5 Ekim 2016 Çarşamba

AKP'nin gençlik gelişim kampları: 'Reis'e biat etmiş kindar nesil eğitimi!-Ahmet Çınar/SOL

15 Temmuz süreci ve "demokrasi" mitingleri sonrasında başlayan "AKP Gençlik Gelişim Kampları" devam ediyor. Ekim sonuna dek sürmesi planlanan kamplarda, hamasi nutuklar, 15 Temmuz edebiyatı, şehitlik söylemi güçlü vurgularla yineleniyor, Kamplar adeta “Reis”e biat ve bağlılık seremonisine dönüşüyor. AKP bu kamplarda elden geçirdiği gençlere bir süre daha “paramiliter” görevler yüklemeye, “moral” ve “motivasyon” aşılamaya devam edecek görünüyor.

AKP’nin Kızılcahamam kampları neredeyse bu parti kurulduğunda beri yapılagelir. Bakanlar, milletvekilleri ve partinin üst düzey yöneticileri çeşitli periyotlarda hafta sonları bir araya gelerek TBMM kulislerinden, genel merkez odalarından,OTELlobilerinden ya da lüks lokantalardan uzak bir ortamda buluşurlar.

AKP’de son iki aydır, Ağustos’tan beri, bir diğer deyişle 15 Temmuz darbe girişimi ve hemen ardından düzenlenen “demokrasi mitinglerinden” sonra “Gençlik Kolları Gelişim Kampları” düzenlenmeye başlandı. Türkiye’nin çeşitli illerinde, ilçelerinde, mahallelerinde iş bulunarak, maaş bağlanarak, burs verilerek, çeşitli nakdi ve ayni yardımlar yapılarak “taraftar” haline getirilen AKP’li gençler, sekiz haftadır Erzurum, Afyonkarahisar, Kahramanmaraş ve Kızılcahamam'da bir araya getiriliyor.

Bu toplaşmaların adına da “Gençlik Kolları Gelişim Kampı” deniliyor, kamplarda “Büyük Türkiye’nin Güçlü Gençliği” sloganı kullanılıyor. Ekim’de de devam edeceği anlaşılan kamplarda, AKP yöneticilerinin dilinden düşürmediği “Darbe tehlikesi henüz geçmedi” söylemine adeta hazırlık yapılan bir süreç işliyor. Haziran direnişi, Soma katliamı gibi olaylarda yükselen kitlesel ve toplumsal muhalefete alternatif olarak “sokağa sürülen”, kimi zaman elinde pala, bazen de sopayla görülen, kimi zaman da "kefen" adı altında beyaz çarşaflara bürünüp "AK" polislerin koruması altında boy gösteren AKP’nin paramiliter güçleri, öyle anlaşılıyor ki bu kamplarda motive ediliyor. Hamasi nutukların, 15 Temmuz edebiyatının, şehitlik söyleminin güçlü vurgularla yinelendiği bu kamplar, adeta “Reis”e biat ve bağlılık seremonisine dönüşüyor.
  
Tayyip Erdoğan’ın “dindar ve kindar gençlik” söyleminin hakim olduğu kamp konuşmalarında, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi konusu odakta yer alıyor.

"ŞEHADET ŞERBETİ" EDEBİYATI
Nitekim geçtiğimiz hafta sonu Kızılcahamam’daki “Gençlik Gelişim Kampı”nda konuşan Başbakan Binali Yıldırım, sözü 15 Temmuz gecesi yaşananlara getirerek, “O gün şehadet şerbetini içen gençler arasında AK Parti Gençlik Kolları'nın mensubu 12 kardeşimiz var" demesi de, kampa katılanları bu konu üzerinden motive etmeye yönelik bir hamleydi.
Yıldırım’ın, konuşmasının merkezine 15 Temmuz’u yerleştiriyor ve şunları söylüyordu: “15 Temmuz ülkemizin karanlık bir girdaptan milletimizin cesareti, feraseti ve basiretiyle kurtulduğu gündür. AK Parti davasının kurucu Genel Başkanı, liderimiz Türkiye sevdalısı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla meydanlara inen, en önce meydanları dolduran sizlerdiniz gençler. Gençleri sürekli tenkit ettiler, 'gençler apolitik, Türkiye’nin sorunlarına Fransız’ dediler. Gençlere çok şey söylediler ama o gençler 15 Temmuz'da Türkiye'ye sahip çıktılar, alçaklara bu ülkeyi teslim etmediler. Gençlere öncü olan sizlerdiniz."

YILDIRIM: 15 TEMMUZ GECESİ MELİH'İ ARAYIP 'TEŞKİLATI HAZIRLA DİRENECEĞİZ' DEDİM!
Yıldırım, 15 Temmuz gecesi 22.30’da partinin gençlik kolları başkanı Melih Ecertaş’ı aradığını da anlatarak, "Melih hazır olun, teşkilatını hazırla. Cumhurbaşkanımız ile konuştuk, direneceğiz, ölümüne direneceğiz, hiçbir kimseye hiçbir haine bu bayrağı teslim etmeyeceğiz" dediğini söylüyordu.
Böylece AKP “taraftarı” gençlere biçtiği görevi, bu cümlelerle tebliğ ediyordu.

PARAMİLİTER MOTİVE ETME SEANSLARI
“Gençlik gelişim kamplarının” Ekim sonuna kadar süreceği biliniyor. AKP bu kamplarda elden geçirdiği gençlere bir süre daha “paramiliter” görevler yüklemeye, “moral” ve “motivasyon” aşılamaya devam edecek görünüyor.  


Ahmet Çınar/SOL

Nuray Mert ile Soner Yalçın'ın ortak noktası-Volkan Algan/SOL

"Türkiye’de sol sınıfını unuttu, sınıf solunu. Başka tercih şansı olduğunu düşünüp kaçak güreşenlere artık daha fazla diyebileceğimiz bir şey yok, ama milyonlarca emekçi için mücadele asıl şimdi başlıyor."


15 Temmuz’daki darbe girişimi herkes için yeni bir durumu ortaya çıkardı. İktidarın belirlediği Türkiye sağı da, onun karşısında konum alan, Türkiye’nin çağdaş yüzünü temsil edenler de eskisi gibi değiller artık. Bunda şaşılacak bir şey yok, eşyanın doğası gereği böyle olmak durumunda.
AKP tabanını şimdilik bir kenara koyalım, çok da derdiğimiz değil aslında. Biz kendi tarafımıza bakalım.
Büyük bir kopuş oldu anlamında söylemiyoruz bunları, her şeyi en baştan tartışmayacağız elbette. Herkesin malumu olan sorunlar yerli yerinde durmaya devam ediyor.
Ama, 15 Temmuz’dan sonra, Türkiye’nin uzun süredir kendince bir “istikrara” kavuşan istikrarsızlık haline alışmış, içten içte bunun bu şekilde devam edemeyeceğini, bir gün, bir şekilde ve yine birileri tarafından dur denileceğini düşünenler şimdi bu metafizik inançlarını da yitirmiş derin bir bunalım halindeler.
Şimdi o metafizik, yenilerini doğuruyor, zaten başka türlü olamazdı. Çünkü yaşananlara bir açıklama getirmekte zorlanıldığı gibi, eldeki son avuntu da gitmiş oldu darbe denemesinden sonra. (Avuntudan kastımız darbe beklentisi değil sadece, bazıları için öyledir elbette ama Erdoğan’ın bir şekilde götürüleceği inancını kastediyoruz)
Şimdi ülkeyi terk etmeyi düşünenlerden, küçük dünyasında tutku arayanlardan, hobisel işlere gömülenlerden, "hayat kısa-vur kendini yola" diyen gezgincilerden, olmadı özel okula veririzcilerden... geçilmiyor ülke.
Tabii bunlara imkanı olanlar için söylüyoruz, ya hayat gittikçe katlanılmaz hale gelen, darbe denemesinden sonra bir kalemde çıkan emek düşmanı yasalarla elindeki son hakları da bir bir tırpanlanan milyonlarca emekçi ne olacak...
Demek ki yeni bir tartışmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

**
AKP karşıtı, modern değerlerin taşıyıcısı toplumsal kesimlerin bugüne kadar bir türlü anlamak istemediği, kabullenmekte zorlandığı şey AKP’nin sınıfsal karakteri oldu. Gericilik, cehalet, sanat, çevre, doğa ve tabii insanlık düşmanlığında çok kolay birleşiliyordu; gelgelelim tüm bu özelliklerin temelinde AKP’nin sermaye sınıfının, patronların partisi olması vasfının yattığına sıra geldiğinde aynı coşku ve kararlılığı göremiyorduk.
En berrak ve kararlı halini Gezi’de almış olan AKP karşıtlığının da zayıf karnı burasıydı. 10 milyona yakın yurttaşın sokağa aktığı bir direniş, açık ki bir emekçi tabana yaslanıyor demektir, bunda tartışılacak bir yan yok. Ama bu, hareketin emekçi karakter taşıdığı anlamına gelmiyor. En temel nosyonu özgürlükçülük ve laik hassasiyetler olan Gezi, tam da emekçi karakteri baskın hale gelemediğinden, hemen arkasından gelen manipülasyonlara karşı koyamadı.
O günden 15 Temmuz’a kadar da aslında AKP karşıtı toplumsal kesimlerin temel motivasyonu değişmedi. AKP’nin gerici karakteri, onun patron partisi olma vasfını hep gölgede bıraktı, aradaki bağ bir türlü kurulamadı, aynı tuzaklara defalarca düşüldü.
Üstelik AKP’ye karşı muhalefet cephesi öylesine genişledi ki, hiçbir biçimde yan yana gelemeyecek isimler şimdi fiziken olmasa da siyasi tasnif gereği aynı cepheye düşmek zorunda kaldılar. Bu cephe sosyalist hareketten liberallere, eski cemaatçilerden AKP küskünlerine kadar çok geniş bir alanı tarıyor: Artık herkes laik, herkes demokrat, herkes AKP düşmanı...
Buradan ne bir inanç, ne de enerji çıkar. Çıkmıyor da. Aynısının laciverdini denemek artık kimseye bir heyecan vermiyor, işte bu nedenle de en tehlikeli andayız, kabullenme tehlikesiyle... Ve belki de en umutlu.

**
İçten içe Erdoğan’ın bir gün bir şekilde gideceğine kendisini inandırmış, belki kendine itiraf etmese bile bu ülkeye bir şekilde katlanmak için kendi motivasyonunu buradan sağlamış geniş bir toplumsal kesimin yaşadığı travmanınsa bir başka hayırlı tarafı olabilir. Büyük toplumsal travmalar, büyük sorgulamaları da beraberinde getirebiliyor, tarih bunun örnekleriyle dolu.
Bu travma Erdoğan’ın kalıcı hale geldiğini düşündüğünden değil sadece, zaten nasıl olabilir ki bu, ama belli ki bu muhalif kesimler darbe öncesi içinde düştükleri konformizmin artık sürdürülemez olduğunu fark ettiklerinden yaşanıyor. Anlaşıldı ki beyaz ya da mavi yakalı, sanayi ya da büro çalışanı tüm emekçiler bir sınıf kimliği ile siyasete dahil olmak zorundalar.
Yaşanan derin bunalım ve ümitsizliğin temelinde bu karar anının geldiğinin içten içe hissedilmesi var.
İnsanlar her şeye alışabilirler, hayat tarzı bunların arasında en hafif olanı belki de, çevrenize baksanıza, on yıl önce milyonları sokağa döken uygulamalar bugün vakay-ı adiyeden, günlük, kısa bir cık cık hayıflanması ile geçilir hale geldi.
Hiçbir koşulda alışılamayan, gizlenemez ve giderilemez olan çelişki ise sınıf farkı oluyor. Şimdi o noktadayız.

**
Bazı Erdoğan muhalifleri Stockholm sendromuna tutulmuş durumda: Kimler yok ki burada, Nuray Mert’ten, Soner Yalçın’a kadar, kimi sevdiğimiz kimi sövdüğümüz bir sürü isim. Haksızlık etmeyelim, elbette Erdoğan’a hayran değil bunlar, hatta çoğu değil, ama ondan medet umar hale gelmenin hayranlıktan kalır yanı var mı?
Nuray Mert malum, Erdoğan için “olmasaydı, olmazdık” noktasına gelmiş. Soner Yalçın’sa bugünkü yazısında AKP’nin toplumdaki gerginliği düşürmediğinden yakınıp, gerilimi artıracak uygulamalardan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Niye böyle yapıyorlar sorusuna verdiği yanıtsa parmak ısırtacak cinsten: Devlet yönetmeyi bilmiyorlarmış... Eh yani, o kadar araştırmacı yazar diye bilineceksin, sonra da bunların gericiliğini, hesapçılığını, siyasi dengeleri falan bir yana bırakıp... Neyse daha fazla bir şey demeyelim. Demeyelim çünkü bu bilgi meselesi değil.
Bu iki ismi örnek verdik, çünkü bir tanesi liberal demokrat muhalefetin, diğeri ulusal-sol toplumsallığın sözcüsü olarak kabul görünen ve çok okunan isimler.
Bu bilgi meselesi değil gerçekten, sınıf meselesi. Yanılgının, teslimiyetin temelinde sınıfsal bakış eksikliği yatıyor. Bugün Türkiye siyasetine baktığında emekçileri göremeyenler düzen siyasetinde tek gerçek siyasi aktör olarak kabul ettikleri Erdoğan’dan medet umar hale geliyorlar.
Türkiye büyük bir kapitalist devlettir, düzen bloğundaki tüm kavgalar, gürültüler de bu kabul üzerinden yorumlanabilirse ancak bir sonuca varılabilir. Aksi halde nereye savrulacağınız hiç belli olmaz, hele bu kaosta.
Normal zamanda asla mümkün olmadığı halde OHAL fırsatıyla Meclis’ten alelacele geçirilen emekçi düşmanı yasaların Türkiye solunun gündemini bu kadar az meşgul etmesinde hiç mi gariplik yok? Oysa dananın kuyruğunun koptuğu yer orasıydı, şimdi işçiler kendi kendine tartışıyor bireysel emeklilik konusunu.
Türkiye’de sol sınıfını unuttu, sınıf solunu.
Başka tercih şansı olduğunu düşünüp kaçak güreşenlere artık daha fazla diyebileceğimiz bir şey yok, ama milyonlarca emekçi için mücadele asıl şimdi başlıyor.

Volkan Algan/SOL 

4 Ekim 2016 Salı

Kahrolası Moody’s…- ORHAN GÖKDEMİR

Başbakan Binali Yıldırım, geçtiğimiz gün valilerine (devletin değil onun!) seslendi. Onlara "Memleketin, milletin işini yaparken şekil, usul hatası sonuna kadar yapabilirsiniz. Mesele milletin menfaati, ülkenin geleceği ise, hata yapın. Ama hainlik yapmayın. Hata yapmaya alan var ama hainliğe yok" dedi. O gün bugündür devlette şekil ve usul hatası olağan bir hal. Olağanüstü hal koşulların da hem de. Hainlik olmasın diye karşılaştığı her yurttaşın başını yarıp gözünü çıkararak ilerliyor devlet. Hâlbuki devlet ve hukukun esasıdır şekil ve usul. Devlet şekil ve usul hatasını kural haline getirirse onun adı faşizm olur.

Mesela bu emri alan Urfa Valisi şehirdeki her türlü toplantı ve gösteriyi yasakladı. Yozgat Valisi ise şehirde yasaklayacak toplantı ve gösteri bulamadığından olmalı gidip meyhaneleri kapattı. Bu iki şehirde en temel anayasal haklar askıda yani. Bütün bunlar Anayasaya ihanet ama hükumet için sadece şekil ve usul hatası!

Başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek’in sosyal medya hesabı üzerinden “hicri takvim”e geçmek istediğini beyan etmesi tam da bu şekil ve usul hataları üzerine geldi. Her türlü ölçüsüzlüğün hüküm sürdüğü bir tuhaf yapı artık devlet. En tepesindeki şahıs kurucu anlaşmayı hükümsüz ilan ediyor. Meclis başkanlığı koltuğunda oturan cumhuriyetten ve laiklikten şikâyetçi. Bakan koltuğunda oturan anayasaya aykırı olsa da kanun hükmünde kararname çıkarabileceği kanısında. Polis gerekçesiz gözaltına aldığını canı istediğinde salabileceğini düşünüyor. Üstelik tıpkı Yenikapı çıkıntısı gibi devlette de tuhaf çıkıntılar baş gösterdi. Tuğralı kamyonet sahipleri ve hafriyat kamyonu sürücüleri kendilerinin güvenlik gücü olduğunu iddia ediyor. Toplu taşıma araçlarında türeyen asalak ahlak polislerini saymadım daha…

xxx

Devlet olduğunu iddia eden çok ama gelin görün ki ortalıkta bir devlet kalmadığının emareleri giderek çoğalıyor. Bir takım tuhaf gelişmeler oluyor mesela. İşte not ettiklerim:
Bir ihbar üzerine, Üsküdar'da Burhaniye Mahallesi Dördüncü Murat Sokak'ta polis ekiplerince arama yapıldı. İş makinesi yardımıyla yapılan aramada, toprağa gömülü yaklaşık 250 tabanca çıkarıldı. Muhbir vatandaş toprak altındaki silahları görebildiğine göre Süpermen yeteneklerine sahip olmalı. Toprağa gömülü bir sürü tabanca bulununca heyecanlandı herkes, yeni bir Ümraniye vakası yaşanacak sandı. Ama sonra tabancaların kurusıkı olduğu anlaşıldı. Ta 2009’da iş makineleriyle ezildikten sonra gömülmüştü silahlar. Fakat devlet artık gömdüklerini hatırlamıyordu ve bulunca heyecanlanıyordu haliyle. FETÖ bile diyenler oldu. Kurusıkı olunca “yerden silah fışkırdı” başlığı atamadı havuz medyası. Fetö’cüler de çıkıp “boru bu boru” diyemedi.

Devlet köprü yaptı İzmit Körfezine. Osman Gazi Köprüsü koydu adını. Karşıya geçmek 89 lira. Bir iki kilometre ötede feribot var, karşıya geçmek 50 lira. 3. Köprü yaptı Boğaz’a, adını Yavuz Sultan Selim Köprüsü koydu. Kamyoncuya geçmek 169 lira. Kamyoncu yolu daha kısa Fatih Sultan Mehmet Köprüsünden geçse cezası 92 lira. Cezası neyse göze alıp kuyruk oldular 2. Köprüye.

Ankara'da darbe girişimi sırasında darbecilerin karargâh olarak kullandığı belirtilen Akıncılar Üssü yakınlarındaki Kazan ilçesinin trafik tabelası değiştirildi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın ilçeyi ziyareti öncesinde Kazan Belediyesi tarafından değiştirilen ilçe tabelasında “Kahraman Kazan” ifadesi yer aldı. Kahramanmaraş’a nazire! Gerçi bu tür değişiklikler meclis kararıyla olabiliyordu ama olsun. Şekil ve usul hatasıydı sonuçta, bir hainlik yoktu. Kuralı olmadığına göre çoğalır yakında; gazi tencere, şanlı hafriyat kamyonu…

Gazi deyince hatırladım; Gaziantepli Abdulmutalip Çiçek, Türkiye'nin kredi notunu düşüren Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu Moody's'i savcılığa şikâyet etti. Çiçek, Moody’s hakkında soruşturma yapılarak not açıklamasını yapan kişi ve kararı verenler hakkında kamu cezası davası açılmasını ve ülkeye giriş yasağı getirilmesini istedi. Vatandaş diye gülüp geçtiniz sanırım. Durun dahası var: Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut da Moody's'e “FETÖ'cü kılıklı, namert” namert diye seslendi ve tehdit etti. Gelen haberlere göre polis Moody’s’in bulunduğu düşünülen adreslere operasyon yapmaya hazırlanıyor. Milli irade bu, boru değil. Artık memleket için hayırlısı neyse o…

Saray’daki olağan muhtarlar toplantısı konuşmasında Lozan Anlaşmasını hedef alan Cumhurbaşkanı Erdoğan “1920’de bize Sevr-i gösterdiler. 1923’te bizi Lozan’a razı ettiler. Birileri de bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı” dedi.

Erdoğan'ın açıklamalarının ardından hemen harekete geçen ve sosyal medya hesabından bir harita paylaşan Melih Gökçek, "Zekâ küpü Lozancılar. Bak burnumuzun dibindeki bu lacivert renkli adaları Lozan'da Yunanistan'a verdik. Utanmadan Lozan'a zafer diyorsunuz" diye yazdı. Ancak Gökçek'in paylaştığı haritada bir tuhaflık vardı. Haritada Lozan'la hiç ilgisi olmayan adalar, hatta Lozan'dan önce zaten Yunanistan'a ait olan adalar da seçiliydi. Araştıranlar Gökçek'in paylaştığı haritanın, bir turizm şirketinin feribot seferlerini gösteren harita olduğunu ortaya çıkardı.

Gökçek’in Lozan tezi çökünce, AKP İstanbul Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı girdi devreye. Onun tezi Gökçek’inkinden daha kuvvetliydi. En azından harita bilgisi gerektirmiyordu. Şöyle yazdı sosyal medya hesabından: "Lozan'da en büyük ihanet Halifeliğin kaldırılmasıdır…" Ancak vekilimiz Lozan Antlaşması ile Halifeliğin kaldırılması arasında bir yıllık bir fark olduğunun farkında değildi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü FETÖ çatı soruşturması dosyasına Hava Kuvvetleri’ne ilişkin çarpıcı bir rapor eklediğine ilişkin haber bunlar yaşanırken düştü devlet icraatları sepetine. Liyakat sisteminin yerine biat sisteminin getirilmesinin sonuçlarına dikkat çekilen raporda, yetenekli pilotların ordudan uzaklaştırıldığı ve yerlerine FETÖ mensuplarının getirildiği not ediliyordu. Pek çok kaza olmuştu bu yüzden. Hatta bunlardan biri çiş yaparken kullandığı F-16 savaş uçağını düşürmüş ve “şehit” olmuştu. Rapora göre kazada ölen pilot, eğitimde yetersiz görülüp elenmek istenmesine rağmen Fetö mensubu olduğu için F-16 pilotu yapılmıştı.

Rabbimize duacıyız, bunların hepsinde şekil ve usul hatası var ve fakat şükür, ihanet yok…

xxx

Fetöcü iddiasıyla on binlerce öğretmeni kapı önüne koydular. “Hata yapın ancak hainlik yapmayın” emri uyarınca Eğitim-Sen’li öğretmenlere el attılar sonra. Bizim Candan Badem’i üniversitedeki odasında bir adet Fettuhi kitabı bulundu diye karakola çektiler. Candan “vallahi ben Marksist-Leninistim” diye savunmak zorunda kaldı kendini. Durum bu kadar sürrealist bir hal arz edince devlet yaptığı işte bir tuhaflık olduğunu anlayıp salıverdi Candan’ı.

E böyle böyle devletin açığı gittikçe büyüdü. Hatta yer yer büyük bir boşluktan ibaret artık devlet. Arkadaşlar da açığı kapatmak için Ohal uyarınca ve kanun hükmünde kararname hükmünce öğretmenleri sınavsız almaya karar verdi. Mülakat yapılacaktı öğretmen adaylarıyla. “Gezi’de ne hissettin?” diye sordular mesela. “Ne yemek yapıyorsun, insan kopyası iyi mi kötü mü, maç izler misin, terör örgütlerini sayar mısın, yılbaşında kutlama yaptınız mı?” diye eklediler. “Reis deyince aklına ne geliyor” diye sorulduğu da vaki. Doğrudan “AKP”li misin” diyemedikleri için giriyorlar bu sıkıntılara.  Bir kanun hükmünde kararname ile çözerler sorunu yakında. AKP’li olmayan memur olamaz dese kim ne diyecek? Liyakatın devlet yönetiminden kovulmasının üzerinden uzun yıllar geçti zaten. Sayın bakalım terör örgütlerini… FETÖ-PDY’yi söylemediyseniz güle güle.

xxx

Ciltlenirken kitap sayfalarını diplerinden birbirine bağlayan ve onları düzgün tutmaya yarayan ince bez şerittir şiraze. Sayfalar şirazeden çıktı mı, dağılır kitap. Devletin şirazeden çıkması halidir bu.

Hem görüldüğü gibi devletin kitaba, şirazeye falan ihtiyacı yok zaten. Devletimiz aradığı mutluluğu cahillikte buldu nihayet. Lozan hezimet. İçki içmek, toplanmak, gösteri yapmak günah. Çalmak, öldürmek, kayırmak günah işleme özgürlüğü. Hicri takvim elzem. Laiklik ve cumhuriyet dert. Tuğralı kamyonet ve hafriyat kamyonu demokrasi işareti. Sevişmek ayıp ama çocuklara tecavüz makbul.

Feribot seferlerinin güzergâhından belli kötü giden her şeyin emperyalizmin Müslümanlara bir oyunu olduğu. Kahrolası Moody’s…

Orhan Gökdemir
SOL

Ayrımcı siyaset kanser hücresi...- ŞÜKRAN SONER

Yıllar önce, uzun yıllar Dünya Felsefe Birliği Başkanlığı’nı yapmış, ödünsüz insan hakları savunucusu olarak ülkemizin onuru olmuş Sevgili İoanna Kuçuradi ile yapmış olduğum söyleşide, içime sindire sindire, bilincime kazıya kazıya öğrendiğim gerçekleri, insan hakları savunuculuğunun olmazsa olmaz ilkelerini, yeri geldikçe okurla, söyleşi izleyicileri, dinleyicileri ile bıktırmayı göze alarak paylaşmayı görev bildim... 

İnsanlığın sömürgecilik düzeninden kurtarılması, en çok da yoksul güney dünyası halklarının insan haklarının kazandırılması süreçlerinde yaşanan sorunlar, doğaldır ki haklarını kazanmak, korumak, geliştirmek isteyen halkların yaşadıkları can yakan travmatik sorunlar, ödetilen ağır bedeller, dünyanın, insan hakları savunuculuğunu yapma sorumluluğu olan örgütlenmeleri bağlantılı insan hakları savunucularının en çok tartışmak zorunda kaldıkları gündemin odağında... Tarihte kalmış değil, dünün değil, bugünün de insanlığa yaşatılan en ağır bedellerin gerekçelendirilmesinin, insanlığın yok edilmesinde kullanılan silahların tetiğinin çekilebilmesinin tek aracı... 

“Bireyin özgürleşmesi” gibi pazarlanan, özünde bireyi birey yapan her türden alt kimliğine özgürce sahip çıkmasının sorgulanamaz, doğal, kutsal haklarının; özgürleşme adına, kirli, ayrımcı siyasetin, emperyal çıkarların aracı olarak kullanılması yoluyla, insanlığın, halkların haklarının yok edici, yaşam hakkının da ortadan kaldırılması, farklı alt kimlikler üzerinden halkların birbirlerine kırdırılması aracına dönüştürülmesi... Kirli, ayırımcı siyasetin tuzaklarıyla farklı alt kimliklerin sahibi insanların, halkların, belki de yüzyıllardır birlikte yaşanmış, paylaşılmış topraklarda birbirlerini yok etmeye koşullandırılmış farklı ırklar, inançlar üzerinden bir tür kanser hücresi gibi üreyen, gelişen hastalıklı hücrelere, halklara dönüştürülmeleriyle, insanlığı ölüme götüren kanser hücrelerinin işlevini yüklenmeleri...

***
İoanna Kuçuradi Hoca, insan hakları savunuculuğu ve çözüm üretme sorumluluğunda öncü örgütlerin başını çekmekle yükümlü Dünya Felsefe Birliği’nde yaşanan tartışmaları çok yalın, anlaşılır açıklıyor... En çok alt kimlikler ayrımcılığı kaosunda, kanlı, acımasız bedelleri ödeyen Afrikalı, yoksul güney dünyası ülkeleri felsefecileri, ülkelerini, halklarını yakan tuzağı görmekte zorlanmışlar. Sonuç olarak ırk ve inanç başta alt kimlikleri nedeniyle en ağır bedelleri ödeyenler, alt kimliklerine kavuşma savaşımında özgürlüklerinden yola çıkıp da, iç savaşlar bataklıklarına sürüklenmelerinin kaosunda paramparçalar... 
İnsanlık, yeniden dünyayı kasıp kavuran ölçeklerde, yoksul güney dünyasından zengin kuzey dünyasına da sıçrayan, son noktanın konulamadığı, insanca yaşama ulaşılamayan büyük tuzağın; ayrımcılığın kansere dönüşmüş hücrelerinin pençesinde... Oysa (özgürlük-ayrımcılık) incecik sınırlarının çizilmesindeki sır, insanlığın, sosyal bilimler gerçeğinin bilinmeyeni hiç değil... BM’nin temel hak ve özgürlüklere ilişkin metni yeni yazılmadı. 
Bireyin kutsal temel hakları, ırk ve inançlarına ilişkin alt kimliklerinin kutsal kullanım hakları, özel yaşam alanı için geçerli. Bir ırk ya da inancın bir başkasının ırk ve inancı ile çatışmamasının sihirli anahtarı da, özel yaşam alanına ilişkin ayrımcılığa hedef olmamak, kendi alt kimlik haklarını başkalarının hak ve özgürlüklerinde zorlayıcı araç olarak kullanmamakla sınırlı... Barış içinde birlikte yaşamın sihirli anahtarı da özel yaşam için kutsal olan alt kimlik haklarının kamu gücü alanına taşınmaması... Ayrımcı siyaset insanlığı, ülkeleri yakan en büyük suçların aracı... 

Ne ABD’nin iktidar erkleri, siyasi liderlerinin, ne de ülkemiz siyasal İktidarları, Liderlerinin işlenmesinde öncülük yaptıkları sayısız ayrımcılık suçlularının azmettirenleri olarak yatacakları yer yok gibi... Ülkemizde, bölgemizde barış içinde birlikte yaşam savaşımı, ortak dik duruş için de, en çok onlardan gelen oyunlara, ağırlıklarına göre savaşım vermek önceliğimiz olmalı... İç-dış odaklarıyla 15 Temmuz darbecileri, Fetöcüleri yıkma paravanasında, daha güçlü otoriterleşmenin, laik Cumuhriyeti, hukuk devleti düzenini dinamitleme fırsatçıları... Lozan’ı tanımayanları, yeni haritalar oluşturma adına Ortadoğu halklarını birbirlerine kırdıranları...

Şükran Soner
CUMHURİYET

Türkiye emperyalizmin laboratuvarı mı?-EROL MANİSALI

Türkiye’de sorunun temelinde iki neden var; 

1) İslamcı (cemaatçi ve tarikatçı) çevrelerin 
Batı’nın (Avrupa’nın) değerleri ile, çağdaş demokratik değerler ve yaşam tarzı ile sürekli kavgası, uyuşamaması. 
2) İktidarların (ve yönetimlerin) iktidardan gitmemek için küresel güç odaklarının taleplerine boyun eğerek ayakta durmaları. 
İlk bakışta birbirlerine karşıt gibi görünen bu iki faktör nasıl oluyor da, FETÖ örneğinde yaşandığı gibi birbirlerini tamamlıyor? 
Cemaatçilik ve tarikatçılık kullanılarak ulusal çıkarlar ve demokrasi ortadan kaldırılabiliyor. 
1.5 milyarlık İslamda dini odakların, örgütlerin ve devletlerin birbirlerine verdikleri zararlar, diğerlerinin verdiklerinden kat kat büyüktür. 
Çağdaş demokratik örgütlenmelerin yerine dinci örgütlenmeler siyaset, ekonomi ve güvenlik alanlarında, “fiili yönetim gücünü antidemokratik bir biçimde ele geçiriyorlar”.
Zeminde antidemokratik örgütlenmeler iktidara egemen olunca iki olumsuz gelişme, birbirlerini tamamlayarak ulusal çıkarlar, demokrasi ve çağdaş yaşam tarzı aleyhine birleşebiliyor; 
1) Küresel emperyalist güçler bu dinci örgütleri kolayca denetimleri altına alıyorlar. 
2) Aynı zamanda emperyalizmin hesapları ve kumpasları, daha kolay uygulanabiliyor. 
Türkiye’de kimi yöneticilerin “200 yıldır bizim ve Batı’nın talepleri ilk defa örtüştü” dedikleri gibi. “Dinci örgütler ve emperyalizm” en rahat örtüşen faktörler oluyor. Soğuk Savaş sonrasında Türkiye bu konuda, “adeta bir laboratuvar gibi çalıştırıldı”. Dinci doku ve örgütler, emperyalizmin stratejik ortakları haline geldiler. İş çok kolaydı: Dinci örgütlere hâkim bir iki adamı ayarlayınca, işler kolayca çözülüyor. 
Emperyalizm Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini bunun için yaptırdı. Bizim çocuklar bizim imamları üretir hale geldiler. Türkiye bir laboratuvar gibi çalıştırılarak, “çağdaş ve demokratik örgütlenmeler engellendi; yerine dinci örgütler geçirilmeye başlandı”. 
Yeni İslamcı Türkiye Cumhuriyeti bu amaçla emperyalizm tarafından desteklendi. Bunun için Atatürkçü, ulusalcı, laik ve çağdaş değerleri savunan yapı, kurumlar ve örgütler kumpaslarla birer birer yok edilmeye başlandı.

Atatürk neden düşman gösterildi? 
Onlar için Atatürk çok tehlikeli bir düşmandı; 
-En başta, kendi milletinin bir kahramanı, emperyalist güçlerin esiri olmuş, Sevr’le çökmüş bir milleti kurtardığı, Lozan’ı yaratabildiği için en büyük tehditti. 
Asya, Afrika ve Latin Amerika’da emperyalizmin ezdiği halklara örnek olduğu için tehlikeliydi.
-Üstelik Atatürkçülük ve Atatürk devrimleri Avrupa’nın kendi halkları için öngördüğü “hukuk düzenini, sanatı, bilimi, akılcılığı” esas aldığı için yok edilmesi gereken düşünce ve uygulamaları getirmişti. 
-Ulusal bağımsızlık, ilişkilerin dünyada karşılıklı çıkarlara göre kurulması; sömürgecilere karşı, mazlumların işbirliği yapması gibi emperyalizmin nefret ettiği şeyleri söylüyordu. 
-Laiklik, kadın-erkek eşitliği, ırk ve cinsiyet ayrımının olmaması, vatandaşlık düzeninin esas alınması gibi emperyalizmin sadece kendi içinde kendileri için uyguladıklarını uygulamaya başlamıştı. 

Atatürk düşmanları, laiklikten kadın erkek eşitliğine, çağdaş ve uygar yaşam tarzından vatandaşlık hakkının esas alınmasına kadar her şeye düşmandırlar. 
Soğuk Savaş döneminde Batı emperyalizmi, “Yeşil Kuşak” adı altında İslamcılığı ve dinciliği bir maşa gibi kullandı. Soğuk Savaş bitince dinci yapı ve örgütler, emperyalizmin “çağdaş kumpaslarının maşaları haline geldiler”. 
Osmanlıcılık, Arapçılık, tarikatçılık, laiklik ve Atatürk düşmanlığı emperyalizmin Türkiye’de kullandığı silahlardır. Son 14 yıldır ülke adeta bir laboratuvar gibi kullanılmaktadır.
 
Sonuç mu? İşi Lozan’ın reddine kadar götürenler bile olabiliyor. Emperyalizm laboratuvarı iyi çalıştırmış olmalı.

Erol Manisalı
CUMHURİYET

3 Ekim 2016 Pazartesi

GDO'lu eğitim- İZZETTİN ÖNDER

Geçtiğimiz hafta sonunda AKP gençlik kollarında başbakanın gençlere hitabı vardı. Anladığım kadarı ile, gençlere bir eğitim programı uygulanmış, başbakan da konuşması ile kafalara yerleştirilenlere son noktayı koyuyordu. Demokrasi sözcüğünün de geçtiği bu konuşmada gençlerin “AKP mefkûresi” yolunda yürümeleri için oldukça ilginç öğüt ve direktifler verildiğini gördüm. Doğrusu üzüldüm ve FETÖ ile mücadelede böyle bir konuşmanın nerede durduğunu anlayamadım.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında üniversite kurulurken, daha doğrusu Osmanlı medrese sistemi çağdaş üniversite sistemine dönüştürülürken, yeni bölümlerin açılması ve olanların ileri düzeye taşınması amacı ile yurt dışına talebeler gönderilmişti. Yurt dışına giden talebeler eğitimlerini tamamlayarak yurda dönüp, kendilerine verilmiş görevleri hakkıyla yerine getirerek, üniversitelerin bugünlere gelmesinde büyük katkı yapmışlardır. Bugün aramızdan ayrılmış olan hemen hepsinin izlerinin silinmeye başlaması çok üzücüdür.

Üniversite topluma ışık saçan bir kurum mudur, yoksa alt-yapı üzerinde yükselen ideolojiyi kavramsallaştırıp, bilimsel görüntü altında kurumsallaştırarak topluma yayan bir organ mıdır, tartışmasında ikinci görüşün ağır bastığı gözlenmektedir. Üniversitelerin 1982 YÖK müdahalesi ile üç aşamada çökertilmeye çalışılması sürecin başlangıcı olmakla beraber, son dönemde uygulanan politikalarla süreç fevkalade iç karartıcı aşamaya gelmiş bulunmaktadır. YÖK müdahalesinin birinci aşaması 1402 sayılı yasa ile bazı hocaları tasfiyesi şeklinde gerçekleşti. Üniversite kurumuna ikinci aşama müdahale idari dokuda üstten atama ve yönetme mantığı ile anti-demokratik yapılanma ile gerçekleştirildi. Üçüncü aşama müdahale ise, uzun erimli olarak, üniversiteye finansal destek azaltılarak, proje-tabanlı çalışma ve özel kesimle yakın ilişkiye itme süreci ile gerçekleştirilerek, adeta YÖK’e bünyesel özellik kazandırıldı.

Günümüzde ise, bir yandan eğitimli işsizlik, diğer yandan devletin akıl almaz atama politikası ve öğretim üyelerine karşı bilinmez bir kin ve nefretle saldırması genç akademisyenleri ve akademiye girmeye çalışanları şiddetle dış dünyaya sıçratmaktadır. Kısacası, Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki gerçek anlamda üniversiteleşme ve hoca aktarma politikası karşısında günümüzdeki yandaş hoca yaratma ve yandaş olmayanları dışlama ya da kadrosuzlukla cezalandırma politikası, iki anlayış arasındaki farkı çok net ortaya koymaktadır.

Küreselleşme ve teknolojik atılım çağında yüksek eğitim kurumları ve üniversitelere reva görülen bu akıl almaz muamelenin bir sebebi olmak durumundadır. Evet, bu konuda çok ikna edici bir sebep vardır. Sebep olarak birinci aşamada tek-adam yönetiminin karşıt güç veya fikir görmek istememesi görülebilir. Ancak bu açıklama kısmîdir, tüm resmi göstermemektedir. Tüm resmi görebilmek için Türkiye’yi küresel olgu ve politikalar bağlamında ele almak durumundayız. Konuya böyle baktığımızda küreselleşme ve emperyalizm dokularının içine girdiğimizi görürüz. Emperyalizmin günümüzdeki tezahürü olan küreselleşme, doğal olarak, çevresel ekonomileri teknoloji üretim alanı değil, teknoloji uygulama alanı olarak görmek ister ve bunun için de iç politikalara müdahale etmekten de çekinmez. Nitelikli gençlerin yurt dışına gitme arzularını, emperyalist merkezler, kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirir ve yönlendirir.

Hükümetin politikalarına baktığımızda, yabancı yatırıma kucak açılırken, araştırma kurumlarına ve üniversitelere yan bakılması, malum ifadesi ile, “balık vermeyip, balık tutmayı öğretmek” ilkesi ile taban tabana zıttır. Küreselleşmede yabancı sermaye, kendi çıkarı doğrultusunda çevresel konumlu bir ekonomiye gidebilir. Kapitalizm politikaları açısından dahi buna söylenecek çok şey olmakla beraber, güçlünün dayattığı politikalar ve zayıfın içinde bulunduğu ihtiyaçlar açısından buna söyleyecek fazla bir şey olmayabilir. Ülkenin eğitim politikasını rasyonel olarak oturtup, gençlere istihdam olanakları sağlanmaz ise, yabancı sermayenin ülkeye gelişi, ancak sömürü yönünde çok şey ifade eder. Daha 1950’lerde Birleşmiş Milletler örgütünde görevli ekonomist olan Dr. Singer çevresel ekonomilerde yatırım yapan ileri ülke sanayilerinin o ülkenin değil, ileri ülkenin yararına olduğunu çok açık ifade etmiştir. Bu ifadeyi tedricen de olsa, yumuşatabilmek için teknoloji yoğun temel-bilim eğitimine öncelik vererek istihdam sağlamak yanında, üniversitelerdeki günümüzün olumsuz politikası olan yandaş atama anlayışına son vermek gerekir. Barış bildirisi kinini üzerinden bir türlü atamayan siyasi erk, OHAL’i dahi amacı dışında kullanmaktan çekinmemektedir. Ne var ki, baltanın sapı odun olunca, ağaçların işi zordur!

 İZZETTİN ÖNDER
 SOL

Baskı altında başarı...- ERDAL ATABEK

Türkiye’de laiklik neden tehdit altındadır? 
Neden ülkemizde eğitim kolayca dinsel alana kaymaktadır? 
Neden toplumumuz özgürlüklerden kolayca vazgeçmektedir? 
Bu hakları kolayca kazanmış olmasından mı? 
Bu haklar için mücadele etmemiş olmasından mı? 
Büyük ölçüde “evet”
Büyük olasılıkla nedeni bu olmuştur. 
Belki de asıl bilmemiz gereken budur.
***
Gerçek başarı, baskı altında kazanılan başarıdır. 
Çünkü kolay elde edilen başarı kolayca kaybedilir. 
Kişi örneğinde de toplum ölçeğinde de görülen budur. 
Bir futbol maçında da, girilen bir sınavda da, bir özgürlük arayışında da bu ilkenin doğru olduğu görülür. 

Batı uygarlığı “laiklik” ilkesine yüzyıllar süren din savaşları sonrasında ulaşmıştır. 
Eğitimde laik nitelik bilimlerin önyargıdan kurtuluşu ile kazanılmıştır. 
Özgürlük, uğrunda can vermeyi göze alanların hakkı olmuştur. 
Atatürk Türkiyesi bu hakları Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının çabası ile kazanmış, toplumsal mücadelesi sonradan gelmiştir. 
Toplum bu nedenledir ki, uğrunda mücadele etmediği hakların tehdit altına girmesine karşı yeterince tepki göstermemiştir. 
Oysa, hiçbir baskı başarıya engel olamaz. 
Tam tersine, baskılar başarı için daha güçlü irade yaratır. 
Baskı altında başarıya nasıl ulaşılır?
***
Baskı altında başarının ilk koşulu “dayanıklılık”tır. 
Kişi olsun, toplum olsun, baskıya karşı “dayanıklı” olmalıdır. 
Bu da, baskı öncesinde böyle bir zorlanmaya hazırlıklı olmayı gerektirir. 
Hazırlık, önce zihinsel, sonra da sosyal ve fiziksel olmalıdır. 
“Zorlanacağımı biliyorum. Çoğalıyorum. Güçleniyorum”
Hazırlığın kuralı budur. 
Bilinç, güç birliği, gücün artırılması. 
Kişi ölçeğinde de budur, toplum ölçeğinde de bu. 
Baskı altında ikinci adım, “baskıya direnme”dir. 
Direnme, kabul etmeme, razı olmama, alışmama ile gerçekleşir. 
Zihinsel direnme, sosyal direnme, fiziksel direnme. 
Kabul etmeyeceksin. 
Razı olmayacaksın. 
Alışmayacaksın. 
Asla. Hiçbir koşulda. Hiçbir zaman.
Gevşemeyeceksin. Yayılmayacaksın. Yorulmayacaksın. 
Üçüncü adım; ilkelerini unutmamaktır. 
Ne için, neler için mücadele ettiğini bilmek. Bunları hiç unutmamak. 
Mücadele ilkeleri senin savaşının anayasasıdır. 
Bunu bilmemek, bunu unutmak, bunu özümsememek başarısızlığın eşiğidir. 
Baskı altında başarı için artık hazırsın. 
Şimdi;
***
Şimdi karşı saldırıya geçeceksin. 
Şimdi sana gereken, güçleri birleştirmendir. 
Kişisel ölçekte bu güçler; aklın, iraden, cesaretindir. 
Aklını kullanacaksın, mücadeleyi sürdürme iradeni kullanacaksın, kazanmaya cesaret edeceksin. 
Unutma: kazanmak, kazanmaya cesaret edenlerin hakkıdır. 
Zaman baskısı, beklentiler baskısı, kazanamama korkusu engellerindir. 
Bu baskılara aklınla, iradenle, cesaretinle karşı duracaksın. 
Toplum ölçeğinde ise baskı altında başarının anahtarı; evrensel uygarlığın Aydınlanma kültürü olan idealindir. 
Özgür insan aklı, özgür insan iradesi, uygarca paylaşılan yaşam. 
Dayanıklılığın, direngenliğin paylaşılmış güç birliğiyle kazanılmıştır. 
Gücün, yüzyıllarca sınanmış uygarlığın kazandığı güçtür. 
Şimdi sen toplumunla bu gücün kazanması için savaşacaksın. 
İşte, kazanmayı böyle hak edeceksin. 
Gerçek başarı, baskı altında kazanılan başarıdır. 
Şimdi ve bu koşullarda kazanırsan gerçekte kazanmış olacaksın. 
Şimdiye kadar hazır bulduğun kazanımlarla yaşadın. 
Onları neden böyle kolayca kaybettiğini de pek anlayamadın. 
Oysa hazır bulmuştun onları. 
Sen almamıştın, sana verilmişti. 
Şimdi de eğer farkına varırsan, uğrunda mücadele edebilirsen, gerçekte senin hakların olacak ve hiç kimse onları geri almaya cesaret edemeyecek. 
Şimdi, senin sınavın bu. 
Ya baskı altında başarıp kazanacaksın. 
Ya da sızıldanıp duracaksın. 
Kimsenin de umuru olmayacak. 
Kavşaktasın. Karar vereceksin...

Erdal Atabek
CUMHURİYET

‘Fırıldaklar Festivali’ne hoş geldiniz!-AHMET CEMAL

Evet, bir Fırıldaklar Festivali’ne daha hoş geldiniz! Aslında “bu yılki…” diyecektim, ama epey uzun bir zamandan bu yana Fırıldaklar Festivalleri’nin her yıl, her ay, her hafta, hatta neredeyse her gün düzenlendiği gerçeğini hatırlayınca, “bu yılki” gibi anlamsız bir sınırlama kullanmaktan vazgeçtim. Şimdi benden haklı olarak böyle bir festivali ilk kez duyduğunuzu söyleyerek açıklama isteyeceksiniz.
Anlatayım.
İlk kez duyuyorsunuz, çünkü bu festivallerin baş aktörleri kendilerini fırıldak diye nitelendirmiyorlar. Onlar, içinde yaşadıkları toplumun saygın(!) üyeleri olarak kendilerini “gazeteci”, “sanatçı” ya da en azından “aydın” diye adlandırıyorlar. Ve aslında burada “içinde yaşadıkları toplum” demek de çok yanlış. Çünkü bu fırıldaklar, gerçekte “toplumun içinde” yaşamıyorlar. Kendilerini o toplumun dışında ve genellikle de çok üstünde görüyorlar. “Toplum”, onlar için sadece bir hammadde ya da kendi kafalarındaki sürüleri “dizayn” etmek için kullandıkları bir yumuşak çamur.

Fırıldak türlerine gelince…
Fırıldak, sözlüklerde “rüzgâr gücünden enerji elde edilmesini sağlayan düzenek”, “dönen kanatları olan çocuk oyuncağı”, “bacaların tütmesini önleyen döner külahlar” gibi karşılıklarla açıklanıyor. Ha, bir de mecazi anlamları var. Bu bağlamda dilimizde “fırıldak çevirmek”, “amacına varmak için hileli yollara başvurmak” demek oluyor.
Bu yazının konusunu oluşturan fırıldaklara en uyan tanım, sonuncusu. Ve böyle fırıldaklara en çok “yandaş basın” denilen gruba giren kalem sahipleri arasında rastlanıyor. Çünkü onların gerçek misyonu, gazeteciliğin varlık nedenini ve özünü oluşturan “doğru habercilik” değil, ama haberin doğru olup olmadığına bakmaksızın belli nabızlara göre şerbet vermek.Burada sözünü ettiğim fırıldakların dönmesini sağlayan rüzgârları sermayenin ya da iktidarların zirvesindeki nabızlar üretiyor. Fırıldakların kalitesini ise bu rüzgârlara uymaktaki esneklikleri belirliyor. Bu arada özellikle belirtelim ki, rüzgârlarlar yön değiştirdiklerinde bu değişikliği anında yakalamak, fırıldaklar için yaşamsal önem taşıyor. Bu bağlamda en el üstünde tutulan fırıldaklar elbette rüzgâr değişikliklerini en çabuk fark edebilen fırıldaklar oluyor.

Fırıldaklar da aldanır…
Özellikle son on yılda ülkemiz, dünya basın tarihinin en kusursuz fırıldaklarını üreten ortamlardan birine dönüştü. Öte yandan aynı dönemde en usta fırıldakların bile kimi zaman nasıl pusulayı şaşırabileceklerinin en ilginç örnekleri de yine bu topraklarda ortaya çıktı. Bu, yalakalık alanındaki üstün yeteneklerinden de yararlanarak, küplerini tıka basa doldurmayı başaran fırıldaklarımızın kendilerini böylesi bir zenginliğin rehavetine ve bu rehavetin beraberinde getirdiği dokunulmazlık yanılsamasına kaptırmalarından kaynaklandı.
Çünkü hemen hepsine dokunuldu! Kendilerini en dokunulmaz sayan fırıldakların pek çoğu onları döndüren rüzgârların çoktan yön değiştirdiğini fark edemeyip, kanatları yolunmuş bir halde iktidar kapılarının önüne konuldular. Bu bağlamda, yüzlerine hemen mağdur maskelerini geçirip aslında ne kadar muhalif olduklarını -çoğu zaman yeni sütunlardakanıtlamaya çalıştılarsa da bunu başaramadılar.
Çünkü hemen hepsi, tarih bilincinden ve bilgisinden yoksundu. Ve bu yoksunluk, onların tarihin asla aldatılamayacağı gerçeğini de görmelerini engelledi!

Ahmet Cemal
CUMHURİYET

2 Ekim 2016 Pazar

Ne zaman muhtarları görse "kafada bir tuhaflık"-MEHMET BOZKURT

Biz “Uşi” diyoruz. İtalyanlar “Lozan” diyorlar. Uşi, İsviçre’nin Lozan kentinin bir mahallesi oluyor. Antlaşma burada imza altına alınıyor. Lozan Antlaşması ile karışmaması için biz buna Uşi Antlaşması diyoruz.
Antlaşmaların genellikle savaş sonrasında yapıldığı biliniyor ve Uşi, Trablusgarp topraklarında Osmanlı-İtalyan çatışması sonrasında imzalanan bir antlaşma (1912). Küçük bir özet geçmeye yeltenirsek şunları söyleyebiliriz: çok sayıda sorun ile boğuşan Babıali Trablusgarp’ı gözden çıkarmış ancak Enver, Mustafa Kemal, Kuşçubaşı Eşref, Çerkes Reşit gibi genç subaylar kolayına vazgeçici değil. Gizliden ve müstear adlarla çöle geçip gerilla savaşına tutuşuyorlar İtalyanlarla. Ne ki savaşın ortasında Balkanlar karışıp İstanbul bile tehlikeye girince Trablus’u terk etmek durumunda kalan gerillacılar Balkanlara geçiyorlar. Babıali antlaşma imzalıyor İtalyanlarla. Antlaşma denilmesine bakmayın esasında işgalin yolunu açıyorlar. Antlaşmaya göre Trablusgarp’a özerklik tanınırken Osmanlı, Rodos ve çevresindeki adalar ile Oniki Ada’yı Yunan işgalinden korumak için “geçici” olarak İtalyanlara terk ediyor. Güya “hülle” yapıyor Osmanlı. Gidiş o gidiş…
Aha İttihatçılar!
Değil… İttihatçıların çok toprak yitirdikleri doğru olmakla birlikte adaları ve Trablus’u kaptıran hükümet Mehmed Said Paşa hükümeti oluyor… Sonrasında imzalanan Londra Antlaşması var (1913). Bu antlaşma ile “Hülle” hülle olmaktan çıkıyor ve sahi oluyor. Adalarla birlikte Edirne ve Selanik elden çıkıyor. Antlaşmaya yeltenen ve tarihimizde “Büyük Kabine” olarak bilinen Kamil Paşa Hükümeti’ni Talat, Enver, Yakup Cemil üçlüsü Babıali’yi dalgündüz basarak deviriyor. Londra Antlaşması Mahmut Şevket kabinesi tarafından imzalanıyor. Özeti budur. 1912’de İtalya’ya “emaneten” verilen adaların kaderi Londra Antlaşması ile büyük devletlere teslim ediliyor. Bu gitti gider demektir ve gidiyor. Oniki Ada İtlaya’ya diğer Ege adaları Yunanistan’a terk ediliyor. Adaların kısa hikayesi bundan ibarettir.
Sonrasında Balkan ve Birinci Dünya Savaşı, devamında yenilgi ve Mondros (1918) var. Küçük bir hatırlatma ile devam etmek istiyorum, adalarla ilgilidir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin (12 Ocak-18 Mart 1920) İngilizler tarafından basılıp dağıtıldığı biliniyor. Öncesi var; öncesinde Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen Misak-ı Milli var, bu bir. Misak-ı Milli’nin, Kuvvacıların meclis grubu olan Felah-ı Vatan Grubu’nun baskısıyla kabul edilmesi var, bu da iki. Bir de Osmanlı Mebusan Meclisi’nin yaptığı en hayırlı işin bu olduğuna ilişkin benim notum var bu da üç. Misak-ı Milli’nin esası şudur: Mondros Ateşkes’i imzalandığında Türk askerinin bulunduğu her yer Misak-ı Millidir. Bu noktada maalesef adaların sözü dahi edilemez. Çünkü adalar 1913’den bu yana Yunanistan ve İtalya’nın işgali altındadır. Yani adalarda, bırakın Türk askerini, ara ki Türk ahali  bulasın!
Uzayacak… Lozan’a gelelim. Musul ve Kerkük… İsmet Paşa’nın en çok boğuştuğu, bazen “sağıra yattığı" başlıklardan biri bu olmuştur. Sadece Lozan’da değil Meclis’te de büyük kavgalar patlamıştır Musul ve Kerkük için. Türk tarafı bu iki petrol yatağını bırakmak zorunda kalmıştır. Zira İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’na girme nedenlerinden biridir bu petrol sahaları ve buraları terk etmeleri için “zor” kullanılması kaçınılmazdır. Anadolu Savaşı’ndan zaferle ancak takatsiz çıkan Türkiye, ikinci bir savaşı göze alacak durumda değildir. Gayet gerçekçidir. Mustafa Kemal’den İsmet Paşa’ya, Ali Fuat’tan Fevzi Paşa ve Kazım Karabekir Paşa’ya bütün asker hatıratçıların o günkü savaş gücüne dair yazıp aktardıkları ve askeri kaynakların tespitleri; tarihçiler, Kadir Mısıroğlugiller ve reisicumhur hariç bu doğrultudadır. Buna rağmen günümüzde tartışılıyor olmasının bir sakıncası yoktur… Sonsuza kadar tartışılabilir. Tartışılsın… Sunduğunuz bütün verilere rağmen tartışma devam eder ve şuranıza kadar gelir bana soracağınız tutarsa vereceğiniz yanıt Süleyman Demirel’den ödünç, “verdiler de almadık mı?” olmalıdır.
Adalar başka… Hazır İzmir’i kurtarmışken adalara kadar uzansak denebilir miydi? Yüzerek gidilmeyecekse denemezdi. Ayrıca İstanbul, Trakya hala işgal altındayken orduyu yüzerek sayısı otuza varan adaya çıkarmanın pek akıl kârı olmadığına dair askeri erkanın almış olduğu karar, hadi bunu da sorun, madem sordunuz, söyleyelim, gayet isabetli olmuştur. Şaka bir yana, yahu bırakın gemiyi vapuru bizim kayığımız bile yoktu İzmir limanında.
Sonuna geldik sayılır… Lozan’da adalar uzun boylu tartışılmadı. İmzalanan antlaşmanın 12’inci ve 15’inci maddeleri ile adaların statüsü belirlenirken 1912 yılı esas alındı. Bu arada Türkiye Lozan masasından 1912’de kaybetmiş olduğu adalardan İmroz, Bozcaada ve Tavşan adalarını alarak kalktı.
İki ay önce, 24 Temmuz, Lozan’ın 93’üncü yıl dönümü idi. Lozan’ı selamladı reisicumhur, pek zarifti:
“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslar arası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.”  
Güzel… Güzel de muhtarları ne yapmalı?
Reisicumhur kadınların “altın günü” gibi belirli aralıklarla biraraya geliyor muhtarlarla. Bir not düşebilir miyim; ve ben özüme eziyet etmek istediğimde bazen, muhtar oluyorum. Bu kadar. Devam ediyorum; bir hesaba göre otuz yedi bini köylerde olmak üzere elli üç bin muhtar varmış ülkemizde. Hesaba vursak ve kolaylık olsun diye de muhtarları aşağıya doğru yuvarlasak elli bin eder. Salon beş yüz kişilik olduğuna göre bu yüz seans demektir. Vur haftaya, yılda elli ikiden, hadi onu da yuvarlayalım, iki yıl eder. Aya vursak çok yıl eder. Yani muhtarlar şöyle ya da böyle yakayı kaptırmış vaziyetteler ve dinleyecekler beş yüzlük desteler halinde siyasi analizleri olmadı tarih derslerini. Tamam şimdiye kadar toplantıya katılan grupların neler çektiklerini kendi özümden tahmin edebildiğim gibi, katılacak olanların da neler çekeceklerini düşünüp, pek vicdani olmasa da elimde değil, kıs kıs gülüyorum! Bunu geçtim. Muhtarlar hangi günahlarının kefaretini ödüyorlardır kim bilir! Tamam da muhtarlar buluşmasından sonra söylediklerine bakar mısınız. Samimiyetle vah ki vah benim reisicumhurumu bu “altın günleri” ne hale getirmiş, gülsem mi yansam mı:
“… Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi…” Muhtarlar görmüyor tabi ama alkış tufanı kopuyor. Televizyondan izliyorum… Devam ediyor: “…Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik…”
Sizce bu söylenenler normal mi?
Sondan önceki muhtarlar buluşmasında da böyleydi. Alkışlara dayanamıyor. Ben buna “muhtar büyüsü” adını verdim… Kendinde değil gibi, bir dediği bir dediğini tutmuyor… “kafada bir tuhaflık!”

Milli Takım kaosu, gericilik ve paranın sefaleti-İsmail Sarp Aykurt

İlk zamanlarda ‘biz bitti demeden bitmez’ süreci ile başlayan ve İrlanda’nın golü ile kısa kesilen Türkiye’nin Avrupa Şampiyonası deneyimi, iddialı lafların yerini hazin bir sona terk etmişti. ‘Bitti mi’ sorusunun cevabını kimseye sormaya yeltenmemişti belki Milli Takım mağrurları, fakat kimsenin bunu Fatih Terim ve kliğine sorma gibi bir inisiyatifi de yoktu. Herhangi bir önemi de…
Ancak turnuvanın en büyük öykülerinden birisini, herhangi bir başarı elde edememesine ve belirsizlik içeren çarpık futbol oyununa karşın Türkiye yazabilmişti. Prim tartışmaları, kim ne kadar para kazanacak soruları, Burak Yılmaz’a bölüştürülmeyen 1 milyon 650 bin TL’lik prim ve bununla başlayan ‘aramızda bazı sıkıntılar yaşadık’ kavgaları gündemi belirlemişti.
Belki de bahsi geçen rakamlar, endüstriyel futbol içinde küçük rakamlardı ya da profesyoneller için devede kulaktı. Lakin yankıları büyük oldu, ülkenin ‘futbol coşkusunun’ paraya dayalı bir tür ticari işlem olduğu yeniden teyit edilmiş oldu.
Hatta, yeni üretilen formaların, geleneksel ve ‘milli’ olmadığı tartışmaları dahi, manşetlerde başa yazılıyordu.
Gericilik, amorf bir biçimsellik, para, sponsorlar, gösterişçi tüketim ve ek primler belirleyiciydi.
Liyakat, spor ya da kolektif kültürün ‘esame listesinde’ adı bulunmuyordu.

Milli Takım: Cemaat ve Tarikat gericiliğinden AKP gericiliğine
Milli takımlar teknik direktörü, bir başka ifade ile yeni nesil ‘Futbol direktörü’ Fatih Terim, milli takımın içerisine düştüğü her dönemsel krizde aktör olarak yer aldı. Bunun adı ister jeep krizi, ister prim tartışması ister vitrin hesapları vb. olsun her karmaşık durumda oyuncular değişiyor, ancak başrol değişmiyordu.
Bunun başka ek rolleri de vardı. Bu roller en az Terim kadar etkili ve belirleyici idi. Hakan Şükür, tarikatçı ve gerici rolünü iyi oynuyor, gerici örgütlenmelerini milli takıma tahvil ediyordu. Kapitalist düzene içkin dışlamacı ve dedikoducu özelliklerini daha da geliştiren Şükür, “Takımda özel hayatına dikkat etmeyen Almancı oyuncular var” diyerek bazı futbolcuları hedef tahtasına yerleştirmeyi başarıyordu. Namaz kılmayan futbolcular listeye ekleniyor, özel imamlar talep ediliyor ve dışlanma ötesi bir durum yaşayan kimi futbolcular kadroya alınmıyordu. Terim bulunduğu süre zarfında süreci ‘izleyerek’ destek atmıştı.
‘Ağır ve büyücek abiler’ işbaşındaydı…
Bunun tüm yükünü ‘kendilerinden olmayan’ teknik direktörler de çekmişti. Bu isimler, bir yandan büyük paralar kazandılar, öte yandan karanlık ve gerici ortaklıklar kurup, tahta çıktılar. Yeri geldiğinde ‘o zaman bizden iyi oyun beklemeyin’ ile başlayan tehdit süreçleri, ‘onları istemiyoruz’ baskıları ile devam etmişti.
Bu baskı ve ikrah politikası, AKP- Cemaat ilişkilenmesinde ise doruk noktasına varmıştı, biri baskı kuruyor, diğeri ise onaylayıp gönderiyordu. Belirleyici olan gericilik ve kapitalist politikalardı.
Futbolun gerici ve piyasacı egemenleri, ne zaman ihtiyaçları varsa belli adamları yedek soyunduruyor, belli adamları sahaya sürüyordu.
Bugün yaşananların geçmişle hep bir organik bağı oldu, isimler değişse de, başlıklar ve saldırılar hiç değişmedi.
Hem gerici kardeşlikleri hem de aydınlanmacı, ilerici düşünceye karşı olan nefretleri birbirinden hiç ayrılmadı.

Şükür, Arda ya da Terim: Aynı gemideki piyasacılar
Şimdilerde devam eden milli takım kadro tartışmaları ise yine aynı organik ilişkilere ve gericiliğe yaslanmış durumda. Şeref, Türk milletinin onuru, Yenikapı ruhu vb. diyaloglarının ürediği yerler ise hala aynı kanallar…
Futbol ve genel olarak spor alanı, hiç olmadığı kadar gerici bir tahakküm altında ve aynı anlama gelmek üzere hiç olmadığı kadar da aydınlanmacı, siyasi ve ideolojik müdahaleye ihtiyaç duyar halde…
Bu tartışma, kimin kadroya alındığı tartışması değil, bu aynı gemide yer alan gerici/piyasacı futbol şovmenlerinin kendi aralarında sürdürdüğü bir rol kapma keşmekeşi.
Aynı gemide bulunmanın bize bir faydası yok, aynı kişileri ısrarla tartışmanın, bencil ve paragöz adamlardan ‘iyi’ kişiler çıkarmaya çalışmanın ya da birilerini sahiplenmenin de.
Artık aynı gemide olmadığımızın, koskoca bir deniz olduğumuzun farkına varmak, bizim için büyük bir önem teşkil ediyor…

İsmail Sarp Aykurt
SOL

Devletin intiharı!--Mine G. Kırıkkanat

İHL’lerde felsefe ve mantık okutulmadığı için ne Lozan’daki gibi müzakere yapabilecek, zaten ne de fikir çatışması nedir, nasıl kazanılır hiç mi hiç bilmedikleri ona buna “kandırıldık, aldatıldık” itiraflarından belli; hayatları üç verdim, beş aldımla sınırlı ticari pazarlıktan ibaret cahillere Lozan’da kazanılan kutsal davanın önemini anlatacak değilim.
Çünkü Türkiye’yi var iken yok edenler, yoktan var etmek ne demektir, kavrayamazlar.
Onların anlayacağı basitlikte olmasını umarak, yalnızca şunu söyleyeceğim:

Aldığınız, verdiğiniz üç beş milyon paralar gibi, üç beş milyon kelleyi de bir araya toplayıp biz devlet kurduk, dersiniz. Para basar, bayrak falan da dikersiniz. Ama kurduğunuz devleti uluslararası camia resmen tanımazsa, devlet olamazsınız. Dünya bankalarından bolca kullandığınız kredileri, borçları alamaz; borsaydı, finanstı, sıcak para akışıydı falan, hava alırsınız. Biçare Filistin gibi olur, onun bunun himayesine muhtaç kalır, sadakasına avuç açarsınız, kapiş?
***
Artık yıkımı durdurmak için çok geç olmakla birlikte, Türkiye’nin nasıl çöktürüldüğünü gören ve anlayanlara doğru sözlerle bir saptama yapmak içinse, şöyle söyleyebilirim:
Lozan Antlaşması, sizlerin bildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu akti; meşruiyeti dünya tarafından resmen tanınan devlet olabilme belgesidir. Devletin kurucu aktini hezimet gibi gösterip tartışmaya açmak, meşruiyetinin inkârıdır.
Meşruiyeti bizzat yönetenler tarafından inkâr edilen bir devlet de ya intihar ediyor ya da ettiriliyor, demektir! Dünyadan ve dost ellerimizden bir kuyrukluyıldız parlaklığıyla kayıp giden Memet Baydur, Türkçenin evrensel değerde tiyatro yazarlarından biriydi. Her eseri felsefi bir çağrıydı, son piyesi ise sanki bugünler için yazılmış bir kehanet olup “Lozan” başlığını taşıyordu.
***
Tiyatroları kapatanlardan, elbette Lozan piyesini görmüş, duymuş olmaları beklenemez. Oysa Memet Baydur, onların neler yapacağını öngörmüştür yazdığı oyunda...
Müzakerelerin ilk evresinde Türk delegasyonundan Numan ve Nadiryan beylere hitaben konuşturduğu İsmet Paşa’ya şöyle söyletir:
“Yıllarca sonra içimizde bile hâlâ Sevr’i savunan şaşkınlar, ebleh hainler olduğunu görüp kederleneceğiz. Ama şimdi buradayız. Çalışalım!
 Lozan piyesinde, dekorun en önemli öğesi devasa boyutlarda bir Sevr vazosudur.
Felsefe, mantık, edebiyat, tiyatro, resim, heykel cahilleri bilmezler, ama Lozan Antlaşması’nın iptal ettiği Sevr Antlaşması’nın işgal güçleri tarafından imzalandığı Sevres, dünyada en değerli porselenlerin imal edildiği bir Fransız kentidir ve Sevr vazoları, krallık tarihleri yazmıştır.
***
Lozan’ın ilk perdesinde bir kenarda duran Sevr vazosu, oyun ilerledikçe öne çıkar. İsmet Paşa, müzakereler sırasında Sevr vazosuna sanki Türkiye’yi parçalayan antlaşmayı sarsıyormuş gibi bir şaplak atıp çıkar sahneden.
Oyunun son perdesinde, vazo sahnenin tam ortasında, bir masanın üstünde durmaktadır.
İsmet Paşa, konuşur: “Bakın çocuklar, adamlar bizim bu anlaşmanın sonuçlarınalayık olacağımıza inanmıyorlar. Savaştan çıkmış, yanmış, yıkılmış bir ülke... Kısazamanda onlara avuç açacağımızı, burada bütün kazandığımızı birkaç yıl içinde yitireceğimizi sanıyorlar. Bizi uygar değil, ilkel görüyorlar.
Bizler, herkese bunun böyle olmayacağını kanıtlayacağız!
Bundan böyle... Kolay olmayacak. Hiç kolay olmayacak ama...olacak!
Haydi gidelim beyler. Memlekette yapılacak işlerimiz var.”
***
Türk delegasyonu sahneden çıkmaya başlar. İsmet Paşa, masanın üstündeki Sevr vazosuna bu kez okkalı bir şaplak indirir. Numan ve Nadiryan yetişemeden Sevr vazosu yere düşer, paramparça olur. Müzik artar, sahne kararır ve perde iner.
Ey cahiller!
Sevr vazosu, edebiyat, felsefe, tiyatro nedir, müzakere nasıl yapılır bilmeyen ve zaten devlet temsiliyetini görgüsüz şatafat, meşruiyetini de baskı, zulüm ve zorbalık sanan sizler; Türkiye’yi savaşmadan viran, insanlarını birbirine düşman, halkını esir düşmeden hapislere tutsak ettiniz.
Siz varken düşmana ihtiyaç yok.


Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET