(1)
Başkanlık sistemiyle yönetilen 40 küsur ülkede, bir ikisi dışında
demokrasinin varlığından bile söz edilemiyor. Bu ülkelerin büyük
çoğunluğunu, bir zamanlar İspanya’nın sömürgesi olan Latin Amerika
ülkeleri, resmi dilleri İspanyolca olan ülkeler oluşturuyor. Bunları
Afrika ülkeleri izliyor. Başkanlık sisteminin olduğu pek çok
ülkede başkan, kısa sürede diktatöre dönüşüyor. Günümüzde
Azerbaycan’ında ve Suriye’de görüldüğü gibi, başkan yıllarca
başkanlığını yürütüyor ve genelde istenmeyen olaylar sonucunda (Mübarek,
Saddam ve Kaddafi gibi) başkanlığı bırakmak durumunda kalıyor.
Başkanlıkla yürütülen ve demokrasileri sorunlu olan ülkelerden yalnız
ikisi, Kolombiya ve Güney Kore ekonomik gelişme sürecini yakalamışken
diğerleri her konuda zorluk içinde bulunuyor. Teokratik, faşist ya da
piyasacı anlayışların hakim olduğu başkanlık sistemiyle yönetilen
ülkeler, hem demokrasi açısından hem de sosyal, kültürel ve ekonomik
kalkınma açısından bir ikisi dışında, Türkiye’den daha iyi durumda
bulunmuyor. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin durumuna bakanlar,
biraz olsun insan haklarına değer veriyorlarsa, başkanlık sistemine
prim vermiyor. Dolayısıyla dünyadaki uygulamaların ışığında, başkanlık
sistemi isteği, ülkenin daha iyi bir duruma gelmesiyle, sosyal, kültürel
ve ekonomik kalkınma beklentisiyle ilişkili olmuyor. Bu tür istekler
genelde, başkanın gücüne imrenmekten, istediğini yapma ve kininin
davacısı olma hırsıyla ve “ben” merkezli anlayışlarla yaklaşımlardan
kaynaklanıyor.
ABD’deki başkanlık sistemi, hem başkanların en çok (iki dönem) sekiz
yıl başkanlık yapabilmeleri ve (yasama, yürütme ve yargı gibi) kuvvetler
ayrılığının varlığı nedeniyle, hem de siyasal yapının kedine özgü
niteliği nedeniyle, diğer ülkelerdeki başkanlıklara benzemiyor.
Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini kuran irade,
padişahın egemenliğine son vermiş, başkanlık sistemini reddedip
egemenliğin halkta olduğunu, üniter devlet yapısını ve parlamenter
demokrasi anlayışını benimsemiştir. ABD’deki dönüşüm ise farklı olmuş,
1776’daki bağımsızlık savaşı sonunda 13 devletin bir araya gelerek
oluşturdukları ABD, federal devlet yapısını ve (Amerikan usulü)
başkanlık sistemini yeğlemiştir.
ABD’de, başkanlıkla yönetilen diğer ülkelere göre hukuk daha iyi
işliyor. Vergi kaçırma, rüşvet, hainlik, hukuk dışı davranma ve
kamuoyunu kandırma gibi yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan başkan bile
yargılanabilmektedir. Amerikan temsilciler meclisinin kararı üzerine
Yüksek Mahkeme başkanının başkanlığında senato tarafından yargılanan
başkanın suçlanması için 60 senatörün oyu gerekmektedir.
Örneğin Nixon’un başkan yardımcısı Spiro Agnew, 1960’larda vergi
kaçırdığı ortaya çıkınca, yargılanmadan kaçınarak 1974’te başkan
yardımcılığından istifa etmiştir. 1972 seçimlerinde Demokrat Partinin
seçim bürosundan hukuk dışı yollarla bilgi toplattığı ortaya çıkan
Başkan Nixon, yargılandığında başkanlıktan atılacağını bildiği için,
Agnew’den hemen sonra istifa etmek zorunda kalmıştır. 1868 yılında
Başkan Andrew Johnson ve 1999 yılında da Başkan Clinton açılan davalar
nedeniyle yargılanmışlar, onları suçlu gören senatör sayısı 60’a
ulaşmadığından başkanlıklarını koruyabilmişlerdir.
ABD’de başkan, genelde seçime girdiği partinin lideri falan değildir.
ABD’de, 435 kadar seçim bölgesinden seçilen birer milletvekilinden
oluşan temsilciler meclisi ile 50 eyaletten seçilen ikişer kişiden
oluşan Senato vardır. Başkan’ın üst görevler için aday gösterdiği
kişiler, Yüksek Mahkeme üyeleri gibi, Senato’nun onayını almaları
durumunda o göreve atanabilmektedir. ABD’de, birkaç dönem Demokrat
başkan seçilmişse arkasından cumhuriyetçi başkan seçilmektedir.
Temsilciler meclisi ile senatoda, partiler genelde mutlak çoğunluk elde
edememektedir.
ABD başkanı, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için hemen her
konuda, muhalefetin desteğini almak durumundadır. ABD’de temsilciler
meclisi üyeleri ile senatörler, parti başkanı tarafından aday olarak
belirlenmemektedirler ve de parti başkanına bağımlı değildirler.
Partilerindense, seçim bölgesi ya da eyalet seçmenine karşı
sorumludurlar. ABD’deki siyasal anlayışta, hiçbir başkan, her gün
televizyonlara çıkmayı, muhaliflerine hakaretler yağdırmayı,
karikatürünü çizenlere dava açmayı, muhtarları, yazarları,
akademisyenleri toplayıp nutuk atmayı aklından geçirmemektedir; rektör
atamayı da, tiyatroya, sanata ve spora karışmaya da. ABD’deki başkanlık
sistemi, başkanın diktatörleşmesini olabildiğince önleyebilen bu siyasal
ortamda ve koşullar altında işlemektedir.
Başkanın diktatörleşmesini önleyecek süreçlerin olmaması durumunda
başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmesini engelleyecek bir yol
yoktur.
Bu nedenle, demokratik yaşamdan uzaklaşmamak ve seçilecek başkana
diktatörlük yolunu açmamak için, başkanlık sistemiyle ilişkili
halkoylamasında,
“HAYIR” demek gerekmektedir.
***
(2)
ABD, dünyanın en güçlü sömürgen/emperyalist devletidir ve dünyada
üretilen toplam gelirin yüzde 80 kadarına sahiptir. ABD, pek çok ülke
liderini toplumuna yabancılaştırmaktadır. ABD’nin bu emperyalist gücü,
güç peşinde olanlarda başkanlık sistemine hayranlık yaratmaktadır.
Ancak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olsa da, ABD’nin başkanlık
sistemi, kendi insanına bile yararı olmayan ve dünyaya da çeşitli
kötülüklere ve felaketlere neden olan bir sistemdir. ABD’nin kendi
insanına reva gördüklerinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:
Amerikalılar, her Kasım ayının son perşembesini, kıtaya ilk ayak
bastıklarında yiyeceklerini paylaşarak onları açlıktan kurtaran
yerlilere atfen “Şükran günü” olarak kutlamaktadırlar. Ancak bu günü
kutlasalar da, birkaç milyon yerliden geriye ancak birkaç bin yerli
bırakan da onlardır.
ABD, yüzyıl boyunca Afrikalı siyahları köleleştirmekte ve köle olarak
kullanmakta ve köle ticaretinde olduğu gibi yerli halkları yok etmede
emperyalist İspanyollarla at-başı gitmiştir. ABD, yakın zamana kadar,
siyahları insan yerine koymamış, öldürülmelerini bile suç saymamış ve
onlara eğitim hakkı vermemişti. Pek çok insanın hayranlık duyduğu ve
demokrasi sembolü saydığı Kennedy’nin başkanlığında- 1960’ların ilk
yıllarında bile, otobüslerde ve lokantalarda “Zenciler ve köpekler”
giremez uyarıları asılmıştır.
ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında gücünü artırmış ve II. Dünya Savaşı
sonrasında dünyanın en zengin ülkesine dönüşmüştür. Ancak bir çiftçi
çocuğunun üniversiteye gitme şansı 1913-1975 yılları arasında anlamlı
bir şekilde değişmemiştir (bkz. S. Bowles ve H. Gintis, Schooling in
capitalist America, 1976). ABD’de, üst çeyrek gelir grubundan gelen bir
öğrencinin 24 yaşına kadar üniversiteden mezun olma şansı, en alt çeyrek
gelir grubundan gelen öğrenciden 1979’da dört kat ve 1995’te 10 kat
fazladır (bkz. T. Mortenson, The educational attainment by family
income, Postsecondary Opportunity, November, 14, 1, 1995).
Türkiye’ye de burnunu sokmuş olan CIA ajanlarından G.E. Fuller,
başkanlık rejimiyle yönetilen Amerika’yı, ekonomik ve sosyal
problemlerini çözemezse, etnik yapının demokrasiyi tehlikeye sokacağı
konusunda uyarmıştır (bkz. M. Aydoğan, Yenidünya düzeni: Kemalizm ve
Türkiye 2, 1999). ABD’nin önde gelen piyasacı vakıflarından Carnegie
Vakfı ile ilişkili bir Komisyonun başkanlarından Ernest Boyer de,
“Kendimizi yurttaş olarak eğitmemiz için daha sağlıklı bir yol
bulamazsak, Amerika’nın yeni bir karanlık çağa girme riski vardır”
demektedir (bkz. O. Ichilov, Citizenship and citizenship education in a
changing world, 1998). 1990 yılında yapılan bu uyarıların üzerinden 25
yıl geçmiş olsa da, ABD, bu konularda daha iyi bir noktada değildir.
ABD’yi bu noktaya getiren başkanlık sistemi, sorunları çözmekten de
uzaktır. Yoksul ile varsıl arasındaki fark giderek artan ABD, çeşitli
suçlarda ve tecavüz olaylarından da pek çok Avrupa ülkesinin önündedir.
Diğer faşist başkanlıklar gibi, ABD sisteminin de faşist dönemleri
olmuştur ve her an olabilmektedir. O dönemlerden biri, 1940 sonlarında
başlayıp 1950’lerin ortalarına kadar yaşanan ve Makkarticilik, İkinci
Kızıl Panik ya da cadı avı olarak adlandırılan dönemdir. Cumhuriyetçi
senatör Joseph McCarthy ile bazı din adamlarından, gazetecilerden ve FBI
Başkanı Hoover’dan oluşan yandaşları, karşıtlarını komünist ya da
komünist duygudaşı olmakla suçlamışlardır. İspiyonculuk artmış, her
kesimden pek çok kişi, mağdur edilmiş, nedensiz yere yargılanmış ve
ABD’den kaçmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte komünistlikle suçlanıp
işini kaybeden ünlülerden biri, bilim insanı Julius Robert
Oppenheimer’dır. Bu sürecin en vahim olayı, Ethel Greenglass ve Julius
Rosenberg çiftinin, ABD Komünist Partisi üyesi oldukları için haksız
yere Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp 19 Haziran 1953
günü idam edilmeleridir. Bu arada ABD’de haksız yere suçlananlar ve idam
edilenler, ne yazık ki bu çiftle de sınırlı değildir.
Radikal Müslümanların 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdikleri ikiz
kuleler faciası sonrasında, ABD’de bu kez Ortadoğulu avı başlatılmıştır.
Yeni başkan Trump’ın, ABD nedeniyle düzeni ve iç huzuru bozulan bazı
Müslüman ülkelerin yurttaşlarına ülkeye giriş izni vermeme çabası, ABD
faşistliğinin son halkasıdır.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin yukarıda
özetlenen durumunu görmek istememektedirler. Başkanlık sisteminin,
Richard Nixon gibi rakip parti merkezinde casusluk yaptıran, Gerald Ford
ve George Bush gibi zeka düzeyleri nedeniyle haklarında şakalar
çıkarılan ya da günümüzün Donald Trump’ı gibi faşist başkanlar
ürettiğini de görmezden gelmektedirler.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin pek çok ülkenin
iç işlerine karışmasını, pek çok ülkede yandaşları aracılığıyla darbe
yaptırmasını, pek çok diktatörü, kukla gibi oynatmasını da görmezden
gelmektedirler, son yıllarda Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta,
Afganistan’da yaptıklarını da.
Kuvvetler ayrımının olduğu ve göreceli olarak diğer başkanlık
sistemlerinden daha demokratik süreçleri içeren ABD başkanlık sisteminin
bile ABD’yi bu duruma getirmesi, başkanlık sistemlerinin özenilesi bir
sistem olmadığını göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan başkanlık
sistemi, ABD başkanlık sisteminde her bakımdan çok daha tehlikeli bir
sistemdir. Bu durumda, birazcık demokratik haklara saygı duyanların
yapacağı tek şey vardır: Başkanlığa çağrıştıracak her sistem ya da
girişime,
“HAYIR” demek.
Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gamil.com