29 Ekim 2016 Cumartesi

Tehdit altındaki Cumhuriyet - ALİ SİRMEN

Hanedanın tarihi ile toplumun tarihini birbirine karıştırıp kendini toplum ile özdeşleştireceği yerde hanedan ile özdeşleştirme hödüklüğüne saplananlar, tabii ki olan bitenden hiçbir şey anlamaz, geçmişe treni seyreden öküz gibi boş gözlerle bakar, Cumhuriyetin görkemli anlamını ıskalarlar. Zaferi, uluslaşarak Anka Kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğan ve işlevini yitirmiş hanedanı bir yana iterek, çağdaşlaşarak yoluna devam eden toplumda değil de, işi çoktan bitmiş hanedanda arayanlar ve onun hükmü kalmamış değerlerinin peşine takılmayı marifet sananlar, o Cumhuriyeti tabii daha ileriye götüremezler. Böyle bir değerlendirme hatasına hanedanın iyi yetişmiş seçkinleri düşmemişler ve topluma, saltanatı, hilafeti bir yana bırakıp laiklik ve Cumhuriyete sarılmalarını salık vermişlerdir.
Zaten toplum da, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde öyle yapmış, soluğu tükenmiş, çağı geçmiş saltanat ile yolunu ayırıp kendine yeni bir mecra bularak yaşamını sürdürmüştür.
Hanedanın bile takdir ettiği bu gerçeği o Cumhuriyeti koruyup kollama konumundakiler hiçbir şekilde anlayamamış, ya da kasten anlamak istememişlerdir.
Bugün 93 yaşına varmış olan bu Cumhuriyet artık ne yazık ki, büyük tehdit altındadır.

***
Cumhuriyete yönelen bu tehdit, titrek saltanatına son verdiği hanedandan değil, ama ne yazık ki, kendisini koruyup kollamakla yükümlü oldukları varsayımıyla iktidara taşınmış olanlardan gelmektedir.
Tehdidin en büyük üssü, ilk yıllarında Cumhuriyet fidanının filizlenip kökleşmesine en büyük katkıda bulunan MEB’dir.
Tehdidin yıkmak istediği ise Cumhuriyetin onsuz olmazı laiklik ilkesidir. Böylelikle laik eğitim iktidar tarafından hedef tahtasına konulmakta sonra komut verilmektedir:
- Atış serbest!
Cumhuriyetin ilke ve kurumlarının kavranmasına, yaygınlaşmasına, güçlenmesine katkıda bulunmuş olan, laik eğitimin temeli olan tevhidi tedrisat, bütün eğitimi, dinsel eğitim potasında eritme yoluyla tersinden yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. 

İktidarın, bütün güçleri ve destekçileriyle tehdit altına aldığı Cumhuriyetin bu gidişe dur denmediği takdirde, daha ne kadar dayanabileceğini söylemek gerçekten zordur.
Tehlikeyi görmezden gelmek, karanlığı ıslık çalarak atlatmak çabası kadar boştur, “başaramayacaklar” diye iyimserlik ve aldatıcı teselliler aşılamak da anlamsız olmakla birlikte, bu karanlık tablonun, mutlaka geri dönülmez bir gidişi gösterdiğini, toplumun bütünüyle Cumhuriyetin yazgısına bigâne olduğunu söylemek de doğru değildir.

***
Türkiye’de Cumhuriyete sahip çıkacak insanlar nicelik açısından da, nitelik açısından da hiç de küçümsenmeyecek bir düzeye erişmişlerdir.
Bu insanları, bir araya toplasanız birçok çağdaş Avrupa ülkesinin nüfusunu geçer, hele hele bu insanların niteliklerinin düzeyi de göz önünde bulundurulduğunda koyu umutsuzluk yaslarına bürünmenin anlamı yoktur.
Burada görülmesi gereken nokta, bu nitelikli insanların, nicelik açısından miktarlarının kâfi olmadığıdır.
Ne yazık ki sandık demokrasisinde de, nicelik nitelikten önce gelmektedir.
Durum böyle olunca, Cumhuriyeti savunma çabaları daha etkili olamazsa, toplumun o Cumhuriyetin değerini onu kaybettikten sonra anlamaları gibi vahim ve hasarının giderilmesi, çok yüksek bedelli bir durumla karşılaşılması söz konusu olabilecektir. Ne var ki, laik Cumhuriyetin yıkılması halinde, toplumun barış içinde bir arada yaşamasının temel şartı laiklik ortadan kalkınca, Cumhuriyeti yıkmayı hedefleyenler de dahil olmak üzere herkes, enkazın altında kalacaktır.
Bu yüzden de böyle bir sonuca yol açacak, gaflet, dalalet ve hatta ihanetin, sonuna kadar sürmesi imkânsızdır.
Evet, 93 yaşındaki Cumhuriyet çok ciddi tehdit altında.
Ama toplumun tüm savunma refleksleri de henüz dumura uğramış değil.
Kısacası durum ciddi, ama umutsuz değil.

Ali Sirmen
CUMHURİYET

Bir Cumhuriyet yıldızı daha... - ŞÜKRAN SONER

Cumhuriyet değerleri, kazanımlarına karşı, çok odaklı saldırılar, savaşlar... “Kurtuluş”, “Kuruluş” destanlarının verilişi, yazılımı ile başlayan 93. yıldönümünü kutlamakta olduğumuz bugünlere uzanan süreçte hiç hız kesmedi... Bu nasıl insan odaklı değerler, sağlam ilkeler ışığında oluşmuş bir güçlü sentez, direngenlik, haklılıktan beslenmedir ki... Çökertme darbelerinin pek çoğu daha güçlü bir direngenliğin beslenmesine yarıyor...
Şaka-kaka gibi... Yakın tarihte önce iç odaklısı mı, yoksa dış odaklısı mı ağır bastı bilinmez... Ama tam da bozuk yumurtadan hasta tavuğun, hasta tavuktan bozuk yumurtanın çıkması örneği, dünya çapında bir “Yeni Osmanlıcılık - ılımlı İslam”başlıklı siyasal projeler gündeme sokuldu. Şeriat yorumlarının belirleyici olduğu, insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasi gerçeklerinden çok uzakta rejimler, ülkelerin rol model alınamayacağı gerçeği ağır bastığından... Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, “Kurtuluş - Kuruluş” savaşları destanlarını yazmayı başarmış laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ülkemiz ve dünyadan yediği saldırılar, darbelerle, gerçek evrensel ölçeklerde güçlü, işleyen demokratik bir düzene günümüze kadar kavuşamamış olsa da...
Daha çıplak bir anlatımla, sandıktan büyük çoğunlukla sağ iktidarların çıkması, sadece eşitsizlik temelinde vahşi kapitalizme değil, siyasal İslam ve her tür alt kimlikten beslenen ayrımcılıklara, ırkçılığa da hizmet eden, hukuka saygısız, kamu yönetimlerinin erklerinin siyasal iktidar çıkarları adına ele geçirilmesinin sonucu her tür partizanlık, haksızlık, hukuksuzluklardan beslenen yönetimlerin egemen kılınması, askeri-sivil darbelerle bugünlere gelinirken... Yine de İslam dünyasına yönelik operasyonlarda Türkiye’nin odak ülke olarak kullanılması, rolmodel yapılması dışında seçenek pek üretilemedi...

***
Sonuç olarak ABD’nin 11 Eylül’ü, dünya ölçeğinde radikal İslamcı terör örgütlenmelerinin travmasının ağır basması ile girilen yeni süreçte, Atatürk devrimleri, kurtuluş, kuruluş ideolojileriyle ayakta kalmış laik Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden sihirli lamba ile çıkartılacak bir “yeni Osmanlı, ılımlı İslam” model arayışları gündeme girdi. Siyasal islamcı terörle topraklarında savaşma adına Irak-Afganistan işgallerinin gündeme girmesi ile atbaşı, stratejik ortak Türkiye’nin dönem iktidarı Ecevit Hükümeti’nden istenen destek gelmeyince de Fazilet’in içinden AKP sihirli anahtarı, ardından hızlı iktidara gelişi, çıkıverdi. Laik Cumhuriyetin rotası, dönemin anlamına uygun ılımlı siyasal İslamcı çizgiye kaydırılıverdi...

***
Masa başı projeler tıkır tıkır işlemeyip İslam dünyası, Ortadoğu hele de en çok Afganistan- Pakistan, Afrika bölgesinde odak Libya, hele de Ortadoğu’da Irak-Suriye ırklar- mezhepler iç savaşları bataklığı, kaosunda dünyayı dinamitleyebilecek güçte dipten bir sarsıntıya yatak olunca, işlerin rengi, akan kanla, milyarlarca İslam ağırlıklı dünyalının yaşamlarının kayması, kararması ile bağlantılı çok fazla değişiverdi.
Kuşkusuz bizi, insanlık, dünyada olup bitenler kaçınılmaz çok etkilerken, en çok bizim başımıza gelenler çarpıyor. Cumhuriyetin 93. yılını bugün kutlarken kendimizi çok daha yaşamsal gerçeklerin etkisinde, sımsıkı bir laik Cumhuriyetin Atatürk devrimlerinin sahipliği, savunuculuğunda buluveriyoruz... O kadar ki, “korkunun ecele faydası yok” diyerek, terör örgütlerinin canlı bombaları tehdit uyarıları arasında, çolukçocuk Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına, gönüllü siviller olarak koşturacağız.
Dün toprağa verdiğimiz bir gazeteci, Anadolu aydınlanması, uygarlığının, laik Cumhuriyet kazanımlarının sentezi, yıldız gibi kayan bir güzel insan, (dinozordan), Nail Güreli’den söz etme sırası geldi... Laik Cumhuriyetin kazanımlarına düşman, şiddetli saldırılardan Cumhuriyet gazetesi de sık sık pay alırken fanatik savunucuları sayılabilecek Cumhuriyet okurları, CUMOK’lar; Yunus-Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Sevgili Velidedeoğlu, Kışlalı ekolünden gelen, Cumhuriyet Aydınlanmacılarına siyasal İslam ağırlıklı sağdan gelen saldırılarda “dinozorlar”suçlaması yapılmasını mizahla
renklendirmişlerdi... “Dinozorlarımızı seviyoruz, geri istiyoruz...” kampanyaları üretmişlerdi. Nail Güreli Cumhuriyet’te çalışmadı ancak Cemiyet ve Sendikamızda yönetici ve başkan, gazeteci olarak verdiği savaşımla, güçlü, ilkeli duruşu ile Aydınlanmacılığa ışık katan, gerçek bir dinozordu...

Şükran Soner
CUMHURİYET

28 Ekim 2016 Cuma

‘Cumhuriyet’ yarın ‘93’ yaşında - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, izninizle, bu yazıya bir anımsatma ile başlayayım; çağımızda kişilerden ya “adı-soyadı” ile ya da yalnızca “soyadı”yla söz etmenin, böyle anmanın, hele toplum karşısında konuşurken bu kurala kesinlikle uymanın, uluslararası bir düzenleme olduğu bilinir; dolaysiyle iç siyasette de, dış siyasette de geçerlidir bu kural, bu tutum. 

Ayrıca bir ülkenin “Başkanı”ndan, bir devletin “Kurucu Başkanı”ndan söz ederken buna özen göstermek, yalnızca o kişiye değil o ülkenin halkına da bir “saygı” gereğidir. 
Sözgelimi, “ABD”nin kurucu başkanı, “Başkan George” diye mi anılır yoksa “Başkan George Washington” diye mi?

Bu tutum, “TC Devleti”nin, “Kurucu Başkanı” ve ilk “Cumhurbaşkanı Atatürk”için de geçerlidir kuşkusuz. Bu kurala -özellikle- “Atatürk” için uymayanlar, üstelik anımsatmalara karşın bu tutumunu sürdürenler karşısında insan, Atatürk’ün ulusuna seslenerek, “Bağrında yetiştirip başının üstüne dek çıkardığın adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemelerini isteyen”öğüdünü, ister-istemez anımsıyor. (Söylev, Cilt II) 
Çünkü bilinmesi gereken bir durum da Atatürk’ün nüfus cüzdanında, “Adı: Kemal - Soyadı: Atatürk” yazdığıdır; üstelik bu soyadını “O’na”, halk vermiştir. 

“Gazi” unvanına gelince; ilkin bu unvanı alabilmenin, “R. T. Erdoğan”ın, Türkiye’deki -hemen hemen- tüm üniversitelerden aldığı “Doktor” unvanına, dolaysiyle kendisini “Doktor Recep Tayyip” ya da alışılagelmiş biçimiyle, “Dr. Recep Tayyip” yapmasına benzemediğini belirterek başlayalım. 

“Kurtuluş Savaşı”nın çok önemli bir aşamasını oluşturan, “23 Ağustos” günü başlayıp, “13 Eylül 1921” gününe değin, “22 gün-22 gece” aralıksız süren ve Atatürk’ün Başkomutan olarak cephede yönettiği “Sakarya Savaşı”ndan sonra “Meclis”, kendisine “Mareşal” rütbesiyle “Gazi” unvanını verdi. 
Ayrıca, Atatürk’ün bu unvanı yalnız kendisi için değil, “Kurtuluş Savaşı”nın yüz binlerce “Gazi”sinin adına aldığından, bu unvanı büyük bir özenle taşıdığı, her an her yerde ortaya koymadığı da bilinir.
 
Öte yanda “Kurtuluş Savaşı”nın, “Batı emperyalizmi”nin sömürüsü altındaki öbür ezilmiş “mazlum” uluslara da “örnek” olduğu bilinir. Dolaysiyle Atatürk”ün önderliğindeki Türk halkının yengi (zafer) ile sonuçlandırdığı “Kurtuluş Savaşı”mız “TEK”tir; bir “ikincisi yoktur” ve tarihteki yerini çoktan almıştır. 

Ve Atatürk’ün, “Kurtuluş Savaşı”nı, öncesini sonrasını neredeyse saati saatine anlattığı Büyük “Söylev”indeki, “89 yıl” önceki vurgulamalarına değinmenin tam zamanı. Ve yine önce, günümüz basınının pek çoğunun atası olan “96” yıl önceki “Mütareke Basını”nın; Anadolu’da seçilip İstanbul “Mebusan Meclisi”ne gelen milletvekilleri üzerinden, Ankara’daki “Milli Mücadele”ye ve Atatürk’e, -günümüzdeki gibi- utanmazca saldıranlardan, bir yazardan kısa bir alıntı: “Merhaba Savaş kuzuları, Ankara keçileri, ağıla mı geldiniz? (...) Millet paşası mı sizi seçip ayırdı? (...) Boynunuzdaki tasmayı da o mu taktı? Niye ‘Koç’ Ankara’da kaldı? Âdeti uzaktan mı toslamaktır? (...) Rütbesiz mesnetsiz kalmış. Dağdan dağa kaçar; rastgeleni toslar. (...) Ortaya bir Milli yavru daha attı: ‘Milli Misak’ Aman Allahım telaffuzu ne güç, ne çirkin, ne gayri milli bir kelime...” (Alemdar Gazetesi, 2.2.1920) 
Alıntı, görüldüğü gibi, “iki konu” üzerine günümüzün ve “96” yıl öncesinin anlayışlarını, tutumlarını karşılaştırma fırsatı veriyor; ilki -pek ayrıntılı olmasa da- o günlerin “Misakı Milli” ile günümüzde yeniden ele alınan “Misakı Milliye”arasında; öteki de Atatürk’e -o günlerin ve günümüzün kimi siyasetçilerinin diliyle- “hayâsızca” takılan adlarla ilgili olarak. 
Alemdar Gazetesi’ndeki yazı, dönemin ünlü yazarlarından “Refik Halid Karay”imzasını taşır; ilk konu günümüzün gündeminde, hâlâ tartışılıyor; ötekine gelince önce şunu belirtelim; Atatürk o tarihte yani kendisine “Koç” dendiğinde, “Anadolu Rumeli Temsilciler Heyeti”nin “Başkanı”dır; R.H. Karay bu tutumunu daha sonraları da sürdürünce gereken karşılığı alacak, cezalandırılacaktır. 

Ne var ki, Karay’ın açtığı bu çığır, günümüzde Atatürk’e “Ayyaş” diyen ve “TC Devleti”nde “Başbakan” olan “R.T. Erdoğan”a dek ulaşacak ve aynı zamanda bir din adamı, bir imam olan bu kişi Atatürk’ün yarattığı “TC Devleti”nin “Cumhurbaşkanı” olarak da, O’nun makamına oturacaktır... 

Ve yazıyı Atatürk’ten bir alıntı ile noktalamak gerekirse şu değerlendirme geçerliliğini koruyor: “Yüz yıllardan beri olduğu gibi, bugün de binbir türlü kişisel ve siyasal amaç ve çıkar sağlamak için ‘dini bir araç olarak’ kullanmaya kalkışanlara yurtiçinde ve dışında bulunuşu, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, şimdilik alıkoyamıyor...” 
Evet, yarın laik “Cumhuriyet”imizin “93.” yılı, kutlu olsun! Evde değil dışarda kutlamaya çaba gösterelim; Kadıköylüler akşam fener alayı yürüyüşünde buluşalım!


 Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

27 Ekim 2016 Perşembe

Bir ülke nasıl aşağılanır!.. - ZEYNEP ORAL

Türkiye’ye nasıl kötülük yapabilirim diye düşünseniz, düşünseniz, düşünseniz... 
Bu ülkeyi nasıl rezil edebilirim, aşağılayabilirim, 7 düvelin lanetlemesini sağlayabilirim diye planlar, programlar tasarlasanız... 

Cumhurbaşkanını ve bu hükümeti daha çok nasıl zora sokabilirim, dünyanın öfkesini onlara nasıl yöneltirim diye sinsi sinsi yollar arasanız, bundan iyisini yapamazdınız!!! 
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ı hapse tıkarak, hiç ama hiçbir “terör” olayına karışmadıklarını bile bile onları hapiste tutarak yapılan budur. 

Yalnız onlar mı? Hayır! Onlar artık dünya çapında simge isimler olduğu için onların adını veriyorum. Onlar gibi daha niceleri var. 

128 gazeteciyi, yazarı, yargısız infazla hapse tıkarak yapılan budur. Hem kendimize karşı, hem dünyaya karşı ülkeyi aşağılamak... 


Bia.net’in son gözlem raporuna göre hapisteki gazetecilerin 71’i “Cemaat”, 29’u Kürt medyasından... Şu son üç ayda 155 medya organı kapatıldı... Kapatılan medyadan 2 bin 500 kişi işsiz... 775 basın kartı, 49 pasaport iptal... 191 gazeteci, 1 müebbet ve 2 bin 152 yıl hapis talebiyle yargılanıyor. 29 kişi Erdoğan “sanığı, mağduru, şüphelisi”...

Sonradan pişmanlık 

Nereden nereye... Bakın gördünüz Mehmet Ağar bile yıllar sonra solcuları aklama çabasına girdi...
“Zaten sol örgütler de bizim sandığımızın tersine, zararsız, eline bıçak almamış insanlar çıktı. Kabul etmek lazım ki temiz fikir adamlarıydı” dedi... “Solcuların şiddete bulaştığı önyargısını yıllarca gözümüzde büyüttük” dedi. 

Sırf sol düşünceye yatkın oldukları için yıllarca hapiste çürüyen, işkence gören, hayatını yitiren yazarların ülkesinde söylüyor bunu. Genç ve yiğit fidanların yeşermeden biçildiği, zulüm gördüğü ülkede söylüyor. Bizim ülkemizde... 
Komplo teorilerinin yaşamımızın ayrılmaz parçası olduğu şu günlerde, bakarsınız çok değil birkaç yıl sonra bugünün güç sahipleri de, yine, “Aa kandırılmışız meğer”diye nedamet getirirler... 

Beni dehşete düşüren Türkiye’yi yeryüzünün en büyük hapishanesine çeviren bu duruma anlı şanlı büyük medyanın sessiz kalması. Sessiz kalmak bir yana, hükümetin medya kışkırtıcıları aracılığıyla daha çok mağdur, daha çok kurban yaratma çabaları... 
Oysa her birimize düşen görev, bu haksızlığa, bu hukuksuzluğa karşı sesimizi yükseltmektir.

Susmayın! 

Aslı Erdoğan 70 gündür tutuklu. Necmiye Alpay 57 gündür tutuklu... 
Yazdıkları için yazmayı seçtikleri için savaştan değil barıştan yana oldukları için tutuklu. Kapatılan, baskı gören yasaklanan gazete ve gazetecilere destek verdikleri, adlarını verdikleri için tutuklu. 

Hukuksuzluğun, keyfiliğin alıp başını gitmemesi için susmayın! 
Hapishanelerden pis kokular geliyor. Yeniden hortlayan işkence, kötü muamele, maddi ve manevi taciz haberleri birbirini izliyor. 
Susmayın ki, içeri tıkılmış bu insanlar sahipsiz sayılmasın. Susmayın ki işkenceye yol açmayın.
 
Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin birikimlerine ve ideallerine karşı düzenlendiği söylenen darbeye karşı en sağlam mücadele de ancak demokrasi değerlerine bağlı kalınarak verilebilir. Susarsanız bu gerçeği yok sayarsınız! 

İktidar güçlerine yönelik her eleştiriyi, her karşı çıkışı “terör”den saymak, teröre yardım ve yataklık saymak, 11 binden fazla öğretmeni açığa almak, ülkenin geleceğini karartmaktır. Susmayın ki geleceğimiz daha da çok kararmasın!
 
Hasan Fehmi’nin katledilmesinden bu yana yüzyılı aşkın süre geçti. Ülkemizde Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya, Metin Göktepe’den Hrant Dink’e kadar 100’ün üzerinde gazeteci ve yazar katledildi. Susmayın, susarsanız sıra size gelecek. 

NOT: İki gün sonra benim için en büyük bayram. Türkiye Gençlik Birliği’nin liseli birimi, Türkiye Liseliler Birliği önderliğinde birçok demokratik kuruluş 29 Ekim’de Anıtkabir’e yürüyor. “Cumhuriyetin Çocukları Atası’na Yürüyor” sloganıyla düzenlenen yürüyüşün, proje okulu uygulamasına karşı en büyük protesto gösterisi olması bekleniyor. Türkiye Gençlik Birliği ise Türkiye’nin dört bir yanında meydanlara çıkıyor. Tüm şehirlerde “Cumhuriyet Geleceğimizdir” sloganıyla yürüyüşler düzenliyor. Duyurması benden...

Zeynep Oral
CUMHURİYET

Esmek ve gürlemek - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Cumhurbaşkanı dün yine tekrar etti. Mealen, on binlerce kilometre öteden Suriye’ye ve Irak’a gelenler varken Türkiye bu işin dışında kalamaz dedi. Önce bir sevindim çünkü on binlerce kilometre öteden Irak’ı işgale gelenlere karşı sokaklarda protesto yürüyüşlerine katılmıştım. Tarihin en büyük eylemlerinden biriydi. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan ABD’nin Irak işgaline karşı aynı gün sokaklara dökülmüştü. Ancak sevincim kısa sürdü. Aynı dönemde sayın Erdoğan’ın ABD askeriyle beraber Irak’ın istilasında rol almak için Meclis’ten 1 Mart tezkeresini geçirmek için nasıl uğraştığını hatırladım. Daha iktidarının ilk zamanlarıydı. Partisinde henüz özgür irade sahibi bireyler vardı. CHP’nin ve denetim altına alamadığı AKP milletvekillerinin ret oyları sayesinde on binlerce kilometre öteden gelenlerin yanında savaşa girmekten kurtulduk. Bunun üzerine sayın Erdoğan, The Wall Street Journal’e bir makale yazdı. Cesur Amerikan askerlerinin evlerine sağ salim dönmesi için dua ettiğini ifade etti.

Tezkere meselesi bir yere not edilmiş ve dualar da vaziyeti düzeltememiş olmalı ki Irak’ta Amerikan askerleri, Türk askerlerini, başlarına çuval geçirip esir aldı. Esip kavurmasıyla tanıdığımız Cumhurbaşkanı, o vakitler işin “diplomatik bir nezaket içinde halledildiğini” açıkladı. ABD’ye nota verilmesine yönelik talepleri ise “ne notası veriyorsun, müzik notası mı bu” diye geçiştirdi. Yani Amerikan ordusu bütün azametiyle Irak’ın üzerine çökerken onunla beraber onun istediği yerde savaşmayı kabul ettiler. Tezkere çıkmayınca vallahi de askerlerin sağlığına duacıyız diye makaleler yazdılar.

Esir alınan subayları için bırakalım ültimatomu bir nota bile vermediler. Bugün Irak’ta hepi topu 5000 Amerikan askeri var. Şimdi esip gürlemek kolay. Ancak ABD bütün gücüyle Irak’tayken takınılan tavrı unutmak mümkün değil. O sebeple sayın Cumhurbaşkanı on binlerce kilometre öteden gelenlere tepki gösterince duyduğum sevinç çok uzun ömürlü olamıyor. Suriye’de Kürt koridorunu engellemek, Irak’ta ise Şii etkisini kıracak bir Sünni devletçiği kurmak hedefleniyor. Hem güvenlik hem de ileride gerçekleşecek enerji boru hatlarının rotasının Türkiye’ye yönelmesi için bu gerekli görünüyor. Önce bu amaçla bir çözüm süreci yürütüldü. İslam bayrağı altında meseleyi çözme ve başkanlığı alma ısrarı sonuçsuz kaldı. O vakit taktik değişti.

PYD başkanı Salih Müslim’le Ankara’da görüşülürken, Kobane’de YPG’ye peşmerge Türkiye topraklarından geçerek destek verirken birden terör örgütü ilan edildi. ABD’nin bir kanadı IŞİD’e karşı Kürtlerle işbirliği yapınca panik arttı. ABD’nin başka bir kanadının desteklediği ÖSO ile devreye girildi. Bu ittifakların da yarın öbür gün konjonktüre göre değişmesi mümkün. Dün el ele olunan yarın terörist ilan edilebilir.

Bugün terörist ilan edilenle yarın masaya oturulabilir. Dün sağlıkları için duacı olduğunuz Amerikan askerlerine bugün on binlerce kilometre uzaktan neden geldiniz denebilir. Hasılı her şey mümkün. Mümkün olmayan ise tutarlı, milli çıkarları gözeten, uluslararası hukukun tanıdığı imkânlardan faydalanan bir dış politika. İdeolojik saplantıyla ve kişisel bekayı devlet bekasıyla bir tutarak rasyonel bir dış politika yürütülemez. Eski Musul valisinin üç bin kişilik gücü Musul operasyonuna katılsın diye Lozan’ı tartışmaya açacak kadar akıl dışı yollara başvurulur. İyi ki diye düşünüyor insan 1923’te iktidarda bu akıl değil de Cumhuriyeti kuran irade varmış

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

26 Ekim 2016 Çarşamba

Mısır, Suud, para-düdük - CEYDA KARAN

“Parayı veren düdüğü çalar” dedik, geçtik. Lakin Arapların vaktiyle öncü gücü olmuş Mısır ile bugün öncülüğü mezhepçi hattan tesis edeceğini zanneden Vahhabi/Selefi petrol krallığı Suudi Arabistan’ın ilişkilerinde “müzikalite” baştan sorunluydu. Artık “yuf
borusu” çalınır oldu. 
Mısır ordusu, “1’inci Tahrir isyanının” ardından İhvan’a teslim ettiği iktidarı, “2’nci Tahrir isyanı” ile geri alarak yönetime el koyduğundan beri; Kahire’ye en büyük destek Riyad’dan gelmişti. Suud, eli darda Mısır’a milyarlarca dolar hibe etti, yatırım yaptı. Ancak artık “sandık demokrasisiyle” cumhurbaşkanı olmuş Abdülfettah el Sisi’nin, motto’su “bana dokunmayan bin yaşasın” olan merhum Kral Abdullah’ı elinden/alnından öptüğü günler uzakta. Abdullah’ın 2015 başındaki ölümüyle tahta geçen Kral Salman ile veliahtı Muhammed bin Salman’ın hırsları, Mısır’ın “istiap haddini” aşmakta. Hele El Sisi ve Mısır ordusu için “zehirli” görülenin, Salman’lar için“ehilleştirilebilir” bulunmasından beri...

***
El Sisi, Sünni yüksek eğitim kurumu El Ezher’de Ocak 2015’teki ünlü konuşmasında,“Müslüman dünyada yüzyıllarca yerleşmiş fakat yıkıma yol açan bazı uygulamalarda reforma gidilmesi”, bir nevi “İslamda devrim” çağrısı yapmıştı. İslamın terörizmle anılmasına yol açan radikal hareketleri besleyen “kutsal olmayan ulema yorumlarına” karşı “dini metinlerin çağdaş okumayla gözden geçirilmesini” salık vermişti. 
Nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Kıptilerin kilisesini ziyaret edip, “Birbirimizi Müslüman-Hıristiyan değil, her şeyden önce Mısırlı görmeliyiz” mesajı eksik olmamıştı. 
Yakınlarda Mısır, El Ezher şeyhi Ahmet El Tayyip’in liderliğinde Grozni’de Vahhabiliği dışlayan, militan selefilik karşıtı Ehli Sünnet toplantısında yerini aldı.

***
Mısır ordusu, Salman ve veliahtının tahta çıkar çıkmaz 2015 Mart’ında açtığı Yemen’deki “Sünni cephesinin” hevesli katılımcısı olmadı. Sınırlı katılınan cepheden rivayet o ki yakınlarda “çıkıldı”. İran’la temas hiç kesilmedi. Eylül sonunda BM toplantılarında Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri, Suudi değil ama İranlı mevkidaşıyla görüşmeyi ihmal etmedi.

***
Kahire, Suriye cephesinde sessiz ve derinden gitti. Şam’da başa “terörist İhvan”yahut Sina’da Mısır askeri avlayan cihatçıların geçme ihtimalini “ulusal güvenliğine”tehdit gördü, rejim değişikliğine karşı durdu. Mısırlı bir diplomatın El Ahram’a ifadesiyle: “Suriye’ye göz kulak olmak ve Suudi Arabistan ile Türkiye’nin desteklediği militan İslamcı grupların etkisi için kaygılanmak hakkımız var. Bu göze alabileceğimiz bir şey değil.” Suriye istihbaratının başı Ali Memlük, Kahire’ye az gidip gelmedi. Mısır, diplomasi masasında Riyad muhalefetine karşılık Kahire muhalefetine “isim babalığı” yaptı. En son bu ay başında Halep’in doğusunda sıkışarak sivilleri kalkan eden El Kaide mümessili Nusra’yı çıkartmaya yönelik BM’deki Rus tasarısına göstere göstere “Evet” dediler. “Deniz üssü sunacakları” fısıltıları eşliğinde Rusya ile tatbikata girişilmesini unutmayalım.
***
Öfkesi taşan Riyad’ın şimdilik yanıtı, nisanda imzalanan petrol anlaşması icabı sevkıyatı gerekçesiz askıya almak. “ABD askeri oyuncaklarıyla” Sünni ittifakı arzulayan Riyad’ın asıl derdi, tabii çıplak ayaklı Husilerden tokat yenilip durulan Yemen savaşının hedefini pekiştirmek. Kilit Bab el Mendeb Boğazı’ndan Akabe Körfezi’nin çıkışına uzanan hatta belirleyicilik sağlayacak Tiran ve Sanafir adacıklarını geri almak. El Sisi, vaktiyle Suud’un İsrail korkusuyla himayelerine sunduğu adacıkları 66 yıl sonra deniz sınırı anlaşmasıyla verdi vermesine de,“gururlu” Mısırlıları öfkelendirdi, yargı çelmesi yedi. Yüksek Mahkeme ile engeli aşsa bile sırada Mısır meclisinin onayı var.
***
İşin ucunda 27 milyar dolarlık yatırım varken kolay iş değil. Ama Suudiler rahat“düdük öttüremiyor”. Şimdilerde tesellileri Türkiye’den iktidar partisi sözcülerinin kendilerini ziyaret edip “Alice Harikalar Diyarı”nda gibi dolaşması olsa gerek. Ne de olsa Vahhabi şeriatına övgü düzüp, “iki devlet tek millet” sloganı tutturacak kimse bulmak kolay değil.

Ceyda Karan
CUMHURİYET

Tarih dersi - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 52 oy alalı beri her şeyi biliyor. Takdir edersiniz ki o kadar oy alınca insanın önünde kadim hikmet kapıları açılıverir. İktisattan tarihe, hukuktan tıbba her konuda ilim ve irfan milli iradenin temsilcisinin zihnine doluşuverir. 
Bu sebeple sayın Erdoğan “Ben tarih dersi veriyorum” diyerek âlemi tenvir etme vazifesinin hakkını vermeye gayret ediyor. İyi de yapıyor zira televizyon ekranlarına ve gazetelere bakınca bir tarih dersine ihtiyaç olduğu görülüyor.
 
Bir bakıyorsunuz uzman diye kanal kanal koşturan biri Musul hakkındaki Birleşmiş Milletler raporundan bahsediyor. 1945’te kurulmuş örgüte 1920’lerde rapor yazdırıyor. Çaresiz kanal değiştiriyorsunuz. Bir başkası Sykes-Picot Anlaşması’ndan dem vuruyor. Sonra Sykes ve Picot’nun döneminin dışişleri bakanı olduklarını söylüyor. İkisi de değildi diye söylene söylene kumandanın tuşlarına basıyorsunuz. Karşınıza kendi davudi sesine âşık biri çıkıyor. Ankara Antlaşması’na göre Irak’ın toprak bütünlüğü korunamazsa Türkiye’nin Musul’a müdahale hakkı olduğunu gözlerini belerterek duyuruyor. Öyle uluslararası antlaşma olmaz ve de o antlaşmada öyle bir hüküm yok diye mırıldanıyorsunuz. 

Hakikaten bir tarih ve uluslararası hukuk dersine çok fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz. Bu sebeple sayın Cumhurbaşkanı’nın inisiyatif alması son derece önemli. 
Yoksa ekranlar ve gazeteler temelsiz “uluslararası hukuktan doğan meşruiyetzemini” iddiaları ya da “uluslararası ilgiye mazhar prensipler” gibi hiçbir hukuki anlam ifade etmeyen ve aslında var olmayan kavramlarla dolup taşıyor. 

Suriye ve Irak altüst olmuş durumda. Uluslararası hukuk, tarih ve diplomasi birikimi üzerine bir siyaset inşa edilmesi zorunlu. Biz ise zır cahillerin yarı cahillerle hasbıhalini hukuk ve tarih tartışması niyetine izlemekteyiz. 

Bu ortamda ne kamuoyu sağlıklı bir şekilde aydınlatılır, ne de memleket çıkarlarını koruyacak bir siyaset belirlenebilir. Ancak hamasetle gerçekler perdelenir, millet yalanla dolanla memleketi felakete sürükleyecek hamlelere ikna edilmeye çalışılır.
 
Ekranlar ve gazeteler utanmadan sıkılmadan ve hatta marifet bilerek açıkça yalan söyleyen çapsızlarla dolu. Yani sayın Erdoğan haklıdır. Bir tarih dersi vermesi gereklidir. 
Ancak vereceği tarih dersini Necip Fazıl gibi titrek hezeyanlarını örtülü ödenek şerbetiyle şişirmişlere ya da sarayında ağırlamayı sevdiği Kurtuluş Savaşı’nda Yunan ordusuna yenilmedik diye yas tutan fesli şarlatanlara dayandıracaksa işimiz zor.
 
Bu işler ciddi işlerdir. Dış politika hamasetle yürümez. Bilgi, akıl ve irade gerekir. Zamanında saf hamaset ve panikle işleri yürütmeye çalışanlar bu memleketi neredeyse bir parya devlete çevirecekti. Anadolu’nun her yanında çoban ateşleri gibi yanan milli kongreler iktidarı, Mustafa Kemal liderliğinde kaçınılmaz gibi gözüken bu kaderi yırtıp attı. 
O vakitler tek umudu İngiliz zırhlıları olanları, vatanı kurtaranlar hakkında idam fetvaları verenleri ecdad belleyenlerin bunu anlamasını bekleyemeyiz.
 
Sayın Cumhurbaşkanı bize tarih dersi versin. Bekliyoruz. Paris Barış Konferansı’nda arkasına teneke bağlanarak alaya alınan Damat Ferit’i, gemisini bulmuş bir fare gibi sürünerek kaçan Vahdettin’i, seccadesi İngiliz bayrağı şeyhülislam DürrizadeAbdullah Efendi’yi, vatanını savunan Kuvvacılara saldıran hilafet ordusunu, İslam adı altında ayaklanan Şeyh Said’i ve kaybedilen Musul’u anlatsın.

Özgür Mumcu
Cumhuriyet

25 Ekim 2016 Salı

Cumhuriyet’in ‘Vefa’sını yıkmak mı? - EROL MANİSALI

Proje okullar kapsamında Vefa Lisesi de var. Vefa Lisesi tarihimizde ilk sivil Türk lisesi olarak 1872’de eğitime başlamıştır. 

Önce Vefa İdadisi, 1908’de Vefa Sultanisi, 1924’te Vefa Lisesi adını aldı. Cumhuriyet’in kuruluşunu hazırlayan devlet adamları, düşünürler, bilim insanları ve sanatçılar Vefa’dan yetiştiler. 

Yahya Kemal Beyatlı, Reşat Nuri Güntekin,Mehmet Akif, Hasan Âli Yücel, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Şemsettin Günaltay, Reşat Ekrem Koçu, Ekrem Akurgal, Feridun Fazıl Tülbentçi, Süheyl Ünver, Sıddık Sami Onar, İsmail Kazım Gürkan, Elif Naci, Yusuf Ziya Ortaç ve niceleri: Cumhuriyet’in kimliğini, felsefesini, hayata çıkışını sağlayan bu insanlar Vefa abidesinin armağanıdır. 

Şimdi siz yakın tarihimizin oluşumuna imzasını atan bir kurumu tasfiyeye kalkıyorsunuz. Vefa Lisesi ve diğer ünlü birkaç lisemiz zaten kendileri “proje olmuşlar” ve tarihe imzalarını atmışlardır. 

Siz şimdi, bu uygarlık projesine “Sizin projenizdi, bizim projemiz başka” diyerek bu abide kurumları yok etmeye kalkıyorsunuz. IŞİD’in Suriye’deki insanlık ve uygarlık anıtlarını yok ettiği gibi, Vefa’yı, Kabataş’ı, İstanbul Erkek Lisesi’ni silmeye çalışıyorsunuz. 
Bu zihniyetin IŞİD’in yaptıklarından farkı yoktur. Uygar, çağdaş ve akılcı dünyaya uzanan elleri kırmak; istediğiniz bu mu?

Türkiye tek örnek
 
Karanlıklara gömülmüş, emperyalizmin kucağında mezhep ve cemaat savaşlarına sürüklenmiş Müslüman dünyada bunlara karşı direnmiş tek örnek olan Atatürk Türkiyesi’nin kurumlarını bir bir yok ederek bizi, diğerlerine mi benzetmek istiyorsunuz? 
İslam dünyasının bugün içine düştüğü (ve düşürüldüğü) felakette esas neden“siyasetin, ekonominin, kültürün ve yaşam tarzının” tamamen dini (ve dinci) örgütlenmeler üzerine oturtulmasıdır.
 
Cemaatler, aşiretler, şeyhler, şıhlar, padişahlar karmaşasına gırtlağına kadar gömülmüş 57 İslam ülkesinde tek istisna Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti oldu. 

Şimdi bunu yok etmeye çalışanlar Bangladeş’ten Afganistan’a, Körfez’den Fas’a bu dünyanın haline baksınlar: Türkiye’yi bu felaketler dünyasının bir parçası mı yapmak istiyorsunuz? 
Vefa Lisesi, bu karanlık dünyaya açılmış bir aydınlık kapısıdır.
 
Vefa koca ülkede, 1872 yılında kurulmuş tekve ilk Türkçe eğitim yapan kurum oldu. Ülkenin kurtuluşunda, kuruluşunda, gelişmesinde katkı yapan düşünürleri, sanatçıları, edebiyatçıları, bilim insanlarını yetiştirdi. Yakın tarihimizdeki bu mücevher taşı adeta bir “müze” niteliğindedir. Yetiştirdiği insanlar Cumhuriyet’in temel taşlarını oluşturdular. 

Vefa Lisesi ve diğerlerini “proje okul” kapsamına alarak tasfiye etmek, “çağdaşlığa, uygarlığa, bilime, akılcılığa ve demokrasiye karşı çıkmakla eş anlamlıdır”. 

Hocalarım Reşat Ekrem Koçu, Belkıs Enöktem, Süheyla Berker, İhsan Irk ve diğerlerinin herhalde kemikleri sızlıyordur. 

Mehmet Akif’in “İstiklal Marşı”ndan, Ata’nın “Nutuk”undan ders almadınız mı, yazıklar olsun...

Erol Manisalı
CUMHURİYET

Siyasal İslamcının mumu yatsıya kadar… - ORHAN GÖKDEMİR

“Dikine”, benim de içinde olduğum, yazdığım bir dinler tarihi sitesiydi. Yayınını birkaç yıl boyunca kesintisiz sürdürdü. Benim “Din ve Devrim” kitabı biraz da o site için yapılmış çalışmaların getirisidir. Yazan arkadaşlar Marksist ama ilgi alanı dinler tarihi olunca yazıların ucu mecburen inanç alanına da giriyor ve zorunlu olarak o konularda da yazı üretiyoruz. Bu nedenle ülke ortalamasına göre biraz “tuhaf” bir platformdu Dikine. Zaten sadece tuhaf insanların ilgisini çekebildi. 

Bir gün siteyi birlikte hazırladığımız arkadaşlar bir İslamcı çevrenin Dikine yazarlarıyla tanışmak, görüşmek istediğini haber verdi. Bizim için de ilginçti bu istek. Uzun yıllardır bu tür dergilerde yazarım, ilk defa bir İslamcı gurubun ilgisine maruz kalıyorduk. Süleymaniye’de İslamcı çevrelerin teşrik-i mesai yaptığı her halinden belli bir çay bahçesinde toplandık. Arkadaşlar İslamcı ama mazlumların yanında olmak gibi o çevre için biraz tuhaf bir fikir geliştirmişler. Daha “antikapitalist Müslümanlar” falan ortalıkta yok. Alışık değiliz bu durumlara. E biz zaten “mazlumseveriz”, kafa kafaya vermeye ne engel var? Kelimesi kelimesine böyle dedi lider pozisyonundaki İslamcı arkadaş.

O sırada “Haber 10” adında muhalif bir site yapıyorlardı. Baktım, içlerinde soldan gelen bir takım insanlar var. Muhalifler mi? İlk bakışta evet. Ama arada, Muhsin Yazıcıoğlu’na ermiş muamelesi yapan yazılar da yer alıyor. Defosuz İslamcı olur mu? Sohbet iyi, fakat aramızda derin “ontolojik” bir uçurum var. Her şeyi görmezden gelsek onu görmezden gelmemiz zor. Dilimin döndüğünce anlattım. Yarın, hemen işçi sınıfı için, mazlumlar için cepheye koşup savaşacaksak sorun yok, tartışmayabiliriz. Ama kahretsin, cephede değiliz işte! Ontolojik meseleler de öyle buzdolabına kaldırılabilecek cinsten değil. Tartışmaya karar verdik. Üç yazı sonra tartışma da, muhabbet de sonsuza kadar bitti. Dil mecburen ontolojik meselelere gidiyordu ve İslamcılığın o bölgesi çok derin bir biçimde çürüktü. Din hangi mazlumu zaliminden kurtarabilmiş ki? Musa mazlumları çağırdığında gelenler Amon’un kullarıydı. İsa çağırdığında toplananlar Yahwe’nin kulları. Böyle gider bu. Din mazlumların yarasına sürülmüş bir basit, etkisiz merhemdir. Ne yarayı iyileştirir, ne kanamasını durdurur.
Olmadı nitekim. Bizim sola çalan dinci gurubumuzun en önemli şahsiyetinin TRT’den belgesel işi almaya başladığını duyduk. O saat bitti İslamcının dinin çubuğunu mazlumdan yana bükme çabası. Sonra sitesi sıkı bir reis savunucusu oldu, zalimin safına geçti.

xxx

Açılımı Halkın Sesi Partisi. Kısası HAS Parti. “Halkın sesi”ni nasıl “has” olarak kısalttılar bilmiyorum. “Adalet ve Kalkınmayı” “ak” yapmak gibi bir şeydir belki. Belki de üyelerine has.tir çekmeye başından niyetliydiler, kim bilir? Partiyi ve adını bir tür Levent Kırca parodisine benzetmişti bir arkadaşım. Zaten ismi de buna cevaz vermekteydi. Has’ı, hasss… diye uzattınız mı tamam. Erbakan’ın bakiyesine gönderme yapıp “Halkın Saadet Partisi” diyen de vardı ki, en doğrusu budur sanırım.
Lideri Numan Kurtulmuş’tu, şimdi AKP’nin önemli bir şahsiyeti. Mehmet Bekaroğlu önemli isimlerindendi, şimdi CHP’nin önemli bir şahsiyeti. “Halkın sesi” olma niyetiyle kurulan Has Parti de AKP’ye katılıp kendini feshetti. Neye niyet, neye kısmet?
Marşı da vardı şimdi kimse hatırlamaz. Şöyle bir şey:
“Zalimlerin ensesinde yoksulların nefesi
Kursaklarında kalacak Karunların hevesi
Yeri göğü inletecek umudu büyütecek
İktidara gelecek halkın sesi.”
Halkın sesi olmaya niyetlenen ve AKP’yi yerden yere vuran Numan Kurtulmuş AKP’ye katılıp parti sözcüsü oldu. Halkın olmasa bile AKP’nin sesi olmayı başardı.
Parti görünüşe göre dindarlar ve bir takım sosyalistlerden oluşuyordu. Dindar solculuk yapacaktı arkadaşlar. Fakat partideki dindarlar sosyalistleri ortada bırakıp dindar sağcılık yapanlara biat etti. Sosyalistleri açıkta kaldı, dindarları ise iktidara yaklaşıp kariyer planlamasının doruğuna ulaştı.

xxx

Has Parti böyle de AKP farklı mı? Bulabilirseniz hakkında soruşturma açılınca TRT’deki görevinden istifa edip ayrılan Nasuhi Güngör’ün “Yenilikçi Hareket” adlı kitabına bakın. Erbakan’a ihanet ederek yola çıktılar, İsrail’in, ABD’nin kucağına oturarak ilerlediler. Demokrasi şampiyonu olarak başladılar, AB hayranı olarak devam ettiler. Amaçlarına ulaşabilmek için yapamayacakları şey yoktur. Din mi? Hep söylenir, arkadaşlar Allah’a inanır ama güvenmez. “Gömlek değiştirdik”, “inançlara saygılıyız” falan derken çıkardılar gömleği, çektiler şalvarı, cübbeyi, ne görelim karşımızdakiler bildiğin yobaz.
Kavga çıktı sonra aralarında. Bir de baktık hırsızlığın bini bir para İslamcı arkadaşlarda. Soruları çalmışlar, sınavlarda şike yapmışlar, devletin her yerine kendi adamlarını yerleştirmişler. Devletten, öteki Müslümanlardan çaldıklarını evlerine istiflemişler. Deniz aşırı ülkelerde yüklü banka hesapları açmışlar. Hukuku tepelemişler, adaleti arkasından bıçaklamışlar. Ne istedilerse birbirlerine vermişler. Her şey tıkırında giderken içlerinden birinin aklına evi basıp hepsini kendine almak gelmiş. Sonrası toz duman.
Hep böyle başlar ve hep böyle biter. “Altın çağ”ı en kısa dindir İslamiyet. Peygamberden sonra dört halife geliyor. Ancak içlerinde biri, yaşlı Ebubekir eceliyle ölebilmiş. Gerisi Müslümanların darbeleri altında canını teslim etmiş. “Altın çağ”dan geriye kalanlar da Kerbelâ’nın çöllerine yitip gitmiş. Sonrası Muaviye. Bugünkü inancın, zihniyetin kökleri aslında orada. Devleti ele geçir, halkı soymaya başla. Elindeki en etkili silah yalan. Mazlumları böyle kandırdılar, hala böyle kandırıyorlar. Gelenek budur!

xxx

Biz söylesek kızarlar. Camianın önemli kalemlerinden Fehmi Koru söyledi. Darbe Komisyonunda bir üyenin, "İslamcılar'ın söylediklerine güvenilmez mi" sorusuna "Olaylardan ortaya çıkan sonuç ne yazık ki bu" diye cevap verdi. Ne desin? Her şey ortalığa saçıldı 17-25 Aralık sürecinden bu yana. 15 Temmuz tüy dikti. Biz İslamcı iktidar zannediyorduk, yalanın iktidarının karanlık yüzü göründü örtü aralanınca.

xxx

Böylece yine laiklik meselesinin kapısına gelip durmuş oluyoruz.
Kim bu yalanın iktidarına hizmet eden İslamcı? Adı üstünde Siyasal İslamcı. Politik amaçlarını, hırslarını din arkasına gizlenerek yapmaya çalışan modern zamanların tuhaf âdemi. Cami cemaatini kandırarak koyuldu işe. Sonra yoksula, mazluma yardım götüreceğim diye kurduğu dernekler aracılığıyla din kardeşlerini dolandırarak güçlendi. Sonra aralarından tuhaf âdemler türedi. Bebelerin evlenmesine cevaz verdi, hırsızlığı “günah işleme özgürlüğü” olarak açıkladı. Giyimi, kuşamı esasın önüne geçirdi. Böyle böyle dindar ama ahlaksız bir toplum icat edildi ki bir dışardan bakan pişman, bir içinde bulunan.
Laiklikle ilgisi şu. Laiklik aslında İslam’ın siyasal İslamcı tarafından istismarını önlemenin de tek çıkar yolu. Siyasal İslamcılık, laiklikten önce kültürel İslam’ı yok etti. Kendi halinde, tanrısı ile ilişki kurarak huzur bulan dindarların elinden huzuru aldı. Tuhaf bir gerginlik koydu yerine. Düşman etti komşusuna, eşine, dostuna.
Ve bunca kavga dövüşün içinden, davasına sahip çıkan bir tek “delikanlı” İslamcı çıkmadı. Hepsi pişman, hepsi itirafçı, hepsi kandırılmış. Birbirlerini düşürdükleri insanlık dışı durumu dillendirmek yine solcu bir hukukçuya kaldı. Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, Ankara Barosu’nun Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, cezaevindeki işkence ve tecavüz iddialarına değinerek, “Paralel devlet mensubu denilen hâkimlere, savcılara, askerlere, polislere sistematik işkence uygulanıyor. Adliye mescidinde beraber namaz kılanlar, hapishanelerde bu insanlara tecavüz ediyorlar. Bu insanların tırnaklarını söküyorlar emniyette. Kalın bağırsak ameliyatı olmuş insanlar gördüm, makatlarına sokulan eşyalar nedeniyle” dedi.
Açık değil mi? İslamcılar için de artık huzur laiklikte!

xxx

Ne diyebiliriz bunun üstüne? Yalan dolanla iktidar oldular, düşecekler diye ödleri patlıyor şimdi. O korkunun yol açtığı kontrolsüz şiddettir bu.
Ama denildiği gibi gerçek devrimcidir, eninde sonunda kendini gösterecek bir yol bulur. O gün yıkılır yalanın iktidarı.
Siyasal İslamcının mumu yatsıya kadar…

Orhan Gökdemir
SOL

Masal...- ORHAN AYDIN

Vapur bekliyorum, yirmi dakikam var, iskelenin yanındaki kırmızı plastik sandalyeli kahveye oturuyorum.
Fazla sevmem burayı, düzensiz bir sığınmışlık gibi gelir bana.
Deniz küsmüş, öyle duruyor, kıpırtısız.
-Biraz demli bir çay lütfen.
Ne varsa denizin dibinde, Martılar ve Karabataklar çığlık çığlığa bağrışıyorlar.
Sonbahar üşütüyor.
Arkamda yetmiş yaş grubu üç delikanlı katıla katıla gülüyorlar, belli ki muzır bir fıkranın sonuna gelinmiş. Köşedeki masada yalnız başına oturan genç kız mutsuzluğun hüznü gibi, alnı gergin, tuhaf tuhaf bakıyor gülenlere, bir Suriyeli çocuk yağmurda ıslanmış kedi yavrusu gibi çaresiz, masaların arasında dolaşarak mendil satmaya çabalıyor, elleri poşetlerle dolu dört kişilik bir aile gelip oturuyor önümdeki masaya.
Başı yeşil renkte bir örtüyle kapatılmış kırk yaşlarında bir anne, yirmili yaşlarda tombalak bir oğlan, on yaşlarında annesinin örtüsünden kullanan bir kız çocuğu ile üst dudağına serpilmiş bıyık benzeri tüyleri olan koca göbekli bir baba.
-Çayınız..biraz demli.
Yudumluyorum, şekersiz çay içmek keyifmiş meğer.
Arka masadaki delikanlıların demiryollarından emekli üç arkadaş olduğunu anlıyorum, bir Tren muhabbetidir gidiyor.
-Bak şunun güzelliğine be arkadaş, acaba dünya da böyle güzel bir yerde, böyle kudretli başka bir istasyon var mı?
-Yoktur herhalde, varsa bile böyle değildir.
-Otel yapıyorlarmış, çevresini de turizm merkezi, limanı taşıyorlarmış taa Tuzlaya.
-Yakışır.
-Yakışır tabi, sahip çıkmazsan otel de olur, Kârhane de.
-Laf geçirme durduk yerde, kaç hafta gittik oturduk merdivenlerde, kaç kişi geldi desteğe, mesela sen kaç kez geldin?
-Mesele orada oturmak mı yani?
-Evet, mesele gidip orada oturmak bu bizimdir ulan alamazsınız demek, istasyonumuzu geri verin demek, trenlerimizi istiyoruz demek. Bu bir haktır.
-Hangi hak, adam aklına koyduğunu yapıyor.
-O öyle yapıyorsa biz de aklımıza koyduğumuzu yapalım.
-Kalabalık lazım.. kalabalık.
-Bazen durup durup yıllarca bu istasyonu ve trenleri kullananlara küfür edesim geliyor. Milyonlarca insan hiç mi düşünmezler koca Haydarpaşa’yı, hiç mi akıllarına düşmez orada yaşadıkları, insan dediğin bazen güzel olan hatıralarından bile utanır.
-Edebi laf ettin.
-Bir anlayanı olmadıktan sonra neye yarar.
-Tuhafız, oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi her hafta buraya gelip Haydarpaşa için ağlaşıyor, sızlaşıyor sonra hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi evlerimize dağlıyoruz.
Öndeki masaya kaşarlı tostlar, renkli gazozlar filan geliyor, oğlan iştahlı neredeyse iki ısırıkta yarılıyor tostunu, kız çocuğu suskun, kuşları izliyor, babanın telefonu çalıyor.
-Alo..Aleyküm selam..he..Kadıköy iskele de keyif çatıyoz..yok gardaşım yok.. vermiyom orayı..kaç daire verirlerse  versinler..bekletecem..mal benim değil mi..söyle o adama..vermiyo de..haydi Allaha emanet.
Kapıyor telefonu, ince ince gülüyor tel bıyıkları altından, bir sigara tüttürüyor.
-İki daire karşılığı cennet gibi araziyi kapatacak, enayi sanıyorlar beni, ne edecem ulan iki daireyi, Allaha şükür benim dört dairem var zaten, sen paradan haber ver.
Kız çocuğu naylon torbaların birinden çiçekli bir elbise çıkarıyor, sevinç dolu yumuk gözleri, tombalak yuttuğu tostun kâğıdını denize atıyor.
-Doydun mu çocuğum?
Başını sallıyor oğlan.
Vapur yanaşıyor, üstünde martılar, ne çok kalabalık bu hayat, ne çok koşuşturuyor insanlar.
Mutsuzluğun hüznü genç kız kalkıyor yerinden, aynı anda hesap alan yaşlı garsonun yanında oluyoruz, göz göze geliyoruz.
-Gördünüz mü denizi, ülke gibi lağım çukuru.
-Gördüm evet, bir yerinden başlayıp temizlemek gerek.
Aynı vapura koşturuyoruz.

ORHAN AYDIN / SOL

24 Ekim 2016 Pazartesi

AKP’nin Musul’la derdi ne? - İLKER BELEK

Şam, Halep, Başika, derken şimdi de Musul ve hatta Selanik.
Bunların tümü ve Lozan’ın tartışmaya açılması aynı niyetin, bakış açısının ürünüdür.

1-Başa yine aynı şeyi yazmak zorundayız: Hedefleri Türkiye’yi bir İslam monarşisine çevirmektir. Bu bakımdan tarihsel referansları kaçınılmaz olarak Osmanlı’dır. Osmanlı’yı çöküşe götüren askeri, siyasi ve ekonomik sefaleti görmemeleri, Osmanlı’yı tamamen bir farklı bir çağa taşımak yönündeki irrasyonaliteleri, bu niyetlerine nasıl körü körüne bağlı olduklarını gösterir.

2- Osmanlı referanslı bu İslam devleti, genişlemeci, yayılmacı, işgalci bir stratejiye bağlanmak zorundadır.

3- O nedenle Erdoğan’ın, “Lozan’ı mecburen kabul ettik, Cumhuriyeti kuranların doğdukları yerler bile bizim değil” mealindeki açıklaması, dolayısıyla, Musul’la yetinmeyerek Selanik’i bile hedef tahtasına yerleştirmesi baklanın ağızdan çıkarılması olmuştur.

4- Şu anda ellerindeki tek ideolojik dolayım dindir, Osmanlıcılıktır, bu nedenle yayılmacı bir söyleme mecbur durumdadırlar. Üstelik ideoloji olarak kullandıkları din yalnızca kendi tabanlarına etki etmektedir, ellerinden bıraktıklarında tabanlarını konsolide etme olanakları da kalmayacaktır.

5- AKP Türkiye’de 1. Cumhuriyet olarak tanımladığımız rejimi tamamen tasfiye etti. Ancak henüz yerine yenisini kurmayı başaramadı. Bunun nedeni parlamentodaki düzen muhalefeti değildir. Tersine üçü de AKP’ye fazlasıyla yardımcıdır. Esas sorun laik kesimi ikna ve kontrol mekanizmalarının halen yaratılamamış olmasıdır.

6- Kurulacak her yeni rejim toparlayıcı ideolojik bir bağlama ihtiyaç gösterir. Her yeni rejim ideolojik bir yeniden kuruluştur. AKP’nin elinde İslam’dan başka ideolojik bir referans yoktur, O da bu konuda işe yaramamaktadır.

7- AKP bir dönem “barış” konusunu kendi rejiminin inşasında ideolojik referans olarak kullanmaya çalıştı. Kürtlerin, kendi kurduğu masaya koyduklarına kolayca ikna olacağını zannetti. Olsaydı Türkiye’ye “barış”ı getiren parti olarak ve Kürtlerin de desteğiyle İslami rejimini uygulamayı deneyecekti. Kürtlerin İslam çatısı altına girmeyi reddetmesi bile dini kurucu ideoloji olamayacağının kanıtı oldu.

8- Şimdi bu kez Musul’un ve bağlantılı orak Lozan’ın masaya getirilmesinin nedeni de yeni rejim inşa çabasıdır.

9-Atatürk 1. Cumhuriyetin kurucusuydu, bu sıfatı Anadolu Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırarak hak etmişti. Misak-ı Mili sınırları içine alınan Musul’un Lozan’da bırakılması mecburiyettendi. Musul verildi, İstanbul ve Boğazlar alındı.

10- Erdoğan, şimdi, bir rejimin kurucusu olabilmek için Atatürk’ünkine benzer bir zafere ihtiyacı olduğunun farkındadır. Hep söylüyoruz bu dönemde salt din üzerinden yeni bir kuruluş olmaz. İslam’ın kuruculuğu Muhammed dönemindedir, O’nun ölümünden hemen sonra bu bakımdan krize girmiştir.

11- Musul’un, Halep’in, Şam’ın Erdoğan açısından anlam ve işlevi budur. Musul’a bir şekilde girmek, sonrasında orada bir şekilde etki göstermek İslamcı yeni rejim için kurucu unsur olarak görülmektedir. “Sahada da masada da olacağız” tekerlemesindeki niyet budur.

12- Lozan’ın tartışmaya açılmasının nedeni de aynıdır: Musul’u ve Selanik’i yayılmacılığın sıçrama tahtası olarak kullanabilmek. Yani yeniden herkesle kavga. Musul için Lozan’ı tartışmaya açan, o günlerde İngiliz işgali altında bulunan İstanbul’un da bugününü tartışmaya açıyor ve Sevr’in kafasına çalınması riskini göze alıyor demektir.

13- Ancak her zaman olduğu gibi İslamcı bakış açısı bölgesel dinamikleri okuyamamakta, bugünü Fatih Sultan dönemi sanmakta, hiperaktif bir dış politikayla emperyalistlerden rol ve görev kapabileceğini ummaktadır.

14- Olmaz. Bir kere AKP’nin Sünni mezhebi politikası herkesin malumudur ve bu yaklaşımın çok ciddi etnik ve dini çeşitlilikler barındıran Irak ve Suriye coğrafyalarında herkesin ayağına basmak anlamına geleceği, diğer aktörler arasında güç bela oluşturulmuş mutabakatların tümünü dinamitleyeceği de yine herkesçe bilinmektedir. Dikkat edelim Irak’taki durum Suriye’den de farklıdır ve burada ABD ile Rusya (Peşmerge ve İran destekli milis kuvvetleri-Haşti Şaabi üzerinden) işbirliği halindedir.

15- Şu anda AKP herkesin bir şekilde idare etmeye çalıştığı şımarık bir çocuk pozisyonundadır. Kendisine gösterilen tolerans Türkiye namınadır. Türkiye (AKP değil) emperyalizm açısından her bakımdan önemlidir. 15 Temmuz’un da, şımarıklığa toleransın da nedeni budur. 

İlker Belek
SOL

Misak-ı Milli'ye giden yol dikenli - CEYDA KARAN

Türkiye’nin A, B, C, D.. ve dahi Z planlarının olmadığı aşikâr da, Suriye’yi yitirmekte olan ABD’nin B planı iyiden iyiye görünür oldu. Musul’la birlikte...
Böylelikle ‘darbe dinamiğinin’ tetiklemesiyle sahalara ‘bir ABD, bir Rusya ile dirsek teması’ eşliğinde dönen Ankara da ‘yüreğinden geçenleri’ daha yüksek sesle zikredebiliyor. Cumhurbaşkanı geçen hafta ‘sadedi’ bizzat ilan etti: “Musul bizimdi. Tarihe bakın. Misak-ı Milli dedim diye rahatsız oldular. Ben tarih dersi veriyorum” ve de “Bu ülkenin sınırlarını gönüllü kabul etmiş değiliz.”
Sorun şu ki, mevzunun Suriye ayağı boşta. Halep, Rakka, Deyr ez Zor şimdilik ‘başka bağlamlarda’ zikredilmekte. Sebepsiz yere değil elbette. Artık meselenin Irak ve Suriye ayaklarına daha fazla birlikte bakmak gerekli hale geliyor.
***
ABD yönetimi; ‘rejim değişikliği’ ve ‘daha işlevsel parçalar’ tesis etmek açısından sahada verim alamadığı cihatçı gruplar yüzünden Suriye’yi ‘yitirmek’ üzere. Bu sebepten Vahhabi/militan Selefi Körfez destekli ‘demokrasi mücadelesinin’ yaratmış olduğu kanlı bir savaşta, ‘bomba yerine karanfil atılmasını’ salık verebilecek türden ‘insani’ temalardan gidilmekte. Nafile tabii. Obama’nın isabetle ‘fantazi’ gördüğü ‘ılımlıların’ Halep’te El Kaide’den ayrılmayı reddetmeleri de, ‘sivilleri kalkan’ etmeleri de göze giriyor.
***
Hal böyleyken uzun süredir hazırlanılan Musul operasyonu devrede. En başta ABD başkanlık seçimine uzanan süreçte ihtiyaç duyulan ‘barut’. Irak ordusu, Peşmerge güçleri, Sünni aşiretler ve Şii milislerin on binlerce güçle giriştiği operasyonda Türkiye daha sınırlı bir işlevle kendisini ‘dahil ettirdi’. Musul üç koldan sarıldı. Dördüncü kol açık. KDP’li yetkililer isabetle buyuruyor: “Musul’dan çıkıp Suriye’de Rakka’ya, Deyr ez Zor’a geçebilsinler diye”...
Musul temizlenirse, ‘Iraklı milislerin de eli armut toplarsa’, tüm ‘halifelik ordusu’ Suriye’ye yönlendirilmiş olunacak. Bu hat ABD’ye Suriye’de ‘doğrudan operasyon’ için gerekçe sağlayacakken, Palmira’nın doğusundan itibaren açılabilecek alan da cabası. Suriye’de ‘kontrollü kaosun’ temeli sağlamlaşacak. Artık karadan Türkiye ve vekil güçleri mi, yoksa Kürtlerin öncülüğündekiler mi üzerlerine salınır diye ‘papatya falları’ açabileceğiz. En iyi ihtimalle Irak ve Suriye toprakları üzerine ‘başedilebilir’ bir Sünni entite oturtuncaya kadar, deyip duruyoruz kaç zamandır...
***
Irak, Rusya’nın önceliği değil, ancak Musul’la birlikte Moskova’da alarm zilleri çaldı. Rusya, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ağzından “Militanlar Suriye’ye geçerlerse hem politik hem de askeri kararlar alacağız” diye ilan etti. Suriye cephesinde de bugüne kadarki en keskin çıkış geldi. Kremlin sözcüsü Dimitri Peskov, “Cihatçıların eline düşmesini engellemek için bütün Suriye’nin kurtarılması gerektiğini” belirtip “Esad’ın gitmesini istemenin pervasızlık olduğunu” söyledi: “Sadece iki seçenek var: Şam’da ya Esad oturur yahut da Nusra.. Suriye toprakları kurtarılmalı ve bütün bölge için felaketsel sonuçları olacak şekilde ülkenin bölünmesini önlemek için her şey yapılmalı.”
***
Pentagon’un, Obama / Kerry’nin Putin’le ateşkesini sabote etmesinden beri Rusya S-300/S-400’leriyle “Saha benim. Uçuşa yasak bölgeyi biz çoktan kurduk” mesajını vermişti. Ruslar, Suriye’nin kuzeyinde ise Türkiye’ye fazla ses etmiyor. En başta ABD’nin Kürtler üzerinden planlarını ‘bozduğu’ için. Ayrıca Ankara’nın ‘güvenlik çıkarı’ gördüğü yer, Rusya için ‘anlaşılır bir rasyonalite’ içermekte. Geçen hafta YPG’nin vurulmasında olduğu gibi ‘endişe’ beyanları eşliğinde ‘sınırları’ da anımsatıyorlar.
Rusya ufukta görünen ‘savaşçı’ Clinton’a hazırlanırken, Halep’in El Kaide’den temizlenmesine odaklı. Musul’dan Halep’e uzanan yola da odaklanacakları anlaşılıyor.
Türkiye; Rusya için Suriye’nin kuzeyinde ‘sınırlı rıza alan’, ABD için Irak ve Musul ayağında ise ‘zoraki yatırım ortağı’. Asıl dananın kuyruğu Musul-Rakka/Deyr ez Zor yolu ‘bağlandığındaki’ ittifak dizaynıyla kopacak. ABD ile Rusya o yolda karşı karşıya gelecek. Bizim ittifakımız da o noktada belli olacak. Misak-ı Milli’ye giden yol haddinden fazla dikenli/mayınlı.

Ceyda Karan
CUMHURİYET