10 Mart 2017 Cuma

‘Zümrüdüanka’dan ‘Zümrüdüanka’ya! - Meriç Velidedeoğlu

Geçen cuma “3 Mart” günü, “TC Devleti”nin, “laik bir hukuk devleti” olması için atılan ilk adımın, “93.” yılıydı; dolaysıyla “Diyanet”in kuruluşunun. Bir anma yapılmadı; ne yönetimden ne de “Diyanet”ten bir “ses” çıkmadı. Biliyorum değerli dostlar, “AKP iktidarı bu tarihsel günü ne zaman kutladı, TC Devleti’ne bu niteliği kazandıranlar ne zaman anıldı ki?” diye soracaksınız.
Haklısınız. Ama bu kez durum farklı. Çünkü o gün, 3 Mart günü bir “anma” yapıldı; üstelik yalnızca hükümet bağlamında değil, “Devlet” bağlamında, “TC Devleti” katında, dahası halkla birlikte. Üzerinden henüz bir hafta geçtiği için anımsanırsa da -izninizle- bir kez daha paylaşalım diyorum.
İçinde olduğumuz ayın, “3 Mart”ı da içeren ilk haftası, “Yeşilay Kurumu”nca -yıllar önce- “Yeşilay Haftası” olarak ilan edilmişti. Dernek iki yıldır da -kısaca söylersek-“hiç içki içmeyenlere, hiçbir bağımlılığı olmayıp bu doğrultuda bir misyon yüklenen kişilere” ve “bu nitelikteki kurumlara verilmek üzere” türlü dallarda “Zümrüdüanka Ödülü” koydu. 

 
İşte bu ödülden “siyaset” bağlamında olanını, bu yıl,“Zümrüdüanka Ödül Töreni” ile,Cumhurbaşkanı’nca, “Benim Başbakanım!” dediği, “Başbakan Binali Yıldırım”a verildi, “3 Mart” günü yapılan bir törenle. Tüm TV kanalları yayınladı bu töreni; doyasıya izledik; hep olduğu gibi Başbakan Yıldırım, “çocuklar gibi şendik” dedirtecek “o” gülüşüyle Erdoğan’dan aldı “Zümrüdüanka Ödülü”nü. 
 
Yine, “bunda ne var olağan bir tören” denebilirse de, bu ödüle mitoloji kaynaklı bir kuş olan “Zümrüdüanka” adı verilmesi, insana oldukça ilginç geliyor; bilmem ki ne dersiniz? Çünkü genelde bu kuşun adı -sözlüklere göre-“hayal ürünü olan veya adı olup da var olmayan, iyi güzel şeyler için” kullanılırmış; ama daha çok da, “sanki bulunmaz Hint kumaşı” söylemi yerine...
Cumhurbaşkanı Recep Tayyib, bu ödülü Başbakanı’na bu niyetle vermedi; kuşkusuz öyle. Ne var ki bu “Zümrüdüanka’, kendi kendini yakarmış, “yok” edermiş; peki bu özellik Başbakan’a da dört dörtlük uymuyor mu? Yıldırım, Başbakanlık’ın tümüyle kaldırılmasını, böylece “Başbakan”ın yok edilmesini yürekten desteklemiyor mu? Yalnız bu mitolojik kuş kendi kendini yaktıktan sonra dirilir, “yeniden doğarmış.” Ne denilebilir ki? Ayrıca “Zümrüdüanka”, yeryüzü ile gökyüzü arasında “birliği beraberliği sağlarmış”; “Referandum”la, “Hayır!” ya da “Evet!” diyecek milyonları her konuşmasında “kutuplaştıran” bir “Başbakan” her zaman ele geçer bir “fırsat(!)” değildir... “Sağ olsun Yeşilaycılar (!)”... 
 
Yazının başında söz edildiği gibi bu ödül, “bağımlılıklar’dan uzak, sağlıklı bir yaşamı misyon edinen kişilere özgü”; “Yeşilay”ın ilkesi bu. Yine de insan, “bağımlılık” durumunun böyle sınırlanmaması gerektiğini düşünmeden duramıyor. Çünkü, “insanın insana bağlılığı” dışında, “bağımlılığından” da söz edilir; dolaysıyla “Erdoğan”ın, Başbakan’ı “yok” etmesini, Başbakan Yıldırım’ın inanılmaz boyuttaki bir “memnuniyetle” kabullenmesini -bilmem ki-başka türlü nasıl açıklayabiliriz? İnsanın insana “bağımlılığı” konusunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyib’in yaşadığı bir örneği de anımsamalı; çok cani bir terör örgütünün kurucu Başkanı “Gulbeddin Hikmetyar”, İstanbul’a geldiğinde, genç Recep Tayyib, onun ayakları dibinden ayrılmayarak, ayaklarının dibinde derin bir saygıyla oturarak, bu bağımlılığın unutulmaz bir örneğini oluşturmuştu (1985). Bilmem anımsar mısınız?
Öte yanda bu tören için seçilen günün de altı çizilmeli; yedi (7) gün sürecek olan “Yeşilay Haftası”nın, özellikle “3 Mart” Çarşamba gününün seçilmesi, kuşkusuz pek güldürücü, çocuksu bir “kurnazlık”...

 
“93 yıl önce”, henüz dört aylık “TC Devleti”nin “laik bir hukuk devleti” olacağını bildiren “3 Mart”ın, “En Yeşilaycı Zümrüdüanka Ödül Töreni”ne özgülenmesi “ödülü” de 93 yıl önce bugünü yaratan “Mustafa Kemal Atatürk”e -söylerken- insan gibi insanın yüzünü kızartan “a.y.ş” diyen günümüzün Cumhurbaşkanı R. Tayyib’in uygun görülmesine, ne dersiniz “değerli dostlar?”
Ne diyeceğinizi, sanırım, biliyorum; en yakın “eylem”de buluşup, söyleşmek üzere...

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

‘8 Mart’, Özdağ ve Halaçoğlu’na da kutlu olsun! - TAYFUN ATAY

Referanduma giden yolda evet mi hayır mı tartışmasının “Evet”ten yana ve “Hayır”cılığa karşı şiddetle sarmalandığı ortamda hayli can sıkıcı ve ürkütücü olaylardan geçilmiyor. Bu çerçevede irili-ufaklı bir dolu saldırı haberi arasında ikisi, daha özel bir şekilde dikkatimi çekti dünkü gazetelerde.
Aralarında “ilinti” var mı, ilk başta yok gibi gözüküyor, ama yine de biraz kurcalayalım ve tartışmaya açalım bakalım!.. 


Bir tanesi İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden… 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle stand açan öğrencilere 10 kişilik bir grup saldırmış. Yumruk, tekme ve “tekbir”ler eşliğinde kadın öğrencileri darp etmişler ve birinin kaşı patlamış. Bıçak da dolaşıyormuş “Allahü ekber” çekerek saldıranlardan birinin elinde. 

Tabii Kadınlar Günü’nü kutlayanların, üzerinde “Tüm Kadınların 8 Mart’ı Hayırlı Olsun” yazılı pankart açması anlamlı ve saldırıyı anlamlandırma yolunda da ipucu veriyor. “Güruh”un iştahını en çok “Hayırlı Olsun” ifadesinin kabartıp “Kadınlar”ı ve “8 Mart”ı da bunun yanına katık ederek azgınlaştıklarını düşünmek mümkün… 
 
Diğer tarafta Mersin’in Silifke ilçesinde MHP’li iki muhalif milletvekili Ümit Özdağ ve Yusuf Halaçoğlu’nun konuşma yapmak için bulundukları salon, 100 kişilik Bahçeli taraftarlarınca basılmış. “Hareketin lideri, Devlet Bahçeli” şeklinde slogan atan grup, salondaki masaları ve kürsüyü devirmiş ve büyük bir arbede yaşanmasına yol açmış. 

Saldırı sonrası konuşma yapan Özdağ, “Her yerde önümüze değişik engeller çıkıyor. (…) Çünkü amacımız, Türk milletine dayatılmaya çalışılan bir bölünme ve diktatörlük anayasasına hayır demek” sözleriyle değerlendirmiş olayı. Halaçoğlu daha da hoş bir “metaforik” değerlendirme yapmış: “Size soruyorum, elimde gördüğünüz bu pet şişe sürahi midir? İşte akıllı insan bunu [pet şişe] söyler. Ben elimdeki şişeyi saklıyorum ve size diyorum ki ben gördüğüm için siz [sürahi] kabul edin, ona ne dersiniz, hayır.”
 
Bilgi Üniversitesi’nde Kadınlar Günü’nü kutlayanlara saldıranların “Milliyetçi Düşünce Kulübü” adlı öğrenci topluluğuyla “iltisak” içinde olduğuna dair güçlü emareler de mevcut. Öte yandan, Bilgi’de saldırıya uğrayan 8 Mart’çılarla aynı kaderi paylaşan Ümit Özdağ da “Biz bu engelleri Türk milliyetçisine yakışır şekilde aşarak yolumuza devam ediyoruz” demekte.
“Milliyetçilik” adına tam mânâsıyla sapla samanın karıştığı, adeta “Atın önünde et, itin önünde ot” diye tabir edilebilecek bir durum değil mi?! Bir tarafta “8 Mart Hayır’lı olsun” diyenlere milliyetçi saldırı… Diğer tarafta milliyetçilere, “Hayır”cı oldukları için saldırı. 

Ne iş bu böyle diye düşünürken zihnimde Gezi olaylarının atmosferi canlandı.
Dinbaz-totaliteryanizmin art arda gelen hamlelerine karşı ilk kitlesel tepki ya da çığlık denilebilecek o olaylar sırasında da kimleri bir arada görmemiştik ki?.. Atatürkçüler, ulusalcılar, sosyalistler, ülkücüler, HDP’liler!.. 

Bir araya gelmesi imkânsız kesimler, politik-ideolojik oluşumlar, o zaman da dayatmacı dinbazlık karşısında bir “Hayat” savunmasıyla buluşmuşlardı. 

Şimdi aynı dayatmacılığın anayasa referandumuna “Evet” dedirtme yolunda baskı ve şiddeti de birbirine en uzak kesimleri buluştururken, yani uzakları yakınlaştırırken yakınları da uzaklaştırıyor. MHP ve ülkücü hareket, miadını doldurmuş bir liderin bekası uğruna dinbaz iktidarla titreşime sokuldukça ortadan yarılıyor, tarihini, geleneğini, özgünlüğünü ve özerkliğini kaybetme, böylece helâk olma noktasına geliyor. 

Ümit Özdağ, Yusuf Halaçoğlu gibi isimleri hayır diyeceği için “Kandil”le bir sayıp tedhişle buluşmakla suçlama gibi akla ziyan bir noktaya kadar da gelebiliyorlar, düşünün artık!
Hâlbuki tedhiş, asıl sokaklarda halkın her kesimi üzerinde Evet’çilik adına estiriliyor.
MHP’li Özdağ ve Halaçoğlu’nu 8 Mart’çı öğrencilerle ilinti içine sokan bu olsa gerek!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bir çalışan kadın gerçeği - ÖZLEM YÜZAK

Lise mezunu ama temizlik işinde çalışıyor. Zor şartlarda okumuş. Muş Varto’nun bir köyünden. İlkokulu köyde bitirmiş, Muş’ta yatılı bölge okulunda ortaokulu okumuş. Sınavlarda İstanbul’da bir kız meslek lisesini kazanmış. Ailesini ikna etmiş, gelmiş ve yatılı okuyarak bitirmiş. Ne okudun, diye sordum: “Triko” dedi ve ekledi:Ama hiçbir şey vermedi bu bölüm bana. Çocuk gelişimi bölümünü çok istiyordum. Hatta okul müdürü ile de konuşmuştum. Ama ‘doldu’ deyip almadılar. Stajda bir tekstil fabrikasına verdiler, hiç olmazsa bir makine kullanmayı öğreneyim diye çabaladım ama orada da iş aksar diye öğretmediler”... 

 
Anlayacağınız hiçbir şey öğrenmeden eline diplomayı almış. Zaten öğrenmiş olsam bile işe yaramayacaktı çünkü uzun süre iş aradım ama bulamadımdiye anlatıyor. 


11 yaşından beri tek başına, evden, köyden, ana babadan uzakta verilen bir yaşam savaşı Hülya’nın ki... Sonunda bir fabrikaya işçi olarak girmiş. Bir sabun fabrikasında sabun artıklarını toplama işinde çalışmış 4 yıl kadar. Ardından evlilik, doğan bir kız çocuğu... Ne işyerinde ne oturduğu mahallede kreş olduğu için mecburen bırakmış çalışmayı. Kızı ilkokul 4. sınıfa geçince yeniden başlamış çalışmaya.Okuldan eve kendi döner, kapıyı arkasından anahtarla kilitler, yemeğini ısıtır ve bizi beklerdi.. Böyle büyüdü... diyor. 8 yıldır bir temizlik firmasında. Eline beyaz tek kullanımlık eldivenlerini takıyor, bir şirketin temizliğini yapıyor, toz alıyor, tuvaletleri temizliyor. İyi ki çalışıyorum diyor, yoksa kızımızı okutamazdık. Hülya’nın kızı bir özel üniversitenin meslek yüksek okulunu yüzde 50 burslu kazanmış. Fizyoterapi okuyor. Hülya’nın aldığı asgari ücret sadece kızının okuluna ve masraflarına gidiyor... Eşininki evin geçimine...
Bunları niye anlatıyorum? Çünkü Hülya Türkiye’nin kadın gerçeğinin bir parçası. Üstelik o gerçeğin hayli şanslı sayılabilecek bir kesiminden...


Neden mi?
√ En azından bir yere kadar okuyabilmiş. İlkokuldan sonraBuraya kadar otur oturduğun yerdedememiş ailesi. Köyden uzağa yollamış.
 24 yaşında evlenmiş. Yani çocuk gelin olmamış.
 Eşinden şiddet görmemiş. Ev işlerinde ve çocuk bakımında hiç yardımını göremese bile en azından engel çıkarmamış.
 İkinci çocuğa hiç yanaşmamış. Çünkü maddi açıdan bakamayacağım bir çocuğu doğurmak istemedimdiyebilmiş.
 Hayalim hemşire olmaktı, temizlik görevlisi oldum ama en azından bir işim var ve kızımı okutabiliyorum, diyor.
 Günde 10 saat çalışıyor, izin günlerinde evinin işleri ile uğraşıyor.
 Hiç tatile gitmemiş.
 8 yılı kalmış, emekliliğini bekliyor...
 Yakınmıyor, çalışıyor ve gülümsüyor. Üstelik öyle güzel, öyle içten gülümsüyor ki...
Yolların engellerle dolu olduğu, birini aşsa ötekine takıldığı, tökezleyip doğrularak tekrar düşerek ilerlenen bir yaşam kadınların yaşamı...
Hülya, istediği alanda nispeten kaliteli bir meslek eğitimi alabilmiş ve mesleğinde bir iş bulabilmiş olsa belki yol değişecekti ama bu kez yine büyük olasılıkla kreş engeline takılacaktı... Hülya gibi böyle on binlerce, yüz binlerce kadın var. Ve karşılarında onların engellerini azaltmak yerine maniaları artıran bir siyasi iktidar mantığı.
15 yıllık bir iktidar istese ülkeyi çalışan kadınlar için kreşlerle donatamaz mıydı? İstese kaliteli bir meslek eğitiminin taşlarını döşeyemez miydi? İstese ev işi ve çocuk bakımının çalışan kadın ve erkeğin ortak görevi olduğu vurgusunu yapıp bu algıyı topluma benimsetmekte biraz olsun yol alamaz mıydı? Emin olun hepsi olurdu? Ama istenmedi.


Onun yerine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Çalışıyorum diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkâr ediyor demektir. Anneliği reddeden, evini çevirmekten imtina eden bir kadın, iş hayatında ne kadar başarılı olursa olsun eksiktir, yarımdır” demeyi seçti. Şimdi bunu ısrarla söyleyen kişi, 16 Nisan’daki referandumda “evet” çıkarsa başkan olacak. “Evet” çıkarsa, oyların yarısını da kadınlardan almış olacak. Kendilerini evin içine tıkmaya çalışan adamın ağzından çıkacak sözlere kendilerini bilerek mahkûm etmiş olacaklar. Peki, o zaman Hülya’lara ne olacak?


Özlem Yüzak / CUMHURİYET

9 Mart 2017 Perşembe

AKP’nin motoru sökülmüş Rakka otobüsü - İLKER BELEK

Davutoğlu’nu kovdular ama hala O’nun Stratejik Derinlik vizyonunun izini sürüyorlar.


Bu vizyon iki olguyu olanak olarak değerlendirmeye çalışıyordu ve Ortadoğu’da Türk-Sünni bir etki alanı yaratma hedefindeydi: 1- ABD’nin bölgeyi yeniden şekillendirme planı ve bu planın içinde AKP’ye biçtiği özel rol. 2- İzleyen dönemde emperyalist sistemde giderek belirginleşen hegemonya krizi.

AKP önce plana, daha sonra ise krizin yarattığı belirsizliklere odaklandı.
Ancak olacak iş değildi. Zira, özellikle Türkiye’nin ekonomik hali bağımsız hareket etmesine hiç olanak vermiyordu. AKP’nin anlamadığı, anlamak istemediği şey buydu. NATO üyesiydi ve O’na kafa tutmaya çalışıyordu. Ama bir taraftan da alt emperyal rolleri özellikle oynaması gerekiyordu. Kendi tabanını başta türlü konsolide etme olanağı bulunmuyordu.

Neyse, Suriye’nin direnmesi, Esad’ın iktidarını koruması, gücünü pekiştirmesiyle bütün bu hayaller net olarak tükendi. Ama AKP hala anlamıyor.

Kendisine verilen izin, kendi beslediği pisliği temizlemek karşılığında Bab sınırıydı. Biraz da IŞİD’la yapılan anlaşmalar sonucunda burası ele geçirildi. Hemen sonrasında “Menbiç’e, oradan Rakka’ya ineceğiz” denilmeye başladı.

Olmayacağını hemen gösterdiler.

Önce ABD Menbiç’in en batı ucuna kendi özel birliklerini yerleştirdi, bayrağını dikti.
Sonra Suriye ordusu Rusya’nın gözetiminde, Halep’in kuzeydoğu kırsalında kalan Menbiç cebini doldurdu, Rakka karayolunu ele geçirdi, AKP’nin önüne dikildi.

Bundan hemen sonra ise YPG Rusya’nın direktifiyle Menbiç’in batı kırsalını Suriye’ye devretti. Ertesi gün Suriye ordusu Menbiç’in tüm batısında Kürt özerk bölgesi için koruma kalkanı oluşturdu. Sonuç olarak AKP’nin Tel Abyad’a doğru girişeceği bir macera ihtimali de yok edildi.
Dikkat ediniz bütün bunları AKP’nin stratejik iki müttefiki yapıyor. “İşin buraya kadar, bundan sonrası için hayal kurma” diyorlar. Rusya, “benimle Astana’da anlaştın, Suriye anayasa taslağını imzaladın, Suriye’nin toprak bütünlüğünü tanıdın, Cerablus ve Bab operasyonlarında birlikte hareket ettik, ama tamam, artık laf dinle” demeye getiriyor.

AKP anlar mı ? Anlayacak. Anlamazsa, Rus uçağının düşürülmesi sonrasında uygun görülen muamelenin daha ağırına muhatap bırakılacağı kesin.

Ama çok kritik bir unsur daha var. Bu gelişmeler esnasında AKP’nin Kürt koridorunu engelleme amacını da fiilen açığa düşürdüler. Suriye ordusu Menbiç boşluğunu doldurduktan hemen sonra, Bab’ın tam güneyinden, Afrin’den Menbiç’e, Suriye birliklerinin denetiminde Kürt kuvvetleri nakledildi. Ertesi gün ise Suriye ordusu, Haseke’den Deyr ez-Zor’a, yani doğu hattından, Kürtlerin denetimindeki bölgeden, güneye Rakka istikametine doğru ikinci bir Kürt koridorunun açılacağını açıkladı.

Hem Rusya-Suriye hem de ABD Rakka operasyonu için Kürtleri hazırlıyorlar.

Buradaki esas mesele artık IŞİD’in temizlenmesi değil: Suriye’de emperyalistlerin elini en fazla derecede sağlam kılan Kürt kartının masaya konulması.

En başından beri söylediğimiz gibi emperyalizm bölgede kendi denetiminde bir Kürt devleti istiyor. Rusya ve ABD bu konuda hem fikirler. Kürtler de zaten bunu görerek her iki güce yakın oynuyorlar. AKP’nin Rakka yönündeki otobüsünün motorunun çıkarılmış olması, Suriye iç savaşının sona yaklaşmakta olduğu bu dönemde,  artık bu planın en somut haline büründürülmekte olduğunu gösteriyor.

AKP bilimsiz, vizyonsuz bir parti. Kendi başına hareket etme yeteneği yok. Fırsatçılık yapmaya, kendisini kimin iktidara taşıdığını gizlemeye çalışıyor, sanıyor ki iki büyük gücü aynı anda kullanabilecek. Olmuyor, büyük plan bir biçimde işliyor.

Emperyalist oyunlara direnmenin tek yolu sınıf mücadelesini yükseltmek, barışı ve bağımsızlığı sosyalizme bağlamak. Çünkü emperyalizme karşı kazanmanın tek yolu onun karşısına birleşik ve bağımsız bir güçle çıkmaktır. Bu güç yalnızca işçi sınıfında mevcut.

İlker Belek / SOL

Kaynak: http://www.haberyirmi.net/2017/03/suriye-son-durum-harita-mart-2017.html

Kamu Denetçiliği Kurumu ne işe yarar? - KADİR SEV


Tayyip Erdoğan, 2 Mart 2017 günü, Kamu Denetçiliği Kurumunun düzenlediği Uluslararası Ombudsmanlık Sempozyumunda bir konuşma yaptı. Konuşmasındaki şu vurgular özellikle dikkati çekiyordu.
“Ülkenin ve vatandaşın menfaatine olacak birçok proje, hizmet ve eser; sistem içine özel olarak yerleştirilmiş vesayet odakları tarafından sabote edilmektedir(…)Kamuda etkinliği ve verimliliği artıracak, şeffaflığı, hesap verilebilirliği, denetimi güçlendirecek adımlar, çeşitli bahanelerle engellenmek istenmektedir(…) Biz, seçilmişlerin üzerinde sürekli baskı kuran, elindeki kamu gücünü siyaseti hizaya sokmanın aracı haline getiren bir zihniyetle çarpışarak ülkemize hizmet etmeye çalışıyoruz (...)Kamu Denetçiliği Kurumu, Devletle vatandaşı kucaklaştırma, aradaki engelleri kaldırma iradelerinin en somut tezahürlerinden biridir(…) Ombudsmanlık müessesesini Türkiye’ye çok daha önce kazandırmak istedik, 2006 yılında çıkarılan bir Kanunla TBMM’nde kabul edildi. Ancak dönemin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi (…)2010 yılında Anayasa değiştirildikten sonra 2012 yılında kurabildik.”
Kamu Denetçiliği Kurumu, gerçekten de söylenildiği gibi önemli işler mi yapıyor? Kararlarında, raporlarında neler yazar? Yazdıkları kimlerin işine yarar? Devletle vatandaşın kucaklandırılması ne demek ve bu işi nasıl başarır? Ülke ve vatandaş için yararlı olacak adımları sabote etmeye çalışan, “vesayet odakları” kimler ve neden böyle yapıyorlar? Anayasa Mahkemesinin Yasayı iptal gerekçesi haksız mıydı?
Kamu Denetçiliği olmazsa etkin, verimli, şeffaf ve hesap verebilir yönetim anlayışı gerçekleştirilemez mi?


Bu ve benzeri soruları yanıtlayabilmek için, Kamu Denetçiliği Kurumunu daha yakından tanımalıyız. Yazı biraz uzun olacak. Ancak AKP’nin gerçek niyetini, söylenenlerin ise içeriksiz olduğunu açıklayabilmenin başka yolu yok. Dilerim okurken sizler de sabır gösterirsiniz.

Sonuna kadar okumanızı özendirebilmek amacıyla bir bilgiyi şimdiden paylaşayım; Kurumun yargı özel raporunda, TBMM’ne Anayasa Mahkemesi kararlarını yok sayma yetkisi verilmesi için Anayasanın değiştirilmesi öneriliyor.

Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz yıl Mart ayında Can Dündar’la ilgili Anayasa Mahkemesinin insan hakkı ihlalinin varlığını kabul eden kararına kızmış ve “karara uymuyorum” demişti. Kamu Denetçilerinin mesajı aldıkları anlaşılıyor.

KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMUNUN GÖREVİ

Kurum,6328 sayılı Yasayla, gerçek ve tüzel kişilerin idarenin işleyişi ilgili şikâyetlerini inceleyip, araştırmak ve idareye tavsiyelerde bulunmak amacıyla kuruldu. Yasanın 1.maddesinde görev anlayışı şu sözlerle açıklanıyor;İdarenin her türlü eylem ve işlemleriyle tutum ve davranışlarını; insan haklarına dayalı adalet anlayışı içinde, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve önerilerde bulunmak.” 
 Kurum gerekli gördüğü durumlarda yıllık rapor yazma dönemini beklemeyip özel raporlar hazırlayabiliyor.

TBMM’nde seçilen bir başdenetçi ile 5 denetçi, denetim yetkisine sahip. Ayrıca Kamu denetçiliği uzmanı kadrosu var. 2017 yılı Performans Programında, bu kadrolarda 45’i Uzman; 39’u yardımcısı olmak üzere 84 kişi çalıştırıldığı yazılı. Ancak Yasada görev, yetki ve sorumlulukları belirlenmemiş. Denetçiler ne isterse onu yapmakla görevli sayılacakları anlaşılıyor.

Kurumun çalışma sistemi ise şöyle: Diyelim ki öğrencisiniz ve okulunuzla ilgili bir sorununuz var ya da kamuda çalışıyorsunuz ve İdare sağlık giderinizi karşılamıyor. Bu gibi sorunlarınızı çözebilmek için olağan yol, idare mahkemelerine başvurmaktır. Ancak nasıl olsa bedava diye bir dilekçe de Kuruma verebilirsiniz. En az 18 yaşında olmak gibi bir zorunluluk bile yok. Size 6 ay içinde bir karar gelecektir. Haklı bulunmuşsanız kararın altında; “idareye tavsiyede bulunulmuştur” yazısını göreceksiniz. Sevinmeyin, İdare bu tavsiyeye uymak zorunda değil. Yıllık raporlarında, çok azına uyulduğu belirtiliyor ve buna çözüm aranıyor.

Kurum, başvuruları 2013 yılında almaya başladı. 2015 yılı Raporunda, 2013 yılında 7.638 kişi; 2014 yılında 5.639 kişi; 2015 yılında ise 6.055 kişi olmak üzere toplam 19.332 kişinin başvurduğu yazılı.
Raporda, başvuruların konularına göre de dağılım yapılmış. Yarısını kamu personel rejimi ile Eğitim-öğretim- gençlik ve spor alanı oluşturuyor. Kalan yarısı da çalışma; sağlık; vergi; yerel yönetim hizmetleri gibi 19 alana dağılmış.

Raporda, üç yılda 213 tavsiye; 296 ret; 63 kısmen ret kısmen tavsiye kararı olmak üzere 572 dosyanın sonuçlandırıldığı yazıyor. Demek ki Kamu Denetçiliği Kurumu, üç yıllık faaliyeti sonucunda sadece 213 kişiyi tam olarak; 63 kişiyi ise kısmen Devletle kucaklaştırabilmiş; 296 kişiyi de üzmüş. Uyulmayan kararların bu sayıdan düşülmesi gerektiğini unutmamalıyız.
Bu arada kurumun bütçesinin 22 milyon lira dolayında olduğunu da belirtelim.

ŞİKÂYETLERLE İLGİLİ KARARLARINDA NELER YAZAR?

Başvuruların büyük çoğunluğunun konusu kamu çalışanlarının, eş durumu, tayin, harcırah vb sorunlarıyla ilgili. İçlerinde özelliği olan kararlara rastlayabilmek olanağı pek yok.
Başka alanlarda ilgi çekebilecek kararlarına rastlanıyor. İki örnekle yetineyim:
İlki, 7 Haziran seçimleri sırasında yapılan bir başvuruya ilişkin. YSK’nın seçim için hazırladığı eğitim dokümanlarının, Türkçe bilmeyenler dikkate alınarak Kürtçe olarak da hazırlanması istenilmiş. Kamu denetçisi, başvuruyu haklı görmüş ve YSK’na tavsiyede bulunulmasına karar vermiş. Referandum sürecinde hiç Kürtçe film, yayın, doküman görmedim. Gözümden kaçmadıysa bu tavsiye yerinde uyulmadığı ortaya çıkar.

İkinci karar, Lozan Andlaşması kapsamında azınlık kabul edilen vatandaşlarımızın sosyal haklarını ilgilendiriyor. Bir Kilise vakfının başkanı, din adamlarının maaşlarının Diyanet İşleri Başkanlığınca karşılanmasını talep etmiş. Kamu Denetçisi; “…..mümkün bulunması halinde meri mevzuatın işlerliğinin sağlanması, bunun mümkün olmaması halinde ise mevzuat değişikliğiyle şikayet konusu talebin yeterli oranda karşılanması yönünde Başbakanlığa tavsiyede bulunulmasına…” karar verilmiş.

Kamu denetçisinin, tavsiyede bulunduğu konuda yasallık incelemesi bile yapmadan bir sonuca vardığı anlaşılıyor.

YILLIK RAPORLARINDA NELER YAZAR?

Yıllık raporlarında AKP’ne övgüler düzülüyor.
2015 yılı Raporunda yer alan şu sözlere bakalım;
“Türkiye, özellikle 2000’li yılların başından itibaren, toplumsal ve siyasi değişimlere ayak uydurulması amacıyla hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan haklarına saygı ile hukuk sisteminin çağdaş normlara kavuşturulması hususunda son derece önemli adımlar atmıştır….gerçekleştirilen reform adımları, hukuk kurumlarını ve temel hak ve özgürlükleri daha da güçlendirerek modern bir Türkiye’nin oluşmasına fırsat vermektedir….2001, 2004 ve 2010 yıllarında gerçekleşen kapsamlı Anayasa değişiklikleri çerçevesinde 1982 Anayasasının büyük kısmı değiştirilmiş; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konularında önemli mesafe kaydedilmiştir….bu değişiklikler Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve hukuk karnesine çok olumlu kazanımlar sağlamıştır…”
AKP kadrolarından birinin ağzından çıkmış algısı uyandıran bu sözler, özerk ve yasasında bağımsız görev yapması öngörülen bir Kurumun yıllık raporunda yer alıyor.

ÖZEL RAPORLARINDA NELER YAZAR?

Kurum, gerekli gördüğünde özel raporlar da yazıp yayımlıyor. Bugüne değin Soma ve Yargı konusunu içeren iki özel rapor hazırladı.
Soma Raporu:
Soma maden raporunu okuduğunuzda, sanki bütün sorumluluk yalnızca Maden İşleri Genel Müdürlüğünün yetersizliğinden kaynaklanıyormuş gibi bir algı oluşuyor. Rödovans uygulaması, taşeronluk gibi temel sorunların ise genel geçer sözlerle geçiştirildiği görülüyor.
Şaka gibi bir öneriye de yer veriliyor: İşletmecilerin maden sertifikası çıkararak daha çok kaynak bulabilecekleri ve ileri teknoloji kullanma olanaklarına kavuşacakları, böylelikle “kazaların” en aza indirilebileceği belirtiliyor.
Adalet Sistemimizin Sorunları, İyileştirilmesi Ve Güvenilirliğinin Artırılması Hakkında Özel Rapor:
Raporun, Anayasa Mahkemesi kararlarının yok sayılabilmesi amacıyla geliştirdiği öneriler; yüksek yargıçların, sorun yaşanmadan tasfiyelerinin sağlanması konusundaki önerileri ile Gezi Raporunu hazırlayan Barolar Birliğinin hizaya sokulması önerilerinden söz etmekle yetineceğim.
Raporun sonuç bölümünün 71. Sırasındaki öneride aynen şunlar yazıyor; “…TBMM’de nitelikli çoğunlukla kabul edilen kanunların AYM tarafından iptal edilmesinde yine mahkemede nitelikli çoğunluk aranması, yasama organının iradesine saygı gösterilmesinin tezahürü olacaktır.”
Anayasa Mahkemesi Kararlarının yok hükmünde sayılması için neler yapılmalıdır.
Aynı paragrafta şunları okuyorsunuz; “ Anayasa mahkemeleri tarafından alınan bazı iptal kararlarının parlamentolar tarafından (nitelikli çoğunlukla karar alınarak) askıya alınabilmesi usulünün benimsenmesi demokrasi ve anayasa mahkemesi arasındaki bağı kuvvetlendirecektir.”
Demokrasi ve anayasa mahkemesi ilişkisi konusundaki sözleri okudunuz değil mi? Takılmayın! Dahası var. Bir alt paragrafta; “yukarıdaki önerinin kabul edilmemesi halinde anayasa değişikliğiyle, kanunlarla ilgili iptal kararlarına ilişkin ‘TBMM yorumu’ sistemi getirilerek AYM kararlarının yok hükmünde sayılması düzenlenmelidir.(raporda koyu yazılmış) deniliyor.
Anayasa Mahkemesinin uyması gereken ilkeler Sonuç bölümünün 74. Sayılı paragrafında şöyle sıralanıyor:Mahkeme, içtihadını oluştururken AİHM İçtihatları yanında uluslararası uygulamalarda olduğu üzere kamusal-kişisel yarar dengesini ve ülke koşullarını da gözetmesi gerektiğinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.”

Yüksek yargıda sorunsuz tasfiye nasıl yapılır:

27 Haziran 2016 tarihinde Kamu Başdenetçisi, Adaletimizin sorunları adlı bir rapor üzerinde çalıştıklarını; henüz bitirilmediğini ancak Danıştay Yasasında değişiklik tasarısının Mecliste görüşülmesi sırasında dikkate alınması için bir an önce açıklamayı uygun gördüklerini belirtmişti.
O günlerde Yargıtay ve Danıştay üyelerinin bütün olarak tasfiye edilmelerinin öngörüldüğü yasa tasarısı görüşülüyordu.
Raporda yüksek yargıçların sorunsuzca tasfiye edilebilmesi için Meclise ve Hükümete öneriler hazırlandığı görülüyordu. Sözgelişi FETÖ üyesi olduğu bilinen ancak kanıt bulunamayan yargıçlar, Yargıtay ve Danıştay yetkili kurullarınca görevden çekilmeye davet edilebilirler. Bakanlıkların hukuk müşavirliklerine atanabilirler, aylıklarında düşme olmazsa sorun çıkmaz. Yargı Strateji Üst Kurulu adında bir birim kurulup, buralara atanırlarsa “Türk yargısına hizmet etmeleri sağlanabilir” gibi bir dizi öneri sıralanıyordu.
Raporun açıklanmasını izleyen günlerde yüksek yargıda tasfiye yasası çıkarıldı ve bu önerilerin uygulanmasına gerek kalmadı. Olağanüstü Hal KHK’leriyle ise yargıda çok daha büyük boyutlu bir tasfiye gerçekleştirildi.

Barolar Birliğine Göz Dağı:

Raporun sonuç bölümünün 129 sayılı önerisinde baro temsilcilerine öğütler veriliyor;…baro temsilcileri ve sorumlu organları, siyasetle uğraşmamalı, dernek, sendikal kuruluşlarla ilişki kurmamalı, özellikle siyasi ve ideolojik söylemlerden uzak durmalı, ….kamu hizmeti gütmeli, hukuk üretme ve maddi gerçeğe ulaşmada aracı olma gayesi ile hareket ederek siyasileşmemelidir.”
Bu sözlerden sonra TBB’nin tarafsız olmadığına kanıt olarak yayımını üslendiği Gezi Raporu, örnek gösteriliyor ve öyle sözlerle eleştiriliyor ki; sanki karşınızda soğukkanlılığını yitirmiş biri var ve size saldırıyor.
Raporun (989) sayılı paragrafında; “…Raporun daha sunuş kısmında ‘demokratikleşme ve totaliterleşme sarkacındaki Türkiye’nin dünü, bugünü ve yarınına ışık tutmayı amaçlamaktadır’ ifadeleri kullanılmıştır.(….) ‘son on yıl Türkiye’sindeki baskın eğilim, hukuku sayısal çoğunluğa sahip grup yöneticilerinin iradesine tabi kılma yönünde oldu’ görüşü raporun taraflılığını teyit etmekte olup; bu durum hem raporu hazırlayan Gezi Hukuki İzleme Grubunun hem de TBB’nin demokrasiye bakış açısını ve siyasi duruşunu ortaya koymaktadır.” Deniliyor ve paragraf, tehdit içeren şu sözlerle bitiriliyor; “TBB’nin bu raporunu yorumsuz aktarıyor ve sadece Avukatlık Kanunu, barolar ve TBB’nin görevlerini hatırlatıyoruz. Barolar ve TBB’nin siyaset dışı olması tespitinde bulunuyoruz.” (raporda koyu yazılmış)

Raporun (993) sayılı paragrafında gezi direnişine çok sert sözler var;
“….gezi raporunda şiddet içermemek şartıyla toplantı ve gösteri yürüyüşünü kamusal alanlarda özgürce gerçekleştirmek ya da gerçekleştirmeyi talep etmenin, yurttaşın çevresel ve kentsel hakları kapsamındaki pozitif ödevi olduğu, bu ödevlerin yerine getirilmesini sağlayacak araç ve mekanizmaların oluşturulması ve bunların engellenmemesinin ise, devletin en temel ödevi olduğunu belirtmiştir. Ancak Gezi olaylarının bütünü açısından bakıldığında, istisnalar hariç, olayların barışçıl olmaktan uzak, şiddet içerikli Vandalizm örneklerinden oluştuğu gerçekleri göz ardı edilmemeliydi” (raporda da koyu yazılmış)
Konu yeterince anlaşılmıştır sanırım, uzatmaya gerek yok.

ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARI VE VESAYET ODAKLARI

Buraya kadar okumuşsanız, vesayet odakları; yasaların statükocu anlayışla yorumlanması; ülkenin gelişmesini istemeyenlerin ülkeye yararlı hizmetleri sabote etmeleri, gibi sözlerin gerçeklerle uzak yakın ilgisinin olmadığını görmüşsünüzdür. Ama yine de Kamu Denetçiliği Kurumunun kurulma sürecine kısaca değinmekte yarar var.
Kamu Denetçiliği Yasası 2006 yılında TBMM’nde kabul edilmiş, ancak 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, kimi maddelerini bir kez daha görüşülmek üzere geri göndermişti. Yasanın Mecliste aynen kabul edilmesi üzerine Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesine başvurdu. Mahkeme, Yasayı iptal etti.
Cumhurbaşkanının ve Anayasa Mahkemesinin iptal gerekçelerinde özetle; “Anayasanın 6. Maddesine göre hiçbir kimse ya da organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. TBMM’nin yetkileri Anayasanın 87. Maddesinde sayılmıştır. Sayılanlar arasında İdarenin denetlenmesi yer almamaktadır. Anayasaya göre yasama organı, yürütmenin sadece siyasi karar ve eylemlerini denetleyebilir deniliyordu.
“Anayasaya aykırılık sorununu çözebilmek için” 2010 yılında anayasanın 74. Maddesine bir fıkra eklendi ve böylelikle kurulabilmesinin yolu açıldı ve 6328 sayılı Kamu Denetçiliği Yasası, 29.6.2012 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Aklınıza, Meclisin İdareyi denetlemesinin ne sakıncası var?” gibi bir soru gelmiş olabilir. Gelmesin! Çünkü bu gerekçe; “Yasamanın muhatabı hükümetin emrindeki bürokrat değil, hükümetin kendisidir” anlamına geliyor.

Yasanın çıkarılmasıyla Meclis de küme düşmüş oldu: Meclise bağlı ve onun adına görev yapan Kurum, yalnızca bürokratlar üzerinde ve “tavsiye etmekle” sınırlı bir yetki kullanabiliyor.
Tayyip Erdoğan, dönemin Anayasa Mahkemesini, statükocukla ve kamu gücünü siyaseti hizaya sokmanın bir aracı olarak kullanmakla suçlasa da buna hiç hakkı yok. Yasama organına Anayasayla verilmemiş bir yetkiyi, yasa ile vermeye kalkmışsanız, Anayasa Mahkemesinin görevi, onu iptal etmektir.

Vesayet konusuna gelince: AKP kadroları, atanmışların Anayasal ve yasal yetkilerini kullanma biçimlerini beğenmemişlerse hemen vesayet odağı olarak damgalıyor. Tayyip Erdoğan’ın, Anayasa Mahkemesini vesayet odakları arasında saydığını biliyoruz. Bu nedenle de üyelerinin seçilme yöntemlerini değiştirdi ve neredeyse kendine bağladı. Böylelikle vesayet odağı olmaktan çıkardı.
Son yıllarda AKP kadrolarından yerli yersiz “millet iradesi” ve “seçilmişler-atanmışlar” sözcüklerini sıkca duymaya başladık. Bu sözleri, genel oyla seçilenlerin dilediklerini yapabileceklerini vurgulamak amacıyla kullanıyorlar. Atanmışlara, seçilmişlerin aldıkları kararlara karışma yetkisi tanınmasının millet iradesine aykırı düştüğünü savunuyorlar.
Bu görüş doğru değil. Çünkü Anayasanın 6. Maddesinde aynen; “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır (…)Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” yazıyor.

Böyle yazmasa, oyların çoğunluğunu alan partilerin, millet iradesi gibi belirsiz bir kavrama sığınarak “hukuk devleti; demokrasi” gibi ilkeleri umursamaksızın dilediğince davranmalarının önü alınamaz. Ancak AKP kadrolarının Anayasaya uymak gibi takıntıları olmadığı için bu kurallar onlara işlemiyor.
İleri demokrasilerinden filan vazgeçtik hiç olmazsa burjuva demokrasisinin ilkelerine uysalar.

KAMUNUN ETKİN, VERİMLİ, HESAP VEREBİLİR, DENETLENEBİLİR OLMASINI KİM İSTEMİYOR?

Etkinlik, verimlilik, şeffaflık gibi sözcükleri en çok kullanan Parti olmasına karşın AKP, hiç birinin gereğine uymuyor. Denetlenmekten de korkuyor. Bu nedenle de İdarenin eylem ve işlemlerini TBMM adına denetleyen, yaklaşık 150 yıllık deneyimi olan ve iktidarların etki ve gücünden olabildiğince korunabilmesini sağlamak amacıyla donatılmış Sayıştay, AKP döneminde denetim yapamayacak duruma getirildi.

SON SÖZ

Kamu Denetçiliği Kurumu, şikâyet üzerine harekete geçiyor. Örgüt yapısı ve yetenekleri çok sınırlı. İstenildiği kadar yüce değerler atfedilsin, etkin; verimli; hesap verebilir bir yönetimin gerçekleştirilmesinde hiçbir katkısı olamaz. Yaptığı iş denetim olarak adlandırılamaz. Vatandaşın devletle kucaklaştırılması her ne demekse, ona da yaramaz.

Şimdi başlıktaki soruyu yanıtlayabiliriz: Kamu Denetçiliği Kurumu yalnızca İktidarın işine yarar.
AKP kadrolarınca yüceltilen kurumlara ve değerlere ihtiyatla yaklaşmalı ve onu deşifre etmenin yollarını aramalıyız. Etkili bir mücadele yürütebilmenin başka yolu yok.

Kadir Sev / SOL

Suudi Arapların gerisine düşmek... - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bugüne dek bu denli “küresel bilinçle yaşanan bir dünya kadın günü” görmedim.
Dün güne bir Suudi gazetesinde çıkan çarpıcı bir yorumla uyandım... 



Muna Abu Suleyman isimli bir kadın gazetecinin kaleme aldığı, “Suudi Arabistan’da kadınlar için artık eski klişeler geçerli değil” başlığını taşıyan bir yazı, dünyanın en kadın düşmanı rejimlerinden sayılan Suudi Arabistan’da kadınların aldığı mesafeyi anlatıyordu.
Şubatta “Arab National Bank” ve gene bir Suudi Arap Bankası olan “Samba” isimli bankaların başına “ülke tarihinde ilk kez” kadın CEO’lar getirilmiş.
Suudi Borsası’nın başına da bir kadın atanmış.
Önemli “bakan yardımcılığı” pozisyonlarında da bundan böyle çok sayıda kadının görevlendirildiğinden söz eden yazı, Suudi kadınların istihdamdaki paylarının yüzde 34’e çıktığını söylüyordu.
Aynı gazetede Türk kadınları hakkında yazılan başka bir yazıda, Türk kadınlarının işgücü içindeki paylarının sadece yüzde 32.5 olduğu belirtiliyordu.
AKP iktidarı diğer deyişle kadın istihdamı rakamlarında Suudi Arabistan’ın dahi gerisine düşmeyi başardı. Bu zor kırılabilecek bir rekor.
Sade rakkamlar değil... Türkiye’nin canlı olan kadın hareketinin üzerine AKP yıllarında ölü toprağı serpildi.
Dünya çapında örgütlenen dünkü “uluslararası kadın grevi”, olağan koşullarda Türkiye’de çok daha aktif bir katılımla yaşama geçirilebilirdi. Ama Türk aktivistler anlaşılır nedenlerle “Türkiye’de OHAL koşulları ve çeşitli eylemlergrevler yüzünden birçok insanın soruşturma altında olması nedeniyle doğrudan grev yapılması mümkün görünmüyor” dediler ve eklediler:
“Bu kadın dayanışması çağrısına esnek yanıt vererek, uluslararası greve buradan bir ses vermeyi planlıyoruz.”
 
Polonya’dan gelen ilham
Benim yazıya oturduğum saatlerde dünyadaki “ilk” uluslararası kadın grevi sürüyordu. Benzerine önce hiç rastlanmamış bu grevden nasıl bir netice alınacağı henüz belli değildi. Türkiye’den de doğrusu küresel kadın grevine “nasıl bir ses verildiği”ni bilmiyorum. Ama Rusya’da örneğin bazı tutuklamalar başlamıştı. “Kremlin’i ele geçiren feministler 8 Mart’ınızı kutlar!” mesajı yayımlayan bazı aktivistler -misal- hızla tutuklanmıştı.
Polonya eylemleri ise ilk saatlerden itibaren “8 Mart’ın en iddialı eylemleri” olarak fark yaratmıştı.
Polonya’nın bu kadar ön planda olmasının nedeni, bu küresel inisiyatifin zaten Polonya örneğinden yola çıkarak hazırlanmış olması.
Ekimde hatırlayacak olursanız karalar giyinmiş yüz binlerce kadın ülke çapında büyük grevler ve gösterilere imza atmış, kadınların bu kalkışması sonunda Polonya’da hükümetin geçirmeyi hedeflediği kürtaj karşıtı yasa tasarısı tedavülden kaldırılmıştı.
Aynı günlerde Arjantin’de kadınların kitlesel şiddet karşıtı gösterileri muazzam yankı yapınca, uluslararası kadın hareketi öncüleri; bu yeni protesto yönteminden esinlenerek küresel bir etkinliğin hazırlığına girdiler. 

‘Kadınsız bir dünya’ dersi
Temel düşünce “8 Mart”ı bundan böyle sırf şenlikle değil; farkındalık yaratacak bir başkaldırıyla yeni bir noktaya taşımaktı.
Polonya, Arjantin gösterilerinden ilham alan “Women’s March” aktivistleri; önce ocak sonunda küresel bir gösteriyle “kadın düşmanı” Trump’ın Beyaz Saray’a çıkışını protesto etmekle yola koyuldu.
ABD’de Vietnam Savaşı’ndan bu yana yapılan en görkemli gösterilere imza attılar. Bununla da yetinmediler; 7 kıtada milyonlarca kadını sokaklara döktüler.
İvmeyi yitirmek istemeyen bu kadın hareketi eylemcileri, şimdi gösterileri sırf “Trump karşıtlığı” ile sınırlı tutmayıp, 8 Mart’a taşıyor. “Kadına karşı ayrımcılığa” karşı dünya çapında “uyanış” yaratmak isteyen hareket; hedefini “yüzde 99 için feminizm” olarak tanımlıyor. Elit “feminist hareketi” bütün kadınlara yaymak istiyorlar.
Dün kadınları sonuçta böyle bir hedefe varmak için dünya çapında “greve” çağırdılar. “Kadınsız hayat nasıl oluyormuş”u göstermek için, ister ücretli çalışan, ister ücretsiz ev işçileri olsun, kadınlardan, bir gün için işlerini bırakmalarını talep ettiler...
Fikir müthiş. Ama aşırı geniş kapsamlı.
Neo-liberal politikaların hâkim olduğu, sendikal örgütlenmelerin çözüldüğü, solun tık nefes olduğu bir ortamda bu kerte ihtiraslı bir projenin; sırf sosyal medyalarla nereye dek hayata geçirilebildiğini göreceğiz.
Gene de lafta kalan “8 Mart”lardan çok farklı bir rüzgâr bu. Farklı bir Dünya Kadınlar Günü. Ve farklı bir küresel eşik...

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Reytingin batsın! Kazanacağın para, alacağın reklam ve kanalın batsın...- ORHAN BURSALI

Evde bir dizi film ekranda dönüyor. Uzaktan dinlemek zorunda kalıyorum. Tabii ki kadın, aile, erkek, boşanma, şiddet, cinsel istismar, çocuk üzerine. Bu ilişkiler içine parayı, hırsı, intikamı, dalavere ve dolapları da katmazsanız, dizi film yapamazsınız.
Anneannelere soruyorum, en az iki saat sürüyor, 24.00 gibi biter... Bir kepaze ilişkiler ağı, toplumun en alt düzeyinde bir yaşam.. aşağılanan kadın.. sürekli istismar edilen bir çocuk.. tabii ki rezil ve cinayet işlemeye hazır erkek veya erkekler.
Bağırış çağırışlar, çığlıklar, öldüreceğim seni diye kadının üzerine çöken alt insan sınıfındakiler... Bir şiddet sarmalı ki sormayın.
Çalışma arkadaşlarım özellikle kadınlar arasında çok izlenen bir dizi olduğunu söylüyor. Oyuncular çok iyiymiş falan. Keşke oyuncular da kötü olsaydı, iyi oyuncular bir rezil ilişkiler filmini aklar mı?
Tabii ki savunacaklar: Topluma ayna tutuyor, bu ilişkiler yaşanmıyor mu yaşanıyor, eee nesinevkarşı çıkıyorsun!
Tümüne! Bu ilişkilere de ve bu ilişkilerin ekrana böylesine gaddarca ve alçakça yansıtılmasına da! 


Kazancını kadın mücadelesiyle paylaş
Ne kadar acımasız olursa kadına ve çocuğa karşı, ne kadar alçaklığı sergilerse o kadar reyting alıyormuş. Reytingin batsın! Kazanacağın para batsın, alacağın reklam da.. kanalın da batsın! Toplumsal şiddet üzerine böyle kazandığın para zehir zıkkım olsun!
Bu tür filmleri yasaklayamayacağına göre, kazancının yarısı kadınların eşitlik, şiddete karşı ve özgürlük mücadelesinde kullanılmak üzere yasal bir fona aktarılmalıdır! Bu fonu da kadınlar yönetmeli!
Soru: Bu tür filmler kadınlara şiddeti ve kadın cinayetlerini özendiriyor mu yoksa engelleyici rol mü oynuyor?
 
‘Demek hayat böyle, ne yapalım?’
Yanıtım: Azdırıyor. Demek hayat böyle, yapacak bir şey yok, kader bu yargısını pekiştiriyor. Şiddeti yükseltiyor, üstelik bu işin nasıl yapılması gerektiğine de yol yordam gösteriyor.
Umut Vakfı’nın verilerine göz gezdiriyorum:
Türkiye’de her iki kadından biri eşinden veya birlikte yaşadığı erkekten şiddet görüyor. TÜİK’e göre 10 kadından dördü erkek şiddetine uğruyor. Kadınlar her tür yasal korumaya karşı kendilerini “çıkmaz yolda” görüyor, haklılar, polis gözetiminde daha geçen ay 4 kadın öldürüldü, erkek yaratıklarca. 14 milyon kadın maalesef ülkemizde şiddete uğruyor… Hem de her yaşta, hamile bile olsa...
2016 Küresel Cinsiyet Uçurumu raporuna göre “cinsiyet eşitliğinde” 130’uncu ülke olarak resmen uçurumdayız. Türkiye’de kadınlar, eğitimde de 144 ülke arasında 109’a gerilemiş. Cinsiyet eşitliğinde 130’uncu sıradayız, kadınlar düşük ücret ve üzerine angarya da üstleniyor. 2015’te 413, 2016’da 397 kadın cinayete kurban gitmiş. 

15 yıldır kadınlar için ne yaptınız?
Türkiye’de bu iktidar altında kadınların hangi durumu iyileşti, lütfen bir rakam, sayı, bilgi, istatistik... 15 yıldır!
Bu iktidardan önceki dönemlerde kadınlar ne kazandılarsa onun hızı ve rüzgârı ile yaşıyorlar. Bu rüzgâr varsa hâlâ ve kesilmediyse eğer!
Kadınların toplumsal saygınlıkları ve kendilerini var etme koşulları açısından üst düzeyde en önemli kaçış alanı üniversiteler.. Akademik kariyer... Ve çok başarılılar!
Mesela iş hayatına bakalım. Şirket ve kurumlarda kadınların yönetim kademelerinde varlığı arttı mı, sanırım arttı. Yerleşik şirketlerin bilinçli pozitif ayrımcılığı burada etken oluyor. Yerleşik şirketler diyorum! Bunların hepsi 15 yıl öncesinin kurumsallaşmış şirketleri! Okuduğum bir rapordaki bilgiyi paylaşıyorum: 

Şirketlerinizde kadınlar ne durumda?
“Aromsa’da tüm çalışanlar arasında kadın-erkek oranı 50/50. Beyaz yakalılarda ise bu oran nerede ise 70/30 kadınlar; direktörler ve müdürler arasında da bu oran 60/40 kadınlar lehine. Bu, şirketimizin bugünlere gelmesinde çok önemli bir rol oynadı. Kadınların duygusal zekâları, problemlere yaklaşımları ve çözüm üretmeleri bazı durumlarda erkeklere göre daha gelişmiş oluyor. İşe alımlarda adayları birey olarak görüyoruz ve işe alım şartları olarak objektif kriterler uyguluyoruz.”
Soruyorum: Bu iktidar zamanında ve bu iktidarın desteği altında kurulan ve gelişen şirketlerde kadın çalışan ve yönetici oranı nedir?
Evet, kadınlar için 15 yıldır ne yaptınız (Türban serbestliği dışında)? Kadınlara şiddeti mi azalttınız? Toplumsal konumlarını mı yükselttiniz? Onlara iş alanlarını mı açtınız.. İş hayatında oranlarını mı artırdınız, eşitliği sağlayıcı önlemler mi aldınız?
Yoksa temel politikanız evinin kadını ol, kocana boyun eğ, 5 çocuk doğur politikası mı oldu!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Almanya’dan söz açılmışken... - ERGİN YILDIZOĞLU

Almanya’nın uluslararası “güçler dengesi” denklemi içindeki önemi giderek artıyor. Örneğin Financial Times şöyle yazabiliyor: “Angela Merkel, Batı dünyasının de facto lideri olduğu iddiasını, grotesk ve absürd olarak niteledi...” “öfkesini anlamak kolay. Modern Almanya’nın ne Batı’nın lideri olmaya niyeti var ne de bu yükü taşıyacak gücü” (06/03/17).
Bu tür gözlemlerde hep Çin’in adı geçerdi, belli ki yeni bir algı şekilleniyor: “Dış ticaret fazlası konusunda, ABD’nin öfkesine hep Çin hedef oluyor ama, Almanya’nın dış ticaret fazlası Çin’inkinden çok daha büyük ve gerek Amerikan ekonomisi gerekse de dünyanın geri kalanı açısından çok daha önemli” (Wall Street Journal 05/03/17) 


Almanya farkı
Almanya ekonomisi yavaş da olsa büyümeye devam ediyor. İşsizlik oranı yüzde 5.9’la birleşmeden bu yana en düşük düzeyde seyrediyor.
Pazartesi yazımda değinmiştim, “Olgun piyasa ekonomilerinin maliyeleri batık durumda”. Örneğin, bütçe açıklarının, GSMH’ye oranları yüzde olarak, ABD (-2.9), Avrupa Birliği (-3), Fransa (-3.2), İngiltere (-3.8), Çin (-2.8). Bunlara karşılık Almanya bütçesi (+0.9) fazla veriyor. Son veriler uluslararası ticaretin büyüme hızının 2016 yılında, mali krizden bu yana en düşük düzeye (%1.2) indiğini gösteriyor. Böyle zor bir ortamda Almanya’nın cari hesaplar fazlasının GSMH’nin yüzde 8.4’üne ulaşarak, 297 milyar dolarla, ekonomisi kendisinden üç kat büyük Çin’in 245 milyar dolar fazlasını geçmesi, ABD’de ve AB üyelerinde tepki çekiyor.
ABD’de yönetimler, cari açık bağlamında yakın zamana kadar, Çin’den gelen mallardan yakınırken şimdi dikkatlerini Almanya üzerine çeviriyorlar. Bunun iki nedeni var. Birincisi, Almanya’nın yüksek katma değer içerikli 10 ihracat dalından 9’u, ABD’nin en üst 10 ihraç dalındaki ürünlerle rekabet ediyor (WSJ). İkincisi, AB üyesi olarak Almanya, üye ülkelerin kriz içindeki ekonomilerinin etkisiyle şekillenen Avro/dolar oranından yararlanıyor. Böylece, Almanya’nın dış ticareti rekor düzeyde fazla verirken kullandığı para birimi değerlenmiyor, dış ticarette rekabet gücünü desteklemeye devam ediyor. 

ABD’nin ikilemi
ABD, SSCB’ye, sonra da Rusya’ya karşı Avrupa Birliği projesini, İngiltere ve Fransa’nın kaygılarına karşın Almanya’nın birleşmesini destekledi. Almanya da Avrupa Birliği büyürken katılan ülkelerin piyasalarını yatırım (kredi verip borçlandırarak; kârlı şirketlerini satın alarak, hem de bu kredilerin yarattığı talepten yararlanıp) ihracat pazarı olarak kullandı. Bu “saadet zinciri” kırılınca, bu kez de Alman ekonomisi Avro’nun AB krizinden dolayı düşük düzeyde kalan değerinden, bir anlamda diğer AB üyelerinin krizinden yararlanarak dünya ekonomisindeki ihracatını arttırdı, arttırmaya da devam ediyor.
AB üyelerinin Almanya üzerinde baskı yaparak dış ticaret fazlasını, AB’nin krizini aşmaya yardımcı olacak yönde kullanmaya zorlayacak güçleri yok. Buna karşılık, korumacılık eğilimi güçlü Trump yönetiminin, Almanya üzerinde anlamlı bir baskı yaratması beklenebilir. Eğer şu ikilemi aşabilirse:
Bir taraftan, Almanya’nın ekonomik modeli ABD için iki açıdan sorun: Hem dış ticaret açığını büyütüyor, hem AB’nin krizini derinleştirerek ABD açısından çok önemli bir ekonomik, askeri (NATO) blokun geleceğini tehlikeye atıyor. Diğer taraftan, ABD’nin Rusya’yı dengelemek, Doğu Avrupa üzerindeki Almanya-Rusya rekabetinden yararlanabilmek için Almanya’ya gereksinimi var...
Bu ortamda, ABD’nin AB üyelerine, savunma harcamalarını arttırmaları yönünde yaptığı baskı da akla Şeytan’ın ünlü uyarısını getiriyor: “Ne istediğine dikkat et bakarsın gerçekleşir”... ABD, NATO bağlamında üstlendiği mali yükü hafifletmeyi arzularken son yıllarda başını kaldırmaya başlayan Alman milliyetçiliğinin ve militarizminin güçlenmesini hızlandırabilir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Eyyy Almanya: Laiklik kadının özgürlüğüdür! - ZEYNEP ORAL

“Türkiye’yi yönetenler, kullandıkları kelimelerin anlamını bilirler sanırdık. Yani bilmelilerdi... Bu kadar bilgisizliği biz burada yaşayan Türkler anlamakta zorlanıyoruz... Erdoğan’ın Nazi benzetmesi üzerine tüm Türkiye’nin ayağa kalkması gerekiyordu...” (3. kuşak bir genç kadın.)
“Tamam, Erdoğan hem mağduru oynamak, hem sahte milliyetçiliği kışkırtmak, puan toplamak için Nazi benzetmesi yaptı ama bunun Almanlar için en büyük, en ağır küfür, insanın anasına küfretmek gibi olduğunu bilmiyor herhalde.” (Üçüncü kuşak bir delikanlı.)
“Nazi benzetmesiyle Almanya’da yabancı düşmanlığını kışkırtmak mı istedi Erdoğan? Canımızı malımızı tehlikeye atıp, sonra bizden oy mu istiyor.” (Yaşlı bir Türk)
“Her Alman geçmişiyle zaten hesaplaşmıştır. Geçmişinin bilincindedir. Erdoğan’ın Nazi deyip bu suçu farklı bir çerçevede kendi emelleri için kullanması, çok büyük yanlış. Şimdi Türk dostu olan Almanlar bile artık tatilde Türkiye’ye gitmeme kararı aldı.” (Yıllardır tüm tatillerini Türkiye’de geçiren Almanlar...)
Buyurun, buradan yakın!
Şu dünya ne tuhaf! Erdoğan’ın “İstersem atlar uçağa gelirim. Kapıdan sokmadığınız zaman da dünyayı ayağa kaldırırım” dediği, Bakanların “Evet” propaganda mitingleri yapmalarına izin verilmediği Almanya’dayım iki gündür... Bu yukarıdaki alıntılar, iki günde duyduklarım...


Münih’ten sevgiler
Fazla gürültü yapmadan atladım uçağa Münih’e geldim. Kimse ayağa kalkmadı. Dünya Emekçi Kadınlar Günü için beni davet eden “Initiativ Gruppe” (Girişimciler grubu) kadın kolları biraz telaşlıydı o kadar. Ama zaten referandum için “Hayır” propagandası için değil, 8 Mart için geldim.
Göçmen Türklerin ve Almanların çeşitli sanatsal ve kültürel etkinliklerde buluştukları, birlikte öğrendikleri, paylaştıkları, yaşamı daha yaşanır kıldıkları, yaşam alanının çoğaltıldığı bir ortamda konuşmacıyım. Konuşmamın başlığı “Cennette ve cehennemde kadın olmak”... (Elbet yeryüzündeki cennette ve cehennemde...)
Türkiye’de son on yılda kadın sorunlarıyla ilgili gelişmeleri gelişememeleri, karşıdevrimi konuştuk... Evet son on yılda çeşitli kazanımlar geriye gitti ama asıl OHAL’den beri bu geriye gidiş daha da hızlandı. Özellikle siyasette... HDP’li 7 kadın milletvekili halen tutuklu... 



Adını koyalım: Pedofili
Eğitimde kız çocuklarını okuldan uzaklaştırmaları... Kadın istihdamında düşüş...
13 -14 yaşında evlendirilen ülkemizdeki 3.5 milyon kız çocuğu... Tanrı aşkına artık buna “Çocuk Gelinler” demeyelim. Bunun adı sapıklık, ahlaksızlık, bunun adı pedofili!!!
Ve artan, ha bire artan şiddet: 2002’de öldürülen kadın sayısı 66’ydı. 2013’te 237... 2014’te 294... 2015’te 310 kadın... 2016’da 328 kadın... Yok mu artıran!!! OHAL’le daha da arttı! Bu yılın ocak ayında 29 kadın öldürüldü. Şubat ayında 38 kadın öldürüldü...
Ben bu yükselişin nedenini demokrasi noksanlığında, ülkede genel olarak şiddetin ve gerilimin kışkırtılmasında, adaletin, yargının işlememesinde, referansların hep dinden olmasında, yöneticilerin sapkın çağdışı söylemlerinde, örnek oluşturmalarında buluyorum. 


3 K - Kader değil
Salonda her yaştan insan var. Almanlar da var, çeviri yapılıyor. Soruların ardı kesilmiyor...
Yaşadığımız bunca şiddetin ve acının kader olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Hayır! Bunun nedeni yanlış politikalardır. Laiklikten vazgeçmektir.
Oysa laiklik demokrasi ve çağdaşlığın güvencesi. Laiklik insan haklarının, kadın haklarının olmazsa olmazı. Laiklik kadının özgürlüğü!
Toplantıda ansızın Hitler’in kadınlara öngördüğü “3 K” gündeme geliyor. Küche (mutfak), Kirche (kilise) ve Kinder (çocuk)...
Aman Tanrım tam da bugün Türkiye’yi yönetenlerin söylemine amma da benziyor... “Eyy Almanya” ve Nazi benzetmesi gündemdeyken sırası mı 3 K’nin...
Bir de bakıyorum “Kadın toplantısı” referandum toplantısına dönüşmüş, kararsızları bile “HAYIR” demeye yöneltmiş. Ben en iyisi yurda döneyim!


Zeynep Oral / CUMHURİYET

8 Mart 2017 Çarşamba

Erkeğin hakikati, kadınlığında saklıdır! - TAYFUN ATAY

Erkek de kadın da insanlıklarından eksilerek “erkek” ve “kadın” olurlar. “Erkeklik” ve “kadınlık” diye toplumsal-kültürel plânda karşımıza çıkan kimlikler, roller ve hâller aslında “yapıntı” yani inşadır. “Toplumsal cinsiyet”, sonuç itibarıyla bir (insanî) bütünlüğün düzen kurma ihtiyacıyla ikiye ayrılarak karşıtlık ilişkisi içine sokulmasından ibarettir. 

 
Fransız yapısal antropolojisinin kurucusu Claude Lévi- Strauss’a borçlu olduğumuz “ikili karşıtlıklar” kavramı, kadınerkek ikiliğini ele alma ve tartışma yolunda da bize elverişli bir zemin sunar.
Lévi-Strauss’a göre, bir düzen arayışı içinde olan insan zihni, sürekli akış halindeki “kaotik” varoluştan sabitlenmiş bir düzen çıkarma derdindedir hep... Ve bu, her kültürde tespit edilebilen bir temel itkidir.
Dolayısıyla kültürler, doğal durumda birbirinin devamı, dönüşümsel sürekliliği olan ve birbirine içkin farklılıkları, aralarında hiçbir benzerlik, ilişki, bağ bulunmayan, birbirinden kesinkes kopmuş karşıtlıklara dönüştürürler: Gece-gündüz, insan- hayvan, ak-kara, güzel-çirkin, doğru-yanlış, doğum-ölüm gibi... (Hâlbuki mesela doğumdan itibaren ölüm süreci de başlar ve yaşam, hücresel akışa bakıldığında doğumla ölümün iç içe yol aldığı bir maceradır.)
Bu ikili karşıtlıklar, toplumsal ve kültürel hayatı sürdürme yolunda kendi kendimize ürettiğimiz evrensel ve elbette bir ihtiyacı, düzen ihtiyacını karşılamaya yönelik “işlevsel” yalanlardır. Toplumsal yapı, ikili karşıtlık içinde düzene konur, düzenlenir. “Ya o ya da bu”sunuzdur ve “Araf”ta olmaya da, “hem o, hem de bu” olmaya da “yapı”nın tahammülü yoktur.
Kadın-erkek ayrımı, “kadınlık” ve “erkeklik” ikili karşıtlığı da böyledir.
Her erkekte bastırılmış bir kadınlık, her kadında bastırılmış bir erkeklik yatar. Dipte, derinlerde, sessiz sedasız...
Bir örnek vermek gerekirse “yapı”, erkekten, son derece “insanî” olan şefkatini ve duygularını bastırmasını ister. Kadından da yine son derece insanî olan öfke ve isyanlarını bastırmasını... Bastırmadıklarında bu, “kültürel” cinsiyet normlarının ihlâli olup yer ve zamana göre değişik derecelerde (ayıplama, kınama, dedikoduya uğratma, alaya alma, hakarete vurma, şiddete maruz bırakma gibi) yaptırımlara yol açacaktır.
Tabii kadın-erkek ikili karşıtlığının daha vahim yönü, eşitsiz yapılanmış olarak karşımıza çıkması... Ezelden ebede ve diyardan diyara değişmez, yerinden edilemez, aşılamaz bir “dert” gibi görünen ataerkillik bunun sonucudur.
Hâlbuki doğru değil. Erkek iktidarı, ataerkillik, ezelden beri var olmayıp insanlık tarihinin belli bir aşamasında karşımıza çıkıyor. Ezeli değil, “tarihsel” o...
Aynı şekilde, evrensel olduğu da söylenemez. Dünya üzerinde ataerkilliğin geçerli olmadığı, cinsiyetler-arası eşitliğin görüldüğü toplumlar dün elbette çok daha fazlasıyla vardı, bugün de az da olsa var.
Ve sakın, istisnalar kaideyi bozmaz demeyin! Bu çarpık “kaide”yi bozmak lâzım!..
Üstelik sadece kadınlar için, onları düşünerek değil, erkekler için ve erkeklik cephesinden de bozmak, bozmayı istemek lâzım!..
Çünkü erkek iktidarı, diğer tüm iktidar mekanizmaları gibi, onu temsil edeni, taşıyanı, hayata geçireni de ezen bir işleyiş arz eder. “Erkek olmak” ve erkekliği sürekli yeniden üretmek adına, aslında ta en baştan bir “insanî yeniklik” içinde, hayat boyu ruhsal, duygusal ve vicdanî bir bastırılmışlık düşer payınıza...
Boşuna yıllardır bas bas bağırmıyoruz, erkeklik en çok erkeği ezer diye!..
Dolayısıyla “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü sadece kadına özgü çerçevede, sözgelimi kadın hakları, kadın cinayetleri, kadına yönelik taciz, şiddet, vb. sorun başlıklarının ötesinde, ataerkilliğin “içeriden” mahkûmu ve mağduru erkekleri de hesaba katarak değerlendirmek bir ihtiyaç. Onların ruhsal evreninde bir “kara delik” olan erkekliğin ötesindeki kültürel anlamda bastırılmış kadınlığı fark etmelerini, keşfetmelerini, ihya etmelerini sağlama yolunda da anlamlandırılması gereken bir gün bu... 
 
O yüzden 8 Mart, bütün erkeklere kutlu olsun!..

Tayfun Atay / Cumhuriyet

8 Mart unutmamaktır - ÇİĞDEM TOKER

Hazine’yi zarara sokan, hepimizin ama en çok çocuklarımızın ekonomik geleceğini rehin alan “imtiyazlı” projelere; iktidarın yol verdiği rant ortaklıkları uğruna göz yumulan usulsüzlüklere bir yazı ara verip; 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden söz edecektim bugün.
Bir yandan, ne kadar güzel çiçekler, nasıl da mutena kenar süsleri olduğumuza dair asap bozucu alt metinler üzerine yazılı kozmetik, akıllı telefon, tablet ve giyim sektörlerindeki Kadınlar Günü indirimlerini müjdeleyen e-postaları siliyordum.
Ki, o anda belirdi ekranda acı haber:
Ankara’da bugün toplanacak 22. Kadın İşçiler Büyük Kurultayı için yola çıkan Türk Metal Sendikası 1 No’lu Şube üyeleri trafik kazası geçirmişti.
Leyla Çiçek, Refika Barışsever, Özlem İnan, Fatma Hacıoğlu, Güleydan Sezer, Elvan Mutlu ve Leyla Yalçın’ın, 8 Mart yolculuğunda yaşamını yitirmesi, kederi çoğaltıyor, kelimeleri hükümsüz kılıyor. 
 
Bu çağda başka ülkede yaşasak, tarihsel anlamı olan bir günde yan yana gelmek isteyen emekçi kadınlar için şehirlerarası bir yolculuk ölümle sonuçlanmayabilir miydi? İnsanın yüreğinin içine oturan kazada, sendikacı yedi emekçi kadının aramızdan ayrılışında, ülkedeki toplumsal ve insani değerlerin erozyona uğramasının, toplumu bir arada tutması gereken adalet duygusunun kaybolmasının doğrudan değilse bile dolaylı payı vardır. 

***
Kadınların yıldan yıla değil, artık günden güne ağırlaşan büyük sorunları var bu ülkede. Ve mevcut iktidarın, çözmek şöyle dursun, siyasal İslamı bazen kabalık bazen incelikle referans alan politika ve uygulamalarının, kadını eve kapatan sosyoekonomik politika tercihlerinin, sorunların bizatihi nedeni olduğu yüksek sesle tartışılıyor.
Bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği habere göre, 2017’nin ilk iki ayında erkekler 53 kadın öldürdü, 13 kadına tecavüz etti, 17 kadını taciz etti, 48 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 51 kadına şiddet uyguladı.
Bu tablonun nasıl yönetildiğimiz ile bir bağı olsa gerek. 

***
Neşesi, özgürlük hayali çalınarak, dinsel kurallar dünyasına hapsedilen kız çocuklarının nasıl da son yıllarda çoğaldığına, çocuk evliliklerinin nasıl da hızla yaygınlaşan biçimde gelir kapısı olarak görüldüğüne, kız çocuklarının derme çatma tarikat yurtlarında yanarak ölüme mahkûm edilişine bir bakın. Sonra da Cumhuriyet’in kız çocuğuna hak ettiği değeri veren, kadını eşit bir yurttaş olarak görüp politik tercihlerini buna göre şekillendirdiği yıllara bir dönüp bakın.
Cumhuriyet’i kuran değerler ve kurallar bütününün tek başına yetmediği, peşi sıra on yıllara yayılan uzun soluklu çabalar ve mücadelelerle var edilen kazanımlar, cinsiyetçi ve siyasal İslamcı politikalarla çok hızlı ve derin bir aşınmaya uğratıldı.
Kadınları eşit işe eşit olmayan ücretten, siyasal alandaki eşitsiz katılıma uzanan bir hayat alanında geri plana iten, “töre” zorbalığıyla kadını ezen sistem bir kader değil.
Tam da bu nedenle kadın cinayetlerinin artık tek bir günü dahi “pas” geçmediği, çocuk evliliklerinin ekonomik bir girdi olarak görüldüğü, cesaretiyle, dik duruşuyla, özgüveniyle, mücadele azmiyle insanlara umut veren pek çok kadın yaşıyor bu ülkede. İyi ki yaşıyorlar... 
 
8 Mart’ın bir kutlama değil, unutmama gününe dönüşmesi onlar sayesinde çünkü...


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Hayırın hayrı - ÖZGÜR MUMCU


Referandum tarihi yaklaştıkça “evet” cephesinin savruk görüntüsü iyice belirginleşmekte. Binali Yıldırım’ın mitingleri bir hayli sönük geçiyor. Kendisi de sağ olsun “abidik, gubudik” gibi çıkışlarıyla iyi bir “hayır” neferi gibi çalışıyor. Sayın Erdoğan ise hayır oyu verecekleri PKK’li ilan etmenin kesmediğini görmüş olsa gerek ki bu defa 15 Temmuz cuntacılarının hayırcı olduğunu söyleyiverdi. 
 
İktidara yakın anketlerde bile en azından toplumun yarısının hayır oyu kullanacağı görülmekte. Toplumun yarısını terörist ve darbeci diye değerlendiren birine herhalde “evet” oyu vereceklerin bile kafası karışmıştır. 
 
“Evet” kampanyasının bir türlü beklenen karşılığı alamaması işin tehdide dayandırılmasına yol açtı. Cumhurbaşkanı’nın sayısız başdanışmanlarından İlnur Çevik Bey Twitter üzerinden hayır diyenlere “Haziran sonrası Türkiye’deki kaos ve istikrarsızlığı mumla ararsınız” diye seslendi. Sonra gelen tepkiler üzerine yazdıklarını sildi. Ancak Kenan Evrenvari bu tehdidi kayıtlara geçti. 
 
Evet cephesinin ordusuz komutanı Devlet Bahçeli de gidişattan memnun değil ki o da üslubunu denetlemekte güçlük çekiyor. Sinan Oğan’a konuşma yaptığı sırada saldırılmasını “Bunun neresini değerlendireyim. Bir kişi kürsüyü yıkıyor. Kimseye bir şey olmuyor. Ülkücü hiçbir şeyi yarım bırakmaz” diye yorumladı. Umalım ki söylediklerinin ne anlama geldiğini fark etsin ve derhal özür dilesin. 
 
İktidar medyası kendi arasında hangimiz daha reisçiyiz temalı bir kavgaya tutuştu. Hayır oyu verecek seçmene nasıl saldıracaklarını bilmediklerinden zamanında kendilerinin de verdiği destekle cemaatin hapse attığı subayların halka “hayır”ı anlatmasında bile cuntacılık arar oldular.
Karşımızda seçmene hakaret eden, halkın yarısını terörist ve darbeci ilan eden, aba altından sopayla milleti tehdit eden, yarattığı gerginlik kendi içine sıçramış belli ki korkmuş ve endişeli bir anlayış var.
Erdoğan tarzı liderlerin toplumu gererek ve kutuplaştırarak siyasi başarıya ulaşmayı tercih ettikleri malum. Ancak ölçüsüz gerginlik siyasetinin sonunda gerilen toplumsal fay hatlarının kırılması da ihtimal dahilindedir. 
 
Bu sebeple kimliklerin üzerinde bütünleştirici bir hayır kampanyası çok önemli. Bunca hırpalanan, yorulmuş ve gerilmiş bu toplumun hayır tercihiyle kendisine dayatılan ayrımları reddetmesi herkese iyi gelecek. 
 
Memleketimiz büyüktür. Bir kişinin her şeyi belirlediği bir rejimle yönetilemeyecek kadar büyük. Referandumda sorulan soru basit: Türkiye tek kişinin yönetebileceği azgelişmiş bir ülke midir?
Dolayısıyla, azgelişmiş ülkelere özgü başkancı sisteme, kutuplaşmaya, gerginliğe, düşmanlaştırmaya hayır. 
 
Hayırda hakikaten büyük hayır var.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kabul edin, hepiniz hastasınız! - Faruk Bilen Çelik

Akıl almaz bir hastalık ile karşı karşıyayız. Son bir yılda giderek yaygınlaşan, yandaş medyanın büyük katkısı ile ülkemizde sadece gençlerin değil; ev, iş, okul ve aile başlıklarında ortalamanın üzerinde sorun yaşamayan insanların bile kapıldığı bir hastalık bu…

Ülkeden kaçmak…

Yaşadığımız, büyüdüğümüz, anılarımızı biriktirdiğimiz memleketimizden kaçmayı tereddüt etmeden yanlış kategorisine koymak mümkündür.
Ülkemizin yaşanılamaz halde olduğu büyük bir gerçeklik; sokakta rahatça dolaşabilmemizi bile kısıtlayan güvenlik tehditleri, kadınların sosyal hayata tutundukları alanların giderek daralması, medya, akademi ve diğer pek çok alanda muhalif seslerin mahkum edilmesi, çocuklarımızı birer yarış atına dönüştüren ama özünde hiç birşey veremeyen eğitim sistemi, işsizlik, sömürü ve bu karanlık düzen…
Hepimiz bunları neredeyse çok iyi biliyoruz. Hatta yakından deneyimliyiz. Peki bu durumda tek çare kaçmak mı?
Hiç tereddütsüz söylenebilir ki kaçarak kurtulamadığımız, bizim emeğimizi ve fikirlerimizi sömüren o düzenin adı kapitalizmdir. Bunu bile bile memleketi terketmeyi düşünenler ise aslında vicdani bir çıkmazın içindedir.

Nasıl mı?
Farz edelim ki dünya haritasından bir yer beğendiniz ve gittiniz. Çok büyük hayaller içerisindesiniz; çünkü ekonomik, sosyal, kültürel vb. anlamda gelişmiş bir ülkedesiniz. Her şey gayet rahat, gittiğiniz ülkede burada kazandığınızın iki katını kazanıyorsunuz, belki de ülkenizde yapamadığınız birçok şeyi rahatlıkla yapabiliyorsunuz, kültürleriniz asimilasyonun kıyısına bile uğramadan duygusal bir paylaşım halini alıyor, asgari düzeyde de olsa devam ediyor fakat ülkenizden bağınızı koparamıyorsunuz. Büyük bir iç çatışma içerisine giriyorsunuz.
Nasıl mı?

Daha açıklayıcı olalım.
“Belki okurum” diye yanınızda götürdüğünüz aşk romanını matbaada hazırlayan işçinin eline giyotin bıçağı düşüyor, parmakları kopuyor, haberlerde görüyorsunuz. Birileri çıkmış televizyona, yalanlar söylüyor, lanet ediyorsunuz. Geride bıraktıklarınız, dostlarınız; ayağına pranga vurulmuş, bin bir haksızlığın, eşitsizliğin içerisinde kabullenemiyorsunuz. Ankara’da bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, korkuyorsunuz; gittiğiniz o gelişmiş, her şeyin rahat olduğu ülkede yılbaşı büyük bir coşku ile kutlanıyor, bir bakıyorsunuz ülkenizde Reina saldırısı…

Evet, kendinizle çatışma içerisine giriyorsunuz; nedeni ise çok açık:  aynı düzenin sürdüğü bir dünyanın hiçbir yerinde rahat olamazsınız.

Kapitalizmin ve emperyalizmin ayak bastığı, hâkimiyetini sürdürdüğü bir düzenden kaçarak kurtulmak?

Mümkün değil.

Zannediyor musunuz ki Batı Avrupa ülkelerine, örneğin Almanya’ya göç eden insanların sömürüsüz bir dünyada yaşadıklarını. Çalıştıkları fabrikalarda çok iyi şartlarda çalışıyor ve bu “medeni” ülkede sermayedarların da patronların da bizim ülkemizdekilerden daha insancıl olduklarını!
Zannediyor musunuz ki İran’da İslami devrim sürecinde ve sonrasında ülkeyi terk eden “orta sınıf” İran vatandaşlarının zulümden kaçabildiler.

Bildiğimiz, yakından izlediğimiz bir örnek: Suriye.

Savaştan, bombalardan, kaçıp bataklığın içine sürüklenen insanlar. Ülkemizde en ağır iş kollarında üç kuruşa çalıştırılanlar. Sokak başlarında tecavüze uğrayan Suriyeli kadınlar. Mendil satarken canlı bombalardan kaçamayan paramparça olan Suriyeli çocuklar…
Düşman kalesine sığınmak, kamufle olmak.

Akıl karı değil.

Bugün hayalini kurduğunuz, canla başla orada yeniden hayatımı kuracağım dediğiniz ülkelerin, yaşadığımız topraklarda sınıfsal sömürünün büyümesinde, rol oynamasında parmakları var. Yaşanılmaz hale getirilmeye çalışılan; bilime, sanata, aydınlanmacılığa kin kusan bir düzenin kalelerinde yaşamayı düşünmek anlaşılabilir, ancak bu kaçışı meşru hale getirmek hastalıktır!
Toplumsal bilinci ile yozlaştırılmak istenen ülkemizin kapıldığı hastalık budur.

Düşünsel olarak ise gayri meşrudur. Saçmalıktır.

Hastalıktan kurtulmak ise mümkün: Ülkemizi sevmek, sorumluluk almak.

Bu lanet düzene karşı mücadele etmek, örgütlenmek, inat etmek.

Önümüzdeki referandum sürecinde bir “Hayır” oyu vermenin yeterli olmadığını görmek, ötesine geçmek, sesi günden güne çoğaltmak.

“Ne değişecek ki?” ile başlayan kısır döngü sorularıyla yol alamadığımız malum.


Bu malum kısır döngüden çıkmanın yolu da malum. Ve son derece bilimsel: Değiştirme eylemi olmadan bütünlüğü göremeyiz.

Faruk Bilen Çelik / SOL

AKP yırtınıyor ama insanlar kanmıyor!... - FİKRİ SAĞLAR

Gündem belli.
Mevcut iktidar doludizgin ülkenin rejimini değiştirmek için yalan üstüne yalanlar söyleyerek milleti aldatma turlarına çıktı!..
Her gün bir meydanda Başbakan sesi kısılana kadar bağırarak, “başbakanlığın ne kadar gereksiz bir konum olduğunu” anlatıyor.
“İki başlılıktan” bahsediyor. “Koalisyon devri bitti” diyor!
Ve neden evet denilmesi gerektiğini, “hayır diyenleri” umacı gibi göstererek anlatmaya çalışıyor!..
Yani hem kendini aşağılıyor, yok sayıyor; hem de bu anayasa değişikliğinin ülke yararına olmadığını bildiği için, Anayasa’nın gerekçeleri öğrenildiğinde insanların tepki duyacaklarının farkında olduğu için yapılanları saklıyor…
Daha da vahimi, tam da kendisi için belirlenen “düşük profil” niteliğine uygun bir şekilde doğruyu söyleyenleri karalamak adına yırtınıyor…

                                                                                  •••
15 yıldır istedikleri her şeyi yaptıklarını unutuyor!
Cemaatler koalisyonunu kendilerinin oluşturduğunu saklıyor!
15 Temmuz faillerini kendilerinin yerleştirdiklerini gizliyor!
Bir adamın tek başına hem hükümet, hem Meclis ve de mahkeme olacağını söyleyemiyor!
Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan “laik demokratik Cumhuriyeti yıkıyoruz!” diyemiyor…
Dahası; yalanlarla, dolanlarla ve gerçeğin farkında olanları itham etmelerine rağmen yurttaşları kandıramıyor!..

                                                                                 •••
Yani; AKP’liler her türlü yalan ve riya yolunu deniyor. Ama ikna için kapasiteleri yetmiyor!..
Bu arada hiç değinilmeyen bir konuyu da bilginize sunmak isterim...
Mevcut Başkan (CB) seçime girdiğinde devletin tüm olanaklarını tek başına ve de alabildiğince vahşice kullanırken, diğer adaylar devletin gücü karşısında nasıl seçim çalışması yapacak? Hangi kaynağı kullanacak? Daha doğrusu mevcutla nasıl yarışacak?..
Referanduma götürülen değişiklikte adayları koruyacak, seçim adaletini sağlayacak herhangi anayasal bir güvence yok!..
Bu durum bile, tek bir adamın ömür boyu hükmetmesini sağlayacak bir yapı oluşturulduğunu gösteriyor!

                                                                                    •••
Türkiye, çok sıkı bir şekilde başına örülmeye çalışılan “örümcek ağının” farkında!..
Sadece ülkede yaşayanlar değil, özellikle yurtdışında seçmen konumunda bulunanlar da oynanan oyunu çok net görüyorlar.
Hatta “sizler farkında değilsiniz, dışarıdan daha iyi anlaşılıyor” diyerek, yapılanları, yapılmak istenenleri ve de ülkenin başına gelecekleri, bizlerden daha iyi analiz ediyorlar.

                                                                                    •••
Düşünün, hak, özgürlük ve eşitlik ilkelerine sahip, laik, sosyal ve hukuk devletini önceleyen demokratik bir rejim yerine, diktatör olacak bir adamı, etik kurallardan uzak bir siyasi güruh, insanlara yeni ve en doğru bir hükümet etme biçimi diye satmaya çalışıyor!..
Amaçlarına ulaşmak adına ahlaktan yoksun, her türlü hileyi uygulamayı ve yalanı söylemeyi mubah görebiliyor!..
Tabii millet yutmuyor!.
15 yıldır yalan söyleyen ve aldatanlara hiç olmazsa bu kez sandıkta yeter demek istiyor!
Onlar konuştukça “HAYIRLAR” artıyor!..
HAYIRLAR arttıkça onlar kuduruyor!..
Kısacası AKP için “takke düştü kel göründü!..”

                                                                                  •••
Geçen hafta Balıkesir milletvekili Mehmet Tüm ve BirGün yazarı İbrahim Varlı ile 21 saat süren uçak yolculuğu sonrası gittiğimiz Avustralya’da yurttaşlarımızla buluştuk.
CHP Avustralya Birliği Başkanı Hakan Gürbüz ve yönetim kurulu üyeleriyle önce Sydney, daha sonra Melbourne kentlerinde “Anayasa değişikliği” ile ilgili çalışmalar yaptık.
Esnaf, kahveler ve STK’leri ziyaret ettik.
Sonrasında salon toplantılarında yurttaşlarımızla birlikte olduk.
Her iki kentte de ilgi çok büyüktü!..
Melbourne CHP Birliği Başkanı Özer Keleş ve yönetimi ile “HAYIR Platformunun” düzenlediği salon toplantısı Sydney’de olduğu gibi coşkuyla geçti.
Gördüğümüz o ki; yurttaşlarımız yapılan Anayasa değişikliklerinin “laik demokratik Cumhuriyetin” sonu olacağını çok iyi anlamışlar.

                                                                                •••
Avustralya genelinde oluşturdukları “HAYIR” platformları çok yoğun çalışıyor.
Bu platformların içinde her düşünceden ve kuruluştan insanlar var.
Birbirilerine ters gelebilecek örgütlerin bile ortak bir noktada buluşmuş olmaları demokrasi adına çok büyük önem taşıyor.
Bu örgütlerin liderleri müthiş bir hassasiyetle çalışıyor, referandumda HAYIR çıkması için çaba sarf ediyor..
Birbirlerinin varlığından rahatsız olmak yerine, ortak aklı ortaya çıkarmanın peşindeler. Karşılıklı anlayış içindeler. Geçmişten ders çıkarmışlar. Bu kez durumun çok vahim olduğunu söylüyorlar. “HAYIR Hareketine” zarar gelebilecek her şeyden kaçındıklarını çok net ifade ediyorlar.
Şunun farkındalar; zaten sıkıntıda olan “demokratik rejim” hepten elden gidiyor.
Yıllarca bedel ödeyen insanlar, bu kadar kolay demokrasiden vazgeçmek istemiyorlar.
Darbeler ve müdahalelerle yurtlarını terk etmek zorunda kalan devrimciler, aydınlar, emeklerinin çalındığını bildikleri için gurbette iş aramaya gelen işçiler, öğrenciler, herhangi bir nedenle zorunlu olarak yurtlarını bırakanlar ya da gönüllü olarak doğru ve çağdaş yaşam koşullarını arayanlar, akıllarından hiç çıkarmadıkları anayurtlarında tek adamlı dikta rejimine dönülmesine razı değiller…

                                                                                   •••
Dahası Avustralya’da yaşayan yurttaşlarımız sadece ülkemizin siyasetine katılmakla kalmamışlar şimdi yaşadıkları yerde de siyasete dahil olmuşlar.
Yerelde bakan, milletvekili, belediye başkanı, belediye meclis üyeleri olmuşlar.
Yani demokratik yaşamın içindeler ve birlikte yaşadıkları Anadolu göçmenlerinin demokrasi kültürlerinin gelişmesi için çaba sarf ediyorlar.
Bilinçlenen insanları aldatmak kolay değil...

                                                                                 •••
Ülkede insanlarımızı kandırmaya çalışan havuz medyası, yurtdışında pek etkili olamıyor.
Bunun iki nedeni var.
Birincisi yurtdışında yaşayanlar, yaşadıkları ülkelerde demokrasiyi benimsemiş, laikliğin getirisinin farkında, sosyal ve hukuk devletinin kurallarını öğrenmiş kişiler.
Geleneklerinden ve kültürlerinden kopmadan çağdaş bir yaşam sürdürüyorlar.
İkincisi yaşadıkları ülkelerin siyasal yönetimleri, Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve adil yargılamanın olmadığına dair özgürce düşünce belirtiyor. Medyası meslek etiği anlayışıyla Türkiye’de olanları tek yanlı ve abartılı vermiyor. Yorumların mümkün olduğunca objektif olduğu biliniyor.
Böylece doğru bilgi ile kişi daha düzgün değerlendirmeler yapabiliyor.
Ve ülkemizde yapılanları hemen fark ediyor!..
İşin garip noktası bu gün Türkiye’yi yönetenler bu durumun farkında değil!.

                                                                             
•••
Bu hafta sonu Mersin’in dağ köylerindeydim.
Orada yaşayanlar da yurtdışında yaşayan yurttaşlarımız gibi düşünüyor!..
AKP’nin bir adam için “Rejimi değiştirmek” istediğinin bilicinde!
İktidarın referandumda istediğini yaptırmak için vaatleri olan; 2 milyon gence iş, emekliye promosyon, babaanneye maaş, esnafa hibe para gibi kendilerine teklif edilen rüşvetleriyle adeta alay ediyorlar!..
Görülen o ki; AKP bu sefer milleti kandıramayacak!..
HAYIR çıkarsa da yerinde duramayacak!...

Fikri Sağlar / BİRGÜN