İşsizlik patladı - HAYRİ KOZANOĞLU

Çalışacak yaştaki insanlarımızın yarısı bile üretim sürecine emeğiyle katkı koyamıyor. Haliyle bu tablo, Türkiye’nin kalıcı bir büyüme ve kalkınma rotasına giremeyeceğini gösteriyor.

Geçen hafta açıklanan kasım ayı işsizlik oranı yüzde 12,1’e yükseldi. Bu son 80 ayın en vahim tablosuna işaret ediyor. Şubatta açıklanan oran, ekim-kasım-aralık döneminin ortalamasını yansıtıyor. Demek ki, 16 Nisan referandumunun hemen ertesi günü ocak oranını, diğer bir ifadeyle aralık-ocak-şubat ortalamasını öğreneceğiz.


İşsizlik kış aylarında mevsimsel nedenlerle yükselişe geçiyor, genellikle de ocakta zirve yapıyor. Örneğin 2016 Ocak’ta 2015 Kasım’a oranla yüzde 0,6 artış gerçekleşmişti. Son 9 yılın ortalaması ise yüzde 1,1 sıçramaya işaret ediyor. Demek ki referanduma yüzde 13’ü aşan bir işsizlikle girme ihtimali çok yüksek. RTE’yi asıl endişelendiren de, ekonomik kaynaklı memnuniyetsizliğin sandığa yansıması.

Gerçi nisandaki veri aralık-ocak-şubatı yansıtacak; bu saatten sonra yapılacak bir müdahale, istatistikleri değiştirmeyecek. Ne var ki RTE siyasi teorisiyle, ortalama vatandaşın veri setlerinden çok, ekonominin kendi yaşamına yansıyan şekliyle ilgilendiğini biliyor, istihdam seferberliğiyle kötü gidişatı durdurmaya gayret ediyor.

Nitekim RTE, hafta sonu yaptığı bir konuşmada, “istihdam sözü verip yerine getirmeyeni tüm Türkiye’ye ifşa edeceğim” yollu tehditler savurdu. Bu ifade bile referandumda istediği sonucu alırsa bizi nasıl bir Türkiye’nin beklediğini gösteriyor. Ekonomiye biz kamucu ekonomistlerin önerdiği gibi ”plan program” da, liberallerin arzuladığı biçimde “piyasa” da yön vermeyecek. Açıkça “sopa ekonomisiyle” yönetileceğiz.

100 kişiden sadece 45’inin işi var
İşsizlik rakamlarına daha yakından göz attığımızda, 15 yaşından yukarısındaki her yüz yurttaşın, ancak 52,1’inin çalışma isteği belirttiğini, bunların sadece 45,8’ine istihdam kapılarının açıldığını gözlemliyoruz. Diğer bir ifadeyle, çalışacak yaştaki insanlarımızın yarısı bile üretim sürecine emeğiyle katkı koyamıyor. Haliyle bu tablo Türkiye’nin kalıcı bir büyüme ve kalkınma rotasına giremeyeceğini gösteriyor.
Son açıklanan rakamlara göre, işgücüne 2015’in ayın döneminden bu yana 980 bin kişi katılırken, bunların 390 binine iş bulunabilmiş, 590 bin kişi ise işsizler arasına katılmış. DİSK-AR’ın Şubat Ayı İşsizlik ve İstihdam Raporu’na göre ise, iş bulma ümidini kaybeden, iş aramayan ancak çalışmaya hazır olan kimseleri de katarak bulunan “alternatif işsizlik tanımı”, gerçek anlamda işsizlerin sayısını 6 milyon 611 bin, gerçek işsizlik oranını ise yüzde 20 olarak veriyor.
Durum Avrupa’dan da vahim
Yıllardır AKP yetkilileri ne zaman Avrupa’yla bir sorun yaşasalar, eski kıtanın krizden geçtiğini söyler, ekonominin bir türlü belini doğrultamadığı iddiasıyla ortaya çıkarlar. Bu tez tümüyle yanlış değil. Ne var ki, Avro Bölgesi’nde son rakamlara göre işsizlik yüzde 9,6’ya inmiş bulunuyor. İşsizliğin Yunanistan’la birlikte en yüksek seyrettiği İspanya’da bile bu oran yüzde 18,4 düzeyinde seyrediyor. Örneğin Almanya’da yüzde 5,9, Brexit sonrası Britanya’da yüzde 4,8 işsizlik var.
Basit bir kıyaslama, Türkiye’de işgücü piyasasının durumunun İspanya’dan da vahim olduğunu göstermeye yeter. Çünkü İspanya’da işgücüne katılım oranı yüzde 59. Kadınlar ise emek piyasasında Avrupa standartlarına göre düşük bir oranda, yüzde 52,5’le yer alıyorlar. Hesaplayınca, İspanya’da çalışacak yaştaki her 100 kişiden 48,7’sinin istihdam sahibi olduğunu ortaya çıkıyor. Almanya’da ise bu oran yüzde 56. Bize gelince, vurguladığımız gibi sadece yüzde 45,8.

Toplumsal cinsiyet açığı yüzde 40
Çünkü Türkiye’de, biraz yükselmekle birlikte kadınların ancak yüzde 32,7’si işgücü piyasasında. “Toplumsal cinsiyet açığı”, yani işgücüne katılan erkeklerle kadınlar arasındaki yüzde 40’lık uçurum devam ediyor. Belki daha vahim bir gösterge, “ne eğitimde ne istihdamda” yer alan 15-24 yaş arası gençlerin oranı yüzde 23,9. Bu 2015’teki yüzde 23,3’ten bile yüksek. Kadınlarda ise, ne bir işi ne de okulu olanların oranı yüzde 33,6. Diğer bir ifadeyle, genç nesildeki kadınların üçte birinin geleceğe yönelik bir umut beslemesi için bir neden görünmüyor. Gençlerine, kadınlarına bir gelecek hazırlayamayan bir ekonominin, 2023’ler için parlak bir tablo çizmesi de imkânsız görünüyor.

İstihdam Paketi sandığa endeksli
Türkiye’de şu anda istihdam piyasasında 30,7 milyon kişi bulunuyor. Bu rakam her yıl 1 milyon kişi artıyor. RTE “referandum seferberliğiyle” 1 milyon yeni iş açılması talimatı vermiş. Yeni alınacak her işçi için 666 TL İşsizlik Fonu’ndan ödenecek, işverenden de 106 TL daha az vergi alınacak. Bahane ise, işçiye bir istihdam bulmasa dahi bu para zaten ödenecekti.
Sonunda insanların emekleriyle üretime katılması, sosyalleşmesi haliyle kötü bir şey değil. Gelgelelim ilkesel olarak, işçi sınıfına ait olan, sadece işsizlik durumunda kullanılması gereken bir fona el atılması doğru değil. Üstelik yol olması, başka amaçlarla bu kaynağa başvurulması tehlikesi de var. Türkiye Varlık Fonu keyfi uygulamalar için en büyük tehlikeyi, yolsuzluk ve usulsüzlük kapısını oluşturuyor. Zaten üretimi, yatırımı artırmadan zorlama önlemlerle ekonomiyi düzlüğe çıkarmak olanaksız. Geçen hafta Resmi Gazete’de yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile getirilen istihdama yönelik teşvik ancak 31.12.2017’ye kadar geçerli. Meali; referandumu, olası bir erken seçimi bir kurtaralım, sonrasını gariban işsizler düşünsün!


HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Dinci siyaset neden hep Amerikancıdır? - İLKER BELEK

Obama’nın son döneminde fena halde Amerika karşıtıydılar. Hatta, ABD ile araları açıldığında yanlarında yer almadığı için solu bile eleştiriyorlar, darbe destekçiliğiyle suçluyorlardı.
Türkiye’yi NATO’ya sokmuş bir neslin evlatları antiemperyalizm taslıyordu.


Çok değil daha bir iki ay önceydi. Obama’yı Kürtlere silah verdiği, IŞİD mücadelesine hava desteği sağlamadığı için yerden yere vuruyorlardı. Fethullahçı darbenin arkasında da ABD vardı. AKP vatan savunmasındaydı, yabancı güçler büyüyen Türkiye’yi ve O’nun liderini çekemiyordu.
Rusya ile iş pişiriliyor, Suriye’ye ortak akınlar düzenleniyor, NATO’dan çıkılıp, Şanghay’a giriliyordu.

Trump’la birlikte bütün değerlendirmeler yine değişti. ABD’nin darbeleri, CIA’nın işkencehaneleri unutuldu. Öyle ki, Trump’ın Müslümanlara giriş yasağı koyması, Kürtleri ağır silahlarla donatarak Rakka’ya yönlendirmesi, tamamı görmezden geliniyor. Oysa bunlara bakıldığında Obama daha masum kalıyor.

Zira mesele başka. Obama yaşanan bir ilişki neticesinde kararını vermiş, arayı açmıştı. Trump ise yeni, acaba gözüne girmek becerilebilir mi ?
Siyasal İslam’ın, dinci siyasetin derdi budur.
İki gün önce, Münih Güvenlik Konferansı’nda CIA eski direktörü Petraeus’un söyledikleri bunun için kutsal derecesinde kıymet görür.
Petraeus Türkiye’nin NATO için ne denli vazgeçilmez olduğunu anlatıyor ve ABD’nin yeniden eski sıcak ilişkiyi tesis etmesi gereğinden söz ediyor.
Aslında ABD açısından değişen bir şey yok. Her zaman olduğu gibi Türkiye’yi kıvamda tutuyor, bölgesel stratejisini şekillendirmeye çalışıyor.

ABD’nin ne melun bir devlet olduğundan, Fethullah’ı nasıl koruduğundan, gerçekleştirdiği darbelerden dem vuranlar, şimdi CIA şefinin ağzının içine düşüyor. Onlara göre, Petraus’un “YPG PKK’nin kuzenidir” demiş olması, ABD’nin Türkiye ile iş yapma niyetinin göstergesi oluyor. Kutluyorlar. Oysa aynı anda, Rakka’ya YPG’yi sokma planını engellemek üzere Amerika’ya giden AKP heyeti yüz geri ediliyor.

Siyasal İslam’ın aklı da, antiemperyalizmi de, bağımsızlıkçılığı da bu kadardır.
O’nun ilkesi falan yoktur. Bu durum aynı anda hem “Bab’dan sonra Rakka’ya gireceğiz” hem de “yalnızca taktik destek vereceğiz” demelerinden bellidir. Birisi içeriye, tabana, başkanlık için; diğeri ise dışarıya, emperyalistlerin yüzüne edilen laflardır.

Suriye’de denklemin içinde kalma derdindeler. ABD kabul etse Rakka’ya kim bilir kaç askeri ölüme gönderecekler.

Amerikancılar, emperyalizme muhtaçlar, pazarlık etmeye çalışıyorlar ve bütün bunlara Rusya’nın ne diyeceğini bile düşünemeyecek kadar çaresizler.
Hep böyleydi. Temel referansları Özal, ABD koruması altında Irak’a girmenin, bir koyup, üç almanın düşlerini kuruyor ve komşu bir ülkenin topraklarına göz dikmiş olmaktan en ufak bir utanç duymuyordu.

Neden böyledir ? Neden siyasal İslam emperyalizme karşı bağımsız davranamaz ? ABD çoğunluğu Müslüman çevre ülkelere etmediğini bırakmazken O’na duyduğu sevdadan vazgeçemez ? Neden NATO’nun kanatları altına sığınmaya mecburdur ? Neden fırsatçıdır ?
Bunun tek nedeni kapitalist üretim ilişkilerine, piyasaya, paraya olan tutku ve tutsaklığıdır.
Kapitalist yoldaysanız onun uluslar arası kurumsallığını da kabulleneceksiniz. Hem piyasa ekonomisi uygulayalım, devleti patron sınıfının hizmetine sunalım, ülkeyi yabancı sermayeye sınırsızca açalım, NATO’nun silahlarını kullanalım; hem de bu düzenin kurallarına itiraz edelim, siyaseten bağımsız kararlar alalım, bu ikisi bir arada olmaz.

Bunu da aslında en iyi siyasal İslam bilir. Pratik olarak. Zira hep iktidardaydı. Kendi bildiği gibi davranmaya kalktığında boynundaki iplerin gerildiğini hisseder. Yabancı sermaye kaçıverir, kredi kuruluşları not kırıverir, Rusya koordinatları bildirilmiş askeri birliği vuruverir ve artık ağzınızı açamaz haldesinizdir.

Daha birkaç ay önce ABD için etmedik laf bırakmayan bu dincilerin şimdi CIA eski şefinin laflarında çare aramalarının nedeni budur.

İlker Belek / SOL

Gidişatın önlenmesi şarttır - İZZETTİN ÖNDER

Adeta yüklenilmiş bir misyonu yerine getirircesine ülke kurumları bir bir çökertiliyor. Akademi, yargı, güvenlik, medya vs hemen tüm kurumlar çökertiliyor. Her ne kadar kurumların da zaman içinde değişime uğraması doğal olmakla beraber, değişim ileri hamle olması durumunda olumlu görülür. Ancak, ülkenin içinden geçtiği durum ve bugün yaşanan sıkıntıların değerlendirilmesi sonucunda kurumların dönüştürülmesinin anlamlı değişim olarak değil, çöküş ve yozlaşma olarak görülmesi gerekir.

Özelleştirmelerin başlatıldığı 1980’lerde bir kısım akademisyen ve ülke sevdalıları uygulamalara karşı çıkarken, bir kısım dostlar da özelleştirmelerin yapılmasına karşı çıkmayarak ipin ince yerinden kopmasına yol açılmasını savunuyorlardı. Bugün topluma yaşatılan feci sürüklenişte aynı mantıksal tartışmanın anlamlı olup olmayacağı üzerinde düşünülmesinin dahi abes olacağı kanaatini taşımaktayım. Değerli meslektaşım Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım’ın, Şubat 2017’de DİSK’in Sesi’ nde “Referandum Stratejisi’ne Dair Söyleşi” nde ve haftalık yazılarında çok net biçimde ortaya koyduğu üzere, bu referandum ifade edildiği üzere bir mini referandum değildir. Mini paket olarak toplumun önüne sürülen anayasa değişiklik yasası özünde köklü bir değişikliktir ve, ondan öte, ileri için tasarlanan daha büyük değişiklik planının ilk basamağıdır. Deniz hocanın ifadesiyle,  “Meselenin özünde ilk 4 madde yatıyor ….Saray için bu bir geçiş anayasası. Devletin, kamu örgütlenmesinin ve ‘hukuk’ un Saray etrafında yeniden tanzimi sürecinin anayasal yetkiyle sürdürülmesi; yani ‘inşa’ devrinin tamamlanması için bir yetki devri anayasası. Kamu kurumlarını kaldırıp başkalarını yeniden kendi hiyerarşisi etrafında kurabilecek; bakanlıkları kaldırıp yenilerini kurabilecek; istediği gibi yeni bir devlet düzeni bu yetki yasasıyla inşa edecek. Bütün devlet hiyerarşisini, devlet toplum ilişkilerini bu pakette sağlanan yetkiye dayanarak düzenleyecek. Bütün bunların tamamlanması aşamasında ise yeni devlet kuran iktidarların yaptığı şekilde; eskinin hiçbir hukuksal, anayasal kısıtlamasıyla bağlı olmadan ‘asli kurucu iktidar’ olarak yeni rejimin nihai yeni anayasasını yapacak. Plan bu. Nedir o kısıtlar, ‘eski rejim’ in ‘bunları değiştiremezsin’ dediği kısıtlamalar? Biliyoruz ki ilk 3 madde. Yani devletin Cumhuriyet, başkentinin Ankara, kâğıt üstünde bile olsa işleyişin Laik, Demokratik bir Hukuk Devleti olduğunu düzenleyen maddeler. Kuruluş senedi. Nihai hedef bu senettir ve bu nedenle ‘yeni anayasa’ ambalajı/hakkı, tabuta son çivi çakıldıktan sonra yapılacaklar için saklanmıştır.

Hatırlayalım: AKP’li Anayasa Komisyonu üyesi, Bursa milletvekili İsmail Aydın Meclis görüşmeleri sırasında ne demişti? ‘İlk 4 madde de değiştirilebilir’. Zaten uygulamayacakları temel hak ve özgürlüklerle ilgili daha önceden uzlaştıkları 60 maddeyi pakete eklediklerinde teklifi ‘yeni anayasa’ olarak sunmaları mümkün olacakken bunu yapmayan iktidar açısından asıl mesele budur. Aşamalı karşı devrim anayasa sürecine de böyle yansıyor….Saray için bu bir geçiş anayasası”
Bu sav geçerli gibi gözüküyor. Birincisi AKP iktidarı, Kürt Açılımı da dâhil olarak hiçbir projeyi açık seçik ortaya koymamış, her adımda beklenti yaratarak son kozu kendisine saklamıştır. Kısacası, AKP iktidarı tüm politikalarını devlet yönetimi mantığına yakışır şekilde güçlü devlet adamı anlayışı ile değil, adeta düşmanı ya da rakibi ile savaşma mantığı ile uygulamıştır. Önceki anayasa referandumunda halkımıza lolipop çubuğu sunup, “yetmez, ama evet” aymazlarının da yönlendirmesi ile yargıyı ele geçirerek kendisine despotluk yolunu açmış olan AKP, şimdi de, hem de OHAL baskısı altında, halkın elini kolunu bağlayarak, ileride yeni oluşumun temellerini daha rahat atabilmek için kendisine yeni kanal açmaya hazırlanmaktadır. O nedenle bu referandum halkımız ve ulusumuz için yaşamsal önemi haizdir. Tasarıdaki 600 kişiden oluşan parlamento, bakanlar vb gibi sözcüklere aldanmadan, tercihimizi, bizi biz mi yöneteceğiz, yoksa bir kişinin güdüsüne mi gireceğiz şeklinde düşünüp, basiretli karara varmalıyız.



Tasarı kabul edilse de ret edilse de Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğu gerçeği kısa sürede değişmeyecektir. İki durum arasındaki yaşamsal fark şuradadır ki, suskun bir ulus giderek bilinç bulanıklığı ya da körelmesi yaşayarak sömürüyü fark edemez hale gelir. Ülkenin böyle bir yola sokulmasının amaçlı olduğu akademinin çökertilmesi ile anlaşılmaktadır. Eğitimin çökertilmesi ve akademik personelin kurum dışına atılarak kadroların yandaşlarla doldurulması toplumun idrak kapasitesinin köreltilmesini amaçlamaktadır. YÖK başkanının boşalan kadroların acilen doldurulduğu mealindeki ifadesi ile akademinin başına geçirilen şahsın konu ile bilgisi ya da, ondan da önemlisi, ilgisi ve amacı açık değil mi?

İzzettin Önder / SOL

‘Sözde hâkimler’ - ‘yalancı basın’ - ERGİN YILDIZOĞLU

ABD’de yaşananlar (bir türü iyi anlayabilmek için en gelişmiş örneklerine bakmak gerekir) bize, kapitalist-liberal- demokrasinin işleyişine ilişkin önemli ipuçları veriyor: Bu devlet biçiminde, egemen sınıfın iktidarını öncelikle, seçilmişler (geçici yönetim) değil, anayasa ve ona göre atanmışlar (kalıcı yönetim) ve “kapitalist gerçekçilik” içinde kaldığı sürece basın güvence altına alır. Bu yüzden, “atanmışlar-seçilmişler”, ikilemi üzerinden yasamayı ve yürütmeyi (güçler ayrılığını) etkisizleştirmeye, muhalif sesleri susturmak için yandaş basın yaratmaya çalışan bir siyasi çizgi aslında devletin yapısını değiştirmektedir. 
 


Trump’ın ilk adımları
ABD’de Başkanlık seçimlerini kazanan Trump’ın ilk uygulamalarına, şekillenen yeni hükümete bakınca, “alternatif-sağ” olarak tanımlanan bir akımın projesi üzerinden, “devletin biçimine”, egemen ideolojinin meşruiyet sınırlarına yönelik bir müdahale girişimi ile karşılaşıyoruz. Devletin güvenlik bürokrasisi, federal bürokrasi, yargı ve büyük medya, bu müdahaleye, şu ana kadar görebildiğimiz kadarıyla, başarıyla direniyor.
Trump hemen bir seri kararnameyle, Beyaz-Hıristiyan üstünlüğü fantezisine, “uygarlıklar çatışması” projesine uygun olarak, Müslümanların ABD’ye girişine kısmi bir yasak getirdi; arkasından, dini kuruluşların özgürlüklerini, LGBT bireylerin haklarını kısıtlayacak yönde genişletti. Müslüman nefretiyle, Rusya ile sınırları pek de belli olmayan ilişkileriyle ünlü bir emekli general Flynn’i Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atadı. Çalışma Bakanlığı’na da “fast food” dükkânları zinciri olan bir milyarderi getirdi.
 
Atanmışların direnişi
Yargı ve güvenlik bürokrasisi: Yargı, Müslümanlara ilişkin kararı iki kez bozarak durdurdu. Güvenlik bürokrasisi basına sızdırdıkları bilgilerle, Trump’ı Flynn’i görevden almaya zorladı. Trump’ın General Flynn’in yerine düşündüğü yeni aday, teklifi kabul etmedi. Bu sırada Wall Street Journal’da istihbarat kurumlarının, “Trump yönetiminde güvenmedikleri için rapor vermek istemedikleri” aktarılıyordu. CIA ve NSA Trump yönetiminin kadrolarının Rusya bağlantılarını araştırmaya devam ediyor.
Federal Bürokrasi: Bu kaynaktan basına sızan bilgiler üzerine, savunma bakanı emekli General Mattis, deniz komandolarının bir İran gemisini, “Yemen’de Husilere silah götürüyor” gerekçesiyle ele geçirmesine ilişkin (potansiyel olarak savaş çıkarabilecek) bir emri geri aldı; Trump da, CIA’nın, işkence merkezlerini yeniden açmaya, federal bürokrasi içinde LGBT bireylerin haklarını kısıtlamaya yönelik kararları rafa kaldırdı. Trump’ın, Filistin sorununa ilişkin “artık iki devlet çözümünü desteklemiyoruz” sözlerini, bizzat kendi atadığı Birleşmiş Milletler Temsilcisi yalanladı. Bu sırada, Savunma Bakanı Mattis ve Dışişleri Bakanı Tillerson’un, Obama döneminde egemen olan çizgiyi, benzer bir Rusya politikasını izledikleri görülüyordu.
Basın: New York Times, Washington Post, Wall Street Journal, The Atlantic Monthly, CNN gibi ulusal çaplı yayınların, Trump yönetimini izlemeye aldığı, liberal-demokratik mutabakata ters, egemen ideolojinin meşruiyet sınırlarını aşan girişimlerini teşhir ederek, popülaritesinin, ilk 30 günde, önceki başkanlara kıyasla tarihte görülmemiş seviyelere düşmesine yol açtılar. Bu gazetelerin satışları da artmaya başladı.
Trump’ın düş kırklığıyla sarf ettiği “sözde-hâkimler” ifadesi, basına yönelik “sahte haber” suçlamaları, Twitter’deki hezeyanları ise tepki çekiyor, alay konusu oluyor; yönetemeyecek algısını güçlendiriyor. Anlaşılan, atanmışlara karşı seçilmişleri desteklemek de her zaman “demokrasiyi” savunmak anlamına gelmiyor, aksine kimi zaman da biz de olduğu gibi totaliter bir rejime gidişin önünü açabiliyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Hayrola, laiklik mi dediniz?! - TAYFUN ATAY

“İslâm ile laiklik arasında bağ kurmayı niye bu kadar geciktirdi İslâm dünyası, onu anlamakta zorluk çekiyorum. (…) Laik devlet her inanç grubunu koruma altına, güvence altına alır, hepsine de eşit mesafededir. Yani laik devlette her inanç grubu inancını rahatlıkla yaşayabileceği gibi, hatta ateistler de ateistliğini yaşayabilir.”

 
Hâlihazırda dinbaz-politik bir alacakaranlığa gark olmuş Türkiye’de mucize kabilinden bu sözlerin kime ait olduğunu tahmin etmekte fazlasıyla zorlanabilirsiniz!..
Belki kulaklarınıza inanamayacak ya da rüyada olduğunuzu sanacaksınız, ama bu sözleri El-Arabiya kanalına verdiği röportajda Cumhurbaşkanı Erdoğan telaffuz ediyor.
Tıpkı beş buçuk yıl önce, 2011 Eylül’ünde Mısır ve Tunus ziyaretinde yaptığı konuşmalarda telaffuz etmiş olduğu gibi...
O yıllarda dünyada “seküler İslâm” örneği olarak parmakla gösterilen Türkiye’nin Müslüman başbakanı sıfatıyla Ortadoğu-İslâm coğrafyasında laiklik nasihatinde bulunarak dolaşmaktaydı Erdoğan...
Ve o zaman Türkiye’nin dindarmuhafazakâr başbakanının bu laiklik söyleminden en çok rahatsız olup onu şiddetle kınayanlar kimdi dersiniz?
Söz konusu ülkelerde İslâmcılık patentini elinde bulunduran Müslüman Kardeşler örgütü, yani “İhvanü’l- Müslümin” veya kısaca İhvan...
Hani 2013 Haziran’ında Gezi’de yaşananlarla titreşimli olarak Erdoğan’ın büyük bir şevkle eline doladığı Rabia işaretinin kitlesel çıkış noktası, kaynağı olan İhvan!..
Evet, sadece birkaç yıl içinde bir dönüşüm yaşandı ve Arap Ortadoğu’suna laiklik satmak üzere çıkılan yollardan bol miktarda İhvancılık, daha genel anlamda Selefilik yüklenilerek geri dönüldü.
Neden böyle oldu? Çünkü yine 2011’den başlayarak Arap Baharı’nı Suriye girdabında tam bir karakışa dönüştüren süreçte “eksen kayması” adı altında büyük bir siyasi muvazene kaybı yaşandı iktidar bünyesinde.
Stratejik derinliklere (daha doğrusu illüzyonlara) dalıp burnunun ucunu göremez hale gelen dinbaz siyaset erbabı, Suriye savaşına angajman ve Ortadoğu’da liderlik hayaliyle atıldığı macerada Selefiliğe hoş görünme uğruna ülkesinin laik dokusunu tahrip eden girişimlere yeltendi. O yüzden Gezi olayları patladı. AKP ve Erdoğan bu patlamayı laik-dindar kutuplaşmasına ilerletmekte tereddüt etmedi. Üstelik Mısır’da İhvancı Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı gerçekleşen darbe sürecinden bile malzeme devşirilerek (Rabia işareti gibi) bu, iç-politikaya tahvil edildi.
İşte 2011’de Tunus’ta, Mısır’da laiklik telkininde bulunularak İhvan’ın tepkisini çeken günlerden bir bakıma İhvan’a teslim olunan günlere böyle geldik.
Peki, şimdi Suriye savaşında bambaşka bir yörüngede belki de sona doğru yol alınırken laikliğin birden hatırlanıp tıpkı yıllar önce olduğu gibi Arap Ortadoğu’sunda tekrar dillere dolanmaya başlanmış olmasını nasıl yorumlamalıyız?
Bunun hayra, hayırlara vesile olabileceğini ummak mümkün mü?..
Hayır’ın “şer”le bir tutulduğu şu mevcut atmosferde böyle bir iyimserliğe kapılmak imkânsız elbette!..
Yine de hanidir ayaklar altında çiğnenmiş, Meclis Başkanı’nca anayasada yer almasın denilmiş laikliğin, şimdi bir siyasi ilke olarak yeniden, adeta günah çıkartırcasına vurgulanıyor oluşunun altını çizmeden de geçmemek gerekir.
Erdoğan’ın sözleri, laikliğe duyulan ihtiyacın artık dinbaz siyaset bünyesinde dahi ne ölçüde yakıcı hissedildiğinin bir işareti olarak da değerlendirilebilir.
Ancak tabii Cumhurbaşkanı bizim okuru şaşırtma arzusuyla cımbızla çektiğimiz yukarıdaki sözlerinin yanı sıra başka ifadeler de kullanmış zikredilen röportajında...
“Biz laikliği, lâdinîlik olarak görmüyoruz, dinsizlik olarak görmüyoruz” da demiş.
“Kişi laik olmaz, devlet laik olur” notunu da düşmüş.
“Ben laik bir devletim, dolayısıyla size gereğini yaparım, vururum, asarım, keserim, böyle bir şey olamaz” diyerek kendince bir dönemin resmi-ideolojik devlet laikliğiyle hesaplaşmayı sürdürmeye meyyal lâflar da etmiş.
Aslında bunlar da yeni değil. Onun 2011’deki “laiklik nutku”nda da söylenmişler.
Ve biz o zaman da şu cezbedici “Kişi laik olmaz, devlet laik olur” sözünün yanlış olduğunu ileri sürmüş ve bu iddiamızı temellendirmiştik.
Görüyoruz ki Sayın Cumhurbaşkanı yanlışında ısrar ediyor.
E, böyle olunca biz de onun yanlışını düzetmekte ısrar etmek durumundayız. 
  
Kişi de laik olur, devlet de…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın El-Arabiya kanalına verdiği röportajda laikliği yeniden ve “pırıl pırıl parlatarak” gündeme getirdiği konuşmasını değerlendirmeye dün bıraktığımız yerden devam ediyoruz.
Bu konuşmasında Cumhurbaşkanı’nın geçmişte de sıkça kullandığı, “Kişi laik olmaz, devlet laik olur” ifadesini tekrar gündeme getirdiğine değinmiştik. Erdoğan bunu sanırım herkesin bir inanç sahibi olduğu, bu nedenle de (devletle kıyaslandığında) inanç açısından tarafsız olamayacağı noktasından hareketle söylüyor.
Bu, hatalı bir ifadedir. En azından laik sözcüğünün kök anlamı itibarıyla...
Çünkü kök anlama inildiğinde Cumhurbaşkanı’nın söylediğinin aksine “laik” tabirinin herhangi bir tüzel kurum ya da kuruluştan önce kişiye karşılık geldiği görülür.
Yani önce “kişi” laiktir, sonra devlet laik olmuştur.
Yunanca’dan ödünç Latince “laic” sözcüğünün Türkçede karşılığını belirlemekte bir güçlük var, bunu kabul etmek gerekir. O yüzden Cumhurbaşkanı’nın mevzubahis sözlerinde haklılık payı taşıyan bir nokta olarak da belirtmek gerekirse “laik” karşılığı diye kimilerince önerilen eski Türkçe “lâdinî” (din dışı ya da dinsel olmayan) bize doğru anlamı sunan bir sözcük değildir. Bu, uç noktada laiklik demek dinsizlik demekmiş gibi bir okumaya sebep olabilmektedir.
Oysaki laik sözcüğü kök anlamı itibarıyla böyle okumalara imkân vermez. Laik (tıpkı İngilizce karşılığı “layman”de olduğu gibi), “sıradan insan”, “sade vatandaş” ya da “avam”ı işaret eden bir sözcüktür.
Ancak burada anlam kristalleşmesinin, laik sözcüğü karşıtından hareketle değerlendirildiğinde sağlanabileceğini kaydetmek gerekir. Şöyle ki laik, “klerik” yani ruhbanın karşıtıdır.
Laicus-clericus” ikili karşıtlığı çerçevesinde her iki sözcük, anlamlarını yekdiğerine nispetle kazanır. “Klerik” (ruhban), Hıristiyanlığın itikat özgüllükleri bir yana bırakılarak, genel ve gevşek anlamda kullanıldığında, dini bilen, din bilgini, dinî konular ve meseleler uzmanı olarak tanımlanabilir.
Klerik”inin karşıtı olarak laik ise dindar olsa da din bilgisi ve birikimi yetersiz, dolayısıyla da din adına konuşma hususunda yetkisiz insanı tanımlayan bir sözcük.
Dolayısıyla ruhbandan olmayan kişiye, dindar olsun ya da olmasın, “laik” deniyor.
Tabii ayrımın ortaya çıktığı zaman-mekânda, dinî bilgi bir anlamda bilginin tamamını oluşturduğu ve okur-yazarlığı da kapsamına aldığı için “klerik-laik” ayrımı, okuryazar-cahil, aydın-halk, “havass-avam” ikiliklerine de karşılık gelmekteydi.
Modern zamanlarda herkesin okur-yazar, meslek sahibi olduğu dönemde belki bu anlam karşıtlıkları aşıldı, ama “laik”in din bilgini olmayanı karşılayan anlamı baki kaldı.
Elbette “klerik” kavramını İslâmî bağlamda, özellikle de Sünni çerçevede kullanmak zor, hatta sakıncalıdır. Yine de yukarıda belirttiğim gibi “gevşek” bir değerlendirmeyle ulemayı İslâm’da “klerik”in karşılığı değilse de “muadil”i (dengi, eşdeğeri) saymak yanlış olmaz. Bu doğrultuda din uleması, “laik” çerçevenin dışında düşünülebilir.
Dolayısıyla ulemadan olmayan insan kümesine de “laik” demek uygundur.
Birkaç cümle ile de devletin laikliğine değinelim: Sürecin Fransa’da doğuş bulduğu malûm. Modern ulus-devlete geçiş Fransa’da saray aristokrasisinin kafasının uçurulmasının yanı sıra kilise aristokrasisinin de belinin kırılmasıyla gerçekleşti.
O yüzden Cumhuriyet Fransa’sının siyasal-hukuksal sistemi, laiklik vurgusunu kaçınılmaz kıldı.
Monark”ın iktidarının alaşağı edilmesine karşılık gelen cumhuriyet rejiminin “sigorta kutusu”na, ruhbanın iktidarının alaşağı edilmesi anlamına gelen laiklik prensibi yerleştirildi.
Laiklik, yani devlet yönetiminde, kanun düzenlemesinde ve kamu hizmetlerinde “dinî bilgi” ve “din bilgini”nin esamisinin okunmaması ve “laik” halkın siyasal-hukuksal düzenlemede belirleyici olması durumu… Böylece laiklik, kişi katından devlet katına, bir “insanlık hali” olmaktan bir siyasal-hukuksal olgu olma durumuna geldi.
Toparlarsak, devlet laik olduğu gibi, “ehli din” olanlar dışında herkes, dindar olsun olmasın fark etmeksizin laiktir.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan da dini tedristen (imam-hatip) geçmiş olsa bile dinin “müderris”i, âlimi veya herhangi bir makamı olmadığı için, evet o da dindar ama aynı zamanda laik bir kişidir.
Ha, eğer biz bilmiyorsak da kimilerince söylendiği, iddia edildiği gibi artık o aynı zamanda “meşihat (şeyhlik, şeyhülislamlık) makamı”ysa başka tabii!..
O zaman laik değildir.


Tayfun Atay / CUMHURİYET


Bi susun artık! - SELCAN TAŞÇI





Türk Milliyetçileri Hayır Diyor Platformu'nun önceki gün Ankara'dan resmen başlattığı referandum kampanyasına destek vereceğini ilan eden isimler:


***
Mevcut MHP yönetiminin de büyük bölümünün, hayatlarının bir döneminde elini illaki öptüğü, önünde illaki ceket iliklediği Prof. Dr. Mustafa Kafalı Hoca "HAYIR" diyor;
"Hayır" diyenleri insafsız bir sınıflandırmayla itibarsızlaştırmaya çalışanlara soruyorum:
Kafalı Hoca, referandum literatürüne yeni eklenen tanımla "paçavra" mıdır?

***
Ramazan Mirzaoğlu, Hüsnü Yusuf Gökalp, Enis Öksüz, Abdülkadir Akcan, Şuayip Üşenmez, Sadettin Tantan...
Bu isimler MHP'nin de ortağı olduğu koalisyon hükümetinde, kimi MHP'li olarak bakanlık yaptı.
"Terörist" olabilirler mi?
De ki olabilirler, MHP'ye sormazlar mı;
Sen nasıl potansiyel teröristleri bakan yaptın?

***
Cihan Paçacı...
Adi bir kumpasla tasfiye edilene kadar MHP Genel Başkanı'nın en yakınındaki isimler arasındaydı...
Partinin genel sekreteriydi...
"Hain" olabilir mi?
De ki olabilir, MHP'ye sormazlar mı;
Onca yıl neden bu haini besledin?

***
Durmuş Yılmaz...
Eski Merkez Bankası Başkanı...7 Haziran 2015 seçimlerinde milletvekili adayı yapılmak üzere neredeyse davul zurnayla getirildi MHP'ye...
Nuri Okutan; "devletin valisi"ydi, aynı tantanayla MHP kadrolarına dahil edildi.
İsmail Ok; vekil yapılmadan önce partinin belediye başkanlığını yaptı.
Bu insanlar gaflet içinde olabilirler mi?
De ki olabilirler, MHP'ye sormazlar mı;
Vatan söz konusu olduğunda gaflete düşebilecek kadar idraksiz bu kişileri niçin TBMM'ye taşıdın?

***
Yılma Durak...
Her şeyi diyebilirsiniz bu çilekeş adam için, zaman içinde bambaşka dilimlerine savrulmuş olabilirsiniz ideolojiler yelpazesinin. Ama, "vatan, millet, devlet düşmanı" diyebilir misiniz ona?

***
Osman Pamukoğlu...
"Efsane Komutan"...
Emekli Tümgeneral...
HEPAR'ın onursal genel başkanı...
O kalleş terör örgütüyle mücadelede "unutulanlar dışında yeni bir şey olmadığını" onun sayesinde öğrendi Türkiye...
Sayesinde "Kan Uykusu"ndan açtı gözlerini gerçeklere...
Bu kahraman Türk askeri PKK'yla aynı cephede olabilir mi?

***
Engin Alan...
"Efsane Komutan"...
Eski Özel Kuvvetler Komutanı...
Emekli Korgeneral...
Eski MHP İstanbul Milletvekili...
Balyoz şeref madalyası(!) sahibi...
"Devletim öyle istiyorsa yatarım" dedi; yıllarını, mevcut iktidarın şimdi FETÖ dediği yapıya yol vermesiyle kurulan kumpas yüzünden zulümhanelerde geçirdi.
Bu kahraman Türk askerine "PKK da hayır diyor" uydurmacasıyla "terörist" yaftası mı yapıştıracaksınız bir kere daha!

***
Çağrı Türkeş...
Tuğrul Türkeş kadar... Ahmet Kutalmış Türkeş kadar...
O da evladı değil mi "Başbuğ"un?
"Soysuz" dediğinizde mesela "Hayır"cılara; alınmaz mı? Kırılmaz mı?

***
Ve Yusuf Halaçoğlu...
MHP Kayseri Milletvekili...
Ama ondan önce Türk Tarih Kurumu'nun eski Başkanı. Bu görevi sırasında belki de en büyük desteği MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'den almıştı.
O nedenle, hiç kimse bilmese Sayın Bahçeli bilir Yusuf Hoca'nın "Türklüğün bekası" hilafına bir tavır almayacağını, alamayacağını...
Onca hizmeti Türk tarihine silip atacak mıyız şimdi bir kalemde?

***
Bir kere daha yazıyorum:
Bir de 17 Nisan sabahı var.
Sonuç ne çıkarsa çıksın; biz hepimiz aynı ülkenin evlatlarıyız.
Sonuç ne çıkarsa çıksın; 17 Nisan sabahı hepimiz aynı mahallede oturmaya devam ediyor olacağız; yüz yüze bakacağız, istesek de istemesek de bir gün yeniden kesişecek yollarımız, değecek gözlerimiz birbirine...
Bu sebepten dolayı...
Ne olur...
Allah rızası için...
Yapmayın!
Hiçbir temeli olmayan, mesnetsiz, ayıplı ithamlarla, bu ülkenin milliyetperver insanlarını, sırf "hür iradeleriyle" karar vermek istiyorlar diye itip kakmayın.
Bir susun...
Susun ki duyabilsin millet vicdanının çığlığını...

***
Çocuk gözüyle soykırım
-------
25 yıl oldu;
Koca koca adamlar beceremediler anlatmaya dünyayı.
Beceremiyoruz yazıya dökmeyi, hangi sözcüğü kullansak tarifte çaresiz kaldığı o acıyı.
Çocuklar nasıl yaptılar, nasıl yapabildiler bilmiyorum ama "Hocalı Soykırımı"nı resmetmişler.
Azerbaycan İstanbul Başkonsolosluğu'nun organize ettiği "Çocukların gözüyle Hocalı Soykırımı" sergisi, yarın 16.00'da, İstanbul Deniz Müzesi'nde açılıyor...
Gidiniz.
Masumiyet de açığa çıkar, vicdanımıza batar belki; masumiyetin nasıl katledildiği!

Kaynak: Bi susun artık! - Selcan TAŞÇI

Kıbrıs cephesinde yeni bir şey yok - ALİ SİRMEN

- Galiba bu defa uzlaşıyorlar...
- Birbirlerine haritalar da sunduklarına göre, artık son aşamaya gelmiş olmalılar...
Bütün bu olumlu yorumlara karşın, Kıbrıs müzakerelerine hep kuşkuyla bakıyor ve tarafların son zamanlarda birbirlerine yakınlaşmalarını sağlayacak gelişmeler gösterdiğine bir türlü inanamıyordum.
Hafta içinde, Ada’da tarafsız bölgede görüşmeler yapılırken Kıbrıs Rum lideri Anastasiadis’in, kapıyı çarpıp çıkması üzerine görüşmelerin kesilmesi ve bu beklenmedik kopmaya neden olan olayın, Enosis tutkusu olması, Kıbrıs Cephesi’nde aradan geçen bunca zamana karşın, yeni bir şeyin olmadığını gösterdi.
Kıbrıs’a ilk kez “Barış operasyonu”nun ikinci yılında (1976) Lefkoşa’nın Rum kesimindeki uluslararası konferansa konuşmacı olarak gittim.
Ada’ya Rum kesiminden girdim, yeşil hat’tan Türk kesimine geçtim, bir süre de orada kaldıktan sonra, Ercan Havaalanı’ndan ayrıldım.
Makarios ve Denktaş da dahil olmak üzer her iki kesimin liderleri ve siyasi figürleriyle de görüştüm.

***
41 yıl önce Kıbrıs’ta görüntü şuydu:
Ada iki yıl önceki Türk askeri müdahalesi sonunda ikiye bölünmüş durumdaydı. Kuzeyde kırmızı Türk bayrakları, güneyde ise mavi Yunan bayrakları dalgalanmaktaydı.
Kıbrıs bayrağını, uluslararası konferansın yapıldığı binanın bir de Makarios’un sarayı önünde olmak üzere iki yerde gördüm. Rum kesimindeki sosyalist gençler onların da konferans vesilesiyle konduğunu, daha önce orada bulunmadığını kulağıma fısıldadılar.
Mavi bayraklılar, kırmızı bayraklılara karşı kazandıkları savaşları ulusal bayram olarak kutluyorlar, kırmızı bayraklılar da ulusal mavi bayrakları yendikleri savaşları anarak törenler yapıyorlardı.
İki yıl öncesine kadar maviler ile kırmızılar birbirlerini boğazlamaktaydılar. Mavilerin, Ada’yı tümden kendi ana vatanlarına bağlamak (ENOSİS) için gerçekleştirdikleri darbeden sonra kırmızılara karşı giriştikleri saldırıların sonunda kırmızı bayraklıların ana vatanlarından gelen ordu, Kıbrıs’ı ortadan ikiye bölmüştü.
Ada’da iki toplumun bir arada yaşamaları için uluslararası alanda konferans üzerine konferans düzenlenirken, Kıbrıs okullarında mavililerin çocukları mavi ulusçuluğu, kırmızılıların çocukları da mavi ulusçuluğuyla savaşan kırmızı ulusçuluğu öğrenerek yetişiyorlardı.
Kıbrıs adası bir toprak parçasıydı, ama vatan değildi.
Çünkü bu toprak parçası üzerindeki insanların bir arada yaşama konusunda bir mutabakatı yoktu.
Ada yalnız ortadan ikiye ayrılmakla kalmıyor, Adalılar da kafalarında ikiye ayrılmış bulunuyordu.
Bu durumda barış içinde bir arada yaşamayı sağlayacak bir formül bulunması imkânsızdı. Bu arada Kıbrıs’ın içinde bulunduğu bölge çok kan ve ateş çemberinden geçerken, Ada bunların ortasında barış değilse bile bir çatışmasızlık bölgesi olarak duruyordu. Bu çatışmasızlık halinin bedeli ise, Ada’nın bölünmüşlüğüydü.
***
Bugün aradan 41 yıl geçmiş, köprülerin altından çok sular akmış, fakat öyle görülüyor ki Kıbrıs sorununun özünde hiçbir şey değişmemiş, mavilerle kırmızılılar arasına eşit koşullarla bir arada yaşamak konusunda herhangi bir mutabakatın sağlanacağı ortam yaratılamamıştır.
Kıbrıs Rum lideri Anastasiadis’in kapıyı vurup gitmesine neden olan olayın, 1950 yılında Rumlar arasında yapılan Enosis referandumuna verilen evet oylarının Rum okullarında kutlanması konusunda çıkan tartışma olması da Ada Rumları’nın Kıbrıs’ı hâlâ nihai hedefi Yunanistan’a bağlanmak olan bir Helen Adası olarak görmekte direndiklerinin, bu gerçeği telaffuz etmeseler bile bilinçaltından silip atamadıklarının delilidir.
Bu durumda ortak yaşama konusunda bir mutabakatın oluşması imkânsızdır.
Mesele de kırmızılılar ile mavilerden hangisinin daha fazla kabahatli olduğunu tartışmak değil, mutabakatı oluşturmaktır. Ne yazık ki o noktadan da uzağız.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Yasalar kralları da bağladığında - NİLGÜN CERRAHOĞLU

“Reis” son olarak “Avrupa ülkeleri monarşi ile demokrasiyi birlikte yaşatma yoluna giderken, biz hanedanı ülke dışına çıkartıp cumhuriyeti ilan ettik” buyurdu ya...
Avrupa parlamenter monarşilerinde bu “birlikte yaşatma durumunun” nasıl hayata geçirildiğine bir bakalım.
Duymuşsunuzdur. İspanyol monarşisinden Inaki Urdangarin bundan iki gün önce 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Urdangarin, bir “üst mahkeme” eğer cezasını onaylarsa seçtiği hapishanede yatacak. Yani gideceği hapishaneyi seçme hakkı var. Ama işte o kadar. Kim Undangarin derseniz... İspanya Kralı Felipe’nin eniştesi.
Tahtından bu skandal nedeniyle feragat etmek zorunda kalan önceki kral Juan Carlos’un damadı ve tahtın 6. sıradan varisi Cristina’nın kocası. Taht varislerinden birinin eşi olan Urdangarin kertesinde bir saray mensubu, İspanya’da 1.5 yıl boyunca karısı ile beraber yargı önüne çıktı.
Sonunda sürgünde yaşamaya zorlanan Prenses Cristina para cezası ile kurtarırken; “enişte”; zimmet, ihtilas, irtikap, resmi makamları aldatmak, nüfuz ticareti, vergi kaçırmak, kara para aklamak, dolandırıcılık, resmi ve ticari belgelerde sahtekârlık gibi çok ağır suçlardan hapis cezası yedi. İspanyol yargısı, “enişte”/“damat” ayrımı yapmadı. 


‘Hukuk devleti tescillendi’
“El Pais” gazetesi bu durumu; “Hukuk kendini dayatıyor, yargı bağımsızlığı güçleniyor” başlığındaki başyazısında “İspanya’da Avrupa’nın diğer krallıklarında olmayan bir şey oldu. Bir kraliyet mensubu yargılandı” diyerek özetliyor:
“Bu karar, üsttekilerin dokunulmaz olduğu varsayımının sonudur. Bir kraliyet mensubunu kimsenin yargılamaya cesaret edemeyeceği fikrinde olanlara karşı, yargı görevini yaptı ve bağımsızlıkla karar verdi. İspanya’da hukuk devletinin çalıştığı, kimsenin yasa üstünde olmadığı tescil edildi.”
Kilit sözcük bu; “kimsenin yasaların üzerinde olmaması”. Veya diğer deyişle “yasa önünde tüm yurttaşların eşit olması”.
Gerçekte bu salt bir “demokrasi” meselesi değil. Öncelikle bir “hukuk devleti” olmak meselesi. Yalnız hukuk devletlerinde “yasa önünde herkes eşit” olabiliyor. Ve yalnız hukuk devletlerinde bir kraliyet mensubunu yargılayacak güçte bir “kuvvetler ayrılığı” bulunuyor. Demokrasi evet hukuk devletinin işleyişini denetlemek açısından yaşamsal önem taşıyor. Ama hukuk devleti olamayan çok demokrasi var dünyada. Biri, diğerinin garantisi sayılmıyor. “Parlamenter monarşi” olmak da, eğer içi “hukuk devleti” ile doldurulmazsa RTE’nin gönderme yaptığı bağlamda başlı başına marifet sayılmıyor.
Dam üstünde saksağan
“Avrupa monarşilerinin” bize şimdi örnek gösterilen evrimi aslında “anayasacılıkla” başladı. Gücü Tanrı’dan aldıkları düşünülen kralların yetkileri ve ayrıcalıkları, 19. yüzyıldan itibaren giderek böylece sınırlandı. 20. yüzyılda sonra bu evrim “hukuk devleti” ve “demokrasi” mücadeleleriyle taçlandırıldı.
Bırakın çağdaş “hukuk devleti”nden söz etmek, 200 yıl öncesinin “anayasacılıklarını” bile bizim şimdi mumla arar hale geldiğimiz ve hızla “mutlakiyetçiliğe” geri sardığımız şu günlerde, dam üstünde saksağan misali böyle “monarşi” güzellemelerine girmek, hamasetten başka bir şey olamaz.
“Avrupa ülkelerinin pek çoğunda krallar ve kraliçelerin bulunduğunu görüyoruz” diyen Reis ekliyor: “Bu monarklar semboliktir, aslında oralarda parlamenter demokrasi vardır diyeceklerdir. Devlet sisteminde bir aktör varsa hiçbir zaman sembolik olarak kalmaz. Bir ülkede bir kral varsa o kral, kraliçe varsa o kraliçedir. Bu taht ve taç sahibi ülke yönetiminde hak ve söz sahibidir.”
Söz sahibi de nasıl söz sahibi?
İspanya örneğine dönecek olursak; kral, “enişte”sinin “hapis cezasına” mahkûm edilmesinin ardından bir tek açıklama yaptı, o da saray sözcüsü aracılığıyla: “Yargının bağımsızlığına saygımız tamdır!” demek oldu.
Hüküm yiyen “enişte” ve kız kardeşle tüm ilişkilerini kesen ve unvanlarını geri alan kralın konuya dair başka bir müdahalesi ol(a)madı.
Reis nedense hep makam sahibi olanların “söz sahibi” olduğunu düşünüyor. Oysa örnek getirdiği Avrupa ülkelerinde -ister parlamenter demokrasi, ister parlamenter monarşi olsun- tek gerçek söz sahibi var; yurttaşlar.
Avrupa’nın tüm siyasi tarihi, tebadan yurttaşlığa evrilmenin bu büyük serüveni üzerine kurulu. Kralları bir yana bırakıp Reis biraz da yurttaşların ne kadar “hak ve söz sahibi” olduğuna keşke odaklanabilse.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Kedimiz kırmızıdır...- Mine G. Kırıkkanat

Ray Bradbury, her biri bir başyapıt olan eserlerinin ilki, 1951 yılında yayımlanan ve Fahrenheit 451 başlığıyla bir ölçüde gerçekleşen kehanet izleri taşıyan romanında; baskıcı bir rejimin toplumu uyuşturmaya programlı televizyon seyretmeye zorunlu kıldığı, kitap okumayı yasakladığı bir geleceği anlatır.
Romanda, yanmaz giysileri içinde robotlara benzeyen itfaiyeciler, evleri basıp topladıkları kitapları yakmaktadır. Yani itfaiye kurumu, varoluş nedenine ihanet içindedir. Zaten Fahrenheit 451 de kâğıdın ateşle doğrudan temas etmese de ısınarak alev aldığı sıcaklık derecesi olup, bir “kendini imha” sezdirmesidir.
Toplumun baskıcı rejime direnişi, insanların yakalanırsa yakılacak kitapları tek tek ezberlemesiyle başlar...
Ray Bradbury’nin okurun belleğine mıh gibi çakılan romanında şöyle der: “Her kitabın ardında bir insan vardır.”
Ralph Waldo Emerson için, “Yakılan her kitap, dünyayı aydınlatır.
Victor Hugo, “Işık kitaptadır. Kitabı sere serpe açın. İşini yapmaya, ışıtmaya bırakın...” diye önerir.
Jules Renard’a göre, “Bir kitap bize benzediği ölçüde hoşumuza gitmez.” 


***

Otokrasiden diktaya bütün baskı rejimlerinin kitap düşmanlığı, yazana nefret ve okuyana hışım ortaklığı, raslantı değildir.
Sözlerle düşünürüz. Kitaplar, söz dağarcığını genişleterek düşüncenin, hayalin ufkunu açar, mantığı geliştirir ve sonunda, özgürleştirir. Mutlaka özgürleştirir. Baskı rejimlerinin en çok korktuğu da budur...
Her 1000 kişiden sadece 1’inin kitap okuduğu (TUİK verileri) 80 milyonluk bir ülkede; yazıp okuduğu için hapse tıkılanları da çıkarırsanız, nasıl bir cehalete ve rejim türüne mahkûm olduğumuz açık!
Bugün doğan çocuğuna “Evet” adını koyan akıl, dün doğum kontrolünden habersiz olduğu için sıra sıra dizilen bebelere Yeter, Dursun, Sabit, İmdat isimlerini veren akıl.
Çünkü okumuyorlar.
Tek kitap” diyorlar, onu da okudukları, okudularsa anladıkları şüpheli...
Tek kitaba inanan insandan korkarım” demiş, aziz ilan edilecek kadar kusursuz mümin Aquinolu Thomas. Ne kadar haklı... 


***

Vatan sathında saçmalıktan vahşete, arsızlıktan hırsızlığa, aptallıktan gaddarlığa, “artık bu kadarı da olmaz”, “herhalde bunu da yapamazlar” diyebileceğimiz hiçbir şey kalmadı.
Hayvanlara tecavüz, çocukların ırzına geçmek, kadınları dövmek, kadın-erkek bol bol öldürmek sıradanlaştı. Terör, suikast ya da savaşta ölmek kader sayılıyor; şehitlik adeta yüksek getirili yüce bir meslek, bu ülkede...
Çoğul kitaptan oldum olası nefret edenler, tüm baskı rejimi ve zamanlarında olduğu gibi yine bir yayınevini, Kırmızı Kedi’yi hedef aldı.
Devlet Bahçeli hakkında yazılan bir kitaba önce muhteremler dağıtım yasağı getirdi, ardından tetikçi muhterisler kitabevine saldırıp camı çerçeveyi indirdiler. Kafa tokuşturmaktan beyaz peynire dönmüş beyinleriyle elbette kitapçıda bulamadıkları yazarı kendilerinde kalmayan “Akıllı olsun!” öğüdüyle tehdit edip kaçtılar.
Ne dağıtımı yasaklayan muhteremler, ne de camı çerçeveyi indiren tetikçi muhterisler kitabı okumuşlardı. Çünkü kitapta Devlet Bahçeli hakkında zaten bilmediğimiz hiçbir şey, en küçük bir suç öğesi yok.


***

Ama kitap korkusu, böyle bir şey. Ya okur da iki kelime daha öğrenir, biraz daha düşünürlerse? Al sana kâbus!
Demokrasiyi öylesine unuttuk, medya patronları öyle korkak ve gazeteciler işimizden oluruz diye titriyorlar ki; hiçbir basın mensubu Devlet Bahçeli’ye: “Kırmızı Kedi’ye hakkınızdaki kitapla ilgili saldırıyı kınıyor musunuz?” diye sormadı. Soramadı.
Devlet Bahçeli de Justin Trudeau değil ya, tabii ki saldırıyı kendiliğinden kınamadı. Kitabın dağıtımı durdurulduğunda da sessiz kalmıştı. Bu suskunluğun da tek bir anlamı olabilir...
Ben bir Kırmızı Kedi yazarıyım ve ülkenin en cesur, en ilkeli, kültüre ciddi emek veren yayıneviyle çalışmaktan gurur duyuyorum. Kurucu sahibi Haluk Hepkon’a gelince...
İnsanların kan kardeşleri ve can kardeşleri vardır.
Haluk Hepkon benim can kardeşimdir. Boşuna uğraşmayın. O başını eğmez.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Karaköy Yolcu Salonu’na kıydılar - ÇİĞDEM TOKER


Tam da bu toplantı için İstanbul’a giderken, kalp sızlatan bir kent suçu haberi düştü ekrana.
Karaköy Yolcu Salonu, bir gece önce yıkılmıştı. Cumhuriyet Türkiye’sinin modern anlamdaki ilk deniz yolcusu uğurlama salonuydu. 1937’de yapılan, mimar Rebii Gorbon’un imzasını taşıyan Karaköy Yolcu Salonu, Galataport Projesi uğruna yıkıldı.
Tüzel kişiliklerin içinin sızlamadığını tabii ki biliyoruz. Ama bu durumda bir zahmet, “vizyon misyon, kültürel değerlere saygı” gibi tumturaklı lafları sözlüklerinden çıkarsınlar.
Cumhuriyet tarihinin değerli bir kısmının, gayet bilinçli bir iradeyle iş makineleri altında parçalanmasını önemsemeyen Doğuş Grubu ile Bilgili Holding ortaklığını tebrik ediyoruz...

ÇİĞDEM TOKER / CUMHURİYET

Digitürk’ün ‘No’ ile imtihanı - ÇİĞDEM TOKER


“No”yu duymayan kalmamıştır muhtemelen. Ama yine kısa bir özet. Bugünlerde “Hayır”ın konuşulduğu hemen her yerde ortak sohbet konusuna dönüştü film.
Şili’de kanlı diktatör Pinochet’nin kaybettiği referandumu anlatıyor. Yönetmenliğini Pablo Larrain’in yaptığı “No”, referandum oyu hayır olacak muhalefetin çalıştığı reklam kampanyasına odaklı.
Pozitif bir tutum, söylem ve mesaj geliştirmenin umulmadık sonucunu gösterdiği için etkisi hayli güçlü.
Film yeniden çok konuşulmaya başlayınca -nihai hedefi kâr maksimizasyonu olan bütün şirketler gibi- Digitürk de bu filmi abonelerinin izlemesine açmıştı. “Dilediğin Zaman” uygulamasına eklenen filmle ilgili haberi, Odatv 5 Şubat’ta duyurmuştu. Digitürk de filmi şu ifadelerle tanıtmıştı:
“Şili’de 1988’de yapılan referandumu merkeze alan film, politik sinemanın vurucu örneklerinden biri. Diktatör Augusto Pinochet, baskı uygulayarak ülkeyi referanduma sürekler. Muhalefet ise ‘hayır’ sloganlı muazzam bir kampanya başlatır. Bu kampanya acaba Pinochet’in sonunu getirebilecek midir?”
Aradan biraz zaman geçti. CHP’nin de 16 Nisan referandumu için benzer bir yol izleyeceği duyuruldu. Baskı olmasın diye, ana muhalefet partisinin çalıştığı reklam şirketini son ana kadar saklayacağını da Hürriyet’te Rıfat Başaran imzasıyla okuduk.
Fakat o da ne? Dün Digitürk’te “No”yu izlemek isteyenler, filmi bulamıyordu. “Dilediğin Zaman” listesinde, artık “No” görünmüyordu. Şirketi arayan aboneler, filmin perşembe günü kaldırıldığını öğrendi...
Bence iki seçenek var:
Ya ülkeyi yönetenler, Katarlı şirket mülkiyetindeki Digitürk’e “Ne yaptığınızın farkında mısınız?” diyerek filmi kaldırmasını rica (!) etti. Ya da Digitürk, büyük yayın gruplarının ilkelerinden ilham alarak, farkındalık geliştirmeye karar verdi.
Ve sinema filmi bile olsa, anlamı “hayır” olduğu için “No”nun tarafsız yayıncılık ilkesine aykırı düşeceğine karar verdi. Ve filmin parasal getirisinden vazgeçti.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Üniversite tasfiyeleri: Geçmişten bugüne - KORKUT BORATAV





SBF’den uzaklaştırılanların tümünü, kendi çocuklarım gibi benimsiyorum. Öğrencilerim, asistanlarım, ortak çalışmalar yaptığım meslektaşlarım var.


Babamdan dinlediğim, tanık olduğum, yaşadığım 85 yıllık “üniversite tasfiyeleri” üzerinde anılarımın, izlenimlerimin bir bölümünü BirGün okurlarıyla paylaşmak istiyorum1.

Pertev Naili Boratav ve DTCF tasfiyesi
Babam Pertev Naili (Boratav) Darülfünun’da öğrenciyken halk bilimi araştırmalarına başlamış; Köroğlu Destanı başlıklı çalışması yayımlanmış; dikkat çekmiştir. Yirmi beş yaşında (1932’de) Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nin Türkiyat Kürsüsü’ne ilmî yardımcı (asistan) olarak atanır. Kürsü Başkanı Fuad Köprülü’dür.

Aynı yıl içinde İstanbul’da Tarih Kongresi toplanır; Gazi’nin önem verdiği Türk Tarih Tezi sunulur; tartışmaya açılır.

Darülfünun hocalarından Zeki Velidi bir oturumda Tarih Tezi’ni eleştirir. İki oturum sonra Maarif Vekili Reşit Galip kürsüye çıkarak tepkisini ortaya koyar :“Zeki Velidi Bey’in Darülfünun’daki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum.”

Hocalarını hedefleyen bu müdahaleye Edebiyat Fakültesi’nden dört asistan (Pertev Naili, Nihal, Ayşe, Enver Niyazi) tepki gösterir. Reşit Galip’e bir telgraf çekerler: “Biz Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ediyoruz…” Birkaç gün sonra Fuad Köprülü bu dörtlüyü çağırır: “Darülfünun defteriniz kapanıyor; öğretmenlik için tayinlerinizi isteyin.”

Babam Konya Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atanır. Orada öğretmenlik yapan genç bir kadınla (annem Hayrünnisa ile) tanışıp evlenecektir. Ben de 1935 Konya doğumluyum.

Bu aşamada genç Cumhuriyet’in, gelecek vadeden aydınlarına karşı “kıyıcı değil, koruyucu” olduğunu; “dik başlı okur-yazar çocukları”nın kulaklarını çekmekle yetindiğini söyleyebiliriz.

Pertev Naili Boratav akademik meslekten kopmayacaktır. Konya’da üç yıl öğretmenlikten sonra, Maarif Vekâleti bursuyla lisans-üstü çalışmalar yapmak üzere Almanya’ya gönderilir.

Hitler iktidardadır. Burslu öğrencilerin çoğu ve Berlin’deki öğrenci müfettişi Reşat Şemsettin Sirer, Nazi hayranıdır. Babam sol eğilimlidir; tartışmalarda Hitler rejimini eleştirir. Dört burslu, komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla Boratav’ı ihbar eder. Reşat Şemsettin bursunun kesilmesi için Bakanlığa başvurur. İki ay sonra Bakanlık bursu keser. Babam doktora çalışmalarına son verir. Türkiye’ye döner; Mülkiye’ye kütüphane memuru olarak atanır.

CHP’li Cevat Dursunoğlu, Yüksek Öğretim Genel Müdürü olmuştur. Pertev Naili Boratav’ın halk bilimi çalışmalarından haberdardır ve yeni kurulan DTCF’ye başvurması için onu teşvik eder. Boratav, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan imzasıyla bu yeni fakültenin Türk Edebiyatı Kürsüsü'ne 1938’de doçent olarak atanır. O dönemdeki akademik atamaların pek çoğunda olduğu gibi babamın doktorası yoktur.

1938 sonunda Hasan Âlî Yücel, Milli Eğitim Bakanı olur. ABD’de doktora çalışmalarını tamamlayan Behice Boran, Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif’i DTCF’nin Sosyoloji Kürsüsü’ne yönlendirir. DTCF Dekanı ise yine CHP siyasetçilerinden, felsefeci Emin Erişirgil’dir. Bu üç bilim insanı, P.N. Boratav’la birlikte 1941’den başlayarak Yurt ve Dünya dergisini çıkaracak; kamuoyunda “DTCF’deki solcu hocalar” olarak ün yapacaktır.

Bu noktada, DTCF’nin, insan türünün biyolojik kökenlerinin araştırılmasını (paleoantropolojiyi) kapsayan bir insani bilim fakültesi olarak kurulmasının, Cumhuriyet aydınlanmasının önemli bir adımı olduğuna dikkat çekmek isterim. Bu çizgi, bilimi “en hakiki mürşit” kabul eder; buradan hareketle Avrupa aydınlanmasının bilim, düşünce ve sanat akımları ile bütünleşmeye çalışır. Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanları ile daha sonra “solcu” nitelemesiyle öne çıkacak Boratav, Boran, Berkes, Şerif gibi gençlerin DTCF’nin kurucu kadroları içinde yer alması rastlantı değildir.

Ne var ki, savaş yıllarındaki Nazi sempatizanlığı, sonraki yıllarda sert bir antikomünist milliyetçiliğe dönüşmekte; adım adım siyasi iktidarı etkilemektedir. 1946 bir dönüm noktasıdır.

Demokrat çizgisi ve savaş yıllarında Nazi aleyhtarlığı ile öne çıkan Tan gazetesi saldırıya uğrar; yayınına son verilir. Sosyalist partiler ve sola dönük sendikalar kapatılır. Sekiz yıl Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan; Köy Enstitüleri’nin, 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu’nun, klasiklerin çevirisini üstlenen Tercüme Bürosu’nun baş mimarlarından Hasan âli Yücel 1946 seçimlerinden sonra görevden alınır; Recep Peker hükümetinin Milli Eğitim Bakanı, Reşat Şemsettin Sirer olur. Yeni hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, Köy Enstitüleri'ne ve üniversitelere sızmış komünistleri hedef gösterir.

Üniversitelere dönük saldırıları Sirer yönetir ve ana hedef DTCF’deki “solcu hocaların tasfiyesi” olur. P.N. Boratav ve arkadaşlarını doğrudan doğruya üniversite organları tarafından uzaklaştırma girişimini Üniversitelerarası Kurul önler. Bakanlığın tepkisi, öğretim üyeleri aleyhine “görevi kötüye kullanma” suçlamasına dayalı bir ceza davası açmak olacaktır. Yargı da “tasfiyeci” seçeneğe karşı çıkacak; davalar beraat ile sonuçlanacaktır.

Tek çözüm yolu kalmıştır: 1949 bütçe görüşmelerinde Ankara Üniversitesi Kadro Kanunu’na eklenen bir madde ile “solcu” öğretim üyelerinin kadroları lağv edilir. “Yasa yoluyla tasfiye”, iktidar ile muhalefetin ortak oylarıyla gerçekleşir. Pertev Naili Boratav ve arkadaşları “açık memur statüsü”ne geçerler. Kendi alanlarında ilk açılan kadroya tayin yükümlülüğü içeren bu konum, emeklilik hesabında iki yılı bir yıla saymakta ve yüzde 50 oranında aylık bağlamaktaydı.

Babam bir yıl sonra Fransa’ya, CNRS’in araştırma kadrosuna geçti. Öğretmen olan annem 1959’da emekli oldu; babamın yanına taşındı. Ben, her ay başında, Dışkapı’da Ankara Üniversitesi Saymanlığı’na gider, babamın açık maaşını nakit olarak alırdım. Babamın İstanbul Üniversitesi’nde kendi alanına yakın bir kadro için yaptığı atama girişimi kabul edilmedi. “İki yılı bir yıla sayılan” emeklilik süresi işledi; 1970’te Ankara Üniversitesi’nden emekli oldu.

“Solcu DTCF hocaları”na uygulanan “açık memur statüsü”, sonraki yılların tasfiye yöntemlerine göre hafif kalacaktır.

147’ler Tasfiyesi
1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldum. 27 Mayıs’a giden günlerde DP’nin üniversitelere ve hocalarımıza dönük saldırılarına tanık oldum. 27 Mayıs’a giden öğrenci gösterilerine katıldım. İktisata ve akademik mesleğe yöneldim. Avukatlık stajımı sürdürürken SBF’deki iktisat doktora programına kaydoldum. 27 Mayıs’tan altı ay sonra SBF Maliye Kürsüsü'ne asistan olarak atandım.

Akademik mesleğe başlayışım, bir başka üniversite tasfiyesiyle çakıştı. SBF’deki iktisat doktora programında Maliye Politikası dersini, modern Anglo-Sakson maliyesini iyi bilen, güler yüzlü, sevimli profesör Fadıl Hakkı Sur vermekteydi. Ders programının bitimi 27 Mayıs’a denk geldi. Beş ay sonra Fadıl Hakkı Bey, Milli Birlik Komitesi tarafından kabul edilen bir yasayla görevinden uzaklaştırıldı.

Yasa, Ankara ve İstanbul üniversitelerinden 147 öğretim üyesini meslekten çıkarmaktaydı. Listede SBF’den Sur dışında iki profesör (Aziz Köklü ve Hamit Sadi Selen) ve çiçeği burnunda iki asistan (Özer Ozankaya ve Olcay Kansu) vardı. Listede yer alan asistanlardan biri Veteriner Fakültesi’nden arkadaşım, öykücü Orhan Duru idi. Hukuk Hakültesi’ndeki hocalarımdan Yavuz Abadan, Bülent Nuri Esen, Mukbil Özyörük; arkeolog Halet Çambel; edebiyat ve düşün dünyasından Haldun Taner, Sabahattin Eyüboğlu, Adnan Benk de listede yer almaktaydı.

universite-tasfiyeleri-gecmisten-bugune-246886-1.

Yasanın 5. maddesine göre listedekiler bir daha üniversitelerde görev alamayacaklardı. 147’ler olayı, basın ve üniversite ortamlarında şiddetle eleştirildi. Sur ve Köklü (herhalde “gönül alma” kabilinden) yurt dışında prestijli görevlere atandılar. İki yıl sonra çıkarılan bir yasayla kurumlarına geri dönüş hakkı tanındı. 147’lerin büyük çoğunluğu bu imkânı kullandı. Aziz Köklü ve iki asistan SBF’ye döndü. Fadıl Hakkı’yı bir daha görmedim.

Ne var ki, “147’ler olayı”, Türkiye’de üniversite mesleğinin eski, kronik bir başka hastalığının ürünüydü: Tasfiye listesinin meslektaşlarının (çoğu dedikodulardan ibaret olan) ihbarları sonunda oluştuğunu, Şevket Çizmeli (henüz yayımlanmamış) bir çalışmasında ortaya koyuyor. Hastalık, yirmi yıl sonra daha şiddetli boyutta depreşecektir.

12 Mart ve 12 Eylül Tasfiyeleri
Bir başka tasfiye girişimi 12 Mart 1971’i izleyen sıkıyönetim döneminde gerçekleşti. “Reformcu” Erim hükümetinin Başbakan Yardımcısı Şadi Koçaş’ın başlattığı “Balyoz Harekâtı”, hızla SBF’ye de yansıdı. Genç asistanlardan bir bölümü “arazi oldu”; meslekten koptu. Kıdemli hocalardan Cahit Talas, Muammer Aksoy, Bahri Savcı, Dekan Mümtaz Soysal gözaltına alındı. Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde “hesap vermeleri” istendi.

Mülkiye, 12 Mart fırtınasını büyük ölçüde dayanışma göstererek karşıladı. Mümtaz Soysal’ın Mamak Askeri Cezaevi’ndeki duruşmalarına SBF’li meslektaşları olarak kalabalıkça bir kadroyla katıldık. Üniversiteler Kanunu’nun özerk yapısı korunmaktaydı. Soysal’ın boşalttığı makama seçilen Ruşen Keleş ve Üniversite Senatosu, kayıpların, yıkımın sınırlı kalmasına; “kaybolanlar” geri geldiklerinde özlük haklarının korunmasına özen gösterdi. Sıkıyönetim’in son bulmasıyla birlikte, durum, adeta, eskiye dönmüş oldu.

12 Mart yıkımının frenlenmesine, 1970’li yılların ilk yarısında bütün dünyanın sola kaydığı bir konjonktürün etkili olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül 1980 sonrasında patlak verecek olan rejim, dış dünyadaki eğilimlerin de tersine döndüğü bir döneme denk geldi. Sonuçları çok daha ağır oldu.

SBF, darbeyi ve sıkıyönetim ortamını Cevat Geray’ın dekanlığı ile karşıladı. Başlangıçta, darbenin üniversitelere yansımasının 12 Mart boyutlarında kalacağını; zamanla geçiştirileceğini düşünmüştük. Kısa zamanda, 12 Eylül Darbesi'nin farklı olduğu anlaşıldı. İhsan Doğramacı, üniversite düzeninin baştan-aşağı değişmesi gerektiğini, otoriter ve yetkili bir üslupla haber verdi. Yeni yasa (YÖK) yürürlüğe girdi; dekanlar, üniversite yönetimleri topluca değişti. 1946 tarihli yasada güvenceli konumda olan doktoralı asistanlar sözleşmeli konuma getirildi; “sakıncalılar” dosyalarına göre peyderpey üniversite görevlerinden uzaklaştırıldı.
Öğretim üyeleri için ise, YÖK değil, Sıkıyönetim Yasası işletildi. Şubat 1983’te Ankara Üniversitesi Rektörü Tarık Somer tarafından imzalanmış; 1402 sayılı yasaya ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kararına atıf veren “görevden uzaklaştırma yazıları”, (“Sarı Zarflar”) odacılar tarafından ilgililere dağıtılmaya başlandı. Bu yazılar, yarım sayfadan küçük boylu, ince pelür kâğıtlarına kopya edilmiş, sadece isim başlığı değişik belgelerdi.

İlk yazı Tuncer Bulutay’a geldi. Bir hafta sonra sarı zarflar Cevat Geray’a, Rona Aybay’a, Kurthan Fişek’e ve bana dağıtıldı. Yaklaşık on gün içinde listeye Bahri Savcı, Mete Tuncay, Alpaslan Işıklı, Cem Eroğul, Yılmaz Akyüz katılacaktı. Sıkıyönetim alanı dışında idari yargı işlemekteydi. Örneğin Baskın Oran’ın “yardımcı doçentlik” görevine YÖK Yasası gereği son verilmişti. Baskın, Danıştay’dan iptal kararı çıkardı. Fakülteye döndü. Aynı gün Sıkıyönetim Komutanlığı kararıyla görevden alındı.
İstifaları saymazsak SBF’nin 1402 sayılı yasaya göre kayıpları yukarıda sayılan on bir kişiyle sınırlı kaldı. Yasa, bizleri görevlerimizden “bir daha kamu hizmetinde çalışamamak” kısıtlanması içinde uzaklaştırıyordu. Ne var ki, kazanılmış haklar korundu. Emeklilik süresini dolduranlara emeklilik aylıkları bağlandı; ikramiyeleri ödendi. Bana gelince, Emekli Sandığı’na bağlı olarak 23 buçuk yıllık hizmetim vardı. Bir buçuk yıl dışarıdan SSK primi ödeyerek emekliliği sağladım.

Yeşil (hususi) pasaportlarımız mavi pasaportlarla değiştirildi; yurt dışına çıkmamıza engel konmadı. Örneğin Aydınlar Davası’ndan yargılanmaktayken duruşmalardan vareste tutuldum ve Eylül 1984’te Zimbabwe Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak gittim. 1986 sonunda Türkiye’ye döndüm. “1402’likler”in başvurularını bir süre reddeden Danıştay, 1988’de “kamu hizmeti yasağı, sıkıyönetim süresi içinde geçerlidir” içtihadı ile görevlerimize dönmemizi sağladı. Altı yıllık bir aradan sonra SBF’ye döndüm.

Üniversiteler, 12 Eylül Darbesi'ne karşı 12 Mart’taki dayanışmayı göstermedi. YÖK düzeninin yeni organlarında tasfiye sürecine katkı yapan meslektaşlar ortaya çıktı. Ancak, listelerin oluşmasının arka planı bugüne kadar araştırılmamıştır.

OHAL/KHK Tasfiyeleri
2016’nın OHAL/KHK’ler rejimi öncekilerden çok daha yaygın bir üniversite tasfiyesi başlatmıştır. Özellikle kendi fakültemle ilgili gözlemler yapacağım.

SBF’den toplam 29 öğretim elemanı (Profesör, doçent, yardımcı doçent, öğretim görevlisi, araştırma görevlisi) görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Bu, Fakülte’yi çökertme niyeti olarak görülmelidir.

Emeklilik ve sosyal güvenlik konularında kazanılmış haklara ilişkin ciddi endişeler vardır. Pasaportları geçersiz kılınmıştır. Akademisyenler için büyük önem taşıyan yurt dışında çalışma, araştırma, burs gibi olanakları kullanmaları imkânsızlaşmıştır. “Sivil ölüm” konumu akla gelmektedir. Yasal güvenceler alanı, 12 Eylül rejimi dönemine göre çok daha fazla daralmıştır.
OHAL ile ilişkili olmayan bir bildiri, tasfiye listelerinin oluşumunda esas alınmıştır. KHK’deki imza sahipleri (Bakanlar Kurulu) sorumludur; ama YÖK, listelerin ilgili üniversite yönetimlerince hazırlandığını belirtmiştir. Bu durumda, akademik etik ilkelerini açıkça çiğneyen; mesleki dayanışma geleneğini hiçe sayan üniversite yöneticilerini görevlerinden derhal istifaya davet etmeliyiz.

OHAL/KHK rejimi tam yetkilidir. Üniversitelerde tasfiye listeleri hazırlama ve uygulama görevleri doğrudan doğruya Emniyet Teşkilatı’na devredilsin ki akademik mesleğin kirlenmesi frenlensin.

SBF’den uzaklaştırılanların tümünü, kendi çocuklarım gibi benimsiyorum. Öğrencilerim, asistanlarım, ortak çalışmalar yaptığım meslektaşlarım var. Üç örnek vereceğim.. Dr. Nilgün Erdem, Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse kıvanç duyduğum, birlikte çalışmalar yaptığımız parlak meslektaşlarımdır. Meslekten uzaklaştırılmaları, önlerinin tıkanması, Türkiye’de sosyal bilimlerin birikimini ve geleceğini tahrip etme niyeti dışında nasıl açıklanabilir? Onların asistanı olan, doktora tezinin başlangıç aşamalarında, kendisinden önemli katkılar beklediğim genç Ekin Değirmenci’nin meslek hayatına niçin son verilmek isteniyor? Hedef, yılların emeğini, kaynaklarını, hocalarının da katkılarını içeren birikimini yok etmek midir?

•••

85 yıllık tasfiye öyküleri aktardım. Babamı, beni, örnek verdiğim asistanlarımı ve onların da asistanlarını, yani dört akademik kuşağı kapsadım. Sonu, bana hüzün vermektedir. Zira, siyasi iktidarlar ve onların uygulayıcıları, her aşamada biraz daha kıyıcı ve gaddar hale gelmektedir.

Yine de aynı öyküler gösteriyor ki, toplumun bünyesinde, tarihsel birikiminin bir köşesinde bir telafi mekanizması saklıdır. Aydınlar, bilim dünyası, hukuk, er veya geç geçmiş yıkımı onarma, telafi yöntemlerini arayacak; bulacaktır. Umarım fazla geç kalınmaz.

KORKUT BORATAV /BİRGÜN






Dipnot: 1 Daha ayrıntılı bir metin, “Bir Söyleşi: Üniversitelerde İki Kuşak” başlığı altında Rona Aybay’a Armağan’ (İstanbul, 2015)’te yer alıyor. Pertev Naili Boratav’ın 1948’e kadar uzanan meslek hayatının “tasfiyeler” bölümü Mete Çetik’in hazırladığı Üniversitede Cadı Kazanı: 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın Müdafaası (İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınlar) içinde yer alıyor.

Özgürlük kavgası, darbeler ve üniversite’nin çilesi - TANER TİMUR

Kimse kötümserliğe kapılmasın. Çağdışı ve bu ülkenin kazanımlarına tamamen ters yöndeki bu niyetler yenilmeye mahkûmdur.
İlk “modern üniversite”, Almanya’da, özgür bir felsefi tartışma zemininde kuruldu. Kant’tan Hegel’e uzanan “Alman idealizmi”nin bilim ve özerklikle ilgili düşünceleri, 1810’da Berlin’de kurulan Humboldt Üniversitesi’ne temel teşkil ettiler: Modern üniversite, insanın kültürel inşasını (Bildung) ve “gerçek” kavgasını tartışma, hümanizm ve özerklik ilkeleri üzerine dayandıracaktı. Wilhelm Humboldt ve dava arkadaşları Ortaçağ’ın skolastik düşüncesine ve Kilise doğmalarına “Hayır!” diyorlardı.
Ne var ki proje gerçek olamayacak kadar güzeldi ve uygulanamadı.

•••

Uygulanamadı; çünkü yaşam ve özgürlük kavgası soyut düşüncelerle verilmiyor; ideal ilkeler kurumların varlıklarını sürdürmeleri için yeterli olmuyor; “bilim ve gerçek kavgası”, reel dünyanın “maddi çıkarlar kavgası” karşısında çoğu kez yenik düşüyor. En azından tarih şimdiye kadar böyle cereyan etti. Nitekim “modern üniversite” kurucusu Almanya’da da gelişmeler farklı olmadı. Yeni üniversitenin açılışından sadece otuz yıl kadar sonra, IV. Wilhelm’ın şahsında en gerici sınıflar iktidara geliyor ve Üniversite’de özgür düşünce yasaklanıyordu. Böylece, din ve laiklik bağlamında Alman idealizmi’ni “sivil toplum” açısından tartışmaya başlayan bilim adamları birer birer üniversiteden uzaklaştırıldılar. Önce ilk kez “din, kitlelerin afyonudur” diyen Bruno Bauer kovuldu; sonra Feuerbach bir taşra üniversitesine sürüldü; Marx ise artık asistan olmak için akademik kuruma müracaat etmeyi bile gereksiz buldu. Toplumsal formasyonlara asıl damgasını vuran sınıf kavgaları Akademi’de de başat olmuş, hükmünü icra etmeye başlamıştı. Ve sınıfsal hegemonyaya dayanan bir sistem içinde, ezilen çoğunluk iktidar olmadan, Üniversite’de Humboldt’un ideallerine yer yoktu.

•••

Yine de burjuva toplumuyla beraber üniversitelerin giderek halk sınıflarına açılması, sınıf kavgalarının Akademi’ye de yansımasına ve özgürlük alanının genişlemesine yol açmıştı. Oysa kriz, savaş ve soğuk savaş dönemlerinde baskılar artıyor, özgürlükler yine askıya alınıyordu. Amerika’da “siyasal düşünceleri yüzünden işini kaybeden ilk radikal öğretim üyesi”, 1915 yılında, “maden ocaklarında çocuk emeğinin kullanılmasına karşı çıktığı için” Pensilvanya Üniversitesi’nden atılan ekonomi profesörü Scott Nearing oldu. Bir yıl sonra da Bertrand Russel gibi liberal bir filozof, sırf “pasifist etkinlikleri” yüzünden Cambridge’den kovuluyor, üstelik altı ay da hapse mahkûm oluyordu. 1960’ların yükselen devrim koşullarında ise üniversiteler özgürlük kaleleri haline geliyorlardı. Kontrolü elden kaçırma korkusuna kapılan egemen sınıflar, ünlü profesörleri yetersiz kalınca, bu kez de kampüslere ajan provokatörlerini yolladılar.

•••

Osmanlı Devleti modern sınıflara dayanan bir burjuva toplumu yaratamadığı için modern bir üniversite de kuramadı. Aslında daha Tanzimat’ı izleyen yıllarda “medrese sistemi”nin yetersizliği anlaşılmış ve bir “Darülfünun” kurulması tasarlanmıştı. Hatta İtalyan mimar M. Fossati’ye bir de bina planı ısmarlanmıştı. 1869’da kabul edilen “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” ise Darülfünun’un kaç bölümden oluşacağını, öğrencilerini nasıl seçeceğini, ders programının ne olacağını ayrıntılı bir şekilde (79-128 maddeler) düzenliyordu. Ne var ki arkadan Rus savaşı ve onu izleyen istibdat dönemi geldi ve modern bilim ve özgürlük tartışmaları ancak II. Meşrutiyet yıllarında yapılabildiler.

Gerçekten de 1908’de “Hürriyet’in İlanı”nı izleyen yıllarda modern üniversitelere temel teşkil edecek tüm düşünceler Türkiye’de de gündeme geldiler. Skolastik düşünce, mektep-medrese uyumsuzluğu, üniversite özerkliği başlıca tartışma konularıydı. Ziya Gökalp, “Darülfünun emirlerle düzelmez; onu yapar ancak serbest bir ilim; bir mesleğe haricinden fer gelmez; bırakınız ilmi yapsın muallim!..” dizeleriyle adeta bu konuda izlenecek yolu gösterir gibiydi. Ne var ki, kendisinin de katkıda bulunduğu pantürkist akım, militarist eğilimler ve darbeci politika bunun için gerekli özgürlük ortamını yok etti ve sonuç da felaket oldu.

•••

Türkiye’de modern üniversite reformu, 1933 yılında “Darülfünun”u ortadan kaldıran reformist bir kanunla kuruldu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, 2252 sayılı kanunu, reformun da ötesinde bir devrim kanunu olarak sunuyordu: “Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünun’u ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır”. Ne var ki arkasında özgür bir araştırma geleneği bulunmayan “Darülfünun”un bir kanunla “modern (burjuva) üniversitesi”ne dönüşmesi de beklenemezdi. Bu boşluğu Nazi zulmünden kaçan ünlü Alman profesörler de dolduramazdı. Yine de 1933 Reformu bu yönde radikal bir adım oldu. Temeller atılmıştı.

•••
ozgurluk-kavgasi-darbeler-ve-universite-nin-cilesi-246896-1.
Türkiye çok partili rejime “soğuk savaş” koşulları içinde girdi. Sovyet tehdidi bağlamında ülkeyi saran anti-komünist histeri üniversiteyi de kuşatmış ve Ankara Üniversitesi’nin en değerli elemanları (Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif) Fakülte’lerinden uzaklaştırılmıştı. Bu dönemde CHP ve DP anti-komünizm konusunda bir birbirleriyle savaşıyor, güçlü bir komünist hareketin olmadığı ülkede “hayali komünistler” yaratıyorlardı. “Rus salatası”nın adının “Amerikan salatası” olarak değiştirildiği günlerde yaşıyorduk.

•••

Demokrat Parti, iktidara geldikten, özellikle de 1954 seçimlerinde baş döndürücü bir zafer kazandıktan sonra giderek hırçınlaştı ve hiçbir muhalefete tahammül edemez hale geldi. Menderes’in bu mutlak otorite tutkusundan tabii ki üniversite de nasibini aldı. 1956 yılında S.B.Fakültesi Dekanı Turhan Feyzioğlu öğrencilerine –Demirci Efe’ye gönderme yaparak- “bir ülke ya ilimle ya da zulümle idare edilir” dediği için vekâlet emrine alınıyor, izleyen yıllarda baskılar daha da artıyordu. Menderes artık Mülkiye’yi Konya’ya sürmekten, “Üniversite’nin çanına ot tıkamaktan” söz etmeye başlamıştı. O tarihte ülkede sadece üç üniversite vardı ve sesi çıkan da sadece Ankara Üniversitesi idi. Gerginliğin artmasının ve 27 Mayıs darbesinin önemli nedenlerinden biri de bu oldu. 27 Mayıs’la birlikte ülkede “darbeler dönemi” başlıyordu.

•••

1946 yılında çok partili hayata geçilmesinden bugüne kadar Türkiye’de (başarısız girişimler sayılmazsa) dört darbe yaşadık. Bunlardan sadece ikisi (27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri) Parlamento’nun feshi, Anayasa’nın ilgası ve yeni bir Anayasa yapılması gibi uygulamalara gitti. Oysa bu iki darbe toplum tasavvurları, sınıfsal dayanakları ve uygulanış şekilleri itibariyle adeta birbirinin zıddı idiler. 27 Mayıs darbesi, ordunun hiyerarşik düzeni dışında, küçük bir subay gurubu tarafından gerçekleştirilmişti. Orta sınıf kökenli bu askerler, toplumda derin ideolojik bölünmelerin olmadığı bir dönemde, iktidarı DP’den alıp CHP’ye devreden darbeciler olarak tarihe geçmemek için kurumsal reformlar yapmağa kalkıştılar. Üniversite ile sıkı bir işbirliği içindeydiler ve yeni anayasa yapımını da bir kısmı daha sonra “sol Kemalist”, “küçük burjuva radikalleri” gibi sıfatlarla yaftalanacak olan hukukçu ve siyaset bilimcilere tevdi ettiler. Üniversite özerkliğini, Anayasa’ya sokan, işçilere özgür sendika ve grev hakkı tanıyan, Anayasa Mahkemesini kuran ve TRT’yi özerk bir kurum haline getirenler bunlardı. Ne var ki “radikal reformlar” uğruna üniversiteden sorgusuz sualsiz 147 öğretim üyesini atanlar da yine bunlar oldular. Askerlerin bu “reform”u Milli Birlik Komitesi’ne değil de, işbirliği yaptıkları bazı öğretim üyelerine mal etmeleri inandırıcı olmadı ve bu da “Ara rejim”in kısa sürede bitmesini sağladı.

1980 darbesi ise büyük burjuvaziye dayandı ve daha çok da 1961 Anayasası’nın sağladığı hak ve özgürlükleri genişletmeye çalışan devrimci gruplara karşı yapıldı. 1971 darbesi bir “prova” işlevi görmüş, 1961 Anayasasını yapanlardan bir kısmı ağır suçlar isnadıyla yargılanmış, hatta bazıları da mahkûm olmuştu. Bu arada hiyerarşi dışı girişimleri önlemek için TSK da “Silahlı Kuvvetler Birliği” adı altında gayrı-resmi bir “Vesayet Makamı” haline gelmişti. Hedefte üç düşman vardı: “Komünistler”, “Kürtçüler”, “mürteciler”. Ve askerler bunlara karşı egemen sınıflar ve resmi partilerle tam bir dayanışma içindeydiler. Aslında üç kategori de at iziyle it izinin birbirine karıştığı çok geniş tanımlar içinde hedef gösteriliyordu. Böylece ülke yönetimine “ilim”in değil “zulüm”ün egemen olduğu bu yıllarda elbette ki “üniversite” de “üniversite” olmaktan çıktı ve vahşi yöntemlerle bütün “zararlı” unsurlardan temizlenerek YÖK’ün vesayetine terk edildi.

•••

Bütün zulümler “Kemalizm” adına yapıldığı için, bu arada en çok itibar kaybına uğrayan doktrin de Kemalizm olmuştu. Böylece bir neslin haksızlığa ve zulme uğrayan çocuklarından bir kısmı, o konuda yazılmış onlarca kitabı ellerinin tersiyle iterek, Kenan Evren “Kemalizm”ini “Gerçek Kemalizm” olarak bellediler ve “ileri demokrasi” adına AKP’nin ve Erdoğan’ın peşine takılmakta bir sakınca görmediler. Oysa asıl yapılması gereken -ve gerçek devrimcilerin yaptığı- Kemalist hareketin devrimci kazanımlarını benimsemek ve günümüz koşulları içinde onu eleştiri süzgecinden geçirerek aşmanın kavgasını vermekti. Bunun yerine, “ileri demokrasi” sanrısı ile sırtını kârından başka bir şey düşünmeyen, ilkesiz bir burjuvaziye dayayanlar, bugün büyük bir düş kırıklığı içinde yaşıyorlar. Oysa takke çoktan düşmüş, kel görünmüş ve AKP iktidarı “Kemalizm”in çok gerisinde bir programı adım adım uygulamaya başlamıştı. Abdülhamid rejiminin açıkça övülerek örnek gösterildiği ve üniversitelerin de bu anlayışla muamele gördüğü günlerde yaşıyoruz. Varılan nokta budur. Geçen yıl İmam Hatiplilere hitap ederken, “Açık konuşuyorum”; diyordu Erdoğan; “Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa neden olmuştur (...) İmam Hatipler, İlahiyat fakülteleri elbette çok önemli hizmetleri ifa ediyorlar, ama eğitim gücü ve derinliği bakımından bu kurumların medrese geleneğinin binlerce yıllık birikimine henüz yetişemediği de ortadadır”. İşte bugünkü iktidarın “üniversite” anlayışı budur ve iktidarı güçlendikçe bunu uygulamakta da hiçbir çekince de göstermeyecektir.

Yine de kimse kötümserliğe kapılmasın. Çağdışı ve bu ülkenin kazanımlarına tamamen ters yöndeki bu niyetler yenilmeye mahkûmdur. Bugün haksız ve vicdansız bir şekilde üniversiteden uzaklaştırılan değerli akademisyenler çok geçmeden onurlu bir şekilde yuvalarına döneceklerdir.

Taner Timur / BİRGÜN

Kabus kapıya dayandı! - ERHAN NALÇACI

Milliyet dün şöyle bir manşet atmış: “Kabus kapıya dayandı! Aşırı sağcılar önde.”

Haber şuna dayanıyor: Fransa’nın milliyetçi, sağcı siyasetçisi Le Pen, Nisan sonunda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde %26 ile önde gidiyor. Hollanda’da 19 Martta yapılacak milletvekili seçimlerinde ise Geert Wilders liderliğindeki “aşırı sağcı” Özgürlük Partisi’nin en fazla sandalyeyi alacağı kesinleşiyor.

İyi de Milliyet bunu neden bir kabus olarak görüyor ki! Türkiye’de sanki “ılımlı” sağ iktidarda. Faşizan bir rejimin içinde yaşadığımızı ve Milliyet’in de bu rejime yandaş olduğunu biliyoruz.
Sorun Avrupa’da yükselen sağın İslam düşmanlığında mı? Bu kadar dehşete düştüklerine göre Avrupa’da ve Türkiye’deki “aşırı sağ”ın din faktörüne bağlı uyumsuzluğu onları korkutuyor olmalı.
Oysa hem Türkiye’de, hem de ABD ve Avrupa ülkelerinde sağın yükselişi emperyalizmin ve  sermaye sınıflarının siyasi tercihleriyle gerçekleşti.

Avrupa’da faşizm kendi kitlesini yaratmak için İslam düşmanlığını kullanıyor. Tıpkı Nazilerin 85 yıl önce iktidara gelmek için Yahudi düşmanlığını kullanması gibi. Oysa Nazizmin iktidara gelişine, ABD ve İngiliz emperyalizminin göz yumduğunu ve asıl amacın dünyanın ilk sosyalist ülkesi olan Sovyetler Birliği’ni yok etmek olduğunu o zaman da biliyorduk, şimdi de biliyoruz.
Daha önce de bu konuya değinmiştik, ama bir kez daha Batının emperyalist dünyasında faşizmin yükseliş nedenlerine bakalım.

Avrupa Birliği'nin (AB) en revaçta olduğu zamanlarda dahi bunun son derece hiyerarşik bir yapı olduğunu ve Alman emperyalizminin merkezinde durduğunu söylüyorduk. Buna Alman sermayesinin birikiminin yanı sıra İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizme karşı cephe ülkesi olması neden olmuştu.

ABD hegemonyasının ortasında sinsice yükselen bir dev ortaya çıktı. Bırakın dünyanın diğer kısımlarını AB’deki ülkelerin hemen tamamı Almanya’ya karşı ticari açık veriyorlar. 2015’te Almanya ile ticarette Fransa  40, İtalya 11, İspanya 12 milyar dolar  açık vermiş.
Üstelik Almanya sanayiye dayalı ticari üstünlüğünü siyasete mal etmeye çalışıyor. Alman emperyalizmi çok sayıda vakıf üzerinden sinsice ABD hegemonyası dışında kendine ait bir dünya kurmayı deniyor. Bu politikanın şampiyonlarından olan, Alman tekellerinin gözdesi ve Trump’ı “Nefret Vaizi” diye tanımlayan Frank-Walter Steinmeier çok yeni Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Almanya karşısında sürekli gerileyen ülkelerde ise yükselen faşist hareket AB’ye, Avro’ya dolayısıyla Almanya egemenliğine karşı çıkıyorlar. Trump ekibinin Avro’nun 18 aya çökeceğini söylemesi de bu eğilimi yansıtıyor.

Öyle ya, Rusya Sovyetler Birliği değil, neden soğuk savaş düzenini Almanya’nın suistimal etmesine izin versinler.

Ama başka bir şey var, Batının emperyalist dünyasını tehdit eden Çin denizi etrafındaki sermaye birikimi. Başlıca Çin’deki sermaye değersizleştirilmeli veya ABD hegemonyasındaki Batıya boyun eğmeli.

Avrupa’daki faşizm son –ama gerçekten son olacak- bir Haçlı Seferi için emekçi sınıflardan asker toplamak üzere iktidara yerleşmeye çalışıyor.

Biz ise; eşitliğe dayalı uluslararası bir bütünleşmenin sosyalizmin bayrağı altında ve
faşizmin, gericiliğin kökünün kurumasının ancak tekellerin zenginliği emekçilere geçince mümkün olacağını, liberal/faşist çekişmesinin farklı emperyalist stratejilerin ürünü olduğunu
ve zamanın daraldığını çok iyi biliyoruz.

Herkes saflara!


Erhan Nalçacı / SOL

Başkanlık sisteminin Trump’la imtihanı - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Başkanlık Sisteminin Başarısızlığı” kitabında Juan Linz, bu yönetim tarzının özellikle kutuplaşmış toplumlarda hastalıklı sonuçlara yol açtığını anlatır.

 
Sistemin işleyişinin doğrudan “kutuplaşmayı bilediğini” belirten tanınmış siyaset bilimci bunun “başkanlığın sıfır toplam oyunu olmasından kaynaklandığını” söyler.
“Başkanlık sistemi” üzerinde yapılmış en ayrıntılı analizle tanınan Linz; “Çünkü başkanlıkta kazanan parsayı toplar” der ve ekler:
“Kutuplaşma bilenir ve (dolayısıyla) meşruiyet gölgelenir. Başkanın 4-5 yıl için seçildiğini düşünün. (Karşıt) tarafların tabanları arasındaki sertleşme ve gerilimi, bu dönemde düşürecek bir mekanizma yoktur. Yenilen taraf 4-5 yıl bekleyecektir. Gerilim tırmanır!” 
 
Trump’ın Beyaz Saray’da geçirdiği ilk üç hafta, Linz’in sözlerinin sağlaması gibi. Son seçimler, ABD’nin en gerilimli, en kutuplaşmış seçimi oldu.
Trump yandaşları mitinglerde Hillary’yi içeri tık!” diye bağırdı. Clinton da Trump Beyaz Saray’ının ABD için “badire/ apocalypse”le eşdeğer olacağını söyledi.
“Amerika Birleşik Devletleri”nin adı bu görülmemiş çekişme nedeniyle “Amerika Birleşmemiş Devletleri”ne çıktı.
 
Gerilimden beslenen liderlik
Trump’ın seçimi kazanmasıyla Beyaz Saray’a sahiden de hızla “badire” havası çöktü. Öyle ki “Beyaz Saray/Beyaz Ev” in adı göz açıp kapayana dek “Kaos Ev”e çevrildi.
Trump kampanyada vaat ettiği gibi Clinton’ı hapse atmadı ama onunla hesaplaşmasını sürdürüyor.
Çiçeği burnunda başkan, başından sonuna dek izlediğim “Kaos Ev”deki 1.5 saatlik ilk basın toplantısının önemli bölümünü hâlâ Clinton’la bitmeyen itişmesine ayırmıştı.
“Rusya ile ilişkilerim nedeniyle sürekli bana saldırılıyor” diyen Trump; “Rusya ile benim özel ilişkim yok. Ama asıl Clinton’ın var. Hillary Clinton (Dışişleri Bakanlığı döneminde) ABD’nin önemli uranyum kaynaklarının yüzde 20’sini Rusya’ya verdi!” dedi.
Tümüyle gerçek dışı bir iddiaya dayanan bu “düello”nun aslında bir tek amacı var: Bizim Türkiye’de çok iyi bildiğimiz bir taktikle “gerilimden beslenmek” ve “yüksek dozlu gerilimin” ardına gerçek gündemi saklamak.
Trump’ın gürültüye getirmek istediği gerçek gündem; Beyaz Saray’da 3. haftasını doldurmadan istifa etmek zorunda kalan ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn’in skandalı.
Başkanın dış politika, savunma, anti-terörizm stratejilerini tanımlayan kilit organ olan “Ulusal Güvenlik Konseyi”nin başındaki şahsın böyle ışık hızıyla “kellesinin düşmesi”, başkanın otoritesine bir darbe.
Trump, bu çok büyük yarayı şimdi gerilimle örtmeye çalışıyor. Sade eski rakibi Demokrat adaya değil, önüne gelen herkese, Flynn skandalını yazan medyayla beraber skandalı sızdıran istihbarat odaklarına ve “Müslüman yasağı”na taş koyan yargıçlara yaylım ateşi açıyor.
 
‘Hayır’ için yeterli neden
Beyaz Saray’daki ilk basın toplantısında Trump, bu nedenle “hodri meydan” dedi ve özellikle de basın organlarını birer birer yerden yere vurdu.
“New York Times”a “iflasın eşiğindeki gazete” dedi.
CNN’i “yalan haber yapmak”, “nefret, kin kusmakla” suçladı.
BBC muhabirine de “Siz de CNN gibisiniz” demeyi ihmal etmedi.
Soru yönelten gazetecilere çocukları okulda tahtaya kaldıran öğretmen edasında bir bir… “iyi soru”, “kötü soru” diye derecelendiren Trump’ın bu büyük şovu, tam “reality” kıvamındaydı.
Basın camiasını, hiçbir ABD başkanının yapmaya cesaret edemediği şekilde karşısına almaktan çekinmeyen Trump, “basının aracılığını ortadan kaldırarak Amerikan halkıyla doğrudan konuşmayı” hedefliyor ve bunu açıkça böyle söylüyor.
Bu yeni bir durum.
Şimdiye dek tüm başkanlar; kurumlara ne kadar tavır alırlarsa alsınlar, “kurallara” uymaya hep özen gösterdiler.
Trump, diğer başkanlardan farklı olarak, sırf kişilere ve kurumlara değil “kurallara” da meydan okuyor. “Kuralları” sil baştan, yalnız kendi çıkarları doğrultusunda, bildiği gibi tanımlamaya kararlı görülüyor.
“Gelişmiş” dediğimiz ABD sisteminin saplandığı bu çukur ve kaydettiği irtifa kaybı, başkanlık sistemine “Hayır” demek için başlı başına yeterli neden.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

Kapitalizmin grotesk hakikati + ABD’nin yeni harita niyeti -Cumhuriyet-

Kapitalizmin grotesk hakikati - Ergin Yıldızoğlu- İsrail’in Gazze soykırımının ardından İran’a düzenlediği saldırılar, Batı merkezli emperya...