3 Haziran 2017 Cumartesi

Darbe 1999’da ihbar edildi - ÖZGÜR MUMCU

“Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım.Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiz ana kadar her adım erken sayılır. 


Mesela, 15 Temmuz darbe girişiminden önce Fethullah Gülen’in böyle bir konuşması ortaya çıksaydı herhalde darbe ihtimaline karşı çok daha tedbirli olunur hatta bu ihtimal engellenebilirdi.
Mesela, böyle bir konuşmanın ertesinde Gülen aleyhine bir dava açılsa ve bu davada savcılık Gülen’in Anayasal düzeni değiştirmek ve laiklik ilkesini de kaldırarak, yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacıyla yönetimde teşkilatlanmayı, devlet idaresini ele geçirmeyi hedeflediğini tespit etseydi herhalde darbe girişimi daha bir hevesken boğulurdu.
Hele koca MGK toplanıp da “Fethullah Gülen’in faaliyetlerine karşı bir eylem planı” oluşturulmasını karara bağlasaydı. Mesela o toplantıda MİT’ten Genelkurmay’a Gülen’in icraatları hakkında ayrıntılı raporlar sunulsaydı, darbeye girişmek ne demek, Gülen cemaati karşısında koskoca devleti görünce bir köşeye pısar kalırdı. 
 
İşin trajik kısmı da burada. Gülen’in devlete sızma hakkındaki konuşmasının videosu 1999’da yayımlanmış ve ülkenin gündemini sarsmıştı. Sonucunda da Gülen yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştı. 
 
Gülen hakkında dava açılmış, kesin hüküm ise af kanunu sebebiyle 2003 senesinde ertelenmişti.
MGK ise 2004’te Gülenci tehlike hakkında karar almıştı. 
 
Bütün bunlara rağmen Gülen cemaati MİT Müsteşarı’na karşı yapılan operasyon ya da 17/25 Aralık’ta aniden çıldırmış gibi davrananların amacı, tehlike bağıra çağıra gelmesine rağmen, cemaatle kurdukları koalisyonu unutturmak. 
 
Yurtdışına kaçmış, hakkındaki dava ancak af kanunuyla ertelenmiş, MGK tarafından tehdit olarak belirlenmiş bir cemaat, AKP’nin iktidarını güçlendirmesiyle beraber ve tam da bunun için kayırılmıştır. 
 
Siyasi kumpas davalarıyla “askeri vesayet” kaldırılır, 12 Eylül referandumuyla yargıdaki “vesayet” kırılırken, YAŞ’ta ihraçların engellenmesiyle ve HSYK seçimleriyle yargı ve TSK’de cemaatçi güçlerin yolu açılmıştır. 
 
Yani adam devlete sızıyorum, ayaklanmak için zamanını bekliyorum demiş. Savcı, bu adam devlet idaresini ele geçirmek istiyor demiş. MGK, bu adama karşı eylem planı geliştirin demiş.
Bunlara rağmen adam “hocaefendi” diye el üstünde tutulmuş, siyasi kumpas davalarına destek olunmuş, Adliye, Emniyet ve Askeriye’yi ele geçirmesine yardım edilmiş. 
 
Sonra, efendim binbaşı MİT’e saat kaçta gitti de ihbar etti! Sanki iş birkaç saatlik bir meseleymiş gibi. Alın size ihbar 1999’dan, 2003’ten, 2004’ten.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

2 Haziran 2017 Cuma

'Birkaç ödül aldıktan sonra ödüle karşı olacağım': O muhteşem ikiyüzlülüğünüz - TAYLAN KARA

“Birkaç ödül daha aldıktan sonra ödüle karşı olacağım.”
Murathan Mungan




Bazı sözcükler ya da cümleler, belli dönemleri ya da anlayışları temsil eder. Bu tür cümleler, bir dönemin özeti, belli bir anlayışın sözcüklere dökülmüş halidir.

Örneğin 14. Louis’nin “devlet benim.” cümlesi gibi…
Maria Antoinette’ye mal edilen “ekmek yoksa, pasta yesinler.” cümlesi gibi…
Kant’ın “bilmeye cüret et” cümlesi gibi…
Kenan Evren’in “asmayalım da besleyelim mi?” cümlesi gibi…
Ortaçağdaki “ölümü hatırla” cümlesi gibi…
Lenin’in “Bütün iktidar sovyetlere” cümlesi gibi…

                                                                                *

“Birkaç ödül aldıktan sonra ödüle karşı olacağım”.
Bugüne kadar Edebiyat Piyasası-Piyasa Edebiyatı’yla ilgili sayısız yazılar yazdım. Eğer “Edebiyat Piyasası-Piyasa Edebiyatı’nın prototip yazarını en iyi temsil eden cümle nedir?” diye soracak olsalardı bundan daha iyi bir cümle söyleyemezdim.
Sonrasında birçok yazar Murathan Mungan’ın bu cümlesini, sanki çok derin bir felsefi saptamaymış gibi tekrarlamıştır (1,2).

                                                                               *

Bu cümle piyasa edebiyatının bütün ikiyüzlülüğünü, bütün hesapçılığını, bütün ahlaksızlığını kusursuzca yansıtmaktadır. Çok çok basit düşünelim.
Sanki çok yaratıcı bir şeymiş gibi bunu söyleyen yazar, edebiyat ödülleri ile ilgili ne düşünmektedir?
Edebiyat ödüllerine karşı mıdır, değil midir?
Bu kişiye göre edebiyat ödülleri iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Eğer iyi bir şey ise, neden birkaç ödül aldıktan sonra karşı olacaktır?
Eğer kötü bir şey ise, sonrasında karşı çıkacağı bir şeye, niçin şimdi karşı çıkmamaktadır?

                                                                                *

Bir yazar edebiyat ödüllerine olumlu bakabilir.
Bir yazar edebiyat ödüllerini kötü bir şey olarak da tanımlayabilir. Bu ayrı bir tartışma konusudur.
Ama iyi bir şey olarak tanımlıyorsa, niye sonrasında karşı çıkacaktır; kötü bir şey olarak tanımlıyorsa, niçin şimdi birkaç edebiyat ödülü almak istemektedir?
Şunu açıkça belirtmekte hiçbir sakınca yoktur: Bu ikiyüzlülüktür.

                                                                                *

“X’i birkaç kez daha yaptıktan sonra X’e karşı olacağım…”
Burada “x” yerine ne koyarsanız koyun… Bunu söyleyen bir kişide nasıl bir tutarlılık vardır?
Burada nasıl bir ilke vardır?
Bir parti başkanı: “birkaç fabrika daha özelleştirdikten sonra özelleştirmeye karşı çıkacağım” deseydi…
                                                                               *

Normal hayatında yapmak istediği her türlü şeyi yapıp, yetmişinden sonra namaza başlayan insanları eleştirmek için fazla bir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
Bir koltuğa oturunca, eşine, dostuna, arkadaşlarına torpil yapıp, o koltuğu kaybedince “liyakat! liyakat!” diye bağıran insanların ikiyüzlülüğü ortadadır.
Kendisi rüşvet aldığında hiçbir sorun görmezken, bir başka yerde kendisinden rüşvet isteyen kişiye dürüstlük satan insanın alçaklığını ortaya koymak kolaydır.
Muhalefetteyken karşı çıktığı şeyleri, iktidardayken bizzat yapan bir partiye atıp tutmak da kolaydır. Bunları anlamak için hiçbir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
 Bu sayılanlar kadar ikiyüzlü bir anlayıştır bu.
                                                                                 *
Bu kadar basit bir gerçeği yazmanın kendisi bile çok rahatsız edicidir. Böyle bir yazıyı yazmak zorunda kalmak, içinde bulunduğumuz sefaletin somut bir göstergesidir.
“Türk edebiyatının neye ihtiyacı vardır?” sorusuna birçok yanıt verilebilir. “Edebiyatın en büyük sorunu nedir?” dense birçok başlık sayılabilir.

Ama Türk Edebiyatı’nda her şeyden önce bir ahlak sorunu vardır.
Bu başlığı başa koymadan ve büyük harflerle yazmadan, söylenecek her şey boş laftır. Kendi gözündeki kütüğü görmeden, başkasının gözündeki kıymığı gören bu ikiyüzlü anlayıştan kurtulmadıkça bu rezillikler kaçınılmazdır.
Önce “bir molekül” etik, “birkaç atom” ahlak, “iki nanogram” ilke, “üç nanogram” tutarlılık...

Bundan sonrası kolaydır.

Taylan Kara
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
1. http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/odul-konusmalarim-i-795
2. http://onurcaymaz.com/ornek-sayfa/

Ramazan forever! - NAZIM ALPMAN

İslam dünyasının büyük bir özlemle beklediği ramazan ayı Türkiye’de de giderek artan bir coşkuyla yaşanıyor. Özellikle AKP’li belediyelerin bulunduğu illerde ve ilçelerde açık hava iftarları, sonrasında sahne gösterileri düzenleniyor. Diğer belediyeler de bütün ramazanı iktidara kaptırmamak için onların peşinden kaptırıp gidiyor.
Siyasi partililerin de ramazan etkinlikleri belediyelerden geri kalmıyor. Çağrılı gazetecilerden öğrendiğimize göre yabancı temsilcilikler de (Büyükelçilik ve Başkonsolosluklar) iftar davetleri yapıyorlar. Gösterişli iftar düzenlemeleri gövde gösterisi şeklinde yaşanıyor.
Ancak ramazan ayı ile ilgili olarak en büyük yarış, televizyonlar arasında ve de Ramazan Özel programcıları, televizyon hocaları içinde yaşanıyor.
Bu yarışın temeli de program içeriğinden ziyade, bütçeleri bakımından değerlendiriliyor.
Hangi hoca, hangi kanaldan kaç bin lira alıyor?
                                                                               •••
Ya da ramazan aylarında halka açık iftar programlarında sahne alan hocaların vaazlarının pop şarkıcılarıyla yarışır hale gelmesi hatta onları geride bırakmaları da kamuoyu açısından ayrı merak konusu oluyor.
Ramazan ayının iftarları ikiye ayrılıyor.
Birincisi halka açık iftarlar. Yerleşim merkezlerinde büyük çadırlar ya da açık hava düzeneği içinde, plastik tepsiler içinde verilen üç ya da dört çeşit yemek ile masalara serpme olarak konulan iftarlıklardan oluşuyor.
İftar vaktinden önce sıraya girilen bu organizasyonlarda zaman zaman izdihamlar yaşanabiliyor. En dikkat çekici yanı kitleselliği oluyor. Buradaki en önemli kıstas, “hangi partinin ya da belediyenin iftarı daha kalabalıktı?” sorusuna verilen yanıt üzerinden yapılıyor.
İkinci grup ise büyük beş yıldızlı otellerde ünlü kişilerin katılımlarıyla yapılan görkemli iftarlardan oluşuyor. Böylesi iftarların yemek düzeni ve mönüsü hiç tartışılmıyor. Çünkü hepsi kişi başı dolar ya da avro üzerinden hesaplandığından herkesin içi rahat oluyor.
İkinci grup iftarların odağında katılanların kimlikleri öne çıkıyor. İftarı veren işadamları, vakıflar, dernekler ile bu iftara icabet eden iktidar çevrelerinin mevkileri önem arz ediyor.Kaç milletvekili katıldı? İktidar partisinin katılımcı düzeyi hangi seviyede?
Bir de eskiden yıldız olup da şimdilerde adı üzerinde tartışmalı pozisyonların olduğu kişilerin bulunmamasına özen gösteriliyor.
Her şey “gösteriş” üzerinden yapılıyor.
                                                                              •••
İki ayrı toplum kesimine hitap eden iki ayrı iftar programlarının ortak yanları büyük bütçeleri olarak gösteriliyor. Birincide ucuz ama kitlesel olduğundan toplam bütçenin yüksekliği dikkate değer oluyor. İkincisi ise az sayıda seçkinin pahalı mönü ile ağırlanması yine aynı kapıya çıkıyor.
Ramazan aylarının VIP yıldızları ise televizyonlar da dini konular üzerine esaslı şovlar yapanlar arasında çıkıyor.
Ramazan programlarında en fazla “Öbür Dünya” üzerine vaazlar veriliyor. Esas yaşamın bu dünyada değil, öldükten sonra öbür dünyada olacağı anlatılıyor. Televizyon hocaları örnekler verirken “di”li geçmiş zaman kullanıyorlar. Hocalar sanki anlattıklarını bizzat görüp, yaşamış gibi konuşuyorlar:
-Ya rabbim dedi bana bir yol göster. O sırada bir bulut peydah oldu…
Televizyon hocaları, kitlesel canlı yayınlara da çıkıyorlar. Bölüm başı esasıyla çalıştıklarından programlar bittiğinde ödemeler de banka hesaplarına geçmiş oluyor!
Bütün vaazlarında öbür dünyayı önerenler, bu dünyada ne var ne yok hepsini alıyorlar.
Her ramazanda servetlerini geometrik olarak arttıran televizyon hocaları, bu mal mülk edinme iştahları konusunda herhangi bir izahatı gerekli görmüyorlar. Kendilerine “Allah daha fazlasını versin” denilmesini arzuluyorlar.
Organize ettikleri kutsal toplantılar (iftar sohbetleri) gibi kendileri de her yıl giderek daha fazla “pop” hale geliyorlar. Zaten söylemlerini de modernleştiriyorlar:
»Ramazan forever!

Nazım ALPMAN / BİRGÜN

Ekonomide tehlikeli sular - ASLI AYDIN

Türkiye ekonomisinin reel riskleri büyüyor… Ne var ki işsizlik-enflasyon-büyüme tarafında bozulma devam ederken, tüm bunlar olmuyormuşçasına bir bolluk coşkusu göze çarpıyor. Bir ülke ekonomisi için olabilecek en ağır sonuçlar halihazırda belirmeye başlamışken, yaratılan para bolluğu sayesinde gündeme taşınmıyor. Oysa geri dönüşü çok zor ve uzun zaman alacak sonuçlarla yüzleşmeye çoktan başladık.


Önce bu sonuçlarla başlayalım…
Türkiye bilindiği yüzde 3’lük bir büyüme bandına oturmuş durumda. 2002-2016 dönemi arasında %5’e yakın bir büyüme ortalamasına sahip ekonomi, uzun zamandır ortalamanın altında bir hasıla ve gelir yaratıyor. Daralan gelir ise her geçen gün daha adaletsiz bölüşülüyor.
2004 yılı başlarında toplamda 1 milyona yakın işsiz sayısı bugün 4 milyona ulaştı. 13 yılda 4 katı artan işsizler ordusunun boyutu, mevsimlik işçiler, uzun süreli iş arayanlar, eksik çalışanlar dahil edildiğinde 6 milyona ulaşıyor.
Diğer bir taraftan tüm ücretli kesimin satın alma gücü hızlıca eriyor. Nisan ayı TÜFE rakamlarının yaşadığı %11.87’lik artış, %16.37’ye sıçramış üretici fiyat endeksinin işaret ettiği üzere maliyet yönlü daha da artacağa benziyor.
Kısaca pasta küçüldükçe, pastadan ücretli sınıfın tasfiyesi sürüyor, çalışmaya devam edenlerin de payı küçülüyor.
Ekonominin üretim yönüne baktığımızda ise, sanayi tarafında tüm vergi indirimleri ve Kredi Garanti Fonu gibi desteklerin yıllık olarak %2’lik bir etkiyle sınırlı kaldığını görüyoruz, ki zaten canlanma da beyaz eşya ve mobilya sektörlerinde yani teşviklerin yoğunlaştığı sektörlerde yaşanmış. Bu vergi indirimi itelemesinin, ertelenen tüketimlerin bir kısmını gerçekleştirdiği söylenebilir. Bunun yanı sıra otomobil sektöründeki daralmanın boyutu Nisan ayında %10.5’e çıkarken, toplam ihracatın %7,4 hız kaybetmesi, ülkede üretimin ve gelirin aşağı yönlü olduğunu destekleyen diğer veriler.

Şimdi evet bu meseleler zaten uzunca bir süredir konuştuğumuz sorunlar. Kendi adıma söyleyeyim, hiç istihdamda nitelikli bir iyileşmeden, pahalılıkta önemli ölçüde bir gerilemeden bahsedemedim… Her dönem bu sorunların zirve yaptığı, sonrasında ise popülist politikalarla yumuşatıldığı çevrimlerine şahit oluyoruz. Fakat bu dönemin bir özelliği, bunun alışılageldik bir çevrim olmadığını ortaya koyuyor. Bunca daralma ve gerilemenin üzerine bir de Merkez Bankası, Hazine, KGF gibi mekanizmalar aracılığıyla ekonominin krediyle pompalanması eklenince, adeta ekonominin balatalarını yakıyor.

Riskler ağırlaşarak birikiyor…
Şu sıralar, hangi görüşü paylaşırsa paylaşsın birçok ekonomi yazarının hemfikir olduğu nadir konulardan biri, ülke ekonomisinin mevcut haliyle bu denli kredi pompasını kaldıramayacağı. Son olarak Merkez Bankası tarafından ‘banka senedi’ uygulamasına başlanacağı duyuruldu. Sicili son derece bozuk olan bu uygulamanın en son 2008 krizi ile birlikte ekonomik dengeleri bozucu karakteri öne çıkmıştı. Bir kredinin, kalitesine (yani geri ödenme olasılığına) bakılmaksızın MB tarafınca satın alınması, karşılığında likidite sunması ve bu likiditenin yeniden krediye dönüşmesi mekanizmasının kapitalist sistemin lideri ABD ekonomisini çöküşe götürmesinin üzeriden çok da geçmedi. Ne var ki bizdeki bu “borca dayalı büyürüz” kör inancı bir türlü yok olmadığı için, bu sistemin bir biçimini şimdi ekonomimize devşirmiş olduk. Hem de ekonominin reel tarafı bu denli bozukken.

Diğer taraftan hadi diyelim ki bu krediden kredilendirme uygulaması, menkul kıymetleştirme olarak adlandırabileceğimiz varlıkların birçok krediye açık hale gelebilmesi vb uygulamalar hiç 2008 krizinde deneyim edilmemiş olsun. Yine de Türkiye ekonomisi bu uygulamayı kaldırabilecek, finansal piyasalarda derinleşme yaratabilecek bir yapıda, bir güçte değil. Finansal derinleşme her şeyden önce güçlü bir reel sektör arar. Küresel rekabetçilik, bağımsız kurumlar arar. Oturmuş bir üretim, hizmet sektörü üzerine derinleşmiş bir finans sistemi, tüm olası negatif sonuçlarına rağmen, ülkelere belli bir sürede kazanç sağlayabilir. Oysa Türkiye’de tüm bu reel süreçler terk edilerek inşaat ve finansallaşma yoluyla bir büyüme öyküsü yaratılmaya çabalanıyor. Bu, açık denizlere sandalla açılmaya benzer, en ufak bir dalgada alabora olur.

Nitekim bir yönüyle bu hamlenin ekonominin bozulan ortamında hayata geçirilmesi, şişen ‘kredi-borç-tüketim’ üçlüsünün bankalar ve bankaların kredilendirdiği şirketler ( ağırlıklı olarak inşaat-gayrimenkul şirketleri) tarafında sürdürülemez hale gelmiş batıklara yol açtığını ortaya koyuyor. Kaldı ki, 2015 verileriyle kredilerinin toplam varlıklara oranı yüzde 60’ı geçmiş bankacılık sektörünün, artık kredi verebilecek dermanının da kalmadığı ortada.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Bir kaplumbağa asabiyeti: ‘Survivor Sabriye’ - TAYFUN ATAY

Türkiye ve dünyada kickboks şampiyonluklarıyla “Ünlüler” kategorisinden Survivor 2017’ye dâhil olmuş Trabzonlu Sabriye Şengül’ün aylardır süren realiteyarışma programında tek ayırt edici vasfı var: Başarısızlık. 

 
Buna rağmen müthiş taraftar kitlesi oluştu Sabriye’nin ve parkurlarda kelimenin tam anlamıyla nal toplarken ekran karşısındaki seyirciden muazzam oy toplaması söz konusu onun…
Sabriye sadece parkurlarda fiziksel açıdan dökülmekle kalmıyor, zihinsel kapasite gerektiren noktalarda da fantastik bir zafiyet içinde. Mesela şovun kelime-bulmaca oyununda (“Anlat Bakalım”) “İğnenin büyüğüne ne denir” sorusuna “büyük iğne”; “Evde kalmış kıza ne denir” sorusuna da “evde kalmış” cevaplarını veriyor!.. 
 
Parkurlarda herkes canını dişine takmış koşarken Sabriye’yi (hadi koşar adım yürürken demeyelim!) yürür adım koşarken izliyoruz. Bir kaplumbağa temposunda… 
 
Fakat o, parkur-dışı alanda (“bench”te) diğer yarışmacılarla mücadelede müthiş asabi bir yırtıcılık içinde. Özellikle de karşıdaki “Gönüllüler” takımının gözde kızı (“Miss Turkuaz Germany” güzellik yarışması birincisi) “Almancı” Berna (Keklikler) ile amansız bir rekabet ve çekişmede Sabriye.
Kendi takım arkadaşı ve takımiçi gruplaşmada “partner”i milli boksör Adem Kılıççı üzerinden (Adem’in Berna’ya ilgisi olduğu hezeyanıyla) bir kıskançlık, daha doğrusu “kıskançlık şovu” sergiliyor. 
 
Tabii Berna da kendisine yönelik bu hissiyatı (Adem’e değilse de) Sabriye’ye karşılıksız bırakmıyor.
O yüzden Survivor 2017’nin şu ara seyri en cazip kılan kesitleri, Sabriye’nin Berna ile “çemkirdek” olduğu anlar. 
 
Onları böyle görünce acaba Acun yarışma-dışı düzenlediği futbol, voleybol maçlarından sonra Berna ile Sabriye’ye bir çamur güreşi de yaptırır mı diye düşünmeden de edemiyorum!..
Bu sıraladıklarım bile Sabriye’nin o paradoksal, “Başarısızsan da kazanırsın” durumunu açıklama yolunda ipuçları veriyor aslında. 
 
Sabriye sinirli ama sevimli, sarsak ama sempatik, şapşik ama seyre gelir bir yarışmacı.
Fakat bir başka faktör daha var Sabriye’ye kazandıran. Şu ara yerlilikyabancılık, muhafazakârlık-modernlik, İslamcılık-Batıcılık kutuplaştırmaları doğrultusunda İbn Haldun’la bağlantılı olarak gündeme gelen “asabiye” yahut “asabiyet” faktörü bu. 
 
(Görüyorsunuz, bir doz “Acunsal enerji” tableti alıp Survivor uykusuna dalalım desek de “dinbazlık” peşimizi bırakmıyor!) 
 
“Asabiye” kısaca körü körüne aidiyet duygusu olarak tanımlanabilir. 
 
Öyle ki kendinizi ait hissettiğiniz toplumsal birim; aile, sülale, kabile, kavim, millet, din, mezhep ya da hemşeri grubu içinden biri, birileri yanlış, haksız, başarısız olsa bile onu sorgusuz- sualsiz korumak, savunmak, desteklemek durumundasınızdır. “Asabiyet”, bunu gerektirir.
Trabzonlu Sabriye, baştan beri tüm eksiklik, yetersizlik ve başarısızlığına rağmen bir “Karadenizlilik asabiyesi” ile de büyük destek buldu. 
 
Elbette bunu takım arkadaşları tarafından yetersizliği nedeniyle dışlanma, horlanma gibi motifler de besledi. Takım içinde tek dayanağı Adem tarafından dillendirilip seyirciye de sirayet ettirilen bu mağduriyet algısı, buna bağlı acıma hissi ve aynı doğrultuda Sabriye’nin kendini acındırma stratejisi, daha geniş bir kitlesel destek potansiyeli oluşturdu. Oylamalarda da bu potansiyelin fiili karşılığı görülmekte. 
 
Böylece Sabriye her hafta eleme potasına girse de seyirci desteği ile adada kalmaya (“survive” olmaya) devam etti. En son, ona nazaran hem çok başarılı, hem de ünlü bir yarışmacıyı, “Havuç Furkanı (Kızılay) eledi. İlaveten, daha meşhur ve daha da başarılı İlhan (Mansız), Serhat (Akın) ve Sema (Aydemir) için de ciddi tehdit haline geldi. 
 
Evet, klişeyi biz de tekrar edelim: Survivor, sadece performans değil. 
 
O, “performatif” olduğu kadar psikolojik de bir mücadele. Ve dahi bu psikolojik mücadelenin derininde, dibinde, kökünde bir “kültürel” mücadele…
Güçsüz de olsanız, beceriksiz de olsanız, sinirleriniz zayıf da olsa bunlar Survivor’da kaybedeceğiniz anlamına gelmiyor. 
 
Yani asabi iseniz sorun yok; yeter ki “asabiye”niz de olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Nedeni bulundu! - Meriç Velidedeoğlu

“TBMM Darbe Araştırma Komisyonu”, görev süresinin bitmesinden hemen beş ay sonra, “936” sayfalık bir taslak “Rapor” hazırladı.
Rapor’un en ilginç bölümlerinden birini, “laiklik”le ilgili görüşler, değerlendirmeler oluşturuyor; öyle ki yalnızca “15 Temmuz”un değil, neredeyse tüm darbelerin nedeni olarak görülüyor “laiklik”...
Dolaysiyle “laikliğin yeniden keşfedilmesi” gerektiği ileri sürülüp, “yeniden tanımlanması” gündeme getiriliyor.
Daha önce de yapılmıştı bu “tanım” çalışmaları; bilmem anımsanır mı?
“Adalet ve Kalkınma Partisi”nin (AKP) kurucularından olan, şimdi yine “AKP”nin “Genel Başkanı” seçilen ve TC Devleti’nin, “yeminli tarafsız” Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, bu “tanım” çalışmasına ilkin -tersten-“demokrasi”den başlamıştı.
Tarihe geçen o ünlü “demokrasi” tanımını, yıllar geçse de, unutmak olanaksız; ne demişti: “Demokrasi bir ‘tramvay’dır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz, ‘demokrasi amaç değil araçtır!” (1996) 
 
Bu durumda -ister istemez- yeni “laiklik” tanımı da, bu “tramvay demokrasi”ye uygun olacaktır; Komisyon Raporu’nda, “laikliğin ülkedeki ayrışmaların kaynağı haline geldiği” ileri sürüldüğüne göre, “tramvay”a uygunluk kaçınılmaz...
Öte yanda Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan laiklik, devletin yönetiminin temel özelliklerinden birini oluşturduğuna göre, laikliğin “kökten değişimi”nin, yeniden tarifinin gündeme getirilmesi, “siyasal” bir söylem, “siyasal” bir öneri oluşturmaz mı?
Rapor’da yine, bu bağlamda, “Eğitim” konusunda da neredeyse “laik sistem” yerine “dinsel sistem”e geçerek, “köklü” bir “değişim” yapılması konu ediliyor.
Böylece de, “Sahih (doğru) bir ‘din eğitimi’nin verilebilmesi için”, dinin tüm temel kaynaklarının öğretilmesi yoluna girileceği vurgulanıyor. Kısaca, “İmam Hatip Liseleri”ndeki öğretim gibi...
Ve bu eğitim, “İlk Öğrenim” aşamasında başlayacak...
Henüz “4 yaşındakilere” gelince, onların da öğrenimine “çözüm” getirecek “Darbe Komisyonu Raporu”...
“4-6 Yaş Din Eğitimi” olarak; bunun da “düzenli sorunsuz yürütülmesi”nde “öncelikli (acil) işlemler” bağlamında ele alınacak. 
 
“TBMM Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı AKP Milletvekili Reşat Petek”in hazırladığı bu taslak “Rapor”da, “Din Eğitimi”nin bu denli “yoğun” ele alınıp böylece “daha da geliştirilmesi”nin, en önemli nedeni başta “FETÖ” olmak üzere, “benzeri örgütlerle ‘mücadele’ kapsamında” çok önemli görülmesi (!)...
Dolaysiyle bu “mücadeleye” engel olduğu belirtilen “laiklik”, gündeme oturtularak, kolunu kanadını kırıp “kuşa çevrilmesi” fırsatının yaratılması.
Ve böylece, “Dindarlar da, agresif (saldırgan) ve militan laiklik”ten, “baskı ve zan altında tutulmaktan” kurtulmuş (!) olacaklarmış... 
 
İşte bu “kurtuluşun (!)” sürekliliği için de, bu yeni “laiklik tanımı”, yukarıda alıntılanan, özellikle de, yeni kuşağı (nesli) yetiştirecek “eğitim”deki düzenlemeler doğrultusunda ortaya konulacak...
İşte bu tanıma dayanan “laiklik” ancak, “düşünce çoğulculuğunu koruyabilecek”miş...
Kuşkusuz, ortaya sürülecek bu “laiklik”, “laiklik”ten başka “her şey”e benzeyecek... 

 
Ne dersiniz değerli dostlar? 
 
Katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Ak müteahhit cumhuriyeti - ÇİĞDEM TOKER

Rantın büyüklüğünü deneme sayısından anlayabilirsiniz.
Zeytinlik alanları müteahhit şirketlere açma iştahından söz ediyorum. Düşünün ki, altı kez TBMM gündemine gelmiş, altısında da reddedilmiş.
İnadın sürekliliği, yalnızca büyüklüğü değil, zeytinlik sahalardaki rant paylaşımının yüksekliği ve derinliği konusunda da fikir veriyor.
Şimdi geri adım diye duyurulan, metinden kelime çıkarma işinin, göz boyama olduğu vurgulanıyor. Zeytinlik Sahaları Korumu Kurulu kaldığı ve bu yetkileri o metinde durduğu müddetçe zeytinliklerin tehlike altında olduğu yani.
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü’ye göre, bu kurul bağımsız olacakmış. Bir daha söyleyeyim: İçinde Tarım, Çevre ve Şehircilik, Sanayi, Orman ve Su İşleri, Maliye bakanlıkları temsilcilerinin, yani atanmış bürokratların yer aldığı kurulun bağımsız olacağını söylüyor bakan. Biz de bu sözden, o kurulun Bakan Özlü’nün bağımsızlığı kadar bağımsız faaliyet göstereceğini anlayabiliriz.
Cumhuriyet, bu ülkede en çok müteahhitlerin cumhuriyetine dönüştü artık. 


Cengiz’e bir büyük iş daha
3. Havalimanı’nı yapan beş müteahhide yasaya aykırı biçimde nasıl “davetli iş” verildiğini iki gün önce yazdım. Karayolları Genel Müdürlüğü, son yıllarda artan biçimde Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesini yasaya aykırı uyguluyor. Olağanüstü hallerde acele işlerde uygulaması gereken davetli şirketlerle pazarlık yolu, genel ve sürekli uygulamaya dönüştü neredeyse.
Küçük bir anımsatma: Önceki yazıma 2013’ten bu yana 3. Havalimanı şirketlerine “pazarlık” usulüyle verilen işlerin toplamı 2.5 milyar TL’ye ulaştı. Bu tutarın yarıdan fazlasını ise (1.4 milyar TL’si) Cengiz İnşaat’a ihale edilen işler oluşturuyor.
Ulaştığım son bilgilere göre Cengiz İnşaat’a bu hafta bir iş daha verilmiş.
30 Mayıs’ta yine 21/b’ye göre yapılan ihale, Trabzon-Aşkale (Köstere Deresi - Gümüşhane arası) kapsamında daha önce yaptığı bir işin “ikmal”i kapsamında. Yaklaşık keşif bedeli 720 milyon TL olan projeye, Cengiz’in şirketince 527.4 milyon TL teklif verilmiş. 

***

Müteahhitlere yapılan ödemelerdeki artış ve bu artışta “davet” yönteminin izlerini bütçe rakamlarında görmek de mümkün. Maliye verilerine göre Ocak- Nisan döneminde müteahhitlere 4.8 milyar TL ödendi. Bu tutarın 1.4 milyar TL’si yol yapımı için.
Müteahhit giderleri, geçen yılın aynı döneminde 3.5 milyar TL’ydi. Bu tutarın da 782 milyon TL’si yol yapımı için ödenmişti. Yol müteahhitlerine yapılan toplam ödemede geçen yıla göre yaklaşık iki katlık bir artış söz konusu.
İktidarların müteahhitlik sektörüyle ilişkileri ve tercihleri, bütçeyi, ekolojik dengeyi, gelir eşitsizliğini giderek daha derinden sarsıyor.
Toplum yararı aleyhine işleyen bu rant ilişkisinin son örneğini, bir askerin yaşamını yitirdiği Manisa’daki kışla zehirlenmesi olayında yemek tedarikçisi firmanın kollanmasında görüyoruz.
CHP İzmir Milletvekili Tur Yıldız Biçer’in ısrarla üzerine gittiği bu olayda, Rota Yemekçilik adlı firmanın, zehirlenmenin “çiğ hindi etinden” kaynaklandığını teyit ettiğini, buna rağmen Sağlık Bakanlığı talimatıyla kültür tahlil sonuçlarının verilmediğini kamuoyuna açıkladı.
Devlet kurumlarının üzerine gitmesi, sözleşmesini iptal etmesi, soruşturma, inceleme yapması gereken bir olayda, gencecik erlerin sağlıklarının bozulmasına seyirci kalması, söylenecek, yazılacak söz bırakmıyor.
İktidara yakın müteahhit şirketlerin herkesten daha eşit olduğu bir çağdayız.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Libya ve Manchester - CEYDA KARAN

Geçen salı için planlıyordum, araya ABD’nin dış politika duayeni Zbigniew Brzezinski’nin ölümü girdi, yazamadım. Lakin Libya üzerinden yaşananlara dair not düşmeden olmaz. ‘Libya’ diye bir memleket kalmamış olsa bile… Esasında geçen haftaki Manchester Arena saldırısı, niçin kalmadığını da ortaya sermekte. Şimdilerde ‘emperyalizm’ denilince dudak bükenler için kör kör gözüne parmak misali...
***

Britanya’nın Manchester kentinin ünlü konser salonundaki saldırıda çoluk çocuk 23 kişi öldü, 59 kişi yaralandı. Libya asıllı 22 yaşındaki saldırgan Salman Abedi hakkında yazılıp çiziliyor.
Kendisi Libya İslami Savaş Grubu’ndan (LİSG) etkilenerek radikalleşmiş bir genç. Benim 2011’de Bingazi ve Libya çöllerinde denk geldiklerimden belki de. Kim bilir, belki birilerinin üzerinden paralar kazandığı, kaptagon ve türevi uyuşturucularla ‘davaya sevk edilenlerden’. Şu sıralar Fransız ve Hollanda polisi ne hikmetse Suriye’de Fetih el Şam militanlarının kullandığı ‘cihat/mücadele hapı’ diye anılan bu ilaçları üretip dağıtanları bulup yakalamamakta. İnsanın ‘Hey gidi Kaddafi, hey’ diyesi geliyor. Linç edilerek öldürülmeden önce çok bağırmıştı da işiten olmadı. Zaten ordusuna ‘sivillerin ölmemesi için dikkat edin’ türü sözlerinin de tam aksinin aktarıldığı yeni ortaya çıkmakta.

***

Libya, hem Batı (Fransız-Britanya) istihbaratları, hem de Kaddafi’den nefret eden Körfez’in Sünni monarşilerinin (özellikle Katar) ortak operasyonuydu. Liberal müdahaleciliğin ‘demokrasi’ sosu ile tatlandırılıp servislendiği. Siyasal İslam aparatı en kullanışlı araçtı. Üstüne Hillary Clinton’ın Suriye bağlantılı ‘Tekfiristan projesi’ tesis edildi.
Britanya yatırımı MI6’nın Kaddafi’ye suikastlar düzenlediği 1990’lara uzanır. LİSG üyeleri bu ülkede rahatça yaşadılar. Bunlardan biri Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerine bombalı saldırılarda parmağı olsa bile Londra’da camilerde dolanan, sonra Libya’da ortaya çıkan Abu Enes El Libi.
Manchester saldırganı Abedi tabii henüz ‘çömezdi’. Libya’nın doğusundaki El Abedi aşiretinden. Babası Ramazan, Kaddafi yönetimi altında başçavuşmuş. 1991’de ‘Vahhabi cenneti’ Suudi Arabistan’a yerleşmiş. Afgan mücahitleri eğitmiş. Sonra ver elini Londra ve Manchester... El Libi ile de Bin Ladin’in adamı LİSG’in lideri Abdülhekim Belhaç’la da oradan tanışıyor. Hani şu ABD diplomatını Bingazi’de öldürünceye kadar ‘Libya devrim kahramanı’ ilan edilen Belhaç.
Diyeceksiniz ki Britanya istihbaratı bunları bilmez mi? Bilir elbette. 8 Haziran’daki seçimlerde halkından vize almak arzusundaki Başbakan Theresa May hele, o vakitler içişleri bakanıydı. Lakin bunlar Britanya için ‘değerli varlıklardı’. O sebeple tutuklanmadılar. 

***

Şimdi Batı başkentlerinde, ‘internetten radikalleşen gençler’ yahut IŞİD ve El Kaide’nin ‘yalnız kurtları’ gezip tozmakta. Batılılar Manchester’daki gibi kendi içlerinde ‘tali kayıplar’ vermekte. Bunların hepsi ‘insani’ mevzu zaten, zinhar politik değil! Emperyalist projelerle filan ne alakası olabilir! Bakmayın siz NATO yahut KİK’in zuhur ettiği memleketlerin yerlerinde yeller estiğine... 

***

Libyalılar için parasız sağlık ve eğitim, kamu için petrol, içme suyu projeleri, modernleşme, laiklik demek olan Muammer Kaddafi, 20 Ekim 2011’de linç edilerek öldürüldü. Kuvvetle muhtemel, linç Fransız istihbaratının işiydi. Şubat 2011’de ‘isyanın’ ilk çıktığı Bingazi’deydim. Barışçı gösteri ile filan değil, ağır silahlarla basılarak isyanın başlatıldığı sarayı bizzat dolaşmıştım. O vakitler rivayet o kadar çoktu ki, kafamda oturtamamıştım... 



Libya’daki silahlar paketlenip Suriye’ye yollanalı çok oldu. Batı medyası ancak şimdi yazıyor, NATO’nun ‘kurtardığı’ Libya’daki ‘köle pazarlarını’. Artık Libya yok. IŞİD’le mücadele var. O yüzden siz siz olun ‘emperyalizm’ deyip geçmeyin. Emperyalizmle oyun oynamaya da kalkışmayın. Antiemperyalizm en kalın çizginiz olsun.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

1 Haziran 2017 Perşembe

Laiklik ve özgürlük için ayağa kalkan yer sofrasına çökmez - İLKER BELEK

2013 Haziran halk ayaklanması, Gezi, diktaya, gericiliğe, ranta, yağmaya, AKP’nin Suriye’de içine battığı kirli işlere karşı; laiklik, özgürlük ekseninde ortaya çıkan, barış, kamuculuk, bağımsızlık gibi değerleri de içeren, kendiliğinden nitelikli bir halk ayaklanmasıydı.

                                                                           ***

Haziran Türkiye’nin boyun eğmeyeceğini haykırmasıydı. Egemenler tarafından her zaman korkuyla hatırlanacak derin bir iz bıraktı. Haziran halktı.
İktidar tarafından bu nedenle büyük tehdit olarak kodlandı. Berkin’in annesini kalabalıklara yuhalatmalarının nedeni buydu.
Yalnızca AKP değil düzenin aktörlerinin tamamı ve tabi ki sermaye sınıfı da aynı değerlendirmeyi yaptılar. Ortaya çıkan enerjinin herhangi bir biçimde düzen dışına taşmaması için olağanüstü gayret sarf ettiler.

                                                                             ***

Kürt hareketinin tek derdi “çözüm” masasının etkilenmemesi, Erdoğan’a zarar gelmemesiydi. Demirtaş bu nedenle Haziran’ı bir darbe girişimi olarak niteledi.

                                                                             ***

CHP, ne olur ne olmaz, üzerine bir şey bulaşır diye, özellikle uzak durdu ve Kılıçdaroğlu eylemlerin içinde Parti olarak yer almadıkları noktasının altını defalarca çizdi.
Ancak CHP üzerinden Gezi’ye esas müdahale daha sonradan gerçekleştirildi.
CHP hem 2014 yerel seçimlerinde (Ankara-Mansur Yavaş) hem de cumhurbaşkanlığı yarışında (Ekmeleddin) MHP ile ittifak yaptı.
Dediklerine göre amaçları AKP’yi frenlemek, demokrasiyi korumaktı. Demokrasi diye gericilik pazarlandı.
Kitlelerin aklı bu şekilde karıştırıldı.

                                                                           ***

Bu arada Antikapitalist Müslümanlar yeryüzü sofrası icatlarını Taksim’e soktular: 9 Temmuz 2013.
Ayaklanmanın çekilmeye başladığı dönemdi. Sol örgütlerin neredeyse tamamı şova katıldı. Egemen medyadakilerden hiç farkı olmayan bu iftar programını Türkiye’nin dört bir yanına hep birlikte taşıdılar.
Sanki İslam’da antikapitalizm olabilirmiş gibi... İslam’ın köleci, servetçi, kadın düşmanı, cihatçı karakterini görmezden gelerek, kapitalizmin sermaye diktatörlüğü olduğu gerçeğini gizleyerek…

                                                                          ***

Anlaşıldığı kadarıyla bu sene yeryüzü sofralarının organizasyonunda Taksim Dayanışması daha bir önde, daha bir hevesli.
Amaç AKP’nin dinine karşı, gerçek İslam’ı çıkarmak. AKP’yi din üzerinden sıkıştırmak. Oysa biliniyor ki değişik bir İslam yok.
AKP’yi İslam’la sıkıştırma taktiği Ekmeleddin ve Yavaş politikasından hiç farklı değil.
Dün basındaydı, CHP’nin Ali Koç’u başkanlığa aday göstereceği yazılıyordu. Ali Koç kabul eder mi bilmem ama, bu partiye çok yakışır. Üstelik hak ediyor da adam: Antalya’da 2015’de yapılan G20 zirvesi sırasında “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir, ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum” diyen O değil miydi ?
Kim bilir, Dayanışmacılar bile ikna olur belki.

                                                                           ***

Haziran ayaklanmasının referansları düzen dışına taşma eğilimi gösteriyordu.
Solun görevi buradan devam etmek, bu potansiyeli sosyalizme doğru örgütlemektir.
Kim neye inanırsa inansın, karışılmaz. Tanrıya, dine inanmak ya da inanmamak, kendisinde kalmak koşuluyla kişinin kendi vereceği karardır. Ve dinle, din üzerinden siyaset yapılmaz.
Meclis başkanının haremlik selamlık kuş sütü tamam sofralarda düzenlediği Ramazan şölenleri de, yer sofrasına çökmüş iftar da dinin siyasallaştırılmış, siyasetin dinselleştirilmiş halleridir.
Sol din siyasetinden medet umuyorsa, mesajlarını din vesilesiyle vermek umudu içerisindeyse zaten sol olmaktan çıkmış, umudu ve mesajı kalmamış demektir.
Ali Koç’la Antikapitalist Müslümanlar, hangisi daha tehlikeli acaba: Birisi “bu eşitsizlik başımıza bela açacak” diye sınıfsal korkusunu dışa vuruyor, sınıfdaşlarına “hırsınızı dizginleyin” diye akıl veriyor; diğeri ise düzene bela olmamak için emekçileri yere çökmeye çağırıyor.
Bu yol AKP ile mücadele yolu olmadığı gibi, Gezi’nin ruhuna da ihanettir.


İlker Belek / SOL

Akar’ın ne dediğini anladınız mı…- AYŞE YILDIRIM

Koskoca MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı “ihbarcının güvenilir olup olmadığının” bilinmemesi nedeniyle gelen ihbarı “darbe” olarak algılamamış. Ama saatlerce konuşmuş, toplantılar yapmış, telefonlar açmışlar.
“Onu oraya gönderdim, buna şunu söyledim” diye uzun uzun anlatıp son kertede darbeyi “akamete” uğratmakla övünmüş Sayın Akar, Darbe Komisyonu’nun sorularına beş ay sonra gönderdiği yazılı yanıtta. Ama başka bir şey daha söylemiş:
“Son zamanlarda adam kaçırma, suikast gibi bazı kişilere operasyon yapılacağı hakkında duyumlar alınmaktaydı.”




İşte bu duyumlarla gelen ihbarı birleştiren Sayın Akar, “daha büyük bir planlama olabileceği şüphesi” ile tedbirler aldıklarını anlatmış.
Bu daha büyük planın ne olabileceği ya da suikastlar konusuna ise bir açıklama getirme gereği duymamış.
Tabii bir de “FETÖ’nün darbeye cüret etmesini kimse beklemiyordu” cümlesi var.
Neredeyse bir haftadır süren 221 sanıklı “Yurtta Sulh Konseyi” üyelerinin yargılandığı davada eski komutanlar Sayın Akar’dan farklı şeyler anlatıyorlar oysa.
Hulusi Akar’ın tavsiyesiyle Cumhurbaşkanlığı Başyaverli’ğine atanan Kurmay Albay Ali Yazıcı, “Darbe olduğunu ben 15 Temmuz’da öğrendim ama darbe bir ay öncesinden dillendiriliyordu” diyor. Kimlerin dillendirdiği sorusuna ise cevap vermek istemediğini söylüyordu Yazıcı, ama bizzat Cumhurbaşkanı danışmanlarının “darbe” esprisi yaptığını mahkeme tutanaklarına geçirtiyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Marmaris’ten almakla görevlendirilen ve darbeye katıldığını söyleyen Tuğgeneral Gökhan Şahin Sönmezateş de benzer bir cümle kuruyordu mahkemede:
“Emir verilirken darbe yapılacağı söylenmedi ama emir-komuta zincirinde bir ihtilal olduğunu düşünmüştüm. Bu çarşamba gününden beri konuşuluyordu.”
Yani herkesin konuştuğu “darbe” söylentisini MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı duymamış.
Askeri terimleri bilmem, bilmek de istemem ama o günlerde hepimizin aklına takılan soruları da mahkemede birer birer dile getiriyorlar yargılanan komutanlar. Onlardan biri de eski Akıncı Üssü Komutan Tuğgeneral Hakan Evrim.
Evrim, iddianameye dayanarak Başbakan Binali Yıldırım’ın 15 Temmuz gecesi bir televizyon kanalında canlı yayında “kalkışma” olduğunu söylediği saatin tam 23.02 olduğunun altını çiziyor. Ve “Başbakan daha cümlesini bitirmeden, ışık hızıyla” Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın darbeye teşebbüs eden askerler hakkında soruşturma başlattığını anlatıyor; saat tam 23.05’te.
Başka noktalara daha dikkat çekiyor Evrim:
“Gece yarısı devlete ve belediyeye ait inşaat kamyonları, üstelik kasalarında kum dolu bir şekilde Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığı nizamiyesi önünde, askeri bir düzen içerisinde, tankların geçişine izin vermeyecek bir şekilde yer aldılar.
Ertesi gün HSYK FETÖ’cü hâkim ve savcıların durumunu görüşmek üzere olağanüstü toplanmıştır. Sabah saatlerinde gözaltı listeleri yayılmıştır.
Önceden hazırlık yapılmadan bu kadar hızlı nasıl reaksiyon gösterildiği yorumunu takdirinize bırakıyorum. İddianamelerde bir tek siyaset ayağının eksik kaldığını dikkatinize sunuyorum.”
Esenboğa Havalimanı kontrol altına alınmadan İstanbul’daki havalimanlarının kontrol altına alınmaya çalışılmasının anlamsızlığına, İstanbul’daki köprülerden sadece birinin tek yönlü kapatılmasının TSK’nin hedef seçim prensipleriyle asla örtüşmediğine dikkat çekiyor. Meclis binasının neden bombalandığını anlamanın da mümkün olmadığını söylüyor:
“Sadece bu binayı yıkmak için bile yaklaşık 35- 40 F-16 uçağının kullanılması gerekir.”
Eski Kara Kuvvetleri Kuvvet Geliştirme Başkanı Tuğgeneral Erhan Caha, darbe teşebbüsünün “Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve MİT Müsteşarı’nın planı, bilgisi ve kontrolü dahilinde olduğunu” ileri sürüp tanık olarak dinlenmeleri halinde bu durumun ortaya çıkacağını söylüyor. Ve Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın ifadesine dikkat çekiyor:
“Aksakallı, ‘Kriz anlarında personele birliği terk etmeme emri verilir. Personele bu emir verilseydi darbe açığa çıkardı’ demiştir. Hayatını bu mesleğe vermiş insanlar bunu düşünemiyorlar mı? Bu girişim öğrenilir öğrenilmez personel ikaz edilmiş olsaydı bu olayların hiçbiri yaşanmazdı.”
Sıkıyönetim mesajlarında imzası bulunan Kurmay Albay Cemil Turan, mahkeme başkanının “Bu darbeyi kim yaptı, sizin görgünüze göre hangi isimler vardı” sorusuna “Bir darbe girişimi oldu. Ama bu darbe girişimini tamamen FETÖ’cüler yapmıştır diyemem. Çünkü TSK içerisinde farklı ekipler vardır. Bu ekipler içinde muhafazakâr yönü ağır basan bir ekip var. Bu ekip genelde FETÖ’cü olarak anılır” diye yanıt veriyor.
Ne diyordu CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu:
“15 Temmuz kontrollü darbe girişimidir.” 

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Zeytinin ölüm fermanı... - HİKMET ÇETİNKAYA

Geçen hafta Ege’de zeytin üreticileriyle konuşurken mayıs yağmurları zeytin üreticisinin yüzünü güldürmüştü...
Konuştuğum üreticiler “Bu yıl zeytinde iyi hasat alacağız” diyorlardı.
Bu hafta ise yaşamını zeytine bağlayan üreticiler karamsardı...
“Ne olur zeytine kıymayın, ölüm fermanı hazırlamayın... ”
TBMM Bilim Teknoloji ve Sanayi Komisyonu salı ve çarşamba günleri toplandı, zeytinciler Ankara’nın yolunu tuttu, bakanla görüştü...
Dediler ki:
“Üretim reform paketi başlıklı torba yasa çıkarsa zeytinciliğin sonu olur...”
Zeytin Yasası 2 bin yılından bu yana değiştirilmek isteniyor. Daha önce Meclis altı kez bu yasa tasarısını geri çevirdi oybirliğiyle.
UZZK (Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi) kurucusu Murat Narin, son gelişmeleri anlatırken süreci şöyle değerlendirdi:
“Bugüne dek çeşitli kılıklarla karşımıza getirilen, değişiklik adı altında zeytin yasasını toptan yok edecek olan girişim bu kez ‘üretim reform paketi’ içerisinde piyasaya sürülüyor. Üstelik komik bir şekilde. Yasa tasarısının bugün kadar olanlardan hiçbir farkı yok. Harfiyen aynı metin.
Çünkü aynı madenci, termik santralcı lobilerin isteği yerine getirilmek isteniyor. Tüm çabalara, güzellemelere karşın üstündeki cila durmuyor, bilge ağaç zeytin ağacına çarpıp dökülüyor.”

 
***

En son Yırca Köyü’nde katledilen zeytinlikler için ülke kamuoyu ayağa kalktı. Sayısız mahkeme, yüksek mahkeme kararı çıkarıldı zeytin korunsun diye.
Zeytinin korunması ve geliştirilmesi için uluslararası anlaşmalar yapılıp Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi’ne yeniden üye olundu. Zeytin Yasası’nı değiştirirseniz anlaşmayı ihlal etmekten üyelikten atılacaksınız. Üyelikten atılmak zeytinin anavatanı olan Anadolu’ya yakışır mı?
Aynı ortak iradenin altına AKP’den CHP’ye, MHP’den HDP’ye, TKP’den ÖDP’ye Meclis içinde ve dışındaki partiler, demokratik kitle örgütleri imza atmışlardı.
Bir önemli konu daha var...
Zeytincilik tarihi incelendiği zaman Edremit Körfezi’ndeki ağaçların çok büyük yaşta olduğu görülür.

Genel olarak bölgede ağaçlar 200-300 yaşında...
Bunun yanı sıra bin yaşına yakın çok sayıda zeytin ağacı var. Bu ağaçlar, üretimden ziyade gen merkezi sayılabilecek durumda. Ağaçlar çok büyük olduğu için dönümüne 10-12 ağaç olarak dikilmiş.
Çıkarılmak istenen yasada “dekarda 15’in altında ağaç olması durumunda zeytinlik vasfından çıkarılacaktır” deniliyor.
Türkiye’de zeytinliklerin yüzde 80’i dönümde 8-10 ağaçtan oluşuyor.
Başta değindiğim gibi amaç açık: Zeytinciliği yok etmek, zeytine ölüm fermanı hazırlamak...
Şunu da ekleyeyim: Türkiye’de 170 milyon zeytin ağacı bulunuyor ve en büyük bölümü Ege’de... 

***

Dekarda 15 ağaç bulunmazsa bunların “zeytinlik sayılmaması” zeytinciliğin öldürülmesi anlamına geliyor.
Bu çok tehlikeli bir durum...
O zaman özellikle Ege ve Marmara bölgesinde bulunan zeytinlikler imara açık olacak, maden alanları, sanayi bölgeleri olacak bu tarım alanları.
Bakanlık bir de komisyon oluşturmuş. Ancak bu komisyon üyelerinin tümü bakanlık tarafından belirlenmiş kişiler. Sadece bir kişi Ziraat Odası’ndan belirlenmiş. Kanun böyle çıkarsa zeytinlik alanlara büyük zarar verecek.
Çünkü bakanlığın yeni yapmış olduğu zeytinlik alanları, çubuktan aşılı ve dönümüne 30-40 ağaç sıklığında dikilmiş ağaçtan oluşacak.
Bu zeytinliklerin yaşam süreleri 30 yılla 50 yıl arasında...
50 yıl sonra buralar tümüyle bitecek...
Oysa bölgede zeytin ağaçları 200 ve 300 yaşında...

Hikmet Çetinkaya / CUMHURİYET

Sıra kültürün işgalinde... - ALİ SİRMEN

Bir iktidar düşünün yüzde elli oy almanızı, kuvvetler ayrılığını çiğneyerek, yasamanın, yürütmenin, yargının tümünü denetlemenizi sağlıyor, ama şöyle korkmadan, gönül huzuruyla, ağız tadıyla bir maça, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmenizi temin edemiyor.
AKP ve lideri işte böyle bir iktidarı sürdürmektedirler.
Parti, yasama, yürütme, yargının alanları hep onların hegemonyasında, ama sosyal, kültürel, sanatsal alanlar onları içine kabul etmiyor.
Düşünen, çizen, üreten, yaratan, yazan, besteleyen, düşleyen, onları izleyen kim varsa bu “sandık aslanlarını” hazmedemeyip dışlıyor, reddediyor.
Okuyan, yazan, üreten, gelişen Türkiye’nin kapladığı yer, AKP’nin yabancısı olduğu alandır.
Ensar Vakfı’nın 38. genel kurulunda konuşan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şu sözleriyle bu durumdan yakınıyordu:
- 14 yıllık kesintisiz iktidarız, ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.
AKP’nin sosyal ve kültürel yaşamı baskı altına alıp gerileten tutumunun ona bu alanlarda sıkıntı yaratmasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Demokrasi ve özgürlüklerin amansız karşıtı AKP’nin, gelişmesi için bunlara ihtiyaç duyan, sosyal ve kültürel alanda yadırganması kaçınılmazdır. 


***

Ama beşikten mezara, hatta mezar ötesine kadar yaşamın her anını, her alanını denetim altında tutmayı amaçlayan Reis sisteminin kendi etkisinin dışında bir karışlık tek parsele bile tahammülü yoktur.
Reis sisteminin dışlandığı sosyal ve kültürel alana entegre olmak için, o alanda özgürlük ve çeşitlilik çiçeklerinin açacağı ortamı yaratma yolunu tutmasını beklemek onu hiç tanımamış ve anlamamış olmak demektir.
Yasama, yürütme ve yargıyı tam denetimine almış olmasının yanı sıra, ihaleler yoluyla ve çeşitli yöntemlerle ekonomik yaşamı da çelik cendere içine almış olan, totaliter Reis düzeni artık sıranın, sosyal kültürel ve sanatsal alanın işgaline geldiğine karar vermiş görünüyor.
Bu anın geleceği daha başından belliydi. Totaliter rejimler, otoriter rejimler gibi yalnızca görünüşte siyasal alanı ve onun yanında ekonomik yaşamı denetlemekle yetinip, bunların dışında bir nötr alanı da bireyin kendi tasarrufuna bırakmaz. O yaşamın her anını ve her alanını demir pençesinin içinde tutar.
Totaliter rejimler, kişinin kendi tasarrufuna bırakılmış en ufak bir alanı bile, gittikçe yaygınlaşabilecek bir otorite boşluğu olarak görür ve onu doldurmaya çalışır.

***

Totaliter yönetimlerde, sosyal alanın sanat ve kültür yaşamının, tek ses, tek düşünce, tek görüş, tek form, tek renk, çizgisi içerisinde tek tipleştirilmesiyle denetlenmesi esastır.
Buna uygun kuşakların yetiştirilmesi, sorgucu eğitimin yerine dogmacı eğitimi ikame etmiş olan Milli Eğitim örgütünün görevidir.
Ama tek başına bu da yetmez. Devletin ve onun egemeni partinin demir yumruğuyla yönlendirdiği sanat ve kültür politikalarına, artık örgütlenmiş bir baskı ve denetim öğesi olan muhtarların katılımıyla desteklenmiş, totaliter propagandanın emrindeki “mahalle baskısı” kurumu harekete geçirilir.
Cumhurbaşkanı, Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, bu mekanizmanın harekete geçirileceğinin haberini veriyordu.
Bu yolla, tek millet, (aslında ümmet okunur) tek bayrak, tek vatan, tek lider, tek mürşit, tek ses, tek renk,tek form, tek kılıklı, tek tip toplum oluşturularak totalitarizmin amaçladığı yapıya ulaşılmış olunur.
İstenen bu.
Ne var ki bugüne kadar, harcanan bütün çaba, dökülen bütün para, yapılan tüm baskıya karşın bu amaca ulaşmak mümkün olmadı. Bugünden sonra da olmayacak. Ama bu arada toplumu sıkan cendere daha da daralacak, daha da güç günler yaşanacak.
O kadar da olacak artık. Sıkıntı çekilmeden selamete ulaşıldığı nerede görülmüş?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Arap Marx mümkün mü? - ORHAN GÖKDEMİR.

Bizim tanışmamız Sol yayınlarının kardeş kuruluşu Onur yayınları ile olmuştu. Sol’un “sol” formatında bir kitaptı işte. Sevim Belli tarafından çevrilmiş, 1970’li yılların ortasında basılmıştı. Sanırım sol kütüphanelerin çoğunda mevcuttur. Demek solun yükseliş döneminde sol okura Marksist klasiklerin yanında bir de İbn-i Haldun okutmak gerekmiştir.

Yalnız Onur yayınların Mukaddimesi eksiktir. Eserin bir bölümüdür ve devamı gelmemiştir. Tamamı 1990’lı yılların başında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Şark-İslam Klasikleri” başlığı altında basıldı. Çevirmeni Zakir Kadiri Ugan’dı. Zakir Kadiri Ugan Tatar kökenli antropolog, tarihçi ve yazar. İbn-i Haldun'un Mukaddime’si yanında Kuran tefsircisi Taberi'nin “Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulûk” adlı eserini Türkçe'ye kazandırmış.

İlginç bir isimden söz ediyoruz. Abdülhamit zamanında kovuşturulmuş, İstanbul’dan Hicaz’a kaçmış. Orada din eğitimi almış. Oradan Mısır’a geçip El Ezher’e katılmış. Ekim Devrimi sırasında Rusya’da. Devrimden kaçıp İstanbul’a gelmiş, Türk vatandaşlığına geçmiş. Bir müddet Tarsus’ta öğretmenlik yaptıktan sonra dönemin Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) kendisini Ankara’ya çağırarak Türk Tarih Kurumu Telif ve Tercüme Heyeti’ne üye tayin etmiş. Anlaşılacağı gibi yeni doğan Cumhuriyet kendisine bir “tarih tezi” oluşturma telaşıyla aslen ilahiyatçı olan bu tür insanları bulup, ilgili kurumlara yerleştirmiş.

Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumuna yazdığı çok sert bir mektuptan anlıyoruz ki, Zakir Kadir’i verilen görevin adamı değildir. Olayın özeti şu: Mustafa Kemal liselerde okutulması için “İslam Tarihi” ve “Türklerin İslam’daki Yeri” konularının yazılmasını istemiş, bu konuların yazımı ile Mısır El Ezher Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri görevlendirilmiştir. Kadiri görevini yapmış istenileni yazmıştır. Ancak ortaya çıkan şey pek Arap milliyetçisidir. Mustafa Kemal çok öfkelenmiştir yazıyı görünce. “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir! Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözü o öfke mektubundan bakiyedir.

                                                                        * * *

Bunları şunun için sıraladım. Büyük ihtimal Zakir Kadiri Mukaddime’yi bir “sosyoloji” eseri olarak çevirmemiştir. Zaten İbn-i Haldun da hukukçu ve haliyle ilahiyatçıdır. Yazdığı dönemde hukukun kaynağı ilahi sözlerdir, dindir. Başka türlü düşünemeyiz. Sosyolog unvanını yakın zamanda almıştır. Devletler de bütün diğer canlılar gibi doğar, gelişir, büyür ve ölür. Dediği budur. Bir de Bedevi dayanışması, asabiyet vardır. Yalnız “asabiyet”in ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz, çünkü elde açık ve net bir tarif bulunmuyor.
Yani bizim kuşak için Mukaddime, Komünist Sevim Belli ile İlahiyatçı Zakir Kadiri arasında sıkışmış tuhaf, nüfuz edilmez bir kitaptır.
Zaman her şeyi netleştirir. Sevim Belli çevirisi gözlerden uzaklaşıp yerini Zakir Kadiri çevirisi almaya başlayınca İbn-i Haldun da önce soldan sağa, sonra da sağdan İslamcılara intisap etti. Bizim Arap Marx’ımız İslamcıların elinde tipik bir Arap İlahiyatçıya dönüştü. Nasıl oluyor diye sormayın, bu ülkede imkansız diye bir şey yoktur. Bu arada İbn-i Haldun’dan sosyoloji öğrenen herhangi bir solcu oldu mu bilmiyorum. Olmadığını tahmin ediyorum.

                                                                            * * *

Bu tartışma gündemimize artık AKP’li olan Cumhurbaşkanının geçtiğimiz hafta “İbn Haldun Üniversitesi”nin açılışında yaptığı konuşma nedeniyle girdi. İbn-i Haldun belli ki yeni gözdeydi ve “sorunlu şahıs” Auguste Comte’un karşısına İslami bir figür olarak çıkarılacaktı. Herhalde bunları söylerken “İttihatçı zihniyete” bir darbe daha vurmanın kıvancı içindeydi. Comte ile Haldun arasında birkaç yüzyıllık bir mesafe var ama olsun. Jakobenizme darbe vursun da isterse çamurdan olsun. AKP Cumhurbaşkanı konuşmasında İbn-i Haldun’un perdelendiğini, yasaklandığını iddia ediyor ki bu da doğru değil. 19. yüzyıldan beri eserleri Türkçe okunabilmektedir. Bir İslamcının çevirdiği Mukaddime de SHP’nin ortak olduğu hükumet döneminde devlet tarafından basılmış herhangi bir
sorun yaşanmamıştır.



İbn-i Haldun Mukaddime'si din içi bir kitap falan demiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Ama içinde bir sosyolog hele hele bir Marx aramak da beyhude bir iştir. Biliyoruz bizde böyle tuhaf bir damar var. Şeyh Bedreddin’den de zaman zaman Marx çıkarma, damıtma faaliyetleri oluyor. Hoş çabalardır ve içinde direnç olan her şey bizimdir. Ama dincinin olanı dinciye vermekte de bir sakınca yoktur. Abdullah Cevdet’i koyarız yerine mesela, mis gibi olur!

Orhan Gökdemir / SOL

Kültürel iktidar(sızlık) meselesi - TAYFUN ATAY





Ensar Vakfı 38. Genel Kurulu’nda konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız, ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” dedi.
Doğrudur. Duble yol yapmakla, şehirleri toz-toprak deryası içinde şantiye keşmekeşine çevirmekle, “İnşaat Ya Resulullah” şiarıyla ekonomi-politik iktidar pekişse de “kültürel iktidar” devşirilemez.
Böylesi “inşaata-taparlık”tan çıkacak “kültürel” sonuç, olsa olsa İstanbul’un Fethi’nin 564’üncü yıl kutlamasında “1453” tane kamyonun art arda dizilip yeni havaalanı pistinde kortej geçişi yapması olur!..
Hafriyat kamyonunun medeniyet ölçüsü haline geldiği noktada muhafazakâr düşünce bünyesinden bile fikir, sanat, edebiyat ürünü çıkaracak hal kalmaz. 


***

Elbette işin özünde “seküler Türkiye” ile mücadelede yeni bir sayfa açma var.
Cumhurbaşkanı’nın şikâyetlerine baksanıza:
“Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum. (...) Elimizde böyle bir imkân varken hâlâ pek çok yeri boş bırakıyor olmamız, aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir. Tek eksiğimiz bunları hizmete dönüştürecek adanmış kadrolardır.”
Sondan başlayalım: Bir kere “adanmış kadrolar”la bilimde, sanatta, edebiyatta, sinemada ve dahi medyada atılım yapılamaz.
Çünkü bunlar adanma değil, bağımsızlık, eleştirellik, başına buyrukluk, hatta karşıtlık talep eder.
Cumhurbaşkanı’nın, “ülkesine-milletine yabancı zihniyettekiler” diye kastettiği ise “Batılılaşmışlık” etiketi altında toparlanabilecek laik, liberal ve sol tınılı “yazar- çizer tayfası”, buna kuşku yok.
Fakat sorun şu ki “yabancı zihniyet”te olmanın da bir ölçüsü, “standardı” yok.
Birileri çıkar, giyim kuşamınızdan başlar ve (bir yandan binilir ve inilir bir “tramvay” saysanız da) şu ara dilinizden hiç düşmeyen “demokrasi”ye kadar sizi de o “yabancı zihniyet”in parçası addedebilir.
Mesela İran Devrimi sonrası İslam cumhuriyeti için referanduma gidilirken halkın önüne “Demokratik İslam Cumhuriyeti” seçeneğini de koyalım diyen Başbakan Mehdi Bezirgân’ı nasıl azarlamıştı Humeyni, hatırlayalım:
“Batılılara ait demokratik terimini ağzına alma. Böyle bir taleple ortaya çıkanlar İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir.”
Son AKP olağanüstü kurultayının sloganı ise, malûm, “demokrasi, değişim, reform”du! 

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri hemen her bakımdan sorunlu da her şey bir yana, kültürün böyle siyaseten “güdümlenebilir” bir örüntü olarak düşünülüp anlaşılıyor olması başlı başına bir büyük sorun. Konusu tek kelimeyle “kültür” olan antropoloji alanında, giriş derslerinde ilk yaptığımız, bilgi eksikliğinden kaynaklı bu yanlış kanaati düzeltmek olmuştur hep.
Kültür, insanla muteberdir. Dolayısıyla bir “kültürel iktidar”dan bahsedilecekse eğer, bu olsa olsa hayatın içinde insanların duyuş, düşünüş, inanış, yaşayış ve yapış-ediş olarak ortaya koyduklarının, tercih edip benimsediklerinin yaygınlığı ve revaç bulmasından ibarettir.
Siz istemeseniz de en muhafazakâr kesimler bile oturup saatler boyu Survivor izliyorsa, adından başlayarak o “Survivor” baştan sona bir yabancı zihniyet manzumesi olsa bile onu “kültürel” olarak iktidardan edemezsiniz.
Ha, elbette siyasi iktidarınızla baskı ya da “darbe”ye uğratabilirsiniz.
Mesela parkurda ve “bench”lerde teniyle de, teriyle de ışıl ışıl parlayan kızlara haşema mayo giydirebilirsiniz.
Öyle olduğunda program kuşkusuz “iktidardan düşer” ve reyting de dibe vurarak (üzülerek zikrediyorum!) “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”yla aynı 50’nci sıralara inebilir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Davet’li yollar 3. havalimanına çıkıyor - ÇİĞDEM TOKER

3. havalimanı inşaatında çalışan kamyonların Fetih şovunu “korku filmi”ne benzetenler oldu. Daha fazlası bence. Kamyon şoförlerinin ortak jesti gibi sunulan bu “anlaşmalı” şov, uygarlık vaadi ardına saklanmış şiddet ve ilkelliği gözümüze sokan mütecaviz bir gösteriydi. 

 
Birden çok kritere göre Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi olarak takdim edilen 3. havalimanı, büyüklüğüyle orantılı olarak yeşili yok eden proje olarak da ilerliyor. Yap-İşlet-Devret yöntemiyle yaptırılan diğer mega projeler gibi 3. havalimanı da “Milletin cebinden beş kuruş çıkmadığı” sloganıyla tanıtıldı. Oysa bu projede de milletin cebinden sanıldığından daha çok para çıkıyor. 

Anlatayım:
3. havalimanını inşa eden İGA konsorsiyumu, beş tanınmış müteahhitlik şirketinden oluşuyor: Cengiz-MAPA-Limak-Kolin-Kalyon.
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün, son 4-5 yıldır, olağandışı durumlarda kullanılan “pazarlık” yöntemini ihalelerde olağan bir yol olarak seçtiğini geçen pazar yazdım. Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesi işletildiğinde, açık ihale yapmak yerine, idare belli firmaları çağırıp aralarından seçerek yol yaptırıyor. Son dört yılın “davet” yöntemli ihalelerine bakıldığında İGA konsorsiyumunu oluşturan firmaların, büyük ölçekli “davet”li işler yaptığı görülüyor. Aşağıda -derlediğim- yıllara göre İGA’yı oluşturan firmalara “verilen” davetli işleri paylaşıyorum;
 
2013 yılı
Ordu-Ulubey-Topçam 50.4 milyon TL Kalyon (TCK)
Batman-Siirt köprü yapımları 136 milyon Nurol+Cengiz
Genç-Servi yolu 79 milyon TL Cengiz+Özaltın
Şırnak-Pervari ayrı yolu 181.8 milyon TL Limak
Van-Hakkâri ayr. Başkale 305.2 milyon TL Mapa
Toplam: 752.4 milyon TL 
 
2014 yılı
Samsun-Sinop ayrımı Güzelçay yolu
78.8 milyon TL Cengiz İnşaat
Kastamonu-Çankırı Ilgaz 213.3 milyon TL Cengiz İnşaat
Toplam: 292.1 milyon TL 
 
2015 yılı
İzmir-Manisa Devlet yolu Sabuncubel
Tüneli ve bağlantı yolları yapımı 193 milyon TL Kalyon İnşaat
Tandoğan-Keçiören metrosu bağlantı 29.5 milyon TL Limak İnşaat (Ulaştırma Bakanlığı)
Trabzon-Aşkale(Dokap) Maçka-Kara-hava yolu 44.8 milyon TL Cengiz İnşaat
Toplam: 267.3 milyon TL 
 
2016 yılı
İkizdere Ayr.-Ovit Tüneli bağlantı 390.5 milyon TL Cengiz İnşaat
Toplam: 390.5 milyon TL 
 
2017 yılı
Kastamonu-Çankırı Kırık Barajı varyantı
yol yapım işi 607.3 milyon TL Cengiz İnşaat
Sabuncubel Tüneli ve bağlantı yolları 175 milyon TL Kalyon İnşaat
Toplam: 782.3 milyon TL
 
Havalimanı şirketlerine 2.5 milyar
Son beş yıldır 3. havalimanı şirketlerine çoğunluğu KGM olmak üzere, “pazarlık” usulüyle verilen işlerin toplamı 2.5 milyar TL’ye ulaştı. Bu tutarın yarıdan fazlasını ise (1.4 milyar TL’si) Cengiz İnşaat’a ihale edilen işler oluşturuyor.
Soru şudur: Deprem, afet, öngörülemez hallerde uygulanan davet yöntemi, kötüye kullanılmadan serbest rekabet ortamında normal ihale yapılsa, İGA şirketleri ve en çok da Cengiz İnşaat bu büyüklükteki yol ihalelerini alabilir miydi? 
 
21/b yönteminde ısrarın özel bir nedeni mi var? Karayolu ihalelerinde ihale bedelleri, bütçeden direkt aktarılıyor. Acaba 3. havalimanının ilerlemesi, bütçeden 21/b yoluyla İGA şirketlerine aktarılan ihale kaynakları sayesinde (de) mi mümkün oluyor? 
Ne dersiniz?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Vatan sevgisi - ÖZGÜR MUMCU

Dünyada hızla yükselen otoriter popülist dalga hakkında harıl harıl yazılıp çiziliyor. Konunun en yetkin uzmanlarından Princeton Üniversitesi’nden Profesör Jan- Werner Müller, popülist liderleri diğerlerinden ayıran en önemli unsur olarak “gerçek milleti” sadece kendi taraftarlarından ibaret göstermelerinin altını çiziyor. Sayın Erdoğan da bu konuda verdiği örneklerden biri.
Geçen pazar Sayın Erdoğan, Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda Profesör Müller’i haklı çıkarmak istercesine konuştu. Kısaca hatırlayalım:
“Geçmişteki acı hatıraları yaşamadıkları halde darbe teşebbüsü anlaşılır anlaşılmaz gençlerimiz hemen harekete geçtiler. Tankların altından girip üstünden çıkmaktan, darbeci hainlerin üzerine gidip işgal ettikleri yerleri kurtarırken gençlerimiz ön saftaydılar. O gece oraya gelenler Gezi Parkı’nın gençleri değildi. Bunu iyi görmemiz gerekir. O gece oraya gelenler vatanını, milletini seven gençlerdi.”
 
Dolayısıyla Gezi eylemlerine katılanlar kısa yoldan vatanını ve milletini sevmeyenler şeklinde tanımlandı. Haliyle milletten ayrı, yabancı unsurlar olarak da belirlenmiş oldular. Zaten Sayın Erdoğan yine aynı konuşmasında “Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum” diyerek toplumun önemli bir kısmını daha millet-dışı ilan etti.
Gezi eylemleri sırasında da Sayın Erdoğan, Gezi’ye katılanları şikâyet etmişti. Ancak o vakitler Ensar Vakfı’nın yıldızı bu denli parlamamıştı. Eğitim işlerine ağırlıklı olarak Gülen cemaati bakmaktaydı. Gezi’nin üçüncü haftasında bu cemaatin düzenlediği Türkçe Olimpiyatları’nda konuşan Sayın Erdoğan, Gezicilerle cemaatçileri kıyaslayarak şöyle demişti:
“Bir tarafta öfke vardı, nefret vardı, şiddet ve çatışma vardı. Diğer tarafta barış vardı, merhamet vardı, dostluk, dayanışma, kardeşlik vardı.”
 
Çoğu bugün “FETÖ”den içeride olan Emniyet görevlilerinin şiddetini ise “polisimiz destan yazdı” ve “emri ben verdim” sözleriyle karşıladığı da herhalde hâlâ hafızalardadır. Peki, Sayın Erdoğan’ın, Gezicileri cemaatçilerle kıyaslayan konuşmasını yaparken onu televizyonda izleyen Fethullah Gülen fotoğrafının bir Zaman gazetesi yazarı tarafından Twitter’da paylaşıldığını hatırlayan var mı?
Yine Profesör Müller’e göre otoriter popülist liderlerin bir önemli özelliği de kendilerini hep haklı görmeleri ve iktidardayken bile mağdur olduklarını ileri sürmeleri. Yani aldatılsalar da haklılar. Hep mağdur oldukları içinse iktidardaki icraatlarından sorumlu tutulmaları beklenemez. 
 
Geçen pazar Sayın Erdoğan’ı dinleyenlere küçük bir hatırlatma olsun bu yazı. Bundan dört sene evvel işte yine bu Gezicileri cemaatçilere şikâyet ediyordu. Zannetmeyin ki konumunuz sağlamdır ve işleriniz hep böyle tıkırında işleyecektir. Sayın Erdoğan’ın Gezi’yi şikâyet ettikleri abad olmalarıyla meşhur değildir. 
 
Bu vesileyle, otoriter popülizmin panzehiri, çoğulcu ve barışçıl Gezi Direnişi’ni yıldönümünde selamlıyorum. O eylemlere katılmış bir yurttaş olarak da kimsenin vatan sevgimi sorgulamaya cüret etmesine de boyun eğmediğimi ifade ediyorum. Millet bir liderin hayalinde gördüğünden ibaret değildir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

30 Mayıs 2017 Salı

4.yıl… - ORHAN AYDIN

2013 yılı.
Mayıs ayını Haziran ayına bağlayan bir gecenin alaca aydınlığında, yıldızlar seviştiler bulutsuz bir gökyüzünde.
Düş gibiydi.
Gezi Parkı’nın bağrındaki üç-beş ağacın koca bir ülke olup ayağa kalktığı, çiçekli, kırmızı, yeşil ve bin sevinçli bir düş.
Saklamadık öfkenin aşka dönüşünü, acının isyan olup haykırışını.
Şarkılarımızın, türkülerimizin, danslarımızın, yudumlanan her damla yarenliğin masal olduğu; gündüzlerle gecelerin birbirinin koynuna girdiği, çocuk gülüşlerinin siren seslerine karıştığı, çığlıkların ışık olduğu zamanlar.
Üstümüze şiirler yağdı her gece.
Aynı sabah serinliğine uyandık güneşe, aynı ağaçtan taşan Ihlamur kokularıyla yıkadık yüzümüzü.
Hepimiz aynı bulut olduk, masmavi.
Bir tutam sancı değil, koca bir çınar ormanıydı umut, içinde kızılcık, içinde yaban elmaları ve kiraz ağaçları.
Birleşen sevincin yenemeyeceği hiçbir zorbalık yoktur, hiçbir kör karanlık kaçamaz büyüyen ışıktan.
Çoğaldık Ege olduk, Akdeniz olduk, Anadolu olduk.
Dağlara, ovalara, nehirlere, derelere savrulduk, barış olduk, aşk olduk.
Sonra kömür karası gecelerde acılarımızı kurşuna dizdiler.
Gün ortalarında, gece karanlıklarında vurulduk.
Köpüren suların içinden deli rüzgârlara koşan yılkı atları gibi ter içinde, kan içinde, hüzün içinde savrulduk ölümün toprağına.
Çocuk gülüşlerimizi öldürdüler.
Ethem Sarısülük olduk, öldürüldük.
Mehmet Ayvalıtaş olduk, öldürüldük.
Ahmet Atakan olduk, öldürüldük.
Hasan Ferit Gedik olduk, öldürüldük.
Ali İsmail Korkmaz olduk, öldürüldük.
Medeni Yıldırım olduk, öldürüldük.
Berkin Elvan olduk, öldürüldük.
Sustuk.
Kan susmadı, nefret, kin susmadı.
Mezar başlarında ağıtlar yaktık, mahkeme kapılarında rüzgâr ektik, haykırdık duyan olmadı.
Hançer olup saplandı böğrümüze gözyaşlarımız.
Biz sustuk.
O susmadı.
Şimdi öfkenin koynunda saklıdır sevinçlerimiz.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com