13 Mart 2017 Pazartesi

Şampiyon Almanya ve uydularına ders - OSMAN ÇUTSAY





Avrupa değil de “Almanya Avrupası” diyelim: Şimdi bu “farklı hızlardan oluşan” tuhaf yapıyla on yıllardır dünya emperyalist sistemi içinde onun uhdesine bırakılan ve eşitsiz gelişmeyi adeta yeniden doğrulayan Türkiye arasında bir kirli cepheleşme yaşıyoruz. Sosyal demokratları ve yeşilleriyle, sivil toplumcuları ve her cins vakıflarıyla Ankara’yı “kemalist barbarlığın vesayet rejimine karşı” 2002 sonundan beri kahramanca destekleyen Alman siyaseti (“Berlin Ağa”) ile onun eskiden toz kondurmadığı nevzuhur şeytanı (“İmam Kâhya”) arasındaki ipler kopmak üzere. Elbette kopartmamamak için çaba harcıyorlar, ama ilişkilerin iyice bozulduğu da ortada.

Sorun, Almanya Avrupası’nın (AB) krizinde. AB’de bir türlü bitmeyen ekonomik ve toplumsal kriz, ki bu hafta ortasında seçimden çıkacak Hollanda ile yeni bir boyut daha kazanabilir, Türkiye’nin zaten derin kronik krizini daha da bir kanırtıyor gibidir.

Ne mi oluyor?
Türkiye bir yana, aslında Federal Almanya’nın dünya ekonomisindeki tedirgin edici yeri, AB’deki kriz sayesinde iyice derinleşiyor ve biz, Türkiye’nin kaderine el koyan “İslamofaşist” iktidar üzerinden bu alanda bazı yeni boyutlara tanık oluyoruz. Türk-İslam sentezinin bildiğimiz Türkiye’nin nihai sonunu hazırlayan bir emperyal aşırılık olduğu yakında somutlanacak. Oraya gidiyoruz.
İyi de, başlıkta “Şampiyon Almanya” falan dedik. 2017’nin hemen başındaki rakamlarla bir kez daha doğrulanmış bir şey var: Berlin, 2016’da 1 trilyon 208 milyar avroluk ihracatıyla sadece kendi rekorunu kırmakla kalmadı, asıl önemlisi, dış ticaret fazlasında “kendini de aşarak” bu kalemde dünyanın bir numarası olduğunu ilan etti. “Büyük Almanya“, 2016 yılında 266 milyar avroluk bir dış ticaret fazlası verdi. Yani aynı nüfusa sahip Türkiye’nin toplam ihracatının iki katı kadar bir “dış ticaret fazlası”na sahip bu ülke. Söz konusu kalem 2015’te 252 milyar avroydu, yani rakamlar, “cari fazla eğrisinin” sürekli yükseldiğini gösteriyor. Yeni bir kitle imha silahı bu. Yunanistan ve onlarca kader arkadaşı bu silahın sonuçlarıdır. Geçmişin Alman panzerlerinin yerini ihracat bombardımanı ve “neoliberal demokrasi” almış görünüyor.

Dış ticaret ve dolayısıyla cari işlemler dengesindeki bu barbarca birikim, ki Syriza’nın elinde bir enkaza dönüşen komşu sıradan bir üründür, gerçekten de emperyal çizgileriyle tam bir eşitsiz gelişme örneği olan AB’nin güncel kriz kaynağı. Hızla yayılan ve faşizan/faşist kimliklerini gizlemek için milliyetçi diye değil “sağ popülist” diye damgalanan birçok Doğu Avrupa hükümeti, açıkça Almanya’nın bu ekonomik üstünlüğüne/yıkıcılığına set çekmeye çalışıyor. İlericilik ve emek düşmanı bu “tepki”, Londra, Paris ve Roma’da da kendini gösteriyor. “Brexit”, herkesin malumu. Hepsi kendisini ve halklarını aldatıyor. Almanya’nın korkunç boyutlardaki dış ticaret fazlası, sadece AB’nin merkezi dışındaki küçük üyeleri değil, Fransa, İtalya ve İngiltere’yi de vuruyor. Malum, artık Brüksel’de neredeyse her yetkili açıkça “farklı hızlarda bir AB”ye geçişten söz ediyor: “Eşitsiz gelişme yasasının neoliberal itirafı” da diyebiliriz. Bildiğimiz Türkiye’nin bitişine, bildiğimiz AB’nin bitişi eşlik ediyor yani.

AB krizi, Almanya’nın ihracat şampiyonluğundan kaynaklanıyor. Bu, genel bir kanıdan çok, genel bir doğru ve tam da Lenin’in, 100 yıl önce ilk kez yayımlanan, metin hacmi küçük ama tarihsel önemi büyük “Emperyalizm” kitapçığındaki tezleri doğruluyor. “Sermaye birikimi müthiş boyutlar almış olağanüstü zengin birkaç ülkedeki tekeller, korkunç bir sermaye fazlası oluşturur” diyordu Lenin ve, bu kırılgan düzlemde kapitalizmin en yüksek aşamasının sahne aldığını ilan ediyordu. Almanya işte bunu temsil ediyor.

Emperyalizm sadece ekonomi değil, aynı zamanda edebiyattan siyasete, ondan sanat pratiklerine kadar genişleyen toplu ve iç yapısında eşitsiz gelişen bir mekanizma olduğu için, ekonomide gözden kaçırılanlar, entelektüel düzlemlerde gözü ve kulakları rahatsız eden görüntüler halini alabiliyor.
Açık olalım: Alman ihracat deliliği, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndaki sosyal demokrat parmak izi gibi, 2000’lerde de sosyal demokratların ve türevlerinin parmak izini taşıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ı 2004’te “Doğu ile Batı arasındaki bir saygın köprü” olarak kutsayan ve “1923”ü yerle bir etmeyi ana siyaset bellemiş bu politikacıya Quadriga Ödülü’nü bizzat veren Gerhard Schröder, iktidara gelir gelmez SPD’nin başındaki Oskar Lafontaine’i tasfiye etmiş ve emekçi sınıfların belini kıran ünlü “Agenda 2010”u uygulamaya sokmuştu. Böylece emekçi sınıfların geliri anlamındaki “maliyetleri” düşüren ve prodüktiviteyi teknolojik üstünlüğüyle yeniden kanatlandıran, bu arada finans oyuncaklarını serbest bırakarak patronların bile inanmakta güçlük çektiği  korkunç boyutlarda bir sermaye yaratan Alman ekonomisi, yıllar içinde tüm Avrupa’yı altüst eden bir dev halini almıştı.
AB, bu neoliberal ihracat bombardımanıyla çöküşün eşiğine gelen ve Berlin’in hep kendine yontan iktisat politikalarından nefretini gizlemeyen irili ufaklı üyelerle ayakta durmaya çalışıyor. Almanya ile dış ticaretinde yıllardır büyük açıklar veren, yani “hep Berlin’e çalışan” Ankara ve Türk tekelleri ise çöküş sürecinde krizsiz bir köşe arıyorlar. Boşuna arıyorlar.

Hatırlatmamak olmaz: 3 Ekim 2004’te dönemin büyük sosyal demokrat başbakanı Gerhard Schröder’in övgüleriyle “Yılın Avrupalısı” seçilen Erdoğan’ın, bugünün Erdoğan’ından farklı olduğunu aklımıza sokmaya çalışıyorlar. “Quadriga Ödülü”nü Recep Tayyip Erdoğan’a bizzat veren ve ödül konuşmasında da yere göğe koyamayan Gerhard Schröder’in, ki “başarılı bir Kemal Derviş-Ufuk Uras-Baskın Oran” yaratığı olarak da tahayyül edilebilir, ondan hemen sonra da Angela Merkel’in en üst düzeyde destek verdiği bu Erdoğan siyaseti, geçmişte farklı mıydı? Aldanabilecek kadar Türkiye aydınına/soluna düşman kıt zekâlı Türk-Kürt teknokratlara ve onların Batılı ustalarına kulak verecek değiliz. Ama bu tepkiyi yine de çözümlemek zorundayız. Tepkilerin gerekçesi demokrasi mi? Geri ve gerici bir ideoloji olarak bakıyorsak emperyalist demokrasiye, haksız sayılmazlar.

Ama gerçek şu ki, Erdoğan 2004’te ne ise bugün de odur. Vesayet rejimine karşı destek verenler, ki çoğu şu sırada cezaevinde, acı gerçeği anlamamakta ısrar ediyorlar, Batı’nın kendisi ve içimizdeki kukla şaklabanları biraz incindiler diye gerçeğe gözümüzü mü kapatacağız?
Biz hiç aldanmadık. Hiç kandırılamadık.

2002’da islamcıların iktidara geldiği o gece yazmış, şimdi bu aldatılan liberallerin elinde can çekişen bir gazete bünyesinde de yayımlamıştık: 1918-19’a düşüşün, yani “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”ün sonuçlarını yaşıyoruz. Korkunç şeyler olacak. O nedenle sol cemaatlere değil, ciddi bir sınıf partisine ihtiyacımız olduğunu vurguladık ve galiba liberal tasfiyeyi biraz da bu güvenle etkisizleştirebildik.
Uçurumda siyasete hoş geldik yani! İşin buraya geleceğini başından beri biliyorduk. Şampiyonla kâhya arasındaki didişmelerin içyüzünü iyi okuduk. Toplumsal kurtuluş için entelektüel değil, plebyen bir güce ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Ağa ve “faşo kâhya” şimdilerde bunu ekmekle meşgul.

Osman Çutsay / SOL

Yine geldik CHP’nin perişan haline - İLKER BELEK /SOL (alıntı)





Yine geldik CHP’nin perişan haline. Kılıçdaroğlu Hollanda krizinde AKP’ye sunduğu çekincesiz destekle bir kez daha AKP’ye çalışmış oldu. Bu parti böyle kritik anlarda bile yaşanılan sorunların sorumlusunun AKP olduğunu bir türlü akıl edemiyor.  Bu tutum bu kez gerçekten ciddi bir “evet” desteği oldu.

İLKER BELEK / SOL

Atatürk ‘Hayır’ demişti... - ERDAL ATABEK


Atatürk’e “hilafetin kaldırılmaması” isteminde bulunanlar arasında yakın arkadaşları da vardı. Onlar, hilafetin bir güç olduğunu düşünüyorlar, bunu elde tutmanın doğru olduğunu öne sürüyorlardı.
Atatürk “HAYIR” demişti. Halifelik siyasal bir makamdı. Güç ise artık halkın elindeydi, halkı da Büyük Millet Meclisi temsil ediyordu.
Atatürk’e, “Siz halife olun” dediler.
Atatürk gene “HAYIR” dedi.
Güç kaynağı olarak BÜYÜK MECLİS’i gösterdi, onun seçtiği Cumhurbaşkanı ve denetleyeceği hükümeti temsil göreviyle yükümledi.
Mustafa Kemal zafer kazanmış bir Başkomutan’dı.
İstediğini kabul ettirecek gücü vardı.
Ama “O” her işte ulusuna açıklama yaptı, halkının nabzını yokladı, temsil görevine sorumluluk verdi.
İktidar kesiminin bilinen kalemi Abdurrahman Dilipak şunu yazmıştı:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan önce başkan, sonra da halife olacak.”
Cumhurbaşkanlığı’ndan bir yalanlama ya da açıklama geldi mi?
HAYIR, hiçbir yorum gelmedi. Dikkat! Önemli kalem. Önemli konu.
Dikkat edilirse, Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri birer birer ortadan kaldırılıyor. Artık inkâr da edilmiyor, 3 Mart 1924 tarihinde “Üç Devrim Yasası” kabul edilmişti.
Birisi, din ve devletin ayrılmasıdır.
Birisi, eğitimin birleştirilmesi yasasıdır (Tevhid-i tedrisat).
Birisi de hilafetin kaldırılmasıdır.
Din her yerde her vesile ile devletin içine sokulmaktadır.
Eğitim, laik temelinden uzaklaştırılıp imam hatipleştirilmektedir.
Hilafet de konuşulup tartışılma aşamasındadır.
Sonra da “konuşalım bakalım” aşamasına taşınacak, arkasından “istemeyen dinsizdir” kampanyası açılacaktır. Biline.
İktidar sözcüleri bunlara karşı çıkacak mıdır? HAYIR.
Hukuk “bağımsız adalet” temelinden koparılmıştır.
Yeni anayasa taslağında “Başkanın adaleti” durumuna sokulmuştur. Bu duruma “bağımsız adalet” denebilir mi? HAYIR.
Yeni taslak, hiçbir yolla denetlenemeyecek bir TEK ADAM İKTİDARI öneriyor. Bu öneri demokrasi ile bağdaşıyor mu? HAYIR.
Demokrasinin temeli toplumsal güçlerin ayrılığıdır.
Bu güç ayrılığı, birbirine ayak bağı olması için değil, bir gücün denetlenemez oluşunun önlenmesi için zorunludur.
Yönetme gücü, yargı gücü ile yasama gücü tarafından denetlenmelidir.
Yargı gücünün yönetimden bağımsızlığı mutlaka sağlanmalıdır.
Yasama gücü bütün güçlerin temeli olmalıdır. Halkın gücünü temsil etmelidir.
Bu güç ayrımını ortadan kaldıran her tasarı demokrasinin yerine otokrasiyi getirme sonucuna varır.
Bu olasılık inkâr edilebilir mi?
Olasılık değil, kesinlikle böyle olacak olana HAYIR. 

***
Değerli toplumbilimci yazarımız Prof. Dr. Emre Kongar, bu durumda yapılması gerekenler için;
“DİREN” diyor.
“Demokrasi istiyorsanız, demokrasiye layık olduğunuzu göstereceksiniz.”
Her zaman sakin, durumu analiz eden, akılcı önerilerde bulunan Emre Kongar, “uçurumun kenarında” olduğumuzu söylüyor.
“Demokrasi İçin Manifesto” olan bu yeni yapıtını okuyunuz ve okutunuz.
Bu “demokratik direniş” artık kesin bir yükümlülüktür.
Değerli avukat Ece Güner Toprak da “Çare Başkanlık mı?” adlı yapıtında tasarıyı açık bir dille anlatıyor.
Bugün ülkemizin sürüklenmek istendiği baskıcı otokratik TEK ADAM İKTİDARI’na karşı çıkmak mutlak bir zorunluluktur.
Daha şimdiden “HAYIR” diyecek yurttaşların nelerle suçlandığı görülmelidir.
HAYIR diyeceklerin toplantılarının nasıl engellendiği, basıldığı, tehdit edildiği yarınların nasıl olacağını anlatmalıdır.
Almanya’nın tutumuna faşizm diyenlerin, Nazi uygulamaları diyenlerin kendi ülkelerinde yaptıklarını nasıl görmedikleri unutulmamalıdır. Kendi ülkemizde tutsak edilmeye HAYIR diyeceğiz.
Kendi ülkemizde ağzımızın kapatılmasına HAYIR diyeceğiz.
Kendi ülkemizde ellerimizin bağlanmasına HAYIR diyeceğiz.
Kendi ülkemizde ayaklarımıza pranga vurulmasına HAYIR diyeceğiz.
ATATÜRK o gün HAYIR demişti.
Biz de bugün HAYIR diyoruz...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

Yavuz hırsız ve ev sahibi - CEYDA KARAN





Güzel Türkçemizde ‘Yavuz hırsız ev sahibini bastırır’ demişler. Lakin bu kez, kendi yaptığı yasaları çiğneyerek devlet imkânlarıyla Avrupa’da başkanlık referandumu için propaganda yapma hırsı, sert kayaya tosladı. Memleketin ulusal çıkarları bir siyasi partinin çıkarlarına feda edilirken, siyasi rant uğruna dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir diplomatik kriz tetiklenmekte. Bedelini hem bizlerin, hem de Avrupa’da yaşayan insanımızın ödeyeceği... 


***
Tam bir tiyatro sergileniyor. Önce ‘Nazi’ retoriği devreye sokuldu. Almanya’nın AKP’nin propaganda faaliyetlerini men etmesi ‘Nazi uygulamalarıyla’ kıyaslandı. Ardından Avrupa’da Nazilere vaktiyle en sağlam duruşu sergilemiş Hollanda için “Nazi kalıntısı, faşist” denildi. Ve aşırı sağcı Geert Wilders’in yükselişi kaygıları eşliğinde iki gün sora seçimlere gidecek olan Hollanda yönetiminin, başka bir ülkenin siyasi kutuplaşmasını kendi içine taşımamak ve ‘kamu düzenini’ korumak kararı aldığı ortadayken, zorla miting yapılmaya kalkışıldı. Dananın kuyruğu koptu.
Sonuç: Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Dışişleri bakanına bir AB ülkesine giriş izni verilmedi, uçağı başka ülkeye yönlendirildi. Bir başka bakanın konvoyu durduruldu, inadı üzerine ‘persona non grata’ (istenmeyen) ilan edilerek polis nezaretinde sınır dışı edildi. Devlet imkânlarıyla fonlanan bir teşkilatın bünyesindeki Türkler sokağa döküldü. Orada yaşayan yüz binlerce Türkiyeli hiç alakaları yokken, hazindir ki daha fazla ‘ayrımcılığa maruz kalmamayı’ umabilecek hale gelebilirler.

***
İnsan ve ülkenin onurunu zedeleyen bu olayların tek sebebi siyasi hırsla yaratılacak reaksiyondan faydalanmak. Başkanlık sistemine geçiş için ‘Evet’ gerekçesini izah edemeyenler, Avrupa’ya karşı milliyetçi hissiyatı tetikleyerek sonuç almak istemekteler. Üstelik bu fırtına YSK’ye göre ülke dışında propaganda faaliyeti yapmak ve devlet imkânlarının kullanımı alenen men edilmişken kopartılmakta. Mevzunun ‘ulusal kriz’ gibi sunulması beyhude. 

***
Çifte standartlar kör göze parmak misali dünyaya şu mesajı yaymakta: Siyasal İslamcılar demokrasiyi sadece yok etmek için kullanmayı bilirler. Zira Hollanda için ‘demokrasinin temel değerleri, insan hakları, düşünce, ifade özgürlüğünden’ söz edenlerin kendi ülkelerindeki haller içler acısı. Seçilmiş milletvekilleri kendi memleketlerinde toplantı düzenleyemez halde. Her türlü toplanma ve gösteri özgürlüğü engellenmekte. Kanlı bir darbe girişimiyle hiç alakaları olmayan kadın, çoluk çocuk insanlar hapislerde çürürken, işlerinden ve ekmeklerinden edilenler yaşam mücadelesi veriyorlar. 

***
Buna karşın Hollanda için sosyal medyada estirilen fırtına bile trajediyi sergiliyor. ‘Hollanda’nın 48 bin askeri var, 400 bin Türk yaşıyor’ yahut ‘İslamın sancaktarı Türkiye’ye karşı ilan edilen son haçlı seferi’ naraları atılıyor. Şu işe bakın ki, Nazilerin vaktiyle bombaladığı Rotterdam’ın Müslüman Belediye Başkanı Ahmet Abutalip,Türkiye’nin Başkonsolosu, bakan gelmeyecek diyerek bana yalan söyledi” diyor. Hollanda makamların, İstanbul’daki Başkonsolosluk binasının çatısına bir süreliğine ‘Türk bayrağı çekilmesine’ izin vermiş olması bile ne onur kırıcı!
Aynı durum Hollanda’ya ‘bedel ödetme’ hamasetiyle sürdürülüyor. Birileri sokaklarda portakal bıçaklayıp sıkarken, Ekonomi Bakanı, üç gün önce Petrol Ofisi’nin satıldığı Hollanda’ya yaptırım olmayacağını söylüyor. Ahali nafile Başbakan’ın oğlunun Hollanda’daki gemi şirketlerini soruyor.
***
Hollanda yahut başka Batılı hükümetler için üzülecek değiliz. Vaktiyle bölgemizde ‘yatırım yaptıkları’ siyasal İslam bumerang olup kendilerini böyle vurmakta. Lakin Ankara’da birileri Avrupa aşırı sağını patlatma hesabı yapıyorsa, tam aksine hazır olsun. Nitekim “Biz kendimize şantaj yaptırmayız” derken “Türkler bizim vatandaşlarımız” vurgusunu ihmal etmeyen Hollanda Başbakanı Mark Rutte’ye bu çıkışı, kuvvetle muhtemel ki Wilders karşısında puan kazandıracak. Kendi yurdunun çıkarlarını tek bir partiye indirgeyen anlayışla ne acı bir farklılık.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

10 milyar dolarlık kriz... Kaybedecek Türkiye - CUMHURİYET

Tarihinin en büyük siyasi krizini yaşayan Türkiye ile Hollanda arasındaki ekonomik ilişkilerde Türkiye turizm, dış ticaret, yatırım ve istihdamda kazançlı çıkan taraf.


Türkiye ile Hollanda arasında yaşanan siyasi kriz ekonomide yıllık 10 milyar dolarlık bir büyüklüğü aşan tabloyu da tehdit eder boyuta geldi. İki ülke arasında geçen yılki yıllık ticaret hacmi 6.6 milyar doları bulurken, Hollanda’nın son bir buçuk yılda Türkiye’ye yaptığı doğrudan yatırım 1.7 milyar dolara ulaştı. Son dönemde Türkiye’ye en çok yatırım yapan ülke konumunda olan Hollanda’nın Türkiye turizmine bıraktığı ortalama yıllık tutar ise 1 milyar doları buluyor. Türkiye’deki Hollanda sermeyeli şirketlerin sayısı ise 3 bine dayandı.

İhracatın yüzde 2.5’i
1- Ekonomi Bakanlığı, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yabancı Sermaye Derneği (YASED) ve Türkiye Turizm Acenteleri Birliği’nin (TURSAB) verilerinden Türkiye ile Hollanda arasındaki ekonomik ilişkilerin boyutunu ortaya çıkardık.
2- 2016 rakamlarına göre Hollanda Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 10. ülke. 2016 yılında ihracat yüzde 14 artışla 3.6 milyar dolar oldu. Türkiye toplam ihracatının yüzde 2.5’ini Hollanda’ya yapıyor.
3- Türkiye’nin en çok ithalat yaptığı ülkeler arasında Hollanda 16. sırada. 2016’da Hollanda’dan yapılan ithalat yüzde 3 artışla 3 milyar dolar oldu. Türkiye toplam ithalatının yüzde 1.5’ini Hollanda’dan yapıyor.
4- Türkiye’nin 2016’da toplam ihracatı yüzde 0.9 azalırken, yıllık toplam ithalatı da yüzde 4.3 oranında düştü. genel dış ticaretteki bu olumsuz tabloya karşın Türkiye’nin Hollanda ile ticaretinde ithalatı yüzde 1.5, ihracatı ise yüzde 14 arttı.
5- İki ülke arasındaki toplam ticaret hacmine bakıldığında ise 2015’te 6 milyar dolar olan rakam, geçen yıl yüzde 10 artışla 6.6 milyar doları aştı. Türkiye’nin 2015 yılında 351 milyar dolar olan toplam ticaret hacmi ise 2016’da 341 milyar dolara geriledi.
2015’te 11.9 milyar dolarlık doğrudan yatırım alan Türkiye’de, bu rakamın yüzde 10’u (yaklaşık 1.2 milyar dolar) Hollanda’dan geldi. Bu rakamla Hollanda, ABD’den sonra Türkiye’ye en çok yatırım yapan ülke oldu. 2016 yılının ilk 6 ayında ise 407 milyon dolar ile Türkiye’ye en çok yatırımı (toplam yatırımın yüzde 19’u) Hollanda yaptı.
6- 2002-2015 dönemine bakıldığında ise Hollanda’dan Türkiye’ye yapılan yatırım miktarı 21 milyarı bulurken, Türkiye’den Hollanda’ya yapılan yatırım miktarı ise 9.2 milyar dolar oldu. Söz konusu dönemde iki ülke arasındaki yatırım hacmi 30 milyar doları aştı.
7- 2016’da Türkiye’ye gelen Hollandalı turist sayısı bir önceki yıla göre yüzde 26 düşüşle 906 bine geriledi. Türkiye’den Hollanda’ya giden vatandaşların sayısı ise geçen yıl yüzde 7 azalarak 87 bin 792’de kaldı. En güncel istatistik olan 2014 verilerine göre Türkiye’ye gelen Hollandalı turistlerin, bireysel harcamaları 537 milyon doları, paket tur harcamaları ise 366 milyon doları buluyor.

Yaptırım yok
Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci: “(Hollanda’ya ekonomik yaptırım uygulanması konusu)... Şu anda o noktada değiliz, öyle bir şey söz konusu değil. Yani atılan adımı demokratik olarak veyahut da atılan adımı insani olarak, dış ilişkiler ve diplomatik olarak kabul etmek mümkün değil.”

2 bin 694 şirket var
2016 yılı sonu itibarıyla Türkiye’de faaliyette bulunan Hollanda sermayeli firma sayısı 2 bin 694 oldu. Unilever, ING Bank, KLM Havayolları, Royal Dutch Shell, Philips, Perfetti ve Philip Morris bu şirketlerin en başında gelenleri arasında. Bu şirketlerden gıda, temizlik ve bakım ürünleri markaları bulunan Unilever ile finans alanında 268 şubesiyle faaliyet gösteren ING Bank’ın toplam çalışan sayısı 10 bini geçiyor.


 ‘Hollanda gerginliği diplomasi ile aşılmalı’
İş dünyası Hollanda’nın Türk bakanlara karşı tutumuna tepki gösterdi.
* Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜ- SİAD): “Taraflar arasında; müttefiklik ilişkisi, Avrupa değerleri ve ortak çıkarlar temelinde, bu gerginlikler diplomasi yolu ile aşılmalıdır. Tüm dünyada ve Türkiye’de demokrasinin önemli sınavlardan geçtiği ve güvenlik risklerinin arttığı bu dönemde, siyasetçilerin sağduyulu ve çözüm odaklı olması tarihsel bir sorumluluktur.”
* Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu: “Avrupa Konseyi üyesi, NATO üyesi ve AB aday ülke olan Türkiye’nin Dışişleri Bakanı’nın uçuşuna izin verilmemesinin izahı yoktur. Hollanda’daki aklıselim sahibi çevreleri harekete geçmeye davet ediyorum. Gerilimin kimseye faydası yoktur.”
* TÜRKONFED Yönetim Kurulu Başkanı Tarkan Kadooğlu: “Diplomatik teamüllere, etik ve ahlaki değerlere aykırı davranış sergileyen Hollanda hükümeti, bir an önce akıl ve sağduyu ile takındığı tavırdan vazgeçmelidir. Ortak çıkarlar temelinde, bir uzlaşı sanatı olan diplomasiyi kullanarak çözülemeyecek sorun yoktur.”

Kendi ayağına sıktı
* Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Cemil Ertem: Unilever, Hollanda firması; sayısız ürünü var, onyıllardır Türkiye’de. Türk tüketicisi var etti bu firmayı, Hollanda kendi ayağına sıktı... Bu firmaları hükümetlerini doğru yola döndürmesi için uyarmak gerekiyor; boykot önermiyorum; Unilever durumu kınasın mesela.”
* Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi: “Bölgesinin en önemli gücü, en büyük ekonomisi, ticaret merkezi konumuna dişiyle ve tırnağıyla gelmiş olan ülkemiz, bu uygulamalara karşı tepkisini elbette verecektir.”
* Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Ömer Cihad Vardan: “Maalesef bunun diplomatik nezaket, hukuk, evrensel değerler ve demokratik anlayışla bağdaştırılması imkânsız. Hollanda vatandaşı da olan 400 bini aşkın Türk vatandaşı Hollanda’da yaşıyor, çalışıyor.”
* İstanbul Sanayi Odası (İSO) Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan: “Hollanda’nın dostluğa ve demokratik centilmenliğe yakışmayan kararını şiddetle kınıyorum. Çivisi çıkmış dünyada diyalog, diplomasi ve samimiyet ön planda olmalı ve değer görmelidir.”

CUMHURİYET

12 Mart 2017 Pazar

Umut büyüyor, oylarımıza sahip çıkalım! - Mine G. Kırıkkanat

On beş yıldır ilk kez, yüreğimde kıpır kıpır bir umut büyüyor. Mantığımla sezgilerim ilk kez ters düşmüyor birbirine. 16 Nisan’da büyük bir çoğunluk “HAYIR!” diyecek, ülkenin üzerine kâbus gibi çöken birilerine... 


Umut boy atarken, yanında da bir kuşku filizleniyor: Ya trafolara yine kediler girerse? Çok gördüğümüz seçim hileleriyle nasıl mücadele edilecek ve kimler müdahale edecek?
Sorularımı doğal olarak ana muhalefete yönelttim. Karşıma CHP’nin en aktif parlamenterlerinden, çok da takdir ettiğim Başkan Yardımcısı, MYK üyesi ve İzmir milletvekili Erdal Aksünger çıktı. Verdiği bilgiler korkularımı azalttı ve umudumu öyle büyüttü ki, sizlerle paylaşmak üzere ilişikteki yazıya dökmesini istedim. Hemen gönderdi. Kendisine teşekkür ediyor, açıklamasını ilginize sunuyorum:
***
“16 Nisan’daki Anayasa değişikliğine ilişkin referandum bir parti seçimi değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi oylanıyor. Biz CHP olarak bu süreçteki sorumluluğumuzun farkındayız, bu sorumlulukla hareket ediyor, bilgilendiriyor ve tüm vatandaşlarımızı bu değişikliğin ne getirdiğini iyi anlayarak oy kullanmaya davet ediyoruz.
Yaklaşık rakamlarla yurtiçinde 55 milyon, yurtdışında 3 milyon seçmen, 167 bine yakın sandıkta oy kullanacak. Referandumun ilk aşaması olan seçmen askı listeleri sürecinden önce, Ocak ve Şubat aylarında YSK tarafından siyasi partilerle paylaşılan seçmen listeleri üzerinde detaylı bir analiz yaptık.
18 Şubat tarihli askı listelerinin 1 Kasım 2015’le karşılaştırmasında, 1.7 milyon seçmenin ölüm veya kayıt silinmesi yoluyla seçmen listesinden düştüğünü, 1.8 milyon yeni seçmenin 18 yaşını doldurarak oy kullanacağını, 800 bin kadar seçmenin de 1 Kasım’da askerlik, yurtdışında ikamet gibi sebeplerle seçmen listesinde olmamasına rağmen 2017 seçmen listelerinde ortaya çıktığını gördük. Bu veri üzerinden yaptığımız analizleri hem örgütümüzle, hem de Yüksek Seçim Kurulu’yla paylaştık. Ayrıca Ocak – Şubat seçmen listeleri arasında yaptığımız karşılaştırma sonucunda, 440 bin kadar seçmenin iki liste arasında değiştiğini tespit ettik, YSK’ya başvurduk. Çoğunluğu askerlik hizmeti nedeniyle ortaya çıkan hareketlilik içinde 272 bin asker, 23 bin hükümlü, 16 bin yurtdışına taşınan, 41 bin ölüm, 71 bin de ikamet kaydı silinen ancak yeni adresini kaydettirmeyen vatandaş bulunuyor. Askı listeleri aşamasında 400 binden fazla itiraz başvurusu YSK tarafından sonuçlandırıldı.
16 Nisan’da da Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim güvenliği açısından anahtar rolde olduğunu biliyoruz, bu bilinçle çalışıyoruz. 2015 yılındaki tecrübemizi referandum çalışmalarına yansıtıyor, sistemlerde önemli yenilikler yapıyoruz. Örgütün bilgi sistemlerimizi daha rahat ve verimli kullanması için, il ve ilçe bilişim sorumlularımızla telekonferans yöntemiyle düzenlediğimiz toplantılarda buluşuyoruz. Referandum sürecinde örgütümüzün çok duyarlı ve dinamik olduğunun farkındayız.
Yüksek Seçim Kurulu tarafından kullanılan SEÇSİS hakkındaki dedikodular vatandaşların moralini bozabiliyor. SEÇSİS, Havelsan tarafından geliştirilmiş bir sistem. Seçim sürecinin takibinde çok önemli bir işlevi olsa da, iyi denetlenen, partilerin ve vatandaşların sandığa sahip çıktığı bir seçimde, SEÇSİS’e sadece toplama işlemlerini yapmak kalıyor.
Tam da bu yüzden çok önemli olan CHP Seçim Takip Sistemi, her sandıktaki her bir oyun takip ve karşılaştırmasını yapmak için hazır. Sandık sonuçları hem okullardaki görevliler, hem de CHP ilçe başkanlıkları tarafından sisteme girilecek.
Her iki dakikada bir YSK sistemine girilen sandık sonuçları, YSK’nın Sandık Sonuç Paylaşım Sistemi’nden alınarak partimizin tüm birimlerine sunulacak. Özetle SEÇSİS’in yaptığı toplama işlemlerini biz de anında CHP olarak gerçekleştireceğiz. Gönüllü ekibimizle okul ve ilçelerden gelen sonuçları YSK’dan aldığımız rakamlarla tek tek karşılaştıracak ve sorun gördüğümüz tüm sandıklarla ilgili gereken işlemlerin yapılmasını sağlayacağız. Düzenlediğimiz online eğitimlerle hem örgütü, hem de gönüllü ekibimizi seçim akşamına hazırlıyoruz.
Öte yandan, örgütümüzden Güneydoğu’da bazı il ve ilçelerde hayır oylarının yüksek çıkması beklenen bölgelerde sandıkların taşınacağı, seçmenin oy kullanma olanaklarının sınırlanacağına dair duyumlar alıyoruz. Bölgede yapılan seçim toplantılarında, ilçe seçim kurullarının partilerin tepkisini test ettiği anlaşılıyor.
Hem partililerimiz, hem de gönüllüler ve vatandaşlar açısından, 16 Nisan günü sabah erken saatlerden sonuçlar açıklanana kadar her aşamada sandık başında olmak, tüm işlemlerin dikkatle yapılmasını takip etmek çok önemli. Bunlar yapıldığı takdirde, hileye, sahteciliğe, rakamlarla oynanacağına dair söylentilerin hiçbir anlamı kalmıyor. Sandığa gelmeyenlerin yerine oy kullanılması, boş pusulaların tahrif edilmesi gibi tehlikelere karşı sandık sorumluları, müşahitler ve vatandaş çok dikkatli olmalı.
Referandum sonuçlarının Türkiye’ye hayır getireceğine inanıyorum.”
Erdal AKSÜNGER

***
Ben de bu referandumun HAYIR getireceğine inanıyorum. Haydi, rasgele!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kadınlar susmayın! - ZEYNEP ORAL

Yaşar Kemal onun için “Dil Anamız” diyordu... O dediğim Sevgi Özel. Türkçe emekçisi, dilbiliminde uzman bir yazar, yurttaşlık bilincini kadınların dirilteceğine inanan, bu yolda çalışmalarını yıllardır sürdüren, Dil Derneği Başkanı, aydın insan... 



Önceki gün 2017 PEN Duygu Asena ödülünü Alman Kültür Merkezi Kütüphanesi’nde ona verirken Duygu Asena’yı andık, Cumhuriyet devrimlerini, kadınların eşitlik mücadelesini, direnme güçlerini yücelttik.

Sevgi Özel bir köyde doğmuştu, okuma yazma bilmeyen bir anayla çifçi bir babanın tek kızıydı.
“Küçükken 3 ağabeyimin çok özgür olduğunu düşünür, üzülürdüm. Gökkuşağının altından geçersem, erkek olacağıma inanırdım. Her yağmur sonrası gökkuşağını beklerdim. Birçok kez gökkuşağı oluştu, ben koştum; gökkuşağı uzaklaştıkça ben büyüdüm. Büyüdükçe, okudukça, Atatürk’ü ve devrimleri tanıdıkça, Türkçenin müziğini içselleştirdikçe kendi gökkuşağımı oluşturdum.”

 
Kadınların gökkuşağı devrimler
 
Sevgi Özel’e göre Cumhuriyet’le gelen devrimler, özellikle kadınlar açısından gökkuşağıydı...
Çocukken, çocuklarını döven komşularla çatışan Sevgi Özel, nicedir, Atatürk’le, devrimlerle hesaplaşarak, ülke çocuklarını ve kadınlarını ağlatan, en çok kadınlara bedel ödeten, laik eğitime, Türkçeye savaş açanlara karşı direniyor, onlarla çatışıyor.
“Bir tutam saçın, kılık kıyafetin, kahkahanın karşı cinsi, hatta aile içindeki insan görüntülü yaratıkları kışkırttığı, kadın ve çocuklara cinsel saldırıların boyutlandığı günümüzde beni çıldırtan kadınların aymazlığı, ikiyüzlülüğüdür. Yaşadığım sürece gerici, ikiyüzlü siyasayla savaşımı sürdüreceğim. Bu nedenle bu ödül Duygu Asena’ya, onu unutturmadan bütün savaşımcı kadınlara gönül borcumu pekiştirdi.”
Ödül töreninde Sevgi Özel’in son sözleri ise şöyleydi: “Cumhuriyetin değerleriyle yetiştim; Cumhuriyete borcum var; bu nedenle Cumhuriyet, demokrasi, adalet, bilim sanat, özgürlük karşıtlarına yaşadığım sürece HAYIR diyeceğim...”

 
Bedel ne olursa olsun
 
Beni en çok şaşırtan, kitaplarıyla, yazılarıyla farklı kuşaklara yurttaşlık bilincini öğreten Sevgi Özel’in, ilk kez bir ödül alıyor oluşuydu... Değerbilmezliğimizin bir örneği ve kimi kazanılmış hakların neden parmaklarımızın arasından kayıp gittiğine dair hepimizin üzerinde durması, düşünmemiz gereken bir gerçekti. 


Sevgi Özel, ödülünü İnci Asena ve Nazım Alpman’ın elinden alırken, hepimiz hapisteki meslektaşları anmadan edemedik. 


Tören boyunca en çok eksikliğini duyduğumuz kişi ise hiç kuşkusuz Turhan Günay’dı... Kitap kurdu, edebiyat dünyamızın soylu efendisi ama aynı zamanda tepeden tırnağa halk çocuğu Turhan Günay, Sevgi Özel’in bin yıllık arkadaşı, dostuydu! (Turhaaaaaan! Sana sesleniyorum: Sana tonlarca sevgi yolladık. Duydun değil mi?) 


Bir 8 Mart haftası daha sona erdi. İstanbul’un göbeğinde Bilgi Üniversitesi’nde tekbir getirerek kadınlara saldıranlar serbest bırakıldı. Yaralanan kadınlar hastanede... 


ABD’de New Jersey’de AKP’nin düzenlediği etkinlikte eski bakan Sema Ramazanoğlu’na, (hani bir kerelikten bir şey olmaz demekle ünlenen bakana) Ensar Vakfı’nda yaşanan çocuk tecavüzleri soruldu. Vay efendim sen misin soran! 


Soruyu soran iki kadın tekme yumruk darp edilip salondan çıkarıldı, neredeyse linç ediliyorlardı...
Bunlar gibi daha nice örnekler yaşandı bu hafta boyunca... 


Diyeceğim, kadınların sorgulamasından, konuşmasından, sokağa dökülmesinden AKP hâlâ çok korkuyor! 


Bu nedenle sakın susmayın! Sorun soruşturun! Hele hele kadınsanız, yurttaşsanız daha çok ses verin! 


Bedeli ne olursa olsun! Susmayın!

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Yeniden Köy Enstitüleri - Işıl Özgentürk

Yıl 2004. O yıl haziran ayında bizim film atölyesinden (Atölyenin adı: Herkes Film Yapabilir) yedi kişi, farklı bir insanın, farklı bir belgeselini yapmak için yeşilden ötürü renkli fotoğrafların bile siyah-beyaz çıktığı Karadeniz’e doğru yola koyulduk. Orada Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarından Musa Hoca’yla buluşacaktık. Kimdi bu Musa Hoca? O yaşadığı köyü değiştiren, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde öğrendiği yaşam derslerini herkesle paylaşan, politikayla, sanatla ilgili bir dev adam. Onu Marlon Brando’ya benzettiğimde, beni azarlayan; “Boş ver Marlon’u, ben Fidel Castro’yum” diyen biri. Ben onu çekim ekibine anlatmıştım ama gözle görmek, Musa Hoca’yla yaklaşık on gün yaşamak çok farklıydı. Musa Hoca her yaptığıyla, özellikle ekibin yaş ortalaması 25 olanlarını pek şaşırtmıştı. Ve çekim bitip Musa Hoca’dan ayrıldığımızda kamerayı kullanan içimizdeki en genç arkadaşımızın şu sözleri hep aklımda kaldı: “Köy Enstitülerini kapatanlar, benim geleceğimle oynamışlar. Enstitüler kapatılmasaydı, Türkiye Musa Hocalarla dolardı ve bizler yaşamın iyiden, güzelden, faydadan yana değiştirilebilir olduğunu öğrenerek büyürdük. Umut etmeyi, ütopyalar kurmayı bize öğretirlerdi. Ütopyalarımızı gerçekleştirmek için yola koyulmayı da.’’

 
Şimdi durup dururken bu anı nereden aklıma geldi. Geçen hafta Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin “2017 Yılında Kadın” paneli için, İzmir’deydim. Bende öyle oluyor, ne zaman Köy Enstitülerinden söz edilse bir ağlama isteği gelip beni buluyor. Ve haykırmak istiyorum: “Hey bir mucizeyi yok ettiler!” Gerçekten Kurtuluş Savaşı sonrası bir ülkenin nasıl adım adım inşa edildiğini öğrenmek, bilmek için, Köy Enstitülerinin yarattığı mucizeyi bilmek gerekir. Sürekli Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’i aşağılayanların, o yılların Türkiye’siyle ilgili belgeselleri izlemediklerini düşünüyorum. Ve Köy Enstitüleriyle ilgili kitapların hiçbirini okumadıklarını da!
Çünkü tembeller ya da öğrenecekleri gerçeklerden korkuyorlar. Çünkü o belgesellerde, kitaplarda ülkenin ne denli yoksul, ne denli korunaksız olduğunu görecekler. Sözüm ona tarihsel dizilerdeki haremde eğitim filan hak getire, ülke veremden, sıtmadan ölmeye yatmış bir ülke! Okuyanı yazanı parmakla gösteriliyor. Ülkede ev yapmak için çivi bile yok! İşte mucize kendini gösteriyor, Köy Enstitüleri, yoksul köy çocuklarını kadınerkek bir araya getiren, onları birer öncü olarak yetiştirmeye çalışan Köy Enstitüleri. 


Çünkü onlar yaparak öğreniyorlar, ekerek öğreniyorlar, balık tutarak öğreniyorlar ve her biri köylerine döndüklerinde, birer yol gösterici oluyorlar.
Bu ülkenin gerçeklerini ilk yazan yazarlar onların içinden çıkıyor. İlk türküleri derleyenler onlar, hiçbir şey bilmeyen köylülere kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, ilk harfleri öğretenler onlar! Ama böyle bir mucize tehlikeli. Hele de Kurtuluş Savaşı’yla kurulan bir ülkenin bunu gerçekleştirmesine asla izin verilmemeli! Çünkü kapitalist dünya düzeni, böyle gerçek başkaldırıları sevmez. O kendinin biçimlediği ülkeler ister! Bu nedenle iktidarları ele geçirir, binlerce oyunu vardır ve sonuç Köy Enstitüleri kapatılır. Eğer mucize devam etseydi, bugün Türkiye kendine yeten, eşitliğinin, adaletin türkü söylediği, mutlu insanlar ülkesi olurdu. 


Her seferinde bunları düşündüğümde beni ağlatan budur. Elbette sadece ben değil, pek çok kişi bunu bilir, bildikleri için de 2001 yılında “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’ni” kurdular. 2500 abonesi olan bir de dergileri var. İMECE! Ve Köy Enstitülerini yeni kuşaklara anlatmak, eğitimde yeni bir yol bulmak için pek çok kitap bastılar, pek çok toplantı yaptılar. Amaç yeniden bir mucize yaratmanın yollarını bulmak! Bizler de bildiğimiz, duyduğunuz hikâyeleri bu dernekle paylaşabiliriz. Çalışma grupları kurup yepyeni bir eğitimin tohumlarını atabiliriz. Çünkü gerçek ve en ağır karşı darbe eğitime yapılmıştır. Okullar, ülkenin başkentini bile bilmeyen öğrencilerle dolu. Bunu hak etmiyorlar.


Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

11 Mart 2017 Cumartesi

Caravaggio ve engizisyon yargıcı - ASLI KAYABAL







Engizisyon mahkemesi yargıcı Caravaggio’yu Katolik kilisesine karşı geldiği, isyankar davrandığı, Giordano Bruno’nun izinden gittiği, sarhoşları, hayat kadınlarını ve tavernaları resmettiği için suçluyor.
Geçtiğimiz yıl eylül ayında yaşamını yitiren İtalyan yazar ve gazeteci Ermanno Rea’nın kaleme aldığı, Caravaggio ile engizisyon yargıcını karşı karşıya getiren bu kurgu  “La parola del padre: Caravaggio e l’Inquisitore” başlıklı tiyatro yapıtının içeriğini oluşturan bir monolog. Tanıtımı bu ayın başında Napoli’de gerçekleştirilen kitaba illüstratör ve senarist Lino Fiorito da katkı verdi.
İtalya’da ocak ayında okura ulaşan ve Manin yayınevinin bastığı kitap, engizisyonun korku ve terör estiren ortamında Caravaggio ile ressamı sorgulayan yargıç arasında hayali bir diyalogu bugüne taşırken günümüzün baskıcı, despotik yönetimlerine gönderme yapıyor.

OTORİTEYE İTAAT
Mahkeme sürecinde Caravaggio’nun savunmasını, seçtiği sözcükleri ve ifadesini okur, engizisyon yargıcının gözleri ve sesi aracılığıyla takip ediyor. Rea, kendiyle hesaplaşan, konuşmakta zorlanan, neredeyse Caravaggio’ya hak verecek bir noktaya gelen, ona karşı duyduğu gizli hayranlığa teslim olabilecek bir yargıç portresi çiziyor. Oysa bu düşünceler silsilesi ve gelgitler dakikalarla sınırlı. Hakim, engizisyon yargıcı olmanın yüklediği sorumluluğu anımsayınca otoriteye, Tanrı’ya, kiliseye karşı gelemeyeceğini, tersine itaat etmesi gerektiğini anımsıyor.
Napolili yazar Ermanno Rea’nın engizisyon yargıcının karşısında hayal ettiği ressam Caravaggio, mahkeme boyunca yargıçla gelişen diyalog, otoriter yönetimler, bu idarelerin baskıcı diktatörleri konusunda düşünmeye davet eden, vatandaşların benzer durumlarda üstleneceği sivil sorumluluğa dikkat çeken gerilim yüklü bir metin. Eleştirel mantık, özgür düşünce ve insan gibi kavramları 16. yüz yılın gerçeğinde hayal eden “Caravaggio e Inquisitore”nin yazarı Rea, aslında günümüzün baskıcı yönetimlerinden söz ediyor.

Ermanno Rea’nın sözleriyle noktalayalım, “Bu monolog kısmen Caravaggio’nun Roma’daki atölyesinde dev boyutlu beyaz bir tuvalin karşısında gözlemde bulunurken, kısmen de engizisyon mahkemesinin bir salonunda gelişiyor. Bu büyük ressam açısından dramatik bir an. Caravaggio’nun bir kavga sırasında bir adamı öldürdüğü biliniyor. Bir cinayete karıştığı için Roma’yı, yaşadığı evi, en yakın arkadaşları ve dostlarını acilen terk etmesi gerekiyor. Beyaz renkli tuvalin karşısında kendini yitirerek çıldırma noktasına geliyor. Bu sürecin ardından kendini bir engizisyon yargıcının karşısında buluyor. Mahkeme Caravaggio’dan Katolik kilisesine itaat etmesini istiyor. Bu gerçek bir anı olabilir mi? Bilinmiyor. Hayali bir anı olabilir, hiç yaşanmayan bir olayın anısı da. Dönemin kaynakları, Caravaggio’nun engizisyon yargıcı tarafından sorgulandığına ilişkin hiçbir belge  sunmuyor.”



Rea’nın kurgusal tiyatro yapıtı, engizisyon yargıcının karşısına çıkan bir ressama, sanatçının özgürlüğüne, din adına emredilen kurallara., otoriter ve baskıcı rejimlere yüz yıllar öncesinden baksa da aktarılanlar günümüz için de geçerli. 

ASLI KAYABAL / SOL
asli.kayabal@hotmail.com

Hurma cumhuriyeti - ORHAN GÖKDEMİR

“Muz cumhuriyeti” ile başlamalıyız ama biliyoruz, muz arkadaşların fıtratına ters. O yüzden bu meşru isteğimizi bastırıyor, “muz” demekten imtina ediyoruz. Bizim gericiler evrim teorisinin insanın maymundan geldiğini söylediğini sandıkları için muza ve maymuna yan bakıyorlar ki haklarıdır. Maymunları rahatlatalım, arkadaşlar kesinlikle maymundan gelmiyor. Onların maymunla, kediyle, kurtla, kuşla hiçbir ilgileri yok. Onlar Hicaz’daki bir tanrı tarafından yaklaşık 6 bin yıl önce dünya ile birlikte yaratılmışlar. Gözlerini açar açmaz da hurma görmüşler. Anlattıklarımız onlar tarafından da anlaşılsın diye muzu siliyor, hurmayı yardıma çağırıyoruz. Mevzumuz muz değil hurma cumhuriyeti…

Malum, muz cumhuriyeti, siyasi açıdan istikrarsız, ekonomik açıdan bir ya da birkaç tarımsal ürün ihracatına bağımlı, yolsuzluklarla iç içe bir oligarşi tarafından yönetilen ülkeleri ifade eden siyasi terim. Terimi, Amerikalı yazar O. Henry’ye borçluyuz. Hakkında açılan bir dava nedeniyle 1896’da Honduras'a kaçan yazar, burada dönen dolaplara tanık olmuş. Latin Amerika’yı bir muz bahçesine dönüştürmeye çalışan “United Fruit Company”nin Honduras ve Guatemala’da kurduğu rüşvet düzenini görünce aklına gelmiş deyim. Bu tanıklığını kaleme almış. Öyküsündeki kurgusal ülkenin adı muz cumhuriyeti.

Hurma cumhuriyeti ise elbette bizden, Ortadoğulu. Suudi Arabistan mesela, ideal bir hurma cumhuriyeti. Hatta burayı hurma cumhuriyetinin anavatanı bile sayabiliriz. Uygulama şöyle; Ye hurmayı, ver taşı şeytana, iki hadis salla (Egemen Bağış’ın kulakları çınlasın), bir ayet oku... Nedir sonuç? Mutlak monarşi Allah’ın emri! “Bu yöntem monark dışındaki herkesi maymuna çevirmiyor mu?” diyecekseniz, biliyorum. Demeyin, tutun kendinizi. Nefse hâkim olmak bu babın şartlarındandır.

                                                                                   ***
Hatırlatayım, bir de Trabzon hurması var. Cennet hurması diye de biliniyor. Ama bu türün Arap hurmasıyla hiçbir ilişkisi yok. Her ne kadar bazı Rizeliler Trabzon hurmasının aslının Arap hurması olduğunu iddia etse de bu iddia külliyen yalan! Susuz kalan bazı Trabzon hurmalarının buruşup Arap hurmasına benzemesi yanıltmıştır onları. Bedevininki bildiğiniz palmiye meyvesi. Trabzon’daki ağaçta yetişen portakal renginde, sulu ve tatlı bir meyve. Sarımsı beyaz çiçekleri haziran ayında açar, meyveleri sonbaharda olgunlaşır. Türkiye'de Karadeniz kıyıları ile Hatay ve Antalya civarında yetişir. Belli ki deniz kokusu olmadan meyveye durmuyor. Çocukluğumda İstanbul’daki yaygın meyve ağaçlarından biriydi. Kuruttular hurmaları, inşaat diktiler yerine. Normal bu da. Bizimkiler Arap hurması sever oldum olası. Memleketi de bir hurma cumhuriyetine dönüştürmeleri vaktiyle yedikleri o Arap hurmaları yüzünden!

Bedevinin hurmasının Honduras’ın muzu gibi bir değeri yok ama onların da yağı var. Bizimkiler de nemalanıyor o yağın suyundan. İddia o ki ülke hurma cumhuriyetine dönüşsün diye körfez ülkelerine yağdan gelen Petro-Dolarların bir kısmı bizim iç pazara pompalanıyor. Son günlerde her yerimiz Katar oldu farkındaysanız. Oluk oluk para akıtıyorlar ülkeye, eski yeni ne varsa alıp götürüyorlar. Bütün kurallar ve ölçüler yıkılıyor bu sayede, ülke yavaş yavaş Arabistan çölüne dönüşüyor. Elde ne var? Hurma…

                                                                                    ***
Trabzon hurmasıyla cumhuriyet olur mu? Olmaz. Bu yüzden bizimkiler kendilerini inşaata vurdu. Dağ taş inşaat. Ekonomik kriz kapıyı tıklatınca 1 milyon konut elde kaldı, alıcı bekliyor. Olmayınca vadeyi 20 yıla çıkardılar. Sanki ev alanın tanrıyla sözleşmesi var, 20 yılda kim öle kim kala? Her yer inşaat, her yer rant, her yer rüşvet, iltimas, adam kayırma. Muz tarlaları yerine beton tarlaları… Bildiğiniz hurma cumhuriyeti yani.

Marmaray yapıp açtılar alelacele. Oradan burasında su sızdırmaya başladı. “Nedir kardeşim” falan derken bir de ne görelim: Arkadaşlar tüneli inşa ederken iki ucunu da bir araya getirememişler iyi mi? Tünelin bir ucunun dağa bir ucunun taşa baktığı anlaşılınca planı değiştirip doğrultmak yerine aşağıda kalan tünelin altına enjeksiyonla dolgu yapmışlar. Sebep? Maliyet yükselmesin diyeymiş. Bu arada Marmaray Projesinin orijinal sözleşme bedeli 860 milyon dolarken projenin toplam maliyeti 1.750 milyar dolar olmuş. İlgili bakanlığın açıklaması böyle. Yani başlangıçta belirlenen bedelin iki katına mal olmuş tünel. Kime gitmiş bu paralar, belli değil. Böyle münafık sorular sormayı mümkün kılan mekanizmaları da yıkıp dağıttılar zaten. Sonrası sen sağ ben selamet.

Körfeze köprü yapıp adını Osmangazi koydular. İnşa edip işletene de “şu kadar araç geçecek” diye güvence verdiler. E geçmiyor o kadar araç. Ak trollere emir verip bir öte bir beri tur arttıracak halleri yok, bizden aldıkları vergilerle finanse ediyorlar köprüyü. 80 milyon yurttaş geçmediği köprünün parasını ödüyor şimdi. Öyle ki bir eşkıyalık ki Deli Dumrul görse ağzı açık kalır. Peki, ne oldu bu vesileyle gazi Osman? Boş gezenin boş köprücüsü! Öyle hazin bir hal ki gelip hezimeti görse kendini köprüden körfezin derin sularına bırakır…

Torba yasa, kanun hükmünde kararname falan derken ne anayasa kaldı, ne yasa, ne hukuk, ne kural, ne denetleyici bir kurum. Başbakan diye dolaşan başbakan değil, Cumhurbaşkanıyım diye dolaşan Cumhurbaşkanı değil. Bakanım diye dolaşanların bir hükmü yok, yerlerini uzun zamandır saray danışmanları denilen tuhaf âdemler aldı. Zaten gelir getirici kurumları da “varlık fonu”na tıkıp onlara bağladılar.

Bu düzenin daha fazla yürümeyeceği kabak gibi ortada. Tek çıkış yolu var, o da her şeyi götürüp reisin emrine vermek. Referandum Nisan ortasında. Gelen haberler iktidar çetesi açısından pek parlak değil. Onlar da sağa sola saldırıyorlar panik içinde. Bursa'da camide miting düzenliyorlar örneğin. Almanlar salon vermeyince Hamburg’daki Türkiye Başkonsolosluğu’nun bahçesinde konuşma yapıyorlar. Başbakan Binali Yıldırım’ı biliyorsunuz; tek argümanı “evlenirken de evet diyorsunuz yine evet deyin”den ibaret. Ama halka bunları söylemek için yaptığı helikopter ve uçak harcaması 26 milyon lira. Bütün memurlar, bürokratlar, mülki amirler emir kulu. Hatta Antalya Cumhuriyet Başsavcı Vekili Cevdet Kayafoğlu, anayasa değişikliği referanduma ilişkin, “Sandıkta hayır diyecek olanlar PKK ile aynı muameleyi göze alıyorlar demektir. Küsmece yok” diye hayır diyecekleri açıktan tehdit etti. Arsızlık bu kadar açık, bu kadar aleni. Hurma efektidir bu, fazla yedin mi böyle yan etkileri olması kaçınılmazdır.

Demem o ki bağırıp, çağırıyorlar ama işte herkes görüyor hoşafın yağının kesildiğini…

                                                                                 ***
Ol hikayat şöyle: Yeniçeriler kazan kaldırıyorlar. ''Gidip bakın bakalım neymiş bu kez dertleri'' diyor padişah. İsyancıların önde gideni soruşturmaya gelen elçilere diyor ki, ''Yemeklerimiz kötüleşti. Devlet bu kadar fakir mi ki hoşafımızın yağını kesti?'' Elçiler serzenişi padişaha iletiyor. Yeniçerilere yemek yapan aşçıbaşı çağrılıyor. Padişah, ''Yeniçerilerin hoşaflarının yağını nasıl kesersiniz, bre kâfirler!'' diye azarlıyor aşçıbaşını. Aşçıbaşı diyor ki; ''Aman padişahım, ne dersiniz? Hoşafta yağ olmaz. Çeriler kazan kaldırmak istemiş, bahane üretirler.'' Anlaşılıyor ki hoşafın yağının kesilmesinin müsebbibi emekli olan baş aşçı. Yaşlı aşçı önce pilavı koyuyor kepçeyle, sonra da hoşafı. Pilavın kepçesindeki yağ hoşafa bulaşıyor. Yeniçeriler hoşaf üzerinde gezinen yağa alışıklar. Görmeyince, hoşafın yağı kesildi diye kazanı deviriyorlar.

AKP’de de yeniçeriler kaynaşıp duruyor. Sorsan, mesele hoşafın yağı. Bana sorarsanız hurma. Bütün ölçüleri, bütün kuralları yıkıp Arap çölüne çevirdiler ülkeyi. Hurmadan başka bir şey üretemiyoruz artık. Ve ne yazık hurmadan hoşaf olmuyor, mesele bu. Hikâye böyle ama biz Yeniçerilerin ayaklanmak için hoşafın yağına muhtaç olmadığını biliyoruz. Yağma bitince ayaklanır onlar, huylarıdır.

Yıktılar Cumhuriyeti, yerine hurma cumhuriyeti diktiler. Ama yürümüyor deve, önüne düşecek elamana bakıyor, onun yürümesinden medet umuyor. Siyasi kriz diyoruz buna!

                                                                          ***
Yıktılar cumhuriyeti evet, başardılar bunu. İyi de elde ne var yıkımdan sonra? Hurma! Nereye gidebilirsin ki hurmayla?   
                                                     
Hurma cumhuriyeti sallanıp duruyor. Ohal’den bir dayanak yaptılar altına devrilmesin diye. Ama biliyoruz eninde sonunda olacak ne olacaksa. Denildiği gibi: Zamanında yediğin hurmalar günü gelir seni tırmalar. Kaçınılmaz olanın arifesindeyiz yani. Duymuyor musunuz feryatları?

Orhan Gökdemir / SOL

Laikliğin güvencesi AKP mi oluyor? - ALİ SİRMEN

16 Nisan’a doğru yol alırken herhangi bir vesileyle “hayır”ı telaffuz edenler saldırıların hedefi haline geliyorlar. Saldırılar kimi zaman, Ümit Özdağ ve Yusuf Halaçoğlu olayında olduğu gibi, Türklük, ama çoğunlukla İslam adına oluyor.
Bir kesim, genelde 16 Nisan’da hayır diyeceğini belirtenlerin, İslamın inkârcıları, İslama ters bakanlar olduğunu ileri sürüyorlar.
Din artık politikanın günlük kullanım aracı haline getirilmiş, camiye de politika sokulmuştur.
Bursa’nın “hayır”cıların güçlü olduğu semti Nilüfer ilçesindeki Beşevler Küba Camii’nde cuma akşamüstü İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun da katılacağı evet mitingi yapılacağı duyuruldu.
Bundan sonra dinin siyasete alet edilmesinin daha da artacağı, iktidarın bu yönde artık hiçbir engel tanımayacağını söylemek hiç de yanlış olmaz.
Bu gidişe çeşitli çevrelerden gösterilen tepkiler de artmaktadır.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kurbaşoğlu, dinin bu şekilde siyasete alet edilmesini şiddetle kınıyor.

***
Bakın ne diyor Prof. Hayri Kırbaşoğlu:
“Kendilerini İslam ile özdeşleştirerek, ‘hayır diyenler İslam inkârcılarıdır, İslama ters bakanlardır’ şeklinde beyanat tam bir talihsizliktir. Halbuki karşı çıkanlar, böyle kokuşmuş, dejenere olmuş, yolsuzluklara batmış bir dindarlıktan illallah ettiği için karşı çıkıyorlar.”
15 yıllık AKP iktidarında özgürlüklerin daha da kısıtlandığı ve demokrasinin rafa kaldırıldığını da belirten ve bugün İslam ülkelerinde demokrasinin yerlerde süründüğünün altını çizen Kırbaşoğlu, çok dikkate değer şu sonuca varıyor:
- İnsanlar buna bakarak, haklı olarak, İslam ve demokrasinin bağdaşmayacağını söylüyorlar.
Prof. Kırbaşoğlu 15 yıl önce, İslam ile demokrasiyi “ılımlı İslam” altında uzlaştıracağını söyleyerek iktidar olmuş olan AKP döneminde özgürlüklerin daha da kısıtlandığı, demokrasinin rafa kalktığını söylerken şunları da ekliyor:
“İslamcılar, daha önceki iktidarlarında neyi kınadıysalar, şu anda tek tek hepsini yapmaktadırlar. Baskıdan tutun, dışlamadan tutun, kutuplaştırmadan tutun, yolsuzluktan tutun, bunların hepsini yapar hale geldiler.
İslam insanlara dayatıldığı halde İslam olmaktan çıkar, artık Firavun’un dinine dönüşür.”
Kırbaşoğlu’nun vardığı sonuç ise son derecede çarpıcı:
- Türkiye’de var oluş davasıyla yola çıkan İslamcılar şu anda kendi yok oluşlarının hikâyesini yazıyorlar.
Anayasa referandumu ile ilgili olarak yapılan kamuoyu araştırmaları bu gözlemleri doğrulamakta.
Şimdiye dek, sağ sol ayrımından yararlanıp sağı kendi kanatları altında toplayarak, işini yürütmekte olan AKP’nin artık bir dönüm noktasına geldiği görülüyor. Artık Türkiye’de sağda yeni bir partinin oluşması gerekliliği dile getirilmekte.
Hiç kuşkunuz olmasın ki yeni sağ oluşum laiklik konusunda ülkemizde şimdiye dek politika yapmış olan sağ partilerden çok daha duyarlı olacaktır. 

***
Yıllar önce AKP’nin, ilk bakışta ne kadar garip ve inanılmaz gibi görünürse görünsün, uzun erimde, şikâyet ettiği, karşı durduğu şeylerin hepsini yaparak tepki çekince, bunları örtmek ve eleştirenleri bastırmak üzere dini siyasete alet edince, demokrasinin onsuz olmazı laikliğin yaşamsal öneminin kafalara dank etmesini sağlayarak, bin nasihata evla bir musibet misali laikliğin güvencesi olacağını yazdığımda, yadırgayanlar çok olmuştu.
Şimdi kararlı adımlarla o noktaya doğru gelmekteyiz.
Türkiye’de demokrasi ve laiklik konusundaki en büyük eksiklik, sadece solun içtenlikle sahip çıktığı bu kurumların öneminin sağ tarafından layıkıyla anlaşılmamasıydı.
Uzun yıllar, orta sağın kanatları altında palazlanan, sonra dış çevrelerin de desteğiyle “ılımlı İslam” etiketiyle ortaya atılan laiklik karşıtı siyasal akım, icraatıyla, milletin kafasına vura vura bu kavramın önemini ortaya koyuyor.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Kandırmak - ÖZGÜR MUMCU

Bu iktidar dış şartlara göre kendini konumlamakta ve zamanın ruhunun üzerinde sörf yapmakta pek mahir bir iktidardır. AKP, 28 Şubat’ın çocuğu. Milli Görüş’ün artık antika bulunduğu ve Batı’nın Ortadoğu müdahalesinde bir model olarak ılımlı İslamın peşine düştüğü dönemde doğdu. Hemen de kendisine biçilen role uyum sağladı. 
 
Batı’yla pek uyumlu ılımlı İslamcı parti kendini memleketin Batı’ya en açık partisi olarak tanıttı. Bugün idam cezasının geri getirilmesini isteyen Erdoğan’ın AB’ye girmek amacıyla idam cezasını kaldırmak için koalisyon hükümetine destek olacaklarını söyledikleri dönem. Deliğe süpürmeyip kullanılmayı talep eden danışmanların dönemi. 
 
Cemaatle koalisyonun kurulup yeni ılımlı İslam projesine direnecek olanların tasfiye edilip kumpas davalarla içeri atıldığı, bugün şikâyet edilen Batı medyasında sayfalarca Erdoğan ve AKP övgülerinin yer aldığı vakitler. 
 
Türkiye Batı’yla uyumlu ve demokrasi içinde siyasal İslamcı bir model olacaktı.
Olamadı.
 
ABD’nin Irak işgali çökmüş bir devletle neticelendi. Büyük finansal kriz, etkileri şimdilerde iyiden iyiye hissedilecek şekilde Batı’nın Soğuk Savaş sonrası oturtmaya çalıştığı ve ana ilkeleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atılmış düzeninin çatlamasına yol açtı. 
 
Ardından gelen Arap Baharı, siyasal İslamcı iktidara yeniden bir model olma imkânı verdi. Artık zaten eğreti duran “liberal”, “Batıcı” kıyafete gerek yoktu. Yeni model, Müslüman Kardeşler’e ağabeylik etmeyi öngörüyordu.
 
İktidar, toplumu ve devleti İslamcılaştırmanın önündeki engelleri cemaat koalisyonuyla yaptığı operasyonlarla iyiden iyiye kaldırmıştı. Zamanının AKP il başkanının artık liberallerle işbirliği yapmayacaklarını çünkü yeni hedeflerinde onlara yer olmadığını söylemesi boşuna değildi.
Arap Baharı, özellikle Mısır’da Mursi’nin devrilmesi ve Suriye’de Esad’ın devrilmemesiyle iktidarın dilediği istikamete girmedi. Emevi Camii’nde namaz kılmaya odaklanmış bu stratejik derinlik fiyaskosu hem Türkiye’nin sınır güvenliğini ortadan kaldırdı hem de açılımın terk edilmesiyle sonuçlandı. 
 
Bu belirsizlik ve kargaşa ortamıyla bugüne vardık. Şimdi de dış şartlardan aldığı ilhamı kendi ideolojisine bağlayarak kendini yeniden konumlayan bir iktidar var. 
 
Dünya aşırı sağcı, popülist ve içe kapanmacı bir aşamada. Öyle ki hem Alexander Dugin hem de Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon, faşizmin fikir önderlerinden Julius Evola’dan övgüyle bahsedebiliyor.
 
Özgürlük karşıtı tek adam rejimlerinin hızla yayıldığı bir zamandayız. Sağın tarihsel olarak arzuladığı başkanlığın hem de başkancı sistem olarak sunulması bununla bağlantılı.
Şimdi dışişleri bakanının Avrupa’daki aşırı sağdan yakınmasına aldanmamalı. O aşırı sağ ile AKP aynı dalganın üzerinde sörf yapıyor. 
 
Yani bu anayasa referandumu biraz da dünyada yükselen aşırı sağa AKP’nin de eklemlenmesinin oylanması. Dün AB’ciyken bugün Trump’a, Putin’e yakın. Dün Ortadoğu’ya model olacakken bugün Macaristan’da Orban rejiminin övgüsünü alan bir anlayış. 
 
Kendini dış şartların kalıplarına kıvrakça döken bu anlayışa “başkancı” rejim hediye etmek, bu güç dönemde memleketi dışarının belirleyeceği kalıplara uymaya zorlamak demek.
Unutulmasın ki bütün gücü elinde toplamış bir kişiyi “kandırmak” bütün bir devleti “kandırmak”tan daha kolaydır.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Turhan Selçuk'u anıyoruz - CUMHURİYET

Karikatür sanatının öncü isimlerinden ve gazetemiz çizerlerinden Turhan Selçuk’u ölümünün yedinci yılında bitmeyen bir özlemle anıyoruz. “Abdülcanbaz” karakterinin yaratıcısı Turhan Selçuk’un çizgilerinde yarattığı kahramanlarının heykellerle simgeleştirildiği “Üçüncü Boyutta Turhan Selçuk Kahramanları” sergisi 18 Mart’ta açılacak.


Bugün karikatür sanatının öncü isimlerinden ve Cumhuriyet gazetesi çizerlerinden Turhan Selçuk’un ölümünün yedinci yılı. Turhan Selçuk, karın atar damarının yırtılması sonucu gelişen multi organ yetmezliği nedeniyle 11 Mart 2010 tarihinde yaşamını yitirmişti. Selçuk, vasiyeti üzerine Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde Mahsuni Şerif’in mezarı ile Âşık Veysel, Pir Sultan Abdal ve Yunus Emre’nin heykellerinin bulunduğu Çilehane bölgesinde defnedilmişti.

Cumhuriyet’te “Söz Çizginin” köşesinde okurlarıyla buluşan “Abdülcanbaz” karakterinin yaratıcısı, çizerlerin duayeni Turhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk’un da ağabeyiydi. 1922’de Milas’ta doğan, ilk karikatürleri ortaöğrenimi sırasında yayımlanan Selçuk’un 1957’de Milliyet’te çizmeye başladığı Abdülcanbaz dizisi büyük ilgi gördü. 1969’da iki arkadaşıyla Karikatürcüler Derneği’ni kuran Turhan Selçuk, 1973’te Sanatçılar Birliği tarafından “Halkın Sanatçısı”, 1983’te Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Karikatürcüsü” seçildi. Turhan Selçuk’un karikatürleri Türkiye ve Avrupa’daki birçok müzede sergilendi.

CUMHURİYET

10 Mart 2017 Cuma

'Derinimsi' düşünceler, kök-cehaletin cüreti ve cüretin cehaleti: Gündüz Vassaf - TAYLAN KARA


Gündüz Vassaf’ın yazdıklarına göre neredeyse herkes, her şey totaliterdir. “Totaliter” sözcüğü olmasaydı, sanırım Gündüz Vassaf’ın sözcük dağarcığı yarı yarıya daralırdı. G.Vassaf’ın “opus magnum”u Cehenneme Övgü kitabında “totaliter” sözcüğü tam 120 kez geçmektedir.

                                                                          ***
Hepimiz totaliteriz!
Herhangi bir konuda bir karar aldığımızda, bir seçim yaptığımızda G. Vassaf’a göre totaliterizdir.
- “Bir tarafı, herhangi bir tarafı tuttuğumuz anda, totaliter olup çıkıyoruz." (1)
- “Taraf seçme totalitarizmin çok açık bir örneği." (2)
G. Vassaf adeta bir “totaliterlik dedektörü”dür; hiç fark etmediğiniz yerlerdeki “gizli totaliterlik”lerinizi anında teşhis eder. G. Vassaf her yerde totalitarizm görür ama en çok da egemenlere karşı mücadele edenlerde görür. G. Vassaf’a göre köle isyanının lideri Spartaküs, Roma İmparatorluğu kadar totaliterdir. Cehenneme Övgü adlı kitabında şöyle yazar:
"Çağrı'ları ne olursa olsun, kahramanlar kaçınılmaz olarak ve ister istemez, totalitarizmin güçlerine hizmet ederler. Baskı güçlerine karsı çıkan bir kahraman, kahraman hüviyetinden ötürü, bizatihi bir baskı aracıdır. Böyle bir kahramana örnek olarak Spartacus'u gösterebiliriz. Başkalarını ancak ölüme götürmüştür. Spartacus'un idamıyla Romalı güçler, asi güçleri yok edebilmişlerdir. Spartacus gibi, Che gibi kahramanlar kurulu düzenin gereksinmelerini karşılarlar. Kışkırtıcıdırlar. Renkli kişilikleri, uzlaşmacı olmayan tutumlarıyla, sömürülenlere çekici görünürler. Sömürülenlerden birkaçı (kahramanın çağrısı üzerine) kahramanın ardına takılır. Sonunda hepsi birden yok edilir." (3)
Ekşi sözlükte Cehenneme Övgü kitabıyla ilgili şöyle bir yorum vardır:
“Gündüz Vassaf'ın bu şaheserini okumadan önce diktatörlere sövüp sayardım. Ancak bu şaheseri okuduktan sonra aslında hepimizin birer diktatör olduğunu fark ettim. Otoriterlik sadece bir ülkeye hükmetmek değilmiş aslında kendi kendine de otoriter olabiliyormuşssun.”
Bu kitap tam da okura bu düşünceyi vermek için yazılmıştır. Dünyaya bu pencereden bakıldığında Sicilya mafyasına mal edilen o cümleyi değiştirerek şöyle diyebiliriz:
Herkesin “totaliter” olduğu yerde hiç kimse totaliter değildir. (4)
Bir başka yazısında Che ile ilgili şunları yazar:
“Devrimci deseniz, dünyanın en meşhur devrimcisi de Che. O Che ki Küba Devrimi’nden sonra ülkesinin merkez bankası müdürü olur. Bankanın bastığı paralara imzasını atar. Sıkılınca başka ülkelerde devrim yapmaya kalkışır. On altı yoldaşıyla Afrika’ya, Kongo’ya gider. Dillerini bilmediği, kültürlerini tanımadığı insanlarla silahlı ayaklanmaya kalkışır. Tutmayınca Afrikalılara tembel der. Bolivya’da silahlı devrim yapmayı dener. Nice insanın kanına girer. Gelin görün ki günümüzün kahramanlarındandır." (5)

                                                                                 ***
“Derinimsi” düşünceler panayırı
Karşısında tankı, topu, tüfeği, yüz binlerce askeri olan bir ordu varken G. Vassaf’ın gözleri şiddet diye tanka taş atan çocuğu görür. Sistematik bir şekilde örgütlenmiş devasa bir kurumsal gücü değil ama çocuğun elindeki taşın şiddetini yazar. Olur da eğer yazarsa ikisi birbirine denkmiş gibi ele alır, ikisini birden mahkum ederler. Onun için bilmem kaç milyon dolarlık bir savaş uçağı ile tanka karşı atılan bir taş, eşit derecede şiddet üreticisidir, tahakkümcüdür ve o “şiddetin her türlüsü”ne karşıdır. Kendisinin savaş uçağı ve tanka atılan taşa eşit mesafede olduğunu zanneder ama aslında savaş uçağının kokpitinde olduğunu anlayamaz. Kendisini toplumsal olayların ve tarafların üzerinde görür ve hep 3. tarafta olduğunu zanneder. Oysa bu sözleri iki taraftan birinin –tabi ki güçlü tarafın- yedeği bir konumdan söyler.

                                                                         ***
Şiddetin her türlüsüne karşı olmak… Ne kadar da hümanist görünen bir yaklaşım değil mi?  Mesela senin ülkeni başına yıkıp 1 milyonu aşkın insanını öldürsünler, sen de tutup bu işgalin mimarına bir ayakkabı fırlat... G. Vassaf hemen kaşlarını çatıp yandan sana parmak sallar:
- “Seni şiddetsever seniii…"
G. Vassaf Fransız veya Sovyet Devrimleri’ndeki şiddeti pek güzel görür ama aynı gözler 16. Louis'nin ya da Çar’ın yıllarca yığınlara uyguladığı terörü,  o zamana dek milyonların çektiği korkunç sefaleti hiç mi hiç görmez.
Che’nin uyguladığı şiddet pek zoruna gider ama Küba’da devrim öncesinde Batista’nın ülkede yaptıkları, ülkenin ABD’nin bir açık hava genelevi olarak çalıştırılması ve on binlerce adsız insanın sessizce öldürülmesi G. Vassaf’ın ilgi alanının dışında kalır.
Küba’nın son yüzyıllık tarihine baktığınızda zaten Che’den başka kim şiddet uygulamıştır ki!
Sanki Küba’da halk barışçıl barışçıl yaşayıp gidiyorken bu gaddar, bu totaliter, bu zalim Che çıkıp bir anda manyakça şiddet uygulamıştır!
Fransız Devrimi ya da Sovyet Devrimi birkaç sapığın "şiddet uygulamalıyız biiz, şiddeeet" diye sokağa çıkıp önüne geleni öldürmelerinden ibarettir!
Halbuki bu ülkede yaşayanlar devrim öncesinde ne kadar da barış içindeydiler!
Roma İmparatorluğu’nda yaşayan insanların durumu güllük gülistanlıkken “iğrenç” Spartaküs bu kibar ve kırılgan yöneticilere bir anda “totaliter totaliter” şiddet uygulamıştır!
Bir taşra kasabasındaki “şen aile kıraathanesi”nin sıradan bir müdaviminin savunduğu düşünceler, 20 kitapla süslenerek piyasaya sunulsa bile arkadaki zihin aynı zihindir.
Derinlik taklidi yapan en sığ klişeler art arda sıralandıkça sıralanır.

                                                                          ***
Cehaletin cüreti
G. Vassaf’ın her şeye tepeden bakan, sözüm ona “ideolojiler üstü” olduğunu savlayan yazılarında sık sık acınacak derecede bir cehalet göze çarpar. Evrim kuramı ile ilgili cehaleti Nuray Mert ile yarışacak kadar derindir. (6)
Örneğin evrim kuramıyla ilgili şunları yazmaktadır:
- “Darwinistler de bunlara çok benzeyen bir iddiada bulunurlar. Buna göre insan evrimin en üst noktasında, doruğunda yer alır. Evrim merdiveninin en yüksek basamağı, en yüksek yaşam biçimidir insan." (7)
- “Evrimciler, insanın üstünlüğünü kanıtlama çabası içinde, vücuda oranla beyin ağırlığının en fazla homo sapiens'te olduğunu söylüyorlar. Yine evrimciler, insan beyninde, “daha yüksek” düşünme yetisini düzenleyen çok gelişmiş bir beyin korteksi bulunduğunu, oysa birçok türde hiç kortekse rastlanmadığını belirtiyorlar. İnsanın üstünlüğünü açıklamak için bundan daha sağlam bilimsel kanıt olabilir mi?" (8)
- “Öylesine etnosantrik, tür-merkezci bir evrim teorimiz var ki bu teoriye göre evrim bizimle son buluyor! Sanki evrimin bir amacı varmış ve nihai amacı da insan türünün yaratılmasıymış gibi." (9)

                                                                               ***
Evrim kuramıyla ilgili hangi bilimsel kitapta “insan evrimin son aşamasıdır” ya da “insan en yüksek yaşama biçimidir” yazmaktadır, bunu açıklama gereği duymaz. “Her şeyi bilen” Gündüz Vassaf bunu da bilmektedir.
Evrim kuramı, bu konuda bir şeyi savunuyorsa eğer, savunduğu şey, G. Vassaf’ın bu SÖYLEDİĞİNİN TAM TERSİDİR. Çünkü evrim kuramından sadece bir felsefi çıkarım yapma hakkımız olsaydı o yargı şu olurdu:
“İnsan, doğanın efendisi değil onun bir parçasıdır.”
Bu konuda evrim kuramından illa ki bir şey çıkarılacaksa bu çıkarım, “insanın üstünlüğü” değil tam tersine “insanın sıradanlığı” olabilir ancak. İnsanı doğanın merkezine koyan ve türlerin efendisi ilan eden anlayışa karşı evrim kuramı insan merkezci bakışa vurulan en öldürücü darbedir.

                                                                                  ***
G. Vassaf’ın yazdıklarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. G. Vassaf kontrolsüzce uydurmaktadır. G. Vassaf, bu konuda sokakta rastgele çevireceğiniz sıradan bir insandan 1 bit bile daha fazla bilgi sahibi değildir, ancak sokaktaki sıradan insanla karşılaştırılamayacak kadar cahildir. G. Vassaf’ın cehaletinin ölçüsü ancak N. Mert olabilir.
Bu konuda G. Vassaf ancak N. Mert kadar bilgili ve en az N. Mert kadar cahildir.
G. Vassaf ve N. Mert gibiler için bilgi ve cehalet aynı şeydir.
Bilgi ve cehaletin eşitlendiği yerde G. Vassaf gibi “üstün insan”ların cüreti belirir.

                                                                                   ***
Bütün bunların anlamı nedir?
Bütün bunların anlamı şudur: G. Vassaf uydurmaktadır.
Hiçbir şey bilmediği bir konuda kara bir cehalet içinde yorum yapmakta, ahkam kesmektedir. Bu cehalet acınası bir cehalettir ancak G. Vassaf’ın tek cehaleti değildir.

                                                                                   ***
Cüretin cehaleti
Kendisi gibi “ideolojiler üstü” bir gazete olan Radikal Gazetesi’nde 2011’de yazdığı bir yazıda şöyle yazmıştır:
“Hatta, Marx’ın “Emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır” sözlerine kulak verecek olursak yeryüzünde henüz emperyalizm olmadı bile." (10)
G. Vassaf, bu cümleyi Marx’ın nerede, hangi kitabında yazdığını söyleme gereği duymaz.
Gerek duymuş olsaydı da zaten bu olanaklı değildir.
Çünkü böyle bir cümle Marx’ın ağzından ya da kaleminden HİÇBİR ZAMAN çıkmamıştır!
G. Vassaf yine ve gene uydurmaktadır.
Lenin’in belki de en çok bilinen bu cümlesini Marx’a mal etmekte herhangi bir sakınca görmez; bu türden cahillikler onun akmaz kokmaz, tarih dışı muhalifliğine hiçbir zarar vermez. Ha Lenin ha Marx, ne fark eder! Bu gülünç yanlışı sonradan düzeltme ihtiyacı da duymaz. Bunu ona hiç kimsenin sormayacağını bilecek kadar özgüvenlidir. Cehaletin cüretidir bu…

                                                                                    ***
Gazeteciler Türkiye’de hapiste ama Sovyetler kötü!
Bir liberal için antisovyetik olmamak, kimliğinde büyük bir eksikliktir. Bu yazıyı tasarlarken tabloda tam da bu parçanın eksik olduğunu fark eder etmez G. Vassaf en sıradan liberal klişelerle hemen imdadıma yetişti.  Şimdiye kadar bu konuda beni hiç yanıltmadılar.
G. Vassaf güya Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının hapiste olmasını eleştiriyor. (11) 
“Güya” diyorum çünkü yazının hemen hemen tamamı “Sovyetlerin totaliterliği” üzerine…
Cumhuriyet Gazetesi’nin tutuklu yazar ve gazetecileri için yazdığı mektupta tek bir satırda bile tutuklayanları eleştirmemesi büyük bir başarıdır. Toplam 54 satırlık mektubun 38 satırında, Shostakovich üzerine bir yazılmış bir romanı temel alarak Sovyetler Birliği’nin ne kadar kötü olduğu anlatılıyor. 2017 Türkiye’sinde tutuklanmış gazeteciler için yazılan bir yazıda, bir sözcük bile tutuklayanlardan, tutuklama sürecinden ya da Türkiye’den söz etmeyip bir roman, salt kurgusal bir metin üzerinden Sovyetler’e saydırmak büyük bir hüner olsa gerek. Konunun ne olduğunun bir önemi yoktur, önemli olan bu konuyu bir şekilde Sovyetler’e getirip içindekini dökmektir. G. Vassaf bu konuda oldukça deneyimli bir yazardır. Bir söyleşisinde şunları söylemiştir:
“Sovyetler Birliği’nde özellikle Stalin döneminde, Nazi Almanyası’nda sanatın nereye gittiğini gördük. İki rejim de yıkıldıktan sonra, Hitler’in 20 yılı, Sovyetler’in 50-60 yılında dünya kültürüne ‘sanat eseri’ olarak kalmış tek bir şey gösteremezsiniz." (12)
Bir liberalin antisovyetikliğini anlayabilirim. Antisovyetik olmak bir liberalin alametifarikasıdır, bu biliniyor.  Şaşırtıcı değil ve anlaşılır da…

Ancak antisovyetiklik cehaletle birleştiğinde hiç mi hiç çekilmemektedir.
“Sovyetler’in 50-60 yılında dünya kültürüne ‘sanat eseri’ olarak kalmış tek bir şey gösteremezsiniz."
Cehaletin bu türlüsüne ne yazılır?
Böylesi bir cehaletle nasıl baş edilebilir?
Buraya büyük Sovyet sanatçılarının uzun listesini mi yazmak gerek?
Mesela kendisinin de yazısında söz ettiği Shostakovich’in senfonilerinden biri “dünya kültürüne sanat eseri olarak kalmış tek bir şey”  olabilir mi acaba? “Google”a “Shostakovich” yazınca ilk çıkan bağlantıda “20 yüzyılın en büyük bestecilerinden biri sayılmaktadır” yazar. (13)
Ben saymıyorum, Wikipedia sayıyor. İngiliz müzikolog Prof. David Fanning’in yalancısıyım.
Shostakovich kafanıza yatmadıysa “dünya kültürüne sanat eseri olarak kalmış tek bir şey”  Eisenstein’ın filmleri ya da Sholokhov’un romanları olabilir mi?
Uzatmaya gerek yok. Yanlışın bile dayandığı bir zemin vardır.
G. Vassaf’ın cümlesi “yanlış bile değil”dir; koyu bir cehalettir.
Bu cehaleti ne Shostakovich’in büyük eserleri ikna eder, ne Eisenstein’ın filmleri, ne Sholokhov’un romanları…

Bu yazı “Sovyet Sanatı 101” dersinin yeri değil elbette. Konu da zaten bu değildir. G. Vassaf köpeksiz köyde değneksiz gezdiğinin bilincindedir. Bu cehaletin nedeni sadece bilgi eksikliği değildir; öyle olsaydı gerekli bilgi aktarıldığında giderilebilirdi.
G. Vassaf’ınki kök cehalettir.
Ve kök cehalet ikna edilemez.
Kök cehaletle ancak mücadele edilir.

Taylan Kara / SOL

taylankara111@gmail.com
Kaynaklar
(1) Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, İletişim Yayınevi, 2012, İstanbul, s. 115.
(2) Gündüz Vassaf, a.g.e., s. 127.
(3) Gündüz Vassaf, a.g.e., s. 83.
(4) Cümlenin özgün hali şöyledir: Herkesin suçlu olduğu yerde hiç kimse suçlu değildir.
(5) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/gunduz-vassaf/devrim-siddet-ve-intern...
(6) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/nuray-mert-kadir-misiroglun...
(7) Gündüz Vassaf, a.g.e., s. 217.
(8) Gündüz Vassaf, a.g.e., s. 225.
(9) Gündüz Vassaf, a.g.e., s. 232.
(10) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/gunduz-vassaf/demokrasi-ve-emperyaliz...
(11) http://www.diken.com.tr/gunduz-vassaftan-tutuklu-cumhuriyetcilere-mektup...
(12) http://www.hurriyet.com.tr/gunduz-vassaf-kediler-olmasaydi-ay-a-gidemezd...
(13) https://en.wikipedia.org/wiki/Dmitri_Shostakovich

Bireyin kamusal alandaki yeri, sahip olduğu bilgi kadardır - ÜNAL ÖZMEN

Önümüzde, Türkiye Cumhuriyeti’nin örgütlenme biçimi değiştirmek isteyenlerin tercihinin oylandığı bir anayasa oylaması var; ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda halkın düşüncesine müracaat ediliyor. Fakat kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, önemli bir kesiminin tercihini beyan edeceği konuda herhangi bir fikri yok. Bilgi sahibi olmadığı konuda toplumu aydınlatmak oldukça zor ve meşakkatli bir iş: Ona göre bir dil geliştirecek, ancak yaşayarak öğrenebildiği için aleyhine sonuçlar vermiş örneklerle izah etmeye çalışacaksınız. Fakat bu bile asgari bir bilgi gerektirir.
Halkın oylama sonucunu etkileyecek önemli bir kesiminin anayasa değişikliği hakkında bilgi sahibi olmaması, “değişim”i savunan iktidar açısından ciddi bir avantaj. Yaşanmış, yaşanmakta olan sorunlarla sistemin kusurlarını işaret eden iktidarı anlamak için pek bilgi gerekmiyor. Bundan dolayıdır ki AKP, sistemle özdeşleştiği halde sistem eleştirisini sürdürmeye devam ediyor. Çünkü mevcut duruma yöneltilen her eleştiri, reddedilmesi olanaksız somut bir veriye dayanır.
AKP’ye karşı bilgi ile mücadele etmek boşa yumruk sallamak gibi bir şey! İlginçtir, düzen değişiyor fakat düzene dair hiçbir kavram tartışılmıyor! Bu parti, kimi çıkarımlarla kendisine atfettiğimiz “Siyasal İslam” dahil hiçbir ideolojisi ile anılmak istemiyor. Bilginin kullanıldığı alanlarda gözükmemek için geleceğe (bilinmeze) dair hiçbir taahhütte bulunmuyor. Kiminle nasıl mücadele edeceksin belli değil.

Referandum, şöyle ya da böyle bireyin kamusal alana davet edilmesi anlamına geliyor. İnsanlara gelin seçiminizi yapın, fikrinizi söyleyin deniyor. Haliyle birey, düşünce beyan edeceği konuda kendi bilgisine başvuracak! Demek ki insanın kendi iradesini kullanacağı bir konuda,, mesela referandumda “hayır” veya “evet”ten birini tercih edebilmesi için sandık başına varmadan önce mukayeseden geçmiş asgari bilgiye sahip olması gerekiyor. (Doğru tercihte bulunabilmesi için kişinin başvurduğun bilginin güvenilir olmasını tartışmıyoruz; o lükse girer!) Belli ki seçmenin de bilgiyle arası yok!
İnsanlar, bilgi sahibi olmadıkları veya bilgi kullanmayı gerekli görmedikleri durumlarda da bilgiye başvururlar; fakat bu bilgi, düşünce üretiminde kullanılamayan sevdiğim adam öyle düşünüyor, şeyhim öyle diyor, kitap böyle yazıyor, peygamberim böyle yapmış, Allah’ın emridir gibi bireyi yok sayan öğrenilmişliklerdir.

Değişmez bilgiler (dogmatik) kişiyi kamusal alanın itibarlı bileşenlerinden biri yapmaz. Aslına bakarsanız tartışılmaz denen bilgilerle kamusal alana girilmez. Ne yazık ki devleti de arkasına alan İslamcılar, İslam milliyetçileri bu kuralı ihlal ediyorlar. Beyan edilecek fikirleri olmadığı için tartışma alanlarına silahlarıyla geliyorlar. Adamın bir elinde pala, ötekinde ateşli silah; ikna etmeye mi çalışırsın, durup direnir misin yoksa kaçıp gider misin… “Hayır” cephesinin işi bu noktada daha da zorlaşıyor.

Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada insanlar bilgiyi ihtiyaç listesinden çıkarıyor. Bilgi ekmek, su, aracın yakıtı gibi yeniden ihtiyaç listelerine eklemezse insanlık bitecek. Demokrasi, eşitlik, adalet, hukuk gibi insan ilişkilerini düzenleyen kurallar; hayvanlarla, doğayla olan ilişkiyi estetize eden normların üretimine katılabilmesi için insanın temel bazı bilgi ve davranışlara sahip olması gerekir. Bu bilginin illa da “doğru” olması da gerekmiyor tartışılabilir olması yeterli. İnsan ancak o zaman kamusal alanda sürdürülen tartışmalara müdahil olup toplumsal ilişkilerin düzenlenmesine katılabilir.
Şu kesin ki bireyin siyasal/kamusal alana katılımı sahip olduğu bilgi kadardır. Kamusal alanda söyleyecek kendinize ait sözünüz yoksa orada birey olarak tutunamazsınız. Tartışılmaz, değiştirilmez diyerek dokunulmazlık atfedilen normlar sizi kamusal alanın katılımcısı olmaktan uzaklaştırır. Böyle durumlarda insan olarak rolünüzü “vekilim” dediğiniz birine teslim etmek durumunda kalırsınız. Vekil ise denetimden hoşlanmaz.

İktidarla veya iktidarı elinde tutanlarla halk arasındaki tarihsel mücadelelerin esası “denetim”e dairdir. İktidar denetlenmek istemez, halk ise iktidar üzerindeki denetimini artırarak sürdürmek ister. İki taraf arasındaki bu tarihsel çekişmede, iktidarların en sıkı denetlendiği dönemler bilginin değerli olduğu zamanlardı (Unutmayalım ki Fransız İhtilali, 850 bin nüfuslu Paris’te 350 bin gazetenin okunduğu dönemde gerçekleşti). Oylaması yapılacak anayasa maddelerinin iktidar üzerindeki halk denetimini ortadan kaldırıp adına cumhurbaşkanı da deseniz “vekil” güçlendirmesi, bilginin değer yitimine uğradığı bir dönemin ardından gelmesi hiç de şaşırtıcı değil.

ÜNAL ÖZMEN /BİRGÜN