta İngiltere, Fransa, İtalya olmak üzere dönemin emperyalist ülkeleriyle -yeni yeni belirmeye başlayan- Doğu emperyalizminin öncüsü “Japonya”nın, dahası -bir temsilciyle olsa da- “Ermenistan”ın da içinde olduğu “on bir” devlet yer alır, “10 Ağustos 1920”de “Sevr Barış Antlaşması” imzalanır. Ne var ki, daha “Sevr” imzalanmadan, Osmanlı toprağı olan “Musul”, İngilizler tarafından işgal edilmiştir; ayrıca “İtilaf Devletleri”, “55” savaş gemisiyle -Çanakkale Savaşı’nda yüz binlerce şehit vererek korunan- “Çanakkale Boğazı”nı geçmiş, Marmara aşılarak, “Dolmabahçe Sarayı”nın önüne kadar gelip demir atmışlardı; Vahdettin, sabah kahvesini sarayının penceresinden bunları izleye izleye içiyordu...
“Sevr” ile “Yunanistan”, İstanbul’un bir ilçesi olan Büyükçekmece’ye dek gelmiş dayanmıştı; Boğazlar’ın ve Marmara’nın yönetimi, bayrağı, bütçesi olan, türlü kuruluşlara sahip küçük bir “devlet” olarak görülen “Boğazlar Komisyonu”na verilmişti; öyle ki Osmanlı Padişahi Vahdettin, Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımından elini suya soksa, başka bir devletin denizine daldırmış oluyordu. Ordu yok, donanma yok, denizlerimizde ulaşım hakkı yalnızca yabancı devletlere tanınmış. “Sevr” ile Anadolu’nun hangi bölümü, hangi devlete verileceği daha önce belirlendiği için “Sevr” haritasını çizmek çok kolay olur.

Yalnız, belirtilmesi gereken bir durum vardır; “19 Mayıs 1919”da “Atatürk’ün, Samsun’a çıkışı”yla başlayan “Anadolu Harekâtı” ile “23 Nisan 1920”de, Ankara’da kurulan “Ulusal Hükümet”, Sevr’i tanımadığını, “19 Ağustos 1920” günkü Meclis toplantısında açıklar. Atatürk’ün başkanlık ettiği oturumda, İstanbul’daki “Saltanat Şûrası”nda “Türkiye’nin varlığını söndüren bu zalim Antlaşma’nın, imza edilmesine karar veren ‘malûm kişilerin’ ve ‘imza edenlerin’, ‘vatan hainliği’ ile suçlanmasını, isimlerin her yerde lanetle yad edilmesinin ilan edip duyurulması” istenir. Değerli dostlar, bu çok sınırlı anımsatma bile Sevr’in Cumhurbaşkanı tarafından pervasızca söylendiği gibi, bir “göstermelik” değil, Osmanlı Devleti’nin Padişah’ın kabul ettiği ve böylece ülkenin “fiili” olarak işgal edilip parçalanması, Padişah’ın kendi sarayında bir “esir” olması değilse, başka nedir?
Osmanlı halkının, işgaller sırasında yaşadığı onca acı “göstermelik” olabilir mi? Ya onca “şehit”... Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan için “şehit”ler “kelle”dir... Şehitlerimiz asla ne “kelle” ne de “göstermelik” olamazlar; Türk halkı bunu kesinlikle kabul etmez, reddeder... İnsanın yazarken bile içi titriyor... Evet, konuyu sürdürürsek, İstanbul Hükümeti her türlü ihaneti sürdüredursun; “Milli Mücadele” artık “Ulusal Kurtuluş Savaşı” olarak örgütlenip tüm Anadolu’yu kaplamış, önündeki engelleri yıkmış, aşmış; düşmanı önüne katmış yürümekte; böylece, “Ege” adım adım düşmandan temizlenmektedir.

“1922” yılının “2 Eylül” akşamı, Yunan ordusunun “Başkomutanı Trikopis” subaylarıyla birlikte esir alındığı, “barış”a gidecek yolun da başlangıcı görülür; barış görüşmeleri için “TBMM Hükümeti”, İzmir’i önerirse de, görüşmelerin “Lozan”da olacağı; “13 Kasım”da da başlayacağı duyurulur. Ne var ki, “İtilaf Devletleri” hem Ankara’ya hem de İstanbul’a çağrıda bulunma aymazlığını gösterirse de, Padişah’ın İngilizlere sığınıp kaçması, ardından Meclis’in, “Saltanat”ı kaldırılmasıyla sorun çözülür, bunun üzerine Meclis’te yapılan seçim sonunda, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, “Başdelege” seçilir, oluşturulan bir heyetle “Lozan”a gönderilir.
“Müttefik Devletler”in başını çeken, İngiltere’nin başdelegesi de, dönemin ünlü “kurt politikacısı” denilen Dışişleri Bakan’ı Lord Curzon’dur; kendisi kadar ünlü bastonunun, toplantılarda masa üstünde yer alması doğal karşılanırdı.

Öteki ülkelerin temsilcileri de, genelde “elçilik” yapmış deneyimli politikacılardır, ama hepsi İngiliz delegesi Curzon’un peşine takılmışlardır. Yunan delegesi, Sevr Antlaşması’nı da imzalayan “Venizelos” daha ilk toplantıda, “Kuşkusuz, Yunanistan için askeri üstlerinin yüzlerce kilometre uzağında, Anadolu’nun içerisinde savaş sürdürmek bir budalalık olmuştur!” itirafını yapar. Bu “itiraf”tan söz edilince “Kıbrıs” sorununu anımsamamanın olanağı yok... Ne ki “Venizelos”, o “sıfatı” kullanmasına karşın yine de şöyle diyecektir:
“Anadolu’da neden ‘üç devlet’ kurulmasın? örneğin doğuda bir ‘Ermeni Devleti’, batıda ‘İzmir’i de içine alan bir ‘Rum Devleti’ kalan kısımda da bir ‘Türk Devleti’ pekâlâ oluşturulabilir ve yaşatılır!” İsmet Paşa, bu konuşmayı ciddiye almayıp yanıt verme gereğini bile duymaz... “İsmet İnönü”nün, Lozan’da daha ilk andan başlayarak, görüşmelerin oturacağı zemini belirlemek temel amacıydı, dolaysiyle konferansın tek taraflı değil, ikinci tarafın da varlığını, hem de eşit olarak varlığını gözler önüne koymaktı.

Görüşmeler sürecinde, İnönü bu eşitliğin korunmasına çok dikkat edecek, bozulmasında her türlü uyarıyı yapacaktır; örneğin Konferans’a takılan ad, “Doğu İşleri Konferansı” olamaz, “Lozan Konferansı” olması gerekir; konferans dili olarak, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ile birlikte Türkçeyi de kabul etmek gerekir; oluşturulan üç çalışma komisyonunun başkanları arasında Türk delege yok, birinin Türk olması gerekmez mi? Konferans Genel Sekreterliği’nin seçiminde Türkiye’den de bir aday gösterilmesi neden düşünülmüyor?
Bu bunaltıcı sorulardan, Curzon hiç hoşnut değildir; tartışma yeteneğinin üstün gücüne inanan Curzon’un canını sıkan, İsmet Paşa’nın hiç yumuşamaması, uyarıları kabul edecekmiş gibi dinleyip sonunda yine “reddetmesi”ydi. Curzon, İnönü’nün bu durumunu, Mısır’daki piramitlere benzetir; örneğin “Keops piramiti ile tartışmaya girmek herhalde bu tartışmalardan farksız olurdu!” der. Sonunda, İnönü’nün direnişlerine dayanamayan “Lord Curzon”, masadan kalkar; konferans salonundan hızla çıkıp, konferansın yapıldığı “OUCHY” şatosunu adeta uçarak terk eder; tıpkı R.T Erdoğan’ın, İsrail Cumhurbaşkanı’nın bastırması karşısında dayanamayarak, dosyalarını, kâğıtlarını toplayıp toplantıyı terk etmesi gibi...

Ve aynı Erdoğan, bugün Lozan’ı dile getirip, “O anlaşmada masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını veremediler!” diyebilmektedir. Kuşkusuz bu konuşma, iktidarın partisi “AKP”nin boğuşmak zorunda kaldığı, altından bir türlü çıkamadığı onca sorunu gündemden düşürmek için başvurduğu, bayatlamış taktiklerinden biridir. Sözü Atatürk’ün “Lozan” için söylediği, “Osmanlı tarihinde bir benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir!” ile noktalayalım.


Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

1 Ekim 2016 Cumartesi

Lozan…- Nilgün Cerrahoğlu

On beş gün önce bu köşede “Economist” de çıkan “post-gerçek siyaseti/post-truth politics” üzerinde bir araştırmadan söz etmiştim. 
Post gerçek siyaseti” ile gerçeklerin yerini algı operasyonlarının aldığı bir yeni siyaset tarzından bahsediliyor; ABD’de Trump ve İngiltere’de “Brexit”çi lider Boris Johnson başta olmak üzere, uluslararası arenanın bu tip siyasetçilerle dolduğu anlatılıyordu. 
Post gerçek üstadları” arasında bu meyanda Erdoğan ve Putin’in de adı sayılıyordu. 
Son dönemde okuduğum en çarpıcı değerlendirmelerden biri olan “Economist”in dosyasının ayrıntılarına giremeyeceğim. Mealen yazı siyasetin sağ-sol paradigmalardan çok giderek artık hep daha çok rasyonel-akılcı duruşla, usdışı-irrasyonel kesimlerin mücadelesine dönüştüğünü belirtiyor; buna somut örnek olarak da desteksiz palavralarla inşa edilen İngiltere’nin “Brexit” referandumu ile Trump’ın serbest atışlarından oluşan başkanlık sınavını işliyordu.

‘Biz ve onlar’ dinamiği 
Gerçekdışı “dediğim dedik, çaldığım düdük” savlar ortaya atan bu siyasetçilerin başvurdukları araçlar sırf “dezenformasyon”dan ibaret değildi. Farklı ülkelerin farklı şartlarda siyaset yapan bu politikacıların ortak özellikleri tüm siyasi söylemlerini “biz ve onlar” dinamiği üzerine kurmalarıydı. 
Biz halkız, biz kurbanız; onlar tuzu kuru elitler” gibi şematik, siyah-beyaz şartlanmalar ile yapılandırılan bu siyaset türünde sade “duygular” ve “önyargılar” devreye sokuluyor, “nesnel bilgi”, “veriler” tümü ile dışlanıyordu. 
Post gerçek siyasetinin” ustaları zaten bilgili seçmenleri muhatap almıyordu. “Rasyonel” kesimler, “bilgi, belgelerle”…“irrasyonel yana” meram anlatmaya kalktığında kendisini her durumda-bir deli kuyuya taş atmış on akıllı çıkartamamış hesabı- irrasyonel politikayla kuşatılmış buluyordu. 
Geçmişte siyasete “yalan” karıştığında, yalanın “gerçekle yüzleştirilmesinden” bir korku duyuluyordu. Geri planda bir “ispat” gayreti oluyordu. 
Bugün böyle bir gayrete gerek duyulmuyor çünkü somut gerçeğin ne olduğu, “post gerçek liderler” tarafından hiç kale alınmıyor. Başka deyişle gerçeğin bir değeri yok. Veriler ve tutarlılığın, bu irrasyonel siyasette yeri bulunmuyor. Bu siyasetin aktörleri konuyu bir kez “bizonlar” çerçevesine oturttu mu; akla gelen her şok/skandal önermeyi yapabiliyorlar... 
Bunu ardından Goebbelsvari bir “propaganda çarkı” işliyor. Yandaş medyalar, troller... Lidere kenetlenip yalan yanlış tezleri, modern teknolojinin imkânlarıyla sanal âlemde milyon kere tekrarlıyor. Tekerleme gibi tekrarlanan “post gerçek söylemler”sonra yalın gerçeğin yerine geçiyor...

Muhalefet boşluğu 
Lozan üzerindeki son fırtına tam işte bu “post gerçek siyasete” örnek. 
Bağırsan sesinin duyulacağı adaları Lozan’la verdik” diyor Erdoğan: “Hakkını veremedikleri anlaşmanın sıkıntısını biz yaşıyoruz”. 
Anlaşmanın hakkını veremeyenler”... “Onlar” yani “Kemalistler”. 
Sıkıntıyı yaşayanlar... “Biz / Reisçiler!” 
Bu kaçıncı “bizonlar” polemiğine şimdi siyaset bilimcileri, yazarlar, diplomatlar, muhalefet laf yetiştirmeye çalışıyor. 
İnönü’nün torunu Gülsüm Bilgehan, Erdoğan’ı “belgelere dayalı gerçek bir tarih kitabı okumaya davet” ediyor.

Baskın Oran tarihçe anlatıp, “Adalar Lozan’da değil 1913’te kaybedildi!” diyor. 
Yazar Taha Akyol konu sanki “tarih bilgisi” imişçesine “Cumhurbaşkanı yanlış bilgilendirilmiş” girizgâhları yapıyor... 

Eski Büyükelçiler Churchill’in Lozan zaferi için söylediklerini hatırlatıyor vs... 
Bu nesnel argümanların “post gerçek” siyasette ne yazık ki hiçbir karşılığı yok. 
Türkiye’de “cumhuriyetçi kesim”, bu gerçekleri zaten biliyor ve teslim ediyor. Bilmeyenler/bilmezden gelenler ise “onlar”. 
Onlar”la, güçlü bir muhalefet lideri olmaksızın iletişim kurmak imkânsız. 

ABD de -misal- hiç olmazsa Clinton başkanlık yarışında milyonların izlediği tartışma programında çıkıp “post gerçekçi” Trump’ın yüzüne gerçekleri haykırabiliyor. 
Türkiye’de Lozan gerçeğini Erdoğan’ın yüzüne eşit koşullarda haykırabilecek bir lider var mı? Tüm mesele burada.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Dışı Jön Türk içi Osmanlı!- ORHAN GÖKDEMİR

RedHack Milli Damat Berat Albayrak’ın elektronik postalarını ele geçirdi ve bir kısmını yayınladı. Postalardan iktidarın gazetecilerle tuhaf ilişkileri ortaya saçıldı. Bunların içinde güya muhalif Nuray Mert, Ahmet Hakan, Ruşen Çakır gibi şahsiyetler var. Postaların söylediği şu; muhalifi yandaşı, ortalıkta kim varsa bir şekilde hükumetle bağ kurmuş, brifing vermiş, himmet dilenmiş. E bu şartlarda iktidarın himmeti olmadan nasıl “gazetecilik” yapacaksın ki?

Deniz Zeyrek ile ilgili yazışmalar bunun en güzel örneği. Doğan Gurubu içindeki iktidar yanlısı klik Hürriyet Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek’in önünü kesmeye çalışıyor. Deniz Zeyrek de buna yine iktidardan aldığı destekle direniyor. Yani müthiş bir iktidara tutunma hikâyesi.

Ama asıl önemlisi, iktidar için asıl sorunun muhalifler değil, içlerindeki yandaş gazeteciler olduğunun ortaya çıkması. Her biri adeta saatleri ayarsız birer saatli bomba. Nerede ve kime patlayacağı bilinmez bir şekilde ortalıkta dolaşıp duruyorlar.

Cumhurbaşkanı başdanışmanı Mustafa Varank’ın, gazeteci kökenli diğer başdanışman Yiğit Bulut hakkında yazdıkları da işte bu kalemden. Varank, Berat Albayrak'a gönderdiği e-postada Yiğit Bulut için; "Adam saatli bomba. Ekran yasağı gelmeli” diyor. Bu haberlerin tartışıldığı günlerde Yiğit Bulut’u Türkiye’nin kredi notunu düşüren iki kredi derecelendirme kuruluşunu havuz kanallarından birinde ekrandan azarlarken gördüm. Gerçekten harcıâlem bir saatli bombadan söz ediyoruz. Varank yakınmakta pek haklı…

Önceki gün olağan bir muhtarlar toplantısında ortaya atılan Lozan tartışmasının esin kaynağının da yine bir iktidar yandaşı yazar olduğu ileri sürüldü. Sözünü ettiğimiz yazar Kadir Mısırlıoğlu. Başında fesle dolaşan, Mustafa Kemal düşmanı, hilafet yanlısı, Osmanlıcı bir tuhaf âdem. Lozan’ın zafer değil bir hezimet olduğu yönündeki tezi tarihe en büyük katkısı. Yalnız fesin ilk kılık kıyafet devriminin sembolü olduğunun farkında değil henüz. Laik bir kıyafettir fes, yönünü Batıya dönmüş Osmanlı aydınının kıyafetidir.

İktidarın “aydın” desteğinin ne kadar derme çatma olduğunun sıradan belirtileri bunlar. Egoları pek güçle ve ışıkları pek az. Başında fesle dolaşan ve Lozan’ın hezimet olduğunu söyleyen biri bir Batılı için bile oldukça fantastik bir doğu figürüdür. Taa okyanus ötesindeki kuruluşlara, TRT’den ayar vermeye çalışan birini ise hiçbir ölçüye sığdıramıyorum. O kesinlikle sui generistir.

***
Perşembe günü Çağlayan Adliyesindeydik. Sabah Enver Aysever’in yargılandığı davanın karar duruşması vardı. Enver, Kabataş yalanına ortak olan iktidar yanlısı gazetecilere “yalancı” diyerek ağır bir suç işledi. Halime Gökçe bu suçu yargıya taşıdı, çünkü bu yolla kendine de hakaret edildiği iddiasındaydı. Enver’in son sözü “yalancıya yalancı denir” oldu. Bunun üzerine şikâyetçinin avukatı söz alarak Enver’in dava konusu olan suçu mahkeme önünde tekrarladığını söyledi. Ona göre yalancıya yalancı demek suçtu. Ancak, hâkim yalancıya yalancı demenin suç olmadığına karar verdi, Enver beraat etti.

Arada Orhan Aydın’la sohbet ettik. Cebinden bir tomar mahkeme celbi çıkardı. Hepsi iktidar yanlısı değerli şahsiyetlerin şikâyeti üzerine açılmış davalar, soruşturmalar…
Öğleden sonra Avukat Özgür Murat Büyük ile basın savcılığının kapısını çaldık. Kapılarına Ohal gereğince kilit vurulan Hayatın Sesi TV’den arkadaşlar bizden önce gelmişler, kalabalık bir gurup olarak bekliyorlardı. Rica ettik, öne geçtik. Bizimki onlarınki gibi kalabalık bir suç değil, iki kelimelik. Nurettin Yıldırım’a “pedofil” dediğimiz için ifade vereceğiz.

Girdik odaya, görevli savcı “ne diyorsun” dedi. “Pedofil diyorum” dedim. Ne diyeyim? Pedofili, psikoseksüel bir hastalık. Ergen veya henüz ergen olmamış çocuklara cinsel yönelim demek. Ama pek saygıdeğer beyefendi, 5-6 yaşındaki kız çocuklarına evlenebilir fetvası veriyor. Cinsiyeti henüz şekillenmemiş bebelerden söz ediyoruz yani. Şüyuu vukuundan beter, konuşulması yapılmasından daha berbat bir durum bu.
Avukat Özgür Murat Büyük’le bu ikinci adliye seferimiz. Birincisinin kahramanı Ahmet Mahmut Ünlü, nam-ı diğer Cübbeli Ahmet Hoca. Adının sanın yer almadığı bir twitter paylaşımından dolayı kendisine hakaret ettiğimiz kanısına varmış, şikâyetçi olmuş. Olaya kendisini dâhil etmesinin tek nedeni cümle içinde “cübbeli” kelimesinin geçmesi. Savcılık da bu şikâyeti kayda değer bulmuş. Bilmem, küçük bir araştırma yaptım kimdir-necidir diye. Tuhaf, o da Kadir Mısırlıoğlu gibi fes giymeyi seviyor. Dışarıdan baksan hepsini hevesli birer Jön Türk sanabilirsin!

***
Hem okuyarak, hem davalar vesilesiyle yüzgöz olarak iktidarın aydın desteğinin ne kadar renkli olduğuna bizzat şahit oluyoruz. Gerçi liberal cenahın bertaraf edilmesiyle bilgi-görgü zafiyeti oluşmuş bir parça ama bunu 15 Temmuz’dan sonra baş gösteren özgüven patlamasıyla telafi etmişler. Yalnız pek alınganlar. Her yerde yazabilmelerine, bütün ekranlara çıkabilmelerine, ekstra olanaklara sahip olmalarına rağmen her eleştiriyi mahkemeye taşıyarak muhataplarına gözdağı vermeye meyilliler. Bence bunda mahkemelerin de idarenin bir parçası olduğuna yönelik geliştirdikleri güçlü inanç etkili. Hep kazanacaklarını ve hiç kaybetmeyeceklerini düşünüyorlar.
Hâlbuki bunun böyle olmayacağını çok güçlü bir biçimde gösteren günlerden geçiyoruz. Cemaatin kudretli, burnundan kıl aldırmayan aydın tayfası içeride gün sayıyor mesela. İtirafçı olmalarına bile izin verilmedi üstelik. Her biri birer çuval patates gibi kulaklarından tutulup içeri tıkıldı. Arkasından ağlayan bir kişi yok.

***
Ergenekon ve Balyoz türü davalar eski düzeni tasfiye etmenin yanında, iddianameler ile yeni bir resmi tarih yazma girişimiydi. Esası laikliğe ve cumhuriyete karşı duyulan sınırsız öfke ve kindi. Bu davaların iddianamelerinin ruhu budur.

O davalarla birlikte yeni bir resmi tarih oluşturma girişimi de çöktü. Bu girişime lojistik destek sağlayan liberal cemaat paramparça oldu. Ayakta kalanlar sığınmak için yeni bir güç odağı aramakla meşgul. Nuray Mert bunun en temsili örneği.

Şimdi iktidar 15 Temmuz sonrası elde kalanlarla bir yeni tarih oluşturmaya, yazmaya çalışıyor. “Aydın” dememiz sözün gelimi. Hangi kalıba giriyorlarsa, elde kalanlar bu yazıda adı geçenler işte. Yakın tarihte gördüğümüz en komik ve en dramatik girişim bu. Ne tarihi, bu kadroyla üçüncü sınıf bir komedi filmi senaryosu bile yazamazsınız.

Aydın yetmezliği iktidarlar için öldürücü bir hastalıktır. Şimdiden geçmiş olsun!

Orhan Gökdemir
SOL

30 Eylül 2016 Cuma

Her durumda patronlar kazanıyorsa…- ALPASLAN SAVAŞ

Patron bu, eşeği hep sağlam kazığa bağlamak ister.
Kârını riske atan babası olsa tanımaz.

Öte yandan kârını garanti eden kim olursa onunla aynı kaptan yemekten geri durmaz.
Şu sıralar hükümetle sermaye arasındaki ilişki hilafsız böyle yürüyor. Başında bin belayla AKP, patronların canını sıkacak onca gelişmeyi elinde ne varsa onların hizmetine sunarak dengelemeye çalışıyor. Patronlar da kendisine sunulanı asla geri çevirmiyor.
Geri çevirmiyor ama başkalarıyla birlikte yemek yenecek başka kaplar olduğu da sır olmasa gerek. Darbe gecesi “üretimi durduralım mı Sayın Valim?” diye telefona sarılan genel müdürün, darbe girişimi başarılı olsaydı İl Jandarma Komutanlığı’nı arayıp “sokağa çıkma yasağına uyup tüm vardiyaları iptal ettik komutanım” diyeceğinden kimsenin şüphe duyacağını sanmıyorum.

Sermaye ile siyasi temsilcisi arasındaki ilişkide makbul olan sadakat değil, çıkarcılıktır.
Bu olayı “genel müdürün işgüzarlığı” diye düşünen varsa, o zaman Aydın Doğan ile Erdoğan’ın ilişkisine bakmalı. AKP’nin POAŞ’ı Doğan’a neredeyse bedava vermesiyle, Erdoğan’la ipler gerildikten sonra kendisine 4,8 milyar lira vergi borcu çıkması arasında herhangi bir tutarsızlık bulunmuyor. Aynı Aydın Doğan’ın, darbe girişimi sonrasında Erdoğan’ı sermaye sınıfı adına yönetme misyonuyla hareket etmesi de bu sürekliliğin parçası.

Türkiye’de bugüne kadar hangi darbe girişimi sermaye sınıfını karşısına alarak gerçekleşti ki? Ya da hangi darbenin tasfiye ettiği burjuva siyasetçisi sermaye ile kapışmıştı? En fazlası hizmette edilen kusurdur.
Sermayenin sağlam kazık arayışı sadece siyasi temsiliyetle sınırlı değil. Eşek bir de sömürünün merkezinde, işyerlerinde sağlam bağlanmalıdır. Sömürünün sürekliliği her şeyden önce gerçekleştiği yerde güvenceye alınmalıdır.
İşte o genel müdürün fabrikasındaki işçi, montaj bandı önünden geçip gidinceye kadar her tarafından ter damlayarak arabanın kapısını yerine takacak ki, taş çatlasın dört ikramiye dahil 2500 lirayı hak edebilsin! Azıcık temposunu yükseltip on saniye kazanacak ki, birkaç adım ötesindeki sebile koşarak bir bardak su içebilsin, sonra kalan tüm zamanını üretim için kullanabilsin. Patronun aradığı süreklilik tam da budur, o bandın ucundan her 57 saniyede bir otomobil çıkmasıdır.

İşçinin biat etmesi işte bu yüzden istenir. Biat, kimi zaman şükürle kimi zaman milliyetçilikle, bir bakmışsın üzerinde önlük ustabaşı, bir bakmışsın boynunda kravat sendikacı kılığında kapıya bağlı bir bekçi köpeğiyle sağlanır.

Sonuç?
Sonuçta hep patronlar kazanıyor. Memlekette darbe oluyor patronlar kazanıyor. Darbe başarısız oluyor yine patronlar kazanıyor. Onlar kazandıkça emekçiler kaybediyor.
AKP ülkeyi felaketin eşiğine getirdi, Erdoğan’ın ihtirasları kontrolden çıktı… Hepsi tamam.
Peki ya patronlar?

En derin kaosta bile hep kazanıp hiç ortalıkta görünmemek…
Bu işte bir terslik yok mu?
Onlarla mücadele etmeden AKP ile mücadele edilemez.
Patronların partisiyle mücadele patronlarla mücadele edilmeden yapılamaz.

Alpaslan Savaş
SOL

‘Sıbyan Mektepleri-Meriç Velidedeoğlu

“ABD” ile dümen suyundaki “AB” tarafından -Türkiye’ye özgü olarak- yaratılan, neredeyse savaşa dönüşen, iç ve dış “terör” yetmiyormuş gibi, ülkemizi yönetenler de, art arda çok ciddi sorunlar üreterek -bir bakıma- bu dış kaynaklarla yarışmaktalar. 

“2016-2017” eğitim, öğretim yılında, ilkokul ikinci sınıflara, “yedi” yaşındaki çocuklara “Arapça” öğretilmeye başlanacak; ayrıca bu ders kapsamında, Diyanet İşleri Başkanı’nın açıkladığı gibi, “kısa ayetlerden” başlayarak Kuran’ın okunmasına geçilecek. 
Bakanlığın bu kararının, Diyanet’in bu açıklamasının gereğini yerine getirmek için,“yedi” yaşındaki çocuklarımız en azından şunları: 
•Arap harflerini okumayı,yazmayı öğrenecekler, 
•Arap “abece”si (alfabesi) olan “Elifba”yı, en ince ayrıntılarıyla -gözü kapalı- bilecekler. 
•Arapça sözcükleri (kelimeleri) -özellikle ayetleri, sureleri- okuyabilmek için,“Harekeleri” de tek tek öğrenecekler, 
•Harfleri vurgulayan, uzatan özel işaretleri de belleyecekler, 
•Kolay öğrenmek için, “Sıbyan Mektepleri”nde olduğu gibi, uygulamayı hep birlikte seslendirerek yapacaklar, 
•Ardından, ilkin kısa ayetleri, kısa sureleri okumaya geçecekler, 
•Daha sonraları da bunları “Tecvid”le okumaya başlayacaklar, 
•Kuşkusuz kimi sureler (namaz için olanlar) ezberlenecek.

 
Ve böylece “yüz”ü aşkın “sure”den, yüzlerce “ayet”ten oluşan “Kuran-ı Kerim”bütünüyle “hatm” edilecek; çocuklarımızın “23 Nisan Bayramı”nı kutlamak yasak, ama bu “Hatm indirme”ler, “Ayin” bayramlarıyla kutlanacak... 
Ne var ki, bunlarla yetinilmiyor; “Hadisler”e, “Peygamber”in söylediklerine de yer verilecekmiş; kısaca, İslam, ümmet, İslami toplumsal yaşamın kurallarına... 
Ders “Arapça” olduğuna göre, “Hadisler”de bu dille okunup, öğretilmeli; böylece uygulama alıştırma yerine de geçer; ayrıca “Arapça”nın, ne denli büyük ne denli“kutsal” olduğu da, daha “7” yaşından başlayarak çocuklarımıza öğretilmiş olur. 
Oysa, “Osmanlı”nın “Sıbyan Mektepleri”nde daha sonraki adlarıyla “Mahalle Mektepleri”nde bu yaştaki çocuklara “Kuran” okutulur, “Kuran”da yer alan “kıssa”lar (öyküler) öğretilir, ama “Hadis”lere kesinlikle yer verilmezdi. 
Demek ki, “21. yy”ın “Mahalle Mektepleri”ne dönüştürülecek ilkokullarımızda “7”yaşındaki çocuklar, daha da derinden daha da genişçe öğrenecekler “İslami Yaşamı”, kısaca “Şeriat” düzenini.
 
Böylece, “2010”da “AKP”li bir milletvekilinin, “ilkokullarda yalnız Kuran okutulsun”önerisine bir adım kalmış gibi... 
Bu öneriyi, Meşrutiyet’in “Mebusan Meclisi”ne getiren, “Abdullah Azmi Efendi”nin ne kendisi ne de önerisi ciddiye alınmamıştı... 
Yalnızca bu karşılaştırma bile “14” yıllık “AKP” iktidarının laik Türkiye Cumhuriyeti’ni nereye getirdiğinin uyarıcı bir göstergesi. 

Hele “Üçüncü Selim”in, askeri okullarda “Kuran” dersleri yerine “yabancı bir dil”(Fransızca) öğretilmesini (1795) buyurması ile karşılaştırılırsa... 
Öte yanda dilimiz “Türkçe”yi neredeyse “yok’” edecek boyutta ki başta Arapça olmak üzere yabancı sözcüklerin, bunların kurallarının işgalinden, boyunduruğundan kurtaran “Dil Devrimi”nin, dilimizi korumasını sürdürmesi için,“1932” yılının “26 Eylül” günü ilan edilen “Dil Bayramı”nın “84.” yılını kutlamak bir yana, anımsadık mı? 
Gazetemizin, hiç olmazsa, “Tarihte Bugün” köşesinde anımsattık mı? “Atatürkçü”olan “Atatürkçü düşünceyi” benimseyen sivil toplum örgütlerinden bir “çıt” çıktı mı?


Oysa “AKP” iktidarı, “Dil Bayarımı”nı atlamadı; “Arapça öğrenimini”, ilkokul ikinci sınıfında, “7” yaşındaki çocuklarımızla başlayacağı “müjdesi(!)’ni vererek kutladı. 
Bu ortamda, “Gülgûn Feyman’ın Ulusal Kanal’da ‘26 Eylül’ günkü ‘Nasıl Yani’programını bu konuya ayırıp, “Dil Bayramı’nı kutlaması, her türlü teşekkürü hak ediyor. Yürekten kutlarım!

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

29 Eylül 2016 Perşembe

Laiklik işçi sınıfına aittir-İLKER BELEK

Ters geliyor değil mi ? Laikliği yıkan AKP esas olarak işçi sınıfının desteğiyle iktidarını sürdürüyor çünkü.
Gerçeklik böyle. Ama gerçekliğe teslim olunacak olsaydı gelişme, değişim diye bir şey de olmazdı. Bugün işçi sınıfının laikliğin değerini bilmiyor olması, ne laikliğe esas olarak işçi sınıfının gereksinimi olduğu, ne de laikliğin ancak işçi sınıfı iktidarıyla garantiye alınabileceği gerçeğini değiştirir.

Laiklik işçi sınıfınındır, ancak işçi sınıfı laikliği gerçek toplumsal zemini üzerinde hayata geçirip, geliştirebilir.
Burjuvazi neredeyse 300 yıla yaklaşmış iktidarının ancak çok küçük bir diliminde laiklikten, dinin toplumsal etkisinin sınırlanmasından, din ve devlet işlerinin kesin biçimde ayrılmasından yanaydı.

Nedeni söz konusu ettiğimiz o dönem için burjuvazinin esas rakibinin feodal düzen ve onu temsil eden toplumsal güçler olmasıydı. Burjuvazinin kendi düzenini, kapitalizmi kurabilmesi için öncelikle feodalitenin iktidarına son vermesi, feodalitenin toplumsal zeminini ortadan kaldırması gerekiyordu. Bu da din ve kiliseye karşı kesin bir savaşı gerektiriyordu.
Feodalite demek kilise demekti. Senyörlerin ideolojisi tanrıya dayanıyordu. Kapitalizmin ekonomik alt yapısı olan sanayinin geliştirilmesi ise akla ve bilime ihtiyaç duyuyordu.
İşte böyle bir ortamda burjuvazi mecburen akıldan yana, ilerici bir kimlik giyinmek zorunda kaldı. Kendi toplumsal tabanı olmadığı için, yüzyıllardır kilisenin tahakkümü altında ezilmekte olan proletaryanın toplumsal taleplerini de sahiplendi.

Ancak burjuva devrimi burjuvazinin ilericiliğinin de sonu oldu. Devrimle birlikte işçi sınıfıyla olan ittifakını bozdu.  
Burjuvazi kendi tarihsel çıkarları gerektiriyorsa, kendisi için ve kendi çıkarları gerektirdiği ölçüde ilericidir, bilimden yanadır, laiktir. Burjuvazinin bilimden yanalığını kar ölçütü belirler. Bilim kar sağlıyorsa burjuvazi tarafından sahiplenilir.
Bilimi, aklı, laikliği salt kendi sınıfsal çıkarları bağlamında bir yere yerleştiren burjuvazi, bu çıkarcılığı nedeniyle açık biçimde gericidir.
Kapitalist üretim ilişkileri içinde laikliğin her daim sahipsiz kalmış, sömürülen sınıflar sahiplenmediği taktirde sefalet içine düşmüş olmasının ve Türkiye’nin bugünkü halinin nedeni de burada gizlidir.

Bu kadar da değil: Burjuvazi sınıfsal iktidarını sürdürebilmek, halk sınıflarının bir şekilde rızasını alabilmek, halk sınıflarını sömürü düzeniyle uyumlu hale getirebilmek için gerici ideolojilere ve özel olarak dine ihtiyaç duyar. Sömürü düzenini tanrının taktiri olarak sunmak için özel çaba sarf eder.
Din sömürülenler için sahte bir kurtuluş yolu, sömürüye ses çıkarmamalarını sağlayacak bir araçtır.
Marks’ın dediği gibi: “Din dünyadaki sıkıntıların tesellisi ve baskıları meşrulaştıran teorisidir… Dinin sefaleti hem gerçek sefaletin ifadesi hem de bu gerçekliğe itiraz edilmesidir. Din mutsuzluklar altında ezilen yaratığın son nefesi, kalpsiz bir dünyanın şefkati, ruhsuz bir çağın ruhudur.”

İşçi sınıfının sömürüden kurtulması, ekonomik sömürüye garanti sağlayan ideolojik ve dini mekanizmaların etkilerinin de kırılmasını gerektirir.
Din toplumsal hedefleri olan bir sistemdir. Bu nedenle salt bireysel inanç bağlamında değerlendirilemez. Bütün tek tanrıcı dinler sınıflı toplum yapısı içine doğmuştur ve amaçları da o yapıyı yeni egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre biçimlendirerek sürdürmek olmuştur. Kendi koşulları içine doğmuş kutsal kitapların, toplumsal yaşam için bugün de referans olarak kullanılması, o nedenle sömürünün sürdürülmesine hizmet eder.
Laiklik; dinin toplumsallığının yok edilmesi ve bireyin inanç dünyasına sınırlandırılmasıdır.
Bu haliyle laiklik yalnızca işçi sınıfının işine yarayacak, sömürücü sınıfların ise bir gerekçeyle mutlaka karşı çıkacakları bir yaşam biçimidir.
Dinin toplumsal yaşam tarzına müdahale etmesine gösterilecek en küçük bir tolerans bile laikliği tamamen yok edecek bir dinselleşmeyle sonuçlanır.
Laiklik yalnızca işçi sınıfının işine gelir.
Laiklik burjuva sınıf iktidarının, kapitalizmin yıkılmasını gerektirir.
Laikliği yalnızca işçi sınıfının iktidarı olan sosyalizm hayata geçirebilir.
Laiklik mücadelesi sınıf mücadelesinin en temel bileşenlerinden birisidir.

İLKER BELEK
SOL

OHAL ve KHK düzeni: ‘Parti devleti’nden ‘tek adam devleti’ne-EMRE KONGAR

Bir Demokratik rejimin yakalanabileceği en ciddi hastalıkların başında “Parti Devleti” hastalığı gelir. 
Bu hastalık tedavi edilmezse, zamanla “Tek Adam Devleti” hastalığına dönüşür ve rejimi öldürür.

***
“Parti Devleti” hastalığında, sadece yasama organı Meclis değil, devlet dediğimiz varlığı oluşturan bütün organlar, yürütme ve yargı mekanizmaları ile birlikte özerk kuruluşlar da “Parti”nin veya doğrudan “Parti”yi de yöneten liderin emrine girerek yozlaşır. 
“Parti Devleti” hastalığının öldürücü darbesi: 
Adalet mekanizmasının da “enfekte” olması, yani halk deyişiyle “iltihaplanması” ve bu hastalığın pençesine düşmesidir! 
Böylece zaten “Parti”nin emrinde olan yürütmenin hiçbir eylemi, evrensel hukuk anlamında bir “yargı denetimine” tabi olmaz... 
Elbette “Parti Devleti” bütünlüğü içinde, bilim, haberleşme, ekonomi yönetimi gibi günlük siyasetin çalkantılarından daha az etkilenmesi gereken alanları düzenleyen TÜBİTAK, YÖK, TRT, Bilgi Teknolojileri Kurumu BTK, MerkezBANKASI gibi özerk kurumlar da yozlaştırılır. 
“Parti Devleti” kendi sermayesini ve kendi dalkavuklarını da üretir: 
Devletin bütün olanakları, “Parti Devleti” çerçevesinde partiye (lidere) hizmet eden işadamlarına, müteahhitlere tahsis edilir... 
Gerekirse, sıfırdan milyonerler bile yaratılır ve toplumun belli kesimleri parayla ya denetlenir ya da doğrudan satın alınır. 
Dalkavuklar her alanda öne çıkarılır: 
Dalkavuk profesörler, yazarlar, sanatçılar, özellikle yeteneksizler ve başarısızlar arasından seçilir ki, bağımlılıkları her türlü mantık, ahlak ve en önemlisi utanma sınırlarını aşsın, gerektiğinde de tetikçi olarak kullanılabilsinler. 
“Parti Devleti” hastalığının ilacı sandıktadır!

***
15 Ekim 2015 Perşembe günü, 1 Kasım seçimlerinden önce Cumhuriyet’te bunları yazmıştım! 
Aradan 9 ay geçti ve 15 Temmuz kalkışması sonrası, 20 Temmuz OHAL Post MorTem Darbesi ile, KHK’ler yoluyla Meclis de resmen devre dışı bırakıldı... 
“Parti Devleti”, zamanında tedavi edilemediği için, 15 Temmuz Kalkışması ile bir kez daha mikrop kaptı ve “Tek Adam Devleti”ne dönüştü!

Emre Kongar
Cumhuriyet

‘Osmanlı Boris’ten jumbo yağcılık-Nilgün Cerrahoğlu

Abdülhamit’e çok öykünülüyor ya... Tam şimdi işte Abdülhamit zamanında yaşanan şeyler oluyor. 
Abdülhamit’i en kısa tanımıyla şu şekilde özetliyor Wikipedia: “Batı’ya karşı dengeci. Doğu’ya karşı İslamcı politikalar izlemiş, ülkede mutlakiyetçiliği güçlendirmiştir.” 
Boris Johnson’ın dışişleri bakanı olarak yaptığı Türkiye çıkarması, bugün birebir bu siyasete bir örnek. 
Günümüzde Abdülhamit’le koşut değerlerle sunulan mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin başı da bizi böyle yönetmiyor mu? 
Yüz küsur yıl öncesinde olduğu gibi saray, bugün de Türkiye ve Doğu’ya İslamcı politikaları dayatırken, Batı’da Johnson gibi ülkemize en hakaretamiz sıfatlarla yaklaşan siyasiler karşısında dahi “dengeciliği” yeğliyor.

İçerde malum yekten mutlakiyetçi. 
Abdülhamit istibdadından bu yana dünden bugüne bakıyorsunuz hiçbir şey değişmemiş. 
“Jurnalcilik”, o devirde toplumda yarışa dönüşmüştü. 
Bugün görüyoruz ki ülkenin heyhat en güçlü ailelerinin bile artık jurnalcilik içine işlemiş... 
O dönemde devlette dürüst memur/aydınlar sürülmüş/ayıklanmıştı. 
Bugün de farklı konumda değiliz. 
Nihayet basın da “Abdülhamit sansürü” ile tam bugün olduğu gibi maymuna/muma çevrilmişti.

‘Hacı Wilhelm’ yolu açtı 
Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm 1898’de II. Abdülhamit’i tam işte böyle bir ortamda ziyaret etmişti. 
Yavşaklığın bini bir para, Kaiser, “halife”nin ümmetini yanına çekebilmek için kendi hakkında bizzat “Müslümanlığa geçtiğine dair” rivayetler dahi çıkartmaktan çekinmemiş, “hacı” olduğu propagandasını ortaya atmıştı. Kaiser’in isteğiyle bu“Hacı Wilhelm propagandası” Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülhamit sansürü altında yaşayan tüm gazetelerinde yer almıştı. 
118 yılda demek hiçbir şey değişmedi. 
Dört ay önce TC devleti başındaki şahsa en ağır hakaretleri yapmaktan kaçınmayan ve bir “şamar oğlanı” olarak kullanılan Türkiye-RTE karşıtı söylemlerle Brexit referandumunu kazanan İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson, şimdi güle oynaya geldiği Ankara’da gözümüzün içine baka baka “Osmanlı geçmişi” üzerinden vıcık vıcık yağcılık yapıyor. 
“Hacı Wilhelm” misali bir “hacı” olduğunu söylemesi eksik... 
Evindeki “Türk marka çamaşır makinesi” ile bile övünüyor. 
Alay edercesine AB referandumunda tepe tepe kullandığı “Türk korkusuna” rağmen,“Türkiye’nin AB üyeliğine” yardım edeceğini söylüyor. 
Bu profildeki insanları tanımlamak için Türkiye’de “yüzsüz”, “yavşak”, “yılışık”, “pişkin”.. “şerefsiz”e dek giden geniş bir lügat var. 

Ancak kalemler bağlı. Vaktiyle dünyayı Osmanlı’ya güldüren Hacı Wilhelm zamanında olduğu gibi tıpkı, yerli basın Boris Johnson’ın ziyareti hakkında serbest kalem oynatamıyor. 
Hiçbir şey olmasa “otosansür” devreye giriyor.

İkiyüzlülüğün şahikası 
Johnson’un bu akıllara durgunluk veren gezisi hakkında İngiliz basınında yazılanlar.. Türkiye’de yazılanlardan çok daha cüretkâr. 
Hemen bütün İngiliz yayınları ziyaret vesilesiyle, burada bizim yayımlayamadığımız Johnson’un o iğrenç şiirine atıf yapıyor. Johnson’un buna karşın Türkiye’de“Osmanlı geçmişiyle övündüğünü” not ediyorlar. Ve koro halinde İngiliz bakanın içi boş “Türkiye’ye AB desteği vaadini” öne çıkartıyorlar. 
Huffington Post durumu üç sözle özetlemiş: “İkiyüzlülüğün yaşama geçirilmesi/ Hypocracy in action!” 
Batı-Doğu arasındaki temel fark bu. Batı’da kamuoyu var. Bizde yok. 
“Kamuoyu” denenen gizemli güç İngiltere’de açık bir özür dahi sunmadan Johnson’un “jumbo bir ticaret anlaşması için” Türkiye’ye gelmesine şaşıyor. 
Johnson’un şiirini bırakın, Türkiye’de gözünün üstünde kaşın var diyen herkesten hesap soran Erdoğan’ın, İngiliz bakan karşısında tamamen sessiz kalması ve hiçbir şey olmamış gibi onu kabul etmesi başlı başına şaşkınlık konusu. 
Demek ki iktidar, çıkarlar, reel politik ve “Büyük Oyun” söz konusu olduğunda hakaret ve saygınlık gibi konular ikinci planda kalıyor. 
Ankara Batı’da öyle yalnız ki Boris Johnson’a bile muhtaç. 
Yazıklar olsun.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

28 Eylül 2016 Çarşamba

Tarikatları Diyanet’e değil Cumhurbaşkanlığı’na bağlayın!-Tayfun Atay

Bir süredir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarikat ve cemaat oluşumlarını denetimi altına almasından dem vuruluyor. Artık “FETÖ” diye lanetlenen Gülen Cemaati’nin ülkede ve devlette geldiği noktadan ağzı yanmış dinbaz iktidar, yoğurdu üfleyerek yeme çabasıyla böyle bir seçeneğe oynuyor. 
19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Şeyhülislamlık bünyesinde işlerliğe sokulan “Meclis-i Meşayih”e kadar yüzyıllar boyu devlete uzak, genelde mesafeli, bazen yakınında (içinde) ama çoğu zaman da onun karşısında olmuş tarikatlar, Cumhuriyet’te ilk defa bir tür “devletleştirme” sürecine sokulmak isteniyor. 
İyi mi olur, kötü mü?.. 
Kimileri bunların kendi başına veya “başıboş” bırakıldıklarında daha ciddi sorun ve daha büyük tehlike arz ettikleri gerekçesiyle bu türden bir girişime olumlu bakıyor. Kimileri ise onların resmî meşruiyet kazanmasına bağlı olarak böylece ülkede ve devlette daha da rahat at koşturacak bir noktaya gelebileceklerini ileri sürüyor. 
Tartışalım!.. 
Önce büyük harfle yazıldığında “Cemaat” denince akla gelen Gülen Hareketi üzerine bir-iki not tutarak başlayalım: O, cemaat olmanın da ötesine geçmiş bir oluşumdu. Bir dönem Gülen’in söylediği rivayet edilen “Cemaattik, ‘Cemiyet’ olduk” sözü de bu minval üzere değerlendirilebilir. 
Gülencilik bu noktaya hem ulusal hem de küresel zeminde aldığı sıra dışı destekle geldi. 
Ne istediyse kendisine verilerek geldi. 
Bu ülkede siyasete soyunan AKP ile el-ele, kol-kola, sarmaş-dolaş, öpüş-kokuş “paralel” yürüyerek geldi. 
Diğer tarikat ya da cemaat oluşumları için böylesi ulusal ve küresel bir “ekonomi-politik” şebeke haline gelme durumu söz konusu değil. Elbette onlar da yaklaşık 15 yıldır bu dinbaz iktidarın oy hesapları doğrultusunda önlerine açtığı imkânlardan yararlandılar. Şekil değiştirdiler, şirketleştiler, holdingleştiler. 
Ama 15 Temmuz sonrası karşı karşıya kalınan fecaat benzeri hareketlilikler içerisine bunların da girebileceği bahanesiyle hepsini Diyanet’in hükmü altına sokmaya çalışmak… Bu, bence daha tehlikeli olduğu kadar absürd ve komik de!.. 
Diyanet bunlarla başa çıkamaz, bir. 
Bunlar Diyanet çatısı altında, onu kendi hükümleri altına almak için hem kurumun Reislik makamına, hem de birbirlerine yönelik nüfuz ve rekabet mücadelesine girerler, iki. 
Böylesi bir “Resmiyet’e merbutiyet”, yani bağlılık, onların kendilerine has merbutiyet, daha doğrusu “Rabıta” anlayış, gelenek ve pratiklerini geçersizleştirerek onları can evinden vurur, üç… 
Açalım!.. 
Beğenin-beğenmeyin, bir tarikatta şeyhin otoritesinden daha yüksek bir pozisyon olmaz. Bir şeyh için de dinsel çerçevede kendisinden yukarıda bir kişiye tâbilik ölüm olur. 
Takipçileri nezdinde, daha doğrusu “rabıta” pratiği ile ruhaniyetinden yardım alacak şekilde ona kalpten kendilerini bağlayanlar için bir şeyh, kutsaldır. Onun başka bir dini otorite ile kıyası söz konusu olamaz. 
Hatta bazen aynı tarikatın farklı kolları arasında hangisine liderlik edenin o tarikatın gerçek şeyhi olduğu noktasında öylesine kanlı-bıçaklı anlaşmazlıklar vuku bulur ki şaşıp kalırsınız. Ben buna birinci elden şahidim!.. 
O yüzden kimse Diyanet Başkanı’nın altında rahat durmaz. Mehmet Görmez Hocamızın da onları tutmaya gücü yetmez. Bunu, kendisi de gayet iyi bilir. 
Ayrıca Diyanet bünyesinde Selefilik, yani “tarikat-düşmanı” İslâmi çizgiye yakın kesimler olduğunu da biliyoruz. Bunların, kontrol altına alınmış tarikat-cemaat oluşumlarıyla (elbette karşılıklı) ilişkisi de kurumu bir saatli bombaya dönüştürmeye yetebilir. 
Çözüm, tarikatları da, cemaatleri de, diğer her türden dinî ekol ya da eğilimleri de onların hiçbirine angaje olmadan “toplumsal barış”ı esas alarak hepsine eşit mesafeli bir yaklaşımla karşılayan “seküler” çizgiyi Diyanet de dâhil olmak üzere tüm “Resmiyet”in benimsemesidir. 
Tabii ki dinbaz iktidar, toplumu laiklikten öcü gibi korkuttuğu için böyle bir çizgiyi seçenek yapmayacaktır. 
Ama işte Diyanet’e tarikatları musallat etmek, zaten bir dolu sorunla boğuşup boğulan kurumda işlerin daha da sarpa sarmasına yol açacaktır.

 
O zaman bırakın Diyanet’i de bir başka omuza bindirin yükü!.. 
Yıllardır bu konuları “içeriden” iyi bilen nice şahsiyetten duyuyorum, eğer Erdoğan olmasa bu tarikatları, cemaatleri kimse tutamaz diye… 
Ayrıca ha bire yazıyoruz, bugünün Türkiye’sinde özde tek geçerli tarikat “Tayyibîlik” diye… 
İşte bu! Bağlayın tarikatları Cumhurbaşkanlığı’na, olsun bitsin!..

Tayfun Atay
CUMHURİYET

27 Eylül 2016 Salı

Tarikat kucağına oturduysan kandırılman kaçınılmazdır-ORHAN GÖKDEMİR

Devrim cemaatten halk çıkarma işidir demiştik yazılarımızdan birinde. Karşı devrim de halkı cemaate dönüştürme işidir. Olup bitenin tek anlamı bu. Nasıl yapacaksınız bunu?
Fransız Devrimi milli eğitim ve milli ordu ile bir çözüm buldu. Herkesi yurttaş haline getirmenin ön koşuluydu eğitim. Askerliği üst sınıfların ayrıcalığı olmaktan çıkarıp, orduyu halk ordusu haline getirmek de öyle. Sonrasında kurulan bütün devletler bu devrimci ilkeleri kabul etmek ve hayata geçirmek zorunda kaldı. “Milli birliği” sağlamanın en etkili yollarıydı bunlar.
Bunları şunun için not ediyorum; Ülkemizde yaşanan eğitim karşı devrimi, tek kelimeyle halkı yeniden cemaate dönüştürme girişimidir. Zordur ama umutsuz denemeler sürmektedir. Kör topal laik eğitim gitti, imam hatipler geldi. Andımız gitti, 15 Temmuz yemini geldi. Kemalizm gitti, Tayyarizm geldi. Eski Türkiye’nin milli eğitimini politik bulup tasfiye edenlerin yarattığı eser göz kamaştırıcı. Her okul, neredeyse bir siyasi parti bürosu gibi. Beş yaşındaki bebelere terlikle tank döven, kurşun kovalayan insan fotoğrafları gösteriyorlar. Çişini tutamayan bebeler bunlara bakıp, arkadaşların ne büyük kahramanlar olduğunu öğrenecek güya. Teneffüse çıkış zili “Ölürüm Türkiyem”, derse giriş zili “15 Temmuz Demokrasi Marşı”... Okul yöneticileri aslanlar gibi birer AKP temsilcisi. CHP temsilcisi olsaydı fena. Oluyor böyle tuhaf şeyler ama hiçbiri “Andımız” kadar faşist değil tabii. Tarihin tanık olduğu en tuhaf demokrasi gösterisi bu!

xxx

Nitekim Fettuhi Cemaati darbe yapınca, Eğitim-Senli öğretmenleri işten atmak gerekti. Dil çürük dişe gidermiş. Dincinin çürük dişi de laik, solcu ve cumhuriyetçiler. Antakya’da görevden uzaklaştırılan bir öğretmen arkadaşımı arayıp sordum “oralarda durum ne, devletin dili çürük dişlere gidiyor mu” diye. İlde 2500 öğretmen varmış olaylardan önce. Şimdi elde kalan 1000. “Aman ne kadar Fetö’cü varmış” demeyin. Fetö’cü iddiasıyla görevden alınan öğretmen sayısı 600.  928 öğretmen daha önceki sendikal eylemleri nedeniyle görevden alınmış. Çoğunluğu zaten Gezi direnişi nedeniyle soruşturulan öğretmenlermiş.
Arkadaşım okul müdürleri ve il milli eğitim zaptiyelerinin baskılarından söz etti uzun uzun. Anlatmaya gerek yok. Elde somut örnek var çünkü.
“Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse, o kadar erkekle zina yapmış gibidir…” Kim beğenip paylaşmış bu özlü sözü? Burdur Milli Eğitim Müdürü. Çocukları cemaate dönüştürmek isteyenler, kadınları eksik bırakır mı? Ya evden çıkmayacaksınız ya da örtüneceksiniz; dediği bu. Süslenen her kadını da fahişe ilan ediyor böylece.
Fakat sıkıntı şu ki, “örtünmüş” kadınların çoğunluğu da sokağa süslenip çıkıyor. Tahrik ise esnek bir kavram. Yukarıdaki lakırdıyı eden bir adamı tahrik etmekten mezar taşı olsan kurtulamazsın. Fallus kafalı çünkü…
İşte bu zihniyette adamlar Eğitim-Sen’li öğretmenleri kovuşturanlar.

xxx

AKP ile Fetö arasındaki mesele her ne kadar ülke meselesi gibi gösterilmeye çalışılsa da aynı siyasal programa sahip iki kafadarın kayıkçı kavgası. Milli Eğitimi bu hale getirenler, kavga çıkana kadar el altından desteklenen Fetö’cülerdi zaten. Okullarla, yurtlarla bir iki nesli böyle böyle piç ettiler. O okullardan ve yurtlardan kirli peçete yiyen, kokmuş don biriktiren, ağlak bir emekli vaizi mehdi belleyen adamlar yetişti. Onlar bunlara darbe yapmaya kalkışanlar. Darbe başarılı olsaydı ilk işleri okullara el koyup imam hatibe dönüştürmek ve kendilerine biat etmeyen kim varsa kapının önüne koymaktı. Darbe başarısız oldu, ayakta kalanlar bütün okulları imam hatibe dönüştürüyor ve kendilerine biat etmeyen kim varsa kapının önüne koyuyor. Çaresiz bir siyasal program bu. Ya halkı bütünüyle cemaate dönüştürecekler ya da yıkılacaklar. Kalmadı arası.
Temizlik işçisi maaşı Cemaat bankasından alıyor diye işten atıldı. Balerin o bankadan kredi çekti, hekim çocuğunu cemaat okuluna gönderdi diye tutuklandı. Kemal Okuyan’ın deyişiyle cemaatçi kuruyemişçiden çerez alanın bile peşine düştüler. Haklıdırlar belki. Sonra AKP'li 12 milletvekilinin Fettuhi’yi ziyaret fotoğrafı ortaya çıktı. Üstelik bu kez “kavgadan sonra-kavgadan önce” ayrımı da yapılamazdı çünkü bu ziyaret, Erdoğan'ın dershane ve MİT krizi nedeniyle Cemaat'le "kavga ettiği" dönemden sonra gerçekleşmişti. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, bu konudaki soruyu şöyle yanıtladı: "Ak Parti'nin içinde Fetö'cü varsa, Ak Parti kadroları kendisi temizler. O seni ilgilendirmez."
Eee, hani hukuk, hani eşitlik, hani adalet? “Rabbim affetsin”le, “kol kırılsın içinde kalsın”la oluyor mu öyle? Adında “adalet” olan bir partinin dramıdır bu…

xxx

Bütün bu saldırılara rağmen imam hatipler “her şey dâhil” kampanyalarla öğrenci toplamaya çalışıyor. İmam Hatibe gidenin yemek ve servis parasını da karşılıyorlar ki karşılayan kim, belli değil. Ensar Vakfı da harıl harıl kampanya yapıyor bu günlerde. Ne alırsan ücretsiz. Hizmetin bini bir para. Yeter ki kapısından içeri gir, sonra ne muamele görürsün Allah bilir!
Bu fotoğrafın tersi yaşanıyor teslim olmayan okullarda. Devlet yıkamadığını yıpratıyor, İmam Hatibe çeviremediğini maymuna çeviriyor. Yüzlerce okulun önünde “okuluma dokunma” direnişi yaşanıyor uzun zamandır. Sistem bir yandan kıyma makinesi gibi çalışıyor, öbür yandan kendi yarattığı açığı kapatma telaşında. Atılan öğretmenlerin yerini sözleşmeli öğretmenlerle doldurma çabası da bunlardan biri.
Hazır Ohal varken, sözlü sınavla kadrolaşıyor iktidar partisi. MEB’in sözleşmeli öğretmen alımı için düzenlediği sözlü sınavda oluşturulan komisyonların aday öğretmenlere yönelttiği sorular yansıdı kamuoyuna geçtiğimiz gün. İllere göre soru durumu şöyle:
-Reis deyince aklınıza kim geliyor? (Adana)
- Çocuklarınıza peygamberimizi anlatır mısınız? (Trabzon)
- Âmin alayları nedir? (Adana)
- Avrupa’da sınıflarda Hz. İsa resmi ve haç işareti var. Bu konuda ne düşünüyorsun? (İzmir)
- İngiltere’de onlarca otelde kaldım. Hepsinde çekmecelerde İncil vardı. Bunu yorumlar mısın? (İzmir)
Müthiş yaratıcı sorular. Yokladım kendimi cevaplarını biliyor muyum diye. Şöyle cevaplarım:
-Reis deyince aklıma gelen Sedat Peker. (Adana)
-Çocuklara peygamberinizi anlatırım ama sizinki hangisi söylerseniz. 170 bin tane gelmiş gitmiş kardeşim. (Trabzon)
-Âmin alayları tekbir taburlarının dua eder hali. (Adana)
-Avrupa’da sınıflarda İsa resmi ve haç işareti varsa hemen kaldırılsın. Laiklik şart. (İzmir)
-Çekmecesinde İncil olanOTELE neden ısrarla gidiyorsun, gizli Hıristiyan mısın birader? (İzmir)

xxx

Taa Vaka-i Hayriye’den beri o tarikatın kucağından kalkıp bu tarikatın kucağına oturarak memleketi idare etmeye çalışıyor devlet. 1826’da Bektaşi’nin kucağından kalktı, Mevlevi’nin kucağına oturdu. Sonra baktı ki Mevlevi diye oturduğu kucak Nakşibendi kucağıymış. Basın, Diyanet’in tarikat ve cemaatlerle Fetö’yü konuştuğunu muştuladı geçtiğimiz hafta. Meali şu: Devletimiz Nurcu kucağından kalktı, oturacak kucak arıyor. Kandırılır hep tarikat kucağına oturanlar. Böyle böyle batırıyorlar ülkeyi gerçi ama rabbim affetsin artık!
Cemaatin kirli gömleğini yırtıp atmış ve halk olmayı başarmış bu ülke bir kez. Onu cemaatin kirli gömleğine tekrar nasıl sığdıracaksın?
Döndük en başa. Tek çare kaldı elde; Tekke ve tarikatları dağıtmak…

Orhan Gökdemir
SOL