Onlar Külliye’ye bağlı, biz Mahalle’ye! - Bilgin Gökberk

 
Okuyucu niye sık yazmıyorsun diyor.
 
Anlatalım.
 
***
Hürriyet'in  Genel Yayın Yönetmeni 1 gün sonra  gidiyordu.
 
Bütün medya onu yazarken  eski genel yayın yönetmeni Warren Beatty'yi yazdı
 
Herkes  Sedat Ergin'in niye gideceğini  yazıyordu. Ertuğrul Özkök niye estetikçiye gitmeyeceğini yazdı.
 
***
 
Beatty'nin mimikleri yok olmuş,bu duruma düşmemek  için yüzünü yaptrmayacakmış.
 
***
 
Ergin ertesi gün gitti. Almanya İtalya Fransa medyası bile Ergin'i yazarken,Özkök, Rod Stewart'ı yazdı.
 
Millet, Ergin'in nasıl gittiğini merak ediyordu. O ,Stewart'ın konserine nasıl  gittiğini anlatıyordu..
 
***
 
Yiğit Bulut'u, Beyaz Saray  danışmanını, seks istismarı sayılarının İngilizleri nasıl  şok ettiğini, Rod Stewart'ın taytını, Yunanlı şarkıcı Padelis Padelidis'i ve bu yaz hangi şarkıları dinleyeceğini de yazdı.
Ergin için tek satır yazmadı.
 
***
 
Dün baktım; külotunu  bile yazmış.
 
Sedat Ergin'i yine yazmamış.
 
Valla billa; külotunun markasını yazmış.
 
***
 
Alınmasın darılmasın ama,okurken benim kalbim sıkıştı.
 
Ben utandım.
 
***
 
Hürriyet'te her tip yazar olmalı bu yüzden büyük gazete diyen  ama 'kuvöz'de  yaşadığı için Mehmet Yılmaz hariç bütün yazarlarının tek tip olduğunun farkedilmediğini  zanneden, her konuda yazan Ahmet Hakan da sanki Milliyet Genel Yayın Yönetmeni gitmiş gibi bu konuda hiç bişey yazmadı.
 
***
 
Bu medyadan bu yüzden sıtkım sıyrıldı.
 
Köşesini 1 kere  verip kurtulacağına hergün ruhunu verenlere bu yüzden artık dayanamıyorum.
 
Okurken bile midem bulanıyor.
 
***
 
Hürriyet'te en az alan en çok okunan bendim.
 
En ekonomik eleman bendim, ama 'ekonomik' gittim.
 
***
 
Benden 10 misli alandan en az  10 misli fazla okunuyodum.
 
Teşekkür zam  mam beklerken,telefon çaldı,açtım.
 
Ekonomik sebeplerden  işine son verdik dediler.
 
***
 
Arıf Kızılyalın tweet atmış.
 
Geçen hafta spor medyasında en çok tık'lanan benmişim.
 
Normal; hep öyle.
 
***
 
Çünkü; spor yazmıyorum.
 
Çünkü; çalıştığım her gazeteden tv'den kovdurta kovdurta kartopu yaptılar.
 
Okumayan da meraktan okumaya başladı.
 
Allah razı olsun onlardan.
 
***
 
Çünkü; onlar külliye'ye bağlı ben mahalle'ye.. 
 
Çünkü; onlar hesabı külliye'ye veriyor biz Kalamış'a mahalle'ye veriyoruz.
 
***
 
Ee, okuyucu cin gibi, görüyor olan biteni..
 
Biliyor kimi okuyacağını.
 
***
 
Yeni Türkiye medyasında  ya para kazanacaksın ya okuyucu.
 
Ben ikinci şıkkı  seçtim, hepsi bu.
 
***
 
Arif spor medyası demiş.
 
O ne ? Yenir mi?
 
***
 
Hangi spor medyası?
 
Federasyon başkanının, havuzun gazetelerinde yazıp, iktidarın Trt'sinde, Katarlı kanka'nın, havuz'un, yandaşın, Doğuş'un tv''lerinde konuşanlar mı?
 
Futbolu Akp'bol haline geitren saraya yakın belediyeciyi yılın spor  adamı seçenler  mi?
 
***
 
Kendi kulübünü sahte evraktan Uefa'lık eden, doping yapan  federasyon başkanlarını,külliyenin yakınlarını zırt pırt ekrana çıkarıp  cevaplarını sorulandırıp 'ak'layanlar mı?
 
***
 
Gezegenlerimiz farklı.
 
Bu yüzden basın kartı almadım; spor yazarları  derneğine üye bile olmadım.
 
***
 
Hangi spor medyası?
 
Katarlının patron olduğu tv'ye bile Ankara'dan icazet alınarak atananlar  mı?
 
Kovulduğumu daha kovan bile bilmezken sağa sola mesaj atıp müjdeleyen eski topçular mı?
 
Cuma'ya bile  külliyenin yakınlarının peşine takılıp gidenler mi?
 
Orda bile businnes yapanlar mı?
 
Camide bile iş kovalayanlar mı?
 
***
 
Bırak okuyucuyu. Alllah biliyor kimin ne olduğunu.
 
***
 
Klasik olacak ama..
 
Devir borç ödeme devri.
 
Bu ülkeye ,Cumhuriyet'e, kuranlara, Mustafa Kemal Paşa'ya  borcumuz var. 
 
Net.
 
Bazen elde avuçta ne varsa satarak, bazen aileden arkadaşlardan  borç alarak
 
Yanlış bile yazsak kendi doğrumuzu yazarak..
 
Borcumuzu ödemeye çalışıyoruz.
 
Hepsi bu.
 
***
 
Ne bedel ödüyorsak helali hoş  olsun.
 
Bu vatanı kurtarıp bize sunanlara, bu Cumhuriyet'i kuranlara da feda olsun.
 
***
 
Anamızdan 'köşe'yle doğmadık.
 
Yazabildiğimiz kadar yazarız.
 
Yazamazsak da çekip gider başka iş yaparız.
 
***
 
Kadıköy çocuğuyuz..
 
Bu antin kuntin boş beleş spor ortamına tişört bile fazla da ..
 
Rtük var işte,ekrana çıkarken el mecbur bişey giyiyoruz.
 
Ama, ülke bu haldeyken..
 
Fazla şekil, kravat  mendil yelek melek..
 
Sonra tv'ye çıkıp stoper bek mek demek..
 
Bizi bozar, sarsar.
 
***
 
Az 'dön'sek biraz 'yanaş'sak belki külliye'ye filan gireriz de.
 
Maazallah bi daha mahalle'ye giremeyiz .
 
***
 
Bilmem anlatabildim mi Arif ?
 
Nokta. 
 
Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

Devrime Karşı Hınç Birikimi Boşa Gidecek - ORHAN ERİNÇ

Atatürk Cumhuriyeti’nin ve Anadolu Aydınlanması’nın önemli yıldönümlerinden üçü dün geride kaldı. Geride kalmış olması değerini yitirdiği anlamına gelmiyor. Aksine yaşadığımız bu süreçte ne kadar önemli, anlamlı ve değerli olduğu daha iyi anlaşılıyor.
3 Mart 1924’te çıkarılan üç yasayla hilafet kaldırılmış; Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuş; bütün eğitim kurumları uzunca bir süre adına uygun görev yapan Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı. 

***
Yasaların çıkarılmasıyla Atatürk Devrimi kapsamında yapılanları Prof. Dr. Suna Kili’nin (1929-29 Temmuz 205), Türk Dil Kurumu’nun 1981 Bilim Dil Ödülü’nü aldığı “Türk Devrim Tarihi” kitabında şöyle anlatıyor:
“Saltanatçıların, hilafetçilerin, tutucuların davranışlarına dört ay kadar dayanılmış, konu İzmir’deki savaş oyunları sırasında Mustafa Kemal tarafından ordu komutanlarına da açılmış ve artık hilafetin kaldırılması gereğinin Meclis gündemine alınması kararlaştırılmıştır. 1 Mart’taki bütçe görüşmelerinde Osmanlı hanedanına, Halife’ye verilecek ödenek nedeniyle konu ortaya atılmış ve birbirini izleyen kararlarla 3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, hilafet kaldırılmış, Osmanlı soyundan gelenlerin tümü yurtdışına sürülmüş, ülkedeki tüm bilimsel kuruluş ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Hilafetin kaldırılması sırasında gerek ülke içinden, gerekse ülke dışından halifeliği kabul etmesi için Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e pek çok öneri gelmiş, fakat Gazi bunları üzerinde bile durmadan geri çevirmiştir.
Hilafetin kaldırılması, Osmanlıların yurtdışına çıkarılması, eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, Atatürk Devrimi’nin henüz adı konmamakla birlikte laiklik ilkesinin ilk ve en büyük uygulamasıdır. Devrim artık padişahsız, halifesiz, laik, usçu bir yolda gelişecek, bu doğrultudaki atılımlar birbirini izleyecektir. Ama her yenilikçi adım, yeni bir tutucu akımla karşılaşacak, onunla uğraşacak, başaracak, fakat toplumdaki tutucuların hınçlarının birikimine, fırsat kollamalarına neden olacaktır. Bu, tüm devrimlerin yazgısıdır, bunu değiştirmenin yolu yöntemi bulunamamıştır. Bu yazgının belirtileri günümüzde de görülmektedir.” 



Suna Hocanın 1980’lerin başında “belirti” olarak niteliği geriye gitme girişiminin bugün vardığı boyutlar tedirgin edici bir görüntü yaratıyor.
Bu durum daHayır demenin gerekçelerinden birini oluşturuyor.

ORHAN ERİNÇ / CUMHURİYET

Muavin - IŞIK KANSU

Binali Yıldırım diyor ki: 

“Bir direksiyonda iki tane kaptan olmaz.”
Demek ki, nisan ayındaki halkoylamasından “evet” çıkarsa Başbakan “muavin” olacak.
Çay, kahve dağıtacak, “20 dakika ihtiyaç molası” duyurusu yapacak, bagaj bileti kesecek.
O kadar... 

IŞIK KANSU / CUMHURİYET

Evde oturan ölür - ORHAN GÖKDEMİR

“Evde oturan ölür” diyor bir Çingene sözü. Biliyoruz sözüne sadıktır Çingeneler, oturmazlar ölüm tuzağı evlerde. Çünkü dünyanın belki de son özgür ruhlarıdır onlar. Ama bedeli var özgürlüğün. Zaman zaman çok ağırlaşan bir bedel hem de. Çingeneler yüzyıllardır hiç kimseden hiçbir şey istemeksizin ödemekteler o bedeli.

Evde oturan ölür… AKP iktidarı bizim Çingeneleri iki oda bir salon TOKİ konutlarına hapsetmeye çalışıyor uzun zamandır. Çingenelerin yaşam biçimine ters, aç gözlülük abidesi ve piyasa harikası o dört duvar içine. Bahçesi yok, penceresi düş geçirmez, bacasız evler… Konuyu bilenler ilgili bakanı uyarmış Çingenelerin yerleştirileceği evlere baca yapılsın diye. Çingene nereden ödeyecek her ay ısınma aidatını? Yanaşmamışlar bu küçük düzenlemeyi yapmaya. Şimdi bütün evler Çingene usulü bacalı.


TOKİ’ci bunlar, rant yaratmaktan ve dağıtmaktan başka bir şey bilmezler. Yıllar önce bir mimar arkadaşım anlatmıştı. Zeyrek’te yıkık dökük bir evde oturan yaşlı karı kocayı alıp Çingeneleri kapattıkları türden yeni bir eve taşımışlar. Bir iki ay sonra yaşlı çift yeni evi terk edip Zeyrek’e geri dönmüş. Bizim yeniye tutkulu muhafazakârlar anlam verememiş bu nankörlüğe. Mimar arkadaşım, “sebebi basit oysa, yaşlı çifte çayı çorbayı mahalleli veriyordu” diyor. Dört duvarı yapıp, içine akıl ve vicdan koymayı başaramayan bir iktidar dönemindeyiz. Kuşsuz, düşsüz, ağaçsız; sade insan doğasına aykırı evler yapıyorlar içlerinde oturalım diye. Dur demezsek bu çılgınlığa, bu yağmaya bir gün hepimizi öldürecekler.

                                                                           ***

Hacer Yıldırım Faggo, gazeteciliğe başladığım yıllarda tanıştığım cevval bir gazeteci arkadaşım. Sektör hepimiz gibi Hacer’i de kustu, attı dışarı. En alttakileri yazardı içindeyken de zaten, işsiz kalınca o da gidip er alttakilerin yanında saf tuttu. Uzun zamandır Türkiye’deki Çingeneler Hacer’den soruluyor. Çünkü onlarla birlikte yatıp, onlarla birlikte kalkıyor. “Yazsana bunları” dedim, “vakit yok ki” dedi. Haklı, soluksuz mücadele istiyor ezilenlerin yanında durmak. AKP her alanda olduğu gibi burada da saldırıda. Yoksul-mazlum Çingeneleri topluyor, ulufe dağıtıyor, reise şiir yazdırıyor, kendi amaçları uyarınca örgütlemeye çalışıyorlar.


E haliyle onlara bakarsan Hacer yıkıcı ve bölücü. Bana sorarsanız giderek azalmakta olan insan neslinin canlı yaşayan nadir örneklerinden biri. Salı günü artık Araplaşmış Talimhane’de karşılaştık, çay içip dertleştik. Domlardan söz etti bana; perişanlıklarından, çektikleri acılardan. Saklamaya çalıştığı çaresizliği ve öfkesi yüzünde acı bir gülümseme olarak tezahür ediyordu.

                                                                              ***

“Dom da ne” diyeceksiniz. Ortadoğu Çingeneleri… Hacer bana kızacak ama “Çingene” benim için toplumdaki ikiyüzlülüğün verdiği anlamı ifade etmedi hiç. İşçi sınıfı, proletarya, plep gibi bir anlamı var benim için Çingenenin. Bundan gocunması gereken Çingeneler değil, sırf farklı diye bu kelimeyi aşağılama ima eder biçimde kullananlar. Zaten işçi sınıfına da “ayak takımı” demiyorlar mı? Onurumuzdur bizim bu aşağılamalar. Çünkü kapitalistin içinde debelendiği alçaklığın yanına bile yaklaşamaz hiçbiri. Ezilen halkların özgür ruhlarıdır Çingeneler. Aşağılamak ne kelime, ancak imrenebiliriz…

Yaklaşık üç milyon Suriyeli göçmen var ülkemizde. 260 bini 10 ildeki 26 toplama kampında yaşıyor. Geriye kalan 2,7 milyon insan ülkenin her yanına dağılmış durumda. Domlar Suriyeli göçmenlerin en alt gurubu. Etnik kökenleri, inançları ve yaşam biçimleri sebebiyle göçmenler arasında da horlanıyor, itiliyor, kakılıyorlar çünkü. Mezhepçi devletin onlara bakışını söylemeye gerek yok.

Bir de şu: Domlar 10-15 aileden oluşan gruplar halinde komünal bir yaşam sürdürmekte. Aralarında dayanışma, birlikte yaşama ve paylaşma geleneği sürüyor. “Kutsal” mülkiyete nanik yapan bir topluluktan söz ediyoruz yani. Bu komünal yaşam onları dış tehditlere karşı da daha dayanıklı bir hale getiriyordu. Suriye’deki savaş Domların bu düzenini de kırıp parçaladı. Şimdi sistem karşısında daha yalnız daha çaresizler. Hacer’in anlattıklarına göre geçici barınma merkezlerinde yaşamak istemiyorlar. Zaten kamptakiler de onları istemiyor. Kamplarda etnik, dinî ya da siyasî kutuplaşmalar; özgürlüklerin kısıtlanması, giriş-çıkışlarda sıkı denetim, izolasyon ve hapsedilme hissi Domlara göre değil. Hepimiz biliyoruz ki o kamplarda ÖSO var, IŞİD var. Yan bakıyorlar Çingenelere. Yanaşmamışlar kamplarda kalmaya haliyle. Dağınık, derme çatma çadırlarda, yıkıntılarda konaklıyorlar. İşleri yok, gelirleri yok, yardımlar onlara ulaşmıyor.

Özetle Suriyeli mülteciler arasında en çok ayrımcılığa maruz kalan kesim Domlar. Avrupa Roman Hakları Merkezi (ERRC) desteğiyle hazırlanan “Suriyeli Dom Mültecilerin Türkiye’deki Durumu: Çaresiz Kalmak” isimli rapor Domların, Suriyeli mültecilerin yaşadıkları sıkıntılara ek olarak, etnik kimlikleri ve yaşam tarzları nedeniyle yetkililer, yerel halk ve diğer Suriyeli mülteciler tarafından ayrımcılığa uğradığını söylüyor. Her yerde böyle; Suriye’de cihatçı katiller “yeterince Müslüman olmadıkları” gerekçesiyle evlerine ve mallarına el koyup, vurup öldürmüşler. Baas rejimi ise yıllardır dışladığı bu topluluğu çetin iç savaş koşullarında göçe zorlanmış. Halep, Şam, Hama, Humus, Lazkiye, İdlip, Rakka, Münbiç, Afrin ve Cizire’den kalkıp Türkiye’ye gelmişler. Pasaportsuz, kimliksiz, kayıtsız… Bir de bakmışlar ki geldikleri yer göçe koyuldukları yerden daha zor. Dedik ya en alttakilerden söz ediyoruz… Kolluk da sevmiyor onları haliyle, yakaladıklarını toplama kamplarının olduğu illere gönderiyor, çadırlarını yakıyor, sınır dışı ediyor. Kalanlar nadiren yardım ya da destek alabiliyorlar. Sağlık hizmeti yok, yemek yok, çocukları okulsuz, aç, susuz...

                                                                                     ***

Suriye’de yaşanan iç savaşta da genel kural bozulmadı, Domlar hem rejimin, hem de birbiriyle savaşan değişik grupların ilk hedefi oldu. Kapitalizmin tunç yasasıdır bu. Parçalanan Dom toplulukları ülke içinde değişik yönlere doğru kaçarken selefi katillerin hedefiydiler. Namaz kılmayan, camiye gitmeyen kâfirlerdi onlar nihayetinde. Hayvanlardan daha aşağılıktılar. Kürtleri, Çingeneleri, dinsizleri temizleyip şeriatı getireceklerdi bu kanla yıkadıkları topraklara. Kime, ne için lazımsa artık! Suriye’de savaş başlayınca tarafsız kaldılar her şeye rağmen onlar. Bir yaşlı Dom bu konuda şunları söylüyor: “Ne zaman bunlar birbiriyle savaşsa en çok acıyı biz çekiyoruz. Önce bizim evlerimize saldırıyorlar. Bizi istemiyorlar. Oysa biz sadece ekmeğimizin derdindeyiz. Kimseye, ne onlara ne diğerlerine zararımız olmadı. Ama onlar bizi istemiyorlar.” İstemezler, görmezler, iterler, döverler, öldürürler, hesabını tutmazlar. Alman faşizminin Çingene katliamı yaptığını kim hatırlıyor? Irkçılık, ayrımcılık, yobazlık, şiddet, katliam insanlığı yiyip bitiren bir insanlık hastalığıdır. Bazen milliyetçilik kılığında, bazen din kılığında, mezhep kılığında çıkıp gelir. Ve kan kalır geride.

                                                                                    ***

“Kan var batan kelimelerin altında” diyor şair. Ama evet, umulmadık bir gün olabilir bugün. Yolun kıyısında size elini açan yalınayak o esmer kız çocuğunun gözlerine bir de böyle bakın şimdi. Ne görüyorsunuz?

Evet, kan var bütün kelimelerin altında ve mecburuz artık bugünü umulmadık bir gün yapmaya!

Orhan Gökdemir / SOL

Suriyeliler sevişiyor! - L. DOĞAN TILIÇ

Kendi küçük dünyalarımızda yaşadıklarımızla, büyük dünyada yaşananlar arasında ilişki kurabilmek insanı sürüden ayırır.
Erdem, o ilişkiyi kurabilmekte gizlidir. Moda diye sorgusuz sualsiz beyazlatılmış bir kot satın almayan; bu küçük kişisel eylemi ile 20’li yaşlarında ciğerlerini yitirip ölen kot taşlama işçilerinin hayatı arasında ilişki kurabilen biri, sürüden ayrılmış, özgür ve erdemli bir birey olmaya adım atmış demektir.

Küçük dünyası ile büyük dünya arasındaki ilişkiyi kuramayanlar bazı şeyleri, kimi fikirleri kolayca satın alırlar!

İşsizliğin arttığı, ekonomik sıkıntılarla boğuşulan toplumlarda yabancı düşmanlığının, “öteki” sayılana hücumun altında yatan da, sizi sıkıntıya sokan durumların büyük dünyada gizli gerçek nedenlerini görememektir.

Bu girişi dün bir gazetenin attığı manşet yüzünden yaptım. Adı önemli de değil, ama atılan manşet, kolay alıcı bulan tehlikeli bir fikri yansıttığı için, çok önemli.

“Türk askeri savaşıyor, Suriyeli sevişiyor!” diyor milliyetçi çizgideki gazetenin manşeti. Haber metnine baktığınızda, bu manşeti doğrulayacak en küçük bir veri yok. Türkiye’deki Suriyeli sayısının 4 milyon olduğunu, iç savaş bitse bile ülkelerine dönmeyeceklerini, vatandaşlık elde edenlerin referandumda oy kullanacaklarını anlatan haber, bir siyasiden alıntıladığı “Bizim askerimiz Suriye’de savaşıyor, Suriyeliler Türkiye’de sevişiyor” cümlesinden manşet çıkarmış.

Suriyelilerin kiminle seviştiği de net değil, ama galiba cümlenin gizli anlamı Suriyeli delikanlıların Türk kızlarıyla seviştiği! Sevişmek tek kişilik bir eylem değil ve “ş” harfi ile üretilen bu sözcük bir zorlama da içermeyip, iki tarafın gönüllü ilişkisini anlatıyor.

Ancak, o manşeti kolayca satın alacak kitlelerin bu açıklamaları anlayacak hali yok. Ana muhalefet partisi CHP’nin bir yöneticisinin bile, Suriyeli gençlerin ülkelerinde savaşmayıp, Mehmetçik onlar yerine ölürken, burada kafelerde Türk kızlarıyla gezdiğini söyleyebilmesi, manşetin çok geniş kesimlere ne kadar kolay nüfuz edebileceğini gösteriyor.

Bu hale, geçen yazılardan birinde, insanlığımızın ölümü demiştim!

Gerçekliğin, herkesin kolayca satın almaya hazır olduğu bu manşetle uzaktan yakından ilgisi yok. Basit bir gazete taraması, Suriyeli erkeklerin burada publarda, kafelerde günlerini gün etmediklerini, en acımasız sömürü koşullarında çalıştırıldıklarını gösteriyor.

Kadınlar ise tacize, tecavüze uğruyor, öldürülmüş bulunuyorlar. Ya da ikinci, üçüncü eş olarak alınıyorlar Türkiyeli erkekler tarafından. Kastedilen “sevişme” bu mecbur bırakıldıkları “kocalar”la ilişkileri değil herhalde!

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2016 yılına ilişkin Evlenme ve Boşanma İstatistiklerini açıkladı. 2016’da bir önceki yıla göre yüzde 1,4 daha az evlenmişiz. Evlenmelerimiz azalmış! Genel olarak evlenmelerimiz azalırken, Suriyeli kadınlarla evlenmelerimiz artmış!
2016’da toplam sayısı 22 bin 583 olan “yabancı gelin”lerimizin 6 bin 495’i Suriyeli imiş. Ya istatistiklere girmeyenler?
Pasaportları olmayan, evliliklerinin hiçbir yasal dayanağı olmayan Suriyeli kadınlar, “Suriyeli çocuk gelinler”!
Paragöz adamların üç kuruşa çalıştırdıkları Suriyeli erkekler mi sevişen yoksa “karıgöz” adamların ikinci, üçüncü eş olarak “satın aldıkları” Suriyeli kadınlar mı?

El Bab’dan sonra Menbiç, Rakka dedikçe; Suriye’de çıkılması zor derinliklere girdikçe, öldükçe oralarda, böyle manşetler daha da artacak. Ne kadar sorun varsa kendi küçük dünyalarımızda yaşadığımız, onların büyük dünyadaki nedenlerini görmeyip, her yerde gözümüze çarpan Suriyelileri günah keçisi yapacağız.

Suriyelilerin vatandaş yapılmasının, referandumda ya da seçimde oy kullandırılmalarının başka, burada bulunmalarının başka şey olduğunu düşünmeyeceğiz. Vatandaş yapılıp oy kullanmaları sağlanırsa, bunun sorumlusunun kendileri olmadığını da düşünmeyeceğiz.


Bazılarımız da böylesine ciddi bir konunun “sevişiyorlar” denilerek ucuzlatılmasına “HAYIR” diyeceğiz!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Kılıç artığı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Devlet Bahçeli’nin Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’ye “kılıç artığı” demesi elbette bir “devlet” söylemi. Bu söylemden haberdar olanlar için hiç de duyulmadık bir sıfat değil yani. Devletin bu ya da buna benzer ne kadar nitelemesi varsa tümünü “ideolojisi” haline getirmiş olan Devlet Bahçeli meşrebine, dolayısıyla mezhebine uygun bir sıfatlandırma yapmış demek ki.


Malum, Selvi yandaş bir gazeteci, ancak, o her ne kadar terk edip devletin “resmi mezhebi”ne sonradan dahil olsa da, Alevi kökenli bir zat. Hani şöyle ufaktan bir “muhalif” oluverdiği andan beri o terk ettiği mezhebiyle zaman zaman vururlar Selvi’ye. “Ufaktan” muhalif diyorum çünkü sıkı bir Evet’çi. Fehmi Koru gibi “Hayır oyu vereceğim” demiş de değil. Selvi’ye daha önce de mezhebi kökenini anımsatan İslamcı kalem erbabı olmuştu. Şimdi bu koroya milliyetçisi de katılmış oldu.
Bahçeli, usta bir konuşmacı falan değil bilindiği gibi. Hatta kötü ötesi biri. Ama Alevi’ye dönük, “Hepinizi kesemedik, sen de kesemediklerimizdensin” anlamına gelen “kılıç artığı” gibi bir nitelemeyi kolayca yapmasına yarayacak bir “tarihe” dayanıyor, dolayısıyla devlet zulmüne ait kavramları dile getirmede doğal bir ustalığı var.

Rahat adam haliyle. Egemen olan ne varsa, egemen millet, egemen mezhep egemen dil, egemen hars, hepsinin mensubu olduğu için ötelenmiş olmanın psikolojisini bilmez de. Adı bile “Devlet” daha ne olsun? Alevi kökenli olmak Selvi’yi yaralayacak bir durum Bahçeli’nin gözünde demek ki. Bahçeli gibiler, egemen olmanın şımarttıkları yani, karşılarındakilerinde “kusur” saydıkları ne varsa bunları dile getirmede pek perdesizler. Selvi’nin bir kolu, bir bacağı olmasaydı korkarım hakaretler bu “eksiklikler” üzerinden yapılacaktı, emin olun. Sağın hastalıklı, kibirli zihin dünyası dile böyle yansımıştır hep. Densiz bir yandaş “kalem” örneğin, Şafak Pavey’in engelli oluşunu bile diline dolamıştı, anımsarsınız.

Kusur, eksiklik, çeşitli nedenlere bağlı olarak herkeste olana sahip olmama halleri, hepsi bunların dillerinde birbirlerine karşı kullanılacak malzemeler olabiliyor. Oldu da. Bunların ağababası Necip Fazıl, insanların çirkinlikleriyle, engelli oluşlarıyla düpedüz alay eden bir adamdı. Oysa Devlet Bahçeli de, Necip Fazıl’ın “iyi öğrencilerinden” biri olan Recep Tayyip Erdoğan’ın son derece acımasız “bel altı” vuruşunun muhatabı olmuştu. Bahçeli’nin şu İslamcıların meşhur Kabataş yalanına ilişkin olarak sarf ettiği ‘’Kabataş bir yalan, özür dile. Türk’ün örfünde başörtülü kadına el uzatmak yoktur’’ sözlerine Erdoğan “ MHP’nin başındaki beyefendi, aile çoluk çocuk nedir bilmez böyle bir derdi yok” sözleriyle yanıt vermişti sözüm ona. Hiç acımaları yok bunların. Aynı Erdoğan, CHP’nin başındayken Deniz Baykal’a da “gelmişsin yetmiş yaşına” diye başlayan sözlerle vururdu. Yaptığı düpedüz “ageism”di (yaşa ayrımcılığı) oysa. Savunmasını hakaretler üzerine kuran sağ için tüm insanlık halleri küfür gerekçesi olabilir. Çocuk sahibi olmamak da yaşlı olmak da.

Böyle yetişiyorlar. Türk-İslam Sentezi bunları böyle yetiştirdi. Kendi seçimi olduğu için söylenecek bir şey yok elbette ama Selvi’nin, sığındığı, içinde yer alarak “eski mezhebine” karşı alınan ne kadar yıkıcı, kırıcı politika varsa destek verdiği Türkçü/Sünni kültür işte budur. “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” sözü bile ilk dile getirildiği andan farklı anlamlara bürünmüş durumda. “Yaratan olmazsa hiç birini sevmem” saklıdır bu sözde, bu adamların dilindeyken özellikle. “Sevmek” kendi iradeleriyle değil, aşkın bir gücün verdiği korku sonucu duyabildikleri bir histir bunlar için. Ne kadar tuhaf. Ne var ki, Selvi’nin terk ettiği anlayışta “incinsen de incitme” gibi muhteşem bir ilke var. “Haklılığını kimseye karşı bir baskı ya da küçümseme aracı olarak kullanma” demektir bu. Oysa, Bahçeli gibiler, diyelim ki, haklıdırlar öfkelerinde, bu haklılıklarını, muhataplarını yaralamaya, kırmaya, ötelemeye yeterli bir neden sayabiliyorlar. Bu nedenle karşısındakilerin, Selvi etkilenmemiş olabilir ama, kalbini kıracak en acıtan yeri bulabiliyorlar. Müthiş bir maneviyat işkencecisidir bunlar.
“Kılıç artığı” diyerek atalarının büyük günahını kabullendiklerini de hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan ilan ediyorlar Bahçeli gibiler. Yani son derece bilinçle, kılıcın gücüne inanmış olmanın verdiği imanla yapıyorlar bunu.

Egemenin şımarıklığı, vahşetiyle baş başa gider.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

İktidar kaygılı Aydın Bey “rahatsız” - Ayşenur Arslan

Hürriyet’in “KARARGAH RAHATSIZ” manşeti, Hürriyet’e bir operasyona daha mal oldu. Zaten suyu çok önceden kaynamaya başlamış olan Sedat Ergin koltuğundan oldu. Gazetenin okunabilecek birkaç isminden Mehmet Y. Yılmaz’a yol göründü.


Vesaire!

Ama bu vesileyle bir şey çok net ortaya çıktı: EVET CEPHESİ çok kaygılı. Referandum öncesi şaşkın tavuk gibi.

O kadar ki, gazetenin birinci sayfası da değil iç sayfasındaki manşete razı oldu. Mağduriyet devşirebilmek için AKP tabanını bile ikna etmeyen bir darbe senaryosu yazmaya koyuldu.
Sandık sonucunu şimdiden bilmek çok zor, elbette. Ancak EVET cephesinin halini görünce keyifleniyorum doğrusu. İlk kez ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Bir gün af balonu salıyorlar ortaya.. Ertesi gün şu kadar yüz bin kadro masalını..

Başbakan’a bakıyorsunuz; bir gün ülkücü işareti yapıyor, ertesi gün Kürdistan bayrağı ile Barzani’yi ağırlayıp MHP’yi çileden çıkartıyor.
“İşler iyi gitmiyor. Başkanlık gelsin de düzelsin” diyecek oluyorlar. 14 yılda ne yaptıklarını açıklayamıyorlar.
“İşler şahane. Başkanlık gelsin daha da uçalım” deseler.. İşler şahane falan değil. Kulak veren olmuyor.
Tabii, bir de –son günlerin en açık sözlü yazarı- Ahmet Taşgetiren’in dile getirdiği durum var: “Referanduma sunulan proje AK Parti’nin projesi gibi görünüyor, oysa farklı partilerin desteğinin alınması lazım. Diğer parti mensupları bu projeyi nasıl milli – herkesi buluşturan bir proje olarak algılama noktasına getirilecek?”
Taşgetiren, yazısına “KAYGININ ANALİZİ” başlığını atıp Saray’ı kızdırmayı göze almış belli ki. Ama, yine de Erdoğan’ı açıktan hedef alamamış. Onun yerine, sorumluluğu AKP’ye yüklemiş.
Oysa, -Taşgetiren’in de seçtiği sözcüğü kullanarak- “Bu benim şahsi projem” diyen Erdoğan değil mi! Başkanlık sisteminin Erdoğan’ın kişisel “davası” olduğunu bilmeyen mi var!
HAYIR cephesi ise, tam aksi bir tablo çiziyor. Liderlerden ve hatta siyasi kamplardan uzakta dalga dalga büyüyor. İlk kez, hesabı olanlar hesaplaşmayı sandık sonrasına erteleyerek sandığa gidiyor.

                                                                        • • •

Manzara böyle olunca, iktidar, fırtına kopartabilmek için bir bardak suya razı oldu. Hürriyet haber üzerinden dövüldü de dövüldü.
Aslında herkes farkındaydı. Haber genel olarak hem Genelkurmay Başkanı’nın hem de Saray’ın hoşuna gidecek bir denge tutturmuştu. Ama ah işte o “RAHATSIZ” sözcüğü yok mu! Erdoğan’ı da EVET cephesini de çok rahatsız etmişti.
Nitekim, Erdoğan (yanında sivil ve kusura bakmasın pek kılıksız kıyafetiyle oturan Genelkurmay Başkanı ile) Pakistan seyahati öncesinde bunu fazlasıyla açık etti. “Manşet ve başlık çok çirkindi” dedi. Haberin içine, içeriğine girmedi.
Girse, dönecek bir yer bulabilir miydi acaba! Muhtemelen bulamazdı, bu yüzden de “manşet ve başlığa” kızmakla yetindi. Yine de, bu kadarı bile Hürriyet’e gazap ateşleri yağdırmasına engel olmadı.
Daha önce birkaç kez yazdım, vurguladım. Aydın Doğan yayın grubunu Saray’ın ellerine teslim etmedikçe rahat edemeyecek.
Adamlarını tek tek kurban verirken, sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünmüyor olamaz.
Sıra kendisine geldiğinde de, emin olabilir, onun için üzülecek kimse bulamayacak.
“Türkiye yansın, ama alevler benim evime ulaşamasın”.. Yok böyle bir şey. Eğer ülkeyi diktatörlüğe teslim edersek, hepimiz yanacağız. Aydın Beyciğim siz de!

                                                                            • • •

Geçen hafta sonu Ankara’da, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin düzenlediği panelde moderatördüm. Son KHK ile okullardan, kürsülerinden atılmış öğretim üyeleri, asistanlar, anayasa hukukçuları, sosyologlar katıldı. Başlarına geleni anlattılar.
Üniversitelerin geldiği vahim durumu özetlediler.
Meslekleri, gelecekleri, kısacası hayatları bir anda ellerinden alınıvermişti. Ama hiçbiri “kendisinden”, örneğin geçim kaygısından söz etmedi. Hiçbiri yakınmadı. Yalnızca Türkiye’yi, üniversiteleri, bilim dünyasını konuştular. O dünyanın “kimlerin eline” bırakıldığını anlattılar.
Üstelik, esprilerle.. Faşizmin karanlığına inat kahkahalarıyla..
Hele bir isim vardı ki.. Sosyolog Veli Saçılık.
O da son KHK ile okulundan, mesleğinden ihraç edilmişti.
Üstelik bu, hayatının ilk büyük darbesi değildi. 2000 yılında, cezaevi operasyonu sırasında kolu dozerle kopartılmıştı.
Ama o, azimle hayata tutulmuş.. Okula dönmüş.. Türkiye’yi anlama ve anlatma çabasına kaldığı yerden devam etmişti. Son KHK’ya kadar..
Aslında, meslekten ihraç edilmek de durduramamıştı onu. İhraçları protesto amacıyla eyleme başlamıştı. Tabii defalarca gözaltına alınma pahasına!
Ankara’daki toplantıda o anları şöyle anlattı Veli Saçılık:
POLİS: Çabuk dağılın buradan
SAÇILIK: Hayır!
POLİS: Kimliğini ver..
SAÇILIK: Hayır!
POLİS: Yürü Emniyet’e gidiyoruz..
SAÇILIK: Hayır!


Neredeyse haftada bir yaşanıyordu bu sahne. Ve sık sık da gözaltı ile sonuçlanıyordu.
Ama ortada bir sorun vardı!!!
Polis, Veli Saçılık’ı gözaltına alırken kelepçe takamıyordu. Çünkü, bu devletin “yetkilileri” cezaevi operasyonlarında sınır tanımamış.. Ve cezaevine dozerle müdahale etmiş.. Dozer de Veli Saçılık’ın kolunu koparmıştı.
Bu yüzden polis, ona nasıl kelepçe takacağını bilemiyordu.
Bütün bunları sakin bir sesle ve gülümseyerek anlattı sosyolog Veli Saçılık.
Kaygılı da değildi, rahatsız da..
Ya, Aydın Beyciğim.. Böyle şeyler yaşanıyor bu memlekette. Bilim insanları üniversitelerden atılıyor. Gazeteciler (gazetecileriniz) cezaevlerine konuyor.
Siz bütün bunların yazılmasını, anlatılmasını istemiyorsunuz elbette. Bu yüzden gazete ve televizyonlarınızda artık müdür yerine komiser istihdam ediyorsunuz.
Ama olmuyor işte.. Olmuyor.. Olmayacak.. Yaranamayacaksınız. “Kahraman” kızınız Hande Fırat bile yaranamadı, baksanıza!
Ya Aydın Beyciğim!


Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Başkanlık sistemi! (1-2) RIFAT OKÇABOL

(1)
Başkanlık sistemiyle yönetilen 40 küsur ülkede, bir ikisi dışında demokrasinin varlığından bile söz edilemiyor. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunu, bir zamanlar İspanya’nın sömürgesi olan Latin Amerika ülkeleri, resmi dilleri İspanyolca olan ülkeler oluşturuyor. Bunları Afrika ülkeleri izliyor. Başkanlık sisteminin olduğu pek çok ülkede başkan, kısa sürede diktatöre dönüşüyor. Günümüzde Azerbaycan’ında ve Suriye’de görüldüğü gibi, başkan yıllarca başkanlığını yürütüyor ve genelde istenmeyen olaylar sonucunda (Mübarek, Saddam ve Kaddafi gibi) başkanlığı bırakmak durumunda kalıyor.

Başkanlıkla yürütülen ve demokrasileri sorunlu olan ülkelerden yalnız ikisi, Kolombiya ve Güney Kore ekonomik gelişme sürecini yakalamışken diğerleri her konuda zorluk içinde bulunuyor. Teokratik, faşist ya da piyasacı anlayışların hakim olduğu başkanlık sistemiyle yönetilen ülkeler, hem demokrasi açısından hem de sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma açısından bir ikisi dışında, Türkiye’den daha iyi durumda bulunmuyor. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin durumuna bakanlar, biraz olsun insan haklarına değer veriyorlarsa,  başkanlık sistemine prim vermiyor. Dolayısıyla dünyadaki uygulamaların ışığında, başkanlık sistemi isteği, ülkenin daha iyi bir duruma gelmesiyle, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma beklentisiyle ilişkili olmuyor. Bu tür istekler genelde, başkanın gücüne imrenmekten, istediğini yapma ve kininin davacısı olma hırsıyla ve “ben” merkezli anlayışlarla yaklaşımlardan kaynaklanıyor.

ABD’deki başkanlık sistemi, hem başkanların en çok (iki dönem) sekiz yıl başkanlık yapabilmeleri ve (yasama, yürütme ve yargı gibi) kuvvetler ayrılığının varlığı nedeniyle, hem de siyasal yapının kedine özgü niteliği nedeniyle, diğer ülkelerdeki başkanlıklara benzemiyor.

Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini kuran irade, padişahın egemenliğine son vermiş, başkanlık sistemini reddedip egemenliğin halkta olduğunu, üniter devlet yapısını ve parlamenter demokrasi anlayışını benimsemiştir. ABD’deki dönüşüm ise farklı olmuş, 1776’daki bağımsızlık savaşı sonunda 13 devletin bir araya gelerek oluşturdukları ABD, federal devlet yapısını ve (Amerikan usulü) başkanlık sistemini yeğlemiştir.

ABD’de, başkanlıkla yönetilen diğer ülkelere göre hukuk daha iyi işliyor. Vergi kaçırma, rüşvet, hainlik, hukuk dışı davranma ve kamuoyunu kandırma gibi yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan başkan bile yargılanabilmektedir. Amerikan temsilciler meclisinin kararı üzerine Yüksek Mahkeme başkanının başkanlığında senato tarafından yargılanan başkanın suçlanması için 60 senatörün oyu gerekmektedir.
Örneğin Nixon’un başkan yardımcısı Spiro Agnew, 1960’larda vergi kaçırdığı ortaya çıkınca, yargılanmadan kaçınarak 1974’te başkan yardımcılığından istifa etmiştir. 1972 seçimlerinde Demokrat Partinin seçim bürosundan hukuk dışı yollarla bilgi toplattığı ortaya çıkan Başkan Nixon, yargılandığında başkanlıktan atılacağını bildiği için, Agnew’den hemen sonra istifa etmek zorunda kalmıştır. 1868 yılında Başkan Andrew Johnson ve 1999 yılında da Başkan Clinton açılan davalar nedeniyle yargılanmışlar, onları suçlu gören senatör sayısı 60’a ulaşmadığından başkanlıklarını koruyabilmişlerdir.

ABD’de başkan, genelde seçime girdiği partinin lideri falan değildir. ABD’de, 435 kadar seçim bölgesinden seçilen birer milletvekilinden oluşan temsilciler meclisi ile 50 eyaletten seçilen ikişer kişiden oluşan Senato vardır. Başkan’ın üst görevler için aday gösterdiği kişiler, Yüksek Mahkeme üyeleri gibi, Senato’nun onayını almaları durumunda o göreve atanabilmektedir. ABD’de, birkaç dönem Demokrat başkan seçilmişse arkasından cumhuriyetçi başkan seçilmektedir. Temsilciler meclisi ile senatoda, partiler genelde mutlak çoğunluk elde edememektedir.

ABD başkanı, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için hemen her konuda, muhalefetin desteğini almak durumundadır. ABD’de temsilciler meclisi üyeleri ile senatörler, parti başkanı tarafından aday olarak belirlenmemektedirler ve de parti başkanına bağımlı değildirler.  Partilerindense, seçim bölgesi ya da eyalet seçmenine karşı sorumludurlar.  ABD’deki siyasal anlayışta, hiçbir başkan, her gün televizyonlara çıkmayı, muhaliflerine hakaretler yağdırmayı, karikatürünü çizenlere dava açmayı, muhtarları, yazarları, akademisyenleri toplayıp nutuk atmayı aklından geçirmemektedir; rektör atamayı da, tiyatroya, sanata ve spora karışmaya da. ABD’deki başkanlık sistemi, başkanın diktatörleşmesini olabildiğince önleyebilen bu siyasal ortamda ve koşullar altında işlemektedir.
Başkanın diktatörleşmesini önleyecek süreçlerin olmaması durumunda başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmesini engelleyecek bir yol yoktur.

Bu nedenle, demokratik yaşamdan uzaklaşmamak ve seçilecek başkana diktatörlük yolunu açmamak için, başkanlık sistemiyle ilişkili halkoylamasında, “HAYIR” demek gerekmektedir.

                                                                        ***
(2)
ABD, dünyanın en güçlü sömürgen/emperyalist devletidir ve dünyada üretilen toplam gelirin yüzde 80 kadarına sahiptir. ABD, pek çok ülke liderini toplumuna yabancılaştırmaktadır. ABD’nin bu emperyalist gücü, güç peşinde olanlarda başkanlık sistemine hayranlık yaratmaktadır.

Ancak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olsa da, ABD’nin başkanlık sistemi, kendi insanına bile yararı olmayan ve dünyaya da çeşitli kötülüklere ve felaketlere neden olan bir sistemdir. ABD’nin kendi insanına reva gördüklerinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:
Amerikalılar, her Kasım ayının son perşembesini, kıtaya ilk ayak bastıklarında yiyeceklerini paylaşarak onları açlıktan kurtaran yerlilere atfen “Şükran günü” olarak kutlamaktadırlar. Ancak bu günü kutlasalar da, birkaç milyon yerliden geriye ancak birkaç bin yerli bırakan da onlardır.
ABD, yüzyıl boyunca Afrikalı siyahları köleleştirmekte ve köle olarak kullanmakta ve köle ticaretinde olduğu gibi yerli halkları yok etmede emperyalist İspanyollarla at-başı gitmiştir. ABD, yakın zamana kadar, siyahları insan yerine koymamış, öldürülmelerini bile suç saymamış ve onlara eğitim hakkı vermemişti.  Pek çok insanın hayranlık duyduğu ve demokrasi sembolü saydığı Kennedy’nin başkanlığında- 1960’ların ilk yıllarında bile, otobüslerde ve lokantalarda “Zenciler ve köpekler” giremez uyarıları asılmıştır.

ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında gücünü artırmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en zengin ülkesine dönüşmüştür. Ancak bir çiftçi çocuğunun üniversiteye gitme şansı 1913-1975 yılları arasında anlamlı bir şekilde değişmemiştir (bkz. S. Bowles ve H. Gintis, Schooling in capitalist America, 1976). ABD’de, üst çeyrek gelir grubundan gelen bir öğrencinin 24 yaşına kadar üniversiteden mezun olma şansı, en alt çeyrek gelir grubundan gelen öğrenciden 1979’da dört kat ve 1995’te 10 kat fazladır (bkz. T. Mortenson, The educational attainment by family income, Postsecondary Opportunity, November, 14, 1, 1995).

Türkiye’ye de burnunu sokmuş olan CIA ajanlarından G.E. Fuller, başkanlık rejimiyle yönetilen Amerika’yı, ekonomik ve sosyal problemlerini çözemezse, etnik yapının demokrasiyi tehlikeye sokacağı konusunda uyarmıştır (bkz. M. Aydoğan, Yenidünya düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2, 1999). ABD’nin önde gelen piyasacı vakıflarından Carnegie Vakfı ile ilişkili bir Komisyonun başkanlarından Ernest Boyer de, “Kendimizi yurttaş olarak eğitmemiz için daha sağlıklı bir yol bulamazsak, Amerika’nın yeni bir karanlık çağa girme riski vardır” demektedir (bkz. O. Ichilov, Citizenship and citizenship education in a changing world, 1998). 1990 yılında yapılan bu uyarıların üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da, ABD, bu konularda daha iyi bir noktada değildir. ABD’yi bu noktaya getiren başkanlık sistemi, sorunları çözmekten de uzaktır. Yoksul ile varsıl arasındaki fark giderek artan ABD, çeşitli suçlarda ve tecavüz olaylarından da pek çok Avrupa ülkesinin önündedir.
Diğer faşist başkanlıklar gibi, ABD sisteminin de faşist dönemleri olmuştur ve her an olabilmektedir. O dönemlerden biri, 1940 sonlarında başlayıp 1950’lerin ortalarına kadar yaşanan ve Makkarticilik, İkinci Kızıl Panik ya da cadı avı olarak adlandırılan dönemdir. Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy ile bazı din adamlarından, gazetecilerden ve FBI Başkanı Hoover’dan oluşan yandaşları, karşıtlarını komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlamışlardır. İspiyonculuk artmış, her kesimden pek çok kişi, mağdur edilmiş, nedensiz yere yargılanmış ve ABD’den kaçmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte komünistlikle suçlanıp işini kaybeden ünlülerden biri, bilim insanı Julius Robert Oppenheimer’dır. Bu sürecin en vahim olayı, Ethel Greenglass ve  Julius Rosenberg çiftinin, ABD Komünist Partisi üyesi oldukları için haksız yere Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp 19 Haziran 1953 günü idam edilmeleridir. Bu arada ABD’de haksız yere suçlananlar ve idam edilenler, ne yazık ki bu çiftle de sınırlı değildir.

Radikal Müslümanların 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdikleri ikiz kuleler faciası sonrasında, ABD’de bu kez Ortadoğulu avı başlatılmıştır. Yeni başkan Trump’ın, ABD nedeniyle düzeni ve iç huzuru bozulan bazı Müslüman ülkelerin yurttaşlarına ülkeye giriş izni vermeme çabası, ABD faşistliğinin son halkasıdır.

Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin yukarıda özetlenen durumunu görmek istememektedirler. Başkanlık sisteminin, Richard Nixon gibi rakip parti merkezinde casusluk yaptıran, Gerald Ford ve George Bush gibi zeka düzeyleri nedeniyle haklarında şakalar çıkarılan ya da günümüzün Donald Trump’ı gibi faşist başkanlar ürettiğini de görmezden gelmektedirler.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin pek çok ülkenin iç işlerine karışmasını, pek çok ülkede yandaşları aracılığıyla darbe yaptırmasını, pek çok diktatörü, kukla gibi oynatmasını da görmezden gelmektedirler, son yıllarda Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta,  Afganistan’da yaptıklarını da.

Kuvvetler ayrımının olduğu ve göreceli olarak diğer başkanlık sistemlerinden daha demokratik süreçleri içeren ABD başkanlık sisteminin bile ABD’yi bu duruma getirmesi, başkanlık sistemlerinin özenilesi bir sistem olmadığını göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan başkanlık sistemi, ABD başkanlık sisteminde her bakımdan çok daha tehlikeli bir sistemdir. Bu durumda, birazcık demokratik haklara saygı duyanların yapacağı tek şey vardır: Başkanlığa çağrıştıracak her sistem ya da girişime, “HAYIR”  demek.


Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gamil.com

Şarap zararlı, seks de mi doktor? - ÜNAL ÖZMEN

Bir profesör doktor, yaşam süresi ortalamanın üzerindeki “Mavi Bölgeler”de yaşayan insanların beslenme ve yaşam alışkanlıkları arasında bulunan şarabın “zararlı” olduğunu söyledi. Listenin son maddesi seksi ise atladı! Bir bilim insanının(!),üzerine konuştuğu araştırma verilerini çarpıttığı programı izlerken buradan gündemi eğitim olan yazarınıza bir konu çıkar dedim; bakalım çıkacak mı!
Doğal yaşam ve beslenme yollarını araştıran, yazan, konuşan Dan Buettner adındaki Amerikalının Mavi Bölgeler’ini siz de duymuş olmalısınız. Bizim beslenme uzmanlarından duyduğunuz her şeyi bu adam mutlaka önceden söylemiş oluyor. Dan Buettner, uzun süren araştırma sonunda, sakinlerinin ortalamanın üzerinde yaşadığı yerleri Mavi Bölgeler olarak adlandırıyor. Mavi Bölgelerdeki insanlar, ülke ortalamasından 8-10 yıl fazla yaşıyor.

Dan Buettner’in Mavi Bölge olarak adlandırdığı ve beslenme alışkanlıkları birbirine çok benzeyen beş yerleşim biriminden biri de Kuşadası’nın hemen batısındaki Yunanistan adası Ikaria. Araştırmaya göre Ikarialıların beslenme ve yaşam alışkanlıkları şöyle: Temel besin kaynakları mevsiminde tüketilen sebze, meyve; tam tahıllı ekmekler, balık, zeytinyağı, keçi sütü, peynir ve şarap; bakliyat, patates ve kahve; günde en az dört yemek kaşığı sızma zeytinyağı… Ve seks…


İki yıl kadar önce Hürriyet’te yayımlanan Dan Buettner söyleşisi ezberimde; şarap, Ikarialıların günlük besin listesinde tahıllı ekmek, balık, zeytinyağı, peynir gibi yer alıyor. (Söz konusu araştırma üzerine yapılan bir başka söyleşide, Buettner de şarap ayrımı yapmadan birkaç kadeh alkolün iyi bir antioksidan olduğunu söylüyor). Gençleri ne yapıyor bilemem ama araştırmacının söylediğine göre “65 ile 85 yaş arası adalıların yüzde 80’i seks yapıyor.” Araştırmacı, yapabiliyorlar demiyor; anladığım kadarıyla seks, Ikarialıların, günde dört kaşık sızma zeytinyağı içmek gibi haftalık performanslarının arasında.

CNN Türk’ün Gündem Özel programında “uzun ve sağlıklı yaşamın şifreleri” konuşuluyor: Profesör olan doktor, Mavi Bölgeleri ve Ikaria halkının beslenme ve yaşam alışkanlıklarını Dan Buettner’den sıralıyor. Bizim profesör doktor, “zeytinyağı, keçi sütü, peynir ve şaraptan” diye devam eden maddeyi okurken şarabın inandığı din tarafından yasaklandığı aklına geldi ve genelleme yaparak “alkol zararlı” deyiverdi (sanırım “günah” demek istiyor)! Tahmin edeceğiniz gibi doktor, göz attığı listenin son maddesi seks konusuna girmedi; faydalı mı, zararlı mı yoksa günah mı anlayamadık. Beş maddeden ikisini çıkaran profesör, uzun yaşamanın sırrını üçe indirmiş oldu!



Bilimin en yüksek unvanına sahip ve bilim insanı sıfatıyla konuşan kişi, inancı ve kendinden menkul “toplumun genel ahlakı” ile bilimsel sonuç arasında bir tercih yapıyor ve bu bilim insanı(!), hiçbir kanıt öne sürmeyen inancının galebe gelmesini sağlıyor! İşte o an bir kez daha dedim ki inançla bilim birlikte düşünülemez! Bence bunu, benden önce inançlı insanların düşünmesi lazım! Ne zaman doğup, nerede ne zaman öleceği önceden belirlenmiş canlıların yaşam süresini uzatmaya çalışmanın kendini her şeye kadir olana şirk koşmak olduğunu ilkin onlar düşünmeli! Öyle ya, sonunda ‘Allah bilir’ diyeceğin bir konuda araştırma, inceleme, gözlem yapıp ahkam kesmenin ne anlamı var. (İnançla bilim birlikte düşünülemez ise referansı bilim olan eğitimle inanç da birlikte düşünülemez. Sanırım bu cümle ile yazının eğitimle bağını kurmuş oldum!).


Kim ne derse desin, günah da olsa, üzümü mamul maddeye dönüştüren biri olarak benim kulağım şarabın antioksidan olduğunu kanıtlayanlara dönük. Aksi halde, hafta sonunu bekleyen niyetime binaen günah sayılması gereken bağımı budamaktan vazgeçmem gerek. Ki, geçerli bir kanıt sunulana dek ne bağımı bor bırakırım ne de içeceğim şarabı yapmaktan vazgeçerim!

 ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

AKP, 28 Şubat’ın mağduru değil mamûlüdür! - TAYFUN ATAY

Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Erbakan’ı ölüm yıldönümünde anmak için düzenlemek istedikleri etkinliklere iktidarın engel çıkarmasından yakınmış. Valilikler programları iptal ediyor, belediyeler de önceden tahsis ettikleri yerleri geri çekiyormuş.
Neden böyle olduğuna dair verilebilecek en “çevik” cevap, elbette SP başkanının referandumda hayır oyu kullanacakları açıklamasında bulunmasıdır. Bunun AKP çevrelerinde sessiz sedasız bir gerilim ve tepki yaratmış olması kuvvetle muhtemel. O yüzden bu resmî ve beledî yaptırımlar gündeme gelmiş olabilir. 

 
Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da siyasi kariyerinde çok şey borçlu olduğu Erbakan anısına düzenlenen programa SP’nin davetine icabet etmemiş, mesaj göndermekle yetinmiş. Ama Kemal Kılıçdaroğlu katılmış. Bu da SP’ye karşı (hiç kuşkusuz tabanını onun aleyhine kışkırtmaya yönelik) bir eleştiri konusu olmuş: Bakın, SP, CHP ile el ele gibisinden…
Çok büyük ihtimaldir ki benzeri bir eleştiri, Alevi hafızaya kanla işlenmiş Madımak katliamı dolayımıyla CHP tabanından da Kılıçdaroğlu’na gelecektir. 
 
Neyse, bu yazıda ben başka “eski defterler”i açma niyetindeyim. İktidarın neden Erbakan anması hususunda teşvikten çok müşkül çıkardığına dönelim ve bunun daha “derin” sebeplerine dair bir sondaj denemesinde bulunalım!.. 
 
Bir kere ortada müthiş bir çakışma var: Necmettin Erbakan’ın ölüm tarihi 28 Şubat 2010. Ve malûm, “28 Şubat”, Türkiye tarihinde 1997’de vuku bulmuş “postmodern darbe”nin günü. AKP’nin de “Yeni Türkiye” inşasında büyük ve “kritik” önem atfettiği bir gün!..
28 Şubat”, AKP ve önde gelenleri için bir “mağduriyet stoku”. Şimdi ne kadar muktedir ve mağrur olurlarsa olsunlar, bir mağduriyetten geldikleri, onu giderdikleri ve varlıklarının böylesi mağduriyetlerin bir daha yaşanmamasının teminatı olduğu yolunda toplumu güdümlemek için başvurulan bir stok…
28 Şubat”, bugün bir baskıcı iktidara rızanın tarihsel gerekçesi olarak işlevselleştirilen ve araçsallaştırılan simge bir gün…
Bu “özel” günün Erbakan’la, onun ölüm yıldönümü olması münasebetiyle doğrudan ilişkilendirilmesi ise AKP ve onun “ebedi reis”i nezdinde istenmedik titreşimlere yol açmakta olsa gerek.
Bir kere 28 Şubat 2010, Erbakan’ın maddeten ölüm tarihidir. Onun “manen” ölüm tarihi, 28 Şubat 1997, yani üç gün önce AKP’nin eşine eşine gündem yapıp lanetleme ayinleri düzenlediği o meş’um “postmodern darbe” günüdür.


Darbe, Erbakan’a karşı yapıldı ve onu bir anlamda siyasi mevta’ya dönüştürdü.
Ancak, belki paradoksal gelecektir, 28 Şubat 1997, Erbakan’ın “ölümü” olduğu kadar, Erdoğan’ın da “doğduğu” bir tarihtir. 
 
Darbe sonrası yıllarda yaşananlara bakıldığında Erbakan’ın ve onun her ne kadar fantastik de olsa kendince özgün ve en önemlisi Batı kapitalizmine karşı şekillenmiş “Milli Görüş/ Adil Düzen” anlayışının tarihe karıştığını görürüz. Buna karşılık aynı siyasi gelenek içerisinden “yenilikçi” genç bir kuşağın yükselişe geçtiğini fark ederiz. 
 
Genç kuşağın “yenilikçi”liğinin özü, Erbakan’ın anti-kapitalist çizgisinin terk edilip yürürlükteki küresel sistemin isterleriyle uyarlı, “pro-kapitalist” bir çizginin benimsenmesidir. İşte AKP budur.
Doğrudur, AKP Erbakan’ın “Milli Görüş” geleneğinden gelen, ama onu “değilleyerek” gelen bir harekettir. 
 
Ve evet, Erbakan ile Erdoğan arasında kültürel- ideolojik bir “genetik” devamlılık vardır, ama bu “mutant”, mutasyona uğramış bir devamlılıktır. 

 
Erdoğan ve AKP’si, “siyasal İslâm” çığırında 28 Şubat’tan gerekli dersi çıkarmış, dünya kapitalist sistemi ile uyarlı bir rotada yola koyulmuş, bunun sonucu olarak iktidara oturmuş ve işte bugün Türkiye’de siyasetin egemeni olmuştur. 
 
28 Şubat darbesi, arkasına dünya düzenini de alarak o günkü konjonktürde küresel sisteme tehdit olarak Erbakan’ı bertaraf etti. 
 
Dolayısıyla 28 Şubat’ın siyaseten asıl (belki de tek) mağduru Erbakan’dır. E, bu durumda her yıl 28 Şubat günü kendisine geçmiş mağduriyetlerden kalıcı ve kahredici hâkimiyetler devşirmek isteyen AKP için de Erbakan, bir sıkıntı kaynağıdır. 

 
Çünkü, kaderin dehşetengiz bir cilvesi olarak 1997’den 13 yıl sonra yine bir 28 Şubat’ta vefat etmiş Erbakan’ı o gün anmak, aynı zamanda gerçekte kimin “postmodern darbe”nin mağduru, kimin de mamûlü olduğuna ilişkin hepimizi tekrar tekrar düşünmeye sevk etmektedir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İktidar - Meriç Velidedeoğlu

Gerek yazılı, gerek sözlü, görüntülü basında, “iktidara göre”, “iktidarın sözü”, “iktidarca”,  “iktidarın kararı”, kısaca “iktidar” denildiğinde ya da bu bağlamda yazılanın, okunanın, “Cumh. Bşk. R. Tayyib’e göre”, “Cumh. Bşk. R. Tayyib’ce”, “Cumh. Bşk. R. Tayyib’in sözü” demek olduğu iyice kabul edildi, olağanlaştı. 
 
Hele bunu -Cumhurbaşkanı’nın tıpkı “benim muhtarım” der gibi, “Benim Başbakanım” dediği-“Binali Yıldırım”ın, hep gülerek, “Cumhurbaşkanımıza göre...” söylemiyle ortaya koyduğunda insan daha iyi anlıyor; sanki kendini “Erdoğan”a adamış gibi... 
 
Ne var ki, geçen salı günü AKP’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada sınırı aşmış; “Cumhurbaşkanı”nın -son seçim dışında- hep “Meclis’ tarafından seçilmesini, dolaysiyle “ 97 yıllık TBMM”nin bu tutumunu -çocuksu bir neşeyle-“abidik gubidik” tekerlemesiyle değerlendirmesine, insan ne diyeceğini bilemiyor... 
 
Bay Yıldırım’ın söylediklerine göre -“Cumh. Bşk. R. Tayyib”in isteği olan-“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” geçerli olursa, millet “yetki”yi sandıkta doğrudan “Cumhurbaşkanı”na verecek, böylece “TBMM”, devreden çıkarılacak; dolaysiyle Meclis, Cumhurbaşkanı’nın icraatını, yetkisini, “abidik gubidik oyunlarla, tezgâhlarla” değiştiremeyecek... 
 
Dönemin tüm emperyalist güçlerine karşı yapılan “Kurtuluş Savaşı”mızı yürütüp, zaferle sonuçlandıran -dolaysiyle tüm mazlum uluslara önderlik edecek bir süreci başlatan-ve “Büyük Zafer”in ardından “Cumhuriyet”i ilan eden; “Devrim Yasaları”nı, bir bir kabul ederek uygulayıp, “1923 TürkDevrimi”niyaratan, “çağdaş, laikbirhukukdevleti” olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni kuran ve bütün bunları “Meclis”i oluşturan halkın temsilcileriyle (milletvekilleriyle) tartışa, tartışa yapan “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne, ne olacak dersiniz, “yok” gibi “var” olacak... 
 
Bay Yıldırım’ın -o eşsiz- anlatımıyla söylersek “Abidik gubidik bir Meclis” olacak...
Kuşkusuz, böyle olmasına izin vermeyeceğiz, “16 Nisan”daki “Hayır” oylarımızla.
Ve değerli dostlar bugün, az önce sözü edilen “Devrim Yasaları”nın ilkinin kabulunün “93. yılı”.
“1924” yılının, “3 Mart” günü “TBMM”, dört saatlik bir toplantı sonunda, “Öğretim Birliği” (Tevhidi Tedrisat), “Hilafetin Kaldırılması” ile “Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması”nı içeren üç yasa tasarısını kabul etmişti. 
 
Bu “üç tasarı”dan, milletvekillerinin ilgisini çeken, dahası büyük bir heyecan yaratan, “Halifeliğin Kaldırılmasını” içeren yasaydı.
Oysa, gerek bu yasanın gerekse “medreselerin kapatılmasını ve iki türlü yapılan eğitimin birleştirilmesini” öneren yasanın sürekliliği -bir bakıma-üçüncü öneri olan, “Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması”nı içeren yasaya bağlıydı. 
 
Çünkü, bu yasanın birinci maddesi, “Halkın dünyaya ait işlerinin görülüp çözüme bağlanması, TBMM’nin koyacağı yasalarla olur. Yüce İslam dininin, ‘inanca ve ibadete’ ilişkin bütün kurallarının ve işlerin yürütülmesi ve dinsel kurumların yönetimi ise yeni kurulacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir” diyordu. 
 
Böylece, “3 Mart 1924” tarihinden başlayarak , “şeriat”ın, “dünyasal, günlük yaşam alanı” ile “dinsel alan” birbirinden bütünüyle ayrılıyor, “inanç ve ibadetlerden” oluşan dinsel alan olduğu gibi hiç dokunulmadan “Diyanet’e bağlanıyor; temeli “değişime” dayanan dünyasal, günlük yaşam alanının düzenlenmesi ise “TBMM”nin koyacağı, dayanağı akıl olan yasalara bırakılıyordu.
Ne demekti bu? Kısaca söylersek “laik yaşam düzeni”ne geçişti... 
 
Yasanın kabulünün ardından, “1926”da TBMM”nin oluşturup onayladığı “Medeni Kanun” (Yurttaşlar Yasası), “1400 yıllık şeriat”ın, can damarı olan “Kadın-erkek eşitsizliği”ni kaldıran temeli oluşturacaktır.

 
Birbirini izleyen ve “laik yaşam”ı, düzenleyen yasların özü, temeli hep “4 Mart 1924” günü, “Meclis”in kabul ettiği üç yasadan biri olan “Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması” adını taşıyan yasanın ilk maddesinde yer alır. 
 
“3 Mart”ın, “93. yılı”nı kutlamanın, bu yasalara sahip çıkmakla, bu yolda yılmadan, ürkmeden, “savaşım” vermekle sağlanacağının ancak bir anlamı olacağını görmeliyiz... Bilmem ki katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Nasıl bir seferberliktir bu? - ÇİĞDEM TOKER

Ankara’da Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle iki şehir hastanesi yapılıyor. Bilkent Entegre Sağlık Kampusu (ESK) ve Etlik ESK. 



Bugün Etlik ESK ile ilgili bir konudan söz edeceğim. Etlik ESK (3577 yatak) bittiğinde, Ankara’da halen hizmet veren, kamuya ait altı hastane kapatılıp buraya taşınacak.
Yatırım bedeli 1.1 milyar Avro olarak açıklanan projenin temeli, 2013’te atıldı. İnşaatı, 2015 Aralık ayında başladı. 3.5 yıllık (42 ay) bir inşaat süresi öngörüldü.
Etlik ESK’nin 2019 Haziran ayında hizmete açılması planlanıyor. Bu bilgiler, hastaneyi yapan Astaldi-Türkerler ortaklığından Türkerler Holding’in yönetim kurulu üyesi Kaan Türker’den alıntı. (25 dakika süren kapsamlı röportaja internet ortamında erişmek mümkün. Kasım 2016’da yüklenmiş.)

***
Önce şu iki verinin altını çizelim:
- Türker, inşaatta halen 1600 kişinin çalıştığını, en yoğun olduğu dönemde de toplam 6 bin kişinin çalışacağını söylüyor.
- İnşaatta istihdam edilecek işçi sayısına dair diğer önemli veri, yine şirketin hazırlattığı raporda. Etlik ESK için yaptırılan 2013-Mayıs tarihli “Çevresel ve Sosyal Etki raporunun” 24. sayfasındaki “İnşaat ve İşletme Dönemlerinde Yerel Geçim Kaynakları Üzerindeki Olumlu Etkiler” başlığında şu ifadeye dikkat:
Sayıları yaklaşık 4 bini bulacak ve yerel kaynaklardan sağlanacak inşaat işçilerinin saha üzerinde 42 ay civarında çalışmaları beklenmektedir.
Biri 6 bin, diğeri 4 bin olan iki rakam birbirini tutmasa da kesin olan bir şey var:
Etlik ESK inşaatında, en az 4 bin inşaat işçisinin çalışacağı, ta 2013 yılından belli.
Gelelim şimdi, Türkerler Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Türker’in, Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ile birlikte yaptığı dünkü basın toplantısına.
Türker, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başlattığı istihdam seferberliğini, Türkiye’ye daha çok hizmet etmek için bir fırsat olarak değerlendirdiklerini söylüyor.
Bütün personel sayısını yüzde 50 oranında arttırdıklarını, 14 bin 500 olan personel sayısını, 7 bin 279 kişi arttırarak 21 bin 800’e çıkaracaklarını söylüyor.
İlk aşamada nisan sonuna kadar 2 bin 669 kişiyi işe alacaklarını belirtiyor. 

***
Türkerler, Etlik ESK’yi Astaldi ortaklığı ile yaparken, porföylerindeki diğer iki şehir hastanesi olan Kocaeli (1180 yatak) ile İzmir Bayraklı’yı da (2060 yatak) Gama Holding ile birlikte gerçekleştiriyor.
Toplamda 6 bin 817 yataklı üç büyük projenin iki ortağından biri yani.
Şehir hastanelerinde, hem bakanları hem de müteahhitleri, en çok yüksek inşaat teknolojileri ve devasa ölçekli büyüklüklerle görüyoruz.
Bu inşaatlar büyüklükleri nedeniyle hazır beton üretim tesisi kuruyor. Yani ölçekler öylesine büyük ki, yatırımları tamamlamak için, müteahhitler binlerce inşaat işçisini, zaten istihdam etmek zorunda.
Eğer binlerce inşaat işçisi çalıştırmazsa, devletin 25 yıl boyunca ödeyeceği kiranın üç dört yıllık tutarıyla yatırım bedelini çıkaracağı kampusları fizik olarak bitiremez.
Bu realitenin Cumhurbaşkanı’nın son istihdam seferberliği çağrısı ile bir ilgisi olamaz.
Kendi yatırım ihtiyacını karşılamak üzere istihdam edeceği işçileri, Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla yeni yapıyormuş gibi göstermemek gerekir.
Örneğin, Türker’in hastanelerin devreye girmesiyle sağlanacağını söylediği 20 bin yeni istihdamın büyük bölümü, şirketine milyarlarca lira gelir getirecek ticari alanların işletilmesi için çalıştırılacak personeli kapsıyor. Görüntüleme, dokümantasyon...
Ezcümle, eğer Türkerler Holding’in seferberliğe katkı olarak açıkladığı istihdam rakamı, portföylerinde yıllardır bulunan, inşaatı başlamış projeler değil de yeni “giriş”ler olacaksa bunun mevcut portföyden ayrılarak sunulması gerekiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Din ve devlet arasındaki uygunsuz ilişki - MİNE SÖĞÜT

Kalabalıkları feodal ahlakla terbiyeleyin ki;
Tecavüze uğrayan insanı da doğrudan suçlu saymaya meyletsinler.
Tecavüze uğramış bir hayvanı hemen kessinler.
Tecavüze uğramış bir kadını hemen öldürsünler.
Tecavüze uğramış bir çocuğu toplumdan dışlasınlar.
Tecavüzcüsüyle birlikte hatta bazen tecavüzcüden önce mağduru cezalandırsınlar.
Çocuklara erkenden cinsel bilgiler verilmesine zinhar karşı durun ki;
Bedenlerini hiç tanımasınlar.
İsteklerini hiç anlamlandıramasınlar.
Cinsel tercih diye bir meseleyi ağızlarına alamasınlar.
Çağdaş hukuk sistemi yerine dini referanslarla desteklediğiniz ve meşrulaştırmaya çalıştığınız çağdışı bir hukuk sistemine heveslenin ve beşeri değil ilahi adaleti övün ki;
Yatılı bir Kuran kursunda büyük çocuklar küçüklerin hayatlarını yatakhanedeki cinsel tacizlerle kâbusa çevirdiğinde...
Ve Diyanet Bakanlığı’nın dili, olayla ilgili hazırladığı raporda cinsel istismar demeye dönmediğinde...
Olan bitene “Çocukların arasındaki gayri ahlaki ilişkiler” dediğinde... diyebildiğinde...
Bu ülkede yer yerinden oynamasın.
Kıyametler kopmasın.
Veliler ayağa kalkmasın.
Halk galeyana gelmesin.
Başbakan hiddetlenmesin.
Cumhurbaşkanı zehir zemberek açıklamalar yapmasın.
Pedagoglar hemen işe el atmasın.
Devlet o küçükleri özel olarak korumaya ve büyükleri de psikolojik tedaviye almasın.
Yaralar... yaralar hiç sarılmasın;
Her şey kanasın, daha çok kanasın.
Olayı görmezden gelen, önemsemeyen yöneticiler bu işten paçayı kolayca sıyırsınlar.
Alan memnun veren memnun cehaletindeki resmi algı, alsın başını yürüsün.
Sorumlular suçu günah diye kodlasın; herkes cezayı öbür dünyaya bıraksın. Ve çocuklar...
O küçücük çocuklar...
Cinsel istismara uğrayanlar...
Başlarına geleni kendi suçları bilsinler.
Ve çocuklar...
O büyük çocuklar...
Yaptıklarının nasıl bir sonucu olduğunu hiç bilemeden daha da büyüsünler, rahatça büyüsünler.
Ahlak ve ahlaksızlık arasında kasten açılan derin çukurdan aşağıya aşağıya aşağıya düşsünler.
Kendilerini o kâbustan kurtarabilecek hiçbir yetişkine ulaşamadıkları için, yataklarında... tek başlarına... ve korunmasız ve korunmasız ve korunmasız yatan tüm çocuklar...
Gözlerini bir daha hiç ama hiç kapatamasınlar.
Ömür boyu tedirgin günler ve geceler yaşasınlar. 

***
Neden?
Biz kendi aramızda laikliği tartışmakla vakit kaybettiğimiz için.
Demokrasi, özgürlük ve hukuk tanımlarını doğru yapmakta fena halde geç kaldığımız için.
Ve nihayetinde inanç nedir ve ne değildir diye konuşamayacak hale geldiğimiz için.
Şimdi düşünün.
Gerçekte gayri ahlaki ilişki hangisi?
Dinle devlet arasındaki değil mi?


Mine Söğüt / CUMHURİYET

'Cumhuriyet' ama yetmez - ALİ RIZA AYDIN

“Hangi cumhuriyet” sorusunun karşılığı olarak, burjuva devletlerin adını cumhuriyet koyduğu o kadar çok yönetim şekli var ki, öyle sekiz-on çoktan seçmeyle başa çıkılmaz.  “Cumhuriyet hiçbir şeyden çekmedi kapitalist düzenden çektiği kadar” demek yanlış olmaz.

Bizden örneklersek, “tarihsel ilerleme” olarak tanımlanan “Cumhuriyet”in 93 yıllık “dönemsel referansları”nın altından kalkmak; kesintilerin, zaaf ve sapmaların ağırlığı altındaki dönemlere göre analitik anlatıma girerek “ilerleme tarihi” yazmak hiç de kolay değil.

Anayasal akışa göz atarsak, 1921 Anayasasında “Büyük Millet Meclis Hükümeti” ile tanımlanan “Türkiye Devleti”, 29 Ekim 1923’de “Cumhuriyet” olarak tanımlanıyor. Burada cumhuriyet “hükümet biçimi”ni gösteriyor.
“Hükümet biçimi”, 1924 Anayasası ile değişiyor, “Cumhuriyet” artık “devleti” işaret ediyor ve bu rejim 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ediyor.

Anayasaların, yenisi yürürlüğe girene kadar askıda olduğu 1960’lı ve 1980’li yılların başlarında da; ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetsel krizlerde de; tek parti iktidarlarında ya da koalisyonlarda da “Cumhuriyet” hep “devlet biçimi” olarak tanımlanıyor.
Biçimsel sorunu aşacak alan içerik… Her üç Anayasada da “soyut” cumhuriyetin, “nitelikleri” sayılarak içeriğe kavuşturulduğu görülüyor. Ancak, yazılı nitelik tanımlaması da cumhuriyeti “soyut” olmaktan kurtaramıyor.

1961 Anayasası, cumhuriyeti, “seçimle gelen yönetim biçimi”ne, devletin ve hükümetin şekline sıkıştırmaktan kurtaran bir gerekçe yazıyor: “Türkiye Cumhuriyetinin her türlü saltanat, şahıs ve zümre hakimiyeti şekillerini reddeden demokratik bir Devlet olduğunu” söylüyor. Bunun anlamı, Anayasada “ulus” yazsa da, “egemenliğin halka ait olduğu” cumhuriyet biçimi.
Anayasa Mahkemesi de 1970’li yıllarda verdiği kararlarda bu gerekçeyi genişletiyor: Cumhuriyetin, belli nitelikleri olan bir “devlet sistemi” ve siyasal iktidarın bütün öğeleriyle ulusa geçişi olduğunu; “temel kuruluşları, hak ve ödev kurallarıyla bir ilkeler topluluğu”nu tanımladığını söylüyor.
Anayasa Mahkemesi, yalnızca "Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup, “bütün bu nitelikleri, hangi istikamette olursa olsun, tamamen veya kısmen değiştirme veya kaldırmak suretiyle” bir başka rejimi meydana getirecek değişikliklerin Anayasa'ya aykırı düşeceğinin tartışmayı gerektirmeyecek derecede açık olduğu”nu da, bugünleri anlatır gibi,  anımsatıyor.

Şimdi, cumhuriyeti nitelikleriyle birlikte koruyan bu tür Anayasa Mahkemesi kararlarının oluşmasına katkıda bulunan partilerin, milletvekillerinin ve kararı alan hukukçuların adı kaldı “yadigar”.   
Cumhuriyet için gerçeğin yanıtı aslında soyut anayasa kurallarında değil, “yaşam”da ve “uygulama”da… Bu gerçek, Türkiye’nin uygulama ayrımları ve keyfilikleriyle; zaafları, çelişkileri ve krizleriyle gözümüzün önünde duruyor. Bu zikzakların, yalnızca siyasi iktidarların değil, kapitalizmin genel karakteri olarak yansıdığını söylemeye gerek yok.

Bugün, kapitalizmin “karakteri bozuk” yapısı ile bu yapıya koşut “siyasal iktidar” buluşmasının zirvede olduğu fiili durum içindeyiz. Anayasa değişikliği Kanununda da “cumhuriyet” sözcüğüne sözde doğrudan dokunulmuyor ama dolaylı yollarla içi boş sözcük olarak bırakılıyor. Cumhuriyet ve cumhurbaşkanı, yalnızca sığınılan sözcükler.

Tek kişiyle yönetilecek ve nitelikleri tek kişinin keyfiyle uygulanacak bir cumhuriyetin, günlük ve kısa vadeli çıkar ilişkilerine hizmet edecek gibi gözükse de, bu kadar yüklü kriz batağından çıkışı değil, batışı getireceği açık. Artık bütünüyle çözülen, paramparça olmuş bir devlettir söz konusu olan.
Sermaye sınıfının elinde epeyce “cumhuriyet” paketi var. “Seç beğen al” derler de, içeriği göstermezler. “Devlet şeklinin adı cumhuriyet, devleti elinde tutanın adı da cumhurbaşkanı olsun, ama bizim düzen yıkılmasın, yeter” diyorlar.

Cumhuriyet tarihi, epeyce badire atlattı. Ekonomi krizlerinde de, siyaset ve demokrasi krizlerinde de, kesintilerde de “cumhuriyet” adı hep kaldı. Ama şimdi, “en sahte” seçenek halkın önüne kadar geldi. “Sahte”, çünkü cumhuriyet de temsilcisi de yanılsama. “En sahte”, çünkü cumhuriyetin niteliklerinin içi emekçiye “karşıtlık”la, halka “düşmanlık”la dolu; temsilcisinin yetkileri de sınırsız ve keyfi kullanıma açık, hükümdarca…
“En sahte”ye, sermaye sınıfı yönünden “en rahat”, düzen yönünden de “tahakkümü en yüksek” denilebilir; “anti demokratik, anti laik, anti sosyal ve hukuksuz devlet” de denilebilir.    
“Hayır”, cumhuriyetin en sahtesine “dur” diyecek ama cumhuriyeti 1923’den bu yana lime lime eden sermaye düzeni ve gericilik ne olacak? Paranın ve dinin saltanatı ne olacak?

"Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup onunla defalarca oynayanlar, “etnik” kavgaya da sığınıp paranın ve dinin saltanatını elinde tutanlar olmadı mı hep? Ve anayasal kurum ve kurallar bu teslim alma oyunlarına karşı suskun kalırken, halkın direnişlerini bastıranlar da aynı sömürücü ortaklar değil mi?
Hem ilerleme hem de ilerleme için uygun biçim olarak Cumhuriyeti bu tahakküm gücüne teslim etmemek gerekir. Doğru… Ama yetmez.

Bugünden 16 Nisana, 17 Nisan sabahından geleceğe hangi cumhuriyet için mücadele edeceğini bilmeden “hayır” da boşta kalır. Sömürenlerin, ezenlerin, zorbaların, yalancıların, gericilerin elinde kılıktan kılığa sokulan, “tahakküm” altında kalıp kendisini “tahakküm” aracı olmaktan kurtaramayan “cumhuriyet” de bu “hayır” ile kendisini kurtarmak zorunda.
Çünkü cumhuriyet, sermayenin egemenliğini, gericiliğin baskısını, dinsel özgürlükle kandırılmış sözde laikliği,  emekçi halkın sömürülmesini ve ezilmesini, eşitsizliği ve adaletsizliği, hukuksuzluğu, tutsaklığı, keyfiliği, yalanı, talanı, hırsızlığı, cinayeti, kıyımı içinde taşıdığı sürece halktan kopar; çıkarcıların tahakkümüne hizmet etmeye başlar, sahteleşir.
Sahte cumhuriyette, “cumhurbaşkanı” da yalnızca adıyla kalır. “Partili”, bir de “parti başkanı” olan, aynı zamanda yürütme organını tek başına üstlenen, yasama ve yargı organlarına hükmeden kişi, hem siyaseten hem de hukuken “tarafsız/hakem” niteliğini kaybeden “yanlı baş” olur.                   
“Cumhuriyet”, ama yetmez.
Ne milliyetçilik ve dinsellik, ne burjuva devlet ve tek kişi yönetimi… Bunları aşıp, “devrimci koşulların yaratılma sürecini” ihmal etmeden gerçek eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri içinde yaşayacak, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma odaklanmak şart.

“Hayır”ı, siyasetsiz bir Türkiye’yi ve sahte cumhuriyet girişimlerini reddetmenin,  düzene karşı sınıfsal mücadelenin, örgütlülüğün anahtarı yapmak şart. 

“Cumhuriyet”, ama yetmez.



İşçi sınıfının öncülüğünde, halkın ülkenin gerçek sahibi olacağı, her yurttaşın yaşamının her alanında yönetime gerçek anlamda katılacağı, tüm yönetim kademelerinin aşağıdan yukarıya seçimle geleceği ve seçmen önünde hesap vereceği, toplumsal denetimde ve denetim organlarında herkesin etkin görev alacağı gerçek bir cumhuriyete; “sosyalist toplumun sosyalist cumhuriyeti”ne kilitlenmek şart.

Ali Rıza Aydın / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...