16 Mart 2017 Perşembe

Erdoğan Putin zirvesinin sonucu: Rakka’yı bırakın domates yasağı bile kalkmadı - İLKER BELEK





AKP’nin büyük önem verdiği zirve Hollanda krizinin hemen öncesinde gerçekleşti.

Erdoğan yanında 8 bakan, Antalya belediye reisi ve bir bürokrat ekibiyle Kremlin’deydi.
AKP, batıyla arası bozulunca Rusya ile ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor.
İki şeyi hedeflediği söylenebilir:
Malum Suriye denkleminin tamamen dışında. Bir şekilde Rakka planına dahil olmak istiyor. Bunun için Rusya’dan medet umuyor.
İkincisi, Rusya ile ticari ilişkileri geliştirmeyi hedefliyor. Uçak krizi öncesinde 38 milyar dolar olan ticaret hacmi 17 milyar dolara kadar gerilemiş, bundan da en çok turizm ile sebze-meyve ticareti etkilenmişti. Şimdi hedefin 100 milyara ulaşmak olduğu belirtiliyor.
Rus ekonomisi tek taraflı. Doğal kaynaklara dayanıyor. Türkiye doğalgaz ve petrolün dünyanın değişik merkezlerine aktarılması bakımından elverişli bir transit yol anlamına geliyor. Rusya bunu değerlendiriyor. AKP ise dövizin damlasına bile muhtaç durumda. Domates, biber ihracatı bu nedenle önemliydi. Ama bunu bile elde edemedi. Rusya yalnızca kendisinin üretemediği tarım ürünlerindeki yasağı kaldırdı. Bir süredir seracılığa yatırım yapıyor ve artık kendi domatesini tüketiyor.
Öte yandan Mavi Akım projesi iki liderin önceki görüşmelerinde zaten karara bağlanmıştı. Akkuyu konusu da öyleydi. Bu zirvede de bu ikisinden çokça söz edildi. Gönül alma sayılmalı.
Öte yandan Mavi Akım ve Akkuyu esas olarak Rusya’ya para kazandıracak, Türkiye’nin yabancı enerji kaynaklarına bağımlılığını artıracak.
Bir de Putin devlet başkanlığı öncesinde kendisinin de Türkiye’yi turist olarak ziyaret ettiğini açıklayarak, vatandaşlarını cesaretlendirdi, ama, Türkiye’nin Rus turistlerin güvenliği için gerekeni yapacağını düşündüğünü eklemeden de edemedi.
Erdoğan’ın Putin’den esas duymak istediği laf ise şüphesiz ticaret değildi. Aklı Suriye’de, Kürt koridoru, PYD konularındaydı. Malum Rusya’nın izniyle, IŞİD ile mücadele başlığında Cerablus’a girerken bir amaçlarının da Kürt koridorunu engellemek olduğunu söylemişti.
Olaylar istediği gibi gelişmedi. Suriye ordusunun Menbiç’in batısını, Halep’in kuzeyini kontrolü altına alması ve Rakka yolunu kesmesiyle birlikte, hem Kürt koridoru Suriye’nin eline geçen coğrafyada fiilen yaratılmış hem de Erdoğan’ın Rakka hayalleri bitirilmiş oldu.
İki liderin görüştüğü saatlerde, Suriye’nin Birleşmiş Milletler’e gönderdiği talep mektubunda da belirttiği üzere, AKP artık Suriye’de işgalci konumunda.
Kürtler ise hem ABD’nin hem de Rusya’nın korumasında. Üstüne üstlük bir de YPG Menbiç’te özerklik ilan edeceğini duyuruverdi.
Moskova görüşmelerinde Erdoğan Putin’den Kürtler’e mesafe koyacağını ve Rakka operasyonunda kendisini yanına alacağını ima eden cümleler duymak istiyordu. Olmadı. Olmaz.
Oyun büyük. Ortadoğu yeniden şekillendiriliyor. Ülkeler parçalanıyor. Özerk bölgeler oluşturuluyor. Suriye’de bir Kürt özerk bölgesinin kurulacağı Suriye anaya taslağında güvenceye alındı ve bunun altına Erdoğan da imza attı. Hal böyleyken hala Kürtlere alerji beslemesi ve aynı duyarlılığı Putin’den de beklemesi akla aykırı.
Sonuç şudur: Putin nihai olarak Rusya’nın büyük kazançlar elde edeceği ekonomik anlaşmalar karşılığında Suriye meselesinde AKP’yi işlevsiz bir uydu olarak kendi yörüngesinde tutmayı hedefliyor ve bunu başarıyor da. Hemen hiçbir şey vermeden.
AKP’nin bu çaresiz durumunun nedeni kendisini iktidara taşıyan emperyalist güçlerin arkasından çekilmesidir. Bu bekleyiş çöküş içindir. Zira, Suriye’deki Kürt devleşmesinin en nihayetinde Türkiye’yi de etkileyeceğini, kendisine de Kürt otonomisinin dayatılacağını biliyor.
AKP, Avrupa’da, ABD’de, Suriye’de çuvalladı, Rusya’nın uydusu oldu. Referandumda bir şekilde “evet” çıkartsa ne olur ? Dışlanmış, batı için işlevsizleşmiş, işi bitmiş, içeride dinci taban dışında kabulü imkansız bir yapı. Yönetemez.
Kapitalist-emperyalist sistemin bütün çözümsüzlük ve çelişkileri AKP’de tecessüm ediyor. “Hayır”ın sosyalizm dışında bir anlamı bulunmuyor.

İlker Belek / SOL

Tek adam istikrarsızlığı - ÖZGÜR MUMCU

Esad’la çok yakın dosttular. Kanlı bıçaklı oldular. Rusya ile aramız çok fenaydı. Rus uçağının düşürülmesi gururla anlatılıyordu. Milletvekilleri insanın bir Rus uçağı daha düşüresi geliyor diye yazacak kadar coşmuştu. İktidar medyasında Ankara Kızılay patlamasının ardında Putin var diye manşetler atılıyordu. Halep çatışması sırasında Rus büyükelçiliklerinin önünde kitleler yığılıyordu. Ne zamanki Rus büyükelçisini bir polis memuru öldürdü, şimdi can ciğer kuzu sarmasıyız.
Peki ya İsrail’le? Ne esip gürlendi Mavi Marmara’dan sonra. Neler yazılıp çizildi. Sonra bir baktık anlaşıvermişler. Hatta sayın Erdoğan, Mavi Marmara’yla Gazze’ye gitmeye çalışanları, zamanında benden izin mi aldınız diye azarlamakta. 
 
Yani Hollanda’yla da barışırlar. Almanya’yla da. Medyaları medya değil, emir erlerinden oluşan bir gruptur. Yukarıdan ne talimat alırlarsa öyle yazarlar. Dün Putin’i terörist ilan eder, bugün üst akla karşı müttefik. 
 
Dün Trump’ın adı ortağı olduğu binadan kaldırılsın diye nutuk atılır, bugün el üstünde tutulur.
Parti çıkarları, şahıs çıkarları ulusal çıkarların yerini alınca başka türlüsü de beklenemez. Bakanın Irak’a alınmadığında suspus olursun da Hollanda’ya alınmadığında ortalığı yakıp yıkarsın. Birinde çıkarın susmaktadır diğerinde ortalığı yakıp yıkmakta. 
 
Hele bir de şu rejim değişikliği gerçekleşirse seyreyleyin. İki günde bir dostlarımızla düşmanlarımızın yeri değişecek. Sadece istikrarsızlık ve kaos üreten bugün içinde bulunduğumuz bu fiili başkanlık sistemi anayasaya geçirilsin hele. Bütün bir devlet işte o vakit iktidardakilerin şahsi çıkarlarına tamamen teslim edilecek. 
 
Bu bir rejim değişikliği önerisidir. Bu bir karşı devrim projesidir. Bu Cumhuriyeti bir parantez, Osmanlı’ya verilmiş bir reklam arası olarak görenlerin rüyasıdır. Geçenlerde Esenyurt Belediye Başkanı’nın dillendirdiği üzere bu, Cumhuriyeti Osmanlı’ya yapılmış bir darbe zannedenlerin CIA parasıyla beslendikleri Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde ilk gençliklerinde kurdukları hayalin gerçekleşmesidir. 
 
Avrupa’nın popülist aşırı sağından aldıkları pası gole çevirmeye çalışıyorlar. Gelgelelim dün kavga ettiğiyle ertesi gün barıştıklarını bilen halkın bundan etkilenme ihtimali düşük. Kaldı ki siyasal İslam ile İslam karşıtı aşırı sağ birbirine müthiş benzeyen, aynı geniş siyasi aileye mensup görüşlerdir. Kavga görünümlü dayanışmayla birbirlerini beslerler. 
 
Evet kampının gündeminin peşinden gitmenin anlamı ve faydası yok. Hayır’ın en büyük şansı anayasa değişikliğinin kendisi. Sakin bir şekilde şahsi çıkarların nasıl anayasa kuralına dönüştürülmeye çalışıldığının ve değişikliğin geçmesi halinde başka hiçbir şeye benzemeyen “tek adam istikrarsızlığı”nın anlatılması yeter. 
 
Dünyanın girdiği bu fırtınalı döneme bir dediği diğerini tutmayan bir siyasi anlayışın “tek adam” yönetimiyle girmek, fırtınanın ortasında gemiyi kendi eliyle delmeye benzer. 

 
Türkiye’nin kendi içinde uzlaşmaya, çoğulculuğa ve sakinleşmeye ihtiyacı var. Hayır işte bunun adresi.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Diplomasi laleleri - AYŞE YILDIRIM

Cumhurbaşkanı Erdoğan ne diyordu Hollanda’ya: Diplomasi nedir, uluslararası diplomasi nedir bunu öğrenecekler. Herhalde ders alacağı ülke de Türkiye olacaktı Hollanda’nın. Yani başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun son derece “dikkatli” bir dille yaptığı diplomasiyi öğreneceklerdi. 



Daha Almanya ile başlayan krizin ardından dile getirdikleri “Nazi”, “faşist” suçlamalarını bir kenara bırakıp Çavuşoğlu ve Erdoğan’ın “örnek” diplomasi dilinden birkaçına bakalım.
Türkiye’deki tutuklamalara yönelik eleştirel bir soru soran Alman gazeteciye ‘bullsiht’ (zırvalık) diyen Çavuşoğlu’nun Hollanda’yı eleştirdiği birkaç sözü:

- (Hollanda Başbakanı’na) Sen ne lalesisin bilmiyorum ama...
- Bir ülkenin başbakanı bu kadar düşer mi?
- Mertçe karşımıza çıkamıyorsunuz bile...
- İnsan gibi dedim ki...
- Bunlar ne kullanıyorlar bilmiyorum, ama sınırı aşmışlar...
- Bunlar neden çıldırdı, kudurdu, ne istiyorlar?
- Bu hastalık tedavisiz bir hastalık. Bağışıklık kazanıp bununla yaşamayı öğrenmeliler... 

- Hazımsızlık varsa hazmetmeyi öğreneceksiniz...
- Neden PKK, FETÖ ile aynı safta duruyorlar? Neden DHKP-C’yi destekliyorlar?
- (Hollanda Dışişleri Bakanı) Bert, Ben sana insan gibi söylüyorum...
- Eğer lalelerin bir faydası olacaksa biz yeni laleleri onlara göndeririz, adam olurlar biraz...
Avrupa’ya demokrasi, ifade özgürlüğü dersi(!) veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “diplomatik” dili de Çavuşoğlu ile yarışır halde:
- Sen benim bayan bir bakanıma orada akla hayale gelmez şekilde edepsizce davranışın hesabını vereceksin.
- Avrupa’dan ses çıkıyor mu? Neden? Bunlar birbirini ısırmaz, aynıdırlar...
- Bu Helsinki ve melsinki hikâyeleri var ya.
- Bunların Viyana Sözleşmesi, faşistlikleridir. Nazizm, buna Neonazizm diyebiliriz. Yeni Nazi akımı diyebiliriz. Bunların Viyana Sözleşmesi anlayışı budur..
- Almanya’nın şansölyesi de Hollanda’nın yanında yer alıyor, sana yazıklar olsun. Demek ki sen de aynı kafadasın..
- Bu tür şeyleri Avrupa’da savaşlar zamanında, Nazi zamanında bile görmedik.
- Hollanda, bir sıçrarsın iki sıçrarsın...
- Ben burada diplomasiyi konuşuyorum, vatandaşların uçaklarına bir şey diyemeyiz. Bunlar Nazi kalıntısı, bunlar faşist.
- Nazizm yeniden hortladı dedim. Arkasından şunu ilave ettim: Ben Nazizmin bittiğini sanıyordum, aldanmışım. Rahatsız oldu beyefendiler. 


GÖZLEMCİLERİ UNUTUN
1 Kasım 2016 seçimlerini gözlemci olarak izleyen AGİT heyeti hazırladığı raporda son derece ağır ifadeler kullanmıştı. Türkiye’yi seçimlerle ilgili olarak AGİT’e üyelikten doğan uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmemekle suçlamıştı. Yani “Seçim atmosferini özgür ve adil şartlarla uygun hale getirme garantisini” sağlayan hükme uymamıştı Türkiye. Dahası ABD Dışişleri Bakanlığı da özel olarak bir açıklama yaparak AGİT raporunun sonuçlarına katıldığını açıklamıştı.
Haliyle, 16 Nisan’da yapılacak referandumda uluslararası gözlemcilerin gelip gelmeyeceği merak konusu olmuştu. Ama hükümet, seçimleri izlemek üzere uluslararası gözlemcilere izin vereceğini açıklamıştı. Yani ya AGİT ya da Avrupa Konseyi’nden gözlemciler gelecekti 16 Nisan’daki referandumu izlemeye. Avrupa ile gelinen noktada artık bu gözlemcileri unutacağız gibi görünüyor. Avrupa gönderse bile AKP hükümeti kapıdan içeri sokar mı? Zaten yeterince gönüllü değildi gözlemcilerin gelmesine, şimdi gökte aradığını yerde buldu. Hele de o heyette bir Hollandalının yer aldığını düşünün. Diplomatlarının hava sahasından bile geçişini engelleyen AKP, bir Avrupalıya seçimlerini gözletir mi?
Ya da can güvenliğini nasıl sağlar?
Hollandalı sanılarak Norveçli gazetecinin linç edilmeye çalışıldığı, Çinli zannedilip Uygur Türk’ünün dövüldüğü, Noel Baba’nın sünnet edildiği, Hollanda diye Fransa bayrağının yakıldığı, Hollanda ineğinin kesilmeye çalışıldığı, portakalların bıçaklandığı bir ülkeye Avrupalı kolay kolay gelmek ister mi? 


Avrupa ile kavgasından mağduriyet çıkarmaya çalışan AKP, en azından gözlemcilerden kurtulmuş olacak.


Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

‘Cumhurbaşkanı Yardımcısı’na: Hayır - EMRE KONGAR

Anayasa Referandumu, Parlamenter Demokrasiyi sona erdiriyor...
Bunun yerine, dünyadaki gerçek Demokrasilerde eşi görülmeyen bir “Tek Adam Rejimi” getiriyor!
 
***
Referandumla getirilen ve artık iktidar tarafından bile “bütün yetkilerin tek kişide toplandığı” belirtilen bu rejimin niteliği, hiç kuşkusuz bir “Diktatörlüktür”.
İşte bu nedenle, 16 Nisan’da yapılacak Referandumda “Hayır” denmelidir! 

***
Ayrıca, bu Referandumun:
Olağanüstü Hal koşullarında...
“Hayır” diyecek olanlara karşı türlü baskının uygulandığı...
“Evet” için ise bütün devlet olanaklarının seferber edildiği...
Adaletsiz, eşitliksiz, şeffaf olmayan, anti demokratik bir ortamda yapılmakta oluşu bile...
“Hayır” denmesi için yeterli nedendir.

***
“Hayır” için bu iki genel neden yetmiyorsa, getirilmek istenen rejimin pek çok demokrasi karşıtı önerisinden sadece bir tanesi bile, biraz demokrasi bilinci olan insanları olumsuz oy vermeye yöneltecektir:
Belli durumlarda, belli süreler için, ülkeyi, seçilmemiş bir Cumhurbaşkanı yardımcısının “Tek Adam” olarak yönetmesi öngörülüyor!
 
***
Bakın önerilen madde 106 neler getiriyor:
- Cumhurbaşkanı, seçildikten sonra bir veya daha fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabilir.
- Cumhurbaşkanlığı makamının herhangi bir nedenle boşalması halinde kırk beş gün içinde Cumhurbaşkanı seçimi yapılır. Yenisi seçilene kadar Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cumhurbaşkanlığına vekâlet eder ve Cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanır.
- Cumhurbaşkanının hastalık ve yurtdışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması hallerinde, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve Cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanır.
- Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, Cumhurbaşkanına karşı sorumludur. 

***
Yukardaki bu maddelerde Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın kullanması öngörülen “Cumhurbaşkanına ait yetkiler” arasında, Yüksek Yargıçları atama, Olağanüstü Hal ilan etme, Kanun Hükmünde Kararname çıkarma gibi yetkiler olduğunu da anımsatalım. 

***
Peki bu yetkileri kim kullanacak?
Halkın seçmediği, Cumhurbaşkanının atadığı, seçmene ve Meclis’e karşı değil, Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olan biri.
Elbette bu kişinin, dünyada örnekleri görüldüğü gibi eşi olmasına veya aileden başka birinin atanmasına herhangi bir anayasal engel de yok!
***
Türkiye’yi, seçilmemiş, atanmış bir yardımcının Tek Adam olarak yönetmesine HAYIR!


Emre Kongar / CUMHURİYET

Yarın çok geç olacak! - ERGİN YILDIZOĞLU

“İç ve dış dinamikler bizden yana” iddiasıyla başlayan siyasal İslamın AKP rejimi şimdi “içeride dışarıda herkes bize düşman” noktasına geldi; bir süredir de projesini toplumu derinden sarsan “şok”lar üreterek aşabiliyor. Her “şok”tan sonra da toplum biraz daha kutuplaşıyor, dokusu biraz daha çözülüyor. Referandumdan sonra, toplumu yeni bir “şok” bekliyor. 

Naziler, haydut devletler filan...
Haziran seçimlerinde “başkanlık projesi” duvara çarpınca ülke yangın yerine döndü. Tanklar kentlere girdi, Suriye iç savaşını anımsatan görüntüler oluştu; yüzlerce insan öldü, yüz binlerce insan yersiz yurtsuz kaldı. Kasım seçimleri AKP’ye hükümeti verdi ama “projesini” canlandıramadı. Sonra, “Allah’ın lütfu” bir askeri darbe girişimi toplumda “şok” yarattı. Bu “şok” sayesinde, Siyasal İslam, projesinin son durağı olacak referanduma, devleti, bürokrasiyi “temizleyerek”, muhalefeti susturarak, OHAL’in olanaklarından yararlanarak gidiyor. Ancak referandum tarihi belli olduktan sonra, “hayır” kampanyası güçlenmeye başlayınca, “hayır”cıları terörist ilan etmek, silah göstermek yetmeyince, momentumu kırmak için yeni bir “şok” gerekti.
Almanya ve Hollanda ile başlayan krizin arkasında işte bu gereksinim yatıyor: Daha düne kadar demokrasinin beşiği olarak bellediği Avrupa Birliği’nde vize serbestisi vaat edilen toplum, birden kendini, Nazi kalıntısı, Faşist, “Haydut devlet” olarak tanımlanan bir Avrupa’nın karşısında, adeta bir “din savaşının” ortasında buldu.
Bu “şok”un yarattığı sarsıntı Türkiye ile sınırlı kalacak gibi de durmuyor. Sarsıntı daha şimdiden Avrupa’da yükselmekte olan yabancı düşmanı, ırkçı-milliyetçi, AB karşıtı dalganın gücüne güç katıyor. 

‘Her yer’ dağılırken
Brexit süreci bu hafta fiilen başladı. Hollanda’da Türk ve Müslüman düşmanı VVP çarşamba günü yapılan seçimlere profilini yükselterek giriyor. Fransa’da, bir Frexit vaat eden Ulusal Cephe Partisi ve lideri Le Pen’in, Türk ve Müslüman düşmanı havadan sonuna kadar yararlanmaya kararlı olduğu görülüyor.
 
Bu süreç Avrupa Birliği’ni, milliyetçi, yabancı düşmanı akımlarla yönetilen ulus devletlere doğru, dağılmaya götürüyor. Bu sürece, dağılmanın NATO üzerindeki olası etkilerini, Rusya - NATO dengesindeki olası bir değişmeyi, militarizmin Almanya, Japonya ve ABD’deki yeni canlanma eğilimlerini, Çin’in askeri teknolojisini modernize ederken kendine yeni ekonomik siyasi etki alanları açma girişimlerini de ekledik mi, anlığımızda, kapitalizmin klasik “savaşa giden yol” resimlerinden biri şekillenmeye başlıyor. 
 
Kendi bölgemize bakınca bu “resim” içinde, yeni gelişmelerin yerel riskleri, bu risklerin küresel sonuçlar yaratma kapasitelerini artırdığını görüyoruz. Örneğin, ABD özel kuvvetlerine ait 400+ personel ağır silahlarıyla birlikte Mınbiç’te Kürtlerle Türkler arasındaki kritik koridora girerek ilk kez bayrak gösteriyor. ABD, Rusya’nın aktif olarak bulunduğu, YPG üzerinden Türkiye’nin Kürt sorununa bağlanan bir bölgeye girerken, Rusya da ABD’nin yakın müttefiki Mısır’a, Libya’da ABD ve Avrupa destekli Tripoli yönetimini tanımayan “isyancı general” Haftar’ı desteklemek üzere özel kuvvetler, insansız hava araçları (İHA) birimleri gönderiyor. 
 
Dünyada, bölgede sorunlar giderek daha da karmaşıklaşırken olası hataların maliyeti hızla artıyor. Böyle bir ortamda, Türkiye halklarından iradelerini, 15 yıldır kutuplaştırarak, her dönemeçte “şok”lara dayanarak, yasama, yargı denetiminden kurtularak yönetmeye çalışan, tüm dış politika girişimleri iflas ettikten sonra artık dünyayı “Haçla - Hilal’in” çatışması söylemiyle tanımlayan bir siyasetçinin eline teslim etmesi isteniyor...

 
Dün yetmez ama “evet” diyenler bugün çok pişman ama, her şey henüz kaybolmadı. Bugün “evet” diyecek olanlar için, yarın çok geç olacak.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

15 Mart 2017 Çarşamba

AKP referanduma nasıl hazırlanıyor? - KADİR SEV

AKP, hiç gündeminde yokken, birdenbire sonu bilinmez bir yola girdi, ya da birileri arkadan itti!
Referandumdan söz ediyorum, Anayasaları reddedilirse, ayakta kalmaları zor. Enkaz kaldırma çalışmalarına sıra geldiğinde nelerle karşılaşacaklarını en iyi AKP kurmayları biliyor.
Bu nedenle de can havliyle “evet”i zorluyorlar. Başarı şanslarının çok olmadığını düşünüyorlar. Öyle ya;“Diktatörün el kitabını”, “demokrasi belgesi” diye yutturmak kolay değil.
Gerilimi tırmandırmaktan başka çözüm üretemiyorlar. Kendilerini öylesine kaptırdılar ki; hayır diyenleri, faşist; zorba; terör örgütü üyesi olmakla suçlamaya başladılar.
Avrupa ülkelerinde büyük bir oy potansiyeli var. Oralarda güçlü bir kampanya yürütmeyi amaçlamışlardı. Önceki yıllarda olduğu gibi hiçbir engelle karşılaşmayacaklarını umuyorlardı. Ama öyle olmadı. Sınır kapılarından dönmek zorunda bırakıldılar.
O ülkelerin de kendi seçimleri var ve kontrollü bir gerilim yaratarak milliyetçilik yarışında öne çıkıp oy toplamayı hedefliyorlar. Günümüz koşullarında tavır değiştirmeleri normal.
AKP bu aşağılanmışlıktan, ülkesinin çıkarı için yedi düvele savaş açmış bir kahraman üretmeye çalışıyor.


Belki başarırlar ama işadamlarının sürekli gerilimli bir ortamdan hoşlanmadıklarını herkes bilir. Yavaş yavaş seslerini yükseltmeye başladılar.
Şunu da unutmayalım: yurt dışında seçim çalışması yapılmasını 8 yıl önce kendileri yasaklamışlardı. Kendi çıkardıkları yasalara göre suç işliyorlar.
Bu arada kampanyalarını bizlerin paralarıyla yürüttüklerini de bir yerlere not edelim.

                                                                                  ******
Bu hafta, 8 Mart günü yürürlüğe giren; 6824 sayılı torba yasa ile yapılan düzenlemelerden söz etmeyi düşünüyordum. Vazgeçmeye hiç niyetim yok. Toz duman arasında bu gibi konular medyada pek fazla yer bulamıyor. Oysa bunlar çok önemli.
AKP’li bir bölüm milletvekili gelir vergisi ve bazı yasalarda değişiklik öngörülen bir teklif verdiler. Bu teklif komisyonda dağıtıldı ve İç Tüzük gereği 48 saat geçtikten sonra görüşülmeye başlandı. Ancak komisyon üyeleri önlerinde aynı konularda düzenlemeler öngören Bakanlar Kurulu tasarısıyla daha karşılaştılar. İç Tüzüğü dolanmışlardı. İki gün içinde bu iki metin birleştirildi, yeni maddeler eklendi ve ortaya 26 maddeden oluşan ve 13 yasanın 19 kuralında değişiklik yapan bir tasarı çıktı. Genel Kuruldaki görüşmeler ise üç gün sürdü. Kimse ne olduğunu anlamadan tasarı yasalaşmıştı.
Yasayla, çiftçinin Ziraat Bankasına; Kredi Kooperatiflerine; TEDAŞ’a olan borçlarının yeniden yapılandırılması, Esnaf Ahilik Sandığı kurulması; vergilerini düzenli ödeyenlere %5 indirim uygulanması; yabancılara taşınmaz satışlarında KDV, Damga vergisi, harç alınmaması gibi biri diğeriyle ilgisiz çok sayıda konu düzenleniyor. Bunların hepsi ayrı uzmanlık gerektiriyor olsa da meclisin uzmanlık komisyonlarına gönderilmedi.
Getirilen düzenlemelerin bir bölümü, referandumda “evet” oylarını artırmaya yönelik. Bir bölümü, muhataplarının yararına gibi görünse de fiili durumun yasalaştırılmasından öte anlam taşımıyor. Ahilik Esnaf Sandığı ise, sanki varlık fonuna devredilmek üzere kurulmuş gibi.
Yapılan düzenlemelerin ortak bir özelliği var: Kişilere mali yükümlülük getiriyorsa referandumdan sonra yürürlüğe girmesi öngörülüyor.
Ana hatlarıyla da olsa bu sözleri açıklamak gerekiyor.

ÇİFTÇİ BORÇLARI
Çiftçinin, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerinden kullandığı ve 31 Aralık 2016 günü takip hesaplarında izlenen Tarımsal kredi borçlarının, Ekim/2017 ‘den başlamak üzere, her yıl, aynı ayda ve %11 basit faiz uygulanmak suretiyle, yeniden yapılandırılması öngörülüyor. Faizin %5’ini borçlu, %6’sını Hazine üsleniyor.
AKP’nin çiftçi dostu olmadığını biliyoruz. Bu maddenin, referandum için çiftçiye göz kırpılması anlamına geldiğinde kuşku yok.

TEDAŞ’IN ALACAKLARI
Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesinden önce tahsil edilmemiş ve çoğu takipli alacakları vardı. Bu alacaklar, özelleştirme/devir sırasında TEDAŞ’a devredilerek şirketleri satın alanlar yükten kurtarıldı, bir anlamda alacaklarını tahsil etmiş oldular. Devredilen alacaklar TEDAŞ’ın alacağı olarak anılmaya başlandı.
Şüpheli alacakların tutarının iki milyarın üzerinde olduğu belirtiliyor. Yıllarca tahsil edilememiş, bu süre içinde çiftçi toprağını terk etmiş, birçoğunun abone kaydı bile bulunamıyor. Kısaca söylersek tahsil edilebilmesi uzak bir olasılık. Bu maddeyle gecikme zammı, faiz gibi yükümlülüklerden vazgeçerek bir miktar tahsilat yapılması yollarının arandığı anlaşılıyor.

VERGİYE UYUMLU YÜKÜMLÜLER
Böyle bir düzenleme ilk kez yapılıyor. Yasada bildirimini zamanında veren, vergisini zamanında ödeyen yükümlülerin gelir ve kurumlar vergilerinden %5 indirim yapılması öngörülüyor. Bu düzenlemede dikkati çeken bir özellik var: yasal süresi geçtikten sonra düzeltme ve pişmanlık bildirimi verilmesi kural ihlali sayılmadığı için yükümlüye tanınan indirimden vazgeçilmesi gerekmiyor.

YABANCILARA TAŞINMAZ SATIŞLARINDA KDV BAĞIŞIKLIĞI
Yabancılar ile yurt dışında oturma izni alarak 6 aydan çok süre yurt dışında yaşayan Türk vatandaşları, bedelini döviz olarak getirip Türkiye’de taşınmaz alırlarsa bu işlem KDV’den bağışık tutuluyor. Tek koşul, taşınmazları bir yıl içinde satmamaları. Maddede, yabancıların bu süreden önce satmaları durumunda KDV’sini ödemek zorunda oldukları yazılı. Ancak yükümlülerin yurt dışında yaşadığı dikkate alınırsa tahsil edilebilme şansının pek fazla olmadığı görülür.
Satılma yasağının süresi de çok kısa. Hemen herkes, %8-18 KDV bağışıklığından yararlanabilmek için taşınmazını, bir yılı biraz aşan bir süre emanet edebileceği bir yakınını bulabilir. Bu fırsatın kötüye kullanılmaması için önlem geliştirilemezse KDV’siz taşınmaz konut satışlarının tepe yapabilir.

ESNAF AHİLİK SANDIĞI
Torba Yasaya konulan bir maddeyle devasa bir sigorta kuruldu. Görevleri, sorumlulukları, uyması gereken kuralların hepsi Ek Madde 6’ya sığdırıldı. İlk fıkrasında şöyle deniliyor; “Esnaf Ahilik Sandığının gerektirdiği görev ve hizmetler için mali kaynak sağlamak, piyasa şartlarında kaynakları değerlendirmek, bu kanunun öngördüğü ödemelerde bulunmak üzere…..” kurulmuştur.
Adı Esnaf sandığı olsa da; “hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan serbest ticaretle uğraşan” herkesi kapsıyor.
Sigorta kapsamındakilerin, prime esas kazançlarının %2 ‘sini ödemesi; Devletin de %1 katkıda bulunması öngörülüyor. Bugünkü asgari ücrete göre sigortalıdan en az 35,55 en çok 266,62 lira kesinti yapılacak. Kesintinin başlama tarihi ise 1 Temmuz, yani referandum sonrasına bırakılmış. Kapsamda yaklaşık iki milyon kişi var. Milyarlarca lira toplanacak.
Yasada; “Sandığın gerektirdiği hizmetler için…” kurulduğu belirtiliyorsa da yapılan tek iş, iflas eden ya da işyerlerini kapatanlara belirli süreler boyunca ödeme yapmak. 600 – 900 – 1080 gün prim ödeyenlere aynı sırayla 180 – 240 - 300 gün süresince ve ödedikleri prim dilimine göre 720 ile 1.422 lira arasında değişen tutarlarda ödenek verilmesi öngörülüyor. En az prim ödeme gün sayısı 600 olduğuna göre 2020’den önce ödeme yok.
Ödeneğe hak kazanmak için iki koşul öngörülüyor. Birinci koşul iflas başvurusunda bulunmak ya da işyerini kapatmış olmak. İkinci koşul ise Sandığa borcu olmamak. Şaka gibi değil mi? iflasın eşiğinde olan birine borcun varsa ödeme yapmam diyorsunuz.
Sandığın bir başka gideri daha var: gelirinin %15’ini, girişimcilik ve mesleki eğitim gibi amaçlarla kullanılmak üzere, İŞKUR’a aktarması öngörülüyor.
Varlık Fonu, gerekçesinden anlaşıldığına göre, öncelikle emeklilik fonlarına göz dikti. Ahilik Esnaf Sandığının savruk bir anlayışla kurulduğunu dikkate alırsak, gelecekte varlık fonuna devredilmesinin amaçlandığını söyleyebiliriz.

KAYIT DIŞI ÇALIŞTIRMA TEŞVİK Mİ EDİLİYOR?
Bu Yasadan önce, kayıt dışı işçi çalıştırılanlar, bir yıl süre ile sigorta primi destek ve indirimlerinden yararlandırılmıyordu. Bu süre bir aya indirildi. Böylece işletmeler kayıt dışı işçi çalıştırmasınlar diye verilen desteklerin anlamı kalmadı.

MERALAR ELDEN ÇIKIYOR
Bugüne değin, meraların amaç dışı kullanımlarını yasallaştıran çok sayıda düzenleme yapılarak ucundan kıyısından kırpıldı. 2012’de 6360 sayılı Yasayla 16 bin köy, bir günde büyükşehirlerin mahallesi oldu. İçinde meraların da olduğu kamunun toprakları belediyelere ya da çeşitli kamu kurumlarına devredildi. Meralara el atmalara göz yumuldu ve çoğu bu niteliğini yitirdi. Mera denildiğinde akıllara artık yağmalanacak toprak geliyor. Kentsel dönüşümlerin konusunu bile oluşturmaya başladı.
Meralara ilişkin olarak yapılan düzenlemeler, fiili durumun kabul edilmesi anlamına geliyor. Yasanın 8. Maddesinde deniliyor ki; belediyelerden, özel idarelerden ya da diğer kamu kurumlarından satın almış olan özel kişilerden yeniden bedel istenmez; dava açılmaz; açılan davalardan vazgeçilir; kazanılmış davaların gereği yerine getirilmez. Böylelikle bir yandan fiili durum yasallaştırılırken, öte yandan yasalara göre haklı neden olsa bile meraların yağmasının sürekliliği sağlandı.

GENEL SAĞLIK SİGORTASI YÜRÜMEDİ
Genel Sağlık Sigortası 1 Ocak 2012’de yürürlüğe girdi. Gelir gruplarına göre, 71,10 – 213,30 ve 426,60 lira olmak üzere üç kademeli ödeme belirlenmişti. Başaramadıkları anlaşılıyor. Genel Kurul’daki görüşmelerden; sistemde olması gerekenlerin yalnızca %8,9’unun yükümlülüklerini yasaya uygun olarak gerçekleştirdiğini, 7 milyon 200 bin kişinin 12 milyar liraya yakın borçlu olduğunu öğrendik.
Ödenecek prim tutarı bütün gelir grupları için 53 lirada sabitlendi. Borçların bu tutar esas alınarak yeniden hesaplanması ve gecikme zammı, faiz gibi borcun fer’ilerinden vazgeçilmesi öngörüldü.

GÖZLER SENDİKALARIN GELİRLERİNDE
Yasanın 23. Maddesiyle; Sendikaların, gelirlerinin %10’a kadar olan kısmını, kadın istihdamını destekleyici hizmetlerde kullanılmak üzere, Çalışma Bakanlığına; “ayni ve nakdi yardımda bulunabilirler” deniliyor. Çalışma Bakanlığının, sendikalar üzerindeki gözetim, denetim yetkilerini dikkate almazsak, zorlama olmadığını düşünebiliriz. Oysa gerçek hiç de öyle değil. Artık sendikaların gelirlerine de el koymaya başlayacakları anlaşılıyor.

SON SÖZ
Yazının çok uzadığının farkındayım. Ama suç bende değil, AKP’nin referandum maceraları bitmek bilmiyor.

Kadir Sev / SOL

Düşman kardeşler - ÖZGÜR MUMCU

Referandum öncesi havanın hayır’dan yana dönmesiyle beraber bir uluslararası kriz bekleniyordu. İktidarın bir “milli mesele” peşinde kararsızları etrafına toplamaya niyetleneceği belliydi. Fakat hakkını vermek gerek. Krizin Hollanda’yla çıkmasını beklemiyordum. Elbette, yükselen aşırı sağ ve Hollanda seçimlerinin hemen arifesinde bulunulmasının payı da krizin büyümesinde çok önemli.
Popülist, aşırı sağcı siyasetin bir Batılı bir de İslamcı versiyonunun karşı karşıya gelince ne kadar büyük bir gerginlik potansiyeli taşıdığı da böylece iyice anlaşıldı. 
 
Aslında AKP’li siyasetçilerin Batı tarafından engellenmesi konusunda Batı’dan yana konum alan ve Türk siyasetçilerin Batılılar tarafından aşağılanmasından memnun olan bir tutumu vardı. Konu kendisini ilgilendirene kadar. 
 
Dört sene önce Kılıçdaroğlu, Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup başkanı Swoboda ile tartışmıştı. Randevusu iptal edilmişti. Hatırlayalım neydi AKP’nin tepkisi. Bekir Bozdağ şöyle demişti: Avrupa’da siyasetin iftira ve yalan üzerine bina edilemeyeceğini Kılıçdaroğlu görmüş oldu.” Cemil Çiçek ise daha da keyfini çıkararak Böyle tepetaklak gelirsin, Türkiye’de ağlarsın.
AKP kendini devlet olarak görüyor. Partiyle devlet birbirine karışınca da parti propagandası yapmaya devletin uçağıyla gidiliyor, parti propagandası Türk mevzuatında yasak olmasına rağmen dış temsilciliklerde yapılmak isteniyor, parti çıkarları Türkiye’nin milli çıkarı gibi sunuluyor.
Kendilerinin zamanında Kılıçdaroğlu’na söyledikleri unutuluyor. Sayın Erdoğan’ın Annan Planı zamanında Rauf Denktaş’ın Türkiye’de siyasi faaliyet göstermesine karşı çıkması hatırlanmıyor.
Kendi bakanlarının Rotterdam’a alınmaması üzerinden mağduriyet devşirilirken Türkiye Cumhuriyeti’nin iki bakanı da dahil olmak üzere bu Meclis’in milletvekillerinin Türkiye sınırları içindeki şehirlere girmesinin engellendiği akıllara gelmiyor.
 
Diplomasi, sanki bir suç işlenmiş gibi gizlice bir bakanı başka bir devlete sokmaya çalışmak gibi çocukluklarla yürütülmez. Büyüklerinden yeni öğrendiği argoyu yerli yersiz kullanan bitirimler gibi küfretmek özgüven değildir. Aksine özgüveni değil, aşağılık kompleksini gösterir.
Hollanda’nın yaptığı Batı’daki aşırı sağ dalganın nereye vardığını anlatan işgüzar bir eylem. Ayrıca kavga eder gibi gözüken popülist aşırı sağın aslında birbirini karşılıklı nasıl beslediğini de anlıyoruz. Bu kavgadan şimdiden düşman kardeşler AKP ve Geert Wilders kazançlı çıkmışa benziyor.



Parti çıkarları milli çıkar değildir. Daha evvel Batı’nın Türk siyasetçilerine karşı aldığı tedbirleri destekleyenlerin yeni öğrenilmiş “antiemperyalist” cakaları gerçek değildir. Ülkesinde gazeteciler ve milletvekilleri tutukluyken ifade özgürlüğünden bahsetmek inandırıcı değildir.
Devletin itibarını, parti çıkarlarını milli çıkar sosuna bulayan istikrarsızlık üreten bir anlayış zedelemektedir.
 
Zamanında Le Pen’e Altınoluk’ta tatil ısmarlayıp kapalı odalarda onunla görüşmüş bir siyasi geleneğin Avrupa’nın aşırı sağına tepkisi ikiyüzlüdür.
Referandumda Hollanda’nın aşırı sağının tepkilerinin seçmenin iradesini etkilemesine hayır.
Birbirini besleyen bu iki aşırı sağ arasındaki göbek bağının kesilmesi için de hayır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Köroğlu’nun torunlarına selam - MUSTAFA K. ERDEMOL

Prof. Aydın Güven Gürkan nitelikli, bilgili bir insandı. Ülkenin darbe sonrası kendini toparlama sürecinde siyasete atılmış, Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin genel başkanlığını üstlenmişti. Hakkında kötü söz söyleyen çıkmamıştır, temiz, dürüst bir akademisyen, ilkeli bir siyasetçiydi. Yaşlı sayılmayacak bir yaştaydı aramızdan ayrıldığında.
Partisinin seçim gezileri çerçevesinde Kızılcahamam’da bir açık hava mitinginde konuşurken, “sevgili Kızılcahamamlılar” diyeceğine, “sevgili kızılderililer” deyivermişti. Çok masum, çok hoş bir dalgınlıktı bu. Kendisi dahil herkes gülmüştü diye anlatırlar. Ama bundan da önemlisi saygıdeğer Gürkan “sevgili kızılderililer” dediğinde, miting alanındaki herkesin arkalarındaki tepelere dönüp bakmalarıydı.
Belli ki bir dil sürçmesiydi bu. Gürkan da oradakiler de Kızılcahamam’da Kızılderili olmayacağını bilirlerdi elbette. Oluyor böyle yanlışlıklar.

İçişleri Bakanlığı yaptığı sırada açılışını gerçekleştirdiği Ferro Krom Tesisleri’nden “Kırro From Tesisleri” diye söz eden Abdülkadir Aksu’yu asırlar geçse de unutmam ben örneğin.
“Sizi Allah’a emanet ediyorum” yerine “Allah’ı size emanet ediyorum” diyen Tansu Çiller “bu alemin kraliçesiydi” tabii ki. Nahcıvan Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey’den Ali Bey diye söz etmesi gaflarının en hafiflerindendi. Belediye binasını ziyaretinde zabıta görevlilerinden oluşan tören kıtasındakileri asker sanıp “merhaba asker“ diye selamlaması da hoştu.

Bir İngiltere gezisi dönüşü oradaki temaslarını anlatırken “İngiliz TRT’sine” açıklama yaptığını söyleyen eski Cumhurresimizlerimizden Cevdet Sunay’ı da analım bu arada.
 
Fransızcası pek iyi değildi derler eski başbakanlarımızdan Hasan Saka için, başında saçı yoktu Saka’nın, keldi yani. hatta öyle ki lakabı da Kel Hasan’dı. Doğru mu uydurma mı bilmem ama şöyle bir olay anlatırlar; Fransız meslektaşıyla bir telefon görüşmesi yapacaktır, telefonda karşısındaki görevliye kendisini tanıttığında söz konusu görevli birden anımsayamadığı için sorar haliyle: “Quell (okunuşu Kel) Hasan?” (Hangi Hasan?). Hasan Saka’nın çok kızdığını söylerler.

Pakistan - Hindistan savaşında kazanan tarafın Pakistan olduğunu sanıp söz konusu ülkenin cumhurbaşkanını kutlamak için telefon açan Süleyman Demirel’in de ne kadar mahcup olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Her yerde rastlanır bu tür dalgınlıkara, gaflara.

Oğul Bush bir Latin Amerika gezisinde “dilinizle ne kadar övünseniz azdır” diyerek latinceyi övmeye kalkmıştı. Latin Amerika’da konuşulan dilin Latince olduğunu nereden duymuşsa artık?
Dalgınlıkla, yanlışlıkla, yanlış bilgilendirmeyle ilgili olarak bu tür vakalarla karşılaşılır.

Binali Bey’inki de böyledir herhalde. Boluluları, zulmüyle tanınan Bolu Beyi’nin torunları sanması tamam cahillik değilse de, en azından Anadolu efsane kültürüne yabancılaşmanın bir örneği sayılmalıdır. Bolu Beyi efsane değildi elbette, 1580’lerde yaşadığı bilinen bir yöre egemenidir malum. Adı etrafında gerçeklikten yola çıkarak sonradan oluşturulmuş bir dolu efsane, öykü vardır.
Boğaziçi’nde okursa kızların kendisini yoldan çıkaracağını düşünecek kadar ince eleyip sık dokuyan biri olarak Binali Bey’in konuyla ilgili olarak azıcık araştırma yapması fena mı olurdu?
Bolu Beyi için “zulmünden çok Köroğlu’yla karşılaştığı için ün kazanmıştır” denir. Tabii işin uzmanları iki Köroğlu ‘nun varlığından söz ederler. Birinin şair, diğerinin de şaki olduğunu söylerler. Şaki olandır Bolu Beyi’nin belalısı. Ama halkın zihninde her iki Köroğlu tek bir kişi olarak yer etmiştir. Olsun, bir kötülüğü yok.


Bolulu olsam bozulurdum. Yörede adı lanetlenmiş bir egemenle anılmaktan çok isyankar, zalime, zulme, haksızlığa karşı bir kahramanla ya da dizeleri günümüze kadar gelen büyük bir halk ozanıyla anılmak, anımsanmak isterdim.
Binali Bey, ne kadar halk çocuğu vs derse desin kendisine, o bir egemen. Hem varsıl bir işadamı hem de hem de siyasetçi olarak egemen. Osmanlı memuru Bolu Bey’ini meslektaşı gibi mi gördü acaba? Bolu Beyi’ne, Osmanlı otoritesine “hayır” diyen Köroğlu’dan söz etmesinin “atmosfere” uygun kaçmayacağını mı düşündü ya da? Köroğlu’nun torunları diyemezdi belki de, istese de. Öyle “torunlardan” referandumdan “evet” çıkmaz çünkü, hiç değilse bunu biliyordur.
Sen kalk, Köroğlu’nun diyarı Bolu’da Bolu Beyi’nden söz et, hem de alana gelenleri onun torunları sayarak.

Köroğlu’nun torunlarının kim olduğunu da referandumda öğretirler Binali Bey’e. Umarım.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Gazan mübarek olsun ‘Diriliş Türkiye Medyası’ - ÜMİT ALAN

Diriliş Ertuğrul dizisinin dün yayınlanan son fragmanı şöyle başlıyor: “Türk’e pusu kurulmaz, Türk’ten intikam alınmaz, Türk’e ceza kesilmez.” Bu dış sesle birlikte düşman askerlerinin bir bir yere serildiğini görüyoruz. Sonra Ertuğrul’a yakın plan yapılıyor: “Bu topraklarda ezan dinmeyecek, bayrak inmeyecektir.” Bu sırada “Savaş başladı Ertuğrul Bey” repliği geliveriyor. “Sefer bizden, zafer Allah’tan” temennisiyle birlikte fetih meselelerine giriliyor ve fragman “Allah fetih ruhunu hiç söndürmesin” sözüyle son buluyor. O sırada gerçek hayatta önce Almanya, sonra da Hollanda ile burun buruna geliyoruz. Gerçek hayatla kurgu birbirine giriveriyor.


Diriliş Ertuğrul bir senaryo yani bir kurgu. Dünü anlatıyor ama aslında bugünde geçiyor. Tarihsel bir arka planı günümüzün gerçeklerine göre eğip bükerek subliminal mesajlar verme konusunda, Ergenekon, Balyoz zamanlarında Samanyolu TV’nin yaptığı (davaların sonucunu önceden söyleyen) dizilere göre daha başarılı bir prodüksiyon olduğu gerçek, hakkını verelim. Samanyolu TV’nin diyaloğa boğulmuş dizilerini izlerken sıkıntıdan baygınlık geçirmek olasıydı, buradaysa bir aksiyon var, çekirdek çitleye çitleye, gaza gele gele izlersin. Olaylar sadece dizilerde kalsa iyi. Şu sıra medyanın çok büyük bölümünün de tıpkı Diriliş Ertuğrul gibi ince ince kurgulandığını düşünüyorum. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda, Diriliş Türkiye Medyası adlı bu dizinin üç ana unsuruna dikkat çekmek isterim:

İntikam
Türkiye’deki rederandumun tüm kaderi, Avrupa’da yapılacak mitinglere bağlıdır, Avrupa yüzyılların nefretiyle (İstanbul’un Fethi’ne kadar götürülecek) izin vermez ve olaylar gelişir. Manşetlerin atılma prensibi bu. Yoksa bu derece sertlik kolay izah tutmaz. “Avrupa’da 16 Nisan korkusu EŞKİYALAR”, “Türkiye düşmanlığı Haçlı kafasını hortlattı”, “Haydutluğun bedelini ödeyecekler”, “Korsan devlet, ırkçı köpekler”, “Hoştlanda”, “Gavur Birliği”, “Türkiye düşmanı ırkçıların sınır bekçisi değiliz” sertliğindeki manşetleri anlamak ancak böyle mümkün. Bu bir “intikam” hikâyesi.

Hayal gücü
İyi senaryo, gerçekliği unutturup bir hayale inandırdığı ölçüde iyidir. Buradaki senaryonun unutturması gereken gerçeklikse şu, Türkiye yasalarına göre; zaten yurtdışında seçim mitingi yapmak yasak. Senaryo işte bunu unutturabildiği ölçüde başarılı ki, neredeyse hiç konuşulmuyor. İlaveten Hollanda medyasına bakılırsa, başlangıçta Hollanda Türkiyeli bakanlara “gelmeyin” demiyor. Bizde seçim var, gelecek hafta sonu gelin deniyor. Türkiye ısrarlı olunca da “yasak” koyuyor ve iş krize dönüyor. Hollanda’nın “yasak” kararının arkasında artniyet görmek mümkün ama krizin bu arka planından neredeyse hiç söz etmemek de bir senaryo tercihi. Senarist ve yönetmen, hangisinin daha iyi gişe yapabileceğini çok iyi kestiriyor.

Komedi
En ciddi senaryonun içine bile biraz komedi unsuru katılırsa izleyici diri tutulur. Bu prodüksiyonda komedi unsurunu “yakında buzullar eriyecek Hollanda sular altında kalacak” türü haberlerle Akit gazetesi ve türevleri üstleniyor. Notre Dame’ın Kamburu romanına göndermeyle “Rutterdam’ın Kamburu” (Hollanda Başbakanı Rutte’ye hakaret edildiği sanılıyor) başlığını atan Takvim ve Star gazetesinin eski günlerini hatırlatan “it is Rutte” başlığıyla Güneş’i unutmamak gerek, onlar bu dizinin komedi öğeleri.

Zekâ
Senaryo matematik işidir. Zekâ taşımadığı noktada çöker. Yani sırf dövüş sahneleriyle, sırf komediyle bir senaryoyu çalışır hale getirmek imkansız. Bence Diriliş Türk Medyası dizisinde bu işlevi ancak Hürriyet gibi “tam angaje” görünmeyen bir gazete üstlenebilir. O yüzden Hürriyet’in özellikle son kriz ve genel yayın yönetmeni değişikliğinden sonraki yayın politikasında alt metinlere daha yakından bakmak gerek. Referandum yaklaştıkça çeşitli dalga boylarında alametler belirecektir. Çünkü o “karargâh rahatsız” krizinin belirgin bir sonucu illa ki olacaktır. Diriliş Türkiye Medyası’nın ilerleyen bölümlerinde…

Ümit Alan / BİRGÜN

Keçecizâde Fuat Paşa'dan Mevlüt Çavuşoğlu'na - Adnan İSLAMOĞULLARI

Hayatımızdan sessizce çekilip giden kelimeler vardır. Bir kaç harften mürekkep o kelimeler bâzen tek başına merâmımızı anlatmaya yeter. Ve eksilen kelimeler merâmımızı anlatmaya yetmez olur. Son yıllarda devlet hayatımızdan eksilen bir kelime var ki, içinde bulunduğumuz bunalımı anlatmaya güç yetiriyor bir başına.
O kelime 'mehâbet'.
'Devletin mehâbeti', yitirdiğimiz tam olarak bu.
Bir imparatorluğun vârisi olduğumuzu hatırlarken vakarımızı unutuyoruz.
Son yaşadığımız Hollanda ve Almanya krizinde vakarsızlık ayyûka çıktı, devletin mehâbeti hâk ile yeksân oldu.
"Onlar birbirini ısırmazlar."
"Sen ne lâlesisin bilmiyorum ama..."
"Hollanda bizim kürdan cebimiz"
Yukarıdaki cümleler devletin en üst üç makamından, Cumhurbaşkanı'nın, Meclis Başkanı'nın ve Dışişleri Bakanı'mızın ağzından dökülen vecizeler, krizle ilgili.
Birincisinde, muhatabına it diyen bir devlet dili, ikincisinde bir Başbakana  kendi argosuyla (..t lâlesi) diyen bir devlet dili ve üçüncüsü de aklı sıra karşısındaki devletin coğrafyasını küçümseyen bir avamî mizah anlayışı...

Sonra "Biz Osmanlı torunuyuz" efelenmeleri...
Osmanlı deyince aklınıza kılıçtan başka bir şey gelmez mi sizin? Osmanlı'yı Osmanlı yapan yalnızca kılıç mıdır? Osmanlı diplomasi demektir aynı zamanda.
Birkaç örnek verelim devlet erkânına belki istifade etmek isterler.
Osmanlı Sadrazamları isimli dev eserinde İbn'ül Emin, Keçecizade Fuad Paşa ile ilgili politik nükteler yazar ve nüktedanlığının babasından miras olduğunu ifade eder.
Keçecizâde'ye, Sultan Abdülaziz'in 1867'deki Avrupa seyahati esnasında soruyorlar "En güçlü devlet hangisidir?" diye. Keçecizâde Fuad Paşa, "Şüphesiz ki Devlet-i aliye-i Osmaniye'dir. Çünkü yıllardır siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz ama bir türlü yıkılmıyor" şeklinde cevap verir.

Fransız İmparatoru III. Napolyon, bir gün opera salonuna girerken, Osmanlı sefiri Keçecizâde Fuat Paşa'nın ayağa kalkmadığını görür ve protokol nâzırı olan memura der ki: "Gidip sorun bakalım. Yoksa kendisini Kanunî'nin elçisi mi zannediyor?" Bu suale Keçecizâde'nin cevabı tokat gibidir: "Hâşâ! Eğer ben Kanunî'nin sefiri olsa idim, sizin kralınız, benim olduğum yere, benden izin almadan girebilir miydi?"


Keçecizade Fuat Paşa bir gün Babıali'de yürüyordur. Muhaliflerinden birisi ise Babıali'nin parke döşetilerek genişletilen caddesini överek "Çok münâsip, gerekli bir iş yapmışsınız Sadrazam Hazretleri" türünden bir lâf eder. Nüktedan Paşa'nın cevabı hazırdır: "Bize atılan taşlarla döşettik..."
Paşaya sormuşlar; "Paşam, gerçek dostların kimler?"
"Şimdi iktidardayım, bilemem!"

                                                                         ***
Demek ki diplomasinin kendine has bir dili vardır. Ve muhatabına "..t lâlesi" demeden de meram anlatılabilir. Böyle sunturlu hakaretlerle ve sokak ağzıyla ancak devleti küçültürsünüz...

Adnan İSLAMOĞULLARI   / YENİÇAĞ
Kaynak: Keçecizâde Fuat Paşa'dan Mevlüt Çavuşoğlu'na... - Adnan İSLAMOĞULLARI

14 Mart 2017 Salı

Ülke itibarı serbest düşüşte - OĞUZ OYAN

İktidar her zamanki yöntemlerini uyguluyor. Seçimleri “düşman imgesi” üzerinden yürütüyor. Eğer güçlü bir hasımla karşıtlık oluşmamışsa, bunu yaratıyor. İçerde bugünün siyasi çekişmelerinde yeterince düşmanlaştırıcı öğe bulamazsa, geçmişi kurcalıyor, o da aşınınca dış düşmanlıkları körüklüyor.

Önceleri sözde “vesayet” rejimine karşı sahte demokrasi kahramanlığı yapmaktaydı, şimdi kendi vesayet rejimini güçlendirirken kof milliyetçilikler üzerinden oy avcılığına çıkıyor. (Tabii, artık ahmak avcılığına yarıyor olmasa da,  “vesayetçiliğe karşı savaşmayı” siyasi düsturu olmaktan çıkarmıyor, nitekim şimdiki anayasa değişikliğinin bile temel gerekçesi yapabiliyor). Dün “askeri vesayete” karşı paralel yapısıyla birlikte aslanlar gibi savaşıyor gözükürken, “analar ağlamasın” üzerinden yıllanmış Kürt sorununa demokratik bir çözüm sunduğu izlenimini verirken, liberalleri ve Kürt siyasetçilerini, başta AB olmak üzere bilumum Batı siyasetçilerini yanında tutarken hem Cumhuriyet kurumlarını /aydınlarını ve erkler ayrılığını fiilen ve hukuken tasfiyenin gerekçelerini ve mekanizmalarını üretmekte hem de seçimlere tedhiş eylemlerinin dizginlendiği ortamlarda girmenin avantajını kullanmaktaydı. 2015’te bunun getirisinin tükendiğini görüp masayı devirdikten sonra, aynı amaçla tam tersini uygulamayı da başarmıştı. Hal ve şartlara göre her türlü kalıba girebilen bu eyyamcı siyaset, kendi hedeflerine varabilmek için her yolu deneyebileceğinin örneklerini şimdiye kadar yeterince verdi. İktidarını sürdürme yöntemlerinin ülke çıkarlarına zarar vermesinin umurunda olmayabileceğini de defalarca kanıtladı.

2009 yerel seçimleri öncesinde, hazırlanışından (Peres’in ısrarla davet edilmesi) uygulanışına (“one minute” çıkışına) kadar her safhası planlanan Davos tiyatrosu bunun uluslararası düzlemde sahnelenen ilk örneğiydi. Gerçi derde deva olmamıştı; 2009 Mart seçimleri, ekonomik krizin tepe noktasında yapılmıştı ve iktidarın bir önceki seçimlere (2007 genel seçimine) göre oy oranı yüzde 46,5’tan yüzde 38,5 e gerilemişti. Ama Erdoğan iktidarı aynı yolda yürümekten yılmadı. Bir sene sonraki Mavi Marmara olayı, hem iktidarın işi nereye kadar götürebileceğini hem de sorumluluk almaktan her daim kaçınabileceği inanılmaz manevra yeteneğini göstermişti. Rusya ile uçak krizi de, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi çıkarlarına onulmaz zararlar verdikten sonra çözülebildi. Suriye politikaları halen zarar vermeye devam ediyor. Bunun bilançosu onmilyarlarca dolarla sınırlı değil, mülteci sorunu ile Kuzey Suriye’deki sorun nedeniyle kalıcı etkilere sahip.

Şimdi de Almanya ve Hollanda ile seçim iklimini ve “evetçileri” kızıştırmak için kasıtlı olarak tırmandırılan gerginlikler, toplumun ve ülkenin önüne yeni ekonomik ve siyasi faturalar getiriyor. Hukuken ve siyaseten hesap sorulamaz bir iktidar türü olarak davranma alışkanlığına sahip olanlar, kendi ikballeri için ülkenin çıkarlarıyla kolayca oynayabiliyorlar. Üstelik bu son olayın etkileri sadece turizmin, ihracatın, doğrudan yatırımların, dolayısıyla istihdamın yeni yaralar almasıyla sınırlı kalmayacak görünüyor; Türkiye’nin artık bir AB hikâyesinin bütünüyle iflası bakımından tüm dünya ile ilişkilerini yeniden belirleyeceği anlaşılıyor. Erdoğan/AKP iktidarının Türkiye üzerindeki yükü artıyor.

                                                                                   ***
Gelelim referandum sürecine. Eşit ve adil bir seçim kampanyası olmazsa, referandum hukuken malul olmaz mı? Eğer demokrasi denilen şey en basitinden insanlara bir seçim hakkı verilmesi ise, insanların bu hakkı kullanabilmek için doğru bilgilenme hakkının da eksiksiz uygulanması gerekmez mi? Peki sermayenin ve iktidarın medyasının, korku ve/veya çıkar uğruna, sabah-akşam iktidarın sözcülüğünü yaptığı bir ortamda böyle bir özgür seçim hakkı kullanılabilir mi?
İktidarın dikta yetkilerini bu defa anayasal bir rejim olarak talep etmesine “hayır” diyebilme özgürlüğünün olmadığı, hayırcıların terör örgütleriyle ilişkilendirildiği bir iktidar kampanyasına maruz kalındığı durumda, hangi demokratik tercihten söz edilebilir?

Cumhurbaşkanının anayasada belirtilen, üzerine yemin de ettiği ve değişene kadar kesin bağlayıcılığı olan “tarafsızlığını” her zamanki gibi alenen çiğneyerek kendi tek adam rejimi için kampanya yaptığı bir seçim süreci nasıl adil, hukuki ve demokratik olabilir? (Bizim bu konuda görevini yapmayan YSK ile ilgili 2015 tarihli suç duyurumuz Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul edilmeyince AİHM önüne götürmüştük; hâlâ orada bekliyor. AİHM de herhalde anayasanın “taraflı cumhurbaşkanı” doğrultusunda değişmesini bekleyerek bizim başvurumuzun kadük olmasını umuyor!).
Bir anayasa referandumunda kendi parti imkânlarının çok ötesinde kamu kaynağı kullanarak kampanya yapan bir iktidar partisi ve cumhurbaşkanı varken, eşit ve adil bir referandum sürecinden söz edilebilir mi?

Yurtdışında seçim vs. propagandası yapılmasını engelleyen kendi hukukunu çiğnemek nasıl bir demokrasi gösterisi olabiliyor?

Başka ülkelerin kendi siyasi duyarlılıklarını öne sürerek AKP'nin ülkelerindeki siyasi mitinglerini erteleme taleplerini özellikle ve hoyratça çiğnemek ve bunun üzerinden mağduriyet imal etmeye çalışmak hangi diplomatik teamüle ve siyasi terbiyeye denk düşüyor?

Peki, iktidarını korumak niçin bu kadar önemli? Ayrıca, iktidarını korumak niçin daha fazla otoriterleşme gerektiriyor? Bu iç içe iki sorunun da –artık herkesin görebileceği- iki nedeni var: Birincisi ve işin özü, iktidarın büyük ölçüde yıktığı cumhuriyet rejimi yerine kurmak istediği İslamcı rejim için yeni bir düzlemeye ve sıçramaya ihtiyacı olması. Bunu, daha fazla otoriterleşmeden yapması imkânsız. Tek seçeneği tek adam rejimi olmayabilirdi; ama burada da Erdoğan etkeni devreye giriyor; siyasal İslamcı hareketin elinde şu an başka sürükleyici siyasi figür yok, parti içi bölünmeyi önlemenin de başka çaresi yok, dolayısıyla onun kaprislerine boyun eğilmek durumunda. İkincisi, 15 yıldır tek başına ülkenin kaderini belirleyen siyasetçilerin sicillerinin iyice kabarmış olması. Bu sicil sadece kamu kaynaklarının kullanım biçimiyle, hesabı verilmemiş ve verilemeyecek büyük kişisel zenginleşmelerle ilişkili değil; aynı zamanda toplumun ve ülkenin içinden geçirildiği çeşitli badirelerdeki siyasi sorumluluklarla da ilişkili. Bunlar, anayasaya aykırı olarak paralel bir devlet yapılanmasıyla egemenlik hakkını paylaşmaktan Ergenekon-Balyoz gibi kumpas davalarına ve Kozmik Oda sırlarının ABD güdümündeki bu yapılanmaya açılmasına, komşu ülkedeki (Suriye’deki) legal rejimin tasfiyesine anayasaya aykırı bir biçimde müdahil olmaktan bu ülkede Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir parçalanmanın körüklenmesine, sınırlarımızda oluşumuna sebep olunan ve büyük güçlerin de desteğini alan yapılanmaya karşı girişilen nafile çabalar yüzünden önemli can kayıplarına neden olmaktan bunların yol açtığı mali/siyasi kayıplara kadar uzanmaktadır.

Bu nedenler, iktidarın korunması kadar ayarlarının iyice sıkılmasını da davet etmektedir; işte bunun için "evet" iktidarın can simididir. Ama tam da bu nedenlerle “hayır” denilmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz, “Beni aldatırsan ayıp sana, beni ikinci defa aldatırsan ayıp bana” ünlü deyişinin halklara mal olması daha uzun zaman alacaktır. Aldatılmayı özel çıkarları nedeniyle umursamayanları kastetmiyorum. Aldatıldıkça kaybedenlerden söz ediyorum. Kaybedenlerin aldatılmaya “hayır” demelerinin zamanı gelmemiş midir? Kendi kişisel ve partisel çıkarları uğruna ülkeyi utanç duyulacak  itibar kayıplarına uğratanlara "dur" demenin artık sırası değil midir?


Oğuz Oyan / SOL

Diplomatik Pasaport çöp… - ORHAN AYDIN

-‘Evet’ çıkarsa ekonomi düzelecek, terör bitecek, ülke istikrara kavuşacak diye konuşuyorlar.
-Yapmadıkları kalmadı, can havliyle her yere saldırıyorlar, ‘Hayır’ diyen vatandaşlara ‘terörist’, ‘vatan haini’ bile dediler ama yetmedi.
-Yetmez fazlasını beklemek gerek derken, önce Almanya sonra Hollanda ile kapıştılar. Olay neresinden bakarsan bak müsamereden beter.
Dünyayı aptal yerine koymak cesareti denir buna ve yalnız cahillere mahsustur.
Hollanda çiftetellisinde bakan kadını ve evlere şenlik avenesini ipteki cambaz gibi yönettiler.
Günü gelir o gece yapılan tüm telefon görüşmelerinin kayıtları açıklanırsa, asıl o zaman kahkahalarla güleceğiz. Olayı kriz haline dönüştürmek için yazılan senaryo ancak bu kadar rezil olur. ‘Havadan gidişine engel oluyorlarsa karadan git, önünü keserlerse kessinler, bakalım nasıl kesiyorlar’ kimin aklına gelir böylesi hinlik?
-Kimin olacak mağduriyet yaratıp, dikleşerek ‘evet’ oylarını artırmanın çaresizliğine düşmüş zavallıların.
-Bazı detaylar var, izledikçe gülüyorum. Bakan kadının Hollanda polis yetkilisi ile yaptığı görüşme mesela. ‘Hayır, gitmiyorum ben diplomatik pasaporta sahip biriyim. Türkiye’de bakanım, kendi konsolosluğuma gitmek istiyorum’ diye yırtınıyor. Bu arada bunları Türkçe söylüyor, arada biri var çeviriyor. Polis’ Giremezsiniz, size bu ülkeye giriş yasağı konuldu, böyle yaparsanız ‘istemeyen kişi’ ilan edilip, tutuklanarak sınır dışı edileceksiniz’ diyor. Bu bizim tek kelime İngilizce bilmeyen garibe çevriliyor.


Bekleşme başlıyor. Yandaşlar ellerine ‘evet’ ve AKP bayrakları alarak toplaşmaya başlıyor. Müsamere işliyor. Bakan beş saat aracın içinde bekliyor, bu arada ‘diplomasi trafiği’ var, bakanın yanında yine tek kelime İngilizce bilmeyen zevat, çevirmenler aracılığı ile Hollanda polisine dikleşiyorlar, ‘gireriz, Türksüz biz’ diyorlar. Sonunda hep birlikte kapı dışarı ediliyorlar.
Bekleşen 250-300 kişilik grup, tekbir getiriyor filan ama ne çare, polis tazyikli su ve atlarla dağıtıyor.
Dikleşenlerin görüntüleri var, içlerinden biri polise, ‘vursana hadi vur’ diyor, bir diğeri ‘ne yapıyorsun bizi de tutuklayacaklar’ deyince ‘yapamaz oğlum Türkiye mi burası’ diye yanıt veriyor. Toplaşanlar atlı polislerin üstlerine geldiğini görünce yine tekbir sesleriyle tabanları yağlıyorlar.
-Anında İstanbul ve Ankara’da konsolosluklar önünde birikmeler başladı. Gecenin köründe, birileri bir yerlerden düğmeye basmış gibi sokağa döküldüler.
-Sonrası şov. Hollanda’ya faşist deme yarışması açıldı. Cehaletin doruğa tırmanmasını izlemeye başladık.
-Siz yazmışsınız gördüm ‘Bir faşist diğer faşiste ‘faşist’ diye bağırıyor.’
-Aynen öyle oluyor. Şimdi iş derinleşiyor, ekonomik batışın yeni faturalarını görenler el altından ‘bitirelim bu tatsızlığı’ filan diyorlar ama yukarda adamlar veryansın bağırıyorlar, ‘Eyy Hollanda bunun hesabını ödeyeceksin’ diyor adam, bir kez değil bir mitingde 4 kez söylüyor bunu. Televizyon programları yapılıyor. Yandaş kımıllar yalan-yanlış Hollanda tarihini anlatıp, Hollanda halkını yerin dibine geçiriyorlar. Önce bakanların girişine izin vermeyen ülkeleri sonra tüm Avrupa’yı faşist-ırkçı olmakla suçluyorlar. En son bütün bu rezil müsamere yaşanırken ortalarda hiç gözükmeyen AB bakanı, ‘Avrupa faşizme teslim olmuştur’ diye fetva verdi.
-Avrupa basını ve Hollanda televizyonları, gazeteleri bunlarla dalga geçiyor.
-Gerilim filmi gibi. Ama kurgunun içinde yer alan ‘oyuncular’, ‘yönetmen’, ‘senaryo’ zavallı olunca insana daral geliyor. Bakan kadın ‘İstenmeyen Kişi’ ilan edildiği için 10 yıl süreyle Schengen ülkelerine giremeyecek. Elinde salladığı Diplomatik Pasaport çöp oldu. Diğer Avrupa ülkelerinden Türkiye yönetimine ağır eleştiriler var. Turizm acenteleri Türkiye tabelasını kapattılar, tek rezervasyon bile yapmıyorlar. Ülkemizdeki Hollanda ve Almanya şirketleri tedirgin, her an toparlanıp dönebilirler. Irkçılıkla kazanılmış tek şey yoktur, olmadı, olmayacak.
-Ne olacak bu işin sonu?
-İtiraf etmişler ‘bu durum ‘evet’ oylarını 2 puan artırdı’ diye. Durmayacaklar, kendileri dışında herkes ‘hain’ herkes ‘düşman’ herkes ‘kafatasçı.’
-Komik.
-Komik olmaktan öte. Siyasal çaresizlikleri ekonomik dibe vuruşlarını hızlandırıyor, bunu biliyorlar. Artık söylenecek yalan da kalmadı.
-Yere çakılacaklar. Yok, yanlış söyledim yere değil betona çakılacaklar.
-Beter olma olasılığı daha yüksek. 16 Nisan bunlar için bu yüzden önemli, her şeyi ama her şeyi anında ve tek ağızdan örtmenin peşindeler.
-Şu köşede Vitaminci var, uğrayalım mı?
-Uğrayalım, birer bardak Portakal suyu içelim, zekâ açar!

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

İtibardan tasarruf olmaz - ÇİĞDEM TOKER

Saray’ın bütçeye (birkaç yılı aşan) maliyeti tartışılırken duymuştuk bu sözü.
Atatürk Orman Çiftliği alanında bir rövanşizm anıtı gibi yükselen; inşaat tabelasında ilk sene “Başbakanlık Hizmet Binası” yazan Saray’la ilgili israf eleştirilerine, Cumhurbaşkanı bu atasözüyle yanıt vermişti:
“İtibardan tasarruf olmaz.”
İtibar gibi zor var edilen; sürekli kılması çok daha zor olan bir değerin, -halkın vergilerinden- parayla satın alınabilir gösteriş ve şaşaa ile eşitlenmesi pek alışıldık bir üslup değildi.
O günün üzerinden iki buçuk yıl geçti. O gün tasarruf edilmeyeceği söylenen itibarda, bugün yaşanan harcamanın bütçeyle, kaynakla ölçülebilir bir yanı yok.


***
Dokuz ay önce 80 milyon yurttaşına Avrupa’ya vizesiz girme müjdesi veren dışişleri bakanının, bizatihi diplomatik pasaportla bile Avrupa’ya gidemeyişinin, bir başka bakanın sınır dışı edilip “istenmeyen kişi” ilan edilişine, yerkürenin 4 milyon 312 bin kilometrekarelik alanına giremeyecek oluşuna nasıl paha biçilebilir?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, bugüne dek karşılaştığı en derin diplomatik krizi yaşatan tabloyu büsbütün karartan ise ülkeyi yöneten kadroların; “değer miydi” sorusunu yeterince ciddiye almış görünmemesidir.
Gerçi, “mağduriyet ithal etmek üzere kurgulandığı da” konuşulan böyle bir tablo karşısında “Zaten dert edilecek olsa, böyle bir kaygı taşınsa, devlet olanakları bir siyasi için bu kadar geniş bir rahatlıkta kullanılamazdı” demek daha gerçekçi görünüyor. Nitekim, referandumda “evet” sonucuna yönelik siyasi ihtirasın ne kadar yıkıcı bir obsesyona dönüştüğü ortada.
O kadar ki, Avrupa’da (da) oy getiren yabancı düşmanlığıyla beslenen son onur kırıcı tutumların “değdiğini” düşünenler, sevinçlerini gizleme gereği duymuyor. İktidar partisinin milletvekili bir üyesi, zevk içinde gülerek bu krizin “evet”e iki puan getirdiğini tv’de ilan edebiliyor. 

***
Türkiye’nin, dış politikada Suriye iç savaşından bu yana erozyona uğrayan saygınlığı, referandum için Avrupa’dan oy devşirme uğruna çökme noktasına getirilmişken, bu yıkım mimarisinde rolü olanların demokratik değerlerden söz etmesi “bu kadar da olmaz” dedirtiyor.
Bu ülkede darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’lerle temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğinin bilinmediği sanılıyor olmalı. Yaşam hakkı, ifade özgürlüğü, çalışma hakkı, örgütlenme hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı haklarının güvence altında olduğu düşünülüyor herhalde.
Ki, Avrupalı muhataplarından demokratik değerlere saygı talep eden bakanlar, kendilerinin de imzalarının olduğu KHK’lerle ihraç edilen iki akademisyenin peş peşe intihar ettiğini unutmuş görünüyor. Bir doktorun sorgulandıktan sonra, hastanenin 10. katından atladığının bilinmediğinden, referandumda hayır için çalışan MHP’li eski milletvekillerinin salon anlaşmalarının iptal edildiğinin duyulmadığından eminler.
Demokratik değerlere saygı talep eden bakanlar, Ankara’da demokrasi isteyen akademisyenlerin



üzerine köpekli polisin yürüdüğünden, cüppelerinin polis botları altında ezildiğinden, işini geri istediği için kamu düzenini bozmadan açık alanda tek kişilik eylem yapan kişilerin gözaltında kolunun kırıldığından Batı’nın haberdar olmadığını düşünüyorlar ki, demokratik değerlere saygı talep ediyorlar. Ne diyelim...
İtibardan tabii ki tasarruf olmaz. İş ki harcatan siz olmayın.

ÇİĞDEM TOKER / CUMHURİYET

İslamofobi ve ithal mağduriyet - EMRE KONGAR

Bir zamanlar Sovyetler Birliği’ni zayıflatmak için ABD’nin kullandığı, din, mezhep, ırk ve milliyet farklılıklarını öne çıkaran, “Kimlik siyaseti”, Sovyetler çöktükten sonra da Huntington’un önerdiği “Uygarlıklar Çatışması Modeli” çerçevesinde, bütün dünyada demokrasinin altını oymaya devam ediyor!

 
“Kimlik siyasetini” yıkıcı bir güç haline getiren bu süreç, yine ABD’nin Afganistan’da Sovyetler’le savaşmak için örgütlediği “Siyasal Radikal İslam’ın” önce El Kaide, şimdi de IŞİD olarak Batı Dünyası’na karşı, teröre dayalı bir savaş ilan etmesi ve Ortadoğu’da ciddi bir güce ulaşması ile günümüz siyasetine egemen oldu. 
 
Huntington’un, Sovyetler’in yıkılışından sonra, Batı’nın rehavete kapılmasını önlemek için gerekli olduğunu söylediği İslam-Batı çatışması, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı ile görünür oldu, Arap Baharı denilen trajedi ve ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya müdahalesi ile tüm dünyayı pençesine aldı. 
 
Terör, savaş ve mülteci sorunları, tüm Batı dünyasında bir İslamofobi yarattı ve halkları “Kimlik siyasetinin” pençesine attı. Sonuç olarak Batı Avrupa’da sağcı partiler, ırkçılık, ayrımcılık ekseninde yükselmeye başladı. İktidardaki partiler, hem halkın isteklerine karşılık vermek hem de ırkçı muhalefetin önünü kesmek için İslamofobik tutum ve davranışlar götermeye başladılar.
İşte Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun “İthal mağduriyet” dediği olay, Referandum’da zorlanan ve “Evet” seçeneğini güçlendirmek için yeni bir gerilim ekseni arayan AKP’nin, Avrupa’daki bu ırkçı eğilimleri öne çıkaran tavırları ile oluştu.
Bugüne kadar “Taksim’e Cami”den, “Orduya türbana” kadar çeşitli çatışma konularını gündeme getiren ama yeterli gerilim yaratamayan iktidar, istediği fırsatı Avrupa ile yaşanan “Referandum mitingleri çatışmasında” yakaladı ve bunu Referandum’da “Evet” için kullanmaya başladı: 
 
Başbakan Binali Yıldırım yurttaşlara seslendi:
“Aman tahriklere kapılmayın. Provokasyona gelmeyin. Yapılan bu insanlık dışı uygulamalara vereceğiniz en güzel cevap evet, evet, evet” dedi. 
 
Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik, şunları söyledi:
“Bunu yaparak, bizim vatandaşlarımızla buluşmamızı engelleyerek 16 Nisan’da ‘Evet’ çıkmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmamızın önüne set çekmek istiyorlar. Bu tavırla kararsız vatandaşlarımızın bile kararını ‘Evet’ yönünde netleştirmiş oldu.”
 
AKP İzmir Milletvekili Hüseyin Kocabıyık:
“Almanya’ya, Hollanda’ya hep kızmayalım. Belki azıcık teşekkür de etmeliyiz. Evet oylarına en az iki puan katkı yaptılar” dedi. 

***
Demokrasilerin altını oyan, dünyadaki “İslamofobi” de, Türkiye’deki “Siyasal İslam” da, Soğuk Savaş’tan günümüze miras kalan “El Kaide ve IŞİD Terörünün” ve Huntington tarafından yeniden canlandırılan “Kimlik siyasetinin” farklı alanlardaki sonuçlarıdır:
Birbirleriyle çatışarak birbirlerini tırmandırmakta ve birbirlerini beslemektedirler.


Emre Kongar  / CUMHURİYET

‘Haydut devlet’ nasıl olunur? - AHMET İNSEL

Türkiye Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin Almanya’da anayasa değişikliği referandumu için kampanya yapmalarının engellenmesi, biraz işgüzar bir girişimdi. Almanya’da bundan önce benzer seçim mitingleri yapılmasına engel olunmamıştı. Belçika’da “tarafsız” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim mitingi yapması engellenmiş, o da Ekim 2015’te Strazburg’da “Milyonlarca nefes, teröre karşı tek ses!” mitingi yapmış, birkaç hafta sonra tekrarlanacak seçimlerde herkesi Tek Ses’te birleşmeye çağırmıştı. 
 
Bu sefer iş çığrından çıktı. Ama istem dışı değil, kasıtlı olarak. Rotterdam’da Çavuşoğlu’nun yapacağı referandum toplantısını Hollanda’da 16 Mart’ta yapılacak genel seçimler sonrasına ertelemesi önerisini reddeden Türkiye devleti, Cumhuriyet tarihinde ilk kez uçağına iniş izni verilmeyen milli ve yerli yönetim olma şerefine nail oldu. 
 
Uluslararası ilişkilerde böyle bir durum çok ama çok nadir yaşanır ve genellikle “haydut devlet” olarak tanımlanan devletlerin yöneticilerine uygulanır. Dışişleri bakanının uçağının inişine izin verilmeyen bir devletin bir diğer bakanını aynı anda bu ülkeye karayoluyla gizlice ve ülke yetkililerine kasıtlı yanlış bilgi vererek sokması da, uluslararası ilişkiler tarihinde pek bilinmeyen bir durumdur. Bakanın o ülkeye girişinin engellenmesinin nedenleri haksız bile olsa, bir hükümet üyesinin başka bir ülkeye kaçak yollardan girmeye çalışması, temsil ettiği ülkenin “haydut devlet” imajını güçlendirmez mi? 
 
“Haydut devlet” (Rouge State), küresel barışı tehdit eden, insan haklarını kitlesel biçimde çiğneyen, terörizmi destekleyen devletleri ifade ettiği gibi, önceden ne yapacağı kestirilemeyen, uluslararası kuralları tanımayan devletler için de kullanılan bir kavramdır. Emre Kongar, 9 Ocak 2014’te Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında, terör finansmanı ile mücadele için kurulan Finansal Eylem Görev Gücü’nün (FATF) 2013 Ekim’inde Paris’te yapılan toplantısında, Türkiye’nin 11 ülkenin yer aldığı riskli ülkeler listesinde tutulması haberini aktarıp, Türkiye’nin uluslararası camiada yavaş yavaş almaya başladığı “haydut devlet” imajına işaret ediyordu. 

 
Türkiye FATF’ın riskli devlet listesinden o günden beri çıktı mı, bilmiyorum. Başka yollardan “haydut devlet” mertebesinde epey ilerlediği düşünülebilir. Referandumda evet oyu verme eğiliminin iktidarın beklediği gibi güçlü olmaması karşısında, en ilkel milliyetçi refleksleri tetikleyecek bazı senaryoların (Kandil’e askeri müdahale, Suriye’de beklenmedik bir operasyon, vs..) devreye sokulması endişesi birçok kişi tarafından dile getirilmişti. Görünen o ki, Almanya’da gerekçeleri tartışmalı engellemeleri Tayyip Erdoğan yönetimi yeni bir “lütuf” olarak değerlendirdi. Müzakere yoluyla iş yumuşama yoluna girmişken, Hollanda ile gerginliği kasıtlı biçimde büyüttü. Kapıdan kovulan devlet konumuna düşmeyi, referandum öncesi evet oylarının bir iki puan artması için göze aldı. Kırk yıldan beri bu ülkelerde göçmen derneklerinin verdiği entegrasyon mücadelelerini berhava edip, Avrupa’da yaşayan kendi yurttaşlarının “huzur bozucu yabancılar” olarak damgalanmasını, halkoylamasını kazanmanın çerezi yapmaktan gocunmadı. Hollanda ve Almanya’da aklı selimi koruyan bazı Türkiyeli derneklerin, bu engel ve yasaklamaları kınarken, bu yasakları zorla, devlet imkânlarını kullanarak ve diplomatik tüm kuralları çiğneyerek delmeye çalışan iradeyi de bir o kadar eleştirip, teşhir eden çıkışları, bu sokak kavgası ortamında elbette duyulmuyor. 
 
Hiçbir kural tanımayan devlet tanımı, kendi koyduğu yasağa kendisi uymayan bir iktidara yakışıyor. AKP hükümeti 2008’de seçim yasasına, yurtdışında, yurtdışı temsilciliklerinde ve sınır kapılarında seçim kampanyası yapma yasağı getirmişti. Yasak önümüzdeki halkoylaması için de yürürlükte. Bu yasağı geçmişte olduğu gibi, bugün de en fazla iktidar partisi çiğniyor. Devlet imkânlarını fütursuz biçimde kullanıyor. Cumhurbaşkanı sıfatıyla, özellikle yurtdışında esas olarak devleti temsil etme sorumluluğu taşıması gereken bir kişinin ve onun temsilcilerinin, istenmez kişiler muamelesi görmesi pahasına bunu yapıyor. İktidarın başının 16 Nisan’da kaybetme korkusunun ne kadar büyük olduğunu, yönettiği devleti “haydut devlet” mertebesine düşürmekten çekinmemesi çok açık biçimde ele veriyor. Bu referandumu kazansa da, kendine, hükümetine, partisine ve yöneteceği devlete vurulan bu damganın uzun zaman silinmeyeceğini, bunun herkes için olumsuz sonuçları olacağını düşünecek serinkanlılığa artık sahip olmadığı görülüyor. Bu son gelişmelerden sonra, 16 Nisan’da sandığa atılan her evet oyu, “haydut devlet” yurttaşı olmaya verilmiş bir onay olacaktır.

Ahmet İnsel / CUMHURİYET

13 Mart 2017 Pazartesi

Rusya’dan sonra ikinci uçak krizi: AKP’den referandum provokasyonu - İLKER BELEK

Bugünün konusu aslında Erdoğan-Putin zirvesiydi, erteliyoruz, zira Hollanda skandalı dikkat göstermeye değer bir konu.


Hollanda, AKP dışişleri bakanının uçağına iniş izni vermedi. Olaylar patladı. Aslında başlangıcı Almanya idi. Avrupa AKP’nin referandum çalışmalarını kendi coğrafyasına taşımasını istemiyor. Avusturya başbakanı ise AB’ne AKP’nin toplantılarını tümüyle yasaklama çağrısı yaptı.

Nereden nereye:
1-AKP’yi iktidara taşıyan emperyalizmdir. 2007 seçimlerine kadar hiç çekincesiz desteklediler. AKP’yi ordu tasallutunu yok edecek demokratik bir yapı olarak pazarladılar. Birlik sürecini hızlandırdılar. AKP de o sırada pek memnundu. Bütün liberaller demokrasi şenliklerindeydi.
2- Hiç kimse anlamadı: AKP İslamcı bir partidir. İslam siyasal bir yapıdır. AKP’nin demokratlıkla ilişkisi yoktur. Kafasındaki plan dini bir rejim kurmaktır. Bunun yanına milliyetçiliği eklemesi kaçınılmazdır. MHP bu yeni rejimin çimentosudur.
3- Avrupa büyük bir Müslüman nüfus barındırıyor. 1960’larda ucuz ve niteliksiz emek ihtiyacını karşılamak üzere Türkiye’ye kapılarını açmıştı. Ancak bu nüfusun yaban ellerdeki yalnızlığını gidermek üzere yanaşabileceği tek yapı İslam’dı. İslamcı-cihatçı örgütler bu zemini çok iyi değerlendirdiler.
4- Avrupa’nın kenar semtlerinin cihatçı fışkıran bir mekan haline gelmiş olması bu sosyopolitikle ilişkilidir.
5- Avrupa’nın artık Hollanda’daki gibi polisiye önlemlerle fundamentalist İslam sorununa çare üretemeyeceği açıktır. Müslüman nüfusun Avrupa’ya sosyokültürel entegrasyonunu hedefleyen projelerin de manasız olduğu deneyimlerle sabittir. Ancak batının bu konuda yapabileceği herhangi bir şey de yoktur. Çaresizliği kapitalist-emperyalist sistemin çok yönlü krizinin sonuç ve göstergesidir.
6-AKP ise her zaman olduğu gibi fırsatçılık peşindedir ve hiçbir evrensel insani ilkeyi dikkate alacak yapı ve durumda değildir.
7-Referandum süreci AKP açısından tatsız gelişiyordu. Sandık güvenliği faktörü dışında her şey AKP’nin aleyhine çalışıyordu. 1 Kasım seçimlerini Türkiye’yi savaş alanına çevirerek kazanabilmişti. Aynı türden bir taktiği ikinci kez denemesinin aynı sonucu yaratma ihtimali yok denecek kadar azdı.
8-Avrupa’daki referandum çalışmaları sürecinde Almanya ve Hollanda’nın takındığı tavır arayıp da bulamadığı provokasyon fırsatını AKP’ye sunmuş oldu. Almanya’ya bulaşamadı, Hollanda’yı gözüne kestirdi. AKP Hollanda’da patlayan skandalı, batının kendisini çekememesinin kanıtı olarak kullanacak ve bu olayı referandumdan “evet” çıkarmak için tepe tepe istismar edecektir.
9-İşe yarar mı ? Yarar. Ne kadar ? Göreceğiz.
10-Peki AKP’lilere getirilen yasaklar konusunda Avrupa’nın derdi nedir ? Dediğimiz gibi Avrupa kendi içindeki Müslüman nüfusun ideolojik referanslarından, fundemantalist ideolojik ve siyasi angajmanlarından uzun süredir fazlasıyla rahatsızdır. AKP ise her seçim döneminde bu ideolojiyi kaşıyan, batılı değerlere ve Hristiyanlığa karşı kışkırtan bir propaganda üslubunu özellikle kullanmaktadır. AKP’nin Avrupa’daki Türkiyeli nüfustan oy alabilmesinin yegane yolu budur.
11-Ayrıca Avrupa’nın içinde giderek yükselmekte olan faşist dalga da halihazırda iktidarda olan liberal partileri sıkıştırmaktadır. Avrupalı nüfus artık liberallerin yabancılara fazlasıyla hoşgörülü davrandığı değerlendirmesine sahiptir. 15 Mart günü parlamento seçimlerine sahne olacak Hollanda’da hükümetin AKP’li siyasetçilere çok sert yasak getirmesinin bir nedeni de seçim ortamında faşist partiye meyleden seçmenlere mesaj verme gayretidir.
12-Emperyalizm fundemantalist İslam sorununu kendisi yarattı, çözemez. AKP içerideki iktidarını sağlamlaştırıp özüne döndüğü anda AB ile ilişkilerinin zeminini kendisi tahrip etmiş oldu. Çözümsüzdür: Referandum provokasyonunu tırmandıracak ve yalnızca batıyla ilişkilerinin daha da gerilimli bir hal almasına hizmet etmiş olacaktır.
13-AKP’nin elindeki tek ilişki artık Rusya’dır. Ancak O’nun içinde de çok önemli bir Müslüman nüfus vardır. O nedenle AKP’nin özellikle provoke ettiği Hollanda krizinden Putin’in gerekli dersleri çıkaracağı kesindir.
14-Yine geldik CHP’nin perişan haline. Kılıçdaroğlu Hollanda krizinde AKP’ye sunduğu çekincesiz destekle bir kez daha AKP’ye çalışmış oldu. Bu parti böyle kritik anlarda bile yaşanılan sorunların sorumlusunun AKP olduğunu bir türlü akıl edemiyor.  Bu tutum bu kez gerçekten ciddi bir “evet” desteği oldu.

İlker Belek / SOL

Almanya’ya, Hollanda’ya kaçamazsınız - KEMAL OKUYAN

Hariciye Nazırı Çavuşoğlu Hollanda Başbakanı’na “sen ne lalesisin” diye sormuş. Soru böyle sorulunca yanıtı da tek oluyor ve Türkiye’nin içine düştüğü durumu özetliyor: Ben seni kalitesizliğimle döverim.



Evet, içimizi sızlatıyor ülkemizin düşürüldüğü durum. Sonuçta ardı ardına Avusturya, Almanya, Hollanda ve Danimarka ile gerginliğe oynuyor Erdoğan ve AKP iktidarı. Emperyalist Avrupa’nın çekirdek ülkeleri bunlar ve Türkiye ekonomik, askeri ve kültürel açıdan insanlığa nice acılar tattıran bu kibirli kapitalist devletleri neredeyse “haklı” duruma getirecek işler yapıyor.

Tamam, burada ülkeler, halklar yok. Burada Türkiye ve diğerlerinde patron çıkarlarına hizmet eden siyasi iktidarlar var ve onlar hiçbir zaman “haklı” olamaz. Almanya güçlü bir emperyalist ülke olarak nasıl, ne zaman ve neden haklı olabilir ki? Hollanda, yüz kızartıcı sömürgeci tarihinin ardından güçlü uluslararası tekelleriyle her zaman zalim ve sömürücü değil midir?

Karşı tarafta ise Türkiye filan değil, Türkiye’ye çöreklenmiş gerici ve piyasacı bir iktidar vardır. Bu iktidarla empati geliştirilemez, desteklenemez, dayanışılamaz!

Biz yaratılan bu krizde adalet terazisini elimize alıp karar veremeyiz, saf tutamayız. Ancak krizi öncelikli yükümlülüğümüz olan kendi ülkemizdeki siyasi iktidara karşı mücadelemiz açısından ele almak durumundayız. Kuşkusuz bu görev güçlü emperyalist ülke ve kurumlara karşı mücadeleden ayrıştırılamaz ancak biliyoruz ki giderek yükselen gerilimde kritik halka Türkiye’de meşruiyeti büyük ölçüde yok olmuş bir siyasi iktidarın kendini kurtarma gayreti içinde sürekli kontrolsüz hamleler yapması. Bu hamleler hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın (ki buna bizim ülkemizden giden göçmen işçileri de katalım) emekçi halkları adına boşa çıkarılmalıdır.
Önce genel olarak AKP’nin şu sıralar ne yapmakta olduğuna biraz yakından bakalım:
1. AKP halkımızı iç savaşla tehdit etmekte ve bir iç savaşa hazırlandığı izlenimini özellikle vermektedir.
2. AKP patron sınıfına çılgın imkanlar sunmakta ve “kimse size böyle bir hizmette bulunamaz” demektedir. Patronlara sunulan her imkan halkın ekmeğinden çalınmaktadır.
3. Ülkede kuralsızlık ilan edilmiştir. AKP’nin OHAL ile el konulan Şifa Hastanesi’ni İzmir İl Binası yapması son ve çarpıcı bir örnektir.
4. İçeride istediği gerginliği yaratamayan iktidar, dışarıda sürekli hır çıkarmaktadır. Yunanistan hükümeti hiç de masum değildir ama AKP belli ki dalaşmak niyetindedir. Almanya, Hollanda ve diğerleri için de aynısı geçerli.
Bütün bu başlıklar bir bütündür ve Erdoğan ve AKP adına dönemi kurtarmak için yapılan hamlelerdir. Bu hamlelerin her birisine karşı farklı tutum alınamaz. Örnek olsun, Kılıçdaroğlu’nun dış politikada AKP’ye destek çıkan açıklamaları bu anlamda bir zavallılığın yanı sıra, CHP’nin AKP karşısında bir seçenek sunmadığının da kanıtıdır.

Oysa şu anda AKP’nin dış politikası, ancak ve ancak iflas etmiş, meşruiyeti kaybolmuş bir iktidarın son derece riskli ve tehlikeli girişimleri olarak görülebilir.

AKP’nin başka ülkelerde propaganda yapma hakkı, genel bir özgürlük sorunu olarak değerlendirilemez. Söz konusu parti gerici, zorba, emek düşmanı bir zihniyeti temsil etmektedir.
Ama ötesi de vardır. AKP’nin tırmandırmak istediği gerilime anlayış göstermek, travma yaşayan Türkiye toplumunun sahte-kof bir milliyetçilikle tamamen paralize olmasına, Avrupa’da ırkçılığın güçlenmesine ve krizin tarafı olan bütün ülkelerde işçi sınıfı hareketinin daha da etkisizleşmesine yardımcı olmak demektir. Üstüne, Avrupa Birliği’nin gerici-düzeysiz bir hükümet sayesinde kendi gericiliğini ve çıkışsızlığını gizleme, ellerini yıkama olanağı kazanması hiç de iyi bir şey değildir.
Mümkündür, AKP oynamaya başladığı bu kumarı kaybedebilir. Almanya, Hollanda ve diğer AB ülkelerinde yaşayan ve şimdiye kadar AKP’ye oy verenlerin bir bölümü, “bizimkiler dellendikçe olan bize oluyor” demeye başlamıştır. Burada ekonomik çıkarların yanı sıra “güvenlik” sorunları da ortaya çıkmaktadır. Yani, gerginlik her zaman AKP’ye yaramayabilir. Türkiye’de de insanların Almanya’yla yaşanan gerilime Suriye, Yunanistan ya da Ermenistan ile yaşanan gerilime benzer tepkiler vermeyeceği açıktır. O kadar da uzun boylu değil!

Artık meselenin sadece referandumla ilgili olamayacağı herhalde anlaşılmıştır. 16 Nisan akşamı ne yapacağını bilmeyen, 17 Nisan’a ve sonrasına ufku uzanmayan bir HAYIR cephesi bu karmaşadan çıkamaz.

Çok özet bir biçimde olay şudur: Mevcut sömürü düzeni AKP’nin ötesini üretememekte, AKP ise ülkeyi belirsizliğe sürüklemektedir. Ve kendisini “dış düşman”ın kollarına atarak içerideki karşıtlarını şaşırtmak, sindirmek, kafalarını karıştırmak istemektedir.

AKP’yi yaratan güçlerden olan ABD, Almanya ya da başka ülkelerin AKP’yle olan hesabı bizi ilgilendirmiyor. Bizim için hepsi aynı hesap. Ama AKP’nin ipini aynı güçlerin çekmeye kalkması bizi ilgilendiriyor çünkü bu ülkemiz için hiç de iyi olmayacak. Hep söyledik, “AKP’yi size yedirtmeyiz, bu Türkiye’de emekçi halkın işidir.”

Aslında AKP halktan kaçmak için Almanya’ya, Hollanda’ya sığınıyor. Dün AKP’yi destekleyerek onu iktidara taşıyıp ortada tutan emperyalistler bugün onunla “kavga” ederken halkımızdan rol çalmış oluyor. Ama bilinsin ki, ne emperyalist ve kibirli Avrupa’ya dönük öfkemiz, ne de ülkemizin içine düşürüldüğü durumdan duyduğumuz utanç AKP hükümetinin “milli mesele” zırvalığı karşısında kılımızın kıpırdamasına yol açıyor. Tersine bu halk düşmanı düzene ve onun temsilcilerine karşı nefretimiz bileniyor.

Kemal Okuyan / SOL