MHP’nin başına gelenler ancak pişmiş tavuğun başına gelir - ORHAN BURSALI

Tamam, Binali Yıldırım’ın eliyle bozkurt işareti yapması, politik bir tavlamadır, dersiniz. Kılıçdaroğlu da Ankara yerel seçimlerinde yapmadı mı, diye de eklersiniz... Kabul. Ama yine de Binali Bey’in o işaret için evde elleriyle epey çalıştığını düşünüyorum da..
Politik tavlama işini salt bozkurt işaretini başarılı bir şekilde yapmakla kalsalar, bir şey demeyeceğim. Ama kısa geçmişte derin bir dram yaşanmıştı, anımsanmayan. “İşaret eline yakışmış” düşüncesiyle yaklaşan Devlet Bahçeli, iktidarın partisine geçmişte kurduğu tuzağı ve dramatik sonuçlarını unutmuş gözüküyor. 


10 MHP ileri gelenini saf dışı operasyonu
2011 genel seçimlerine 1.5 ay kala nisan sonu - mayıs başlarında birbiri ardına seks kasetleri piyasaya sürülmüş ve iki genel başkan yardımcısı ile bazı milletvekili adayları istifa etmek zorunda kalmışlardı. Kaseti yayımlananlar ve yayımlanma şantajı ile istifa edenler; toplam 10 kişi. İsimlerini unutmuş olabilirsiniz. 
 
Recai Yıldırım, Metin Çobanoğlu, Bülent Didinmez, İhsan Barutçu, Deniz Bölükbaşı, Osman Çakır, Ümit Şafak, Cihan Paçacı, Mehmet Taytak, Mehmet Ekici... ABD’den yayın yaptığı belirtilen “Farklı ülkücülük” başlıklı siteden yapılan şantajda, Bahçeli’nin de istifası istenmişti.
Bahçeli, şantajı gerçekleştirenler için “mikrop, AKP” teşhisini koymuştu.
Niyet ise açık ve seçikti: AKP Meclis’te anayasayı tek başına değiştirecek bir çoğunluğa ulaşmayı hedeflemişti: En az 367 milletvekili. Otoriterliğin de ötesinde, diktacı başkanlığı öngören sistem değişikliğini gerçekleştirmek için MHP’nin Meclis dışı kalması gerekiyordu. MHP milletvekillikleri büyük oranda AKP’ye kayacaktı.
Şantaj daha önce de Baykal’a uygulanmıştı. Amaç CHP’yi gözden düşürmek, oy oranını artırmasını önlemekti. Çünkü seçim sistemi en çok oy alan partinin lehine çalışıyordu. 

Olay iktidar kokuyordu
Ama tezgâh tutmadı, CHP yüzde 25’i aştı. MHP özellikle CHP’lilerden gelen büyük destekle yüzde 13’ü buldu. AKP yüzde 49’u aşmasına rağmen, milletvekili sayısı 327’ye düştü.
Hey gidi günler!
Şantaj seçimlere yönelik olarak planlanmıştı. MHP liderleri adım adım izlenmişti. Bu iş ancak polis istihbarat, telefon dinleme, gizli örgüt vb. işbirliği ile gerçekleşebilirdi.
O zaman unutmayın ki, FETÖ çetesi ile AKP iktidarı ortak kaderi paylaşıyordu. Kuzu sarması gibiydiler. Muhalefete karşı operasyonları ortaktı. Ergenekon - Balyoz - Odatv davaları günleri.
Kaset işi iktidar kokuyordu. Ama sistemin içinde ve egemen olan FETÖ’cüler olmadan da bu gerçekleşemezdi. 

AKP’nin bir kompartımanı
Şimdi FETÖ’cülerin tam da şantaj kasetleri konusunda açıklama, gerçekleri ifşa etme zamanlarıdır. Nasıl olsa kaybedecekleri bir şey yok artık!
MHP’nin defterini dürmeye yönelik tuzaklardan sonra gelinen nokta, bir “pişti durumu”dur. Operasyonsuz. Kansız, kurbansız.
Sonuç Binali Yıldırım’ın bozkurt işaretinde dile geliyor.
Bahçeli eline yakışmışdiyor ama, ben o işareti sizi teslim aldık, artık bizimsiniz, AKP’nin bir kompartımanısınızdiye okuyorum!
Hey gidi! “Mikrop, AKP”den “Aslan Başkancılık”a!
MHP’nin geleceği üzerine bir yazı, daha sonraları burada... 

OKUR NOTU:
Hüseyin Üzerli: Başbakan, AKP mitinginde 18 yaşında 7.5 milyon seçmen olduğunun altını çizdikten sonra, referandumdan eğer EVET çıkarsa milletvekili yaşı 25’ten 18’e indirilecek, dedi. Seçim yaşı bağlamında bu boyutu da tartışmaya açmalı, bunun aslında genç seçmenin oylarını avlamakta yem olarak kullanıldığını belirtmeli.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

‘Hayır’ı göstermek gerekir - ERGİN YILDIZOĞLU

Erdoğan, AKP, siyasal İslam, toplumdan, tüm yetkileri bir kişinin elinde toplayacak bir anayasayı kabul etmesini istiyor. Bu akla, “sağduyuya” uygun bir talep değildir. “Evet” diyecek olanlar kararlarını akla değil, inanca dayandıracaklardır. Öyleyse “evet” kimliğe ilişkin bir karar olacaktır.
Bu durumda, sandıktan, manipülasyonları aşabilecek oranda “hayır” çıkması için siyasal İslamın kampındaki kararsızları (siyasal İslamın hegemonyası altında şekillenmiş kimlikleri) etkilemeyi başarmak gerekecektir. Bu amaca, salt “sağduyuya”, ekonomik/maddi çıkarlara hitap ederek ulaşılamaz. Bu düşüncemi geçen hafta dikkatimi çeken üç örneğe dayanarak açmaya çalışacağım. 
 


‘Homer’de kimlik sorunu’
Odissey’in 5. bölümünde, Kral Odysseus, su perisi Calypso’nun adasındadır. Dünya güzeli, ölümsüz Calypso, Odysseus’u çok sevmiştir. Calypso, Odysseus’a, bu her gereksinimin karşılandığı cennette kalmasına karşılık ölümsüzlük vaat eder. Ancak Odysseus bu teklifi kabul etmez. Neden?
9. bölümde, Odysseus “Tepegöz”lerin adasında tutsaktır. Odysseus, kendilerini tutsak alan Tepegöz’ü, benim adım “hiç kimse” diyerek kandırır. Ancak Tepegöz’ü kör ettikten sonra kaçarken son anda durur, Tepegöz’in babası, Poseydon’u daha da kızdırmak pahasına, “benim adım Odysseus” der. Neden?
Bu iki mantıksız tutumun sırrı kimlik ile varoluş arasındaki ilişkide yatıyor. Kral Odissey 5. bölümde tüm maddi olanakları reddderken “başkası olmayı”, 9. bölümde de, sessizce, güvenlik içinde kaçmak varken, zaferinin isimsiz kalmasını kabullenemiyor. Böylece Homer, bir insan için kimliğinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu vurguluyor. ( https://aeon.co)
 
Orwell ve ‘Kavgam’
George Orwell, “Kavgam” kitabı bağlamında, Hitler’in kişiliğini, halktan aldığı büyük desteğin arkasındaki dinamikleri irdeleyen yazısında (1940) Hitler’in düşüncelerinin, son 15 yılda hiç değişmediğini vurgular. Hitler, “her zaman yüzlerce yıl sürecek, içinde savaşacak gençlerin eğitilmesinden, onların yerini alacak yeni kuşakların yetiştirilmesinden öte başka bir beklentinin olmadığı, geniş bir yaşam alanına sahip bir imparatorluk” arzuluyordu. Hitler, kendini hep haksızlığa uğramış, baskı altına alınmış biri olarak sunmuştu. Hitler, sosyalizme, işçi sınıfına düşman büyük bir hareket yaratmasaydı, büyük sermayenin desteğini alamazdı. Buna karşılık, sağ ve sol akımlar, Nasyonal Sosyalizmin, özgünlüğünü kavrayamıyor, onun muhafazakârlığın bir türü olduğunu düşünüyorlardı.
Orwell, Batı düşüncesinde, insanların akılcı olduğuna, yalnızca konforlu güvenlikli, sağlıklı bir yaşamı, daha kısa çalışma saatlerini, genelde sağduyuyu arzuladıklarına inanıldığını vurguladıktan sonra, ekliyordu; “İnsanlar, en azından arada sırada, mücadele, fedakârlık, hatta davul, bayrak, sadakat deklare edilen merasimler de isterler”. Diğer bir deyişle insanlar, yaşamlarında, kimliklerini dayandırabilecekleri bir anlam, bir aidiyet isterler.
Psikanalizden öğrendiğimiz gibi, kimlik bir kez şekillendikten sonra, dayandığı zemini sarsacak bir travma yaşamadan değişmeye başlamaz. The New Yorker’in son sayısında yayımlanan bir deneme, bu alanda son araştırmaların da, 1975’ten bu yana yapılan bir seri araştırmanın sonuçlarını doğruladığını aktarıyordu: İnsanlar düşüncelerini, kendilerine sunulan yeni verilerle hemen değiştirmiyor, yanlış olduğu verilerle kanıtlanan inançları korumaya, verileri yadsıyarak, inançlarını destekleyen “yanlışlara” sadık kalmaya devam ediyorlar.


Sonuç olarak, bana, “Hayır”ın gücünü, istatistiklerden, sosyal medya, salon toplantıları, ev ziyareti etkinliklerinden öte fiilen, tutkuyla, kitlesel olarak gösterebilirsek, “evet” kampında kuşku yaratabilir, güveni, nihayet kimlikleri sarsabilir, kararsızları daha kolay etkileyebiliriz gibi geliyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYT

İki dünya arasında: Atatürk mucizesi - ZEYNEP ORAL

Karşımda iki güçlü kadın... Biri sanat dünyamızın duayeni, müzecilik tarihimizin mihenk taşlarından Nazan Ölçer; biri iş dünyasının en başarılı ve en güçlü temsilcilerinden Güler Sabancı... İkisi de sadece ülkede değil, çağdaş, evrensel değerler yelpazesinde dünya çapında isim yapmışlar...
İkisinden Sabancı Müzesi’nin 15 yılının serüvenini dinlemek; bu serüveni dillendirirken birbirlerine olan sevgi ve saygıya tanık olmak; birbirlerini yüceltmelerini izlemek; herkesin birbirini boğazlamaya hazır olduğu ya da depresyona girdiği şu sıralarda bana ilaç gibi geldi. 


Sanki bin yıllık
15 yıl mı dedim? Ne çabuk geçivermiş yıllar! Yok, yanlış söyledim!
Orada izlediğim sergiler ve o sergilerden geriye bende kalan birikim öyle işlemiş ki içime, sanki o müze bin yıldır orada... Tortusu öylesine derin.
Bu serüvende “Evinden feragat eden duygusal insan Sakıp Sabancı’yı ve onun bilinçli seçimini” anmadan edemezdik... “Dünya çapında bir müze için dünya çapında bir kadın müdür gerekliliğini” ilk gören olmuştu. (Yaş haddinden Nazan Ölçer’in İslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü’nden çıkarılmasını ve buna karşı direnişimizi nasıl unutabilirim ki! Sonuçta: Şerden hayır doğdu!) Ve “Bilgiyle donatılmış cesaretle” Nazan Ölçer kolları sıvadı. (Tırnak içindeki tüm tanımlamalar Güler Sabancı’dan.)
15 yıldır her sergi uluslararası standarttadır. Her sergi bir öykü anlatır. Her sergi kapsadığı alandan çooook daha geniş bir alana yayılır. Üretken olur. Eğitim aracına dönüşür.
Sergiler gelir geçer, geriye birikimi kalır. Görme biçimleri, tartma, tartışma yöntemleri kalır. Sorgulama, düşünme, düşündürtme kalır. Yaratıcılık, düş gücü ve “başka dünya mümkün” kalır.
Başlıktaki “İki dünya arasında” tanımlaması, iş dünyasıyla sanat dünyasının buluşmasını kast etmiyordu... Ancak yazıyı yazarken ikisinin birbirine köstek değil destek olduklarında gerçekleşecek mucizeye de işaret ettiğini gördüm... Bu destek sınırlamayı, baskıyı değil, sadece yer açmayı, olanak sağlamayı, desteklemeyi, “gölge etmemeyi” ve özgür düşünceyi kapsadığında başarıya ulaşabiliyordu.


Osmanlı’yla Cumhuriyet arasında
“Feyhaman Duran. İki Dünya Arasında” isimli sergiyle kutluyor Müze 15. yıldönümünü... Söz konusu olan iki dünya Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarıyla Cumhuriyet Türkiye’si...
Feyhaman Duran’ın (1886- 1970) bu geniş kapsamlı çarpıcı sergisini sanatçının tüm eserlerini, evini her şeyini İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamış olmasına borçluyuz. İstanbul Üniversitesi’yle işbirliğiyle bini aşkın eser; ayrıca ressam eşi Güzin Duran’la yaşadıkları Beyazıt’taki evinden kimi bölümler ressamın dünyası sergileniyor.
Serginin ayrıntılarını bu küçük köşeye sığdıramam. Olsa olsa ressamın dünyasına girerken onun eserleriyle birlikte neler “gördüğümü” de sıralayabilirim:
- Çöküş yıllarını yaşayan bir imparatorluktan, resim eğitimi almak üzere sanat dünyasının beşiği Paris’e giden, yurda dönüşünde ise kendini bir dönüşümün ortasında bulan Feyhaman Duran’ın bu yolculuklarının, sanatını nasıl şekillendirdiğini gördüm.
- Bu geçiş aşamasında yaşanan toplumsal çelişkileri, çatışmaları ve gelişmeleri gördüm.
- Hem Doğu hem Batı kültürünün içselleştirilebileceğini; birinin ötekinin düşmanı olmadığını gördüm...
- Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’yle, “asker ressam” geleneğinin sona ermesi sivil ressamlarla arayışın başlamasını, muhafazakârların da modernleşme çabasını gördüm.
- Hem resim hem hat sanatından yaşamının sonuna dek vazgeçmeyen ressamın gelenekle modernliği harmanlama çabasını gördüm...
- Osmanlı’nın çöküş yıllarında da Cumhuriyetin yokluk yıllarında da yöneticisinden mesenine sanata verilen önemi; sanatın desteklenmesinin, “ilerlemenin” olmazsa olmaz koşulu olduğunu gördüm...
- Nereden nereye geldiğimizi gördüm.
- Ve serginin her anında Atatürk mucizesini gördüm.



Zeynep Oral / CUMHURİYET

‘Reis’ için biçilmiş Abdülhamid kaftanı - TAYFUN ATAY






TRT 1 dizisi “Payitaht Abdülhamid”, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne yapılan kundaklama eşliğinde göstere göstere geldi bir bakıma!..

Kundaklamayı gerçekleştiren saldırgan, “Abdülhamid-i sâni”nin fantastik ve spektaküler (göze hoş gelen) torunu Nilhan Hanım hakkında Gezen’in “ileri-geri” konuşmasına duyduğu öfkeyle bir bidon benzini boca edip çakmağı çaktığını söyledi.

Yani gün, Abdülhamid’e dil uzatanın dilini koparma günü. Güncel politik bağlam buna müsait.

Öncesinde, malûm, bir “Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı” tartışmamız vardı on yıllara yayılan… Ve her iki tezin ateşli savunucuları siyasette de, basında da, akademik-entelektüel çevrelerde de olmuştur. Ancak eski “Statüko”, genelde “Ulu Hakan” tezine mesafeli, “Kızıl Sultan” tezine ise sanki ikrardan gelen bir sükût içinde olmuştur.

Bugün ise Abdülhamid için “Kızıl Sultan” nitelemesi üzerinden temellendirmelerde bulunacakların vay haline!..

Hâlbuki işin esası şu ki karşımızda yapıp ettikleriyle hayli tartışmalı bir figür var ve aslına bakılırsa Abdülhamid ne “Ulu Hakan”dır, ne de “Kızıl Sultan”dır.

Bazılarının gözündeki ürkütücü “Kızıl Sultan”lığı korkularıyla, diğerlerinin gözündeki “Ulu Hakan”lığı da kurnazlığıyla alâkalıdır.

Abdülhamid kurnaz ve o ölçüde de kaygılı, kuruntulu, tedirgin bir padişahtı. Kurduğu hafiye teşkilatından yaygınlaştırdığı jurnalciliğe ve uyguladığı sansüre kadar istibdadı korkularından…

Dışa dönük tüm atraksiyonlarına karşılık daha çok içe-dönük sosyo-politik mobilizasyon hedefleyen Panislamizm siyaseti de kurnazlığından çıkar.

Bu, tarafgirliği ve tazimkârlığı (yüceltme-ululama) aşabilen, sağduyu sahibi muhafazakâr tarihçilerce de kabul edilen bir noktadır.

O halde Cumhuriyet tarihi boyunca bu çerçevede yapılanların çoğu, olumlu ya da olumsuz yönde “Abdülhamid’i baştan yaratmak” arzu ve çabasının sonucudur.

Şimdi karşımızdaki “Payitaht Abdülhamid” dizisi de bu “baştan yaratma” çabasına zamanımızın dinbaz-politik ruhunu kurgusuna maya yaparak katılıyor.

1896’dan, yani Sultan’ın tahtta 20’nci yılından açılış yapan dizi, belli ki dinamizmini Girit Meselesi’nden çıkan Osmanlı-Yunan Harbi, Ermeni isyanlarının en civcivli günleri ve Hamidiye Alayları’nın “görkemi”nden kazanma hedefinde. Bugüne göndermeler, imalar, çağrışımlarda bulunmak açısından da çok uygun bir dönem bu.

Ve elbette, tahta çıkma yolunda İngilizlere de, I. Meşrutiyet’in mimarı Midhat Paşa’ya da “hürriyetçilik” adına, anayasa adına verilen vaat ve teminatlarla başlayan;

Sonra bunları unutup hem Meşrutiyet’le, hem anayasayla, hem de Midhat’la (onu Taif’te boğdurmaya kadar açılan yelpazede) hesaplaşmaya açılan;

Yaklaşık ilk 10 yıllık saltanat dönemi;

Bugünün “Yeni Türkiye”sine göndermede bulunmak için çok “bereketli” bir alan sayılmaz...

Bu dönem olsa olsa şimdiki iktidarın “Ilımlı Başlangıç” evresine (2002-2007) karşılık gelen ve bugünden bakıldığında siyasal ahlâk açısından çok problemli çağrışımlar sunabilir!..

Dolayısıyla seçicilik, anlaşılırdır. Çünkü bu, bize dünü değil bugünü anlatmaya teşne ve siyaseten angaje bir çalışma.

Daha çarpıcı deyişle, “Reis için biçilmiş bir Abdülhamid kaftanı”yla karşı karşıyayız.

O yüzden tamamen idareimaslahatçı çerçevede “ikili oynama”yı kendisine politik strateji yapmış Sultan’ın hayatından bazı cımbızlamalar yapılıp, abartılıp kabartılarak sunuluyor, ama onun aksi istikametteki tasarrufları göz ardı ediliyor.

Tarihsel malzemeden aslı astarı olmayan komik fanteziler çıkarılmış olmasına girmeyelim ve diyelim ki bu bir kurgusal haktır.

Ama bir Abdülhamid sunumu yapıyor ve onu mesela zikrin zevkine kendini kaptırmış tarikat aşığı bir sultan olarak resmediyorsunuz. Buna mukabil aynı padişahın tahta rakip şehzade Mehmed Reşad’ın bağlı olduğu Mevlevi çevresi üzerindeki zapturaptını ve daha genelde tarikatların radikalleşme eğilimlerine yönelik korkularını çizim dışı bırakıyorsunuz.

Hint Müslümanlarını destekleyip onları İngilizlere karşı kışkırtan “Panislamist sultan” havası basıyorsunuz. Ama Ruslara karşı aynı dönemde Andican ayaklanmasını başlatmış Şeyh Madali’nin yakalandıktan sonra Abdülhamid’den halife olarak Rus çarı nezdinde kendisi için girişimde bulunma isteğini karşılıksız bıraktığını göz ardı ediyorsunuz.

“Kur’an tilavetine ziyafet diye bakan bir Sultan”dan dem vuruyorsunuz. Ama onun Türk musikisinden çok Batı klasik müziği dinleyen; tiyatro, opera, operet seven; çocuklarına keman, piyano dersi aldıran; dolayısıyla özel hayatı itibarıyla en “Avrupaî” padişahlardan biri olduğunun üzerini örtüyorsunuz.

Ve “Bismillah” demeden yemeğe başlamayan, gayet dindar bir sultan portresi çizerken, halife olmasına rağmen şarap ihracatını desteklediğini sahnelemekten kaçınıyorsunuz.

(Prof. Kemal Karpat, onun ara sıra yemek öncesinde sakinleştirici niyetine bir kadeh şampanya  içtiğini de kaydetmekte.)

Normaldir… Çünkü burada amaç, esasen insanlara “Ulu Hakan”a baksan da “Büyük Reis”i gör telkininde bulunmak.

Ancak bir uyarsızlık şu ki “Reis ve çevresi”nin özellikle 2011’den beri dış-politik zeminde izlediği yayılmacı arzularla yüklü ihtiraslı ve hırçın dış politikanın karşılığı, aslında Abdülhamid’de yoktur. Olsa olsa onu deviren İttihat ve Terakki’de, daha açık seçik olarak Enver Paşa’da mevcuttur bu… Bilenler, böyle söylemektedir!..

Dolayısıyla bugün karşımızda olan, tatlı bir çelişki halinde, Enver’in ruhunu Abdülhamid kılığında taşımaya hevesli bir iradedir.

O yüzden “Payitaht Abdülhamid” de tüm çabalara karşın isteneni vermekten uzak kalacaktır.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hayaller satılık, gerçekler bedava! - Mine G. Kırıkkanat

Paris’te bir “bal” dükkânı.
1921’den beri arıcılıkla uğraşan bir aile, doğanın belki de en yararlı ve çalışkan canlısı bu minik kanatlıların dünyaya tatlı armağanı balı değerlendiriyor.
Değerlendiriyor diyorum, çünkü yaptıkları iş balı kovandan alıp satmak değil. Türkiye’de hayal bile edilemeyecek incelikte bir zanaat; çiçeğinden kovanına tüm altyapısı organik bir ortamda 40’tan fazla bal çeşidinin yanı sıra ballı iksirler, ev ilaçları, kozmetik üretiliyor. Dünyanın en kaliteli arı sütü, propolis ve poleni elde ediliyor.
Sanayileşmeyi kesinlikle reddeden orta ölçekli işletmenin merkezi, ortaçağ şatolarıyla ünlü Loire vadisinde 18. yüzyıldan beri var olan bir değirmen. Arıların bal topladığı vadi, zaten kimyasına dokunanın yandığı sit alanı. İşletmenin AB’nin çevreci “bio” patentine sahip laboratuvarı, doğaya dönük yeni teknolojilerin bir tapınağı.
Bizler, Türkiye’de en fazla altı, bilemedin yedi çeşit bal tanırız: Çiçek, çam, kestane, kekik, Karakovan. Bir de devletlilerin ulaşıp halkın avucunu yaladığı Anzar ile kâh bulunup kâh bulunamayan Deli Bal. 

***
Ülkemizde ucuza satılan bal, bol katkılıdır. Katkı maddesi keşke şeker olsa daha az zarar verirdi; ama hayır, glikoz denilen çok zararlı mısır şurubu vardır içinde. Pahalı ve katıksız olduğu varsayılan bal da zaten ev bütçesini yakar...
Oysa başka Avrupa ülkelerine göre aslında pahalı bir yer olan Fransa’da, ortalama bal fiyatı Türkiye’dekinin yarısı. Hem de katkısız! Paris’teki özel dükkânda ise en iyi balı, bizim ülkemizdeki vasat bal fiyatına alabiliyorsunuz. Biricik zorluk; akasya, lavanta, portakal, mandalina, limon, badem, kestane, Jura çamı, süpürge otu falan derken her kavanozu açtığınızda buram buram çiçek özü kokan ballar arasında bir seçim yapmak...
İnsan üzülüyor.
Fransa’nın bir buçuk katı yüzölçüme sahip Türkiye; doğanın harikalar diyarı, yeryüzü cennetiydi bir zamanlar. Topraklarında yetişen her şeyin kalitesi bırakın Fransa’yı, tüm Akdeniz ülkelerindekinden üstündü.
Bugün ise tam tersi. 

***
Yurtdışı muhabiri olduğum yıllarda karpuzun hasını, portakalın özünü, şeftalinin kadifesini yiyebilmek için dört gözle sılaya dönmeyi beklerdim. Şimdi tüm meyvelerin, sebzelerin en kötüsü Türkiye’de yetişiyor. “En iyisi” bizde diyebileceğim ne eti kaldı, ne sütü, ne unu, ne de herhangi bir ürünü...
Tereyağ tereyağ kokmuyor artık, kuşkusuz siz de farkındasınız.
Nasıl bu hale geldik?
Kim tarumar etti bu ülkenin milli servetlerini, kim sattı tarımını, hayvancılığını çokuluslu sözde gıda, özde kimya ve ilaç şirketlerine; çocuklarımızın kanserli doğmasına bile yol açan zehir lobilerine, kim yasakladı yerel tohumların satışını, kim, kim?
Bu cinnet ülkede, gerçekler bedava, hayaller satılık.
Satılık hayallerle avutuluyoruz, uyutuluyoruz; boşuna çobanlık yarıştırmıyor devleti yönetenler, koyun gibi güdülüyoruz.
Satılık hayallerde, şarkılarla türkülerle tarlalardan (tarım ilaçlı) çaylar topluyoruz. Sonra marketten poşet çay alıp folklor takımı tarladan eliyle topladı diye içiyoruz.
Satılık hayallerde, sanayi bisküvi ve pastalarının (kimyasal aromalı) kokusundan anne eli değmişmiş de, çocukluğunun tadıymışmış da gibi abuk sabuk anılar üretiyoruz. 

***
Satılık hayallerdeki abur cubur reklamlarını, asla bir arapsabunu gibi temizlemeyen, ama suları kirleten deterjan yarıştırmalarını, evleri zehirleyen kimyasal kokuları göre göre, reklam sektöründen nefret eder oldum.
Biz ne zaman mutluluğun doğal ve vücudumuzun yaşayan bir doğa harikası olduğunu unuttuk?
Ne zaman birbirinin aynısı bir daire, bir araba, bir de AVM’ye ayarladık sevinç dozumuzu?
Bedava gerçeklere gelince...
Bir millet silahlanıyor. İstanbul’un en daireli, en arabalı, en AVM’li semtlerinde geceleri takır takır silah sesleri duyuluyor. Kaşının altında gözün var diyen dövülüyor, gözünün üstünde kaşın var diyen vuruluyor. İşsizlik, dağlar gibi. Ülkede işlenen tecavüz, cinayet, yaralama, hırsızlık, dolandırıcılık suç tutanaklarını üst üste koysanız, kutupları kaplar. Nasıl kaplamasın? En doğru sözdür: İmam geğirirse, cemaat kusar. Elbet suç kusuyor bu ülke, suç! 

***

Ya biz suçsuzlar, silahlanmayanlar, mutluluk arayanlar ne yapıyoruz?
Hayallerimizi süsleyen beton yığınının içindeki beton kutularda oturuyor, üstüne titrediğimiz arabanın içinde trafiğin açılmasını ve AVM’ye gitme gününün gelmesini bekliyoruz.
Ama hepimizin içinde, bedava gerçeklerin en gerçeği olarak, müthiş bir endişe var. Bu endişenin eskisine “ne olacak bu memleketin hali” denirdi, yenisine “yarın ne olacağız” deniyor. Çünkü vakit geldi, yumurta kapıya dayandı...
Kuzey Kore mi olacağız, Suudi Arabistan mı, Mısır mı, Pakistan mı?
Ülke nereye kadar batarsa batsın birilerinin çıkıp kurtarmasına alışık bir halk, yine birilerinin çıkıp dairesini, arabasını, AVM’sini, kısacası mutluluğunu kurtarmasını bekliyor.
Ama kimse çıkmıyor. İş başa düştü bu kez, ama nasıl?
Ne değiştirecek bilmiyorum, ama tam da bu yüzden, HAYIR!
Mutluluğu betona, arabaya, AVM’ye indirgediği; tarımı sattığı, hayvancılığı tarumar ettiği, doğayı yağmaladığı, sağlığı rant kapısı yaptığı, konuşmayı, gülmeyi, yazmayı engellediği, tehditle susturduğu ve susmayanı ya işinden edip ya da hapse attığı için HAYIR!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

ABD ‘büyük Türkiye’ mi oluyor? - Nilgün Cerrahoğlu


Bizim sosyal medyada gırgır diz boyu: “Biz küçük Amerika olacakken, ABD büyük Türkiye oluyor” diyen çok.
ABD’nin “büyük Türkiye” olup olmayacağını yaşayarak göreceğiz. ABD de gerçi “ileri demokrasi”ye doğru hamleler yapıyor. Ama bu şanlı şahlanışa gelen tepkiler, bizdeki yerel tepkilere(!) hiç benzemiyor.
Trump Beyaz Saray’a gireli bir ay oldu. Kadın düşman emlak kralının Beyaz Saray’a yerleşmesiyle hemen kadınlar, ’70’leri aratmayan bir isyanla sokaklara döküldü.
Ardından ABD anayasasını ihlal eden ırkçı “Müslüman yasağı”na karşı yargıçlar harekete geçti. Bu yasağı uygulatmadılar.
8 Kasım seçimlerinde kendisini desteklemedikleri için Başkan’ın kinlendiği ve hedef tahtasına oturttuğu medya, Trump’ın Beyaz Saray’da daha 3. haftası dolmadan, ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn’in başını aldı. 
 Bununla kalmadı… “Dediğim dedik, çaldığım düdük” havasında oval ofise geçen Obama’nın halefi, çalışma bakanlığına getirmeyi planladığı Andrew Puzder”i de, basının diline doladığı skandallar nedeniyle bu göreve getiremedi.
Trump’a verilen boy ölçüsü nedeniyle Beyaz Saray’ın adı rekor zamanlamayla “kaos saray”a çıktı! 

Yalakalığı görev bilmiyorlar
Bu gelişmeler nedeniyle ABD Başkanı her geçen gün basına biraz daha bileniyor.
Başkanlığa çıktığı ilk günkü yemin törenini izlemeye gelen kalabalıkların medya tarafından kasıtlı olarak “küçük gösterildiği” suçlamasıyla gazeteci milletine nefret kusan Trump, bir ay gibi kısa bir sürede basını “halk düşmanı” ilan etti. En son önceki gün Beyaz Saray’ın basın toplantısından muhalif saydığı basın mensuplarını kovdu. 
 
Biz şaşırdık mı? Hayır. Bu, Türkiye’de maalesef bizim sık rastladığımız bir durum. AKP kongresine -misal- Cumhuriyet, Sözcü, Birgün, Evrensel, Yeniçağ gibi gazetelerin temsilcileri alınmaz…
Öteki medyalar ne yapar? Başlarını, bir şey olmamış gibi öte yana çevirip kongreyi izlerler.
“Dünyanın bir numaralı gazeteci hapishanesi” diye nam salan ülkenin yandaş basın mensupları Başkan’ın uçağında seyahat etmekte mahzur görmez; zaman olur hatta gittikleri yerlerde coşup sokaklarda dans bile ederler.... 
 
“Büyük Türkiye oluyor!” denen ABD’de basın böyle yalakalığı kendine kafadan görev bellemiyor.
CNN, BBC, New York Times, Los Angeles Times gibi dünyanın belli başlı yayın kuruluşlarının olduğu önemli bir medya kesiti, Beyaz Saray’ın basın toplantısına alınmayınca önce bu ambargoya Fox gibi yandaş kanallar itiraz etti. 
 
Benzeri bir durumda Türkiye’de protesto refleksi gösteren bir tek “yandaş yayın organı” örneği düşünebiliyor musunuz? 
 
Benim aklıma gelmiyor. Hiç böyle bir şey hatırlamıyorum.
Associated Press ve Time, toplantıya davet edilmelerine rağmen, içeri girmedi ve “meslektaş dayanışması” adına Beyaz Saray’ın kapısından döndü. 

Diktatörler böyle başlar
Bitmedi...
Ana akım medya bizde olsa Başkanın “Önce Amerika/America first” sloganını başlığına logo yapmak için yarışa girerdi. ABD basınının “amiral gemisi” sayılabilecek Washington Post oysa ki Başkana şakşakçılık etmek yerine kendisine süratle Trump zamanları için uygun yeni bir logo belirledi. Ve bu hafta başından itibaren “Demokrasi karanlıkta ölür” sloganını, iftiharla gazetenin adının yanına yerleştirdi. 
 
Sade basın değil… Başkanın kendi partisinden McCain gibi önde gelen isimler de “reis” filan demeden Trump’a meydan okuyor.
“Bir diktatörün yaptığı ilk iş basını halk düşmanı ilan etmektir” diyor Başkan gibi Cumhuriyetçi Parti’den çıkan John McCain ve ekliyor:
“Tarihe baktığımızda diktatörlerin öncelikle basını susturduklarını görürüz. Tarihten ders çıkarmalıyız. Demokrasiyi bilinen şekliyle muhafaza etmek istiyorsak, özgür basını korumalıyız. Aksi halde bütün özgürlüklerimizi yitiririz. Diktatörler daima işe böyle başlarlar!”
 
ABD’de evet durum ciddi. Ama henüz vahim değil. Çünkü Trump’ın “yeni Amerika” modelini benimsemeyen ve bu modele ısrarla meydan okuyan çok geniş kesim ve kitleler var.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Pazarlamayı, rüşveti sizden öğrenecek değiliz’ - ERK ACARER

Kendi düşen ağlamaz… Herkesin hissettiği, o çıkmaz sokaktalar. Gün geçtikçe daha fazla dillendirilen senaryonun bir gerçekliği var sanki. Mümkün olsa bugün vazgeçecekler… Formül arıyor gibiler. Sandıktan ‘HAYIR’ çıkarsa; bölünmenin, tükenişin, sonun başlangıcı olacak. 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından ortaya ‘çıkarmayı başardıkları’ tablonun bir daha yaşanmayacağı da görülüyor.
AKP, Saray ve ‘Devlet’, çürük bir ip üzerinde dengede durmaya çalışıyor. Sadece MHP’nin ‘üst aklında değil’, AKP vekilleri arasında bile ‘HAYIR’dan medet umanların olduğu yönünde kulis bilgileri bulunuyor. Yani; iktidarında, yandaşında, yancısınında bir heyecan yoksunluğu görünüyorsa sebebi var.


Vaatleri iş yapmıyor, sattıkları mal orijinal değil, rüşvetleri kesmiyor, ‘edebiyatları’ tekrar…
Üstlerinden cehalet akıyor.

Aynı kısırdöngü üzerinde gidip gelen bir siyaset anlayışı… Merkeze koydukları ‘teröristler’ algısı… Vaat ettikleri şey, sadece yüzde 50’yi değil artık neredeyse toplumun tümünü rahatsız ediyor… İdamı geri getirmek, cezaevi inşa etmek…

Güçlü ve güvenli bir Türkiye için Evet!!!

15 senedir kim tek başına iktidardaysa artık… ‘İstikrar’ konusuna girmek bile abes.
Seçmene ‘müşteri’ muamelesi yapmak, sağ geleneğin eski numarası. Ancak AKP bunun suyunu öylesine kaçırdı ki hiç olmadığı kadar sakil duruyor. Ne vakit seçim olsa, Umre yolları görünüyor. Bu paket program… Referandum öncesi Taksim’e cami projesi ve TSK’de başörtüsü paketin hediyesi… “Dini en iyi biz pazarlarız!”
İşin içinde rüşvet de var elbet.
Gariban Suriyeliyi bulup vatandaş yapacaksın. ‘Evet’ derse senindir, demezse hiç senin olmamıştır. Hoş; dese de demese de sonrasına bakacaksın!
Rüşveti de torbaya atacaksın; vergi indirimi, borç yapılandırma, ahilik sandığı, arazi iadesi, türlü muafiyet…
‘Edebiyat’ işin tuzu biberi mutlak…
Vatan millet Sakarya… ‘Bizi yıkamazlar, diz çöktüremezler’… Bozkurt Rabia kardeşliği…
Kürsüde ülkücü işareti…
Sorsan Başbakan Binali Yıldırım’a, “Bu işaret ne?” diye…
Anadolu tarihinin Budist günlerinden kalma bir zafer işaretidir; Hun, Kıpçak, Peçenek Türklerini ve soyu belirtir… 10. yy İranlı Şair Firdevsi’nin Şeyhnamesi’nde Bozkurt işareti yapan Türk kadınların minyatürü vardır…
Herhalde bunlardan söz edemeyecek!
Öylesine… Yersen işte…
Yok; bu kez bu cehaleti, tanıdık rüşveti, ucuz paketi, hep aynı edebiyatı yiyen çok olmayacak…

•••

“Devam et” diyorlar

Piyona çalmanın bina yakmaktan, tweet atmanın silahlı birimler kurmaktan çok daha büyük suç sayıldığı ülke… Aslında yadırganacak bir şey yok. ‘HAYIR’ demenin anlamı da burada. Laçkalığın, suçun, çifte standardın kurumsallaşmaması için.
Suçun, tanımının yazıldığı bir kitabı olur… Yargı açar bakar, kararını verir. Ancak artık ülkede öyle bir şey yok. Taktik aynı. Sanat merkezini mi yaktı; gerekirse tutar, gözaltına alır, serbest bırakır, kamuoyunun tepkisini ölçersin! Uyarsa salar, uymazsa bir daha tutuklarsın.
Yaptırımın nabza verilen şerbet kıvamında olduğu memlekette, cüret de bendini çiğner aşar, enginlere sığmaz taşar… En fenası da budur. Cezasız bırakmak; “Yürü kardeşim” diyip sırtını sıvazlamak, “Kafana göre takıl, devam et” demektir. Niyeti de ortaya koyar.

ERK ACARER / BİRGÜN

Bir güzel insan İSLAM ÇUPİ - BURHAN AYERİ





Spor servisi ile haber merkezi aynı kattaydı. Biz E-5 tarafında onlar Atatürk Öğrenci Yurdu kesimindeydi. Tercüman'da bir laf vardı; "yan yana iç içe". Tam buna uygun çalışıyorduk. Necmi Tanyolaç'ın özel köşesine bitişik masa İslam Çupi'ye aitti. Burayı sadece yazısını yazmak için kullanırdı. Kocaman harflerle bir hattat zarafetiyle kaleme alırdı. Vefa Lisesi'nin 10'uncu sınıfından ayrılmıştı ama kültürlüydü. Çünkü çok okurdu. Arnavut Kralı Zogo'nun akrabası olduğundan söz etmeyi sevmezdi. En büyük tutkusu taraftarı olduğu takımdı. Onun şu lafı ölümsüzler arasına girmiştir; "Fenerbahçe öyle büyüktür ki adı konulamaz". Aklınıza gelen her türlü şık benzetmeler yazısına olağanüstü hava verirdi. Zamanın öğleden sonraki bölümünü genelde Şehremini'ndeki İsmet'in meyhanesinde geçirirdi. Geceleri de Günay'ın Harbiye'deki yerinde. Onunla masaya oturanlar sonunda ortada bırakıp kaçarlardı. Sırtına alıp evinin kapısına kadar taşımak umumiyetle bana düşerdi. Kar çamur demez bu işi yapardım. Başına bir şey gelmesinden korkardım. Onu dairesinin girişine bıraktıktan sonra zile basıp kaçardım. Çünkü karısı başlardı beddua okumaya. Sanki suçlu benmişim gibi. O sızmış adam sabah gazeteye geldiğinde demir basamakları elinde soda şişesiyle çıkardı. Böyle bir taşıma gecesi geçirmişsek, iki girişten benim tarafımdakini tercih ederdi. Tek kelime etmeden kravatımı yakalar sonra alnımdan öpüp yerine yönelirdi. Bunun anlamı netti; "Gece beni taşıdığını hatırlıyorum".

Hangi maça giderse gitsin beni de sürüklemeye çalışırdı. Çünkü oyunu didişerek izlemeyi severdi. Yanıma oturduğu için hababam sırtıma vururdu. Karşılıklı kinayeler yaratıcılığını ateşlerdi. Son dönemlerinde görme yeteneği azalırken, espri anlayışı zirveye ulaşmıştı. Hayatımda küfür kafirleri bana batmayan tek isimdi. Başka birisi bunları söylese kesinlikle hastanelik ederdim. Onunkilere aldırmazdım.

"Elli lira versene"
Çupi'nin dalaştığı diğer isim Erkan Yiğit'ti. Nereden bulup çıkardıysa "İslam elli lira versene" diye bağırır bağırmaz küfürler art arda gelirdi. Bir ara karar aldık sataşmıyoruz. Daha ikinci gün bitmeden başladı bağırmaya; "Zümbülbebe tohumları, ne oldu? Diliniz mi kaçtı?". Tabii en galiz şekilde.
Babamın gazeteye geleceği tuttu. Çupi karşıdan beni kesmeye başladı. Sağa sola sorup misafirimin kim olduğunu öğrendi. Aksak yürüyüşüyle yaklaştı ve babama çok kibar bir şekilde "Hoş geldiniz" dedi. Ben de az muzır değilim hemen çiviledim; "Baba, bu İslam Çupi var ya, her gün anneme küfür ediyor". İslam abi bozuldu. Babam sinirlendi ve bana "Beni gönder" deyip kalktı. Çupi gönül almaya çalıştı; "Beyefendi oğlunuz çok şakacıdır"lara başladı. Cevap alamayınca müthiş hırslandı. Sonra işe daldık. Aradan 10 dakika geçmeden elinde koca bir demir çubuk -nereden bulmuşsa- İslam Çupi gözüktü. Kapısı açılmadık küfürlerle saldırıya başladı. Demiri elinden aldım. Kollarını arkaya kıvırdım. Kulağına da "Ettiğin şu küfürleri keşke babam duysaydı" dedim. Ortalık yatıştıktan bir süre sonra karşıdan seslendi. Sanki hiç kapışmamışız gibi "Burhan ben çıkıyorum. Öptüm". Hiç kini yoktu. Hele sevdiklerine asla dayanamazdı.

Ayağında Kundura
İbrahim Tatlıses'in yıldızının parladığı günler. Her evde, her otoda aynı türkü dinleniyor Ayağında Kundura. Çupi bu defa İbo'ya taktı. Ne zaman bu türküyü duysa basıyor küfürü. Özden Akbal arkadaşımla plan yaptık. Kattaki radyoları birbirine paralel bağladık. Kasetçalara İbo'nunkini yerleştirdik Çupi elinde sodasıyla gözüktüğü an tuşa basıldı. Dört bir yandan Ayağında Kundura duyuluyor. İslam abi durdu. Şaşkınlıkla baktı. Sonra radyolardan birine gitti kaldırıp yere vurdu. İkinciye yönelince yakalayıp durdurdum. Doğal olarak başladı galiz küfürlere. Kontrollü şekilde masasına götürüp gazını aldım. Biraz daha müdahale etmesem sağlam radyo bırakmayacaktı.

İş birliği
Magazin servisi merdivenlerin hemen başında. Semih Yurga'ya gittim ve "Şu Tatlıses'i buraya getirebilir misin" diye sordum. O da "Gayret ederim" sözünü verdi. Merhum Yurga iki gün içinde organizasyonu tamamlamıştı. "Burhan, Cumartesi İbrahim bizde. İzmir'e uçmadan uğrayacak" müjdesini verdi. Malum günde saatler 13:00'ü gösterirken Tatlıses'in binaya girdiği haberi verildi. Doğrudan İslam abiye yönelttik. Yazıdayken kafasını kaldırdı. Herkes nefesini tutmuş, vereceği tepkinin merakı içinde. Ayağa fırladı ve ona sarıldı. İlk lafı "İbocum hoş geldin" oldu. Şaşkınlıkla bakarken İbo'ya doladığı sağ elinin baş parmağını ikinci ve üçüncü parmaklarının arasından geçirip, Brezilyalıların "zafer işareti"ni yapıyordu. Hem de sallaya sallaya. Tabii bana doğru. Bir yandan da "Ulan Burhan bak misafirimiz gelmiş" diye sesleniyor. Gülmekten herkes yerlere düştü. Tatlıses ise şaşkın şaşkın bakıyordu. Çupi'nin Fenerbahçe'yle ilgili sözlerinin yeniden gündemde olduğu günlerdeyiz. Onun için bu son anıyı tekrarlamak istedim.

Kaynak: Bir güzel insan İSLAM ÇUPİ - Burhan AYERİ

Bekle bizi İstanbul - ORHAN GÖKDEMİR


Halep’ten cihatçı katiller çıktı, şehir gündemden düştü. Savaşın bakiyesi birkaç yıkıntı görüntüsü kaldı geride. O dinci katillerin işlediği suçları durup araştırma fırsat yok. Zaman akıyor, katiller çekildikleri yerde yeni saldırı hazırlıkları yapıyor. Şehir kanayan yaralarını sarmakla meşgul…
Oysa bizden çok uzak, bize değmez bir şehir değil Halep. Antakya’dan 120 kilometre ötede, bizim de rengimizi, kokumuzu taşıyan bir şehir. Halep’te ölen biziz, direnen biziz, cihatçı katillerin ölümüne kastettiği biziz.
soL’da, “Üç şehir”de yazdım; gitmeyi hayal edip gidemediğim tek şehir Halep. Kanlı katillerin işgal ettiği hayallerin bir parçası bana ait yani. Öyle veya böyle bu savaşın bir parçası olmaktan mesudum.

                                                                              ***
Bu ruh halini bana bulaştıran kişi Serhat Öztürk. Halep üzerine yazdıklarını tamamen rastlantı eseri gördüm. Öztürk’ün “Halep” kitabı Karagöz karakterlerinden Beberuhi’nin bir tekerlemesi ile başlıyor:
“Bindim dolaba
İndim Halep’e
Paraları verdim
Rakı, şaraba...”
Halep’le Beberuhi’nin ruh halinin bir ilişkisi var mıdır bilmem. Benim gibi gitmeden söylemiş de olabilir tekerlemeyi. Ama niyet önemli biliyorum. Niyetliyim ben de. Son cihatçı katil Suriye topraklarından çekip gittiğinde rakıya duracağım Halep’te…
Tekerlemeden sonra taş ve zaman ilişkisi üzerine muhteşem bir giriş bekliyor sizi. Hiç düşündünüz mü deniz ve çöl neden etkiler insanı? Serhat Öztürk’ün bir cevabı var: “Boşlukta ve taşta, insanı zamanı düşünmeye sürükleyen bir şey vardı. David Lean, Arabistanlı Lawrence’ı çekerken dokuz ay kalmıştı çölde. Hemen sonrasında yapılan söyleşide okumuştum, ‘Şimdi niye bütün peygamberlerin çölden çıktığını anlıyorum’ diyordu.” Bizim Deniz Hakan’ın muhteşem Kurban Said çevirisi “Hz. Muhammed”i de işte bu çöl esintisi üzerine kurulu. Çölün boşluğunda ya içmeli insan, ya da peygamber olmalı!
Her ne ise, zamanı da tanrıları da biz icat ettik burası kuşku götürmez. Ama boşlukla olan derin sorunumuzu çözemedik. Evet, boşlukla bir sorunumuz var. Denize bakmanın burnumuzun direklerini yakan bir acı, bir ağlama duygusu vermesi bundan. Denizden geldik ve bir kara parçasına hapsolduk. Onca zamandan sonra suda boğulacağımızı sanmamız ne büyük trajedi. Hiç çöl görmeden göçüp gitmek ne acı. Geçtim bunları, uzayın, evrenin sonsuz boşluğuna şöyle bir bakış atmayı henüz hayal edemiyoruz bile. Şehrin ışıkları alıyor gözümüzü, yıldızlara bakmayı çoktan unuttuk. İcat ettiğimiz zaman, ellerimizle şekillendirdiğimiz taşa inat akıp gidiyor. Şehir budur işte!

                                                                                ***
Öleceğiz ve unutulacağız; Boşluğun bize söylediği bu. Burnumuzun direğinin acıması bu gerçeği hazmetmenin güçlüğünden. Halbuki bize inat direniyor taş. Mısır’da, bilmediğimiz, bilemediğimiz bir zamanın üzerinden bize bakıyor. Machu Picchu’dan bize gülümsüyor. Göbeklitepe’den, Halep’ten, bilmediğimiz bir lisanda melodiler fısıldıyor. Büyük kentlerin beton yığınları arasında anlama yeteneğini yitirmişler olarak çaresiziz taşın söyledikleri karşısında.
“Ölümsüzlük için bir avuntu arayışında taşa varıldı. Tarih oradan başladı.  Yanan alnımızı taşta soğuttuk. Kentler taştan doğdu. Taşlaşmış biçimi zamanın, bir kent budur biraz da. Kentin katı hali. Devasa anıtlar bu yüzden dikilmedi mi? Piramitler bunun içindi, Orhun Abideleri ve Halep Kalesi... İnsan gidip bu anıtların karşısında durduğunda daha geniş bir zamanla bütünleşiyordu; alt kimlikler, yapay sınırlar siliniyor ve ortak tarihe eklemleniyordu. Yine de bütün bunlar zaman ve unutuştan kurtulmaya yetmiyordu. Bizatihi arkeolojinin kendisi bile, unutuşun korkunç boyutlarını gözler önüne sermiyor mu?” Bu da Serhat Öztürk’ün söyledikleri.
Savaştan önce Halep’e gitme hayali, zamanın taşın gücüne boyun eğdiği başka bir zaman aralığına gitme vaadiydi. Sonra Körfez’in ölçüsüz Bedevileri, Küçük Asya’nın nevzuhur Bedevi yancısı imamları birleşip saldırdılar Halep’e. Yıktılar ne varsa Halep’e değin. Şehri düşürmeyi başarsalardı, taşları taşıyıp, yüksek, şekilsiz binalar dikeceklerdi yerine. Halep direndi, taş direndi, zaman direndi. Direnişteyiz…

                                                                              ***
Halep’i cahiliye ordularının saldırıları yıktı evet. Peki, İstanbul’u yıkan kim?
Yıllar sonra Süleymaniye'ye düştü yolum. Tahrip gücü yüksek inşaat ve kar bombası düşmüş üzerine. Etraf biraz Afganistan biraz Pakistan. Geçtim geceyi, gündüz gözüyle gezmesi cesaret isteyen sokaklar halinde her yer. İstanbul'un en güzel köşesi, karanlıklar ülkesinin giriş kapısı olmuş.
Şehrin merkezleri bilinçli bir biçimde çürümeye terk ediliyor uzun zamandır. Banliyölerde tuhaf, şekilsiz, Ağaoğlu tipi binalar yükseliyor. 24 saat trafik, 24 saat keşmekeş. İstanbullu savaş gider gibi çıkıyor evinden, akşam evine dönüp dönemeyeceğinin belirsiz olduğunu bilerek…
Üçüncü köprü icadından sonra Mahmut Bey gişe bir tür aşılmaz cephe görünümünde. Fatih Mehmet gelse, perişanlığı görse yüzgeri dönüp giderdi. Şehrin merkezi yitip gitmiş, kim nereye gidiyor belli değil. Üçüncü havaalanı ucubesi Kuzey Ormanlarını tamamen yok etti. Geriye kalan çam ağaçları tozdan dumandan kahverengiye çalıyor. Ormanı yedi yobazlar. Göçe duran leylekler TOKİ konutlarının tepelerinde konaklıyor çoktan beri. Ab-ı hayat kaynağımız Terkos otoyol kuşatması altında. Dünyanın en şekilsiz, en ucube şehri İstanbul. Dinciliğin şekillendirdiği bir şehir görünümünde artık; Sınırsız, ölçüsüz, bednam, çirkin, kaba, kaotik, kuralsız.
Utanmadan bir de muhafazakâr diyorlar kendilerine. Neyini muhafaza etmişler şimdiye kadar. Yeniye tapıyor cem-i cümlesi. Ne taş, ne zaman. Tepeden tırnağa yeni, tepeden tırnağa beton…

                                                                                ***
Vatan hainliğinin tanımını bugün dağa, taşa, doğaya, suya, kurda, kuşa yapılanlara bakarak yeniden yapacağız gelecekte. Mecburuz buna. Yoksa bu topraklar hepimizi kusacak...
Ülke meselesi değil sadece devrim. Şehir meselesi, taş meselesi, zamana direnme meselesi. İstanbul’u, Halep’i kurtaracağız önce. Ve aralarında insani bir köprü kuracağız. Mecburuz buna!

Orhan Gökdemir / SOL

Demokrasi karanlıkta ölür... - Nilgün Cerrahoğlu



“Washington Post”un yeni logosu bu: “Demokrasi karanlıkta ölür/Democracy dies in darkness”...
Florida’da geçen haftaki gövde gösterisi mitinginde Trump’ın medyayı “halk düşmanı” sözleriyle, diktatörlerin diliyle hedefe oturtmasının ardından WP logosunun altına hızla bu sloganı yerleştirdi: “Demokrasi karanlıkta ölür”. 47 Pulitzer ödülü ile basın tarihine geçen ve Watergate skandalını ortaya çıkarmasıyla destan yazan gazete, çarpıcı logoyu bu zamanlamayla gazete adının yanına ekleyerek Trump’la doğrudan bir bilek güreşine girdiğini iddia etmiyor.
Çünkü her türlü ucuz kahramanlıktan ve fuzuli babalanmadan kaçınıyor. Üst perdeden “hodri meydan”lara gerek duymuyor. Buna karşın “mesajı alan aldı, anlayan anladı” tavrını tercih ediyor.
Gazetenin ilk elden okurları olmak üzere herkes nitekim mesajı aldı. Fox News başta ABD’nin ileri gelen tüm sağ yayınlarında “Bu sözler aslında Trump’a” dokundurması yapıldı. “Japan Times”a kadar mevzu dünyanın dört bucağında haber oldu. 
 
Gazete tüm bunlara cevaben ses getiren slogan seçimini, “Biz sade misyonumuzu ve kim olduğumuzu okurlarımıza anlatmak için bu logoyu kullanıyoruz” diye açıklıyor.
“Demokrasi karanlıkta ölür” sloganının aslında gazetenin 2013’ten bu yana sahibi olan “Amazon.com”un kurucusu Jeff Bezos’a ait olduğu bildiriliyor.
WP’nin efsanevi sahibi Kathrine Graham’ın vârislerinden gazeteyi satın alan Bezos, yapmış olduğu yatırımı bazı söyleşilerinde bu sözleri kullanarak açıklamış:
“Çoğumuz, demokrasinin karanlıkta öldüğünü kabul ediyoruz” diye söze giren Bezos şunları eklemiş: “Aydınlığın sürmesini temin etmekte bazı kurumların öncelikli rolü vardır. ABD’nin başkentinde (yayımlanan) Washington Post o en önemli kurumlardan biridir.”
 
RTE de o listede
WP özetle Trump karşısında (bunun reklamını uzun boylu yapmasa da) “direniş” sergiliyor. WP örneğini uzun uzun anlatmamın nedeni “Uluslararası Af Örgütü/Amnesty International”ın bundan iki gün önce yayımlanan son raporunun, yedi düveli aktif biçimde tam bu tür efendice yapılan direnişlere davet etmesi. AI’nın bu tarz bir çağrıda bulunmasına ilk kez tanık oluyorum. AI, genel olarak uluslararası insan hakları ihlallerini inceler ve bunları derli toplu bir “durum raporu”yla kayda geçer.
Bu kez bununla yetinmiyor. “Durum öyle vahim ki” diyor: “İşbaşa düşüyor. Bu son raporun sunumuyla AI, dünyanın dört bir yanındaki insanları, açık toplumun boğulmasına karşı ön almaya çağırıyor. Gidişat böyle sürerse, evrensel insan haklarının temelleri yekten çökebilir. Uluslararası Kadın Yürüyüşü, Gambia’da demokrasi yanlısı gösteriler, Meksika’da öğrenci gösterileri gibi barışçı hareketler, özgürlüklerimize sahip çıkmak için cümlemize ilham kaynağı olmalıdır.”
Hiç bu denli yüksek tonda alarm çanları çalan bir AI raporu okumadım. Rapor, insan haklarının faşizmden bu yana görülmemiş biçimde geri gittiğini beyan ediyor. “Bu kerte şeytanlaştırma ve ötekileştirmenin ancak (faşizmler çağı) 1930’larda görüldüğüne” değiniyor. AI, insan haklarındaki kazanımlarını yitirmekte hazin bir dünya tablosu çıkarıyor. Bu hazin “geri savruluşa” ön safta damga basan liderlerin isimlerini açıkça sıralıyor: Trump, Orban, Duterte ve Erdoğan

‘En büyük hapishane’ onuru
Türkiye, dünyada insan haklarının en geri gittiği ülkeler arasında ön sıralarda yer tutuyor. Raporun Türkiye sayfaları 15 Temmuz sonrası OHAL’le gelen ağır baskıya, toplu tasfiyelere, hapse atılan vekillere, basına yapılan zulme ayrıntılı yer veriyor.
“Bir sükût hapishanesi: Türkiye’de gazeteciliğin ölümü” başlıklı bölümde “Türkiye’nin dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi olma onurunu taşıdığı” anlatılıyor. Dünyada hapisteki tüm gazetecilerin üçte birinin Türkiye’de bulunduğu açıklanıyor. 160’ı aşkın yayın organının kapatılmasının tek mesajı olduğu belirtiliyor: “Çeneni kapat!”
Evet... Tam AI’nın raporunun yayımlandığı saatlerde “Medya ayağını denk almak zorunda kalacak!” diye gözdağı veren Numan Kurtulmuş’un kulakları çınlasın.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Yeni muhtarlar - ALİ SİRMEN


Onu efsaneleşen adını duyduktan elli yıl sonra tanımakmış kısmet. Bundan üç yıl kadar önce, İznik Gölü’nün güney yakasındaki Müşkül’e köyünün sahilinde kahvede, tanıştım üniversite yıllarımın efsane Müşküle muhtarı Fevzi Kavuk ile. Fevzi Kavuk, “işçileri, köylüleri, marabaları, emeğiyle geçinenleri” saflarına çağıran Mehmet Ali Aybar’ın davetine uyarak, 1963 yerel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılan bir avuç köy muhtarından biriydi, daha sonra da 1965 genel seçimlerinde TİP listesinden milletvekili adayı olacaktı.
O günlerde köy muhtarları önemli kişilerdi. Köyde muhtar jandarma komutanı ile devleti temsil ederdi, köylü karşısında devletin somut simgesi, acı sillesiydi muhtar.
O yıllarda nüfusun çoğunluğu köylerde yaşadığından, devlet dedin mi, halkın ekseriyetin gözünde canlanan somut görüntü muhtar olurdu.
Tercihini emekçi halktan yana kullanmış olan Müşküle’nin efsanevi TİP’li muhtarı Fevzi Kavuk, geçen hafta aramızdan ayrıldığında ise köy ile kent arasındaki nüfus dengesi takla atmıştı. 

***
Bundan 90 yıl önce, 1927’de Türkiye nüfusunun yüzde 75.8 i köyde, yüzde 24.2’si de kentte yaşamaktaydı. Fevzi Kavuk öldüğünde ise durum terse dönmüş, nüfusun yüzde 76.8 i kentlerde yaşarken, köyde yaşayanların oranı yüzde 23.2 ye düşmüştür.
Muhtarın önemi köyle birlikte azalmamış, kurum, ağırlığı mahalle muhtarlığına dönüşerek önemini yine korumuş, hatta arttırmıştır. Bir zamanlar kent yaşamında pek ağırlığı olmayan mahalle muhtarları, günümüzde totaliter sistemin “beşikten, mezara” (hatta, doğum şekline bile sistemin karışması, rejimin ihanetle suçladığı kimilerine mezar vermeyi reddetmesi olgusu da göz önünde tutulduğundan “beşik öncesinden mezar ötesine kadar” demek belki daha da doğru olacaktır) sistem mekanizmasının taban örgütleri konumunda, günlük yaşamda önemli roller oynayan bir baskı unsuru haline gelmekteler.
Mahalle muhtarlarının önemini ilk kavrayan 12 Eylül rejimi olmuştur. Kenan Bey zamanında 12 Mart’ın “sayın muhbir vatandaş”ının rolü muhtarlara devredilerek resmileşmiştir. Reis rejimi sırasında ise, muhtarlar, iktidar piramidinin tabanını oluştururken, ayrıca gerektiğinde, zirveyle doğrudan temasa geçme olanağına da kavuşmuşlardır.
Düzenli aralıklarla Saray’a kabul edilmekte olan muhtarların tümü (şu anda elli bin köy ve mahalle muhtarı olduğuna göre,) 125. muhtarlar toplantısında Sayın Başkanı bir kerecik olsun, görmüş olacaklardır.
Başbakan Binali Yıldırım biz Türkiye’yi Ankara’dan değil, yerinden yöneteceğiz” derken, tabandan tavana bu mekanizmayı kastediyordu.
Nüfusun çoğunluğu köylerde yaşarken, onları jandarma çavuşu ve köy muhtarıyla denetleyen sistemin tabandaki yeni yıldızları artık mahalle muhtarlarıdır. 

***
Mahalle muhtarlarını düzenin önemli taban taşı haline getirmek onuru Reis sistemine aittir.
Kişiye dar da olsa kendi tasarrufunda kalacak, bir özel yaşam alanı bırakan otoriter rejimin tersine, hiçbir kişisel tasarruf alanı bırakmayan totaliter rejimde günlük yaşamın takip edilip düzenlenmesinde, mahalle baskısının da amaca uygun işletilmesinde muhtarlara önemli roller düşecektir. Tabii bunlarla birlikte “Sayın Muhbir Vatandaş” kurumunun öngördüğü işlevler de sürecektir.
Türk usulü başkanlık sistemi diye sunulan Reis Rejiminin tabandaki özgün kurumudur artık muhtarlık.
Totaliter sistemin günlük yaşamını izlemek ve yönetmek için çok önemli bir kurum olan mahalle baskısında devlet ile “sivil!” mahalle arasında bir aktarma kayışı olan muhtarlar, mahalle baskısını da devletin istediği doğrultuda yöneterek, onu yarı resmi bir yapıya kavuşturacaklardır.
Muhtarlar toplantılarının anında televizyonlar aracılığıyla kamuoyuna duyurulmasına rağmen nedense Reis sisteminin bu çok özgün kurumunun henüz yeterince dikkat çekmemiş olması şaşırtıcıdır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bir Siyasal İslam güzellemesi olarak Kar romanı - TAYLAN KARA





Orhan Pamuk’un 2002 yılında çıkan Kar romanını bir cümleyle özetlemek gerekseydi bu cümle kesinlikle şu olurdu:

Kar, bir Siyasal İslam güzellemesidir. Bunu öyle gizleyerek ya da dolaylı olarak değil açık açık yapar. Kar romanına şöyle yüzeysel bir bakış atmak bile kitabın bir Siyasal İslam güzellemesi olduğunu anlamak için yeterlidir.
Bu yazı bu kitabın ayrıntılı bir edebi eleştirisi değildir. Bu kitapla ilgili detaylı bir edebi değerlendirme için Cengiz Gündoğdu’nun “Kar… Bozuk bir meta” başlıklı yazı okunabilir (1).
Bu yazıda sadece roman kahramanlarından yola çıkılarak bir değerlendirme yapılacaktır.

*
Kar romanında ilk ve süreğen bir şekilde göze çarpan şey solcu, sosyalist, Cumhuriyetçi, Atatürkçü ya da laik olarak verilen karakterlerin tamamının kötü karakterler olmasıdır. Bunların içinde bir tane bile “normal” insan yoktur. Küçük Emrah filmlerindeki karakterler bile bu kitaptakiler kadar şematik değildir. Bütün Türklerin iyi, bütün Bizanslıların iğrenç olduğu Malkoçoğlu filmleri bile bu kadar karikatürize edilmemiştir. Şablonlaştırmada ve karikatürize etmede O.Pamuk’un bu romanıyla ancak siyasal İslamcıların“başörtüsüz kadın perdesiz eve benzer ya kiralıktır ya satılık” düzeyindeki 5. sınıf romanları yarışabilir.
Kitaptaki dini karakterler ise radikalinden ılımlısına mazlum, bilge, nur yüzlü, hoşgörülü, zeki ve fedakardır.

*
Kitaptan bazı örnekler verelim. Muhtar ile Ka eski solcu arkadaşlarından söz ederler :
-Muhtar'ın bir sorusu üzerine, bir zamanlar "dergide üçüncü dünya üzerine yazılar yazan" kıvırcık saçlı, Malatyalı Tufan'ın delirdiğini işittiğini gülümseyerek söyledi… Mahmut'u sordu daha sonra Muhtar. Ka onun şeriatçı Hayrullah Efendi'nin cemaatine katıldığını, bir zamanlar sol için girdiği kavgalardaki hırsla, şimdi Almanya'da hangi camiye hangi cemaat hakim olacak kavgalarına karıştığını söyledi… Hamburg'taki Türk mafyasıyla çalışıp zengin olan teorik Tarık'ı hatırladılar. Bir zamanlar Muhtar, Ka, Taner ve İpek ile birlikte matbaadan yeni çıkmış dergileri katlayan Sadık şimdi Alpler'den Almanya'ya kaçak işçi sokan bir çeteye elebaşılık ediyordu.
Ka'nın Almanya'da tanıdığı siyasal sürgünler içinde en mutlusu Ferhat, PKK'ya katılmış, milliyetçi bir heyecanla Türk Hava Yolları bürolarına saldırıyor, Türk konsolosluklarına molotof kokteyli atarken CNN'de gözüküyor ve bir gün yazacağı şiirleri hayal ederek Kürtçe öğreniyordu. Muhtar'ın tuhaf bir merakla sorduğu başka bazı isimleri ise Ka’ya çoktan unutmuştu, ya da küçük çetelere katılan, gizli servisler için çalışan, karanlık işlere giren pek çokları gibi yok olduklarını, kaybolduklarını ve büyük ihtimal sessizce öldürülüp bir kanala atıldıklarını işitmişti (2).
Kitap, bu ve benzeri onlarca örnekle doludur. Kitapta solcu, laik, Cumhuriyetçi, sosyalist olarak sunulan bütün karakterler ya çeteci, ya mafya, ya katil, ya darbeci, alçak, iğrenç ve aşağılık insanlardır. Lacivert’ten Muhtar’a, Hediye’den İpek’e, Sunay Zaim’den Ka’ya… Çeteci, katil ya da alçak olmayanlar ise bir zamanlar solcu olmuş ve dönmüşlerdir. Kitaba göre solcular ya dönerler ya da alçak olurlar.
Yine kitaptan örnekler:
-Soru da şudur: Ben şimdi bir komünist, bir modernleşmeci, laik, demokrat, yurtsever olarak önce aydınlanmaya mı inanmalıyım, halkın iradesine mi? Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya sonuna kadar inanıyorsam dincilere karşı yapılan bu askerî darbeyi desteklemem gerekir. Yok halkın iradesi her şeyden öndeyse ve ben artık katıksız bir demokrat olmuşsam o zaman gidip bu bildiriyi imzalamam gerekir(3).
-Uğruna bütün hayatını berbat ettiği bu solcu lafların en sonunda bir işe yarayacağını, o laflar sayesinde İpek ile sevişebileceğini düşünüyordu (4).
-Eli silahlı sosyalistler Kars'ta artık eskisi gibi güçlü olmadıkları, yol kesmek, polis öldürmek, bombalı paket bırakmak gibi eylemleri ancak Kürt gerillaların izni ve yardımıyla yapabildikleri için erken yaşlanmakta olan bu militanlarda bir eziklik vardı (5).
Kitaptan şunları öğreniyoruz:
Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya inanıyorsan darbeyi desteklemen gerekir.
“Solcu laflar” ancak sevişmeye yarar.
Eli silahlı sosyalistler yol keser, polis öldürür, bombalı paket bırakır.
Kitaptan bir başka örnek:
-Söylentilere göre kayıp ağabeyinin güzel karısıyla evlenebilmek için devletten bir "ölü" kâğıdı almak istemişti bu adam. Bu amaçla ağabeyinin kaçırılmasından bir yıl sonra başvurduğu emniyet, gizli istihbarat servisleri, savcılık ve askerî garnizondan kovulmuş, bir intikam isteğinden çok, konuyu bir tek onlarla konuşabildiği için son iki aydır kayıp ailelerine katılmıştı (6).
Kar kitabında “kayıp aileleri”nin ele alınış şekli budur.
-Ama Kadife'nin bütün Kars'ın önünde başını açmasının hem sanat hem de çok derin bir siyaset olacağını da hissediyorsunuzdur." "Başını açacaksa Lacivert'i bırakırız," dedi Osman Nuri Çolak (7).
-Sunay zengin ve aydın bir iktidar sahibi görünümündeydi ama yoksul halkla da dans ediyor, şakalaşıyor, …Fransız ihtilalinin coşkusu, aşının, prezervatifin ve rakının faydaları, zengin orospunun göbek dansı, …gibi konularda öğretici ve kısa sahneler de oyunun şurasına burasına doğal bir düzensizlik içerisinde serpiştirilmişti (8).
-…orduevlerinde eski askerlik arkadaşlarıyla buluşup iyice içtiği gecelerde kendisinin her Atatürkçü askerin içinde yatan şeyi yapmaya "hiç olmazsa" cesaret ettiğini söyler, fazla ileri gitmeden arkadaşlarını dincilerden korkmakla, hımbıllık ve korkaklıkla suçlardı (9).
Kitaptan şunları çıkarabiliriz:
Başörtülü kızın başını açtırmak için şantaj yapan laik darbeciler…
Her Atatürkçü askerin içinde darbecilik vardır.
Fransız İhtilali, aşı, prezervatif ve rakının faydaları… Bir romanda karakterler ancak bu kadar karikatürize edilebilirdi.

*
Darbeci Sunay Zaim, Robespierre, Lenin, Jakoben, Atatürk, Che Guevera, Brecht…
Kitapta bu isimlerin hepsi ya da birkaçı neredeyse istisnasız yan yana sayılır.

*
Şimdi burada ne söylenebilir? Darbeci, alçak, ahlaksız solcular elbette vardır; peki solcuların, laiklerin, Cumhuriyetçilerin, laiklerin hepsi böyle midir? Bu düşünce yapısını yalnızca bu tipler mi oluşturmaktadır?

Burada G. Lukacs’ın sorduğu soruyu sormamız gerekir.
G.Lukacs şunu yazar:
Sormamız gereken soru, “x gerçeklikte var mıdır? Değil, “x gerçekliğin tümünü temsil eder mi?” olmalıdır. Sonra gene, sorulacak soru, “x edebiyatın dışında bırakılmalı mı?” değil, “x’le yetinilmeli mi?” dir (10).
Ancak bu kitap için bu açıklamalar fazladır.
Bu bitmez tükenmez sonsuz bir kindir. O. Pamuk soldan, sol değerlerden, solu çağrıştıran her şeyden nefret etmektedir. Bu nefreti roman estetiğini zedeleyecek kadar kaba bir şekilde sergilemektedir. Roman karakterleri, bu nefret, bu gözü dönmüşlük nedeniyle yazarın birer kuklası halindedir.
10’dan fazla karakter içinde tek bir tane, bir tane bile normal solcu, laik, Cumhuriyetçi karakter yoktur. Bütün solcular döner; mafya, çeteci ya da İslamcı olur. Bu kitapta solculuk bir anomali, bir hastalık, döneklik, darbecilik veya ahlaksızlıktır. Jakobenlik ise bu kitaba göre nedensiz bir darbe hareketi, bir psikopatlık, bir tür ruh hastalığıdır.

*
Peki romandaki her karakter böyle midir? Örneğin dini karakterler nasıldır?
Kitaptan örneklerle devam edelim.
Ka, Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Hazretleri’ni anlatmaktadır:
-O ihtiyar adamdan her yere bir nur yayılıyordu. Derken yattığım yerde bir ışık tam gözümün içine vurup beni uyandırdı. Bir pişmanlık ve umut ile ayağa kalktım. Baktım az ötede aydınlık bir kapı açılmış, birileri girip çıkıyor. İçimden gelen sesi dinleyerek onların peşinden gittim. Beni aralarına aldılar ve aydınlık, sıcacık bir eve soktular… Bu evin, söylentilerini işittiğim Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Hazretleri'nin gizli tekkesi olduğunu anlamıştım (11).
-Yalnız kaldığımızda (Şeyh) bana tatlılıkla gülümsedi. Onun az önce rüyamda gördüğüm iyi yürekli ihtiyar olduğunu anlayarak rahatladım. İçimden öyle geldiği için bana bir evliya gibi gözüken bu ulu kişinin elini öptüm. Çok şaşırdığım bir şey yaptı. O da benim elimi öptü. Yıllardır duymadığım bir huzur yayıldı içime. Onunla her şeyi konuşabileceğimi, bütün hayatımı anlatacağımı hemen anladım (12).
-Şeyh beni en yakınma oturtuyor, dertlerimi dinleyip yüreğime Allah sevgisi yerleştiriyordu. Hep ağlıyor, bundan çok huzur duyuyordum (12).
-Ka da korkusunu Şeyh'in gördüğünü anladı. Ama Şeyh'te öyle bir şey vardı ki Ka korkusundan utanmadı. …Ka bir anda kendisini Şeyh Efendi'nin elini öperken buldu (13).
-Davetime icabet ettiğin için nurol," dedi şeyh. "Seni rüyamda gördüm. Kar yağıyordu." "Ben de sizi rüyamda gördüm Efendi Hazretleri," dedi Ka. "Buraya mutlu olmak için geldim." "Mutluluğun burada olduğunun içine doğması bizleri mutlu etti," dedi Şeyh (13).
-Bizden niye korkuyorsunuz?" dedi Şeyh, çok şaşırmış gibi yaparak gözlerini kocaman kocaman açtı. Şişman ve sevimli bir adamdı, etrafındakilerin de içtenlikle gülümsediklerini gördü Ka. "Bizden niye korktuğunuzu söylemeyecek misiniz?"
"Söylerim, ama alınmanızı da istemem," dedi Ka.
"Alınmayacağız," dedi Şeyh. "Buyrun yanıma oturun. Sizin korkunuzu öğrenmek çok önemli bizim için (14).
-"Hicran kim?"
…Bir kızım olsaydı onun gibi güzel, akıllı ve cesur olsun isterdim. Türbancı kızların lideridir o, hiçbir şeyden korkmaz, çok kişiliklidir. Aslında başlangıçta, ateist babasının etkisiyle o da dinsizmiş, İstanbul'da mankenlik yapıyormuş, televizyona çıkıp kıçını bacaklarını gösteriyormuş. …
Hicran 'Sizi ortaçağın karanlığına götüren bu bez parçasını güzel başlarınızdan çıkarın!' diyerek kızların en şaşkınının başörtüsüne elini atıp çekmeye yeltenmiş ve o el o anda hareketsiz kalmış. Hemen kendini yere atıp kızdan -akılsızın akılsızı kardeşi bizim sınıftadır- özür dilemiş. Ertesi gün, gene gelmiş, daha ertesi gün gene ve onlara katılıp bir daha İstanbul'a dönmemiş. Türbanı ezilen Müslüman Anadolu kadınının siyasal bayrağı haline getiren bir azizedir o, inan bana (15)!
Nur yüzlü, bilge, anlayışlı şeyhler…
“Başörtüsüne uzanan elin hareketsiz kalması…” Böylesine çiğ, böylesine şematik bir anlatıma en başarısız İslamcı yazarların en bayağı romanlarında bile rastlayamazsınız. Böylesi ancak günümüzde bazı televizyonların, izleyiciyi ahmaklaştırmak için koyduğu mistik dizilerde görülebilir.

*
Örnekleri sayfalarca uzatabilirim. Kar romanı ilk sayfasından itibaren en bayağı siyasal şablonların, en klişe karikatür karakterlerin, en kaba sol düşmanlığının hiçbir özen gösterilmeden olduğu gibi okurun kafasına boca edildiği bir Siyasal İslam güzellemesidir.

*
Emre Kongar, Kar romanı ile ilgili şunları yazar:
“… içindeki insan tipleri de (hatta benim karikatür olarak niteleyeceğim kadar) sert ve kalın çizgilerle belirlenmiştir.(16)”

Kar romanı, büyük “ yüceltmen” Emre Kongar’a bile bunları yazdırabilmiştir.
Çünkü bir O. Pamuk “yüceltmen”i olan E. Kongar, bu kitabı övmek için aldığını açıkça söyler:
“(Kar) Kitabı ilk çıktığında büyük bir hevesle aldım ve üzerinde bir övgü yazısı yazmak için satırların altını çize çize okumaya başladım…(16)”
“Yüceltmen” E.Kongar bile bu kitabı överken “Siyasal İslama angaje”bulmakta ve ideolojisini eleştirmektedir.

*
Kar romanını bu topluma sol pazarlamıştır. Bu beşinci sınıf siyasal İslam güzellemesi, sol-sosyalist-ilerici yayın organları tarafından göklere çıkarılmıştır. Bu sol yayın organları manşetlerinde ve birinci sayfalarında Siyasal İslama karşı iken kültür sanat sayfalarında bu romanı övmüşlerdir.
2002 yılında bu kitap çıkar çıkmaz yazar Necmiye Alpay, son derece zorlama bir övgü yazısında bu kitaba şöyle methiyeler dizmiştir:
“…Roman tekniği ve özellikleri, izlekler ve yerlemler romandan romana değişse de bu büyük sorunsal hep işleyiş halinde. “Kar” bu açıdan Beyaz Kale’den sonra ikinci doruk. (17)”
Cumhuriyet Kitap’ın 14 Mart 2002 tarihli sayısının kapağında O.Pamuk’un Kar kitabı vardır.
O.Pamuk kapaktaki söyleşisinde şunları söyler:
“Temel olarak askeri darbeye dayanan Atatürkçü davranış tarzının en inandırıcı, en makul ifade yollarını da göstermek istedim”
“Şimdi laiklik yalnızca askeri darbeler sırasında hatırlanan bir ilke”
O.Pamuk’un bu sözleri söylediği Cumhuriyet, ikinci cumhuriyetçilerin, liberallerin işgal ettiği Cumhuriyet değil, başında İlhan Selçuk’un olduğu Cumhuriyettir.
Kitaptaki bu ve benzer örnekleri sayfalarca uzatabilirim.
Bu 1. sınıf sol nefretini okura kusan 5. sınıf romanı, bu siyasal İslam güzellemesini, topluma bizzat kendini sol-sosyalist-ilerici olarak tanımlayan yayın organları pompalamıştır. Bu şaşırtıcı durum, ibret verici bir olgu olarak tarihe geçmiştir.
Şu kural hiç şaşmaz. Sol düşünceyi ve Cumhuriyeti çökertme savaşı edebiyat, düşün ve yayın çevresinde başlamıştır. Yıkımın nedenini, bu toplumun bugünkü durumunun kökenlerini biraz da oralarda aramak gerekir.

*
Sosyalist bir gazetenin eski yöneticilerinden biri yıllar önce O. Pamuk’la ilgili bir mesaj atmıştı:
“O. Pamuk ile solun ne sorunu var anlamıyorum”
Yukarıdaki yazılanları dikkate alsaydı aslında şunu sorması gerekirdi:
Bu kitapla sorunu olmayan bir sol olabilir mi?

Taylan Kara
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
http://www.insanbu.com/eski/a_haber497b.html?nosu=1057
Orhan Pamuk, Kar, sf 61-2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
Age sf 241
Age sf 244
Age sf 269
Age sf 274-5
Age sf 334
Age sf 393
Age sf 410
Georg Lukacs Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan Payel Yayınları İstanbul.
Age sf 57
Age sf 58
Age sf 98
Age sf 99
Age sf 110-111
Emre Kongar, Yazarlar Eleştiriler Anılar, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2016
http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/020308/kimne.html

Gönüllü kulluk! - I-II (MURAT YAYKIN-BİRGÜN)

Geçtiğimiz günler içinde ölen sanat eleştirmeni, yazar John Berger, Görme Biçimleri’nde “Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir,” dediği gibi, gelin bugünkü yazımda ‘kulluk’ olgusuna zihne ilk çağrıştırdığı sözlük anlamının dışına çıkarak bakmayı tercih edelim. Bakalım bir şeyler görebilecek miyiz?

II. Dünya Savaşı sonrası Arjantin’e kaçan Eichmann, 1960’da Mossad ajanlarınca yakalanır ve yargılanmak üzere İsrail’e getirilir. Hannah Arendt’in, ‘Eichmann Kudüs’te kitabına konu olan davada Eichmann, savaşta yalnızca amirlere itaat ettiğini, kötülüğe alet edildiğini, ve asıl sorumlunun kendisi olmadığını söyler, af dileği kabul olmaz ve 1962’de idam edilir.

Stanley Milgram’ın bu olaydan esinlenerek yaptığı deneyde; Öğrencilere daha iyi öğrenebilmeleri için yanlış yaptıklarında elektroşok uygulanacaktır. Öğrencilere aslında elektroşok uygulanmaz, bu bir kurgudur, ama onlar rol yaparak denekler tarafından şoka uğratılıyormuş gibi davranırlar. 40 denekten 26’sı, laboratuvar görevlisinin komutlarına itaat ederler ve öğrencilere verdikleri elektroşoku 450 V’a kadar yükseltirler.

Kulluk, kul olma durumu - itaat eden- doğası gereği zorunlu bir boyun eğme olduğuna göre gönüllü olarak, iradeli bir şekilde seçilemez. Eğer kulluk varsa, orada istekli ve iradeli bir seçim yoktur. Ancak gönüllü kulluğun varlığını Platon’un erosunda işlediği Şölen kitabında görürüz. Âşık olunan sevgiliye isteyerek boyun eğme; insanlar ve Tanrılar katında koşulsuz olarak övülür. Çünkü aşk için yapılan bu ‘gönüllü kulluk’, eros’a övgü için mecaz anlamda kullanılan bir deyimdir.
Oysa 1550’lerde Etienne de La Boétie, bir kölelik ilişkisi olarak ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ adlı eserinde, tiranın gücünün sadece halkın kendi özgürlüğünden vazgeçen gönüllüğünden kaynaklandığını savunur ve sorar: İnsanlar neden boyun eğmeyi ve isteyerek kulluk etmeyi seçer, neden bir halk bir tirana boyun eğmekten de öte, kendi köleliğini gönüllü olarak ister?

İktidara rızalık göstermezseniz, iktidar kendiliğinden yıkılır.
 
Hükümranlığını kabullenmek başka bir şeydir, boyun eğmeyi, isteyerek, ‘gönüllü kulluk’ olarak yapmaksa başka bir şey. La Boétie’e göre, aslında bunu hiçbir güç sağlayamaz. Gönüllü kulluğun kaynağı, hükümdarın sahip olduğu güçte ve bu gücün yarattığı korkuda değil; tersine bu hükümranlığı isteyerek kabul eden öznenin ya da halkın kendisindedir, der. Ve bir de La Boétie’e göre, yeryüzünde hiçbir tiran, bir halkın gönüllü kulluğu olmadan ayakta kalamaz. Bir halk, gönüllü kulluğundan vazgeçtiğini ilan etsin, o anda, o hükümdarın hükümranlığı biter. Bu nedenle, bu boyun eğme değil; tersine, öznenin ve halkın isteyerek kabul ettiği bir ‘gönüllü kulluktur.’

La Boétie, gönüllü kulluğun üç temel neden üzerine gerçekleştiğini söyler; alışkanlıklar ya da gelenekler, manipülasyon, çıkar sağlamak ya da kâr etmek için kabullenmek.

La Boétie’ye göre, özgür ve eşit doğan insan, güç karşısında boyun eğmektedir, ama bu boyun eğme durumunu; itaatkâr alışkanlıkların içselleştirilmesi, aptallaştırıcı bir eğitim ve tiranın manipülasyonu sonucu, unutmaktadır. Çünkü güç, insana boyun eğdirse de, yine de tek başına, bir insanın bir hükümdara gönüllü olarak kulluk yapmasını sağlayamaz. Tiran, egemenliğinin devamını sağlamak için, etrafında kendisi gibi sistemden yararlanan bir grup insanın belli çıkarlar ve mevkiler elde etmesini sağlar. Tutkulu söylevleri, kutsal sembollerin gösterişli kullanımları, dinleri, batıl inançları ve hurafeleri kullanması; insanlar üzerinde bir tür tapınmaya yol açar ve düşünme kapasitesi uyuşturulan halkın duygu seli içinde hükümdara gönüllü kulluk etme geleneğini sürdürmesini sağlar.
Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’nin; “İktidar, tanındığı için iktidardır, otorite de kabul edildiği için otorite olur,” sözü Boétie’yü destekliyor.

Yine Boetie’ye döneyim; “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar fazla gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz...”
“İktidara rızalık göstermezseniz, iktidar kendiliğinden yıkılır.” ( Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk üzerine Söylev, İmge)

                                                                   ***

İtaate zorlandıkları, uygun zamanı beklemeye mecbur oldukları, kendi aralarında bölündükleri için her zaman en güçlü olamaması insanoğlunun zayıf yönü.

John Berger ‘Şiirin Saati’ adlı yapıtında “Egemenler bizim insanlarımızı alıp öldürdükten sonra şehrin köşelerine bırakıyorlar, saklayabilirlerdi veya yok edebilirlerdi, bir kayıp olayı daha olurdu. Ama o bize bunu göstererek ardımızdan gelene mesaj veriyor,” derken egemenin algı manüplasyonlarının dışında şiddeti de acımasızca kullandığını anlatıyor. İşkence yalnızca karanlık mahzenlerle yapılmıyor, özgürlüklerimizi evlerimizde, sokaklarda, işyerlerimizde her yerde yaşarken teslim aldılar. Bu da işkencedir.

Étienne de La Boétie, (1530-1563) üniversiteyken bir ödev olarak kaleme aldığı ‘Gönüllü Kulluk’* söylevinde (çeviri-Erhan Can Kızmaz, Chiviyazıları Yayınevi) insanların tiranlara neden gönüllü kulluk ederek özgürlüklerini teslim edişlerini anlatırken hayvanları örnek gösteriyor; “Yakalandıklarında, en büyüğünden en küçüğüne kadar, pençeleriyle, boynuzlarıyla, ayaklarıyla ve gagalarıyla öyle bir direnirler ki, ellerinden alınan şeye ne kadar büyük bir değer verdiklerini gösterirler bu yolla. Daha sonra da ele geçirdiklerinde yaşadıkları üzüntüyü dışa vuran pek çok ifadeye sahip olurlar. Onların artık yaşamaktan çok çile çektiklerini, köle olmuş olmaktan hiçbir zaman mutlu olmayıp özgürlüklerinden mahrum edilmeleri nedeniyle sürekli inlediklerini görmek çok kolaydır.” Bu hareketleriyle bize, gönül rızasıyla değil de zor altında itaat ettiğini göstermek istiyorlar gibidir.

“Öküzler boyunduruk altındayken inlerler, kuşlar kafeste ağlarlar...”

Kim ister hayvan çaresizliği içinde yaşamayı? Onlar özgürlükleri için doğası gereği yaşamsal tepkilerini verirken insanın gönüllü kulluğu ne menem bir şey?
Gönüllü kulluğun sebeplerini sıralarken ilk nedenin alışkanlıklar olduğunun altını çizer La Boétie. Haklı da, alışkanlıklar değil midir, kendi yönetimince bizi sürekli olarak biçimlendiren. Eylemlerimiz üzerinde büyük etkiye sahip olan alışkanlığın bize, özellikle, hizmet etmeyi öğretme gücü değil midir?

Roma imparatorluğuna karşı özgürlük mücadelesi vermiş Pontus kralı Mithridates’in (M.Ö 112-63) zehirlenerek ölmekten korktuğu için her gün az dozda zehir alarak, sözkonusu zehire karşı bağışıklık kazanma uğruna sonunda zehire alıştığı söylenir. Zehre alışkanlık... Boétie doğanın üzerimizdeki gücünün, alışkanlığın gücünden daha az olduğunu söyler.

Boyun eğmişliğe karşı önde gelen aracımız verili olanın ötesine bakma kapasitemizdir, gözlerimizi burnumuzun dibinde olandan kaldırıp ufka bakmak ve ötesinde olanı ve dolayısıyla bakmakla görülmeyen; fakat kendisini bir görüntü olarak göstereni hayal etmektir. Alışkanlık kendinizdeki güce bakmayı, gücü görmeyi, keşfetmeyi engellemez mi?

La Boétie’nin, kalabalığı, despotla ilişkisine yönelttiği hareket ne güzeldir; despotun sizi ezdiği güç (potestas) sizin kendi gücünüzden (potentia) başkası değildir. Onun hizmetine girerek kendi gözleriniz, kendi elleriniz, kendi ayaklarınız ve kendi zihinlerinizdir sizleri ezen. Köleleşmenizden çok özgürleşmenize katkıda bulunacak olan kolektif kurumlara onu aktarmak için, sizden gelen bu gücü ‘geri almak’ sadece size bağlıdır.

Cesur insanlara cesur eylemlere ihtiyaç var. “Bu kadar insanın hâlâ gönüllü olarak despotların yanında yer alması, hasta taklidi yapan aslana, inine gelip seni seve seve muayene ederdim; ama inine giden pek çok hayvan izi görmeme rağmen, geri dönen tek bir iz bile görmüyorum, diyen tilkinin bu dediklerini despota söyleyecek tek bir cesur ve yiğit kişinin olmaması yürek burkucudur.” Korkaklığın da bir sınırı vardır.

Size savaşın demiyor La Boétie, sadece desteğinizi geri çekin!

İşe hayır demekle başlayın.


MURAT YAYKIN-BİRGÜN

AKP, MHP’ye çok ‘işaret’ borçludur - TAYFUN ATAY


Başbakan Binali Yıldırım, partisinin toplantısında kendisine “Ülkücüleri unutmayın” diye seslenirken üç parmağını birleştirip şehadet ve serçeparmaklarını yukarıya doğru kaldırarak Bozkurt işareti yapan izleyiciye aynı şekilde karşılık verdi. En son gazete yöneticileriyle yaptığı toplantıda bu konu gündeme geldiğinde de “Biz herkesin işaretini yaparız” demiş.

Merak ettim şimdi, Başbakan yine şehadet parmağının işin içinde olduğu, ama bu defa ortaparmakla birlikte “V” şeklinde havaya kaldırıldığı, Churchill’den çıkış bulmuş, zafer anlamına gelen, bizde ise giderek HDP ve Kürt siyasi hareketi ile özdeşleşmiş işareti de yapar mı acaba?! 

***
İşaret, daha doğrusu simge (sembol), bir anlam ya da değerin somutlaşması… Onu üretenin, yapanın, kullananın kim ve nereye ait olduğunu bilmemizi de sağlıyor.
Ve de şehadet parmağı, adı üstünde, başlı başına İslâmî aidiyete gönderme yapan bir simge parmak. Başbakan Yıldırım’ın köken aldığı siyasi-ideolojik oluşum da o parmağı MHP’nin Bozkurt işaretinden farklı şekilde simgesel işlerliğe sokmuştur ve sokmaya devam ediyor, bunu biliyoruz.

(Erbakan’ın Refah Partisi başkanıyken yaygınlaştırdığı “Milli Görüş yemini”nde hep beraber başparmakların havaya kaldırılması da aynı siyasi hareket bünyesinde parmak sembolizmine ilişkin hatırlatılması gereken bir başka tarihsel örnektir.)
Bozkurt selâmı ise AKP’nin geleneğine hayli uzak ve aykırı kaçar. Çünkü esasen Orta Asya Türklüğünün İslâm-öncesi inanç kalıplarıyla ilişkili bir motif olarak karşımızdadır o... Totemik çağrışımları dahi vardır.

Ayrıca parmakları işlerliğe sokarak üretilen bu işaretin çok benzer bir biçiminin “Wicca” paganizmindeki Boynuzlu Tanrı (“Horned God”) için kullanıldığını kaydetmek gerekir. Ki bu (Avrupa’da cadıların şeytanla işbirliği içinde olduklarına yönelik Hıristiyan saptırmasıyla bağlantılı şekilde) bugün Satanist gruplarca da işlerliğe sokulmaktadır. 

***
Her neyse… Sonuçta Bozkurt işareti şimdi Referanduma giden yolda AKP-MHP ortaklığının çarpıcı bir dışavurumu olarak Binali Yıldırım’ın parmaklarına da dolanmış durumda.

Fakat bu ilk değil. AKP, MHP’nin simge havuzuna hanidir bol bol dalıyor. Hatta pek çok simgeyi de içselleştirerek kendine mal etti.

Mesela AKP, MHP’den “kafa tokuşturma”yı da almıştır.

Bugün en tepede Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan başlayarak milletvekilleri, bakanlar, belediye başkanlarından aşağı doğru partinin farklı kademelerinde görevliler ve seçmen kitlesine kadar hemen herkesçe MHP kökenli bu erkek-erkeğe selamlaşma ritüelinin içtenlikle benimsendiğini görürsünüz!.. 

***
AKP, MHP ve ülkücü hareketten “Tekbir”in sloganlaşmış halini de almıştır.

Bu memlekette tekbir, ibadette, camide, cenazede ve mevlitlerde karşımıza çıkan, tevekküle ve tevazua çağıran bir dinsel deyiş olarak bilindi ve kullanıldı uzun yıllar: “Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilahe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahilhamd…”

Bunun “Ya Allah Bismillah Allahü ekber” şeklinde şiddetlice sloganlaştırılmasına ilk olarak ve daha çok üniversitelerde karşıt görüşlü öğrenci grupları arasındaki çatışmalarda ülkücüler aracılığıyla şahit olduk.

Dolayısıyla mevlit tekbirlerinden militan tekbirlere geçiş de MHP marifetiyle olmuştur.
Bu “tekbir”in AKP saflarında kitlesel kullanıma açılması, partinin 2011 sonrası süreçte bu ülkede kendi dışında kalan toplum kesimlerine karşı siyaseten gözünü kararttığı anti-demokratik savrulmayla eşzamanlı.

Şimdiki totaliter siyasi pratik bağlamında da o, artık iyiden iyiye AKP’ye mal olmuş görünüyor. 

***
Sözün özü, AKP hanidir MHP’ye doğru böylesi “sembolik” bir açılım ve “işaret devşirme” ameliyesi sergilemekteydi zaten…

Buradan AKP’nin giderek MHP’lileşme süreci içinde mi olduğu sorusu geliyorsa aklınıza, bir şey demiyorum, üzerinde düşünmeye devam edin!..

Ama bir o kadar, MHP’nin AKP tarafından soğurulmasının söz konusu olup olmadığı üzerine düşünmeyi de ihmal etmeyin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Varlığımız müteahhitlere armağan - ÇİĞDEM TOKER

Açıklama en yetkili ağızdan geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “müjde”yi Yurtdışı Müteahhitlik Hizmetleri Ödül Töreni’nde verdi.


Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) devreye sokulma nedeni, büyük ihalelerdeki teminat sorununun çözümüne katkı sağlayacak olmasıymış. Eximbank’tan sonra böyle bir adımın atılmış olması, yolu kolaylaştıracakmış.
Kapalı ifadelerle ve geri sıralarda yer alsa da TVF ana sözleşmesinde, bu müjdeyi hatırlatan bir ifadeyi bulmak mümkün. Sözleşme metninde “amaç ve faaliyet konusu” (paragrafı ben listeledim) şöyle:
-Sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak,
-Yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak,
-Dış kaynak sağlamak,
-Stratejik büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek.
(Cumhurbaşkanı, ödül verirken müteahhitlerden Kamu-Özel-İşbirliği’ni (KÖİ) yurtdışında tanıtmalarını (!) da istedi. Notdüşelim ki, Türkiye KÖİ’nin mucidi değil, “dış güçler” üzerinden uygulama sahasıdır.)
***
Haberi altı ay önce buradan duyurduğumuz için şaşırmadık tabii. Bu vesileyle, Eximbank’ın yurtdışı müteahhitlik sektörüne dönük teminat programının yetmediğini öğrendik. Ha bir de Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un açıklaması biraz açığa düşmüş oldu. Kurtulmuş, konu kendisine sorulduğunda, “büyük kamu şirketlerinin daha etkin yönetilmesi” gerekçesiyle diye açıklamıştı.
Biz de bunu duyunca TVF’ye devredilen şirketlerin, yıllardır bir başka partinin iktidarı altında ve son derece kötü yönetildiğini, yeni iktidara gelen AKP’nin “şu şirketleri daha iyi yönetelim” dediğini anlamıştık. (!)
***
Müteahhitlere verilen bu kutlu müjde vesilesiyle, yılbaşından bu yana TVF’ye devredilen kamu şirketleri, varlıkları ve sektörleri anımsayalım:
-Sektörler: Şans oyunları, bankacılık, ulaştırma, telekomünikasyon, enerji, borsa, madencilik, tarım ve gayrimenkul. (TVF’ye devredilmiş Hazine arazileri arasında Akdeniz ve Ege’deki çok sayıda beş yıldızlı turizm kompleksi olduğunu da unutmayalım.)
-Kamu şirketleri: Milli Piyango, Türkiye Jokey Kulübü, THY, Ziraat Bankası, Halkbank, Borsa İstanbul, PTT, BOTAŞ, TPAO, Eti Maden, Türksat, Türk Telekom, Çaykur.
Sayıları şu anda 13, ancak nakit varlığı devasa ölçekteki kamu şirketlerine, yenilerinin ekleneceği de ifade ediliyor. Yani bir gece, kamu elindeki elektrik enerjisi üretim şirketlerine dair yeni devir kararları okuyabiliriz.
Bunların hepsi Resmi Gazete’de yayımlandı.
Yayımlanmayan tek şey 3 yıllık Stratejik Plan. Gerek Başbakanlık açıklamasına, gerekse TVF, bu şirketleri Bakanlar Kurulu’nun onaylayacağı Stratejik Yatırım Planı’na göre yönetecek.
Ancak yasası ağustosta yürürlüğe giren, tescili de geçen kasım ayında yapılan TVF’nin, yönetimin uyacağı esas ve ilkeleri belirleyen “plan” daha ortada yok.
Keza kurulacağı duyurulan, “alt fonlar” da. Bu “plan” onaylanıp yayımlanmadan TVF’nin, portföyündeki büyük kamu varlığıyla hangi adımları atıp hangi işlemleri yaptığı bilinmeyecek.
Bu “plan”ın hazırlanma ve onay sürecinin hangi aşamada olduğunu ise ne soran var ne de açıklayan. Net bir iradeyle Sayıştay ile Hazine’nin, denetim, gözetim ve rapor sahası dışında bırakılan TVF bu yapısıyla, bütçe hakkı ve kamu kaynakları açısından zaten sorunludur. Ödül töreninde verilen son “müjde”, bu sorunlu yapıya ek olarak, müteahhitlik sektörünü, hepimizi temsil eden Hazine üstü bir konuma taşımıştır.
Varlığımızın müteahhitlere armağan edilmesine hayır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -21 Haziran 2025-

Emperyalistler mengeneyi sıkıyor: ‘İran halkının iradesine evet, siyonizmin istismarına hayır’ -Ela Ava- İsrail’in İran’a karşı başlattığı s...