19 Kasım 2016 Cumartesi

'Rektör atama' deyip geçmeyin! - RIFAT OKÇABOL

Anayasa Mahkemesi (AYM) ve YÖK üyeliği yapmış bir yazar, 16 Kasım’da Odatv’de çıkan yazısında[1], AKP’nin 2006 ve 2007 yıllarında üniversitelerdeki rektör adaylarını belirleme seçimlerini ortadan kaldıran yasalar çıkardığına değinmiştir. AYM, bu iki yasayı da özetle, “Anayasa’nın 130. maddesine göre üniversiteler “bilimsel özerkliğe” sahip kamu tüzel kişileridir. Bilimsel özerklik doğası gereği “yönetsel/idari özerkliği” de içerir ve her ikisi birbirini tamamlar. Bu madde uyarınca rektör seçiminde üniversiteler devre dışı bırakılamaz” diyerek iptal etmiştir. Günümüzde hem bu Anayasa maddesi hâlâ geçerliliğini korumakta hem de AYM kararları daha sonraki yıllarda benzer davalarda bir içtihat niteliğini taşımaktadır. Dolayısıyla, üniversitelerde rektör adaylarını belirleme seçimlerine son veren 676 sayılı KHK, açıkça Anayasaya aykırıdır.

Habertürk’teki 11 Kasım tarihli bir haber[2],  bir yandan YÖK’ün figüranlığını öte yandan da Boğaziçi Üniversitesi (BÜ)’ne rektör atanmasının ne kadar aceleye getirildiğinin haberi gibidir. Bu habere göre YÖK 676 sayılı KHK sonrasında, bir dizi toplantı gerçekleştirmiş ve şu beş konuda görüş birliğine varmış.

1.“Akademisyenin rektörlük öncesinde dekanlık ve rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde yer alarak tecrübe kazanması” beklentisiyle (!), rektör adayı akademisyenlerde 3 yıllık profesör olma şartı aranacakmış! 
2. Rektör adayı akademisyenler, YÖK’e özgeçmişi ile başvuru yapacakmış. 
3. YÖK Genel Kurulu, gerekli görürse rektör adaylarını görüşmeye davet edecekmiş. 
4. Adayların, PKK ve FETÖ gibi terör örgütleriyle bağlantısı olup olmadığı araştırılacakmış. 5. İstihbarat birimlerine “güvenlik soruşturması” yaptırılacakmış.

Şimdi insan merak ediyor. BÜ’ye rektör atanma sürecinde, atanan rektör YÖK’e özgeçmişini göndermiş midir? YÖK Genel Kurulu, gerekli görüp atanan rektörü görüşmeye çağırmış mıdır? Atanan rektörün PKK ve FETO gibi terör örgütleriyle bağlantısı olup olmadığı araştırılmış mıdır? İstihbarat birimlerine güvenlik araştırılması yaptırılmış mıdır? Yoksa BÜ’ye rektör atanmasında bu süreç işletilmemiş midir? Kamuoyunun ya da en azından atamanın yapıldığı ve seçme iradeleri yok sayılan üniversite mensuplarının bu soruların yanıtlarını, en azından kimlerin rektör adaylığına başvurduklarını ya da atamanın hangi adaylar arasından yapıldığını bilme hakkı yok mudur?

676 sayılı KHK’ye göre Cumhurbaşkanı, YÖK’ten gönderilen listeye göre 1 ay içinde atama yapmazsa, YÖK 15 gün içinde aday listesini güncelleyip tekrar Cumhurbaşkanı’na sunacaktır. Cumhurbaşkanı, bu listeden birini ya da listenin dışında istediği üniversiteden bir profesörü, atama bekleyen üniversiteye rektör olarak atayacaktır. BÜ’ye yapılan rektör atanmasının hızına bakıldığında, atamanın YÖK’ün belirlediği süreçten bağımsız olarak yapıldığı olasılığı yüksek görünmektedir. Dolayısıyla atama YÖK’ün belirlediği süreçler işlemeden yapılmışsa, atamada YÖK’ün iradesi de, by-pas edilmiş olmaktadır ve yükseköğretim sistemi açısından ayrı bir keyfiliğin olduğu ortaya çıkmaktadır. Atama süreciyle ilgili bir açıklama yapılmadığı durumda yukarıda değinilen olasılık ve kuşkular daha da gerçeklik kazanacak.
  
Yine 676 sayılı KHK’ya göre vakıflarca kurulan üniversitelerde rektörün, mütevelli heyetinin belirleyeceği kişin,n, YÖK’ün olumlu görüşü ve teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanacak olması, rektör atama sürecindeki bir başka çarpıklığı göstermektedir.
Üniversitelerarası Kurul’da vakıf üniversitesi rektörleri devlet üniversitesi rektörleriyle aynı statüdedir. Ancak vakıf üniversitesi rektörü, devletin bürokratı değildir. Cumhurbaşkanının, devlet tarafından kurulmamış bir vakfın başkanını, o vakfın mütevelli heyetini ya da herhangi bir özel sektöre ait şirketin genel müdürünü atayamazken, bürokrat olmayan vakıf üniversitesi rektörünü ataması, anlaşılmaz bir durum olmaktadır. Ayrıca, cumhurbaşkanınca atanan bir vakıf rektörünün işine son verme yetkisinin vakıf mütevelli heyetinde olması, durumu daha da anlaşılmaz hale getirmektedir.

Devlet üniversitesinde, BÜ örneğinde olduğu gibi 403 profesör, doçent ve yardımcı doçentten 348’inin iradesinin bir kıymeti harbiyesi yokken, bir vakıf üniversitesinin ancak birkaç akademisyeni içerebilen ve çoğu iş adamı olan 15-20 kişilik mütevelli heyetinin belirlediği kişi o üniversiteye rektör olabilmektedir. Bu durumun akademik açıdan da, demokratik açıdan da, yönetim kavramı açısından da anlamlı bir anlayış olduğunu söylemek kolay değildir. Bu uygulamayla, iş adamlığının-para babası olmanın- toplumun bilimsellikte ileriye taşınması konusunda akademisyenlikten daha yetkin bir nitelik olarak algılandığı gibi anlaşılmaz bir durum daha ortaya çıkmaktadır.

Rektör atama konusunda anlaşılmaz bir başka durum da, bu uygulamayı savunanların halidir. Örneğin Sabah Gazetesinin bir yazarı[3], BÜ’ye rektör atanmasına tepki duyulması üzerine,  “Boğaziçi Üniversitesi Antarktika'da mı?” başlıklı bir yazı yazmıştır. Yazısında koca bir iftira atıp BÜ akademisyenlerini, “Kayyum rektör istemiyoruz’ diye öğrencileri sahaya sürmekle” suçlayabilmiştir! Tepkilerini gösteren öğrencilere de, “Manyak bunlar!” diyebilmiştir! Rektör adaylarını kendilerinin belirlemesini isteyen akademisyenlere, “Nerede şeffaflık, nerede kamu denetimi, nerede hesap verilebilirlik!” diye sorup rektör atanmasını, “Türkiye, ‘meslektaş yönetimi’ paradigması yerine ‘vatandaş yönetimi’ paradigmasını esas alıyor” diyerek savunabilmiştir! Bu sevgili yazarın vakıf üniversitesine rektör atanması konusunda nasıl bir savunma getireceği bilinmese de, yazara göre, yukarıda BÜ’ye rektör atanmasıyla ilgili durum şeffaflık içermekte(!) ve bugüne kadar neredeyse hiçbir kuruma AKP yandaşı olmayan kişileri atamayan cumhurbaşkanlarının, atamalardaki keyfi ve yandaş tutumu, vatandaş yönetimi olmaktadır!

Bireysel egemenliği yerine başkasının egemenliğini yeğleyenlerin bu “vatandaş yönetimi” söylemi, ilginçlik sınırlarını zorlayan bir durum olmaktadır. Bu tür söylemlerde bulunanların, cumhurbaşkanlarının akademisyen olmayan, sözgelimi bir bahçıvanı TÜBİTAK’a ya da güreşçiyi sanat kurumuna atamak yerine üniversiteye rektör atamasına bile karşı çıkacak halleri kalmamaktadır. Ayrıca bu tür söylemler, atama yapacak kişilerin kendini “çoban”a benzetmesini de kolaylaşmaktadır.

Rıfat Okçabol/SOL


18 Kasım 2016 Cuma

Nakşibendiliğin dönüşü - TAYFUN ATAY

Yıl 2005. “Tempo” dergisine bir röportaj vermişiz. Benim dışımda bir ilahiyat fakültesi profesörünün görüşlerine de yer verilmiş.
Derginin başlığı şu: “Nakşiler düşüşte, Fethullahçılar yükselişte!” 
Her ikimizin de mutabık olduğu nokta, o dönem hemen herkes tarafından “Gülen Cemaati” denilirken şimdi FETÖ’lenmiş yapı, Türkiye ve dünyanın ekonomi-politik koşullarıyla uyum sağlama yolunda nasıl yetkinlik sergilerken, bu memleketin en köklü tarikat geleneği olan Nakşibendiliğin bir bütün olarak aynı koşullarla uyum sağlama yolunda yetersizliği.
Ben o koşulları, Türkiye’de Müslümanlığın AKP’nin lokomotifliğinde doludizgin kapitalistleşmesi, burjuvalaşması, sermaye darlaşması, küreselleşmesi, medyatikleşmesi olarak sıralamışım.
***
Yıl 2010. T24’te Selin Ongun, Nakşibendiliğin o dönem (ve bugün de) en etkin ve yaygın çevrelerinden biri, hatta büyük olasılıkla da birincisi olan İsmailağa cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yeğeni Sadettin Ustaosmanoğlu ile söyleşi yapıyor.
Mahmut Hoca”nın yeğeni, İsmailağa cemaatinin hem ılımlı İslâm, hem de Gülen cemaati çatısı altına alınmak istendiğinden bahsederek AKP döneminde “perişan oldukları”nı belirtmekte:
Şu anda yönlendirilmek istenen hadise bellidir; ılımlı İslâm. Bu politikanın desteklenmesi için kendilerine rol verilenler bellidirTayyip Erdoğan ve Fethullah GülenBu süreç içinde İsmailağa da ılımlı İslâm’a dâhil edilmeye çalışılıyor

***
Ve yıl, 2016.
Uzunca bir dönem “paralel” yol alınarak yükselişine büyük katkıda bulunulan bir yapıyla artık “papaz” olunmuşken;
Bir zamanlar bu yapıya “Fethullahçı” diyenlere kızılıp şimdi tersine FETÖ demeyenlere kızılmaya başlanmışken;
Küresel kapitalizme “Ya Allah, Bismillah” diye heyecanla ve Gülen’le kol kola rota kırılan o yıllarda yüzlerine bakılmaz olmuş;
Rağbet ve irtibat kesilmiş, zevaitten sayılmış diğer cemaat ve tarikatların; 
En başta da “Tarikatı Âliyye” Nakşibendiliğin önü şimdi yeniden açılmaya çalışılıyor.
Artık Nakşilik düşüşte değil, yükselişte!..

***
Bunu dünkü Cumhuriyet’te Ozan Çepni’nin haberi hiçbir tereddüde yer bırakmaksızın gözler önüne seriyor.
Nakşibendiliğin “Erenköy Cemaati” olarak bilinen kolu tarafından 24 Aralık 2016 tarihleri arasında Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenecek “Nakşibendilik Sempozyumu” için hazırlanmış 23 saniyelik filmin RTÜK marifetiyle kamu spotu olarak yayımlanmasına karar verilmiş.
Sempozyum’un açılışına protokol konuşması yapmak üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in katılması da bekleniyor. 
Evet, Türkçe Olimpiyatları ve o olimpiyatlarda Pensilvanya’ya doğru yapılan sitayişkâr konuşmalar çok ama çok gerilerde kaldı!..
Keser döndü sap döndü, gün geldi hesap döndü. Ve gün, artık Nakşibendiliğin günü…

***
Nakşiliğe bu resmi destek, elbette laik Türkiye toplumunu büyük endişeye sürükledi.
Fakat işin dindarmuhafazakâr Türkiye açısından da sorunsallaştırmadan geçilemeyecek yönleri var.
Yıllar boyu sadece bir cemaat çevresi ile “paralel” hareket etmiş AKP, hiç kuşkusuz diğer cemaat ve tarikat oluşumlarına da “ne istediyseler verme” hususunda tutuk ya da cimri davranmadı. Onlara da kolaylık ve imkânlar sağlandı.
Ama bu yine de “paralel” yürünen oluşumla kıyaslandığında devede kulaktır. 
Şimdi ise özellikle Nakşilikle irtibatlı çevreler, yıllarca kıyıya itilmişlikten, adeta “yedek bırakılmışlık”tan sonra öne çıkartılıp parlatılıyor.
Bu elbette “görülen lüzum üzerine”dir.
Ama elbette sütten ağzı yananın da yoğurdu üfleyerek yiyeceği çerçevede olacaktır.

***
Bir de tabii Nakşibendilik, “Fethullahçılık” gibi yekpare değil, “yelpaze”dir.
Ve bu “yelpaze”nin farklı dilimleri arasındaki rekabet, çekişme ve çatışmaların nasıl amansız ve şiddetli olduğunu bizim kadar, “dinbaz” iktidar sahipleri de gayet iyi bilir. 
Evet, böylesi bir uluslararası “Sempozyum” girişimi, ancak Nakşibendiliğin bu topraklarda “elit” kalibresi en yüksek olan Erenköy Cemaati’nce üstlenilebilirdi denilecektir.
Ama ne denirse densin, yine de Nakşilikiçi bir “asimetri”ye, “yelpaze”nin bir diliminin özellikle “kamusal meşruiyet” açısından öne çıkartılmasına bu etkinlik üzerinden yol açılmış olunacaktır.
İmrenme, haset, kıskançlık eşliğinde diğer Nakşilerden de, başka cemaat ve tarikatlardan da talep ve beklentilerin ardı arkası kesilmez artık.
Yangın yerine dönmüş bir iktidarın kapısı, adeta yangından mal kapmaya çalışırcasına ha bire çalınır da çalınır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘İkiyüzlü’ - Meriç Velidedeoğlu

Dışişleri Bakanı “M. Çavuşoğlu” böyle sesleniyor, Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı “M. Schulz”a. “İkiyüzlü” diyor; nedeni, Schulz’un “idam cezası”nın ülkemizde gündeme getirilmesiyle ilgili olarak verdiği demeç. 

“AP” Başkanı, Türkiye’ye parmak sallıyor. “İdam kararı yeniden uygulamaya konursa, o zaman kırmızı çizgimiz aşılmış olur!” ve böylece de “AB ile müzakere süreci bitmiş olur!” diyerek... 

Ayrıca, “muhalif vekillerin, gazetecilerin tutuklanmasının sürmesi halinde Gümrük Birliği’nin genişletilmesi de hayal olacaktır!” ihtarını da ekliyor.
 
Bugün, teröre karşı son bir “çare” olarak idam cezasını gündeme getiren “AKP”, dün “2002”de iktidarı ele aldığında “terör”, sesi soluğu kesilmiş bir durumdaydı; “AKP” iktidarıyla birlikte, bu “14 yıllık” süreçte adım adım yoğunlaşıp vahşileşerek iyice arttı. Bu artışta, “PKK”lıların Türkiye’ye davet edilip, tüm engellerin bir bir aşılarak yaratılan “Habur Şöleni (!)” ile karşılanmalarının payı da unutulmamalı... 
Peki, böyle bir maskaralığı terörle yıllardır savaşıp ağır kayıplar veren hangi ülkenin iktidarı “akıl” edebilir ki? Ancak bir “üst akıl (!)” ile yönetilen bir ülke için geçerli olabilir bu “tarihsel” maskaralık... İyice durdurulamaz bir boyuta tırmanmakta olan terörü, iktidar “idam cezası”yla önlemek isteyince “AP Başkanı Schulz” karşımıza dikiliverdi.
 
Teröre karşıymış gibi olup PKK’lıları koruyan Schulz’a, Çavuşoğlu’nun yanıtı, “dış ilişkilere özgü dil bağlamında olsaydı belki daha etkin olabilirdi” doğrultusundaki “ortak kanı” henüz noktalanmadan, “Erdoğan”ın Schulz’a “terbiyesiz” diye seslenişi ortalara yayıldı. 
Değerli dostlar, Erdoğan’ın “AP” Başkanı için kullandığı bu söylem karşısında insan, TC Devleti’nin “Kurucu Başkanı”na, ilk Cumhurbaşkanımıza seslenişini de anımsamanın önüne geçemiyor, insanın yazmaya da eli varmıyor. Ne var ki, “Atatürk”“ayyaş” denmesi tarihe geçti, kuşkusuz söyleyenle birlikte... Özür dilemediğine göre, yargılama da tarihe mi kaldı, ne dersiniz?
 
“İkiyüzlü” oluşa gelince, bunun da inanılmaz örneklerini yaşıyoruz; bunlardan birine değineyim; geride bıraktığımız “10 Kasım” günü Erdoğan, “Atatürk”ün huzurunda “sap gibi” durduktan sonra, Anıtkabir defterine, “1919’da başlattığı İstiklal Harbimizi, 1923’te Cumhuriyeti kurarak zafere ulaştıran Gazi Mustafa Kemal, adını tarihe nakşettirmiş kahraman bir asker, büyük bir devlet adamıdır” diye yazıverdi... İşte bu kadar... 
Şimdi, hele şu günlerde “bunları yazmanın, tazelemenin sırası değil” diyenlere hak vermemek haksızlık olur; ne ki ülkeyi tek başına istediği gibi yönlendirip yöneten kişinin “devlet yönetme liyakati”ni dikkatle, titizlikle izlemenin, ülkemiz için “yaşamsal” bir boyutu var; liyakatsizliğin bir ülkeye neler kaybettirdiğini açıkça yaşamadık mı? Yaşamıyor muyuz? 

“Liyakat”i sık sık gündeme getiren “CHP” Başkanı Kılıçdaroğlu, “devlet yönetimindeki liyakat”ten söz ettiğini hep özenle vurgular. Haklı. Bu liyakati, yönetimdekilerin gözümüzün içine baka baka kullandıkları “yalan söyleme liyakati”nden, özellikle de, bugün söylediğini ertesi gün “inkâr etme liyakati”nden ayırmak ülkemiz için çok önemli; ne dersiniz? 
Öte yanda, Schulz’un ikinci konusu da, “Erdoğan”“muhalefet” eden “Cumhuriyet Gazetesi”nin, “10” yazar ve yöneticisinin tutukluluğu... 

Bu konudan söz edildiğinde, “17. yy”ın ünlü bilim adamı, yazar “Galile”nin kendi adıyla anılan “Galile Davası”nı anımsatmanın gerektiğini düşünüyorum. İşte birkaç örnek:
 
• Galile de kitabında bir gerçekten -dünyanın hareketinden- söz ederek Vatikan’a, Papa’ya “muhalefet”ten dolayı suçlanmaktadır. 
• Ne ki, Savcı Carlo Sencieri’nin -benzer bir suçtan- yargılanması gibi bir durum yoktur; 17. yy. İtalya’sında buna yer yoktur... 
• Sorgulama öyle “üç gün”, ya da “24 saat” kesintisiz sürdürülemez; bu, ne Savcı Sencieri’nin ne de ötekilerin aklından bile geçmez... 
• Galile’nin tutuklanmasının hemen ertesinde kızı ziyaretine gelir... 
• Mektupları -özellikle kızınınkiler- hemen kendisine ulaştırılır... 
• Günlerce bodrumlarda tutulduktan sonra, sorgulamaya geçilmesi gibi bir durum söz konusu olamaz... 
• Bu davanın açılmasının gerçek nedeni, Papa 
VIII. Urban’ın, hukuk dışı yönetiminin gündemden düşürülüp, gündeme Galile’nin oturtulmasıdır... Değerli dostlar, yaklaşık “400” yıl önceki bir davayla bu benzerliklere ne dersiniz? 
Yarın Cumhuriyet’in bahçesinde buluşalım!

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

12 Kasım 2016 Cumartesi

Neden Trump seçildi? - ERHAN NALÇACI

Trump’ın seçilmesi batı basınında sürpriz yaratmışa benziyor, öyle ki haftalık yayınlarda kapaktaki zafer kazanmış Hillary Clinton fotoğrafını değiştirmekte zorlandılar. Newsweek bazı yerlerde Clintonlı dağıtıldı.

Oysa aylar öncesinden Trump’ın seçilebileceğini yazmıştık ve bunu ABD tekelleri ve devlet mekanizması hakkında yeterli veriye sahip olmamakla birlikte şu naif düşüncelere dayandırmıştık.

19. Yüzyılın sonundan itibaren bütün ABD başkanları halk tarafından değil, ABD tekelci sermayesinin çıkarları ve stratejisine göre belirlenmişti. Belki bu karar bazı çelişkileri barındırıyordu ama kimin başkan olacağı tekeller tarafından bir ağırlıkla belirleniyordu. Son olarak Obama da böyle seçildi.

Bu seçimde yine halkın rolü çok sınırlıydı ama farkı yaratan sermaye sınıfının ve devletin derinden bölünmesi oldu. Tıpkı Brexit’de olduğu gibi.

Clinton’ın hatırı sayılır bir sermaye desteği vardı, zaten gizli değildi, destekçilerin bağışları sayfa sayfa yayınlandı.

Trump’ın ise boş olmadığını, tekellerin bir kısmı ve ABD “derin devleti” tarafından desteklendiğini ise seçim döneminde Hillary’nin devlet sırlarını kişisel e-postasından açık ettiği ile ilgili FBI soruşturmasından tahmin ettik.

Bu mahkumiyete kadar gitmedi ama o kadar ağır bir suçlamaydı ki, emperyalist hegemonya savaşında yaklaşan kapışmada olası liderin olağanüstü hafifliğine işaret ediyordu. Önce bir gösterdiler, sonra seçimin son dönemecinde üstelik bir seks skandalı ile iliştirilmiş olarak kamuoyunun önüne attılar.

Neden ABD sermaye sınıfı ve devletinin bu kadar bölündüğünü ve neden Trump’ın tercih edildiğini ise sıklıkla bahsettiğimiz emperyalist hegemonya krizinde gelinen nokta ile açıklayabiliriz.

Bu krizin radikal bir manyağa ihtiyacı vardı.
Çin bu yıl dünya üretimine katkıda ABD’yi yakaladı ve hafifçe geçti. Çin’deki büyüme oranındaki yavaşlamaya rağmen hala ABD’nin büyüme oranından beş puan kadar önde olduğu düşünülürse önümüzdeki beş yıl içinde bu açının hızla büyüyeceği tahmin edilir.
Üstelik Çin artık ucuz ve çürük mal üreten bir ülke olmaktan çıkıyor ve ileri teknoloji üretmeye doğru hızlı adımlar atıyor. Bunun bir parçası olarak askeri programı hesaba alındığında önümüzdeki 5 yılın ABD için çok kritik olduğunu ve bu dönemde eğer bu süreci kıramazsa sonrasında başa çıkmasının artık çok daha zor olacağını herkes görüyor.
Bugün emperyalist piramidin tepesinde kalmak ve ele geçirmek için mücadele eden bu iki iktisadi dev ise birbirine göbek kordonuyla bağlı. 1980’de iki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi 5 milyar dolardan 2014’de 592 milyar dolara çıktı. Bir yerde Çin’i ABD yarattı denebilir.

Ve bu ticaret eşitsiz bir şekilde gelişti. Hala Çin malları için en büyük pazar ABD. ABD’nin ticaret açığı ise Çin mali sermayesi tarafından finanse ediliyor.
İşte Trump bu göbek bağını kesmenin en radikal yol olduğunu düşünen sermaye kesimlerinin manyağıydı.

Trump’ın tek tutarlı sözünü unutmayın. “Çin’in ABD’ye tecavüzüne izin vermeyeceğim”. Bu,  yüksek gümrük duvarlarıyla  Çin mallarının ABD pazarına girmesini engellemek anlamına geliyor. Ve bir yerde erken bir noktada savaşa kışkırtmak…

Şimdi neden sermayenin böylesine bölündüğünü anlayabiliriz. Bu o kadar radikal bir strateji ki bazı sermaye grupları iflas edebilir, mali sermayenin bazı kesimleri çökebilir vb.
Oysa Clinton ve arkasındaki sermaye grupları bu göbek bağını kesmeden klasik askeri yöntemlerle Rusya ve Çin’i kuşatma yanlısıydılar.

Rusya’nın neden Trump’ı desteklediğine gelince, ya bizim bu hesabımızda bir yanlışlık var, ya da Rusya’nın üzerindeki yükü hafifletme arzusu ve Çin’e karşı gizli korkusuna işaret ediyor.

Bize gelince; işçi sınıfının siyasi öncüsü bu duruma ancak sevinebilir. Dünyanın daha barışçıl olacağı gibi akılsızca bir fikir nedeniyle değil, aksine emperyalist sistemde büyük bir alt üst oluşun habercisi olduğu ve kapitalizmden kurtulmak için dünyanın birçok yerinde inanılmaz olanaklar sunacağı için.

Emperyalist hegemonya krizinde birbirine göbekten bağlı iki düşmanın göbek bağının kesilişinin yarattığı büyük sarsıntı devrimini arayan işçi sınıfının örgütlü güçlerine büyük bir sorumluluk yükleyecek.

Erhan Nalçacı/ SOL

Atatürk’süz Mustafa Kemal ne iştir? - TAYFUN ATAY

Her yıl 10 Kasım’da aynı tartışmayı tekrarlamak âdetten oldu. Bu sene de Cumhurbaşkanı Erdoğan, gayet kararlı ve de anlamlı şekilde Atatürk’ü 78’inci ölüm yıldönümünde anarken ağzından “Atatürk” adının çıkmamasına “özen gösterdi”.

Bu “özen”, önceki yıl da fark edilir mahiyetteydi ama sanırım ölçek itibarıyla bu yılki kadar da vurgulu hale gelmemişti.

Şöyle ki Cumhurbaşkanı önce 9 Kasım’da bir mesaj yayımladı ve artık bir “Erdoğan klasiği” haline gelmiş terkiple “Cumhuriyetimizin bânisi Gazi Mustafa Kemal” diye başlayan 185 kelimelik bu metin içerisinde 7 defa “Gazi Mustafa Kemal” veya “Gazi” derken “Atatürk”ün esamisi okunmadı!..

Dün de 10 Kasım münasebetiyle Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından düzenlenen “Atatürk’ü Anma Töreni”nde yaptığı konuşmanın “içerik analizi”ne gidildiğinde, Cumhurbaşkanı’nın “Atatürk” lafzından bilinçlice bucak bucak kaçtığını düşünmek ve kaydetmek mümkün.
***
Yanlış anlaşılmasın, Erdoğan, konuşması boyunca son derece övücü ifadeler kullandı Atatürk’e ilişkin… Onun pek çok veciz sözüne de olumlu atıfta bulundu.

Ama Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki konuşmada, arkasında görkemlice “Atatürk’ü Anma Töreni” başlığı yer almasına, konuşmayı baştan sona aktaran ekranlarda da “Külliye’de Atatürk’ü Anma Töreni” şeklinde alt yazı geçilmesine karşılık…

25 dakikalık konuşması boyunca Cumhurbaşkanı, neredeyse her dakikaya bir tane düşecek şekilde 22 kez “Gazi Mustafa Kemal”, “Mustafa Kemal” veya “Gazi” dese de...

Hiç Atatürk demedi.

Pardon, pardon!

Sadece bir kez, konuşmasını hitama erdirirken ağzından “Atatürk” lafzı çıktı.

“Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nu, Sayın Başkan’ı, düzenledikleri bu anlamlı toplantı için tebrik ediyorum” şeklinde!..
***
Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanı, “Atatürkçülük” adı altında Mustafa Kemal’in mirasına talip olanların (büyük ihtimal CHP kastediliyor) onun adını ağızlarına dahi almayı hak etmediklerini birkaç kez vurguladı.

Konuşmasının ağırlıklı bir kısmını 15 Temmuz darbe girişimine, onun şehit ve gazilerine hasretti, İstiklâl Harbi ile de ilinti kurdu.

Ve Cumhurbaşkanı, ilginç ama aynı ölçüde de kafa karıştırıcı bir şekilde 10 Kasım’ları yastan çok “yeniden-doğuş”a vesile kılmak gerektiğinden dem vurdu.

Kendisinin de Atatürk’ün ölüm gününü bir “yeniden-doğuş” olarak kutlamayı tercih ettiğini belirtti.

Garip!..

Neyin “yeniden-doğuş”una yol açmıştır Atatürk’ün ölümü?.. Ki ne 23 Nisan’da Meclis’in açılışı, ne 30 Ağustos’ta Büyük Taarruz, ne de 29 Ekim’de Cumhuriyet’in İlanı böyle bir tasavvuru karşılamazken 10 Kasım bunu hak ediyor?!
***
Neyse, çok kurcalamayalım ve “Atatürk” lafzından adeta günahmışçasına kaçınılıyor olmaya geri dönelim!..

İster “Gazi” deyin, ister “Gazi Mustafa Kemal”, mevzubahis ettiğiniz şahsın bir soyadı var. Ve bu, 1934’te kabul edilen “Soyadı Kanunu”nun ardından (eminim sizin de takdir edeceğiniz tabirle) “Yüce Meclis” tarafından oybirliğiyle kendisine verilmiş.

Bu durumda acaba 1919’dan 1922’ye kadar Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiş, 1923’te Cumhuriyet’i kurmuş şahsın 1934’te “Atatürk” olduktan sonraki varlığı ve pratiği mi reddediliyor?..

Acaba “Kurtuluş Savaşı’mızın başkomutanı”, “Cumhuriyet’imizin bânisi” ve “İlk cumhurbaşkanımız” diye tavsif ettiğiniz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir tarihsel şahsiyet olarak varoluş serüveni, “A.Ö” (Atatürk’ten Önce) ve “A.S.” (Atatürk’ten Sonra) olarak ikiye mi ayrılıyor?

Bu doğrultuda “Atatürk” adı bir “menfi milat” mı sayılıyor?

“Atatürk”, Mustafa Kemal’in “negatif”i bir tarihsel çehre mi oluyor?

Ve bu yüzden mi onun ölüm günü 10 Kasım, bir “yeniden-doğuş”a vesile sayılma cihetine gidiliyor?!


***

Kabul, “Atatürk” ismi sembolik olarak size hitap etmiyor olabilir, amenna…

Fakat hiç olmazsa artık hemen herkes için aşikâr bu tercihinize ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak bir açıklamanızı duyalım! Toplum olarak buna ihtiyacımız da, hakkımız da var.

“Ata-Türk” adı size ne(ler) çağrıştırıyor?

Animist inancın bir ileri aşaması denilebilecek “Atalar Kültü”nü mü?

Ortak bir atadan soy aldığına inanan toplumların totemizm inancını mı?

Ya da bunların her ikisinin de içkin olduğu düşünülebilecek putperestliği mi?

Mustafa Kemal “Gazi” size göre, tamam.

Peki, “Atatürk” ne? “Put” mu?..

Ki böyle bir telakki doğrultusunda mı kaçınıyorsunuz onu ağzınıza almaktan?..

Kullanmayın, tercihinizdir, ne yapalım, itirazımız yok da…

Açıklayın, bilelim, “Atatürk” deyince ne olup bittiğini içinizde!..

Tayfun Atay
Cumhuriyet

‘İnsan gibi insan’lar - Meriç Velidedeoğlu

Onlardan birini, “Duayen Gazeteci Mete Akyol”u, geçen cumartesi günü Büyükada’da doğanın kucağına bıraktık. 
Gazetemiz “Cumhuriyet”e başlatılan saldırıların daha ilk sürecinde dayanışma içinde olmuş, “Dündar” ile “Gül” için, sandalyesini alıp Silivri tutukevinin kapısı önünde tek başına nöbete başlamıştı. 
Bu “Silivri zindanını” iyi bilirdi. Çünkü, “Silivri Çadır Mahkemesi”ndeki duruşmalarda da nöbetteydi. 
Mahkeme salonunda, kısa süreli, duruşma aralarında tutuklularla yakınlarının, ziyaretçilerinin iki metrelik bir arayla yakınlaşıp konuşmaları sırasında, onca tutuklu ile birlikte, can dostu “Prof. Dr. Haberal”ı görebilmek için, oturduğu sıranın üstüne çıkar, kollarını açarak selamlardı. 
Cumartesi günü Akyol’u, Büyükada’ya götürürken bunları -benzer onca anıyı- anımsayıp durdum.


“Başkent Üniversitesi Kültür Yayını” olan “Bütün Dünya” dergisinin, “Yayın Genel Yönetmeni”ydi; derginin “Kasım” sayısında -çoğu kez olduğu gibi- yine “Atatürk” ile ilgili bir yazısı yer almıştı; başlığı ilginçti, “Atatürk’ün Varlığa Dönüşen Yokluğu”. 
Şöyle başlıyordu: “Atatürk’ün aramızdan ayrılmasıyla oluşan ‘yokluk’her geçen yıl giderek büyüyen bir ‘varlığa’ dönüşmektedir. 
Bu varlık, ‘Atatürk’ün yokluğu’ olgusudur ve her geçen ay büyüyerek, Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir ‘tehlike’ ortamı yaratmaktadır!” 

“Mete Akyol”, bir “tümör”e benzettiği bu varlığın yarattığı “yıkım”ın, ülkemiz için artık “görev başına” çağıran bir “uyarı” olduğunu vurgular. 
Katılmamak olası mı? 

Değerli dostlar, Akyol’un bu denli birdenbire bizi bırakmasını, ne inanç bağlamında ne de akıl yoluyla kabullenmek kuşkusuz çok güç... Evet öyle; ne ki bir de, oldukça tehlikeli bir rahatsızlığınızı duyar duymaz, anında yanı başınızda belirip, en kısa sürede hastaneye kaldırtarak, güvenli ellere teslim edip, sağlığınızı yeniden kazanmanız için canla başla ilgilenip evinize dönmenizi sağladıktan bir-iki gün sonra kendi yaşamını kaybediverirse, nasıl bir durumda olurdunuz?
 
İşte şimdi ben öyleyim... Olanları kısaca sizinle paylaşmak istiyorum; 26 Ekim gecesi ciddi bir sağlık sorunu yaşadığımın haberini alan Mete Akyol, Başkent Hastanesi’nin cankurtaranının yola koyulmasını sağlayıp, “Prof. Dr. M. Haberal”ı arayarak bilgilendirmiş; hastanenin kardiyoloji bölümüne getirilip “Prof. Dr.Pehlivanoğlu’na teslim edildim; ikinci günün sonunda ayaktaydım.
 
Demek ki, ilk andan başlayarak yanı başımdan ayrılmayan “Gülçin-Mete Akyol” ve “Ferda- Mustafa Mutlu” ile “29 Ekim” yürüyüşüne katılabilecektim. Onlar, “Kartal Belediyesi”nin çağrılısı olarak Kartal’da yürürlerken, ben de kardeşimle, artık iyice gelenekselleşen “Kadıköy-Bağdat Caddesi” yürüyüşüne katıldım. 
Ve Mete Akyol bu sıralarda, büyük bir tutkuyla, titizlikle, coşkuyla hazırladığı, “Çorum Belediyesi Temizlik İşçilerinin Yürüyüşü” adlı “Belgesel”inin “Kanal B”de ekrana getirilmesi beklentisiyle de dopdoluydu. Bu işçilerle birlikte, “1966”yılının “40” derecelik Ağustos sıcağında, “Çorum- Ankara-İstanbul”a ulaşan “750 km”lik yolu üstelik “çıplak ayak” yürümüştü, “17 gün” boyunca... 

İşte bu tarihsel yürüyüşün tüm ayrıntılarını içeren belgeselin, geçen çarşambagecesi “Kanal B”de gösterimi bitince, aradığımda içi içine sığmıyordu, haklıydı, çok beğenilmişti, arkası da gelecekti. Ertesi sabah -bir toplantıda bulunmak için- Ankara’ya gitmek üzereyken birdenbire bizi bırakıverdi. 
Oysa dönüşünde, Cumhuriyet’in bahçesindeki eyleme katılacaktı, elinde Atatürk posteriyle... “BöyleceCumhuriyet’in adının O’nun tarafından konduğunu bir kez daha hatırlatmış olalım” diyordu. 

Yine kendisine katılmamak olanaksız değerli dostlar; iki milyara yaklaşan “İslam”dünyasındaki tek “laik” ülke olan “TC Devleti”nin bu yapısını hem de Atatürk dönemine karşı gelenlere bunu anımsatmak için O’nun posterleriyle Cumhuriyet’in bahçesinde olmak kuşkusuz anlamlı olur; ne dersiniz? Ayrıca değerli dostlar, dokuz tutuklu yazar ve görevlilerimiz için “Silivri” yollarına düşsek... 
Umarım, Saniye Yurdakul, bu yazıyı okur...

Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

7 Kasım 2016 Pazartesi

‘Duruma tarihçi olarak baktığım için karamsar değilim...’ - ORHAN BURSALI

Geçen cumartesi İki Bilge Konferansı “Yakın Geçmişe Saygı” temalıydı. Bozkurt Güvenç ve Doğan Kuban konuya yaklaşımlarında birbirlerini tamamlayarak, nefis bir üniversite konferansı sundular. Salon bu kez üniversiteli gençlerin hücumuna uğrayınca doldu taştı!
 
Şüphesiz günümüzün moda siyaseti olan, geçmişi silme ve yerine Osmanlı’yıgeçirme veya yakın geçmiş diye de sahtekâr tarih yazılımını geçirme çabası ilginç bir konudur. İktidar kendisine bütünüyle yeni bir geçmiş-tarih inşası çabasındadır. Ve ilginç bir şekilde 100 yıl öncesinin hesabını, çökmüş ve dağılmış bir Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı başımızdaki “parçalarını” ele geçirmeye yönelik bir politika izlemektedir. 
100 yıl öncesinin her türlü mevtasını canlandırma gibi.. Adeta bir zombi yaratma politikası! Olay öbür dünyada geçmiyor, yeryüzünde geçiyor! 
Konuya bu girişten sonra bilgelerimizin söylediklerine kısaca göz atacağız.

İflah olmaz bir iyimser


Doğan Kuban “Duruma tarihçi olarak baktığım için karamsar değilim” dedi. O iflah olmaz bir iyimser! Geniş kitleler ise günün siyasi kuşatması ve saldırısı karşısında köşeye sıkışmışlığın umutsuzluğu içinde. Her zaman söylerim, geniş açı bakışı çok önemli. Bugünler eninde sonunda geçecek. Tabii süreçte ülkenin ve insanımızın ne bedeller ödeyeceğiyle ilgili bir yönü var. Bizi bunaltan bu! 
Peki, bu yaşadıklarımızın kökeni nedir? Niye ülke her bakımdan bu yer yer arkaik yönetimi ve sorunları aşamıyor,yeniden yeniden önümüze geliyor? 
Kuban’ın yanıtı şu: Osmanlı toplumunun tarihsel mirasını sırtladığımız için cahil toplumu aşamıyoruz. Demokrasi bir moda, bizde yok ama moda olduğu için ağızlardan düşmüyor. Tıpkı bir güzel kadın resmi gibi bir şey
Kuban bu konuyu şöyle açımlıyor: Osmanlı ile Avrupa’nın karşılaştırmalı uygarlık tarihini yazmak için 5 yıl uğraştım. Ama yazamadım. Çünkü Avrupa’da yapılanların,üretilenlerin Osmanlı’da karşılığı yoktu. Koca bir sıfırdı! Osmanlı Türklerinin düşünce, buluş, büyük insan olarak insanlığa mal ettikleri kimse olmadı. Ne matematikçi ne filozof ne başka bir şey. Tabii dikkat çekici bir örgütlenme yapısı vardı.

700 yıl, ama elde var sıfır 

Kuban devamla: Osmanlı tarihte 700 yıl sürmüş tek imparatorluk! 700 yıl, amageride insanlığa ve bize bıraktığı bir şey yok. Dünya tarihinin en acayip sonucudurbu! Elimizde ondan kalan sadece Türkiye’dir. Türkiye’yi de Osmanlı’nın yıkıntılarıarasında çekip kurtaran, kuran ve yaşatan büyük bir dâhi adam, Mustafa Kemal vearkadaşlarıdır
Osmanlı tarihinde bir tek kitap yazan padişah var mı diye soruyor Kuban. Ama yıkıntılar arasından arkadaşlarıyla Türkiye yaratan Mustafa Kemal 4 bin kadar kitap okumuş, altlarını çizmiş, Avrupa uygarlığının temel eserleriyle modern bir ülkeinşasına girişmiştir. Böyle başka bir lider politikacı göremezsiniz. Üstelik kitap da yazmıştır
Felsefe, bilim, teknoloji, düşünce, sanata baktığımızda evrensel bir mirası bize kalabilmiş değil.(*)

Miras: ‘Cahil toplum’ 

Avrupa uygarlığı ise ortaçağdan itibaren yarattıklarını miras alarak geliştirmiş, taş üzerine taş koymuş, Rönesans’ı, aydınlanmayı, türlü çeşitli düşünce ve ekonomi - siyaset akımlarını, edebiyatı, romanı, öykü sanatını, felsefeyi, müziği, sosyolojiyi geliştirdi, üretti ve bugünkü uygarlığını tamamen bunlar üzerinde, üstelik oldukça kesintisiz bir tarihsel kronolojisi içinde kurdu. 
Osmanlı’da üstelik insan yaratıcılığının diğer boyutu olan ne resim ne heykel vardı. Yasaklar listesindeydi. Dolayısıyla insanın yaratıcı faaliyetlerinin adeta tümden dumura uğratıldığı bir toplumsal yapıdan bize miras olarak kalan, Kuban’ın durmadan ve sık sık vurguladığı “cahil toplum mirası”dır. Bu miras tüm toplumsal yapının hâlâ içselleştirdiği bir köktür. 
Sinir savaşı ve öfkeli siyasi yazılar yerine, bugünkü durumu anlamanın köklerine yarın devam...
(*) Osmanlının en büyük adamı belki de Mimar Sinan’dır. Kuban diyor ki, “Sinan bir büyük bir kültürel ortamda ortaya çıkmış ve desteklenmiş bir mimar değildi, kişisel büyük yeteneği mimari dehası üstün eserler vermiştir.” Kuban’ın hem Türkçe hem İngilizce Sinan’ın Sanatı ve Selimiye incelemesini anımsatırım. Kuban bir Selimiye uzmanıdır da!

ORHAN BURSALI
CUMHURİYET

6 Kasım 2016 Pazar

Ecevit ve cilvebaz kader - AHMET TAN

Bülent Ecevit’in aramızdan ayrılışının dün 10. yılı idi. İki gün önce de, TayyipErdoğan’ın başımıza gelmesinin 15. yılına girdik.
“İki olayı aynı haftada, aynı paragrafta buluşturan kader utansın!” diyen olursa...
“Makul şüpheli” sayılır ve devamında da sabahın köründe “gözaltına alınıp sonra da denetimli serbestliğe” falan maruz bırakılır mı?
Bir Allah bilir, bir de kudret sahipleri!
Kader dişi midir, erkek midir bilmek zor. Ama “kaderin cilvesi” diye bir deyimimiz var.
“Cilvebaz” da olduğuna göre, kader hanım, Allah muhafaza, aklımızı başımızdan alabilir;
Ve hatta KHK’ye falan maruz bırakabilir... Bir örgüte üye olmadan, örgütçü bile yapabilir.
Tek satır yazı yazmadan fikir; tek söz söylemeden zikir suç işletebilir.
Özetle cilvebaz kaderden her şey beklenir...
***
Bülent Ecevit de, kaderin her türlü işvesine maruz kaldı.
Yüzde 42 oy aldığı halde hükümet kuramadı. Baskılar üzerine “kumar borcu olmayan vekil” transferine bile yöneldi. Hükümet oldu. İktidar olamadı. İki kez darbeye uğradı. Hapse atıldı. Suikast girişimine uğradı. Defalarca yargılandı. Kendisini hep gazeteci olarak tanımladı. Bir gazeteciye verilecek en ağır ceza kalem yasağı idi.
Yıllarca “yasaklı” yaşadı.
Demokrasi ve adalet arayışı hiç durmadı. Son olarak çıkardığı derginin adıydı Arayış. Bir arkadaşının adı ile (Necdet Onur) çıkardı o dergiyi. Üç ay bile yayımlanmadan, “Hak - Hukuk - Adalet” konusunda yazdığı yazısı, bugünün KHK’si o günün MBK’si kararıyla derginin sayfalarından kazınmak suretiyle çıkartıldı.
Zamanın (ve Ecevit’in) ruhunu şad etmenin en kestirme yolu, 12 Eylül faşist askeri darbe günlerindeki o 35 yıl önceki yazıyı buraya almak. İnşallah yazının da, Cumhuriyet’in de başına bir şey gelmez.
İşte o yazı:
“ İnsanlar bir ölçüye kadar özgürlük kısıntılarına, baskıya, zulme katlanabilirler, ama haksızlığa, adaletsizliğe katlanamazlar.
En zayıf, en ürkek insan bile haksızlık, adaletsizlik karşısında tepki duyar ve tepkisini hiç beklenmedik biçimde ve ölçüde açığa vurabilir.
Toplumda huzur sağlamanın, insan ilişkilerini de yurttaş-devlet ilişkisini de sağlıklı ve düzgün yürütebilmenin başta gelen koşulu adalettir.
Adaletin dayanağı ise, yargı erkinin, yargı organlarının bağımsızlığıdır.
Yargı organları yeterince bağımsız değilse, yargıçlar yeterince güvenceden yoksunsa, mahkemelerin vereceği en adaletli kararlar bile inandırıcı olamaz; halk, adalet inancını, devlete güvenini yitirir.
Adalete inanç ve devlete güven sarsıldıkça da, hakkına razı olmayanlar artar, yargı organları dışında hak arama eğilimleri yaygınlaşır, toplumsal ilişkiler zedelenir ve en kötü anlamıyla anarşi ortaya çıkar. O durumda, anarşiyi önlemenin, koyu bir baskı rejimi kurmaktan başka çaresi görülemez olur ve demokratik hukuk devletinin yolu tıkanır.
Onun için, yargı erkinin bağımsızlığı, adaletin dayanağı olduğu kadar, demokrasinin de gereğidir.
Eğer Türkiye’de gerçek demokrasi amaçlanıyorsa, yargı erkinin bağımsızlığını ve yargıç güvencesini zedelemekten kaçınılmalıdır.” (30 Mayıs 1981)

Kürt Ecevit
Ecevit ölümünden iki yıl önce de aile kökleriyle ilgili samimi açıklamalar yapmıştı:
“Benim gözümde Kürt-Türk ayrımı yoktur” demiş ve eklemişti:
“Dedem, Mustafa Şükrü Efendi ‘Kürtzade’ olarak tanınıyormuş. “Kastamonu’nun Daday ilçesine babamın doğduğu köyde, onun adına bir ilkokul yapılmıştı. Ben ilk olarak orada köyün ileri gelenlerinden öğrenmiştim. Sadece ailenin değil, köyün tamamı, Doğu’dan gelmiş. Kürt kökenli olabilir. Mesela rahmetli annemin ailesi de Boşnaktı.” (Akşam gazetesi 04.08.2016)

Ahmet Tan / CUMHURİYET

5 Kasım 2016 Cumartesi

İslamcı milliyetçi blok işbaşında - AHMET İNSEL

Daha beş gün önce gidişatın hızlandığını söylemiştik. Hızlanma ne kelime, frenleri patlamış bir kamyonun içinde hepimizi yokuş aşağı götürüyor iktidar. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, HDP milletvekillerinin gözaltına alınmasından sonra, bu gidişatın ne olduğunu özetledi. “Bu gece yapılan sadece bir darbe değil, aynı zamanda ülkeyibölme harekâtıdır! TBMM bir kez daha bombalanmıştır. Bu çok tehlikeli birprovokasyondur. Bu gece itibarıyla AKP altı milyon insana ‘verdiğin oyların hükmü yok’ demiş ve ülke bütünlüğüne ağır bir darbe indirmiştir.” 

Evet, ülke bütünlüğüne indirilen bu ağır darbe, bugün Kürt sorununda iktidar partisi etrafında oluşan İslamcı-milliyetçi blokun desteğini elde ederek, başkanlık rejimi görünümlü diktatörlüğün altyapısını hazırlamak için yapılıyor. Başbakan’ın tutuklamalar ve iletişimin ülke çapında kâh kesilmesi kâh yavaşlatılmasıyla ilgili ileri sürdüğü gerekçe, “tehlike(nin) bertaraf edilmesi”. Sonra her şey normale döner, diyor. Kastettiği normal, koca bir ülkenin bir kişinin iki dudağının arasından çıkanların, kafasından geçen tahakküm arzularının, etrafında topladığı aklı gidip gelen bir güruhun hezeyanlarının hepimizi bir felakete sürüklemesi. Bugün iktidar, bertaraf etme bahanesini ileri sürdüğü tehlikenin esas yaratıcısıdır. HDP eş genel başkanları ve diğer milletvekillerinin tutuklanması, bu gidişatta iktidarın gaza daha fazla basması anlamına geliyor.
 
Bir çılgınlık nöbetine tutulmuş, Kürt nefreti ve korkusuyla gözü dönmüş, iktidara yapışma telaşı içinde aklını ve iradesini başkasına teslim etmiş bir koalisyon, bizi felakete sürüklüyor. İktidarın orkestra şefinin karşısında toplanan bu blokta elbette ümmetçi İslamcılar var. Yerli faşizmin tescilli temsilcileri ve ulusalcı etiketli ırkçıları var. Cumhuriyet gazetesine kayyım atanması için başlatılan operasyonun arkasında Cumhuriyet’in bazı eski yöneticilerinin yer alması şaşırtıcı değil. Dün Yalçın Doğan’ın bu konudaki değerlendirmesini Deniz Kavukçuoğlu köşesine taşıdı. Evet, bu faşizanümmetçi iktidar bloku içinde bu kişiler de var. Onları destekleyen Türk nasyonal- sosyalist partisinin yayın organı ve Erdoğan devletinin baş borazanları, Cumhuriyet gazetesinin “FETÖ ve PKK yandaşlarının” elinden kurtarılıp, esas sahiplerine geri verileceğini bas bas bağırıyorlar. Yerli faşizmin resmi temsilcisi bunu destekliyor. Cumhuriyet’e hem FETÖ/PDY hem PKK/KCK örgütlerinin propagandasını yapma suçlamasını yönelten savcının “Fethullah Terör Örgütü” üyeliğinden sanık olması da ne bir rastlantı, ne de “talihsizlik”. İktidara hâkim olan hırsın yarattığı telaşın, nefretin körelttiği aklın mükemmel bir özeti. Böyle bir suçlamaya ancak böyle bir savcı yaraşırdı. 

Mayıs ayında dokunulmazlıkların kaldırılmasına yeşil ışık yakan aymazlık, bugün Adalet Bakanı’nın “Türkiye hukuk devletidir, herkes hukuk önünde eşittir, herkese uygulanan hukuk HDP milletvekillerine uygulanıyor” demesine fırsat veriyor. Diyeceksiniz ki, uysa da “yaptım” uymasa da iktidarı bu. O fırsat olmasa başka fırsat bulur, yaratırdı. 1994’te milletvekilleri derdest edilirken anayasa değişikliği mi yapılmıştı? Milletvekilleri lojmanları ve Meclis ablukaya alınmıştı. O zaman bunu yapan şahin DGM savcısının temsil ettiği zihniyet ve irade, İslamcı ihya tutkusuyla güçlendirilmiş olarak misliyle iktidarda.
 
Sadece iktidarın değil, hepimizin altında kalacağı büyük bir felakete doğru hızla sürükleniyoruz. Cumhuriyet gazetesine FETÖ propagandası yapma suçlaması yönelten savcının aynı anda FETÖ üyesi olmaktan sanık olarak yargılanıyor olması gibi, ülkeyi bölecekler gerekçesiyle HDP milletvekillerini tutuklatan irade telafisi mümkün olmayacak bir bölme harekâtı yürütüyor. Durum, antik Yunan mitolojisinde tanrıların insanlarla oynadığı, onlarla hem alay ettiği, hem de bazılarına güç ve iktidar bahşeder gibi yapıp başlarını döndürürken, nihai felaketlerine doğru yönlendirdiği trajikomik anlatılara ne kadar benziyor, değil mi?

Ahmet İnsel
CUMHURİYET

Demokrasi tramvayı son durak - ÖZGÜR MUMCU

Erdoğan, 1996’da “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider orada ineriz” demişti. Anlaşılan başından beri sabırla beklediği durağa ulaştığını gördü. Uzunca bir zaman evvel tramvaydan indi ve bugün artık bunu herkese “Demokrasiyi yeniden tanımladık” diyerek duyuruyor.

 
Sadece bir haftadır olan biten yeniden tanımlanmış demokrasiden ne anlaşıldığını göstermekte. Rektör seçimleri iptal. Yani üniversiteler tamamen Saray’a bağlanıyor. Savunma hakkı kökten sınırlandı. Cumhuriyet gazetesine “FETÖ” sanığı savcı eliyle saldırıldı. HDP eş genel başkanları ve milletvekillerinin bir kısmı ya gözaltında ya tutuklandı. 

Güneydoğu’da başlayan internet yasakları tüm ülke sathına yayıldı. 
Her gün daha beteri olmaz dendiği, ertesi gün bir önceki günkü antidemokratik hamleyi unutturacak bir yenisinin geldiği bir sarmala girdik.
 
Medya bir propaganda makinesinin elinde. Kamuoyu Saray versiyonu dışında hakikati öğrenmek imkânına sahip değil. 

“Devletin bekası” zokasını yutmuş bir kesim ise Erdoğan’ın ardından koşturmayı milliyetçilik ve milli çıkarları savunmak zannedecek kadar tükenmiş.
 
Bütün muhalifleri içeri atabilecek, bütün siyasi partileri, bütün gazete ve televizyonları kapatabilecek bir kuvvet var. Anayasa Mahkemesi’nin kendi içtihatını çiğneyerek verdiği OHAL KHK’lerini denetleme konusunda yetkisizlik kararı ile memleketimizde fiilen anayasa ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıyla hukuk devletini bırakalım kanun devletinin asgari şartları bile yoktur. 
Türk Ceza Hukuku Derneği Başkanı Prof. Duygun Yarsuvat’ın tespiti önemli. Kural ve kurumlarının bu kadar içinin boşaltıldığı bir ülkenin çökme tehlikesi hiç uzak değil. Bu sebeple iktidara “milli” saiklerle destek verenlerin aslında neye hizmet ettiklerini etraflıca ve hemen bugün değerlendirmeleri şart. 

Tehlikeli ve sonu felaket olacak bir oyun oynanıyor. Bu bölgede, dünyanın bu halinde devleti bizzat iktidar eliyle istikrarsızlaştırmak akıl alır iş değil.
 
Söz konusU olan devletin değil bir şahsın bekası. Bu bir rejim değişikliği çabasıdır. Buna bugün direnilmezse yarın direnilecek bir şey de kalmayacak çünkü rejimi değiştirme denemesi çok muhtemeldir ki memleketi çökertecek. 

Tramvay orada duruyor. İnmek isteyenler elbette inebilir ancak peşlerinden hepimizi sürüklemeye çalışıyorlar. İnenleri istedikleri durakta bırakıp demokrasi tramvayını yeniden yola koymanın çaresine bakmalı. Bu da herhalde genel geçer, tıpkı basım demeçlerle olacak iş değildir.

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

Türkiye rejim değiştiriyor - Nilgün Cerrahoğlu

Agatha Christie’nin “On Küçük Zenci” romanını bilir misiniz? 
Hikâye, “On Küçük Zenci” isimli bir çocuk şarkısına dayanır. 
“On küçük zenci yemeğe gitti. Biri kendini boğdu ve kaldı dokuz” diye başlayan şarkı; “biri uyuyakaldı, biri kayboldu, birini balık yuttu, biri güneşte kızardı” diye devam eder. Sonunda bir başına kalan son zenci de gidip kendini asar. 
Romanını, “Ve hiçbiri kalmadı” diye biten bu çocuk şarkısına uyarlayan Christie’nin ıssız adada bir araya getirdiği kahramanları da şarkıdaki gibi tek tek ölür. Geriye hiç kimse kalmaz. 
Bizim gazetecilik serüvenimiz de gitgide bu “On Küçük Zenci”yi andıran hale geldi. Giderek basının ıssız adasında hiç kimse kalmayacak. 

Barış Pehlivan’ın şu başına gelenlere bakın. 
Meslektaşımız Cumhuriyet soruşturmasını çökerten “FETÖ’den sanık savcı”haberini yaptı. “Cumhuriyet’e FETÖ operasyonunu yapan savcı, FETÖ üyeliğinden yargılanıyor. Bu nasıl bir hukuk skandalı” diye yazdı. Haberin mürekkebi kurumadan hakkında -“teröre” atıf yapan gerekçelerle- soruşturma açıldı.
 
Mehmet Şimşek, Bekir Bozdağ tarafından itiraf edilen haberin doğruluğu hiç sorgulan(a)mıyor. Buna rağmen istenmeyen haberi yapan gazeteci hedefe yerleştiriliyor, “terör” bahanesiyle yakasına yapışılıyor. 
“Gerçeği” yazan özetle “terörist” oluyor. 
İktidarın “gerçek haberci/gazeteci=terörist” gözlüğünü, bundan açık ve net betimleyen bir şablon olamaz. 
Cumhuriyet olayıyla yükselen tansiyon nedeniyle sözü edilen soruşturmaya gerçi hızla takipsizlik kararı verildi. Ama şablon önümüzde. Şablon değişmiyor. Geçmişte örneklerini defalarca gördüğümüz gibi, gerçeği her yazanın önüne yeniden yeniden çıkartılıyor/ çıkartılacak. 
Ta ki gerçek tek haberci kalmayana dek…

Hukuk devleti karikatürü
 
Sevgili Musa Kart gözaltına alınırken “Şu an kendimi bir karikatürün içinde hissediyorum” demişti. 
Gerçekte hep birlikte nasıl dev bir karikatürün içinde yaşadığımızı anlamamız için birkaç gün yetti. Şaka gibi. Cumhuriyet’e “FETÖ” işbirlikçiliği yakıştıran savcının bizzat kendisi FETÖ’den yargılanıyor. Değil “hukuk devleti”, “kanun devleti” ile dahi bağdaşmayan biçimde halen görev yapıyor ve de böyle bir soruşturma yürütüyor… 
Tam da işte bu ve bu gibi nedenlerle dünyada kimse Cumhuriyet operasyonunun, hukuk devletinde yapıldığına inanmıyor. 
Merkel “Operasyonun hukukun üstünlüğü ile bağdaşması konusunda büyük endişelerimiz var” dedi. Sözcüsü daha açık konuştu. “Sabuncu ve meslektaşlarının hukukun üstünlüğü çerçevesinde gözaltına alındığına inanmıyoruz” dedi. 
Dünya basını, “bardağı taşıran damla” olarak görülen Cumhuriyet darbesiyle hareketlendi. Erdoğan’ı Suudi Kralı ve diktatör El Sisi, IŞİD gibi isimlerle yan yana “basın düşmanları” listesine yerleştirirken bir yandan da aralarında IPI, Sınır Tanımayan Gazeteciler, Gazetecileri Koruma Komitesi’nin olduğu 14 büyük basın kuruluşu bir araya gelerek arkadaşlarımızın serbest bırakılması için çağrı yaptılar.

Başkanlık kisvesi altında... 

Dış basındaki değerlendirmeler bu ortamda yürek yakan bir tablo ortaya koyuyor. “ElPais”te örneğin önceki gün “Sultan basını okumuyor” başlığıyla yayımlanan bir yazı, “Türkiye geçmişe dönük dönüşümle rejim değiştiriyor. Başkanlık rejimi kisvesiyle demokrasiden diktatörlüğe geçiyor. Arap demokrasileri için bir model sunacakken otokratik gerilemenin modeli oluyor” dedi ve şunları ekledi: 
“Türkiye darbeden önce de hapiste en çok gazeteci bulunduran ülkelerden biriydi. 15 Temmuz tüm muhalifleri temizlemek için bahane oldu. Bir tek; laik, Kemalist Türkiye’nin simgesi, köklü ve prestijli Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu’nun, gazetesinden 15 gazeteciyle beraber, çifte tezat oluşturan PKK-FETÖ’cülük işbirlikçiliği ile suçlanarak tutuklanması kalmıştı. O da oldu. Konu, kendi başına vahim olan basın özgürlüklerin çiğnenmesiyle sınırlı değil. Türkiye’debaskının rakamları çok korkunç. Yaşananlar, XX. yüzyılda Stalin, Hitler ,Mao’nunkilerle karşılaştırılabilecek, tarihte kaydedilmiş en büyük temizliklerden biri.”

 Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET