Sanat, edebiyat neye yarar? - ZEYNEP ORAL

Toplumun yüzde 49’u hiçbir zaman sinemaya gitmiyor. Toplumun yüzde 39’u hiç kitap okumuyor.
Toplumun yüzde 66’sı konser, tiyatro ya da opera gibi herhangi bir etkinliğe katılmamış...
Toplumun yüzde 81’i hiçbir enstrüman çalmıyor; yüzde 57’si video, VCD, DVD, internetten film, dizi izlemiyor; yüzde 47’si hiç dergi okumuyor; yüzde 86’sı hiçbir hobi kursuna gitmemiş.
En sık yapılan aktivite ise yüzde 85’le televizyon izlemek... 



***
Bu gerçekler, “Türkiye’yi Anlama Kılavuzu”ndan... Bunu bana yeniden anımsatan İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) kültür politikaları çalışmaları kapsamında yayımlanan “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar” başlıklı yeni raporu.
Okudukça sadece içinizi acıtan gerçeklerle değil, önerilerle, olumlu ve olumsuz örneklerle, yapılması gerekenlerle yüz yüze geliyorsunuz. Emek veren Ayça İnce, Ceren Yartan, Rumeysa Kiger’e teşekkürler!
Türkiye’de kültür-sanat hayatına katılma ve katılmama nedenlerini inceliyor rapor. “Kullanıcılarının” kimler olduğunu anlamaya çalışıyor. Daha çok insanın kültür-sanat etkinliklerine katılmasının sağlanması için Türkiye ve dünyadan iyi uygulamalar, işbirliği modelleri ve yenilikçi yaklaşımlar sunuyor. Bu yol gösterici raporu burada bir minicik köşeye sığdırmam olanaksız. Meraklılar raporun tümünü iksv.org adresinden okuyabilir.
 
Topluma katkıda bulunmak
 
Milletin derdi sonsuz, savaşta ölenler, işten atılmalar, hapisteki yazarlar... Bunlar varken sanat manat neye yarar, kültür sanata katılmışım, katılmamışım kime ne...
Böyle düşünenlerin, eğitim müfredatından sanat, kültür, felsefe derslerini sıfırlayanların, sanatçıları düşman belleyenlerin, tiyatromuzun eğitim kalesi Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni işlevsiz hale getirenlerin, bu raporu dikkatle okumaları, ders almaları gerekir.
Çünkü özetin özeti şu: Sanattan, edebiyattan, tiyatrodan, nitelikli müzikten uzak düşen bireylerin ve yığınların, topluma katkıda bulunması olanaksız...
 
Katkı ve güven duygusu
 
Küresel sorunların üstesinden ancak kolektif şekilde gelinebileceği fikrinden yola çıkan“İyi Ülkeler Endeksi” de raporda yer alıyor. Bu endekse göre Türkiye dünya düzenine katkıda 163 ülke arasında 126. sırada. Dünyanın ortak geleceğine katkı sağlamada yetersiziz!
Ülke içinde milli çıkarlarımızın ne denli korunduğundan kuşkumuz varken dünyaya katkımızdan bana ne diyenler çıkabilir... Ama işte durum pek öyle değil...
Önemli bir gerçek: Dünyaya katkımız ve kültürel alanlara, toplumsal hayata katılım yükseldikçe, topluma duyulan aidiyet ve güven duygusu güçleniyor.
Türkiye’de sendika üyeliği oranı yüzde 6; spor kulübü, kültürel derneklere üyelik oranı yüzde 6. (İkisinde de sondan ikinciyiz.). Araştırmaya katılanlar arasında bireylerin birbirlerine karşı en güvensiz olduğu ülkeyiz.
Türkiye’deki katılımcıların ancak yüzde 14’ü diğer insanlara güvenilebileceğini düşünüyor.
 
Referandumda tavrımız
 
Özetle, rapor, kültür-sanat alanının tüm aktörlerini güncel ihtiyaçlara cevap veren yeni yaklaşımları benimsemeye, bütüncül bakmaya çağırıyor. Katılımcılık kavramını daha geniş bir kitleyle buluşturmayı hedefleyip yol gösteriyor.
Hayır elbette raporda, referandumdan söz edilmiyor. Onu ben ekledim.
Sanat etkinliklerine katılım, edebiyat neye yarar sorusuna yanıtımı artık genişlettim:
Baktığını görmeye, işittiğini kavramaya, yorumlamaya, tartışmaya, değerlendirmeye... Yalanla gerçeği; dindarla dinciyi, hainlikle dürüstlüğü, korkaklıkla çıkarcılığı birbirinden ayırmaya... Sizi geri zekâlı yerine koyup kandırmaya çalışanları püskürtmeye... Hangi partiye yakın olursanız olun, (Cumhurbaşkanı’na âşık bile olsanız) referandumda doğru karar vermenize, HAYIR demenize yarar.

Zeynep Oral / Cumhuriyet

‘TBMM’ mi ‘Pranga’? - Meriç Velidedeoğlu

Bugün, “Misakı Milli”nin (Ulusal Ant) kabulünün “97. yılı”. Özellikle şu günlerde anmanın, ayrıca bağlantılı olarak kimi konuları da anımsamanın zamanı. O günlere dönüp şöyle bir baksak diyorum.
“Kurtuluş Savaşı”nın başlangıç döneminin adımlarından olan “Erzurum ve Sivas Kongreleri”nde saptanan ilkeler, “Osmanlı Mebusan Meclisi”nde görüşülüp pekiştirilerek “Misakı Milli” adı altında özetlenip, “17 Şubat 1920”de kabul edilir. 

 
Altı maddeden oluşan “Misakı Milli”nin temeli, “yurdun bütünlüğünün ve ulusun bağımsızlığının” sağlanmasıydı. 
 
Bu ilkeler, “Büyük Millet Meclisi”nce de kabul edilecekti. Meclis’te, bu temel koşulları sağlayacak bir “barış”ın elde edilmesine doğru yapılan çalışmalar, oldukça “birlik” içinde hızla yürütülür.
Ne var ki, zamanla durum değişir, gelinen -daha doğrusu- oluşturulan bu süreci “Atatürk” “Söylev”de (Nutuk) şöyle: “Zaman geçtikçe Meclis’te birlik olarak çalışmanın sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler doğmaya başladı. En önemsiz konularda bile, oylar dağılıyor, Meclis’ten iş çıkamıyordu. Kimi üyeler buna bir çıkar yol bulmak için ‘1920’ yılı ortalarında birtakım örgütler kurmaya kalkıştılar” diyerek ortaya koyar; bunların belli başlılarının adlarını da verir: “Tenasüt Grubu, İstiklal Grubu, Müdafaai Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, Islahat Grubu” gibi. Üstelik bunların dışında, adsız olarak oluşturulmuş birçok küçük örgüt de Meclis’tedir. 
 
Çoğunlukla yapay gruplaştırmalarla, mini örgütlerle, kimi üyelerce Meclis’te oluşturulmak istenen ortamı Atatürk: “Sayıları çok üyeleri az olan bu gruplar (...) birbirlerini dinlememek yüzünden, Meclis’te neredeyse bir kargaşa nedeni olmaya başlamışlardı; bu tutumları toplantılara katılmalarını da zorlaştırıyordu” der. 
 
Meclis’teki durum kısaca böyle; Meclis dışına, ülkenin durumuna şöyle bir değinilirse, ilk söylenecek olan savaşın sürdüğüdür, üstelik kanlı “Anzavur, Delibaş İsyanları” gibi türlü başkaldırılarla birlikte... Ayrıca bu isyanların, “Yunan” savaş cephesinden çekip gönderilen askeri birliklerle bastırıldığı da anımsanmalı. 
 
Dahası, “Padişah”ın askerliği kaldırdığını bildiren, böylece ordu erlerini ayartan, silahlarını bırakıp köyüne, evine dönmesi için çalışan kuruluşlar da türemişti; iyi amaçlarla kurulup sonradan yön değiştiren “Yeşil Ordu” bunlardan biriydi. 
 
Bu örgüte, “Çerkez Etem Kardeşler”de girecek ve bu üçlünün buyurucu istekleri yerine getirilmeyince, onlar da ordu birliklerine “Yunan’la birleşip” saldırıya geçerlerse de gereken yanıt verilir, tabana kuvvet kaçarlarken takip edilirler; işte tam bu sıralarda Meclis’te yapılan “gizli” oturumda, Atatürk -kimi milletvekillerince- inceden inceye “sorgu”ya çekilmektedir, “Etem Kardeşler”in “üzerine gidilmesiyle” ilgili olarak... 
 
Ne dersiniz bunlara? Nasıl bir Meclis bu? Atatürk niye kapatmaz (!) ki? Hadi kapatmadı, hiç olmazsa sesini, soluğunu kesse ya... 
 
Değerli dostlar bunlar bir yana, bu gizli oturumun ardından yapılan toplantıda, Atatürk olan biteni bir bir anlatırken, “Etem, Tevfik ve Reşit Beyler” dediğinde, milletvekilleri: “Artık ‘Bey’ demeyiniz! ‘Hain’ deyiniz!” uyarısında bulununca, milletvekillerine: “Ben, ‘Etem ve Tevfik hainleri’ diyeceğim ama, ‘Büyük Millet Meclisi’nin üyesi kimliği taşıyan ‘Reşit Bey’ için bu sözü kullanmak zorundayım” der; “Bey” demesini böyle vurguladıktan sonra da, “Meclis’e duyduğum saygıdan dolayı!” diyerekte nedenini ortaya koyar. 
 
Bilmem ki ne söylemeli değerli dostlar?
 
Önderliğinde yaratılan “TC Devleti”nin, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda bugün oturmakta olanın, “TBMM”yi, “ha var, ha yok” çizgisine indirgemesine, şaştığı ve kızdığı denli kızmazdı, “a..y..ş” demesine... 
 
Ama -sistem, sistem diyerek-“TBMM”yi, halkı temsil eden “140 yıllık” temel kurumu “Pranga” olarak dile getirmesine, “ne derdi ne yapardı?” diye sormaya gerek yok sanırım; çünkü Atatürk halkına inanırdı; günümüzde yanıt, “16 Nisan”da, “Hayır!”larla verilecek... Öyle değil mi?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Mülkiye’de hayat bulan şiir - ÇİĞDEM TOKER

Aslında bambaşka bir konu yazacaktım bugün. Birbiriyle ilgisiz konuları bir araya getiren -kim bilir kaçıncı- son torba kanundan söz edecek, yabancı uyruklulara tanınacak büyük vergi istisnasını anlatacaktım. 

 
Dövizle ödeme yapmak koşuluyla, Türkiye’de yerleşik olmayan yabancıların yeni bir konut veya işyerinin ilk sahibi olmaları halinde, kendilerinden, yüzde 18 KDV alınmayacağına dair düzenlemeden. 
 
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan çarşamba gecesi tartışmalarla geçen bu “torba”nın, pek yakında Genel Kurul’da da kabul edileceğinden emin olabilirsiniz.
Muhalefet milletvekillerinin, maddeyle Türk vatandaşları aleyhine eşitsizlik yaratıldığını, yabancının alıp kısa süre sonra bir Türk’e satması gibi hülleli muvazaalı işlemlerin önüne geçmenin mümkünü olmayacağını hatta daha ileriye giderek kapitülasyonlara yol açtığına dair eleştirilerini dikkate alacak değil ya iktidar. 
 
Fazlasıyla aceleleri var belli ki, bütün torbalarda olduğu gibi.
Bu kez referandum öncesi piyasaların dövizle canlandırılması gerekiyor. Gelin görün ki, yabancılara 2016 yılında satılan 18 bin 189 adet konut sayısının, bu düzenlemeyle kaç adete çıkarılacağı belirtilmiyor. 
 
Plan Bütçe Komisyonu’ndaki tartışmalara bakılırsa, isim verilmemesine karşı anlı şanlı büyük konut firmalarının zaten bloklar halinde bir miktar lüks konut ayırdığını, bu rezervasyonun da çoğunlukla Araplara satış için yapıldığı, KDV ayrıcalığının da lüks konut rezervasyonları için yapıldığı anlaşılıyor. 
 
Sonra sürdüreceğim konuya, burada ara verip paylaşmak istediğim asıl konuya geleyim. 

***
Bu satırları SBF’de, tarihsel bir tanıklıktan sonra yazıyorum. Namıdiğer Mülkiye’nin, genetik kodlarında yer alan, haksızlıklara karşı direniş geleneğini izledikten sonra. “Yavuz Sabuncu’nun 10. Yıldönümü Anısına Anayasa Sempozyumu” vesilesiyle oradaydım... 
 
Haftalar önce Doç. Dr. Murat Sevinç etkinlik için davet ettiğinde telefondaki ilk cümlesi şuydu: “Eğer başımıza bir şey gelmez ise...”
Sevinç’in ses tonu hiç de şaka yapar gibi değildi doğrusu. “O şey” SBF’de Murat Sevinç ile birlikte, tümü ayrı ayrı değerli toplam 23 akademisyenin başına geldi. 686 sayılı o OHAL KHK’si ile toplamda 330 öğretim üyesi görevlisi daha ihraç edildi. 
 
Saat 10’da başlayacak sempozyumun, yazılı bir belge gösterilemeden, ama sanki yazılı bir belge varmışçasına katılımcı ve davetlileri dışında kapatıldığını, izlemek isteyenlerin alınmadığını, bundan dolayı çıkan krizin, katılımcı CHP milletvekili İlhan Cihaner’in girişimiyle çözüldüğü duyuruldu.
Siyaset ve Sosyal Bilimler Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya bu duyuruyu yaparken, haklı insanlara özgü öfkesi henüz geçmemişti. Yalçınkaya, başkanlıktan istifa ettiğini de kürsüden kayda geçiren bu duyuruyu yaparken, o gayri yasal engelleme nedeniyle yarısı boş olan Aziz Köklü Salonu tek koltuk kalmamacasına doluyordu. 
 
Yalçınkaya, Mülkiyeli Ece Ayhan’ın “Karşındakinin adam olup olmadığını âşıkken değil ayrılırken anlarsın” dizesini andı. Bir şiirin hayata geçişini izledik bizde. “Kalanlar” ile emekli hocalar kendi cüppelerini, tek tek ihraç edilen hocalara giydirdi. 
 
Medyada, akademyada, siyasette, yargıda korkunun insanlık değerlerini alabildiğine ezmek istediği bu dönemde, bilime, geleneklerine, hocalarına bu kadar etkileyici biçimde sahip çıkan bir fakültenin varlığı insanda umudu ve cesareti çoğaltıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

94 YILLIK CUMHURİYETLE HESAPLAŞMA- ALİCAN ULUDAĞ

Anayasa değişikliğinde neler değişiyor: OHAL’de ‘Hitler yetkileri’

Cumhurbaşkanı’nın OHAL’de çıkardığı kararnamelere karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacak.
Anayasa değişikliği ile yürütmenin başına getirilen Cumhurbaşkanı’na tek başına olağanüstü hal ilan etme yetkisi verildi. Üstelik Cumhurbaşkanı; OHAL dönemlerinde temel hak ve hürriyetler ile siyasi haklar ve ödevleri sınırlandıran Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilecek. Cumhurbaşkanı’nın OHAL’de çıkardığı kararnamelere karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacak.
Türkiye, OHAL şartları altında referanduma giderken, burada oylanacak anayasa değişikliğinde olağanüstü hal şartlarını daha da ağırlaştıracak düzenlemeler yer aldı. Paketin 12. maddesi ile anayasanın 119’uncu maddesinde “olağanüstü hal yönetimi” yeniden düzenlendi. Değişiklikle, Bakanlar Kurulu’na verilen OHAL çıkarma yetkisi, yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı’na devredildi. Mevcut anayasa hükümlerinde OHAL, Milli Güvenlik Kurulu’nun görüşü alınarak, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılıyordu. Anayasa paketinde Bakanlar Kurulu yürürlükten kaldırıldığı için, bu yetki tek başına Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacak ve MGK’nin görüşünün alınmasına ihtiyaç duyulmayacak. Cumhurbaşkanı süresi 6 ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilecek.

Meclis onayı şart
OHAL, verildiği gün Resmî Gazete’de yayımlanacak ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulacak. Meclis gerekli gördüğü takdirde olağanüstü halin süresini kısaltabilecek, uzatabilecek veya olağanüstü hali kaldırabilecek. Meclis, bu süreyi Cumhurbaşkanı’nın talebiyle her defasında 4 ayı geçmemek üzere uzatabilecek. Savaş hallerinde ise bu 4 aylık süre aranmayacak.

Temel hakları kısıtlayacak
Olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104’ üncü maddenin 17’inci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilecek. Kanun hükmündeki bu kararnameler Resmî Gazete’de yayımlanacak, aynı gün Meclis onayına sunulacak. 119. maddede OHAL durumlarında getirilen düzenleme ile Cumhurbaşkanı, OHAL dönemlerinde temel hak ve özgürlükleri sınırlandıran kararname çıkarabilecek. Örneğin basın, dernek kurma, toplantı ve gösteri yürüyüşü, mülkiyet, yerleşme- seyahat, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı ile “vatandaşlık”, seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma, parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma, dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakları ile vergi ödevi ve vatan hizmeti ödevleri sınırlandırılabilecek.
Olağanüstü hal sırasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri 3 ay içinde TBMM’de görüşülecek ve karara bağlanacak. Aksi halde olağanüstü hallerde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kendiliğinden yürürlükten kalkacak.

2019’dan sonra
Öte yandan madde Cumhurbaşkanı’na OHAL yetkisi veren anayasanın 114. maddesi, birlikte yapılan Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecek. Paketteki geçici maddeye göre, bu kapsamda ilk seçim 3 Kasım 2019’da yapılacak.

Sıkıyönetim yok
Öte yandan paketle mevcut anayasanın “sıkıyönetim” ilan edilmesini düzenleyen 122. madde ile diğer maddelerdeki tüm sıkıyönetim ifadeleri yürürlükten kaldırıldı.

HER DEDİĞİ KANUN OLACAK
Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, paketteki maddelerin ülkeyi tek adam yönetimine dönüştürdüğünü belirterek, cumhurbaşkanına karşı denge ve denetim olmadan olağanüstü yetkiler verildiğini kaydetti.
Kanadoğlu,
Cumhurbaşkanı’na verilen OHAL yetkisi konusunda ise “Zaten pakette temel hak ve özgürlükler gözardı edilmiş. Bunları daha da iyileştirmek için hiçbir düzenleme yok” dedi.
Eski İstanbul Barosu Başkanı, Avukat Turgut Kazan, Cumhurbaşkanı’nın çıkardığı OHAL kararnamelerine karşı Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamayacağına, AYM’nin son kararıyla bunun yolunu kapattığına dikkat çekti. Kazan, “Cumhurbakanı derse o kanun olacak. Kimse milleti aldatmaya kalkmasın. Cumhurbaşkanı’na verilen böyle bir yetki Hitler’e verilmiş yetki olacak” dedi.

Alican Uludağ / CUMHURİYET
 

94 YILLIK CUMHURİYETLE HESAPLAŞMA- ALİCAN ULUDAĞ

 Anayasa değişikliği ile ne değişiyor?

Anayasa değişikliği hayata geçerse, HSYK üyeliği seçiminde “pazarlık”, “ittifak” dönemi bitecek ve doğrudan “tek adam” konumuna gelen Cumhurbaşkanı’nın etkili olacağı bir sistem oluşacak. Anayasada “bağımsız ve tarafsız” olacağı belirtilen yargı, tarafsız olmayan Cumhurbaşkanı’nın güdümüne girecek.

16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumundan “evet” çıkarsa, Türkiye Cumhuriyeti’nden önce yargının “yönetim şekli” değişecek. Paketle, HSYK’nin mevcut üyeleri referandumun hemen ertesi günü tasfiye olacak; yerlerine 30 gün içinde bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın belirleyeceği yeni üyeler atanacak. Üstelik Erdoğan’ın atamalardan önce anayasal “tarafsızlığı” sona erecek ve “partili Cumhurbaşkanı” sıfatını kazanacak. Partili Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, yeni HSYK’yi oluşturacak. “Bağımsız” ve “tarafsız” olması gereken Yargıtay ve Danıştay üyeleri, TBMM’nin seçeceği üyelikler için parti koridorlarında “kulis” yapacak. 30. günün sonunda yargının “siyasallaşıp”, Saray’a bağlandığı yeni bir dönem başlayacak.
Türkiye; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin birçok maddesinin ihlal edildiği Olağanüstü Hal (OHAL) koşulları altında 16 Nisan’da anayasayı değiştirmek için sandık başına gidiyor. İktidara muhalif kesimlerin susturulduğu bir ortamda; onlarca gazeteci, yazar, akademisyen, siyasetçi cezaevinde... Birçok muhalif gazete ve televizyona el konuldu, onlarca gazeteci işsiz... Sokağa çıkıp eylem yapmak yasak... Doların 4 TL’ye dayandığı, işsizliğin rekor düzeye ulaştığı ekonomik kriz koşullarında, Cumhuriyet’in köklü kurumları Varlık Fonu ile yağmalanmakta... Artık rutine binen bombalı saldırılarla onlarca insan yaşamını yitirirken, güvenlik sorunu had safhada. Fırat Kalkanı Harekatı’nda şehit sayısı 70’e yaklaşırken, Türkiye’nin Suriye bataklığından ne zaman çıkacağı belirsiz...

15 yıldır tek başına ülkeyi yöneten AKP, her istediğini yapabilecek çoğunlukta olmasına karşın neden anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmek istiyor? Üstelik; Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “90 yıllık parantezi kapatıyoruz”, Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan’ın “90 yıllık enkazı kaldırdık”, AKP milletvekili Tülay Babuşçu’nun “90 yıllık reklam arası bitti” dediği bir dönemde...
Türkiye’yi tek adam rejimine götüreceği eleştirilerine neden olan anayasa değişikliğindeki maddeler; birbirinden bağımsız olması gereken yasama, yürütme ve yargıyı nasıl Saray’ın vesayeti altına sokacak? Cumhuriyet olarak hazırladığımız dizide, birbiriyle ilintili maddeleri gruplandırarak inceledik. Bugünkü dizide, ilk olarak yargının nasıl sil baştan değiştiğini ele aldık. Paketin 1. maddesi ile anayasanın 9. maddesinde yer alan “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” hükmündeki, “bağımsız” ifadesinden sonra “ve tarafsız” ilkesi eklendi.
Paketin 14. maddesinde HSYK’ye ilişkin getirilen değişiklikler; 1. maddede bu “olumlu” adımı neredeyse etkisiz hale getirilecek nitelikte. 14. madde ile HSYK üyelerinin seçim yöntemi değiştirilerek, yürütmenin tek başına lideri olan Cumhurbaşkanı’na geniş yetkiler verildi. Özetle yargının “bağımsızlık” ve “tarafsızlığı” ilkelerinin içi HSYK değişikliği ile boşaltıldı.

HSYK’ye Saray imzası
14. madde ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun adındaki “yüksek” ifadesi çıkarıldı ve kurum Hâkimler ve Savcılar Kurulu olarak anayasada yer alacak. HSYK’nin 3 olan daire sayısı, 2’ye indirildi. 22 olan üye sayısı da 13’e düşürüldü. Adalet Bakanı’nın konumu başkan olarak devam edecek ve müsteşarı da “doğal üye” olarak HSYK’de yer alacak.
Kurulun kalan 11 üyesi ise atama yoluyla belirlenecek. 4 üye, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Cumhurbaşkanı, bunlardan 3’ünü adli yargı hâkim ve savcıları arasından, birini ise idari yargıdan seçecek. 7 üye TBMM tarafından seçilecek. Bu 7 üyeden 3’ü Yargıtay, 1’i Danıştay, 3’ü ise hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından belirlenecek.
Mevcut HSYK’nin yapısı 22 asıl üyeden oluşuyor. Cumhurbaşkanı, mevcut sistemde adli ve idari yargıdan değil, hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından 4 üyeyi seçiyordu. 3 asıl üyeyi Yargıtay, 2 asıl üyeyi Danıştay, 1 asıl üyeyi de Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulu belirliyordu. 10 asıl üye ise adliyelerde kurulan sandıkla, hâkim ve savcılar tarafından seçiliyordu. Anayasa değişikliğinde ise Yargıtay, Danıştay, Türkiye Adalet Akademisi ile adli ve idari yargının HSYK’de “kendi temsicilerini” seçme hakkı kaldırıldı. Buna karşılık artık yargıyı yönetecek olan HSYK’de sadece Cumhurbaşkanı ve TBMM’nin seçeceği üyeler görev yapacak.
Anayasa değişikliği hayata geçerse, HSYK üyeliği seçiminde “pazarlık”, “ittifak” dönemi bitecek ve doğrudan “tek adam” konumuna gelen Cumhurbaşkanı’nın etkili olacağı bir sistem oluşacak. Çünkü, 13 üyeden 4’ünü Cumhurbaşkanı atayacak. Paketle, Adalet Bakanı ve Müsteşarı da doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atandığı için, HSYK’deki gücü 6’ya ulaşacak. Cumhurbaşkanlığı ile TBMM seçimlerinin aynı günde yapılacak olması nedeniyle Meclis’in iradesi Saray çerçevesinde şekillenecek. Cumhurbaşkanı’nın “hâkim” olacağı HSYK, çıkaracağı kararnamelerle tüm yargıya hükmedecek. Anayasada “bağımsız ve tarafsız” olacağı belirtilen yargı, tarafsız olmayan Cumhurbaşkanı’nın güdümüne girecek... Referandumda “evet” çıkarsa Erdoğan, resmi sonuçların Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla partili Cumhurbaşkanı olma hakkı kazanacak.

HSYK’de büyük tasfiye
Bu aşamadan itibaren yargının “yönetim şekli” sil baştan değiştirilecek. Paketin, 17. maddesi ile mevcut HSYK’nin 22 üyesinin görevi sona erecek. Üstelik, bu üyelerin çoğunluğu hükümete yakın Yargıda Birlik Platformu içinde yer alıyor. Yeni sistemle, en geç 30 gün içinde Adalet Bakanı ve Müsteşar dışındaki 11 üye seçilecek. Meclis’in seçeceği 7 üye için adaylar, başvurularını TBMM Başkanlığı’na yapacak ve bunun için Karma Komisyon kurulacak. Komisyonun belirleyeceği adaylar, TBMM Genel Kurulu tarafından seçilecek. Yargıtay, Danıştay üyeleri, HSYK’ye seçilmek için Meclis’e ve AKP Genel Merkezi’ne giderek kulis yapmak zorunda kalacak, yargının siyasallaştığı dönem başlayacak.

40. gün yeni HSYK
Yeni üyeler, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonraki 40. günü takip eden iş günü görevlerine başlayacak. Görevi sona eren ve yeniden seçilemeyen üyeler, talep etmeleri halinde Yargıtay ve Danıştay üyesi olarak atanacak. Oluşacak yeni HSYK’nin ilk kararnamesinin, haziranda çıkması bekleniyor. Saray’ın yeni oluşacak HSYK ile, yargıya yeniden dizayn edeceği ifade ediliyor.
HSYK’nin şu anki üyelerinin Saray’a yakın çalışması ve FETÖ operasyonlarını yürütmesine karşılık anayasa değişikliği ile tasfiye edilmesi soru işaretlerine neden oldu. Paketin kabul edilmesiyle birlikte bu üyelerin görevine andında son verilmesi, Saray’ın bu üyelere dahi “güvenmediğini” gösterdi. Yargı kulislerinde Saray’ın; özellikle bu HSYK’nin “AKPcemaat ortaklığı”nı soruşturmasından endişelendiği dile getiriliyor. Saray’ın bunun yanında özellikle HSYK’nin milliyetçi üyelerini tasfiye etmek istediği konuşuluyor. Bu üyelerin, MHP’deki olağanüstü kongre sürecinde Devlet Bahçeli’nin karşısında yer alıp, Meral Akşener’i desteklemesi bunun gerekçesi olarak gösteriliyor. Saray’ın 11 HSYK üyesini, daha “güvenilir” isimlerden belirleyeceği konuşuluyor.

‘Pazarlama faaliyeti’
Paketin yargı ile ilgili bölümlerini değerlendiren Ankara Adliyesi’nde yargıç olarak görev yapan, Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ, anayasanın 9. maddesine yapılan yargının bağımsızlığı ilkesine, “tarafsızlığı”nın da eklenmesinin tamamıyla pazarlamaya yönelik olduğunu kaydetti, “Bağımsızlık, tarafsızlık gibi ilkeler evrensel hukuk ilkeleridir ve bunu içselleştirmek önemlidir” dedi. Yargıçların, savcıların beğenilmeyen karar ve işlemleri nedeniyle her an ve kendisine sorulmadan görev yerlerinin değiştirildiği, soruşturmaların açıldığını anımsatan Karadağ, “Siz yasayla yargıçların işine son veriyorsunuz, sonra tarafsız mahkemelerden bahsetmeye kalkıyorsunuz. Gerçekten çok komik ve bir o kadar trajik” ifadesini kullandı.

HSYK’deki ayrıntı
9. maddede mahkemelerin “tarafsızlığı”nın metne konulduğu, buna karşılık anayasanın 159. maddesindeki “HSYK mahkemelerin bağımsızlığı ilkelerine göre görev yapar” ifadesinin yanına “tarafsızlığı” ilkesinin eklenmediğini dikkat çeken Karadağ, “Bu kadar ayrıntıya dikkat edildiğine göre demek ki HSYK’nin tarafsız olmasına gerek duyulmuyor. Çünkü HSYK’yi bizzat siyasi iktidarın yönetmeye gönüllü olduğunu hepimiz biliyoruz, onlar da biliyor ve istiyor” değerlendirmesini yaptı.
Karadağ, değişiklikler gerçekleşirse, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i fesdebileceğini, Meclis’te görev yapacak milletvekillerini belirleyeceğini, üst düzey yöneticileri atayacağını anımsatarak, Cumhurbaşkanı’nın HSYK’ye seçeceği 4 üyenin aslında birer üst düzey yönetici atama işlemi olduğunu vurguladı.
Karadağ, “7 üye ise parti başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen, başka bir deyişle atanan milletvekillerinin çoğunluğunu oluşturduğu TBMM tarafından seçilecek. Şimdi, yeniden sormak lazım, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen ve gelecek dönem adaylık hakkı da onun elinde duran milletvekillerinin Cumhurbaşkanı’na rağmen bir tasarrufta bulunması mümkün müdür?” dedi.

‘Partili HSYK dönemi’
İkinci olarak “Yeniden HSYK üyeliğine seçilme hakkı bulunan üyelerin, bir daha seçilememeyi göze alarak kendisini atayan Cumhurbaşkanı’na hayır diyebilmesi mümkün müdür?” sorusunu yönelten Karadağ, yapılmak istenilen değişikliğin başka bir sonucunun ise HSYK üyeliğine aday olmak isteyenlerin; siyasi parti gruplarında kulis yapmak zorunda kalmaları olduğunu kaydetti. Karadağ, şunları kaydetti:
“Bu değişiklik gerçekleşirse artık HSYK üyesi olan yargıç, savcı, avukat ve akademisyenler parti gruplarının önünden ayrılmayacak, siyasi parti mensubu milletvekilleri kendi politik duruşlarına karşı çıkabilecek bir kişiyi seçmeyeceklerine göre partili HSYK dönemine de geçmiş olacağız. Sonuç olarak bu düzenleme doğrudan Cumhurbaşkanı’na, yani tek adama bağlı, partili bir HSYK oluşumunun önünü açacaktır. Bundan böyle Cumhurbaşkanı’nın talimat ve himayesinde çalışacak olan HSYK, elbet onun istediklerine hayır demeyecektir. Seçimler 2019’da yenileneceğine göre en büyük tehlike ve risk ise seçim hâkimlerine ilişkin HSYK’nin iktidar yanlı tasarrufta bulunmasıdır, umarım böyle bir şey olmaz.”
Mustafa Karadağ, Türkiye’nin mevcut anayasa değişikliği referandumu ile çok tehlikeli mecralara sürüklendiğini belirterek, “Bir an önce bu denetimsiz, sınırı olmayan tek adam yönetimi rejimine geçme isteğinden vazgeçilmelidir. Yargı yok, yasama yok, sadece tek adam var ve propaganda ve çalışmalar da bir rejimin iyilik ve kötülüğünün tartışılması üzerinden değil, bir kişi işaret edilerek yapılıyor. Hakkımızda hayırlısı olsun” diye konuştu.

Yetkisiz Meclis

Yetkileri tek elde toplayan partili Cumhurbaşkanı, çıkaracağı kararnameler ile TBMM’ye hesap vermeden ülkeyi yönetecek.
 
Türkiye’yi Cumhurbaşkanlığı sistemine götürecek olan anayasa paketi ile yetkileri tırpanlanan TBMM, “yürütmenin başı” olacak Saray’ın icraatlarını “denetleyemeyecek” hale getirildi. Paketle, Meclis’in “Bakanlar ve Bakanlar Kurulu’nu denetleme”, haklarında “gensoru” verme yetkileri kaldırıldı.

Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar hakkında Meclis soruşturulması açılmasının şartları ise zorlaştırıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Meclis seçimleri de aynı günde yapılacak. Böylece Meclis’in Saray’ın iradesi dışında oluşmasının önüne geçildi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, paketin bu maddelerini, “Amaç tek adam rejimi kurmak. TBMM’nin tasfiyesi mantığına göre hazırlanmış.

Etkisiz, yetkisiz Meclis yaratılarak fiilen Meclis tasfiye ediliyor” dedi. Anayasa değişikliği paketinin 2, 3, 4, 5 ve 6. maddeleri ile; halkın iradesinin yansıdığı TBMM’ye Saray ayarı verildi. Anayasa paketinin 2. maddesi ile 550 olan milletvekili sayısı 600’e çıkarıldı. 3. maddeyle de milletvekili seçilme yaşı, 25’ten 18’e indirildi. Yani henüz askerliğini yapmamış, üniversite okumamış 18 yaşındaki gençler, artık vekil olarak Meclis’e girebilecek. Bunun uygulamada ne kadar gerçekleşeceği, soru işaretlerine neden oldu. Paketin 3. maddesiyle de anayasanın 77. maddesinde değişiklik yapıldı. Buna göre “TBMM’nin seçim dönemi” başlıklı madde, “TBMM ve Cumhurbaşkanının seçim dönemi” olarak değiştirildi. Değişiklikle, artık Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin beş yılda bir “aynı günde” yapılması öngörüldü. Yürütmenin başına geçecek ve partili sıfatını kazanacak olan Cumhurbaşkanı adayı, partisinin milletvekili aday listelerini tek başına belirleyecek. Seçimlerde Cumhurbaşkanını seçen halk, Meclis’te de onun partisini çoğunluğa taşıyacak. Böylece Meclis çoğunluğu, yetkileri tel elde toplayan Cumhurbaşkanının iradesine göre oluşacak. Bunun sonucu olarak Meclis’in Cumhurbaşkanı’nın aleyhinde yasa çıkarması, karar almasının önüne geçilecek. 4 yılda bir yapılması gereken seçimler, 5 yılda bir yapılacak. Anayasa paketinin 5. ve 6. maddeleriyle ise Meclis’in yürütmeyi denetleme yetkileri büyük oranda kısıtlandı. Anayasanın 87. maddesinde düzenlenen “TBMM’nin görev ve yetkileri” arasındaki “Bakanlar Kurulu’nu ve bakanları denetlemek; Bakanlar Kurulu’na belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek” bölümleri anayasa metninden çıkarıldı.

Anayasadaki geçen “Bakanlar Kurulu” ibareleri, “Cumhurbaşkanı” ifadesiyle değiştirildi. Bakanlar Kurulu’nun yetkilerinin önemli bölümü, tek başına Cumhurbaşkanı’na verilmiş oldu. TBMM’nin, Cumhurbaşkanını denetleme yetkisi de kaldırılmış oldu. Artık Meclis, Bakanlar Kurulu’na yani Cumhurbaşkanına kararname çıkarma yetkisi veremeyecek. Paketle Cumhurbaşkanı, bu yetkiye doğrudan sahip oldu. Meclis, çıkarılan kararnameleri de denetleyemeyecek, buna sınır çizemeyecek. Sadece bu kararnamelere karşı iktidar ve anamuhalefetin Anayasa Mahkemesi’nde dava açma hakkı bulunuyor. Cumhurbaşkanı, kararnamelerle ülkeyi istediği gibi yönetecek.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bilgi edinme ve denetim yolları” başlıklı 98. maddede benzer ayıklamalar yapıldı. Bakanlar hakkında “gensoru” verme yetkisi kaldrıldı. Gensoru olmadığı için, muhalefetin Bakanlar Kurulu’nu veya bir bakanı düşürme imkânı da ortadan kalktı. Soru önergeleri artık bakanların yanı sıra Cumhurbaşkanı yardımcılarına da sorulabilecek. Yazılı soru, en geç 15 gün içinde yanıtlanacak. 98. maddede Meclis’in, soru önergesinin yanı sıra Meclis araştırması, soruşturması gibi sınırlı yetkileri kaldı. Meclis araştırması, belli bir konuda bilgi edinmek için yapılan incelemeden ibaret olacak.

Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında Meclis soruşturması açılabilecek. Ancak, mevcut sisteme göre soruşturma açılma şartları zorlaştırıldı. Mevcut sistemde bir bakan için Meclis soruşturulması açılması talebi TBMM üye tamsayısının en az onda birinin (110) vereceği önerge ile oluyor. Anayasa değişikliği ile bakan veya Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılması ise, Meclis salt çoğunluğunun oyuna, yani 301 vekil şartına bağlandı. Yürürlükte olan anayasada, bakanları Yüce Divan’a göndermek için üye tam sayısının salt çoğunluğu, yani 276 oya ihtiyaç var. Pakette ise soruşturma açılması kararı (üye tam sayısının 5’te 3’ü) 360 oyla çıkacak. Anayasa değişikliğinde bir bakanı veya Cumhurbaşkanı yardımcısını Yüce Divan’a gönderme kararı için ancak 400 vekilin oyu gerekli.

'Etkisiz Meclis yaratılıyor’
CHP’de Hukuk ve Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Aydın Milletvekili Bülent Tezcan, Meclis’in yetkilerini yeniden düzenleyen maddeleri değerlendirdi. Seçilme yaşının 18’e indirilmesi konusunda “Gençlerin seçme ve seçilme hakkında prensipte itiraz etmeyiz” diyen Tezcan, buradaki temel problemin, paketin “parlamentoyu işsevsiz hale getirmesi” olduğunu kaydetti. Söz konusu düzenlemelerin Meclis’i Cumhurbaşkanının emrine soktuğunu kaydeden Tezcan, “Etkisiz, yetkisiz bir Meclis yaratılırken, vekil yaşını düşürülmesinin bir anlamı yok. Bu tuzak bir madde” dedi.

‘600 vekil ne iş yapacak’
Vekil sayısının 600’e çıkarılmasını da eleştiren Bülent Tezcan, “Yetkisiz bir Meclis yaratırken, bir de sayıyı niye arttırıyorsunuz” diye sordu. Yeni gelen 50 vekilin sadece 5 yıl için devlete getireceği ek yükün en az 187 milyon TL olduğuna dikkat çeken Tezcan, “Bu para da vatandaşın cebinden çıkacak. Bu belli ki bir milletvekili pazarlığının pakete yansımasıdır. Muhtemelen MHP ile yapılan pazarlıktır” değerlendirmesinde bulundu. 18 yaş ve 660 vekil maddelerini paketin “cilası” olarak nitelendiren Tezcan, diğer maddelerde ise Meclis’i etkisizleştiren, doğrudan yürütmenin emrine sokan düzenleme ile karşı karşıya olduklarının altını çizdi. Tezcan, “Zaten, paketin tümü tek bir hedefe yönelmiş, tek adam rejimi kurmak. Hem yargıyı, hem yasamayı, hem de yürütmeyi tek bir kişinin elinde toplamayı hedefleyen bir paket. dolayısıyla 4 ve 6. maddeler TBMM’nin tasfiyesi mantığına göre hazırlanmış. Fiilen Meclis tasfiye ediliyor” diye konuştu.

‘ABD’de sistem farklı’
Tezcan, gerçek anlamda demokratik başkanlık sisteminde, örneğin ABD’de tam kuvvetler ayrılığı olduğunu kaydetti. Meclis’in tamamen yürütmeden bağımsız olduğunu, başkanın kontrolünde olmayacak şekilde dizayn edildiğini anımsatan Tezcan, “Burada 4. maddede getirilen birlikte seçim ise, işin başında Meclis’i başkanın emrine nasıl sokarız diye planlanmış, bunun için de aynı anda seçim yapması hükmü getirilmiştir” dedi.
Seçim birlikte yapıldığı zaman başkan, hangi partiden ise Meclis’in de o partinin çoğunluğu tarafından şekilleneceğine dikkat çeken CHP Genel Başkan Yardımcısı Tezcan, şunları kaydetti: “Ülke yönetimi için bu bir diktatörlük rejimi yaratır. Amerika’da başkanlık seçimi ile Senato Temsilciler meclisi seçimleri ayrı tarihlerde yapılıyor. Bunun sebebi, başkanı seçen irade ile Meclis’i seçen iradenin farklı tecelli etmesini istemeleridir. Yani başkanı denetleyecek bir meclis oluşturulmasıdır. İkincisi halk başkanı seçtikten sonra eğer onun uygulamalarından hoşnut değilse bunu sandıkta başkana uyarı olarak göstermesidir sandıkta. Birlikte seçim aynı zamanda partili cumhurbaşkanı modeli ile birleştiğinde tam anlamıyla başkanın parlamentoda hâkim olmasını sağlayacak bir sistem kurgulandığığını gösterir. Çünkü bizde disiplinli parti sistemi vardır. Partinin genel başkanı aynı zamanda vekil listelerini düzenler. Bu demektir ki başkanın, partisi Meclis çoğunluğunu da sağlayacak partidir. Bu daha işin başında denetleyebilme ve ayrı hareket etme hareketinden kabiliyetinden sakat bir Meclis yaratma planıdır.”

Anayasa paketi ile TBMM’nin denetim yollarını düzenleyen gensoru ve güven oylamasının kaldırıldığını belirten Tezcan, teklif sahipleri bunun gerekçesini başkanlık sistemine bağladıklarını, ancak başkanlık sistemlerinde başka denetim yolları olduğunu kaydetti. Örneğin Amerika’da bakanların, önce senatonun komitelerinde sorgulandığını, orada sınıfı geçerse senatonun atamasını onayladığını anlatan Tezcan, şöyle devam etti: “Senatonun onaylamadığı bakanlar görev yapamaz. Bu güven oyunun başkanlık sistemindeki yöntemidir. Bu sistemde bu da getirilmemiş. Bu fiilen Meclis’in denetim görevinin ortadan kaldırılmasıdır. Bakanlar sadece Cumhurbaşkanına karşı sorumlu. Yasamanın yürütmeyi hiçbir şekilde denetleyebilme olanağı yoktur bu sistemde.”

MECLİS’İN YASAMA TEKELİ KALKIYOR
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, aynı zamanda sistemin Meclis’in yasama tekelini de ortadan kaldırdığını ifade etti. Halk egemenliğin belirgin özelliğinin yasama tekelinin mecliste olması olduğuna vurgu yapan Tezcan, şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu sistemde Cumhurbaşkanı kararname çıkararak Meclis’in yasama alanına ortak olacak ve her türlü düzenleme çıkarabilecek. Eğer Meclis bir konuda kanun çıkarmasını istemiyorsa onu bloke etme yetkisi de verilmiştir. Başkan bir kanunu veto ederse meclis salt çoğunlukla yani yasayı, 301 ile çıkaracak. Yani kanun çıkarmak zorlaştırılmış. Başkan istemediği kanunları engelleyecek, kanun hükmünde kararname çıkaracak. Hele de partili başkanlık ve birlikte seçimle meclis çoğunluğu yapacak. Başkanın istemediği yasa çıkmayacak.

Anayasa değişikliği neler getiriyor: OHAL bitse de yetkileri kalıcı

Referandumda ‘evet’ çıkarsa Bakanlar Kurulu’nun tüm yetkilerini elinde toplayacak Cumhurbaşkanı, aynı anda ‘parti genel başkanı’, ‘yürütmenin başı’, ‘devlet başkanı’ ve ‘başkomutan’ sıfatlarını kullanacak.
 
16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketi ile Cumhurbaşkanı olağanüstü yetkilere sahip olacak. “Tarafsızlığı”na son verilen Cumhurbaşkanı; aynı anda “parti genel başkanı”, “yürütmenin başı”, “devlet başkanı” ve “başkomutan” sıfatlarını kullanacak. Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda istediği gibi Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak, ülkeyi tek başına yönetecek. Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu vasıtasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetleyebilecek. Tüm bunlara karşılık Cumhurbaşkanı denetlenemez olacak. Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, tek başına Cumhurbaşkanı’na bu kadar yetki verilmesiyle kişisel anlamda, “diktatörlüğe açık bir sistem” kurulduğunu belirterek, “yarı diktatörlüğe bağlı sistemin temelleri atılmış oluyor” uyarısında bulundu.
16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketinin 7. ve 8. maddeleri Cumhurbaşkanı’nı ülke yönetiminde “tek adam” haline getirecek nitelikte. 7. madde ile Cumhurbaşkanı’nın “Nitelikleri ve tarafsızlığı” başlıklı 101. maddesinin başlığı, “Adaylık ve seçimi” şeklinde değiştirildi. Başlıktaki, Cumhurbaşkanı’nın “tarafsızlığı” vurgusu kaldırıldı. Bu maddedeki, “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü, anayasadan çıkarıldı. Düzenleme, 16 Nisan’da kabul edildiği anda yürürlüğe girecek ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, hemen isterse AKP üyeliğine ve ilk kongrede de AKP Genel Başkanlığı’na dönebilecek.

Yeni seçilme şartları
Maddeye göre Cumhurbaşkanı, 40 yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından, doğrudan halk tarafından seçilecek. Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıl olacak. Bir kişi en fazla iki kez cumhurbaşkanı seçilebilecek. Teklifle, mevcut anayasadaki cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesinde 20 milletvekilinin yazılı teklifini arayan hüküm de kaldırılıyor. Ayrıca en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde 10’u geçen siyasi partilerin ortak aday gösterebilmesi hükmü de değiştiriliyor. Cumhurbaşkanlığına, siyasi parti grupları, en son yapılan genel seçimlerde toplam geçerli oyların tek başına veya birlikte en az yüzde 5’ini alan partiler ile en az 100 bin seçmen aday gösterebilecek.

Olağanüstü yetkiler
Paketin 8. maddeyle anayasanın 104. maddesinde düzenlenen Cumhurbaşkanı’nın “görev ve yetkileri” değiştirilerek, Saray olağanüstü yetkilerle donatıldı. Erdoğan’ı “tek adam” yapacağı eleştirilerinin büyük bölümü de bu maddeye dayandı. Değişiklikle, “devletin başı” olan cumhurbaşkanına, “devlet başkanı” sıfatı getirildi. Ayrıca cumhurbaşkanına, “yürütme yetkisi” de verildi.

Anayasa değişikliğine göre TBMM ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri aynı günde yapılacak. “Partili” olacak aday, Cumhurbaşkanı seçimlerini kazanıp, TBMM seçimlerinde çoğunluğu elde edemezse ironik bir durum ortaya çıkacak. Cumhurbaşkanı’nın partisi, Meclis’te resmen “muhalefet lideri” konumuna düşecek. Muhalefet lideri olacak Cumhurbaşkanı’nın yürütme görevini nasıl yerine getireceği soru işaretine neden oldu. Bu durumda Meclis’te çoğunluğu elde eden parti ile Cumhurbaşkanı arasında kriz yaşanacak. Meclis, Cumhurbaşkanı kararnamelerini kanun çıkararak, etkisiz hale getirebilecek. Cumhurbaşkanı ise, kendini bu durumdan kurtarmak için erken seçim kararı alıp TBMM ile birlikte kendisini seçime götürebilecek.

Tek başına kabine
104. maddede belirtilen “anayasadaki diğer görev ve yetkileri kullanır” hükmünün ayrıntısı ise paketin 16. maddesinde yer aldı. Anayasada Bakanlar Kurulu’nu düzenleyen maddeler yürürlükten kaldırıldı. Bakanlar Kurulu ve Başbakan’a verilen yetkiler, doğrudan Cumhurbaşkanı’na devredildi.

Ucube bir sistem
Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, yürütme ile ilgili tüm görevlerin Cumhurbaşkanı’na devrilmesini eleştirirken, Bakanlar Kurulu’nun kaldırıldığını anımsattı. Kabine üyelerinin siyasi sorumluluğu olmayan, Cumhurbaşkanı’nın sekreteri haline getirildiğini aktaran Şener, “Bir sekretarya ile devleti idare eden Cumhurbaşkanı ortaya çıkıyor. Tüm yetkiler, tek başına Cumhurbaşkanı tarafından yerine getiriliyor. Tüm devlet örgütünü, üst bürokratları tek başına atıyor. Başkanlık sisteminde bile bunun sınırları vardır. ABD’de bazı atamalar Senato’nun onayına bağlıdır. Bu yüzden, getirilen sistem ucube bir sistemdir” görüşünü kaydetti.

Yarı diktatörlük
Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda partili olduğuna işaret eden Şener, “Bir partinin başkanı nasıl devleti temsil eder? Adeta ortaya tek bir kişi ihdas edilmiştir. Burada mutlak anlamda söylemesek de kişisel anlamda, diktatürlüğe açık bir sistem kuruluyor. Yarı diktatörlüğe bağlı sistemin temelleri atılmış oluyor. Bunun iyi görülmesi gerekiyor” dedi.

Erdoğan'a 15 yıllık saltanat imkanı

Cumhurbaşkanı ikinci döneminde seçimlerin yenilenmesine karar verirse bir defa daha aday olarak 5 yıl daha görev yapabilecek.

 Türkiye’de rejim değişikliği endişesi yaratan anayasa paketinde yer alan bir düzenleme, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a 2034 yılına kadar Saray’da oturma imkânı verdi. Anayasa değişikliğine göre 5+5 yıl olmak üzere iki defa seçilme hakkı bulunan partili cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilecek. Bu durumda cumhurbaşkanının görev süresi yaklaşık 5 yıl daha uzayacak. Bu sistem 2019’da yürürlüğe girecek. İki dönem cumhurbaşkanı seçildikten sonra Meclis tarafından seçim kararı alınırsa Erdoğan, toplam 15 yıla kadar, yani 2034’e kadar cumhurbaşkanlığı yapabilecek.

Anayasa paketi ile olağanüstü yetkiler verilen Cumhurbaşkanı’nın yargılanması şartları değiştirildi. Mevcut anayasanın 105. maddesine göre, Cumhurbaşkanı vatana ihanet dışında yargılanamıyor. Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, TBMM üye tamsayısının en az üçte birinin (184) teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün (413 oy) vereceği kararla suçlanıyor. Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanet dışındaki suçlardan yargılanmasının da önü açıldı. Ancak bu konuda TBMM tarafından soruşturma açılması istenmesi için, üye tam sayısının salt çoğunluğu yani, 301 vekilin oyu gerekecek. Meclis, önergeyi en geç bir ay içinde görüşecek ve üye tamsayısının beşte üçünün (360 oy) gizli oyuyla soruşturma açılmasına karar verebilecek.
Siyasi partilerden gösterilen adaylar arasından her siyasi parti için ayrı ayrı ad çekme yoluyla 15 kişilik komisyon kurulacak. Bu komisyon cumhurbaşkanı hakkındaki soruşturmayı yürütecek. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu 2 ay içinde Meclis Başkanlığı’na sunacak. Soruşturmanın bu sürede bitirilememesi halinde, komisyona bir aylık yeni süre verilecek. Komisyonun raporu, daha sonra Genel Kurul’da görüşülecek. Cumhurbaşkanını Yüce Divan’a sevk etmek için ise TBMM üyesi tam sayısının üçte ikisinin, yani 400 vekilin oyu gerecek. Cumhurbaşkanının Yüce Divan yargılaması 3 ay içinde tamamlanacak. Bu sürede tamamlanamazsa bir defaya mahsus olmak üzere üç aylık ek süre verilecek. Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen cumhurbaşkanı, seçim kararı alamayacak. Yüce Divan’da seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen cumhurbaşkanının görevi sona erecek.

Seçim kararı
Paketin 11. maddesi ile anayasanın 116’ıncı maddesi, “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi” başlığı altında düzenlendi. Buna göre TBMM, üye tamsayısının beşte üç (360) çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilecek. Bu durumda, TBMM genel seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılacak. Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde de TBMM seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılacak.
Söz konusu maddeye göre cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilecek. Bu durum da 5+5 yıl şeklinde iki defa görev yapacak Cumhurbaşkanı’nın +5 yıl daha Saray’da kalmasını sağlayacak.

Meclis Başkanı hükümsüz kalacak
Cumhurbaşkanının hastalık ve yurtdışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması hallerinde, cumhurbaşkanı yardımcısı cumhurbaşkanına vekâlet edecek ve cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından cumhurbaşkanı tarafından atanacak ve görevden alınacak.
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, milletvekilleri gibi TBMM önünde and içecek. Vekiller, cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakan olarak atanırlarsa üyelikleri sona erecek. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla yargılanmaları, cumhurbaşkanı gibi olacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, görevleriyle ilgili olmayan suçlarda yasama dokunulmazlığına ilişkin hükümlerden yararlanacak.
10. maddede, “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulmasının cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği” hükmü de yer aldı.

Alican Uludağ / CUMHURİYET


 

Geçiş mi, bitiş mi? - İZZETTİN ÖNDER

İçinden geçtiğimiz hazin günlerin “geçiş” i mi, yoksa “bitiş” i mi ifade ediyor, doğrusu meçhul. Bugünlerde sıkça kullanılan ifade ile, freni patlamış bir ağır vasıtanın yokuş aşağı hızla inmesine benzer bir politik ortamda kestiremediğimiz konu şu ki, acaba iniş bitti de çıkışa geçeme zamanı geldi mi, yoksa hâlâ iniş devam ediyor mu? Siyasi erkin “kötü polis – iyi polis” güdülemesi ile iradi olarak uyguladığı politikanın gidişatı, şimdilik her geçtiğimiz kâbus tünelinin bir diğerine geçiş olduğu şeklinde olduğu anlaşılıyor. Böyle düşünmemin ana nedeni son iki seçim arasında uygulanan politikanın semeresinin(!) alınması ve bu bilginin öğrenilmiş yöntem olarak siyasi arenada içselleştirilmesidir. Sürecin bu şekilde gelişeceğinin en son kanıtını da Taksim’de uzun süredir yapılması planlanan cami inşaatının referandum tarihinin açıklanması ile aynı günde başlatılmış olmasıdır.

Öğrenilmiş sürecin, tedhiş ile tabanı tahkim etme mantığına dayandığı bilinmektedir. Batı literatüründe bu yaklaşım bir tür popülizm olarak tanımlanır. Ünlü Princeton üniversitesi profesörlerinden Jan Werner Müller’in, örnek olarak Türkiye’den de figürlerin kullanıldığı, Popülizm Nedir başlıklı kitabında tedhiş ve politik baskılamanın nasıl popülizme dönüştürülerek tabanın yönetildiği anlatılmaktadır. Ona göre, herhangi bir nedenle toplumsal oylamaya gidileceği dönemler öncesinde uygulanan şiddet politikası toplumu korku ve telaşa sürükleyerek, toplumun bir kesiminin bu politikayı uygulayan politikacının yanında toplanmasına yol açabilmektedir. Emperyalizmin gölgesinde seyreden ve onun direktifleri ile şekillenen bir ülkede başat emperyalist ülke psikologlarının ve/veya sosyologlarının teorik kurallarının başarı ile uygulanması hiç de rastlantısal olarak görülemez. CIA başkanının ülkemizi ziyaretinde sol cephe dostlarımızın protestoları bu bakımdan anlamlı ve manidardır.

Günümüzde yaşadığımız tedhiş olayının en vahimi hiç kuşku yok ki, akademiye yapılan saldırıdır. Hukuki bir temele dayandırılmayan ve makul gerekçe ile savunulamaz bu saldırının tek açıklaması, Jan Werner Müller’in bilimsel açıklamasına uygun şekilde sahnelenmiş olan referandum öncesi şiddet ve tedhiş olabilir. Netice alabilmek amacıyla tedhiş o boyutlara vardırılabilir ki, sonuçların “hayır” çıkması durumunda da, yinelenen son seçime giderken yaşanan acılara benzeyen senaryoların sahnelenebileceği dahi düşünülebilir. Çünkü popülizm, çoğunlukla düşünüldüğü gibi, ne bir uçta halk dalkavukluğudur, ne de diğer uçta halk kesimi ile siyasi kadro arasında kurulmuş uygun yönetişim yoluyla güçlendirilmiş demokrasidir. Müller anlatımı ve zamanımıza uyan popülizm despotizme oldukça yakın bir siyasi manevradır.

Barış imzacısı akademisyenlerin ceste ceste akademiden ihracı, genel görüntüsü ile anlık olduğu kadar, ileriye yönelik olası etkisiyle de Türkiye’nin tedricen cehalet batağına gömülmesidir. Bir zamanların yükseköğretim mekânı olan Almanya, 1933 yılında çıkarılan yasa ile üniversitelerinin çökertilmesi sonucunda, aradan elli yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ kendisini tam olarak toparlayamadı. Alman hükümeti nitelikli yükseköğretim kurumları oluşturabilmek amacı ile bazı kurumlara 2006 yılından itibaren özel mali destek sağlamış olmasına rağmen, kurumların ayağa kalkışı çok cılız gelişmektedir. Türkiye’de akademi, Hitler’den kaçan Alman profesörlerin de çok büyük desteği ile lisans düzeyinde oldukça olumlu seviyeye gelmiş ve daha ileri aşamalara yönelme hamlesinde iken, bu kez de Barış İmzacıları bahanesi ile tırpanlanmış ve hâlâ da tırpanlanmaktadır. Türkiye ne zaman bir hamle yapsa kıskananların ayağımıza çelme taktığı savını ileri sürenler, bir an olsun hiç düşünmez mi ki, bu kez kim ya da kimler ülkemizin yılların birikimi olan bilim ve sanat gibi ana damarlarını keserek ayağına çelme takmakta ve ülkeyi telafisi fevkalade zor geriliğe itmektedir?

Emperyalist güç yöneteceği ülkede aklı çalışan, düşünen akademist ve ülkesinin aleyhinde gelişen konu ve politikalara itiraz edebilen halk kesimi değil, siyaset patronuna biat ve itaat eden insan yığını ister. Her ülkede siyaset akademi ile çatışmalıdır, ancak Türkiye’de günümüzde genelde eğitime özelde de akademiye vurulan darbenin, kapitalizmin küresel çöküşü ve Ortadoğu politikaları bağlamında özel bir önemi vardır. İzlenen politikalarla yaşanan yoğun beyin göçü tabiatıyla göç edenler üzerinde derin tahribat yaratmakla beraber, asıl etki, maalesef, uzun dönemde ülkede akademik yaşamın, dolayısıyla ülkenin geleceği üzerinde yapacağı tahribattır.

Akademinin uğradığı saldırının en acı tarafı da, bizzat akademinin yandaş cenahının bu saldırı da hem kurmay hem de kumanda mevkiinde yer alıyor olmasıdır. Cahil kesimden gelen tahribat bir nedene bağlanabilir ve hatta anlaşılabilir de, akademisyen diye makamlar işgal eden insancıklardan gelen tahribat anlaşılamaz ve bu vicdansız davranışı ülke halkı affetmeyecek ve yıllar boyunca unutmayacaktır. Akademiye saldırı listelerinde söz ve yetki sahibi olan mevki ve makam sahibi akademisyen görüntülü mahlûklar salt ülkenin değil, bizzat kendi geleceklerini karartmışlardır. Başta YÖK yöneticileri olmak üzere, üniversitelerdeki makam sahiplerinin ülke ve bilim adına hiç mi vicdanları sızlamaz ki, bir araya gelip siyasi erke durumu anlatıp, makul bir sonuca ulaşmayı düşünmeden emir-kumanda zincirine tabi oldular. Çok yazık! Son kıyım üzerine, listeleri kimlerin yaptığı konusunda suçu birbiri üzerine atan, başta YÖK yöneticileri olmak üzere tüm camia mensupları yarın halkın karşısına nasıl çıkacak? Denebilir ki, yarını düşünecek kadar basiret ve fazilet sahibi olanlar, zaten bugün bu işlere girişmezdi!

Eğitim bir ülkenin varlığıdır. Neron’un Roma’yı yakması maddi hasar oluşturdu, telafisi kısa sürede oldu ve olay unutuldu. Ancak 1933 yasası ile Almanya’da akademinin çökertilmesi böyle bir şey değildi; ne unutuldu, ne de telafi edilebildi. Hitler’e bazı filozoflar, akademisyenler, hatta sanatçılar da biat etti. Sonuçta, hepsi birden tarihin derinliklerine göçtü ve bugün de nefret ve insanlık dışı suç işlemiş olarak lanetle unutulmaya çalışılıyorlar. Tarihin insanlığa en büyük hizmeti, zaman içinde biriktirerek taşıdığı olumlu ve olumsuz büyük zenginliği insanlığın hizmetine sunmasıdır. Defalarca yazdığım gibi, bir kez daha zikretmeme lütfen izin veriniz; eğitim profesörü Apple’ın veciz ifadesi ile, cahil olan cehaletini idrak edemez. Toplum vüsatında giderek yaygınlaşan cehalet idraksizliği de beraberinde taşır. Buna rağmen umalım ki, süreç bitmiş olsun!


İzzettin Önder / SOL

1978, Cengiz Türüdü ve bugün biz - OSMAN ÇUTSAY

Artık geriye dönüp bakabiliriz. Ceset soğudu ve hatta çoktan toprak oldu: 12 Eylül’den nasıl bir insan tipi miras kaldı? Bu sorunun pek bir yanıtı yok. Zaten soran da yok.

Belki de iki tip kaldı: Biri Haziran İsyanı’nı, biri de AKP’nin şu ya da bu biçimde havasına uyan kitleyi temsil ediyor. Gerçekten de iki ana öbek olarak böyle bir “cepheleme” düşünülebilir.
Burada mesele şu: 12 Eylül’de yerle bir edilen devrimci genç kuşak, kabaca 1954-1962 doğumlular diyelim, bir yenilginin konusu ve kahramanıdır. Tamam. Tamam da, bu yenik kuşağa takılı kalmak gerekiyor mu? Yoksa 1938-1947 doğumlular mı büyük yükselişin ve düşüşün asılı kahramanlarıdır?
Galiba ışığı bugünkü birikimimizin ışığında 1940’lar ve 1950’lerde yetişen insanların, cumhuriyetin ilk kuşakları, yani cumhuriyet rejimine 1920’lerde doğanlar üzerine tutmak gerekecektir. Özellikle de öğretmenlerin üzerine...

Böyle bir kuşak ve etkinlik biçimleri üzerinde durulduğu söylenemez; yeterince işlendikleri hiç söylenemez. 12 Mart’ın hedefi “47’iler” (Füruzan) o kadar romanesk, asıl büyük darbeyi alan “57’liler” (yani 1954-1962 doğumlular) o kadar somut ve gerçektiler ki, geriye bakma ihtiyacı duyulmadı. Oysa 47’liler ve 57’lilerden hareketle geriye bakmak, cumhuriyetle doğanları irdelemek yeni kapılar açabilirdi. Babalardan oğullara değil, oğullar ve kızlardan anne ve babalara gitmek zorundaydık...


Cengiz Türüdü’nün öyküsü, öykümüz, biraz da bu yolun ucudur.
Bunu özellikle Orhan Gökdemir’in önceki yıl yayımlanan kitabı “Fena Çocuklar Zamanı”ndaki Cengiz bölümünden (“Cengiz Unutmaz!”) sonra söylemek kolay. Cengiz’in aklı ve öfkesinin uzun bir süredir Türk liberal bayağılığının kalesinde esir olduğunu düşünme hakkımız var. Buna ileride döneriz.

Gelmek istediğim yer başka.
Aklımda kalan bir sahne.
Hep o sahne: Cengiz’le ben, Ankara SBF’nin Büyük Amfi’ye açılan koridorundayız. Dergilerimizi satıyoruz ya... 1978 yılı olmalı. Belki de 1979’dur. Geçmiş zaman, 19-20 yaşlarında iki çocuğuz aslında. Çevremizde toplanan gencecik devrimcilerin veya sempatizan öğrencilerin ortasında iki şeyin kıyasıya kavgasını veriyoruz. Türkiye’de bir iç sömürge olup olmadığı ve burjuva devriminin yaşanıp yaşanmadığını tartışıyoruz... Cengiz, ülkenin doğusunda bir sömürge bulunduğunu ileri süren tezlere yakın, ben Türkiye’nin bir bütün olarak emperyalizmin yeni sömürgesi olduğunu, kurtuluşun sosyalist devrimle geleceğini söylüyorum. Israrla bir Türk-Kürt ortaklığıyla ve sosyalizmle bu bataklıktan çıkabileceğimizi savunuyorum. Cengiz’in buna bir itirazı yok aslında, “KSD”den dökülenler pek aklına yatmıyor da olabilir, ama yine de burjuva devrimi tamamlanmadığı için sosyalizme geçişin, sosyalist devrimin hemen mümkün olamayacağını düşünüyor. Bense sosyalizm dışındaki tüm arayışların sağcı olduğunu iddia ediyorum.

Çocuğuz ya, o zamanlar “belki, bir umut” diye baktığımız Behice Boran’ın çoktan sosyalist devrimden yüz geri ettiğini ve 1970’lerdeki “ilerlemeci” tezler rüzgârıyla “demokrasi cephesine” kapıları açtığını, Yalçın Küçük ve genç arkadaşlarının bulunduğu bir grubu partisinden atmayı siyaset sandığını falan fark edecek durumda değiliz. Nereden bileceğiz ki? Sokaklarda devrim rüzgârı egemen. Cengiz’in de “KSD”de neler olduğunu düşünecek, hesapları ciddiye alacak zamanı yok. Deli gibi okuyoruz. Ülkeyi kurtaracağız. Olumlu anlamında safız.

Sonuçta, iki çocuğuz. Oysa bu iki çocuk çok daha önce başlamış bir kavganın ara sonuçlarıydı. Öncelerine baktığımızda, ama geçmişten bugüne doğru değil, bugünden geçmişe baktığımızda, Georg Lukács’ı tersinden okuyarak söylersek, geçmişin üzerindeki örtüyü kaldırmak için önce bugünün üzerindeki örtüyü kaldırma hırsıyla hareket edersek, neler görürüz acaba? Nietzsche de, bir yerde “sadece şimdiki zamanın en yüksek gücüyle geçmiş olanları anlamlandırabileceğimizi” yazar.
Ne olursa olsun, Cengiz’den ve onunla 1978 veya 1979 yılında fikir çarpıştıran bu satırların yazarından (“57’liler”) daha önemli olan, bir önceki kuşak ve onların 1920’lerde doğan babalarıydı. Cengiz’in öğretmen babasıydı (Hasan Türüdü) yani. O devrimci demokrat kuşağa bakılmalıydı. Bu insanlar Türkiye’nin bir “Kutsal İsyan”ın çocuğu olduğunu düşünen, antiemperyalizmden vazgeçmeyen, kuzeydeki sosyalist deneyime düşmanlığa da pek yüz vermeyen bir kuşaktı. Artık son çocukları da aramızdan ayrılan Köy Enstitüleri kuşağı... “Memleket gerçekçilerinin” köy romanlarıyla varoluşçuluğun harman olduğu ve birlikte Türk edebiyatını ayağa kaldırdığı, Türkçenin ve cumhuriyet düşüncesinin, sadece gerçekçiler üzerinden değil, büyük ölçüde kaçak solcuların (“tatlısu solcularının”) dil becerileriyle de ve İkinci Yeni üzerinden kanatlandığı bir dönem. Sosyalizm düşüncesinin ilk cüretli kaynakları...

Böyle bir dönemin, genç cumhuriyet kuşağının, antikomünizm Türkiye’de her deliğe sızdırılır, Türk burjuvazisi elinde satır her ileri adımı boğazlamaya hazır bir kasap halinde beklerken, böyle bir dönemde yetişen devrimci kuşağın, sonrakilerden çok daha önemli olduğunu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz. Bir denklemi bozmak istiyorsak, bazı ayakları reddetmek zorundayız. Hiç değilse bir süre için...

Hatta yorulmak bilmeyen Yalçın Küçük ve Korkut Boratav Hocalarımıza, onların “entelektüel şiddetine” bakarak, çok daha rahat söyleyebiliriz:  Cengiz’in öyküsünü, böyle bakabilenler anlatacaktır. Ömrü “sosyalist ve şair” olduğu için “Belge’li Birikim Gericiliği”nin kanatları altında oligarşiden özür dilemekle geçmiş bir şair ve yazarın, hadi adını da verelim, Sezai Sarıoğlu’nun özürnamesi (“Nar Taneleri-Gayriresmi Portreler”) değil, Orhan Gökdemir’in devrim kokan ve özür dilemeyi reddeden dik başlı satırlarından hareketle Cengiz’e ve geldiği yere bakarsak, bugünden yarına büyük bir sıçrama gerçekleştirebiliriz. Peki...
O zaman, şimdi Notabene Yayınları’ndan çıktığı duyurulan “İnziva Diyalogları”nı okuma zamanıdır. 1978’den beri tartıştığımız, pırıl pırıl bir kardeşimizle bulunduğumuz yerleri haritada yeniden görebilmek için.


Sosyalist devrimin şafağında böyle “konum atmalar” özellikle önemlidir. Bu ifade, devrimin güncelliğini bir türlü kabullenememiş solcular için abartı sayılabilir. Devam etsinler...
Bakalım, “Belge’li Birikim Gericiliği” daha nerelere sızabiliyor veya artık sızamıyor...
Kahraman ve tepeden tırnağa yürek ve beyin bir devrimci kardeşimizin, Cengiz’in her söylediği, bizim de bir parçamızdır. Neredeyiz, bakacağız. Nereye gidiyoruz, göreceğiz.
Anlaşılan, bu meseleye yeniden döneceğiz.

Osman Çutsay /SOL

İrfanlı yiğitlere uğurlar olsun! - TAYFUN ATAY





Kanal D, İrfan Değirmenci kardeşimizin işine son verdi. Sebep, referandumda “Hayır” diyeceğini sosyal medya hesabından açıklaması...

Doğan Yayın Holding bünyesindeki Posta gazetesinde politika yazıları kaleme alıp yazı işlerinde görev yapan Hakan Çelenk’in işine de son verildi. Onun da bir programda anayasa değişikliğine eleştirel yaklaşan bir konuşma yaptığını biliyoruz.
Hâlbuki daha dün gibi, Fatih Çekirge’nin Hürriyet’teki köşesinde referandumda çatır çatır “Evet” diyeceğini nasıl da rahat rahat ilan ettiğini okumuştuk!..
Şimdi bu acıklı mı acıklı tablo karşısında insan sormadan edemiyor:
Madem bu kadar Erdoğan Demirören’leşecektiniz, neden Milliyet’i, Vatan’ı elden çıkarttınız ki?! Yazık, onlar da sizde kalsaydı, siz de bu kadar gecikmeseydiniz saflarda yer almakta!.. 

***
İrfan’ı tanırdım ve işten atılması karşısında aynı durum bir yıl önce Mirgün’ün (Cabas) başına geldiğinde ne hissetiysem onu hissettim. Açılışını Mirgün’le yaptığı yolda Doğan Holding nice değerli, yetenekli, dürüst, ilkeli, şahsiyetli ve en önemlisi iktidar karşısında dik durabilen çalışanının ipini çeke çeke gidiyor.
İrfan’ın televizyonculuk performansı üzerine dört yıl önce yazacağımı yazmıştım, fazlası yok eksiği vardır!..
Her sabah ailecek işe yetişme derdiyle bir yandan kahvaltı, bir yandan giyimkuşam, o hay huy içinde bizi sakinleştirip neşelendiren bir dosttu İrfan... Ekranda bize adeta “Yahu panik yapmayın, bu ne telaş kuzum” diye gülümseyen bir tatlı müsekkin!..
Sabah mahmurluğunu atıp iyi ki uyandım dedirten; iyi ki bu dünyaya uyandım dedirten; iyi ki bu memlekete uyandım dedirten yaşam dopingimizdi bizim...
Şimdi onsuz, giderek içine gömülmekte olduğumuz bir karanlığa alabildiğine daha karamsar uyanacağız!..
İrfan hem nazik, hem zarif, hem güçlü ve hem de işte en son gayet net örneklediği üzere çok yürekliydi.

***
Artık İrfan da yok diye tatsız bir uykuya daldığım önceki gecenin sabahında dün, kızımın odasından “Babaaa, bak İrfan programda” diye seslenişiyle uyandım!..
Bir an Pazar günü olduğunu unutup “Yaşasın, hatadan dönülmüş” diye saf bir iyimserlikle kızımın yanına gittiğimde İrfan’ı Ahmet Taner Kışlalı’nın ölümüne adanmış Siyaset Meydanı’nda gencecik bir İletişim öğrencisi olarak konuşurken karşımda buldum.
O çiçeği burnunda, bir fidan gibi öğrencilikten bugüne, hiç eğilip bükülmeden, dimdik, onurlu, demokrat, özgürlükçü, aydınlık bir aklı, kalbi ve ruhu nasıl taşıdığına şahitlik ettim. “İşte İnsan” diyerek; onu tanıyor olduğum için gururlanarak; ve sevgi gözyaşlarımı içime akıtarak!.. 

***
Demek ki biz öyle ya da böyle güne İrfan’la uyanmaya devam edeceğiz!..
Kanallarıyla ve matbuatıyla Doğan Holding de iktidar karşısında yattığı nafile “güzellik uykusu”na belli ki devam edecek.
Elbette hanidir ne yaparsa yapsın muktedirin nezdinde 2008’den beri açık ve cepheden “düşman” sayılması açısından değişen bir şey olmadığını, olmayacağını, olamayacağını öğrene öğrene bu uykuya devam edecek.
Evet, Mirgün Cabas’ları, Okan Bayülgen’leri, Hakan Çelenk’leri, İrfan Değirmenci’leri ne kadar iktidar sunağına kurban koyarsa koysun, nafiledir.
Çünkü muktedir, gücün temel yasalarından birinin “düşmanını tamamen ezmek” olduğunu gayet iyi biliyor. O yüzden istediğiniz kadar huyuna-suyuna gitseniz de boşuna; maalesef anlayış, tolerans, merhamet hiç ama hiç olmayacaktır.

***
An itibarıyla, bâki kalan kubbede hoş mu hoş, neşeli mi neşeli, sevinçli mi sevinçli bir sedadır İrfan Değirmenci...
Ama elbette bu asla bir son değildir.
Sonumuz, tarihtir.
Ve tarih, İrfan’ı yazacaktır!..
Elbette Doğan’ı da yazacaktır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Paralar yukarıya, fanteziler aşağıya - ERGİN YILDIZOĞLU

Dünyada 37, Türkiye’de son 16 yılın öyküsünü tek satırla özetleyecek olsak: “Paralar yukarıya, fanteziler aşağıya aktı” diyebiliriz. 

O da yanılmış...
İdeolojilerin sonu geldi. Sağ sol ayrımı ortadan kalktı. Liberal demokrasi küreselleşme ile tüm dünyayı kapsıyor. Bir baskı aracı olarak ulus devletin gücü kırılıyor; milliyetçi saplantılar tarihe karışıyor. Kültürler birbiriyle kaynaşacak aşiretçi mantalite yerini, “ötekine saygıya” bırakacak. Bu yeni küresel kapitalizmde insanlığı barış huzur ve refah dünyası bekliyor.
Bu fanteziler (gerçeğin üstünü bir mükemmellik vaadiyle örten anlatı) toplumda liberal entelijensiyanın katkılarıyla yayılırken, alt sınıflardan egemen sınıflara, çevre ülkelerden merkez ülkelere servet transferi baş döndürücü bir hıza ulaştı. Yukarıda, müstehcen servetler birikirken, aşağıda işsizlik, yoksulluk altında kıvranan sınıfların payına fanteziler düştü.
Türkiye’de de bu süreci, bir fazlasıyla yaşadık. Bir fazlası, ülkede Müslümanların ezilmişliğine, demokratikleşmenin, Kürt sorununun çözümünün siyasal İslamın eliyle geleceğine ilişkindi.
Bu fanteziler toplumu paralize ederken, siyasal İslam iktidarını kuruyor, devleti, toplumu değiştiriyor, bu sırada yukarıda müstehcen servetler birikiyordu. Bizde de para yukarıya gidiyordu fanteziler aşağıya...
Türkiye’de satılan fantezi giderek müstehcen bir manzaraya yol açınca, tüm uyarılara karşın bu fanteziyi yıllarca satan liberal entelijensiya, aniden “bizi kandırdılar”, “Erdoğan konusunda yanılmışız” (Erdoğan defalarca ben değişmedim demişti ama), sızlanmalarıyla, sorumluluktan köşe bucak kaçmaya başladı.
Geçen hafta, Washington Post’un aktardığına göre Francis Fukuyama da -Tarihin Sonu- yanılmış. “Yirmi yıl önce demokratikleşmenin tersine döneceğine ilişkin bir anlayışım ve teorim yoktu. Halbuki dönebilirmiş” diyordu, Brexit, Trump, Marine LePen gibi olgulara bakarak... 

Faşizmin eşiğinde...
“Liberalizmin sefaleti” deyip geçmek olanaklı ama yetmiyor. Özellikle, liberal entelijensiyanın, egemen sınıflar adına halk sınıflarına sattığı (Platon böylelerine Sofist diyordu) fantezilerin bizi faşizmin eşiğine getirdiğini düşününce...
Neoliberal küreselleşme mali krize, dayanılmaz gelir dengesizlikleri de, savaşların yarattığı sığınmacılar dalgasına çarpınca, fanteziler dağılmaya başladı.
Bu noktada oluşan düş kırıklığının iki boyutu var: Birincisi bu fantezilerin çökmesine, liberal elitin krizi yönetmedeki beceriksizlik ve vurdumduymazlığına ilişkin. İkincisi, kapitalizmin en üst katında yaşayanların arasında, “düzen dağılıyor”, “böyle giderse, yabalarla, baltalarla kapıya dayanacaklar” (Politico, Temmuz/ Ağustos 2014), “ya kaos çıkacak ya da büyük bir savaş her şeyi allak bullak edecek” korkusu. ABD’de ikinci kategoridekilerden birileri, sığınak yaptırıyor, “Yeni Zelanda” gibi sözde güvenlikli yerlere kaçmaya hazırlanıyor (The New Yorker, Financial Times). Bir kesimi de, özellikle askeri sınai - finansal kompleksin temsilcileri, birinci kategorideki dalganın üzerine binerek, kendilerini koruyacak ekonomik önlemleri almaya yatkın siyasi, dinci, milliyetçi, ırkçı akımlara ilgi göstermeye başlıyorlar.

 
Örneğin, Trump, sanayide korumacılığa yönelirken, bankaların üzerindeki denetimleri kaldırıyor, polisin yetkilerini artırıyor, aynı anda, toplumda göçmenlere, Müslümanlara, yürütmeyi denetlemeye çalışan organlara (atanmışlar – seçilmişler ikilemi) karşı bir nefret, yeni bir savaş beklentisi pompalanıyor: Yine para yukarıya akarken, bu kez milliyetçi, beyaz üstünlüğüne inanan ırkçı, dinci, nostaljik fanteziler aşağıya doğru akıyor, tarih de yine faşist rejimlere doğru...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

'Evet': Çökmüş Osmanlı projesinde ısrar. Peki ya 'Hayır': ? - KEMAL OKUYAN

Erdoğan geriye gitmeden yapamayacak olan bir siyasetçi, bunu kanıtladı. Dolayısıyla, Türkiye gericiliğinin imparatorluk sevdasının ötesine geçen, Osmanlı’da kendisini koruyacak bir iklim gören birinin zorlamasıyla Türkiye aşılmış-tükenmiş-yıkılmış bir modele sığdırılmaya çalışılıyor.
İstikrar arayışı ve işçi sınıfı korkusu, kendisi baştan aşağıya gericileşen patron sınıfını aptala çevirmiş de olsa, Osmanlı’ya dönüş, çürüyen Türkiye kapitalizmi için bile çok fazladır. Bundan aşağı yukarı yüz yıl önce imparatorluğu modernize etme çabası karaya oturmuşken şimdi onun restorasyonunun “yeni vizyon” diye ortaya konulması sermaye sınıfının arayışına pek denk düşmüyor.
Düşmüyor ama Türkiye’de egemen sınıfın, yüzünü geriye dönmüş ve inatçı Erdoğan çizgisine karşı inandırıcılığı olan bir seçenek üretemediği de bir gerçek. Bugünkü iktidar, memleketi yağmalama ve halkı soyup soğana çevirerek kaynak yaratma becerisini “Osmanlı modeli”ne bağladıkça, Türkiye burjuvazisi bu modelle ilgili çekincelerini geriye çekiyor, yumuşatıyor; modelin kaçınılmaz çöküşüne kadar nimetlerinden yararlanıyor.


Yerleştirilmek istenen Osmanlı projesinin çöküşünün kaçınılmazlığı nereden geliyor?

Projenin kendisi bir asır önce çökmüştü. Taklidi ise birkaç yıl önce çöktü. 2013 Haziran Direnişi, 2010-2011’de ortaya çıkan bir gerçeğin, kendisini daha sert ve açık bir biçimde hissettirmesinden başka bir şey değildi: Türkiye AKP’nin öngördüğü modele sığmıyordu. Buradaki Türkiye, sermaye sınıfından ibaret değildir, Türkiye dediğimizde sınıf çelişkileriyle, ideolojik-kültürel dinamikleriyle, karmaşık toplumsal dokusuyla bir bütün olarak büyükçe bir ülkeydi ve Haziran 2013’te bu ülke Erdoğan’a sınırlarını gösterdi.

İçeride Osmanlı rüyası gerçeğe dönüşemezdi, dışarıda ise Suriye’den devam etmek isteyen proje sert bir duvara toslamıştı. Arap coğrafyasına Osmanlı sancağı dikme hayalleri aşağı yukarı Haziran Direnişi ile aynı anda yerle bir oldu.

Erdoğan ise devam ediyor. Çünkü Türkiye burjuvazisi, 1923 Cumhuriyeti’nden kurtulmaya karar veren aktör olarak, Osmanlı projesini durduracak temel aktör olan halkı mümkün olduğunca devre dışı bırakacak, onu sürüye dönüştürecek formüller aradıkça kendince popülist siyaset izleyen Erdoğan’a hayat hakkı tanıyor
Şimdi biraz duralım ve Erdoğan’ı Fethullah Gülen’le durdurma stratejisinin öyküsüne yakından bakalım.
1. Bu stratejinin önü Haziran Direnişi’nde ortaya çıkan Erdoğan karşıtı toplumsal hareketin kontrol edilmesindeki güçlükler nedeniyle Türkiye burjuvazisinin ve emperyalist merkezlerin bir bölümü tarafından açıldı.
2. Bu toplumsal tepkiler bir yandan Fethullah Gülen fesatına bel bağlamaya zorlanırken, diğer yandan siyaseten düzen sınırlarını zorlamayan ve mevcut dünya sistemini kabullenen iki parti CHP ve HDP’ye aktarılmaya çalışıldı.
3. 2014 ve 2015’te 4 kez sandık başına sürüklenen halk, güven ve heyecan vermeyen, sürekli ehven-i şerlere dayandırılan tercihler yapmak zorunda bırakıldı.
4. Parlamento içi hesaplar tutmayınca ihale parlamentoyu bombalamayı dahi göze alan Fethullahçı bir darbe girişiminin üzerine kaldı. Yani önce Erdoğan’a karşı yükselen halk hareketinden korkup onu iğdiş ettiler, sonra da iktidarsızlaştırılan bir halkın sandıktan tavşan çıkaramayacağını anlayınca halkı evde oturmaya çağıran bir askeri müdahaleye başvurdular.
5. Gülen cemaati hep yüzünü gizleyerek, hep fesatla iş görmüştü; 15 Temmuz’un gücü ve zayıflığı aynı noktadan kaynaklanıyordu. Her yere sızmışlardı, bu kendileri açısından bir başarıydı ama darbenin topluma hitap eden yüzü, kimliği yoktu; herkes işin teknik örgütlenmesindeki zaaflardan söz ediyor, hikaye, başarısızlığın temel nedeni halk korkusuydu. Ancak bu korkunun Fethullah Gülen’de başlayıp onda bittiğini söylemek çok zor.
Şimdi…
Türkiye burjuvazisi, kendisine kalsa, uyum sağlayabileceği Osmanlı projesinin Türkiye toplumuna fazlasıyla geri ve dar geleceğini bildiğinden, bu projeye alternatif hazırlamak zorunda. Bu aynı zamanda projenin durdurulması için arayış demek. Aynı mantık biraz daha karmaşık nedenlerle güçlü emperyalist merkezler için de geçerli.

15 Temmuz darbe girişiminin bütün pisliği Gülen cemaatinin sırtına yüklendi. Gülen’den yararlanmaya devam edecekler, bu karanlık örgütlenme Türkiye kapitalizminin ve Türkiye kapitalizminin uluslararası bağlarının genlerine işlemiş durumda. Ancak “halksız” çözümde ısrar edemezler.

Toplumsal bir enerjiye gereksinecekler. Şu anda bu toplumsal enerjiyi sınırlayacak, istedikleri ideolojik-siyasal kanallardan akmasını sağlayacak mekanizmaları kurmaya çalışıyorlar. Çalışıyorlar diyoruz ama ortada belirgin bir aktör de yok bunu yapan çünkü kapitalizm her yerde giderek derinleşen ve boyutlanan bir kriz, bir çıkışsızlık yaşıyor.

Lakin Türkiye önemli bir ülkedir ve sermaye “ne yapalım Osmanlı’yı kabulleneceğiz, iyi para vururuz” noktasına gelemez. Halk korkusundan gelemez.
Bir kez daha halkı “halk”la kazıklamaya hazırlanıyorlar. Bu kaçınılmaz.
Referandum yaklaşıyor; bu referandumda iş bitmeyecek. Evet’ler fazla çıkarsa, Erdoğan bir dönemeci daha alacak ama asla huzur bulmayacak. Hayır’ların fazla çıkması ise bir yandan halka güven verirken hem kavgayı şiddetlendirecek hem de uluslararası tekellerin hazırlık ve arayışlarını hızlandıracak.
Kim bilir, belki süreç referandum öncesinde ivmelenir.
Peki bizim cephemiz ne yapacak?
Halkı “halk” ile kazıklamak isteyenleri saflarımızdan uzak tutacağız. Referandumun her şeyin başı ve sonu olduğu iddiası, kazıkçıların icadıdır. Uyarıyoruz; Erdoğan’a karşı halkın enerjisine ihtiyaçları var ve bu enerjiden ölesiye korkuyorlar. Osmanlı’ya kadar gidemiyorlar ama tarihsel ilerlemeden öcü gibi korkuyorlar.
Bu Türkiye burjuvazisinin krizidir. Bu krizden çıkışları yok. 1923 Cumhuriyeti’nden kurtulmak istediler, bunu becerdiler de. Ama yıkılan Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya kapı açıldı, kendileri geçecek de, Türkiye o kapıdan geçmez. Kaldılar iki arada bir derede. Şimdi istiyorlar ki Türkiye’yi iki arada bir deredeye sabitleyelim! İstiyorlar ki Osmanlı kapısını halk kapatsın ama o halk ters istikamette ileriye gitmesin!

Sınavımız budur.
İşin gerçeği Osmanlı projesini durdurmak, yeni bir Türkiye, eşitlikçi-özgürlükçü bir düzen için de gerekli enerjiyi yaratabilir. İddia edildiği gibi ilki kolay, ikincisi çok zor değil. Yeter ki, enerji doğru yerde biriksin.
İnadına bunu savunacağız. İnadına Türkiye’nin emekçi sınıflarını 100 yıl öncesinin “sınıf-mınıf yok, hepimiz aynı gemideyiz” yalanına karşı örgütleyeceğiz. Evet, halka, halkın enerjisine fena halde ihtiyaçları var. O enerjiyi yaratacağız ama halk düşmanı burjuvaziye, onun ajanlarına kendimizi kullandırmayacağız.
Osmanlı projesi kendisine Haremağası olarak Yiğit Bulut’u seçmiş, “vakıflar parası”nın yönetimini ona bırakmış gözüküyor. Bu saçmalıktan kurtulacağız ama “daha çağdaş” diye Türkiye’nin oligarklarının, kan emici tekellerinin soygununa katlanacağız diye bir şey yok.
Türkiye Osmanlı özlemcilerine kapıyı kapatırken başka bir kapıyı açmak zorunda; diğeri hep birlikte çürümedir.
O kapı sosyalizmdir.
Hayır derken, neye evet dediğimizi anlatmadan ne Osmanlıcı gericilerle hesaplaşabilir ne de önümüze konan tuzaklardan sıyrılabiliriz.
Yetmez ama hayır, doğrudur ve herkesin diline yapışmıştır. O halde adını koyalım, yetecek olan nedir?
Osmanlıcılık sevdasından vazgeçmiş bir Erdoğan rejimi mi?
Erdoğan’dan arındırılmış bir AKP mi?
AKP’nin geriye çekildiği bir burjuva diktatörlüğü mü?
Laik ama Amerikancı bir hükümet mi?
Nedir yetecek olan?
Hayır tek başına yetmez, yukarıdakilere ise aynı şiddette bir HAYIR!
Evet, o kapı sosyalizmdir ve EVET’in, yetecek olanın başka karşılığı kalmamıştır.

Kemal Okuyan / SOL
10 Şubat 2017 tarihinde Boyun Eğme Dergisinde yayınlanmıştır.

Mülkiye ve Cumhuriyet - EMRE KONGAR


Mülkiye adıyla bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin garip bir yakın tarihi vardır:
Dekanı Prof. Turhan Fevzioğlu 1956 akademik yılı açış konuşmasında:
“Asla ‘Nabza göre şerbet sunan, kötüye, zararlıya fetva veren bir sözde münevver haline gelmeyelim’ ” dediği için “Demokrasiyi” çoğunluk baskısı olarak yozlaştıran Demokrat Parti iktidarı tarafından görevinden alındı.

***
İsmet İnönü’nün ilan ettiği Çok Partili Düzen’de, kendisinden Demokrasiyi kurmak görevi beklenen toprak ağalarının temsilcisi Demokrat Parti...
1960 yılında seçimlere gitmeden önce ana muhalefet partisi olan CHP’yi kapatmak üzere, Meclis’te, hem askeri hem sivil, hem savcı hem yargıç yetkilerine sahip, kararları temyiz edilemez bir Tahkikat Komisyonu kurup Demokratik rejimi ve Anayasa’yı askıya alınca...
28 Nisan’da İstanbul’da Hukuk Fakültesi, 29 Nisan’da Ankara’da Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri ve hocaları protesto gösterileri yaptılar.
Polis bunları şiddetle bastırdı, İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar, yerlerde sürüklendi.
Ankara’da SBF binasına, önce Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç’ün bizzat emir verdiği askerler tarafından (namlular ikinci kata doğrultulmuş olarak) ateş açıldı, sonra da fakülte polis tarafından, insan boyu hizasında ateş edilerek basıldı.
27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra üniversitede yapılan tasfiye çerçevesinde SBF Amme Hukuku Profesörü Yavuz Abadan da, 147’ler arasında görevinden alındı. 

***
1971 yılında, 12 Mart Askeri Darbe sonrası, SBF Dekanı, Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal ders verdiği sınıftan alındı, hapse atıldı, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 6 yıl 8 aya mahkûm edildi.
***
1980 12 Eylül Askeri Darbe sonrası, SBF Anayasa Profesörü Bahri Savcı, emekliliğine 6 ay kala, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu çerçevesinde üniversitelerde yapılan tasfiye sonucu başka meslektaşlarıyla birlikte görevden alındı.
***
2017 yılında üniversitelerden KHK’lerle tasfiye edilen 4 binden fazla öğretim üyesiyle birlikte SBF’den, eğitimi aksatacak sayıda öğretim üyesi de 686 sayılı KHK ile atıldı, bunu 10 Şubat’ta fakülte önünde protesto eden öğretim üyelerine ve öğrencilere şiddet uygulandı.

***
Elbette üniversitelerde daha çok kurban var. En trajik olanı Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu. Ama bu yazıda örnek olarak sadece iki kurum üzerinde durmak istedim. 

***
Cumhuriyet Gazetesi’nin yakın tarihine gelince, o da Mülkiye’ninki kadar garip ve daha da trajiktir!
Zaman zaman Cumhuriyet’te yazıları yayınlanan:
Prof. Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979’da,
Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980’de,
İlhan Erdost 7 Kasım 1980’de,
Prof. Muammer Aksoy 31 Ocak 1990’da,
Prof. Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da,
Cumhuriyet’in ünlü köşe yazarları
Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te,
Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da
öldürüldüler.
2008’de gözaltına alınıp 2 gün 2 gece uykusuz sorgulandıktan bir hafta sonra kalp krizi geçiren ve açık kalp ameliyatı sonucu 2010’da aramızdan ayrılan İlhan Selçuk da otoriterleşen rejimin kurbanları arasında sayılabilir.
Birinci Silivri Trajedisi sırasında yıllarca hapis yatan Mustafa Balbay’ı ve İkinci Silivri Trajedisi sırasında içeri girip çıkan Can Dündar ile Erdem Gül’ü de kaydedelim. 

***
Siz bu satırları okurken, Cumhuriyet’in 10 yönetici ve yazarı 105 gündür, bir muhabiri 43 gündür hapiste. Bu arada çaycısı da hapse atılıp birkaç gün tutulduktan sonra bırakıldı.
Önder Çelik, Hakan Kara, Musa Kart, Turhan Günay, Güray Öz, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Akın Atalay, Mustafa Kemal Güngör, Bülent Utku 31 Ekim 2016 sabahı alındılar. Haklarında hâlâ iddianame hazırlanmadı.
Ahmet Şık, Birinci Silivri Trajedisi zamanında FETÖ aleyhinde yazdığı kitap daha yayınlanmadan hapse atılmıştı. Şimdi İkinci Silivri Trajedisi zamanında, tam ters bir suçlamayla, “FETÖ ile ilişkili” denilerek 29 Aralık’ta evinden alındı, 30 Aralık’ta tutuklandı, hapiste; o da hakkında iddianame yazılmasını bekliyor.
“Hapse at ve içerde unut” politikası, insanlık tarihinin ve hukuk uygulamalarının hangi aşamasına karşılık geliyor, doğrusu bilmiyorum!

***
Daha birçok medya mensubu, yazar, hapiste...
Medya mensupları dışında da, işinden atılan, hapsedilen, aralarında asker, polis, savcı, yargıç, öğretmen bulunan yüzlerce, binlerce, on binlerce kişi var.
Bu yazıda sadece iki Cumhuriyet kurumunun, Mülkiye’nin (ki kuruluşu Osmanlı dönemindedir) ve Cumhuriyet (ki adını Atatürk koymuştur) gazetesinin trajik yakın tarihlerine, kaba çizgilerle bakmaktı amacım:
Demokratik haklar kolay kazanılmıyor, verilen hakların korunması da hiç kolay olmuyor...
Bu iki kurum üzerinden bu noktaları vurgulamak istedim...
Demokratik hak ve özgürlükler için son direniş şansı 16 Nisan Referandumunda!


Emre Kongar / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...