Üç fidan ve fidanlar - İZZETTİN ÖNDER

Kaç yıl geçse de unutulamayacak olan üç fidanın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları üzerinden yarım asra yaklaşan bir süre geçmiş olmasına rağmen unutulmadılar, unutulmayacaklar.
Unutulmayacak olan sadece üç fidan değil, devlet makinasının kimin yanında olduğu ve hangi dürtü ile en şiddetli yüzünü kimlere sergilediğidir. Dün Ankara ve İstanbul’da yapılan merasimlerde, maalesef, bulunamadım. İstanbul’da Taksim’den başlayacak yürüyüş hakkında arkadaşlardan bilgi geldiği halde, yürüyüşe katılamamamın sebebi, koparılmaya ve soldurulmaya çalışılan başka fidanlarla beraberlik toplantısında bulunmak durumunda olmam idi. Üç fidanı idam eden, başka fidanları bazukalarla parçalayan devlet, binbir bahane ile üniversite kurumu fidanlarını da soldurarak, ülkeyi ve insanlarımızı akademik havadan mahrum bırakmaya yeltenmektedir. Siyasete güç kattığı düşünülen bu politika tüm toplumu katletmekle aynı şeydir.

"FETÖ" operasyonları çuvalına iktidar gücü kendisine muhalif gördüğü herkesi atarken, bu arada öğretim elemanlarının çeşitli kademelerindeki akademisyenler üzerinde de kıyım operasyonu gerçekleştirmektedir. Üniversite öğretim üyesi uzun yıllarda, deneme-yanılma sürecinde, binbir ulusal ve uluslararası sınama ve deneyimlerden geçerek oluşan toplumsal üründür. Üst kademelerdeki öğretim üyelerinin kıyımı böylesi toplumsal birikimi heba etmektir, toplumun kaynaklarını kurutmaktır. Araştırma görevlisi kademelerindeki elemanları üniversiteden koparmak ise nitelikli eleman yetişmesinin engellenmesi ve partizan yetişmesinin yolunun açılmasıdır. Bir zamanların "FETÖ" kadrolaşması, günümüzde farklı tür kadrolaşmalarla ikame edilmeye çalışılmaktadır.
Dünyanın sanayi ötesi çağa evirildiği, artık bilgisayar dönemini bile geride bırakma dönemine girildiği bir anda bilim insanları üzerinde böylesine tehdit silahını sallandırmak hiçbir aklıselimin işi olamaz. Ne var ki, tarih bu tür eylemlere sahne olmuştur. 1930’lardaki Almanya faciası bilim insanlarının dünyanın dört bir yanına dağılması ile sonuçlanarak, yarım yüzyılı çoktan geçmiş bu süre içinde Alman eğitim sistemi henüz eski düzeyine dahi gelememiştir. Türkiye’de sosyal alanda ancak lisans düzeyi toparlanma aşamasını tamamlarken girişilen bu kıyım, akademik düzeyimizi üniversitenin altına, lise düzeyine çekme eğilimi taşımaktadır.

Bu süreç Doğramacı’nın ülkemize layık gördüğü köleleştirme sistemidir. Başlangıç onun eseridir. Sanayileşme döneminde işçileşen toplumda sendikalaşmanın emeği denetle görevini üstlenmesi gibi, üniversiteleşme döneminde kalitenin eritilmesi de toplumun aleyhine siyasinin kişisel ihtirası ile alan kollama operasyonudur. Bilimsel özerkliğe sahip olması gerektiği vurgulanan üniversitelerimizde yönetici seçimi dahi yapılamayıp, tepeden atama sürecinin başlatılması, özerkliğe son verilmesidir. Bugün 18 yaşında bir insanın parlamentoya girmesi tasarlanırken, üniversiteyi yönetici seçiminden mahrum kılmak, ters görülebilir se de, aynı despot kafanın ürünüdür. Bu kafanın kodu, güçlülere yukarıdan hâkim olmak, güçsüzleri ise kalabalıklaştırarak işlevsizleştirmektir.

Aziz Sancar hoca, Türkiye’de okumuş, ileri bir ülke olanakları ile insanlığa fevkalade yararlı hizmetlerde bulunmuş olarak, bilim dünyasının en büyük ödülüne layık görülmüştür. Aziz hocanın madalyasını Atatürk’ün aziz hatırasına tevdi ederken vermek istediği mesaj, zımnî olarak ülkenin bugün ne hale getirildiğine işaret ederek, ülkesine bağlılığının ifadesidir. Keşke bu duruma biraz da olsa, utananlar olsa idi! Hocanın mesajını aldık ve anladık mı?
İstanbul Üniversitesi, kendi mezunu Aziz Sancar hocanın büyük bir portresini Merkez Bina’daki girişten kaldırıp, hangi akla hizmet ise, arka bölümdeki öğretim üyeleri bölmesinde düzensiz şekilde bir merdiven altına koymuştur. Ne hazindir ki, bu vahim durum ve hocaya karşı saygısızlık her gün onlarca hukuk ve iktisat hocalarının geçerken gözüne dahi takılmamış olmalı ki, bu çirkin manzara devam etmektedir. Ülkenin insana ve bilime değer verme halinin resmi işte budur! Hal böyle olunca, doğal olarak, onlarca bilim insanımız, doktorumuz, mühendisimiz vs yurt dışlında insanlığa hizmette bulunmaktadır. İpe sapa gelmez idam zırvalığını kafasının örümcek ağından çıkaramayan, bölgesinde neye ve nereye sürüklendirildiğini uzun dönemli tahlile tabi tutamadan savaş gazisi olma yolunda ülkeyi bataklığa sürükleyen zihniyet, tabii ki üniversiteyi terk edecektir, çökertecektir. Görüyor ki, gerici ve despot siyaset aydınlık cephede boğulmaktadır. Görülüyor ki, toplum aydınlandıkça özgürleşmektedir, otoriteye ve despotluğa karşı çıkmaktadır. Bu durumda ancak halkını ve insanlığı seven bir siyasi lider eğitime ve aydınlanmaya kanal açar.

Gelişememiş olduğundan yan yollara saparken despot siyaset anlayışına kafa tutamayan burjuvazi cephesi yanında, maalesef, geri burjuvazinin bir bakıma dolaylı ürünü olan ve kendisine yönelik oyunları ve/veya potansiyel süreçleri görmezden gelerek bazı duygularla kör siyaseti destekleyen emekçi kesiminin uyanışı zaman alacaktır. Nasıl ki, Avrupa’nın karanlık çağı diye anılan orta çağın içinden aydınlık doğmuşsa, Türkiye’de de yakın zamanda doğacak şafakla burjuvazinin ve onun desteklediği gerici despot siyasetin tarihin çöplüğüne gömüleceği, üç fidanın ve üniversiteden şimdilik koparılan fidanların umutlarının aydınlatılacağı vaktin yakın olduğunu görmekteyim.

Malum; karanlığın en zifiri anı, aydınlığa en yakın olunan andır! 

İzzettin Önder / SOL

Boş verin Böke’yi, CHP’yi… İşimize bakalım...- İLKER BELEK

Son yazımda düzen partilerinin referandumdaki “hayır”ı AKP’ye teslim etmek için yarışacaklarından söz etmiştim.
Böyle işler her zaman dolayımsız biçimde gerçekleşmiyor şüphesiz. Bazen de “hayır” için gerekenin yapılmadığını söyleyenler yüklenici oluyorlar.
Böke’nin CHP yönetimini suçlayan bir açıklamayla partisindeki görevlerinden istifa etmesi tam buraya oturuyor.
Anlaşılan o ki, önümüzdeki kongre sürecinde Kılıçdaroğlu’nu devirmek üzere hararetli tartışmalar yaşanacak. Sorunun Kılıçdaroğlu’ndan kaynaklı olduğu iddiaları üzerinden “hayır”daki enerji CHP içi kavgalarda eritilmeye çalışılacak.
AKP’nin ve genel manada düzenin arayıp da bulamadığı bir gelişme.

***

Olaylara sınıfsal bakıyoruz. İşçi sınıfının, ücretlilerin, emek gücünü batarak geçinenlerin çıkarlarını merkeze alıyoruz. Toplumsal kurtuluşu burada arıyoruz. Gerisini kafa karıştırma, uyuşturma işi olarak değerlendiriyoruz.
Düzenin aktörleri çeşitli. Kimisi iktidarda. İktidar gibi davranacak. Gerekiyorsa ezecek.
Kimisi muhalefette. İtiraz ediyormuş gibi yapacak. Ama öz olarak aynı şeyleri savunuyor olacak. Örneğin özel sektörün istihdam yaratmadaki öneminden söz edecek. Türkiye’nin yabancı sermaye girişine mecburiyetinden, o nedenle AB ile arayı bozmamak gereğinden dem vuracak. Eleştiriyse, Türkiye’nin dış dünyadaki imajını zedeliyorsun diye eleştirecek.

***

Böke 1993-1999 yılları arasında Dünya Bankası’na danışmanlık yapmış. Bu kapsamda Güney Amerika, Doğu ve Orta Avrupa’ya dair projelerde görev almış. Dikkat ediniz. 1990 sonunda sosyalizm dağılmış. Bütün akbabaların gözü Sovyet dönemi kamu varlıklarında. Sosyalist ülkelerin fabrikaları, petrol ve doğal gaz işletmeleri, sağlık ve eğitim sistemleri özelleştirilecek. Böke bu işler için danışmanlık yapıyor. Global sermaye yağmalasın, sonra bu coğrafyayı AB ve NATO istila etsin diye. Anlaşılan işinde çok iyi. Ödüller bile alıyor. Akabinde 2001-2003 arasında IMF’nin Washington ofisine yerleşiyor.
İstifası daha ilk dakikalardan itibaren büyük tantana koparılarak kutlanan kişi bu.
Değil, ötesi de var.
AKP’nin ekonomik politikalarını doğru bulduğunu açıklamaktan çekinmiyor. Bu konuda iktidar partisini 2008’e kadar çok başarılı buluyor. IMF paketini gereken biçimde uyguladığını, ancak sonrasında kendi programını hazırlamakta yetersiz kaldığını düşünüyor.
Hatırlanacak olursa IMF programı bir başka Dünya Bankalı Kemal Derviş’in taşıdığı programdı. Böke Derviş ile aynı ekolden. Her ikisi de sosyal demokrasi vesilesiyle millileşiyorlar.
Bu kadarı yeter. Referandum sonrasında partisini yetersiz bularak istifa eden kişi, referandum sürecinde Erdoğan’ın fiili Baykanlığını meşrulaştıran o partinin sözcüsüdür. Samimiyet, hiç olmazsa biraz samimiyet.

***

Söz konusu olan yaşamaksa, kestirip atmak gerekir: Biz sizin düzeninizi istemiyoruz.
Düzeniniz IMF’dir, Dünya Bankası’dır, kapitalizmdir, AKP’dir, CHP’dir, işsizliktir, yoksulluktur, eşitsizliktir, sömürüdür.
Doğrudan bakmayı bilmek gerekir: Adalet, eşitlik istiyoruz. Bu kadar.
Bunların emperyalizmin çizgisinde elde edilemeyeceği de hiç itiraz kabul etmeyecek biçimde ortada duruyor. AKP’ye itiraz ederken O’nun bir kopyasını mı kabulleneceğiz.

***

Acilen, derhal, hiç beklemeden, vicdan ve akılla “hayır”ı bunların elinden kurtarmak gerekiyor.
Bunun için “hayır” örgütlenmeli. Zira, örgütsüzse örgütlü aktörlere teslim olacak, kaçınılmaz, şakası yok.
“Hayır” neye “hayır” dediğini netleştirmeli. Neyi istediğini belirlemeli. Neyin talep edildiği, nasıl bir dünyada yaşanmak istendiği açık olmalı ki, “hayır” yol alabilsin.
Eşitlikçi kapitalist düzen olmaz. Kapitalizm adalet tesis edemez. Emperyalizm savaşsız yapamaz. Petrol havzaları ele geçirilmeli. Sermaye birikimi açısından bakir ülkeler fethedilmeli. Silah satmak için ülkeler savaştırılmalı, etnik ayrılıklar kışkırtılmalı. Emekçiler itiraz edemesin diye din pompalanmalı, siyasallaştırılmalı, siyaset dini kullanmalı.
Eşitlik, adalet, barış antiemperyalist ve antikapitalist bir duruş gerektirir.
Kapitalist emperyalist sisteme karşı mücadele etmeyenin eşitlikten, özgürlükten, barıştan, laiklikten söz etmesi yalnızca aldatmacadır.
Bir düzen partisi içinde halkçılık yapmaya kalkmak, muhalefete soyunmak daha da büyük bir yalandır.

***

“Hayır”ın yapacağı ilk iş bu tür muhalif oyunlara prim vermemek. Tez elden CHP de dahil sistem içi bütün partilerinden kopmak. “Hayır”ı bağımsız bir şekilde örgütlemek.


İlker Belek / SOL

Sagalassos yolcusu kalmasın! - ZEYNEP ORAL

Günlerdir dilimden ve gönlümden Sagalassos düşmüyor... Hep anlatıyorum. Kimi Uzakdoğu’da mı, kimi Yunan adası mı diye soruyor... Bilenler, demek o cenneti sen de gördün, geç kalmışsın diye üstünlük sağlamaya çalışıyor, okumam için kitaplar öneriyor... 



“Ne yazık ki burayı Fransızlar ve Belçikalılar, vatandaşlarımızdan daha çok ve daha iyi tanıyor...” Bizim sınıf buluşmamızı gerçekleştirdiğimiz (bakınız geçen perşembe yazım) kaldığım otelin yöneticisi Korkmaz Yaya böyle deyince artık farz oldu. “Sagalassos yolcusu kalmasın” diyerek, işte birkaç satır başıyla “tadımlık Sagalassos”...
Önce Fransızların buraya ilgisini açıklayayım: 1706’da Fransız gezgin Paul Lucas buranın havasını, sularını, güzelliğini yaza yaza bitiremiyor. E ne de olsa okuyan millet, okuyup okuyup geliyorlar. Son 25-26 yıldır Belçika Leugven Üniversitesi elbet Kültür Bakanlığı izni ve denetimiyle burada kazıları sürdürüyor. Belçikalılar da ondan yakından izliyor... Ama günümüz koşullarında bu gerilim ve 7 düvelle kavgalı ortamda hem kazıların akıbeti hem de turizm durumu belirsiz...
Artık rehberimiz Genco Öz’ün peşinden Sagalassos Antik kente çıkabiliriz. 

Toroslar’ın gizli tarihi
Antalya- Burdur- Isparta arasındaki coğrafyadayız. Güneybatı Toroslar’ın tepesindeyiz. (1500-1700 m) Burdur ili, Ağlasun ilçesi sınırındayız. Yörenin antik dönemdeki adı Psidia.
Sagalassos, Psidia’nın başkenti. İlk yerleşim, günümüzden 12.000 yıl öncesine gidiyor. İlk yazılı kaynaklardan bilinen tarihi Büyük İskender’in buraları fethiyle (M.Ö. 333) başlıyor...
UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde bulunan Sagalassos antik kenti, yamaçta, teraslar üzerine kurulu. Dolaşması rahat. Yapı taşları harika korunmuş. İlerledikçe anıtsal bir imparatorluk merkezi yerde değil ayakta karşılıyor sizi...
Kentin girişinde Roma Hamamı ve Aşağı Agora... Sonra irili ufaklı tapınaklar, sonra Yukarı Agora, Sütunlu Cadde, derken karşınıza o koca Antoninler Çeşmesi çıkıyor. Gözleriniz kamaşıyor.Öylesine görkemli. Öylesine anıtsal. 



Siz hiç suları çağlayarak akan, 15 metreye yükselen sütunları, dev imparator ve Dionisos heykelleriyle, suları hâlâ akan, yüzyıllardır suyu hiç kesilmeden akan bir çeşme gördünüz mü? Ben görmemiştim. Sordum soruşturdum dünyada tek dediler.
Yapı taşlarının mükemmelliğiyle Neon Kütüphanesi, Meclis binası, Helenistik Çeşme, Heroon Çeşmesi ve 9 bin kişilik dev amfitiyatrosuyla sizi kucaklıyor kent.
Roma, Bizans derken, buranın bin yıllık bir seramik üretimi olduğunu da unutmamak gerek.... Antik dönemlerdeki en uzun seramik üretimi buradaymış.
Bütün bu saydıklarımı gezerken, ayaklarınızın altından ufka doğru uçsuz bucaksız yamaçlar, ovalar, yemyeşil ormanlar ve yine dağlar uzanıyor... 

Mevsimlerden mevsim seçin
Eğer Burdur Arkeoloji Müzesi’ni görmezseniz, Sagalassos geziniz yarım kalır. Çünkü antik kentten çıkarılan heykeller, yörenin 12 bin yıllık geçmişi, gelişimi buradaki muhteşem müzede. (Antik kenttekiler replika). Sergileme, harika! Toroslar’ın gizli tarihi bu müzede...
Ben önce müzeyi, sonra antik kenti gördüm. Böylece düş gücüm daha bir kanatlanabildi...
Ancak bu yörede sadece sanat tarihi değil, doğa tutkunları için de eşsiz mücevherler var...
Sularla ormanların kucaklaştığı Yazılı Kanyon (Isparta)... Magnezyum yüklü bembeyaz kayaları ve kıyılarıyla Mars’ı andıran Salda Gölü... Çarpıcı manzaralar sunan Eğirdir Gölü... Karacaören... Gölhisar’da Kibyra...
Ve tam da şimdi gül mevsimidir. Sabah güneşi vurmadan o gül yapraklarını toplamak gerek yağını çıkarabilmek için...
Ama gül mevsimini, gül hasadını yakalayamazsanız da üzülmeyin. Gül mevsiminden sonra lavanta mevsimi başlıyor. Lavanta mevsiminden sonra da zambak mevsimi...
Diyeceğim, bu güzel ülkede sadece kavga, gerilim, baskı, şiddet mevsimi değil, başka mevsimler de var... Yeter ki...

Zeynep Oral / CUMHURİYET

İnsanlığa savaş açanların tanrısı: Para! - Mine G. Kırıkkanat

PARA, en zenginlerin yoksullara açtığı savaşta yegâne silah haline geldi. Büyük harflerle yazmamızın nedeni, yakın zamana kadar insanlar arasındaki alışveriş aracı olan PARA’nın, tek ve Tanrısal bir amaca dönüşmüş olmasıdır.
Tanrı PARA, evrensellik rekabetinde dinleri geride bıraktı. Toplumsal unvan ve kişisel başarı ölçütü ilan edilerek; yaşam gayesi PARA kazanmaktan ibaret zenginlerin elinde iktidar ve baskı silahı oldu, onlara sıra dışı yaşam ve keyifler sunuyor.
Kapitalist sistemin yeni evresi “neoliberalizm”in hizmetindeki uluslararası piyasanın görünmez elleri; en zenginleri “üstün insan”lara dönüştürürken, varsıllarla yoksulların arasındaki uçurumu da derinleştiriyor.
2016 yılında, dünyanın en zengin 8 mültimilyarderi, 3 milyar 500 bin insanın sahip olduğu tutara eşit bir PARA’yı elinde tutuyordu.
PARA’nın az kişide yoğunlaşması, çok hızlı oluyor: Sınırsız servet sahiplerinin oluşturduğu en güçlüler kulübü, 2010 yılında 388 kişiydi. 2014’te bu sayı 85’e; 2015’te 65’e düştü. Şimdi 8 kişiler.
Büyüklü küçüklü en zenginlerin elinde tuttuğu muazzam servetler, sahiplerine doğal kaynaklara, ham maddelere, topraklara ve tarımsal emek ürünlerine el koymak imkânı veriyor.
Aç toplumlar, boyun eğen toplumlardır.
Yeryüzünün ezici çoğunluğu için mutlu küreselleşme yok. Ama hızla yayılan, yıkıcı bir alımsatımın kurbanı, onlar.
Sahip olmayanların rüyalarını süsleyen PARA, kitlesel bir silaha evrildi: “Modern zamanlar” diye anılan sürecin topu, tüfeği oldu. Birkaç elde toplanması, topyekûn savaş açmayı kolaylaştırıyor: Sosyal haklara, demokrasiye, çevreye, hatta insanlığa aynı anda saldırıyorlar.

 
***

Oligarşik işleyen neoliberalizm, toplumsal yapılanmayı her açıdan kontrol altına aldı. “Tek düşünce” (single thought) sağ ile sol arasındaki farkı kaldırdı ve sınıf kavgasını görünmez, duyulmaz, tarif edilmez; ama “doğal bir veri” gibi hissedilmesi gereken, dolayısıyla dokunulmaz kabul edilen bir şiddete dönüştürdü.
Böylece iktidarla eşleşen yeni bir aristokrasi, PARA sınıfı doğdu. Çünkü bu denli zenginleşme, beraberinde varsıl ve uluslararası hanedanlar yarattı.
Bu hanedanların yetiştirdiği seçkinler iş dünyasına, siyasete ve haberleşme araçlarına hâkim olmaya başladı: Eleştirel bakış ve düşünceyi öldürmek için medyaları satın alıyorlar.
Çünkü ayrıcalıklı zenginlerin keyfi kararları medyada tartışılmamalı, daha hakça bir dünya kurmak isteyen insan iradesinden gizlenmelidir…
Böylece mülkiyet hakları ve işgücünden başka satacağı olmayanları sömürü koşulları sadece milyarderler loncasında; yani “onların” sınıfından olanlar arasında pazarlık edilir.
O sınıf ki, artık ne insan, ne işçi haklarını tanımak, ne de siyasal ve sınırsal engellere uymak niyetindedir.

 
***

Yukardaki satırlar, Fransa’da yayımladıkları her eser toplumu silkeleyen ve tek bir kelimesine kimsenin “doğru değil” diyemediği, çünkü sosyoloji biliminde otorite sayılan Michel Pinçon ve Monique Pinçon-Charlot çiftinin son kitabı, Geleceğimizi Çalan İktidar Avcıları’ndan alıntıdır.
Türkiye’de de yakından tanıdığımız milyarder oligarşi sınıfının insanlığa karşı bir savaşa girdiğini, bunu da ancak totalitarizmle gerçekleştirebileceğini öne süren kitap, bilinci olana bir yumruk niteliğinde.
İşte bir örnek: ABD, kanser ilaçlarının yapımında kullanılan insan kanındaki serum ihracatında, 2008 krizinden beri dünya birincisi.
ABD’nin en yoksul bölgelerine kurulan
500 merkez, inek sağma makinelerinden farksız elektronik kan çekicilerle donatıldı. Pek çok yoksul Amerikalı, bu otomatik makinelere takılıp her hafta 2 litre kanlarını sağdırıyor ve karşılığında 60 dolar alıyorlar.
ABD’nin kan serumu ihracatı 2007’de 15 milyon litreyken, 2014’te 32 milyon litreye çıktı. İsviçre firması Octapharma, ABD’den ucuza aldığı kan serumunu dönüştürerek, fahiş fiyatlara ABD’deki kanserlilere geri satıyor.Başka bir deyişle Tanrı PARA’ya tapan oligarşi, dünyada kamusal olmaktan çıkartıp neoliberal piyasaya bağladığı sağlık sektöründe, yeni bir yamyamlık türü geliştirmiş bulunuyor.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


Necip Fazıl’ın çeşmesi - ÖZGÜR MUMCU

İçinden geçen “100 yıllık parantezi kapatmak”, “200 yıllık yönetim sorununa son vermek”, “90 yıllık reklam arasını” nihayete erdirmek diye adlandırılan bir rejim değişikliğinin alacakaranlık dönemi. Bu yönüyle mesele bir “Yeni Türkiye” değil “eski Osmanlı” hikâyesi. Osmanlı’nın son günlerinde de “bir asırdır çilesini çektiğimiz daül’ıslahat...” diye yakınanlar boldu. 
 
Osmanlı’nın çöküşünü Tanzimat’tan bu yana süren Batılılaşma hareketine bağlayan bu anlayış, bağımsızlık savaşını kazanan kadroya karşı mağlubiyetinin intikamını önce 1950’den itibaren sağ iktidarları şekillendirerek almaya çalıştı. Sonunda da “mühürsüz seçimle” neredeyse hedefine ulaştı. Bu karşıdevrim niteliğindeki rejim değişikliği, başarmaya hiç olmadığı kadar yakın.
Osmanlı’nın zayıflayıp bir yarı-sömürge halinde batması hakkında tamamen yanlış bir neden-sonuç ilişkisi kuran bu anlayışın Türkiye’yi iddia edildiği gibi kuvvetlendiremeyeceği ortada. Aksine, hep beraber şahit olacağız ki kurumları, kaideleri hırpalanmış bu tek adam rejimi, maalesef memleketi fena halde zayıflatacaktır. 
 
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Türkiye’yi yöneten kadrolar gözden geçirildiğinde başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere her birinin Necip Fazıl’ın çeşmesinden su içtiğini belirtmekteydi. Necip Fazıl’ın, Cumhuriyet dönemi dahil olmak üzere Batılılaşma yanlılarını, Türkiye’yi Batı’ya esir eden “Allah’ın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı dediği cüce taklitçiler” diye nitelediği unutulmamalıdır. Bugün rejim değişikliğini gerçekleştirenler de şayet hâlâ Necip Fazıl çeşmesinden su içiyorlarsa, ihtimal laik Cumhuriyet’ten yana olanları içten içe hayvandan aşağı yaratıklar olarak değerlendirmektedir. Aksi, Necip Fazıl’ın bütün siyasi fikrini temellendirdiği bu tespitin inkârı anlamına gelecektir. 

 
Bugün Erdoğan’dan Gül’e, anlaşılan o ki Genelkurmay Başkanı’ndan İslamcı- Pelikancı kavgasının aktörlerine geniş bir ekip, Necip Fazıl çeşmesinin başında beklemekte. 
 
Rejim değişikliğinin alelade bir sistem değişikliği gibi değerlendirilmesi, “devletin bekası” adı altında devletin neredeyse tamamen bu anlayışın hizmetine geçtiğinin göz ardı edilmesi, rejim değişikliğini hızlandırmaya yarar. 
 
Muhalefetin bir kısmının aceleyle 2019’a yönelik adayı arayışına girmesi de öyle. Bu iş üç oy Kürtlerden, beş oy muhalif ülkücülerden alsam diye delege pazarlığı ciddiyetsizliğiyle yürütülecek iş değil. Bildiğimiz anlamdaki devlet ve siyaset kurumları ortadan kalkarken, bunu aymazlıkla seyredenlerle gidilecek yol da yol değil. 
 
Memleketin şehirli, genç ve eğitimli kesimi net bir tercihte bulundu. Bu tercihe dayanan, özgüvenli bir hareketin karşıdevrimi durdurma imkânı var. Yeni teknolojik dönüşümü dikkate alan, kurulu neoliberal düzenin yıkıldığının farkında, kimliklerle kavgası olmayan ve radikal sol ekonomik bir programa sahip bu hareketin oradan buradan oy dilenmesine de gerek yok. Güçlü bir taban var, o taban üzerinde kurulacak binaya bugün karşıdevrimin rehin aldıkları da taşınacaktır. 
 
Yeter ki neyle karşı karşıya olduğumuz hakkıyla tespit edilsin ve kimseye fayda getirmeyecek kısır ve bu güçlü tabanı bezdirecek siyasi Hacivat-Karagöz kavgalarından uzak durulsun.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kutsal - ORHAN GÖKDEMİR

“İslam ülkesi” Malezya’da bir şampuan reklamı. Kadın oyuncu türbanın üzerine şampuanı dökmüş, köpürtüyor. Makyaj yerinde, yüz ifadesine bakılırsa oyuncu türbanının üzerinden köpürttüğü şampuanın verdiği hazla az sonra orgazm oldu olacak. Şampuan köpürmüş de, dinen caiz olmadığı için saç görünemiyor. Saça değmeden köpürüyor şampuan. Oyuncu kadının yüzü, kaşı, gözü ortada; bunlar cinsellik çağrıştırmıyor Müslüman erkeğe. İlle de saç! Hal böyle olunca şampuan reklamını yapanlar türban üzerinden deniyorlar şanslarını. Tamam, türban kutsal ama kapitalizmin de kâr gibi vazgeçilmez kutsalları var. İki kutsalın kesiştiği noktada filiz veriyor türban üzeri şampuan köpürtme kepazeliği.

***

Günde beş vakit okunan namaza Perşembe ve Cumaları iki vakit daha eklendi 15 Temmuz girişiminden sonra. Sebep? Osmanlı zamanında böyle bir uygulama varmış. Hoş AKP döneminin takıntısı “kandil” de dini bir vecibe olmaktan çok Osmanlı icadı. Padişah “kutsal gün”lerde minarelere kandil takma emri verdiği için adı “kandil” olmuş. Fethullahiler modernize etti kandili, “kutlu doğum” dediler adına. Güya peygamberin doğum gününü kutluyorlardı. Sonra günü haftaya çıkardılar. Takvimini de miladi gavur takvimine endekslediler ki 23 Nisan kutlamasına karşı dini bir bayrama dönüştürsünler.
Hâlbuki doğum günü kutlamasına da, miladi takvime de karşıdır arkadaşlar. Ayrıca peygamberin doğum günü de tam olarak bilinmiyor. Olsun, ne gam. Okullara kadar indirdiler kutlamaları.
Geçtiğimiz günlerde tartışma çıktı aralarında. Fethullah’a karşı olanlar “kutlu doğum haftası”nın FETÖ uydurması olduğunu açıkladı. Fethullah 27 Nisan doğumluydu, aslında kutladıkları oydu. E dayanamadılar haliyle, kutlu doğum haftasını kameri takvime endeksleyip dolaşıma soktular. Bir daha 23 Nisan’a denk gelmesi zayıf ihtimal. Hoş zaten 23 Nisan’ın da bir anlamı kalmadı arada. TBMM önce fiilen sonra resmen feshedildi. Artık Beştepe Külliyesi İstişare Salonu var. Geçti gitti!
Yıktıkları meclisin muhteşem camisi ile uğraşıyorlar şimdi. Behruz ve Can Çinici tasarımıdır o cami. Ödüllüdür. Ağa Han Mimarlık Ödülünü almıştır. Kubbesizdir, zemindedir. İşyeri payı bırakılmamıştır bodrumuna. Çünkü Müslümanlar aslında toprağa secde eder. Önünde bir havuz vardır. Camiye gidenler baktılar mı suretlerini görür o havuzun suyunda. O suretin tanrının bir yansıması olduğuna inanılır. Minare yerine de selvi ağaçları vardır. Selvinin bizim kültürümüzde önemli bir yeri var, öte dünyayı hatırlatır. Mimari olarak çok yakışır ibadethaneye. Minare sonradan eklenmiştir mescide ayrıca, çan kulelerinden kopyalanmıştır, bidattir. Yıkacaklar o camiyi, yerine kubbeli ve minareli yenisini yapacaklar. Bidatleri kutsal sanıyorlar çünkü. Dinleri var imanları yok. Bu yüzden hırsızlığı, ahlaksızlığı, zulmü yasaklamıyor artık inançları. Yeni kutsalları bu…

***

İsmailağa Cemaatine mensup büyük bir gurup entarilerini giyip “umre”ye gitti. Dini vecibe değildir, bir tür dini turizm faaliyetidir umre. Umre de ziyaret demek zaten. Her ne olursa olsun, bu ziyaretin amacının “dünyevi hırslardan” arınma, tanrıya yaklaşma olduğu varsayılıyor. Boru değil, “Allah’ın evine” gidiyorsun. Ama onlar tam tersini yaptı, Kabe’de, “Allah’ın evinde” kavga ettiler. Allah ne verdiyse birbirlerine savurdular. Kafa göz, nereye vurdularsa yarıp kanattılar. Daha önce de birbirlerine bıçaklı saldırıda bulunmuşlardı. Sınırsız kazanma hırsının yan etkileri bunlar. Bir elleri dinde, bir elleri piyasanın sonsuzluklarında. Kafa göz yaran cemaatin jet ski’si ile ünlü hocalarından biri yanmayan kefen, Noel’e itiraz kitabı, peygamber saç kılının yıkandığı su, peygamberi gösteren terlik gibi çok kutsal ürünler satarak buluyor yolunu. Hem inancının kutsalına, hem piyasanın kutsalına hizmet ediyor. Öte dünyada olmazsa bu dünyada cennet garanti!

***

İttire kaktıra referandumu kendi lehlerine çevirdiler. Fakat ittirip kaktırmak için hazırladıkları pusulalar az geldi. O kadar çalmak gerekeceğini hesaplamamışlardı. Apar topar “mühürsüz geçerlidir” kararı çıkartmak zorunda kalınca oyun anlaşıldı. Zaferlerini ilan etmeye alı al moru mor çıktılar haliyle. Yıktıkları cumhuriyetin üzerine ancak mühürsüz bir gecekondu kurabilecekleri anlaşılınca, referandum sürecindeki kabadayılığın yerini içeride suçlu arama didişmesi aldı. En kabadayıları olan Cem Küçük, "AK Parti'nin radikal İslamcılarla yolunu ayırması lazım" dedi. Tayyip Erdoğan'a da AKP'nin başına geri döndükten sonra "Mavi Marmara'daki manyak tiplerle" yolunu ayırması tavsiyesinde bulundu. AKP’deki İslamcılar ise zaten mağdurdu, partiden İslamcılar atılıyor, yerlerine İslamcı olmayanlar getiriliyordu. İslamcılar “reis”ten destek beklerken reis çıkıp şunları söyledi: "Biz tekkeye mürid aramıyoruz ki. Siyasi parti için esas olan, dürüst, ilkeli, vatanını milletini seven, parti ilkelerine uyacak insan aramaktır. Bazıları işi tamamen şirazesinden çıkardı. Kimse uluhiyet davasına girmesin."
Cem Küçük “reis”in pasını aldı, gole çevirdi, "Bu ağır lafları yedikten sonra azıcık onurunuz varsa istifa edersiniz. Ama siz etmezsiniz. Siz suratınıza tükürülse yarabbi şükür diyen tiplersiniz" dedi.
“Uzaktan baktım ay parçası, yanına vardım estağfurullah” özlü sözünde işaret edildiği gibi uzaktan bakılsa kavga basbayağı din-iman kavgası. Yaklaşınca bambaşka tablo ortaya çıkıyor. Bizim Barış Terkoğlu, şöyle yorumladı olup biteni: “Tarihte tesadüf yok: Aynı anda ABD İhvan'ı terörist ilan etmeyi, Hamas İhvan köklerinden kopmayı, AKP İslamcılardan kurtulmayı tartışıyor.” Yani? İktidarın gereği dinden vazgeçmek olsa, ondan da vazgeçecek Müslümanlarımız. Dünyevi kutsalları uhrevi kutsallarının çoktan önüne geçti.

***

Dinin toplumdaki yerinin bir göstergesi bütün bunlar. Yüzeyde dağ taş din, o yüzeyin altında piyasanın tanrısı Yüce Çıkar’ın hükmü sürüyor. Onun için bütün tartışmaları yüzeyde, içi boş, yüzeysel.
Bakın işte; Yılbaşı kutlamalarını “gayrimeşru” ilan eden, “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil” fetvası” veren Diyanet bütün bunlar olurken kadınların cımbız alanına girip fetva vermeye kalkışıyordu. Neymiş? Mecbur değilseler kaşını, bıyığını, tüylerini aldırmak günahmış. Ama psikolojini bozacak kadar kötüyse aldırabilirmiş. Diyeceksiniz koca Diyanet kıl tüy işiyle neden ilgileniyor. Dedik ya din adına kılın, tüyün suyunun suyunu satanlar bile var piyasada. Bir üniversitede “helal ilaç” konferansı düzenledi örneğin. Emin olun çoktan “helal ilaç” üretimine girişmişlerdir. Kutsal kitabın değil, Yüce Çıkar’ın emridir bunlar.
Emeviler de işte tıpkı böyleydi. Din adına iktidar oldular, ilk yaptıkları iş dini tedavülden kaldırmak oldu. Yerine kendi dinlerini koydular; yoksul kalabalıklar için şeriat, kendileri için vur patlasın çal oynasın...
Kutsal, güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken (şey) demek. Tapılacak ya da yolunda can verilecek denli sevilen bir inanç kast edilen daha çok. Kutsal diye diye geldiler. Kutsallarına saygı isteye isteye iktidar oldular. Şimdi bütün kutsalları yıkarak iktidara tutunmaya çalışıyorlar.
Kutsalın bir kutsallığı kalmadı. O yüzden köpürtüyorlar türban üzeri şampuanı. Türban bahane şampuan şahane çünkü. Dinin yeşilinin yerini Doların yeşili alalı uzun zaman oluyor…

Orhan Gökdemir / SOL

‘AKP’ tekerlemesi(!) mi? - Meriç Velidedeoğlu

Üç gün önce, R.T. Erdoğan, “AKP”ye “resmen” üye oldu; böylece “resmi” olarak partileşip tarafsızlığı çizildi. (2.5.2017) Bir insanın milyonların önünde -tarafsızlığı için- “namusu” üzerine ettiği “yemin”i, inanılmaz bir rahatlıkla, üstelik de anlı şanlı bir törenle çiğneyeceğini söyleselerdi; “inanmazdım” diyebilmek için son “15 yıldır” ülkemizde hiç yaşamamış olmak gerekir.
Dolaysiyle Türkiye’de, “yemin”in dayanağı olup içi boşaltılan “namus”, “şeref”, “onur” gibi kavramların da “içleri yeniden doldurulmalı”, kuşkusuz R.T. Erdoğan’ın tutumuna “uygun” olarak... 
 
Ne dersiniz, değerli dostlar? 
 
“Evet” mi, “Hayır!” mı? 
 
Ne var ki bir kişinin, ülkenin tüm güçlerini, hele “yargı” gücünü avucuna almasının ne anlama geldiği, “CHP” milletvekillerinin, Cumhuriyet’in aylardır (altı ay) tutuklu olan yazarlarını, çizerini, görevlilerini Silivri’deki ziyareti, bir kez daha ortaya koydu. (28 Nisan) 
 
Buna değinmeden önce, Cumhuriyet’in bu tutuklularına “hafta”da ancak “bir saat” yakınlarıyla, “bir saat” de savunmanlarıyla görüşme izni verilmesi, ne denli eleştirilse de -bir bakıma- bu duruma katlanmayı kabullenmiş gibi bir sürece girildiğini anımsayalım. 
 
Ne ki “CHP” milletvekillerine, “Cumhuriyet”in “Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu”nun, bu ziyaret sürelerini sayılara dökerek ortaya koyuvermesi, insanı irkiltiyor.
Şöyle demiş M. Sabuncu: “Bir haftada, ‘168 saat’ var; ama biz ancak ‘bir saat’ avukatımızla, ‘bir saat’ de aileyle kapalı görüş yapabiliyoruz!”
“168 saat”in kaçta birini oluşturuyor bu süreçler? 
 
Hele, mektuplar konusu... 
 
Onlara soruyor Murat Sabuncu: “Mektuplar niye yasak?”
 
Yerden göğe haklı; gerçekten neden yasak? 
 
Bu sorunun yanıtını düşünürken, “1633 yılının 22 Temmuz” günü, Roma’nın “Engizisyon Mahkemesi”nde yargılanan ünlü bilgin “Galile”yi anımsamaktan -yine- kendimi alamadım.
Gerek Floransa’da evinde, gerek Roma’da “gözaltı” diyebileceğimiz süreçlerde, gerekse “Engizisyon Mahkemesi”ndeki yargılama sürecinde, kuşkusuz kendisine dayanma gücü veren -yıllardır bir manastırda rahibe olan- kızı “Maria Celeste”in mektupları; üstelik geciktirilmeden, Galile’ye ulaştırılan mektupları olduğu bilinir. 
 
Çünkü günümüze dek ulaşan bu “124 mektup”, Galile Davası’nın, “hukuksal” yönden de en önemli “tanıkları”dır, en önemli “kanıtları”dır.(*) 
 
Kuşkusuz burada “konumuz açısından” altı çizilecek başka bir durum da, “Kilise” kurumunun en “temel” dogması olan, “dünyanın hareketsiz oluşu” görüşünü yadsımasıyla, Galile, “Hıristiyan Âlemi”nin “Ululemr”i “Papa”ya da karşı gelmiş oluyordu ki, bu “karşı oluşun” da yargılandığı bir “Engizisyon Mahkemesi” sürecinde bile “mektup yasağı”nın konu edilmemesi, “21. yy. Türkiyesi” bakımından “utanılacak” bir durum değil midir?
 
Yaklaşık “400 yıl” önceki davanın “temel” nedeninin, “Ululemr”e “itaatsizlik” olduğu dikkate alındığında, Murat Sabuncu’nun da, elbette tüm “Cumhuriyet tutukluları”nın da yargılanma nedeninin “aynı” olduğu, apaçık ortada değil mi?
 
Kısaca, Türkiye’nin “Ululemr”i Erdoğan’a karşı gelip “eleştirmek” değil de nedir?
“24 Temmuz”da da “Kumpas Davaları”ındaki gibi, yine “Silivri”de olacağız, eksiksiz... 
 
Öyle değil mi, değerli dostlar? 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) D. Sobel, “Galileo’nun Kızı”, Çev. B. Sina Şener, İş Bankası Kültür Y. (2000)

‘Gençler, ümitsizliğe ve yeise kapılmayın’ - ÇİĞDEM TOKER

50 yıl, genel tarih için değilse de ülkemiz için uzun bir süre.

 
Söz konusu olan, laikliği temel alan eğitim amaçlı bir vakıfsa, Cumhuriyet’in saldırı altında olduğu bu dönem 50 yılı daha da önemli kılıyor. 
 
Başarılı ancak ekonomik olanakları kısıtlı gençlere destek olan Türk Eğitim Vakfı’ndan (TEV) söz ediyorum. TEV yarım yüzyılı geride bıraktı. Başlıktaki ifadeyi de 50. yıl için düzenlenen programda TEV Mütevelli Heyeti Başkanı Ömer Koç’un konuşmasından aktardım. 
 
Vakıf yönetimi, Anıtkabir’deki “Ata’ya Umut Ziyareti”nin ardından, Ankara’da bağışçıları, gönüllüleri, çalışanları, bursiyerleri ve medya temsilcileriyle bir araya geldi.
TEV bursiyeri üniversite öğrencilerinin, konukları kapıda karşıladığı programda, onlar kadar masalarına kadar eşlik ettikleri bağışçılar da enikonu heyecanlıydı. Müzik koroları ve vals gösterileri, yumuşak bir atmosfer yarattı. 
 
Ömer Koç, TEV’in etkinliklerine dair bilgi verdiği kısacık konuşmasında, salondaki bursiyerlere “Bilhassa sizlerin ümitsizliğe, karamsarlığa, yeise kapılmamasını rica ediyorum. Büyük Atatürk’ün dediği gibi, hayat mücadeleden ibarettir” diye seslendi.
Partili Cumhurbaşkanlığı adı verilen “tek adam” sistemine kapı açan 16 Nisan referandumunun üzerinden kısa bir süre geçmişken, Türkiye’nin ilk ve en büyük holdinglerinden biri olan Koç’un başındaki ismin “Laik demokratik cumhuriyete bütün güçlüklerin üstesinden gelerek sahip çıkılmasını istemesi” dikkat çekici. Zaten Ömer Koç’un Cumhuriyet kazanımları ile Atatürk’e atıfta bulunduğu bölümlerin uzun alkış alması bunun göstergesi olmalı. 


Yeni bir bağış enstrümanı
TEV’in Ankara Şube Başkanı Ömer Turna meslektaş dostlarla bir arada olduğumuz masaya “hoş geldiniz” için uğradığında, küçük bir sohbet yaptık. TEV, bugüne kadar 1700’ü yurtdışında olmak üzere toplam 233 bine yakın öğrenciye eğitim bursu sağlamış. Kız öğrenciler için üç yurt yaptırılmış. Yine bağışçıların katkısıyla, üstün yetenekli öğrencileri için de Gebze’de bir okul kurulduğu bilgisini verdi.
TEV’in kaynaklarında ilk sırayı gayrimenkuller alıyor. Bunu sırasıyla, nakit bağış, gayrimenkul kiraları, cenaze ve mutlu gün çiçekleri izliyor. Turna şimdi yeni bir bağış kaynağı oluşturdukları, doğum günü ve anneler günü gibi özel günler için de bağış sertifikaları hazırlattıklarını paylaştı. 

‘Ben de Barış’
TEV’in 50. yıl etkinlikleri kapsamında bir de “umut” temalı tanıtım filmi gösterildi. Genel Müdür Yıldız Günay, yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak, seslendirmesini de Cem Yılmaz’ın “bedelsiz” üstlendikleri bu filmin sosyal medyada yaygınlaştırılması çağrısında bulunuyor. Tanıtım filmi kısacık ama gerçekten etkileyici. TEV burslarıyla eğitimlerini sürdüren bursiyerler isimlerini söyleyerek kendilerini tanıtıyor: Çağdaş, Aydın, İstiklal, Vicdan, Özgür, Adalet diye gidiyor ve sonuncu bursiyer “Ben de Barış” diyor. 
 
Ankara Şube Başkanı Ömer Turna’ya, şaka yollu “Çiçekçiler size biraz içerliyor” diye takıldığımızda “Yok” diyor büyük bir ciddiyetle. Cenaze ve mutlu günlerde TEV için yapılan bağışların, çiçekçilerin payını sadece yüzde 10 oranında etkilediğini ve yanı sıra artık çiçekçi esnafının başarılı çocukları varsa, onlara da burs verdiklerini aktarıyor. 

***
Laik eğitimin iktidar eliyle sistematik tahribi, Ensar yöneticisinin yargıç olarak atanmasına kadar vardı. TEV’in 50. yaşı ile çağdaş eğitim için verilen uğraşlar, bu nedenle bugün her zamankinden büyük bir kıymet taşıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Heybeliada’nın belleği - CELAL ÜSTER

Anımsamakla unutmak. İkisi arasında gidip geliriz çoğu zaman. Eskilerden bir düşünür, unutkanlığı alaya mı almış, ciddiye mi, bilmiyorum: “Tanrı, unutma yetisine sahip olalım diye bir beyin verdi bize.” Oysa Borges, “Geçmişin müridiyim” der. “Elimizde olan tek şey geçmiştir. Her şeyi unutursanız artık var olamazsınız.”
Yazarlarınızı unutursanız da var olamazsınız. Dilinizi var eden de, düşgücünüzü varsıllaştıran da yazarlar değil midir? Onları, onların yazdıklarını belleksizliğin gömütlerine gömerseniz, dilinizden de olursunuz, düşgücünüzden de. 

 
Çiçekli Dağ Sokağı’nda
Son zamanlarda öykücülüğümüzün ustalarından Zeyyat Selimoğlu da unutuldu, anımsayan da yok, kitaplarını yayımlayan da diyordum ki, Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği’nden bir haber geldi. Dernek, “yolu Heybeliada’dan geçen sanatçıları Ada belleğinde kalıcı kılmayı hedefleyen” etkinliklere 17 yıl önce yitirdiğimiz Selimoğlu ile başlıyor.
Yarın 13.30’da Heybeliada Vapur İskelesi’nde buluşulduktan sonra Türkiye Yazarlar Sendikası’nın da katılımıyla yazarın evinin önüne bir plaket yerleştirilecek. Sonra da, adadaki Çiçekli Dağ Sokağı’nın merdivenlerinde anılarla, Selimoğlu’ndan öykülerle sürecek anımsayış: 

‘Ey Papatyalar’
“Kır çiçekleri şairlerin çiçeği değil midir, ey papatyalar? Şair, şöyle bir duralar, düşünür, kendini tutamayıp yanındaki arkadaşının koluna sarılır, coşkuyla bağırır: — Çiçekli Dağ Sokağı! İşte bu sokak ve bu sokağın adı, dünyaya böyle adım atmıştır.”
“Heybeliada Hatırlıyor!” etkinliğinin yüreğimi şenlendiren bir yanı da, Selimoğlu’nun kitaplarını yeniden basan Eksik Parça Yayınları’nın küçük bir stant açacak olması. Etkinliğe katılan çocuklara da, Selimoğlu’nun, dernek üyelerinin “sahaflardan toplayabildiği” çocuk kitapları armağan edilecek. 

Ada’yı ada yapan
Ada’yı ada yapan yazarlardan biridir Zeyyat Selimoğlu. Heybeliada’dan babamın gençlik arkadaşıydı. Yıllar sonra dostluğunu benden de esirgemedi.
Yanılmıyorsam, 1990’ların hemen başında, Heybeliada’da bir yangın çıkmış, Halki Palas Oteli yanıp kül olmuştu. Cumhuriyet’teydim. Sabah toplantısında, arka sayfanın bu olaya ayrılması kararlaştırıldı. Ada’lı, Heybeliada’lı yazarlardan da görüşler alınacaktı.
Eh, en Heybeliada’lı yazar, Zeyyat Selimoğlu idi. Ben de işe onu aramakla başladım. Zeyyat abi, kuşkusuz, yangından haberliydi. Telefonda sesimi duyar duymaz, “Anlaşılan, geçenlerde çıkan kitabımı daha okumamışsın!” dedi. “Aramızdaydı O Gün’ü bırakmıştım sana. 51. sayfayı aç, ‘Bir Ada Soyunuyor’ adlı öyküyü bir oku bakalım! Ben yazmıştım bu yangını!”
Hemen açtım okudum:


Edebiyatın düşgücü
“... Yangın korkuları içinde geçiyor günlerim, tüm tahtalarım çıradır artık, gevrek ve kurumuş tahtalarım, tahta kaplamalarım, tahta balkonlarım, tahta çatım. Bütün bu saydıklarım küçük bir kibrit alevinin işaretine bakıyor, küçük bir alev beni yok edebilir. Geceleri beni uyku tutmaması, bundandır... İçime oturmuş bir yangın korkusu, geri kalmış ömrümün ince sancısıdır dostum; hani yanarak ölen yaşlılar vardır, yangın alevinden kaçamamış düşkünler...”
Öyküyü bitirdiğimde dehşete kapılmıştım. Gazetenin arka sayfasını nerdeyse tümüyle bu öyküye ayırmıştık.
Edebiyatın düşgücü, her zaman olduğu gibi, gerçekliğe nal toplatmıştı...

Celal Üster / CUMHURİYET

Başakcity - BİLGİN GÖKBERK

Başakşehir.. Eski İbbspor..
 
*
 
'Hayatım futbol' diyen Başkanı'nın twitter hesabında 13 twee't var.
Cumhurbaşkanı'nın 12, Başbakanlığın 1 tweetini paylaşmış.
Hiç tweet atmamış, Başakşehir'in B'si futbolun F'si yok.
 
*
 
Twitteri bile 100 de100 siyasi. 
 
*
 
İbbspor'un sponsorları İSPARK, İSFALT, İGDAŞ, İSTON, İETT, İSKİ, İHE, İSTAÇ filandı.
 
*
 
İstanbullunun yediği ekmekten kullandığı içtiği sudan kullandığı gazdan parkdan asfalttan vs.den aldıkları parayla futbol oynayıp  İstanbul takımlarını yenince zevkten 4 köşe olmalarının mantıklı bi izahı var mı?
 
*
 
İbb kendini şehrine ait hissetse, şehrin 100 yıllık takımlarını yenip milyonlarca İstanbulluyu mutsuz eder mi?
 
Dünyada bi örneği var mı?
 
*
 
Münichli bir belediyeci Bayern Münich'i yenmek için Münich Büyükşehir Belediyespor'u kuralım dese ya psikologa götürürler, ya tımarhaneye kapatırlar.
 
*
 
Madrid Büyükşehir -kafayı yemediyse- Real Madrid'i yenmek için basket takımı kurar mı?
 
*
 
Benim senin oyunla seçilen İstanbul gibi bir dünya şehrinin belediyesi bana sana, kendi şehrinin insanına rakip olur mu?
 
*
 
Allah’ın dağına İspark koyacaksın ben arabamı park edince, benden para alıp, Adebayor'u alacaksın, benim paramla bana gol atacaksın. Sonra pankart astırıp 'koyduk' diyeceksin.
 
Bi de benden cilve bekleyeceksin. Seni sevmemi isteyeceksin.
 
*
 
Olur; görürsem söylerim.
 
*
 
Hocanın, oyuncuların emeğine, başarısına saygılıyız, bi köşeye ayıralım.
 
Konu takım değil, kulüp.
 
*
 
Kuruluşu, varoluşu ofsayt, kendisi Jüpiter'den bile bakınca net ofsayt.
 
Bizim gezegenin top medyası hâlâ attığı gol 43 cm. ofsayt mı değil mi onu tartışıyor.
 
*
 
En baştan alırsak; Burundi'de bile kulübünü sahte evraktan UEFA'lık edip ceza aldıran ve batıranı başkanı federasyon başkanı  yapmazlar.
 
*
 
Nijer'de bile; Devletin toto'sunun ligini hükümetin Katarlı kankası, devletin bankası'nın kupasını
damadın ağabeyinin medyası yayınlamaz.
 
*
 
Futbolun mucidinin aklına gelmeyen bizim gelmiş.
 
Allah’ın İngilizinin aklına Arsenal'in hocasını İngiliz milli takımına hoca yapmak için İngiltere Kraliçesini araya sokmak gelir mi, kraliçe Londra Büyükşehir Belediye Başkan vekilini devreye sokar mı?
 
*
 
Başakcity'nin sponsoru Manchester City'den fazla olur mu?
 
100 yıllık kulüpler para bulamazken ülkenin iş adamları taraftarı camiası olmayan kulübe para 'ak'ıtmak için sıraya girer mi?
 
*
 
Niye kimse yazmaz?
 
Gazetecilik sadece zırt pırt mortgeyçe girip mort olana kadar yaz-a-mamak mıdır?
Tv'cilik, koltukta biraz daha oturmak için bu arkadaşları her eleştirildiğinde zırt pırt çağırıp yağlamak 'ak'lamak mıdır?
 
Arkadaşları meslekdaşları zırt pırt kovulurken tutuklanırken susup oturup para istiflemek midir? 
 
*
 
Yüzde 75'inin sefalet içinde yaşadığı Malawi dahil dünyanın her hangi bir ülkesinde bu kadar sefil bir medya var mı?
 
*
 
Muktedir kardeşimiz iktidar sever Rıdvan Dilmen,"Kulüp Başakşehir, gazete Turkuaz Grubu'ndan olunca herkes tırsıyor nedense" diyor. Cin gibi olan kardeşimiz her şeyi biliyor, bunun nedenini mi bilmiyor ?
 
*
 
Herkes sırtını külliye'ye Ferit bey'e dayayıp iş yapmıyor? Herkes elinde 'evet' videosu tur'lamıyor?
1 tweetten gazeteci tutuklanıyor bu ülkede, tırsacaklar tabi.
 
*
 
Dilmen'in deyimiyle, o bu şu sebepten insanlar tırsıp ona buna biat edebilir, hoş olmaz şık etik değildir belki ama olabilir yine de.
 
Ama Papua Yeni Gine'de bile havuzu yandaşı merkez medyası dahil ülkenin tüm spor sayfaları ve ekranları bir belediyeciye biat eder mi?
 
*
 
Sadece futbol mu?
 
Katar'lıların tv'lerinde Rıdvan'ın Ntv'sinde Akp'nin Trt'sinde gece gündüz basket ligleri yayınlanıyor.
Bir Allah’ın kulu da  çıkıp "doping yapan adamdan federasyon başkanı olmaz" demez mi? Bunu diyemediği için hiç yüzü kızarmaz mı?
 
*
 
Eşi dostu, "Koca adamsın ayıp ya dopingciden başkan olur mu, 1-2 çift laf etsene elaleme rezil oluyoruz" demez mi?
 
*
 
Hazret şimdi de tutturdu video hakem istiyor; ülkeyi iyi tanıyor; haklı.
 
*
 
Daha dün YSK 1000'lerce hile hurda çalma çırpma videosuna rağmen iktidar temsilcisi istedi diye mühürsüz oyları geçerli saydı seçimde şaibe filan yok dedi. Bir grup futbolcu gazeteci dövdü, 10'larca video vardı, grubun yarısı ceza aldı yarısı almadı.
 
Başakşehir başkanı ne uygun gördüyse Federasyon başkanı o cezayı verdi.
 
*
 
Biliyor ki; YSK'nın, TFF'nin bile 'hazır ol'da durduğu düzende videonun başına oturttuğu hakeme istediği düdüğü çaldırtmak  sahadaki hakeme çaldırtmaktan daha kolay. Hatta çocuk oyuncağı.
 
*
 
Son 1 şey..
 
Gümüşdağ da iktidar ağzıyla konuşmaya başladı.
 
Başakşehir düşmanları filan diyor.
 
*
 
Bak Göksel bey, daha dün 1 bugün 2. Ne düşmanı?
 
Çoluk çocuğa düşman olunur mu?
 
*
 
Tane tane anlatalım
 
O dediğine antipati denir.
 
O da takıma değil kulübe..
 
Siyaseti futbola dibine kadar sokmana..
 
Futbolu akpbol haline getirmene..
 
Tarzına, üslubuna..
 
*
 
Ülkenin kaderinin oylandığı referandum öncesi hem de uluslararası konuklar önünde Katarlı kankaların canlı yayınlarken çok net  'evet' propagandası yapacaksın, Başkanlığını yaptığın kulüpleri, kendi kulübünü bu işlere alet edeceksin, sonra 'hayır' diyenlerden   sempati bekleyeceksin. 
 
*
 
Senin kafayı taktığın o 3 büyükler 100 yıldır var, 3 gündür değil.
 
*
 
Geçmişlerinde sevinç üzüntü gözyaşı, kahkaha, aşk, ıstırap, kupa, mupa vs. ne ararsan var.
 
*
 
Boru değil bu, 100 yıl.
 
*
 
Düşmanın da yaşı başı, bi geçmişi ağırlığı olmalı.
 
Dünkü çocuğa kim niye düşman olur kim niye kıskanır, kızmazsın bile.
 
Bi sevip okşarsın, makas alırsın, yürür gidersin.
 
*
 
Düşmanlık değil onun adı, unutma; antipati.
 
O da takıma değil, kulübe..
 
*
Nokta. 
 
 
Bilgin Gökberk / CUMHURİYET

Mezhepçi olan Aleviler değil, siyasettir - TURAN ESER

Alevilerin siyasette görünür olması; sağcısını, ulusalcısını, milliyetçisini, muhafazakârını, kimi sosyal demokrat geçinen çevreleri de rahatsız ediyor.

“Alevi’den Genel Başkan olur mu?”, “Alevi’den Vali, Emniyet Müdürü, Müsteşar olur mu?” diye sorulur. Hatta miting alanlarında “Biliyorsunuz kendisi Alevi” diye yuhalatılırsınız.

Bunlar milyonlarca Alevi’yi rahatsız eden mevzulardır.


Alevilere ‘siyasetten çekilin’ önerisini yapan kişi, TGRT’den Aydınlık gazetesine gelen Türk İslam Sentezci Sabahattin Önkibar’dır. Bu şahıs köşesinden “Alevi kökenli Kılıçdaroğlu’nun gidip bütün Türkiye’yi kucaklayacak bir ismin lider olması gerekir” diyerek, Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığını bırakmasını istemiş ve oraya Sünni bir genel başkan davet etmiş.

Bu sadece siyasi bir davet değil; aynı zamanda mezhepçilik, ayrımcılık ve ırkçılık içeren bir davettir. Çünkü bu zihniyete göre 72 millete aynı nazarla bakan Aleviler ve Hacı Bektaşi Veli hoşgörüsü Türkiye’yi kucaklayamazmış.

Soyadı Önkibar ama yazısı Önyargılıdır ve Kibar değildir. Mezhepçilik, ırkçılık ve siyasi hak düşmanlığı kokuyor.

Alevilerin yüzde 97’sinin tek adamlığa ve rejim değişikliğine HAYIR diyen tek toplumsal kesim olmasını hazmedememiş! Alevilerin laiklik ve demokratik cumhuriyet talebini en diri savunan toplumsal kesim olması da rahatsız etmiş.

Tabii ki, tek suçlu Sabahattin Önkibar değil. O, devletin resmi ve mezhepçi müfredatından mezun olmuş, birçok Türk İslam Sentezci yorumculardan biri.

CHP ve Kılıçdaroğlu eleştirilebilir
CHP Genel Başkanı ve CHP politikaları eleştirilmez değil. Ama siyasetçiye ya da siyasi partiye yönelik eleştiriler ancak düşünsel, siyasal ve ideolojik zeminlerde olmalıdır. Eleştiriye kültürel, dinsel ve dilsel kimlik giydirmek kaba bir ilkellik ve ırkçılıktır.
Mezhepçi, ırkçı ve ayrımcı eleştiriler, düşünce ve eleştiri özgürlüğü değil, suç ve hakaret alanına girer.
Alevilerin büyük bir kesimi CHP’ye oy veriyor diye, CHP’nin ‘Alevi partisi’ olduğunu iddia etmek yanlıştır. Ya da CHP içinde ve seçmenleri arasında Alevilerin oranının yüksek olması da, CHP’nin bir Alevi partisi olduğunu göstermez.

CHP öyle değil böyle eleştirilir
CHP’ye yönelik en sert ve haklı eleştiriler yine Alevilerden geliyor. Aleviler CHP’nin laiklik mücadelesindeki ikircikliğini ve ipe un seren tavrını eleştiriyor.

CHP’nin ‘Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması’, ‘zorunlu din eğitimi ve okulların İmam hatipleştirilmesi’ karşısındaki sessizliğini, AKP’nin laiklik karşıtı girişimlerine karşı politikasızlığını eleştirenler yine Aleviler.

CHP’nin, yurttaşlık üzerinden siyaseti doğrudur ama Kürt sorunu, Alevi sorunu üzerine neden siyasal ve demokratik çözüm vizyonuna sahip olmadığını soran, kültürel kimlik haklarına dair neden politika oluşturmuyor diye eleştirenler de Alevilerdir.

Önkibar gibi “Alevi olduğu için partinin başından gitmeli” demek, gayri ahlaki, mezhepçi ve insan hakları hukukunu çiğnemektir.

Bu söylemin devamında Alevilerden ‘Genel Başkan’ olmaz, “Aleviler ülkenin Kunta Kinte’leri olun” ya da olmayan laikliğe ‘sigorta’ ve olmayan demokratik cumhuriyete ‘bekçilik’ çağrısı gelir. Alevilere bekçiliğin ve kapıcılığın, yanı sıra siyasette sadece ‘seçme hakkını’ uygun görür.
Alevilerin siyaset yapma hakkına itirazın tarihi, Emevi zihniyetine dayalı Muaviye dönemine denk düşer. Önkibar gibiler de bunu sürdürmekteler.

Önkibar, Kılıçdaroğlu’nu haksız yere eleştiriyor. Kılıçdaroğlu, bugüne kadar Aleviliğini ifade etmekten uzak duran, Alevilerin sorunlarına ilişkin tek bir çalışma ortaya koymamış Genel Başkan’dır.

CHP Danışmanları, “Aleviliğin siyasette Kılıçdaroğlu’na yük ve engel olacağı” ve “Alevi kimliği CHP’yi marjinalleştirir” gibi mesnetsiz ve hane içi mezhepçilikle, Kılıçdaroğlu’na kendi Aleviliğini gizletmişlerdir. ‘Oy artırma’ analizleri yapan bu danışmanlar, CHP’nin ihtiyacı olan laik ve demokratik siyaset dili yerine, Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin söylemini uhrevileştirdiler. Eğer CHP’de bir “mezhepçilik” aranacaksa bunları görecek göz, duyacak kulak isterim.

Utanılması gereken Alevilik değildir!
Alevilik utanılacak bir kimlik değildir. Aleviler kimseye ‘Alevi kimliği’ ile siyaset yapın çağrısı yapmıyor. Ama Kılıçdaroğlu da dahil, hiçbir siyasetçinin, siyasal İslamcı mahallenin mezhepçi baskılarına boyun eğip, inancından ve dilinden utanıp çekinmesi de gerekmiyor.

Aksine gerektiği zaman göğüslerini gererek kimliğini ifade etmelidir.

Alevilik; kimliğini ifade etmekten utanacak, sıkılacak bir durum ya da siyasal kayıp ya da kazanç hesaplarının istismar konusu haline gelmişse, o ülkede adalet, vicdan, insanlık, demokrasi, çoğulculuk, Hacı Bektaş Veli hoşgörüsü ve Pir Sultan Abdal cesareti firar etmiş demektir.

Alevilik utanılacak bir şey değil, Alevilerin kalplerinde taşıdığı kimliktir. Alevilere “kimliğinizi gizleyin” diye fetva veren siyasal ulemalar ve köşe yazarları utansın!

Turan Eser / BİRGÜN

Daha pis oyunun kokusu dağılmadı, başkanlık yarışına dahil oldular - İLKER BELEK

Derler ya kurbanın kanı kurumadı henüz. O misal ve Baykal Gül’ü başkan olarak önerebiliyor.
Normaldir. 2002 yılında Erdoğan’ın önünü açmıştı. Sonra cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin’i keşfettiler. Şimdi de Gül’lü formül.
Hesap aynı: Sağ seçmeni cezbederek sağı frenlemek. Olmaz. Bu hesapla atılan her adım CHP’nin AKP’ye benzemesine ve CHP tabanının daha da umutsuzlaşmasına yol açıyor.
Ama zaten istenen de budur. Biriken muhalif enerjinin düzen dışına yönelmesini engellemek. Baykal’ın önerisini CHP’nin benimseyip benimsemeyeceğinin; CHP’nin Gül’ü değil de bir başkasını aday olarak önerip önermeyeceğinin, Gül’ün ne diyeceğinin hiçbir önemi yok. Aslolan zihinlerin düzen içine hapsedilmesidir.

*****

Nitekim hemen sonrasında, Baykal’ın Kılıçdaroğlu’nu başkan, yanına da Akşener ile Ahmet Türk’ü yardımcı olarak önerdiği haberi geldi. Fark etmez. Gül formülüyle uyumludur. 7 Haziran seçim sürecinde de aynı taktik ortalıktaydı. AKP durdurulacak, içinde diğerlerinin de yer alacağı bir koalisyona zorlanacak ya da diğerleri bir koalisyon kuracaktı.
O zaman matematiksel olarak bile imkansız olduğunu çok söylemiştik. Şimdi de durum aynı. Buralardan AKP karşısına dikilecek herhangi bir kuvvet oluşturulamaz.

******

Nedeni AKP dışında kalanların değişik kriterler üzerinden tamamen AKP’ye benzemiş ya da muhtaç halde olmalarıdır.
Akşener’in ideolojik ve siyasi olarak ne farkı var ? CHP buna benzer işlerle AKP’nin yanında olduğunu kanıtlamadı mı ? HDP federasyon işini yalnızca Erdoğan’ın halledebileceğine inanmıyor mu ?
Maksat laf olsun. Muhalifler, huzursuzlar, “hayır” diyenler oyalansın.

*****

Muhalefetin bu tutumu Türkiye kapitalizminin çaresizliğinin göstergesidir. Türkiye’nin sorunları bu düzende çözülemez nitelikte olduğu için düzen muhalefeti AKP’den farklı düşünememekte, AKP’nin düzenin tepesinde kalmasına yardımcı olmaktadır.
AKP’nin en büyük avantajı, karşısında ne istediğini bilmeyen bir “cephe”nin yer alması. Bu cephe AKP’nin kendi tabanını konsolide etmesine yardımcı oluyor.
Hegemonya krizi yaşayan emperyalist aktörlerin, tüm rahatsızlıklarına karşın Erdoğan’la iş yapmak durumunda kalmaları da buna bağlı.

*****

Bütün bu nedenlerle referandum sürecinde “hayır” demenin yetmeyeceğini, “hayır”ın düzen dışı bir perspektife çekilmesinin yaşamsal önemde olduğunu söylemiştik.
Çünkü “hayır"la yetinmek, referandum sonrasında, sonuç ne yönde tecelli etmiş olursa olsun, düzen kuvvetlerinin “hayır”ı istedikleri yönde istismar etmelerine zemin sunmuş olacaktı yalnızca.
Çok zaman geçmeyecek, Akşener’in kuracağı partinin AKP’yi durdurmak için ne kadar işe yarar olabileceği konusundaki yorumlar da CHP içinde taraftar bulacak.
Önümüzdeki iki yıl boyunca referandumdaki şaibeyi akıllarına bile getirmeden, başkanın kim olması gerektiği konusuyla meşgul etmeye çalışacaklar AKP’nin boyun eğdiremediği kitleleri. Sanki Erdoğan dışındakiler dinin siyasetteki ve toplumsal yaşamdaki tahakkümünü azaltmak için bir şeyler yapacaklarmış gibi. Sanki Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ve Türkiye üzerinde de planları aşikar emperyalizm karşısında onurlu bir duruş sergileyebileceklermiş gibi. Sanki AKP düzeninin bir dönemki temsilcisi Gül değilmiş gibi.

*****

Türkiye’nin hiçbir sorunu kapitalist düzende çözülemez.
Seçim olayının asgari demokrasi standardını sağlamak bakımından işlevsizleşmiş olduğu apaçık ortada.
AKP’nin sandıkta, seçimde geriletilemeyeceği de 16 Nisan akşamı gün gibi anlaşılmış oldu.
Toplumun bu üç gerçeği dikkate alarak hazırlık yapması gerekiyor.
Nasıl bir toplumsallık istiyoruz ? Tez elden karar verilmesi gereken konu bu. Erdoğan’a diğerlerine destek sunarak karşı olmak yalnızca Erdoğan’ı güçlendiriyor. Toplumsal olaylar tek bir adam üzerinden tartışılabilir mi ?
Eşitlik diyorsak düzen dışına çıkacağız. Başkanlık tartışmalarından bir an önce kopacağız. Farklı bir kulvar belirleyeceğiz. “Hayır” dediysek, bunun gereği olarak farklı bir düzeni talep edeceğiz. Başkanlık için kullandığımız “hayır”ın, başkanlığı meşrulaştırmak için kullanılmasına izin vermemenin tek yolu bu.
Eğer başkanlık imam hatipleştirilen okulumuz, işyerlerine sokulan yandaş sendika, öğretim üyelerinin üniversitelerden atılması, gazetelerin kapatılması, tutuklamalar, Suriye’nin işgali, cihatçıların desteklenmesi, bombalı katliamlar, dışarıdan girecek dövizsiz dönmeyen ekonomi çarkları, bağımlılık, tarım kotaları, vb ise o zaman referandumdaki “hayır”ımızı, bütün bunlara karşı bir perspektifle hem pratik hem de siyasi olarak örgütlemek zorundayız.
Gerçekçiliğin anlamı çözüm için savaşmaktır. Erdoğan’ı durdurma planının gerçekçilikle hiçbir ilişkisi bulunmuyor.
Zorunluluk, düzen aktörlerinden acil kopuş, bağımsız sosyalist hattın güçlendirilmesi.

İlker Belek / SOL

Bir başka Kartallı Kazım - ALİ SİRMEN

Toplumların tarihlerinin en karanlık sayfaları zulüm dönemlerinde yazılır, en şanlı direniş destanları da.



12 Eylül döneminde, Kenan Evren ve benzerleri, tarihimizin karanlık ve utanç verici sayfalarını yazarlarken 1 Mayıs günü aramızdan ayrılan Ahmet İsvan da tıpkı daha önce yitirdiğimiz yiğit eşi Cumhuriyet Reha İsvan gibi, toplumun göğsünü kabartan, direniş destanını dokuyordu.
Bu güzel insanlar, Rahşan ve Bülent Ecevit ile birlikte okudukları Robert College’de tanışmışlar, birbirlerini anlayan, tamamlayan toplum için de yararlı kıldıkları yaşamlarını, ölüm onları ayırana kadar birlikte uyum içinde sürdürmüşlerdi.
Robert College’den sonra ABD’de tarım okuyan Ahmet İsvan siyasete haksızlık olarak gördüğü CHP’nin mallarına el konmasına tepki olarak atıldı. Ondan önce, kavgadan önce Kartal’da bahçıvan olan Kartallı Kazım misali Yalova’da meyve üretirdi.
1973’te CHP’nin çiçeği burnunda genel başkanı sınıf arkadaşı Bülent Ecevit’in ısrarı üzerine yıllardır üyesi olduğu CHP’den İstanbul Belediye Başkanı oldu ve bu görevi 1977’ye kadar sürdürdü. 

***
İşbitirici popülist belediyecilik anlayışının parti ayrımı yapmaksızın, Türkiye’ye egemen olmasının topluma kent etiği estetiği, kültürü, kazanımları, tarihi değerleri açısından neler kaybettirdiğini bilenler, Ahmet İsvan’ın merkezi iktidarın bütün görev süresi boyunca gırtlağını sıktığı, ne öldürüp ne yaşattığı, Türkiye’nin bu dünya ölçeğindeki metropolünü her türlü gelirden yoksun bıraktığı dönemdeki yine de örnek belediyecilik anlayışını hep dikkatle izlediler, her an takdirle andılar.
Gelir kaynakları cılız olan milyonluk metropolün belediyesini partizanlık nedeniyle soluksuz bırakmaya ahdetmiş olan Süleyman Demirel, İstanbul Belediyesi’ne merkezi bütçeden verilmesi gereken kaynakları vermiyor. Ama kamuoyunun daha fazla tepkisini çekmemek amacıyla da, yalnızca personel maaşlarını ödemeye yetecek kadar kaynak aktarmayı da ihmal etmiyordu.
Ahmet İsvan’ın bu durum karşısında şöyle yakındığını kulaklarımla duydum:
- Bari personel giderlerini karşılayacak kaynağı da aktarmasalar da, her şey gün yüzüne çıksa.
Böyle bir ortamda, Ahmet İsvan’ın görev döneminde kentine birbiri ardından kazandırdığı eserlerle anılan bir belediye başkanı olması beklenemezdi.
Ne yazık ki, içinde bulunduğu koşulları ve belediyecilik anlayışını kavramakta bizzat partisi yetersiz kaldı. Daha sonra demokrasi mücadelesinde SHP’de Erdal İnönü’nün yanında görecek olduğumuz, Ahmet İsvan bir daha belediye başkanlığına aday olmadı.

***
12 Eylül ile birlikte, Reha ve Ahmet İsvan’ın direniş destalarını oluşturdukları dönem başlar.
Ahmet Bey, DİSK, Reha Hanım Barış davalarından içeri alındılar, işkence görmeseler bile zulme tabi tutuldular.
Oradaki direnişleriyle hem mahpusluk arkadaşlarının, hem de baskı altında inletilen milyonların sonsuz saygı ve sevgisini kazandılar.
3 Mayıs tarihli Cumhuriyet’in birinci sayfasında, Ahmet İsvan’ı DİSK davasından tutuklu bulunduğu hapisten çıktıktan sonra, Barış Derneği davasından hapiste bulunduğu eşi Reha İsvanı ziyaret ederken gösteren resim, aynı zamanda bu toplumun namuslu aydınlarının bir zulüm dönemini nasıl bir direniş destanına dönüştürdüklerinin belgesidir.
Son olarak, eşi dava arkadaşım Reha İsvan’ın cenazesinde gördüğüm Ahmet İsvan’ı o olaydan iki yıl önce, abim Atila Alpöge’nin sayesinde Yalova’daki evinde Mine Sirmen ile birlikte ziyaret etmiştim.
Siyasi kavga dönemini kapatmış olan Ahmet Bey Yalova’ya çekilmişti. Tıpkı Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’nın kahramanlarından Kartallı Kazım gibi, “kavgadan önce Yalova’da bahçıvandı, kavgadan sonra Yalova’da bahçıvan.”
Güle güle direnen yiğit adam!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Enseyi karartma zamanı - Nilgün Cerrahoğlu

İki hafta süresince Türkiye’de “bilinmeyen nedenlerden ötürü” gözaltında tutulan İtalyan gazeteci ve yönetmen Gabriele Del Grande, geçen hafta ülkesine döndü. 



Vatanına ayak basarken bir dizi açıklamada bulunan gazeteci; “İki hafta süresince özgürlüğümden niye alıkonduğumu hâlâ bilmiyorum” diyerek ekledi: “Bu sürede evet kişisel şiddet görmedim. Saçımın kılına dahi dokunulmadı. Ama gördüğüm kurumsal şiddetti!”
İnsanların hukuki gerekçe gösterilmeden böyle keyfi biçimde özgürlüklerinden mahrum bırakılmasını ‘kurumsal şiddet’ olarak betimleyen Del Grande’nin bu ifadelerini Çizme basını “ağır sözler” diye tanımladı.
Neden? Çünkü Del Grande soyut biçimde dile getirdiği “kurumsal şiddet” sözleriyle “arkasına hukukun gücünü almayan bir devlet şiddeti”ni ima etmekteydi. “Şiddet görmek için illa doğrudan fiziki şiddet görmek şart değil. Kurumsal şiddet, zaten şiddetin en büyüğü değil mi?” demeye getirmekteydi.
 
İlk çağların anlayışı
 
“Aldatıldık” diye geçiştirilen Ergenekon sürecinde ve bugün Silivri’de tutsak bulunan arkadaşlarımızın yaşadıkları “kâbus”u, “kurumsal şiddet”ten daha iyi anlatan bir ifade bulunamaz...
Geçmiş haksızlıkların hesabı asla sorulmuyor, “asla bir daha böyle hukuksuzluklar olmayacak” denmiyor... Bu cehennemin içine sürüklenişteki her yeni aşama, arkadan yeni hukuksuzluklar yaratıyor. Bu durum, süreçte toplum tarafından içselleştirilerek kanıksanıyor.
“Kurumsal şiddet” bu kadar kanıksanmış ve yerleşmiş olmasa, Silivri’de altı aydır bulunan Kadri Gürsel’in 10 yaşındaki oğlunu şimdiye dek -misal!- sade iki kez görmüş olmasına, kamuoyundan güçlü bir itiraz dalgası yükselmez miydi?
Güray Öz’ün torununun, dedesi için çizdiği bir “kelebek” resmine dahi ambargo konarak yok edilmesi, kamuoyunca bunca rahat kabullenilebilir miydi?
“Kurumsal şiddet” nasıl bu kerte yaygın olabiliyor?
Ülkemizde nasıl büyük tedirginlikler, rahatsızlıklar, altüst oluş duyguları yaratmadan sistemli biçimde hayata geçirilebiliyor?
Kafamda tam yanıtlayamadığım bu sorular dönerken Erdoğan’ın AKP’ye geri dönüş konuşmasında söylediği sözlerle yüz yüze geldim...
“Önünüze gelip gözyaşı dökenler de olabilir!” diyordu RTE; “Ben şuna inanıyorum. Acırsak, acınacak hale gelebiliriz!”
“Mors tua vita mea/Senin ölümün benim yaşamımdır!” diyen eski Roma sözünün başka bir ifadesi.
Basitleştirirsek karşılığı “Ya sen, ya ben!”/“Ya biz, ya onlar!” anlayışı oluyor.
Bu sözleri aslına bakarsanız Erdoğan ilk kez de söylememiş. Daha önce de farklı vesilelerle dile getirmiş. Ancak büyük kitlesel tasfiyelerin yapıldığı ve ülke hapishanelerine “hiç gözünün yaşına bakmadan” önüne gelenin girip çıktığı bir dönemde, her tür empati duygusundan yoksun bu ifadelerin insanın beyninde ve yüreğindeki yansımaları tabii ki çok derin katmanlı oluyor.
 
Korku rejimlerinin komutu
 
Araştırıp baktığımda bu “özdeyişin” yalnız Erdoğan söylemleriyle de sınırlı olmadığını, gerçekte bunun bir yaşam duruşuna karşılık geldiğini fark ettim. Çevremde hiç tanık olmasam da sosyal medyada bu ifadenin basbayağı bir toplumsal karşılığı olduğunu keşfettim.
Bundan kısa süre önce BBC ve CNN gibi küresel kanallardan birinde, Kamboçya’daki Pol Pot rejiminin eski işkencecilerinden biriyle yapılan bir söyleşi izlemiştim. İşkenceci kendisine dikta rejimi tarafından verilen ilk talimatın; “kimseye acımamak!” olduğunu anlatmıştı. En zor şeyin bu “acımamayı öğrenmek” olduğunu ifade etmişti.
Bizde hasseten böyle bir talimata da uzun boylu gerek yok galiba. İnsanlar nasılsa kendiliklerinden başlarını öte yana çeviriyorlar. Bunca haksızlık ve hukuksuzlukların bu kerte göz önünde yaşandığı bir yerde, ülkenin yarısı aksi durumda mevcut iktidara hâlâ oy vermeye başka nasıl devam edebilir?
Bütün bunlar nedeniyle kolaylıkla “enseyi karartmayın” diyemiyorum. Diyemediğim gibi diyenlere şaşıyorum.
Ense karartmak için bu ülkede bunca çok neden hiç bir araya gelmedi.
Enseyi bugün karartmayacaksak, ne zaman karartacağız?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Türkiye – Mısır istedi HAMAS döndü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kimileri değişen koşullara ayak uydurmak diyebilir ama Hamas’ın yeni siyaset belgesi İslamcılığın “Filistin davası”nda da iflas ettiğini gösteriyor. Yeni belge, Filistin’in özgürlük mücadelesinde asla savunulamayacak olan Yahudi karşıtlığı gibi büyük bir insanlık suçunu reddetmesi açısından olumludur kuşkusuz ama bunda da ne kadar samimi olduğunu bekleyip görmek gerekir Hamas’ın.
Sosyalist, devrimci Filistin hareketinin İslamcılık karşısında gerilemesinin/geriletilmesinin sonucu budur işte. İşgalci İsrail’e karşı gasp edilmiş toprakları kurtarma mücadelesi İslamcılar eliyle bitirildi, lamı cimi yok. Hamas’ın bu geri adımı meşruiyetini kabul ettirme amaçlıdır, bu belli. Tüm derdi buymuş demek ki. Oysa Filistin’in sosyalist, devrimci kurtuluş hareketlerinin meşruiyet dertleri yoktu. Onlar meşruiyetlerini davalarının haklılığından alıyorlardı. Filistin davasını dünyaya kabul ettirmekle hem “mücadelenin” hem de kendilerinin meşruiyetlerini antiemperyalist, antiSiyonist dünyaya kabul ettirmişlerdi.


Şimdi her türden “İslamcı” bakalım bu geri dönüşü nasıl anlatacaklar bize. Bazıları ötmeye başladı bile. Hamas’ın yeni siyaset belgesinde “1967 sınırlarını kabul ediyoruz” açıklaması (ki İsrail işgalinin kabulü demektir bu) İsrail’i zor durumda bırakacakmış bu çevrelere göre. Her yeni duruma, her geri adıma kılıf bulmada üstüne yok bunların.

İsrail’in bundan asla rahatsız olmayacağını bilelim. İsrail hep istemiş olduğu kendi denetiminde bir Filistin’i Hamas eliyle dünyaya kabul ettirme yolunda hız kazanmış durumda olan budur. Hamas, İsrail’e karşı savaşan El Fetih’in kamplarını hem de defalarca vurmuş bir harekettir. 14 Nisan 2007 katliamını anımsayalım, çok sayıda El Fetih lideri Hamas tarafından öldürülmüştür. Hamas’ı elbette Yaser Arafat’ın ciddi hataları, hareket en güçlü dönemindeyken İsrail’e verdiği tavizler büyüttü. Ama, İsrail’le hakların alınmasıyla sağlanacak barış girişimlerine de Hamas hep engel oldu. Bugün Filistin’in içinde bulunduğu çıkmazdan bu örgüt sorumludur.

Bir anımsatma daha; Receptayyipgillerin ısrarla “mezhepçi” diye suçladığı Beşar Esad, Hamas’a, Sünni olup olmadığına bakmadan, İsrail’e karşı savaştığını düşünerek ülkesinde büro açma izni verdi. Esad’ın önde gelen Hamas liderlerine pasaport verdiği de biliniyor. Suriye emperyalistlerin saldırısına uğradığında ona ilk ihanet eden bu Hamas oldu. Şam’dan ayrılan örgüt, Suriye’ye karşı saldırının en büyük destekçilerinden Katar’a taşıdı merkezini.

Hamas’ın açıkladığı yeni siyaset belgesinde olumlu olan tek madde, Yahudi halkı ile Siyonist savaş/işgal mekanizması arasındaki farkı görmesidir. Aslında bir Hıristiyan günahı olan Yahudi düşmanlığı ayıbından kurtulmuş olur, eğer pratikte de bunu gerçekleştirirse.

Şimdi, asıl mesele şu; Hamas bağımsız bir örgüt değil. Pragmatist olayım derken belli merkezlerin oyuncağı nasıl olunurmuş Hamas’a bakıp anlaşılabilir. Hamas’ın bu yeni siyaset belgesinin, Türkiye ile Mısır’ın İsrail’le ilişkilerini düzelttiği bir döneme denk gelmesi rastlantı mıdır? Ya da şöyle sorayım; Hamas Türkiye’den habersiz böyle bir adım atabilir miydi? Ya da Filistin meşru yönetimine karşı İsrail’in güvenliği adına Refahiye kapısını sık sık kapatan Mısır onaylamasa böyle bir belgeyi açıklayabilir miydi? Müslüman Kardeşler’le ilişkisini keseceğini açıklamasından, Müslüman Kardeşleri neredeyse silip süpüren Mısır’ın memnun olmadığını kim söyleyebilir?

Türkiye, Mısır, Katar el birliğiyle Hamas’ı İsrail’in istediği çizgiye getirmiş oldular. Hamas’ın da buna direndiği yok, başından beri buna teşne bir örgüt zaten. Peki El Fetih ruhundan iyice uzaklaşmış mevcut Filistin yönetiminin günahı neydi? Zaman zaman İsrail’i diplomatik alanda, tüm olanaksızlıklara rağmen zor durumda bırakan Filistin yönetimi, artık kendisine alternatif olarak çıkartılacak olan Hamas sayesinde daha da zayıf duruma düşecek. Başta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmak üzere bu talihsiz halkın özgürlük mücadelesini onurla, kararlılıkla yürüten Filistin devrimci sosyalist hareketi Arafat’ın yanlış önderliğiyle etkisiz hale getirilmeseydi, durum bu noktaya gelmezdi.

Hamas’a bir bakın. Suriye’ye karşı emperyalistlerin yanında, emperyalizmin cinayetlerinin finansçısı Katar’ın kucağında, İsrail’in dostları Türkiye ile Mısır’ın kollarının altında. Filistin davasını iğdiş etmiştir Hamas.


İslamcılık budur.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

AKP, OHAL bağımlısıdır - KADİR SEV

Türkiye, bir başka uzama evrildi. Yeni yerinde, aydınlanma; yurtseverlik; adalet; hukuk; demokrasi; şeffaflık; hesap verilebilirlik gibi kavramlar yer almıyor, ya da tam tersi anlamlar içeriyor.
Sözgelişi, milliyetçi sayılmanız için güçlü bir Osmanlı İmparatorluğu düşleri görmeniz ve onun özlemiyle yanıp tutuşmanız gerekiyor. Diktatörlüğe; demokrasi, zifiri karanlığa; şeffaflık, gizliliğe; hesap verilebilirlik, deniliyor.


Aydınlanma kavramına ise rastlanmıyor.

Bu uzamda OHAL, olağan yönetim biçimi olarak kullanılıyor. Ancak bu OHAL, Anayasa ve Yasada anlatılanlara hiç benzemiyor. Birileri, yasalardan aldığı yetkiyle değil; zorbalıktan aldığı güçle yasama, yürütme organı gibi davranıp, olmaz işler yapıyor.

Şu Dünyadan, Anayasada ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasasında yazılı kuralların eksiksiz uygulandığı bir OHAL ile yönetilmeye hasret gideceğiz.

KHK’lerle yüz binden çok akademisyen, yargıç, kamu görevlisi, işinden edildi; on binlercesi gözaltına alındı, tutuklandı. Kimi kamu kurumları kapatıldı; kimilerinin görev, yetki, sorumlulukları ve bağlı oldukları bakanlıklar değiştirildi. Bir yandan da banka, vakıf üniversiteleri, çeşitli düzeylerde okullar, çok sayıda ticari şirket, vakıf, dernek, radyo/televizyon kanalı kapatıldı. El konulan özel kuruluşlar ya tasfiye edildi ya kayyım eliyle yönetiliyor ya da TMSF’ne devredildi.

Dehşet ülkesinde yaşıyoruz. Herkes birbirinden korkuyor. Saçma sapan gerekçelerle insanlar işlerinden ediliyor, çoluk çocuklarıyla birlikte açlığa mahkûm ediliyorlar.

Zor günlerden geçiyoruz ama karamsarlığa kapılıp da direnme gücümüzü yitirmeyelim. Dayanışma ile her zorluğu aşarız. Sonuçta bu devlet, hem işimizi geri vermek, hem de zararımızı tazmin etmek zorunda kalacak. Kimsenin kuşkusu olmasın.

OHAL gerekçesiyle çıkarılan Kararnameler Anayasaya aykırı düzenlemelerle dolu. Ancak yeni Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 148. Maddesindeki; Olağanüstü hal Kararnameleri hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla dava açılamayacağı kuralını öne sürerek, başvuruları incelemeyi reddediyor. Oysa önceki yıllardaki kararlarında; üzerinde OHAL Kararnamesi yazmasıyla yetinilemez, gerçekten de o özellikte olup olmadığına bakılması gerekir deniliyordu. Olur olmaz her şeyin OHAL Kararnamesine tıkıştırılmasını önlemek açısından doğru olanı da bu yorumdu. Ancak, yeni Anayasa Mahkemesi; içeriğini değerlendirebilmem için incelemem gerekir, incelersem de yetkimi aşmış olurum gibi bir gerekçe üretip, başından savdı.

Yukarıda sözü edilen 12.10.2016 günlü, 2016/160 sayılı Kararın gerekçesindeki şu sözlere bakılırsa, TBMM’nde görüşülüp yasalaştırıldıktan sonra da bakmaya niyeti yok;
“Anayasa, olağanüstü hal süresince olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda olağanüstü hal KHK’sı çıkarma yetkisini, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna, bunları denetleme yetkisini ise yasama organına vermektedir. (…) Anayasa koyucunun olağanüstü dönem KHK’lerinin denetiminin yasama organı tarafından yapılmasını istediği açıktır.”

Anayasa Mahkemesine birileri başvurursa, gerekçesi şimdiden hazır: “OHAL Kararnamelerinin anayasaya uygunluk denetimini yapma yetkisi Meclise tanımıştır. Meclisin yetkisini kullanamam” demesi yeterli.

Anayasa Mahkemesinin bu günlere hazırlanması epeyce zamanlarını almıştı, şimdi meyvelerini topluyorlar.

AKP artık olağanüstü hal bağımlısına dönüşmüştür. Bundan vazgeçmesi beklenemez. Üstelik her şeyi yüzlerine gözlerine öylesine bulaştırdılar ki isteseler bile olağan bir döneme geçemezler.
Bu yüzden, Anayasayı değiştirip olağanüstü halin sürekliliğini sağlayacak düzenlemelerine kılıf uydurdular. Evet çıkması için hiçbir şeyi esirgemediler. Öyle ki; YSK bile kısmen de olsa itiraf etmek zorunda kaldı.

Referandum süreci tarihe geçecek sahtecilik örnekleriyle dolu. Sunulan metinle ise diktatörlük amaçlanıyor. Oysa muhalefet bu kolaylıklardan yararlanıp, AKP’ne geri adım attıracak mecali kendinde bulamıyor.

CHP, meşru saymayacağız gibi sözler ediyor. Ancak, sözlerinin arkasında duramayacakları çok belli oluyor. Uyum yasaları çıkarken elimizden geleni yapacağız deseler de, ellerinden bir şey gelmediğini çoktandır biliyoruz. Sonuçta şöyle bir çözüm önerisi getirecekleri anlaşılıyor; “hayır diyen %49’un bütün bileşenlerinin uzlaşabileceği bir aday bulalım, siz de omuz verin, 2019 yılında başkan yapmayı başarırsak, Mecliste de gücümüz olur, böylelikle Anayasayı ve yasaları eski haline getiririz.”CHP’ne gönül verenlerin ömrü bu yolda geçtiği için hiç şaşırmaz, sabırla beklerler.

HDP’nin ne yapacağını kestirmek zor. Çünkü siyasetini hep “çözüm süreci” üzerine kuruyor.
Emperyalist odaklardaki homurtulu sesler duruldu; “seçim sonuçlarına saygı göstereceğiz” anlamına gelen sözler işitmeye başladık.

İnsanların kendi çıkarları peşinden koşmalarında yadırganacak bir yan yok. Doğal olanı da bu zaten.
Keşke herkes sınıfının çıkarına uygun davranabilse. 

Kadir Sev /SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...