Sahte belgeyle ihale kovalamak - ÇİĞDEM TOKER

Kamu kaynaklarının nasıl dağıtıldığı bu köşenin öncelikli alanlarından biri.
Son haftalarda belli aralıklarla gündeme getiriyorum:
Bir yasanın önemli bir maddesi, hukuka aykırı biçimde kullanılıyor.
Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesi bu.
“Pazarlık usulü” başlıklı 21. madde, beş ayrı durumu sıralayarak, devlet kurumlarının hangi hallerde pazarlık yoluyla ihale yapabileceğini anlatıyor.
Maddenin “b” fıkrası ise “doğal afet, salgın hastalık, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani, beklenmeyen, öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin acele olarak yapılmasının zorunlu olması” halini düzenliyor.
Bu maddenin idari/siyasi olarak kötüye kullanıldığını, kötüye kullanımların giderek sıklık ve yaygınlık kazandığına dair üç yazı yazdım.
Ne doğal afet, ne salgın hastalık, ne can veya mal kaybı...
Bu ani ve öngörülemez olayların hiçbiri gerçekleşmediği halde milyarlarca TL tutarında onlarca yol ihalesinin bu maddeye göre “verildiğini” anlattım.
İhale edilen yol proje isimlerini, ihale bedelleri ve verildiği şirket isimleriyle birlikte aktardım. Bu uygulamanın hukuka aykırılığına dair yargı kararı bulunduğunu da aktardım. 


***
21/b’nin kötüye kullanıldığına dair yazıların hiçbirine yalanlama veya tekzip gelmedi. Yalanlama ve tekzip şöyle dursun, maddeyi,Türkiye’nin dört bir yanında sanki art arda doğal afet, salgın hastalıklar meydana geliyormuş gibi uygulayıp, dilediği firmaları davet edip ihale veren Karayolları Genel Müdürlüğü bir açıklama dahi yapmadı.
İki seçenek var:
- Yazdıklarımın doğruluğu kabul ediliyor. Tutarlı ve mantıklı bir izah getirilemiyor.
- Yazdıklarım görmezden geliniyor. Toplumsal belleğin zayıflığına güvenilerek “Nasıl olsa az kişi ilgileniyor. Onlar da unutur” diye düşünülüyor. 

***
21/b konusuyla bağlantılı bir başka konudan söz edeceğim.
Meraklısı bilir; devlet, açtığı kamu ihalesine katılan firmalarda tecrübe arar. Bunun için de bu tecrübenin belgelenmesini ister. Bir firmanın özellikle yurtdışında iş deneyim belgelerinin varlığı ve bu belgelerin sayıca çokluğu o firmanın şansını arttırır.
Gelin görün ki, sahteciliğin, usulsüzlüğün, nepotizmin genel kabul gördüğü bu topraklarda artık iş bitirme belgelerinin de sahtesi üretilmeye başlanmış.
Yurtdışında aslında yapmadığı işleri yapmış gibi gösteren ve kamu kurumlarına gerçekliği bulunmayan sonradan üretilmiş belgeleri sunan firmalar türemiş.
Haliyle şikâyetler de başlamış.
Bunun üzerine Karayolları Genel Müdürlüğü, Dışişleri Bakanlığı’na “gizli” bir yazı göndererek bir liste sunmuş. Beş sayfalık listeye dikkat çekilerek “işin adı, ilk ve toplam sözleşme bedelleri, sözleşme ve geçici kabul tarihleri” gibi bilgilerde tereddüt duyulduğu belirtilerek o bilgilerin doğruluğunun araştırılması istenmiş.
Ne var ki aradan epeyce bir zaman geçmesine rağmen, Dışişleri Bakanlığı’ndan Karayolları’na giden bir cevap olmadığını öğrendim. İşlem de yapılmadığını.
Eğer yapılmış olsa, iş bitirme belgelerinin sahteliğinin ortaya çıkacağı, yasal işlem yapılması gerekeceği ve bugün 21/b’ye göre iş alan bazı firmaların o işleri alamayacağı konuşuluyor kulislerde.
Yazıyı, yanıtın gelmeme ihtimalinin büyük olduğunu not düşerek soruyla bitirelim:
Bu kadar kritik tereddütlerin bulunduğu, somut bilgilerin ve listenin yer aldığı bir yazıya neden cevap verilmez?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yeni Fethullahlar yolda... - ALİ SİRMEN

Galatasaray Lisesi’nin her yıl haziran ayının ilk pazarı gerçekleşen geleneksel yaz pilavı, 4 Haziran günü okul binasında yapıldı.
2012’den başlayarak, kurumun değerlerini korumaya, savunmaya, geliştirmeye kendi alanlarındaki çalışmalarıyla katkıda bulunanlara Galatasaraylılar Derneği tarafından verilen “Galatasaray Büyük Ödülü” bu yıl emekli büyükelçi ve eski İstanbul milletvekili Şükrü Elkdağ’a verildi.
Her pilavda, ellinci mezuniyet yıllarını kutlama geleneğine, bu sefer 124. dönem mezunları, 25. yılı kutlamayı eklemişler ve aralarından Seza Sinan Uslu’nun kaleme aldığı, “Galatasaray Tıbbiyesi’den Mekteb-i Sultani’ye Eğitim’de Yenilik ve Gelenek” adlı bir araştırma kitabı yayımlamışlardı. Gelenlere dağıtılan bu eser, seçkin bir eğitim kurumundan yetişenlere en fazla yakışan katkı türüydü. 

***

Ama 4 Haziran Pazar günkü, 2017 Galatasaray Pilavı’nda beni en çok duygulandıran, 112. dönem mezunları oldu. Diğer 12 Cumhuriyet mensubu ile birlikte 7 aydır Silivri’de tutuklu bulunan değerli gazeteci yazar Kadri Gürsel kardeşimizin sınıf arkadaşları olan, Kadri’nin resminin bulunduğu altında “Sorarlarsa bizdendir” yazılı tişörtler giymiş 112. dönemliler, Kadri’nin eşi ve oğlunun da katıldığı pilav şenlikleri boyunca, tezahürat yaparak, şarkılarla, türkülerle, sloganlarla arkadaşlarını andılar; bizim gibi o dönemden olmayanlardan isteyenlere de dağıttıkları tişörtleri giyip resim çektirdik, adeta Kadri’yi aramızda hissettik.
Bundan üç yıl önce, yine Galatasaray mezunu olan, baskıcı iktidarın destekçisi, şu anda adlarını zikretmeyi gerekli görmediğim, iki kişi için ise yine üstlerinde resimleri bulunan pankartlar açılmıştı. Ama onlarda şu ibare yer alıyordu:
Sorarlarsa bizden değil dersiniz
Silivri’de tutuklu Kadri’yi, yetiştiği irfan yuvasındaki arkadaşları bağırlarına basarken, bütün demokrasi kurbanlarıyla dayanışma örneği sergilediler.
Kadri Gürsel, FETÖ’cülükle suçlanıyor.
Kadri ve onunla birlikte tutuklu olan Cumhuriyet mensubu arkadaşlarımıza yönelik Fethullahçılık veya onlarla irtibat suçlamasını ya da imasını, NEREDEN GELİRSE GELSİN, şiddetle kınıyor ve bunun izan sahibi hiç kimsenin kabul etmediğini, etmeyeceğini haykırıyorum, hep de haykıracağım.
FETÖ soruşturması artık Fethullahçılara yönelik olmaktan çıkıp büyük çoğunluğu geçmişte Fethullahçılar ile mücadele etmiş olan muhalifleri sindirme ve tasfiye aracı haline gelmiş durumda.
FETÖ karşıtlarının sanık olduğu soruşturma ve davalarda, eski Fethullahçılar tanık olarak yer alıyorlar.
Bu durum kimilerinin haklı olarak, iktidarın FETÖ ile mücadelede içten olup olmadığı sorusunu gündeme getirmelerine, Gülen ve taraftarlarının devlete sızdıkları iddialarına gülmelerine neden oluyor.
Onlar açıkça şunu söylüyorlar:
- Fethullah ve yandaşları devlete sızmadılar, iktidar tarafından alenen yerleştirildiler.

***

Ben en ufak paylaşıma bile tahammülü olmayan bu iktidarın, gücün tümünü isteyen Fethullah Gülen’in artık can düşmanı olduğuna inanıyorum.
Ama bu düşüncem, yapılan mücadelenin iktidarın istediği sonuçları vermeyeceğini görmemi de engellemiyor ve diyorum kiFethullah karşıtlarının sanık, Fethullah yandaşlarının tanık olduğu bu soruşturmalara rağmen yeni Fethullah’lar yoldadır.”
Başka türlü olması da beklenemez.
Siyasetin kadrolarının sekülerleşmesine karşı olan, siyaseti temelden dincileştirmeyi kendine hedef seçmiş ve bu alanda çok yol almış bulunan uygulamalar bu şekliyle sürdükçe, bünye yeni Fethullahlar yaratacaktır. 
 
Cumhuriyet’in klasik sağı Atatürk’ün görüp, gösterdiği bu gerçeği anlamadığı için dinci siyasetin bekleme odası rolünü üstlenmişti. 
 
Şimdiki iktidar da, geniş tarihi perspektiften bakıldığında, geleceğin FETÖ’cülerinin teşrifatçıları olmaktan öteye geçemeyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Emperyalizm ve Kürt hareketinin bu konudaki vurdumduymazlığı üzerine - İLKER BELEK

Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşaması.
Tanımlayıcı kriterleri mali sermayenin sanayi sermayesiyle birleşmesi, tekellerin egemenliği, sermaye ihracı, dünyanın tekeller arasında bölüşülmesi, ülkelerin tekeller tarafından coğrafi olarak paylaşılması. Tümü diyalektik ilişki içindedirler.
Sermaye birikimi 16. yüzyıldan itibaren İngiltere merkezli olarak ortaya çıktı. Senyörlükleri birleştirdi, merkezi devlet yapısını yarattı. Kapitalizm sermaye devleti olarak siyasallaştı.
Emperyalizm iktisadi, siyasi, askeri bütünlüğü olan bir yapıdır. Paylaşım, yeniden paylaşım, yani savaş bu yapının var oluş halidir.
Bu var oluş hali içinde, emperyalizme karşı savaşmayan, emperyalistler için savaşmış olur.

                                                                           *****
Emperyalizm merkez çevre hiyerarşisidir. Ama bu gerçeklik çevre ülkelerin burjuvazilerinin ulusal, antiemperyalist duyarlılıklarının olduğu anlamına kesinlikle gelmez.
Çevre ülke burjuvazisi işbirlikçi ve işçi sınıfına düşmandır. İşçi sınıfının kurtuluşu bir blok halini almış tekelci sermayeye karşı vereceği mücadeleye bağlıdır.

                                                                            *****
Bütün bu nedenlerle, halkını, yani ülkesini savunan her siyaset için antiemperyalizm gerek koşuldur.

                                                                            *****
Emperyalizmin egemenliği en nihayetinde askeridir. Tekeller devletlerinin ordularıyla işgal ederler. Tekelci devlet kapitalizmi tanımı buradan gelir.
Kore, Irak, Suriye ve birkaç yıl önce “Bahar”ın muştulandığı Arap coğrafyası bu bakımdan çarpıcı yeni örneklerdir. Bu ülkelerin kapitalize edilmesi iktisadi hedefken, bu hedef emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti, bu da devlet tekelci askeri müdahaleleri ve savaşları zorunlu kılmaktadır.
Yeniden: Savaştaysan tarafsın, emperyalizme karşı değilsen emperyalizmin safındasın.

                                                                             *****
Emperyalizm bazen de daha dolaylı işgal mekanizmaları icat eder.
Örneğin Afganistan’ı Sovyetler için bataklığa çevirmek amacıyla ABD’nin Taliban’ı yaratması, daha sonra yine Taliban’ı gerekçe olarak kullanıp Afganistan’ı işgal etmesi böyledir.
Turuncu devrimler gerçekliği böyledir.
Irak ve Suriye’de El Kaide’den yarattıkları IŞİD’ı Suriye’ye müdahalenin kılavuzu olarak kullanmaları böyledir.
                                                                              *****
IŞİD; Suriye rejimini yıkmak, Suriye’yi içinden çıkılmaz bir kaos ortamına çevirmek, bölgeye yerleşmeyi meşrulaştırmak ve AKP’yi Suriye’de kullanmak amaçlarıyla ABD tarafından yaratıldı.
ABD’nin Kürt hareketine yönelik olarak da açık planları var: Kürtleri IŞİD bahanesiyle Suriye savaşına dahil etmek, Esad’ı ve aynı zamanda Türkiye’yi Kürt hareketi üzerinden sıkıştırmak, kendi hakimiyetinde Kürt devletleşmesi sürecini geliştirmek.

                                                                               *****
Kürt hareketinin ağırlık merkezi bugün Suriye’dir. Niyet Suriye’deki karmaşadan bir bölge koparmaktır.
Bu niyetin ABD tarafından görülmediği ve/veya mevcut kaosta bu doğrultuda sonuç elde etmenin mümkün olduğu düşünülmektedir.
Ne olursa olsun bu tutum en azından karşısındakinin gücünü hesaplayamayan ve emperyalist plana entegre olmuş bir stratejinin göstergesidir.
ABD’nin yarattığı düşmana karşı, ABD silahlarıyla, ABD’nin belirlediği planlar dahilinde savaşmanın neticesinin ABD’nin belirleyeceği bir noktaya bağlanacağı, Suriye’de bir bölgeye yerleşilse bile bunun yeni bir ABD eyaleti olacağı gerçeği kavranmak istenmemektedir.

                                                                                *****
Kürt hareketi emperyalizm olgusunu görmezden gelmekte ve/veya emperyalizmin gücünü küçümsemekte ve/veya ABD’nin kendi emperyal planları doğrultusunda kendisine tahsis etmiş bulunduğu alanı kendi gücüyle elde etmiş yanılgısına kapılmaktadır.

                                                                                 *****
Sorun kimi kez de densizlik derecesinde görüntülenir.
2. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Almanya ile SSCB arasındaki (Ribbentrop-Molotov) saldırmazlık anlaşması, antiemperyalizmin gardını düşürmek üzere, emperyalizmle işbirliği yapılabileceğine dair bir örnek olarak kullanılır.
1917 sosyalist devrimi ve bu devrimin yarattığı 170 milyon nüfuslu bağımsız, egemen ve Nazi iktidarını devirmek amaçlı zaman kazanmaya oynayan Sovyet devleti ile ABD’nin silahlandırdığı ve herkesin bir tarafa doğru çekiştirdiği YPG aynı kefeye konulur.

                                                                                   *****
Emperyalizm gerçekliğinin görmezden gelinmesi, antiemperyalizmin milliyetçilik, vb olarak reddedilmesi vahim bir teorik hatadır.
Bu hata, bağımsızlık kavramının hiç kullanılmadığı bir siyasi ortam içinde mülkiyet ilişkilerinden azade biçimde özgürlük fetişi olarak somutlanır.
Sınıfsal çelişkilerin bulunduğu özel mülkiyetçi rejimde halk sınıflarının özgürlüğünden söz edilemeyeceği gerçeği gizlenir.
Bu haliyle özgürlük retoriğinin kendisi Kürt hareketinin burjuva sınıfsal karakterini ortaya koyar.
Antiemperyalizmi unutmuş bir hareketin kendisinin bile özgür davranma şansı hiç yoktur.


İlker Belek / SOL

Bir geleneğin ‘marka’ya dönüşümü: Beşiktaş - TAYFUN ATAY

Benim Beşiktaşlılığım hep bir öğrenilmiş çaresizlikti.

Hayal meyal hatırladığım ilk şampiyonluk 1967’de. Beş yaşındayım. Babam Beşiktaş’ın Ankara temsilcisi ve şampiyon takımla beraber Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Cumhurbaşkanlığı Kupası maçında “maskot” olarak sahaya çıkıyorum. Çimlerin ortasında “Küçük Ahmet”in (rahmetli Ahmet Özacar) “Gel bakalım delikanlı” diye çağırıp neredeyse gövdem büyüklüğünde topla bana birkaç pas atışı bugün bile hafızamda ışıl ışıl!.. 

Ama sonrasında kocaman bir boşluk var! Çocukluğum, ergenliğim, ilk gençliğim ve erken yetişkinliğim boyunca hiç şampiyonluk görmedim. 

Beşiktaş, 1967’deki şampiyonluktan tam 15 yıl sonra 1982’de, ben 20 yaşındayken tekrar şampiyon olabildi. 

Genel tablo böyle ama buna eklenebilecek ve özellikle çocuk yaşta taraftar için travmatik bir dolu “nokta başarısızlık” da var. 

En unutulmazı 1974’te Romen Steagul Roşu ile oynanan Avrupa Kupa Galipleri (şimdiki UEFA) Kupası maçı. İstanbul’da 2-0 kazandıktan sonra Romanya’da rövanş günü ve ben ortaokuldayım. Son ders zili çaldı, çıktık okul kapısından bahçeye doğru, “Beşiktaş 1-0 mağlup ama maç bitti bitiyor” dediler. 

Birkaç adım atıp okulun bahçe kapısından dışarı sokağa çıktım, bir yerlerden “Aaa, 2-0 oldu” sesleri geldi. 

Çok değil 40-50 metre ötedeki kahvenin bahçesinde maçı izleyenlerin yanına doğru ilerliyordum ki adeta ölüm sessizliğine bürünmüş kalabalık birden patladı ve “Hay Allah kahretsin, bu kadar olmaz, yuh” sesleri yükseldi. 

Beşiktaş son “3 dakkada 3 gol” yemiş ve rövanşı kaybedip elenmişti. 

Bu hep böyle devam etti. Mesela 1999’da Norveç’in Valerenga takımına İstanbul’da ilk yarı 3 gol atıp turu geçtik derken ikinci yarıda 3 gol yeyip turu bıraktığımız gibi... 
 
O zaman da Fulya tesislerine gelen bir taraftarın Şifo Mehmet’e, “Kaptan ben ilk yarı 3-0’ken oğluma yarın okul var hadi yat artık zaten bu iş bitti dedim; şimdi sabah ona ne diyeceğim” şeklinde feryadı hatıramız oldu!.. 

Çocukken ne yaşattıysa Beşiktaş, büyüyüp baba olduğumuzda da onu yaşatmaya devam etti vesselâm!.. 

Tabii ki Süleyman Seba dönemi, Beşiktaş’ın makûs talihinin yenilmesidir. Takımın “3 Büyükler” kategorisine “fiilen” geri dönüşüdür o dönem. 

Ama o dönemde bile öğrenilmiş çaresizlikler son bulmadı. İnönü Stadı’nda (şimdiki Vodafone Arena) Denizlisporlu sol bek Erol’un bitime 4 dakika kala attığı beraberlik golüyle Galatasaray’a (tabii ki “teşvik şikeleri” eşliğinde!) son anda kaybedilen şampiyonluk mesela... 

Beşiktaş hep bir öğrenilmiş çaresizlikti. O yüzden bu yıl da 7 puan öndeyken bile hiç rahat olmadım. Nitekim biliyorsunuz bir anda her şey yine bıçak sırtı oldu. 

Ama galiba bazı şeyler de değişmiyor değil! Art arda çok ciddi psikolojik sarsıntılar (Lyon maçı, Van Persie, Başakşehir ve özellikle Fener’e 90 artı 4) yaşanmasına rağmen bu sene sonuç, benim öğrenilmiş çaresizliğimi daha da pekiştirmek yerine onu sarsacak mahiyette çıktı ortaya.
Fikret Orman Beşiktaş’ı, sanki bu öğrenilmiş çaresizliği de yendi bende!.. 

Ancak bu Beşiktaş’ın daha önemli bir başka özelliği var. 

O da 1990’ların başında Seba ile yeniden yükselişe geçen Beşiktaş’ı o dönemde de, sonrasında da özellikle iki ezeli rakibine kıyasla sağlanamamış bir noktaya, “endüstriyel futbol” aşamasına tam mânâsıyla taşıması... 

Seba’nın “kültürel hamuru”nda endüstriyelleşmeye yer yoktu. O, futbolu amatör ruhla ve zanaatkârane icra eden bir takım geleneği var ederek ulaştı başarıya. Ama değişen dünyada endüstriyelleşen futbol çarkı içerisinde bu ancak bir yere kadar sürdürülebilirdi. 

Ve kanımca Beşiktaş, 1990’ların ortasından itibaren bu ülkede futbolun endüstriyelleşmesiyle birlikte iki ezeli rakibi ile kendisi arasında açılan farkı esas itibarıyla şu son yıllarda Fikret Orman döneminde kapattı. 

Seba’nın Beşiktaş’ı, Şeref Bey’den Baba Hakkı’ya, Küçük Ahmet’e ve Metin- Ali-Feyyaz’a açılan yelpazede bir “gelenek” inşası idi. 


Orman’ın Beşiktaş’ı, “süreklilik içinde değişme” eşliğinde bu geleneğin “marka”ya dönüşümü oldu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Çürüme ve çözülme - ERGİN YILDIZOĞLU

Ne zaman büyük resme” bakmayı denesem aklıma bu iki sözcük geliyor. Bu kez de gündemde ABD başkanı Trump’ın NATO ve G7 toplantılarındaki tutumu, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çıktığına ilişkin açıklaması var. 


Çürüme ve sanat
Bir hegemonyanın devleti tabii ki önce kendi çıkarını düşünür. Ancak hegemonya, bu çıkarlar başka ülkelerin çıkarlarıyla örtüştüğü, liderlik benimsendiği için gerçekleşir. Bu hegemonya altında şekillenen düzende, hegemonyacı devletin egemenliği değil, (bu devlet ekonomik ve askeri olarak en güçlü konumda olduğundan) tüm diğer devletlerin egemenlikleri tehdit altındadır.
Bugün ABD’nin yönetimi, “önce Amerika”, “ulusal egemenliğimizi savunuyoruz” gibi ifadeler kullanıyorsa, ABD hegemonyası altında şekillenmiş “dünya düzeni” artık tükenmiş, her türlü savaşı, insani felaket olasılıklarını gündeme getiren bir “güçler dengesi” ortamına girilmiş demektir.
Böyle kritik dönemlerin ruh hali sanata da yansır. Harvard, tarih profesörü Jill Lepore’nin geçen hafta New Yorker dergisinde yayımlanan “Distopya romanı için bir altın çağ – Bu yeni radikal kötümser edebiyatımız ne anlama geliyor?” başlıklı denemesinde irdelenen çalışmalar, böyle “bir yolun sonuna gelme”, gidecek bir yol kalmayınca, başlayan çürüme ve çözülme durumunu ifade ediyorlar. Kapitalizmin sonunu hayal etmeyi başaramayan yazarlar, dünyanın sonunu hayal ederek çeşitli senaryolar üretiyorlar: Kaynaklar tükendiği için uzaya kaçan egemen sınıflar; bir kimyasal saldırıyla aptallaşan halkın, akıllıları yok etme çabaları; bütün işleri artık robotlar yaptığı, dünyayı dev şirketler yönettiği için sıkıntıdan ne yapacağını bilemeyen bir gençlik, kutuplardaki buzların erimesine, kıyıları suların basmasın karşın fosil yakıt kullanmakta ısrar eden yönetimler... Ve yapacak pek bir şey kalmadığından seks yapmaya odaklanmış bireyler... 

Ve çözülme...
ABD Başkanı Trump’ın konuşması, NATO’nun geleceği üzerine bir soru işareti koyarken, dünyanın en büyük olmasa bile en güçlü ekonomisi Almanya’nın Başkanı Merkel, güvenlik konusunda, artık ABD ve İngiltere’ye güvenemeyeceklerini “Avrupa’nın kendi, kaderini kendi ellerine alması gerektiğini” söylüyordu.
Trump , ABD’nin Paris İklim Anlaşması’nda çıktığını açıklarken, Merkel ve Avrupa Birliği liderleri, dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve İpek Yolu projesiyle kendi küreselleşmesini kurmaya başlayan Çin’in Başbakanı, Li Keqiang’la samimi bir toplantı yapıyorlardı. Li, Çin’in büyük bir devlet olduğunu, uluslararası sorumluluklarına sadık kalarak Paris anlaşmasını savunacağını açıklıyordu. Merkel’e göre de, önemi gittikçe artan Çin artık bir stratejik ortak konumuna gelmişti. Toplantıdan sonra, Avrupa Birliği çevrelerinde, ABD’nin yarattığı boşluğu, küreselleşmeyi, küresel iklim anlaşmasını savunan, uluslararası işbirliğinin önemini vurgulayan Çin’in, Almanya ile birlikte doldurabileceğinden söz ediliyordu. National Interest’te Helibrunn, “Trump Merkel’i, Almanya’yı süper güç yapmaya doğru mu itiyor” diye soruyordu. 
 
Peki, bir güçler dengesi ortamı gelişirken AKP Türkiye’si ne yapıyor? Rus uçağı vurulunca, Rusya, Doğu Akdeniz’e büyük ölçüde yığınak yapma fırsatı yakalamıştı. Şimdi AKP, Almanya’yı İncirlik’i terk edip kendi askeri üssünü kurmaya, Ortadoğu’ya doğrudan yerleşmeye itiyor. AKP’den gelen seslere aldırmadan YPG’yi silahlandıran ABD’de, Erdoğan’ın korumalarının protestoculara attığı dayak konuşuluyor. NATO üyesi Türkiye, Rusya’dan S400 satın almaya çalışıyor, hem de “Türkiye’yi NATO’dan çıkaralım” diyenlerin sayısı hızla artarken... Şimdi, Türkiye’nin en yakın dostları Katar, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri. Ancak, Suudiler, Bahreyn ve Katar’ı İslamcıları desteklemekle, İran’la flört etmekle, Suudi hanedanına hakaret etmekle suçluyor (Asharq Al Awsat, The National, Al Ahram) ilişkilerini hızla bozuyorlar. 
AKP rejimi ülkeyi bütün iskemlelere birden oturtabileceğini sanıyor. 
Bunun sonu belli değil mi?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Atatürk ve İslam... - ERDAL ATABEK

Atatürk İslam dini ile çok ilgilendi.
Atatürk karşıtları ona “dinin toplumdaki etkisini azalttı” diyerek geleneksel yapıyı bozduğu savıyla karşı çıkarlar.

İslam tarihi yerine Türk tarihini, Osmanlıca yerine Türkçeyi, medrese eğitimi yerine modern okulu, kadı yargısı yerine laik hukuku getirdiği için de “toplumu köklerinden ayırmakla” suçlarlar.
Atatürk gerçekten de İslam dini ile ilgilenmiştir.
Bu ilgisinin tarihsel süreçle bağlantısı vardır.
Atatürk dinle ilgili üç hedef belirlemiştir:
Birincisi, dinin dünya yaşamını yönetmemesi. Laiklik.
İkincisi, halkın dinini doğrudan öğrenmesi. Bunun için de: kutsal kitap Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi. Ezanın Türkçe okunması. Halkın bilme hakkının gerçekleşmesi.
Üçüncüsü de, din ile halkın arasına girmiş olan tarikat, tekke, zaviye, şeyhlik, dervişlik, büyücülük, üfürükçülük gibi kuruluşların kaldırılması.
Atatürk bunları yapmıştır.
Atatürk bunları neden yapmıştır?
Çünkü Osmanlı tarihini bilmektedir.
Nedir Osmanlı tarihi? 

***

Yıl 1789. Fransız İhtilali başlamıştır. Dünya artık değişecektir.
Aynı yıl Osmanlı’da tahta III. Selim geçmiştir.
Yenilik yanlısı bir padişahtır III. Selim. Çünkü, yenilik yapılmazsa ordu artık yenilecektir. Osmanlı çökecektir. Yeni bir ordu kurmaya kalkar, Nizam-ı Cedit. Hemen karşısına “mollalar- yeniçeriler- esnaf” ittifakı dikilir, “Gâvur Padişah” diye bir sıfat takarlar. Yenilik yapılamaz.
1807. IV. Mustafa. Bir yıllık saltanat.
1808. II. Mahmut. Yenilikçi bir padişah daha. Ona da “Gâvur Padişah” diyeceklerdir. Ama o, yenilikleri yapar. Yeniçeri Ocağı’nı yok eder. Tıbbiye, Harbiye onun zamanında kurulur. İlk kıyafet devrimini yapar.
1839. Abdülmecid tahta geçer. O da yeniliklerden yanadır.
Ama bu girişimlerin hepsinin karşısına Atatürk’ün kaldırdığı o yapılar dikilir. Padişahları “gâvurluk”la suçlar. Dinsizlikle suçlar.
Bu yapılar aslında insanları koşullandıran “zihinsel kalıplar” ile sonradan “beyin yıkama” adı verilecek telkin sistemiyle kendi gruplarını yönetmektedirler. Toplumu da böyle yönetmek isterler.
Dostum bir hukuk profesörü, anlamadığım şey, demişti, zavallı bir vaizin önüne çöküp de elini öperek inanan eğitimli insanlar bunu nasıl yapıyor?.. Fethullah Gülen ve cemaatini soruyordu.
İşte böyle oluyordu. Düşünmeyi durduran zihinsel kalıp bariyerleri.
Koşullandıran bilgi kalıpları. Donmuş bilgi formatları olmuş inançlar.
Sorgulanması yasaklanmış öğreti. Böyle oluyordu.
Bugünlere de böyle gelindi.
Osmanlı, dünya gelişmelerine kapandı.
Bilim engellendi, sanat yasaklandı. Her yenilik dinsizlik diye suçlandı. Ve Osmanlı çöktü. Osmanlı yıkıldı.
Öyle mehter marşıyla, kılıç kalkanla olmuyor işte.
Atatürk’ün gördüğü buydu.
Atatürk, İslam dinini özüne kavuşturdu. Halkın dinini öğrenmesini istedi. Batı’nın İncil’i kendi dillerine çevirmesinden 400 yıl sonra Kuran çevirisini gerçekleştirdi.
Elbette softası mollası kızacak. Çünkü, ellerindeki yetkiyi halka bırakmak istemeyecekler.
Bugün Fethullah Gülen ve cemaati suçlanıyor.
Ya öteki tarikatlar? Öteki cemaatler? Açtıkları okullarda yaşanan her türlü yasadışı, ahlakdışı işler. Kapatılıp gidiyor. İyi mi oluyor?..
Dinin siyasetle iç içe oluşu, dinin ticarete alet oluşu iyi mi oldu?
Kutsal ramazan ayının içindeyiz.
Oruç tutmak aç kalmak mıdır? Değildir.
Yalan söylemeyeceksin.
Birisinin arkasından konuşmayacaksın.
Haram yemeyeceksin.
Dilinde yalan, ağzında haram olmayacak.
Hadi bakalım, bizde dindarlık böyle mi?
Dilinde yalan, yediği haram.
Yaptığı ettiği talan.
Sen yat kalk Atatürk’e dua et.
Dününü de ona borçlusun, yarınını da.
Anlasan da böyle, anlamasan da...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

Din ile durdurmak - MUSTAFA K. ERDEMOL

İzmir'de tramvay yolunun önüne aracını park ederek namaz kılan kişinin yaptığı şov, dinin, - en azından bu şahıs özelinde- gündelik yaşamın olağan akışına müdahale eden bir olguya dönüştüğünü göstermiştir. Dolayısıyla öylesine geçiştirilecek bir gerici şov gözüyle bakılamaz buna.
İslamın, şart koştuğu namazın başta camii olmak üzere herhangi bir mekana bağlı tutulmayarak, bir anlamda ibadeti kolaylaştırma amacıyla uygun yerlerde eda edilebileceği yaklaşımının kötüye kullanılmasıdır bu her şeyden önce. Tramvay yolunun tam üstünün ibadet için uygun yer olduğunu düşünen yoktur herhalde.

Sadece kendi ibadetinin sorumluluğunu sözümona düşünüp, içinde, muhtemelen namaz kılanların da olduğu yaşlıların, hastaların, acele işi olanların bulunduğu tramvayı durdurmak “kendi cennetinden” başka bir şey düşünmeyen dindar bencilliğinin en tuhaf örneği, kuşku yok. Ezan okunduğunda bile saygı gereği müziklerin sustuğu bir ülkede, kendisine istediği saygıyı başkalarından esirgeyen “dindar şımarıklığı” da denebilir haliyle buna.


Tüm örgütlü dinler müdahelecidir, biliyoruz. Bireyleriyle, kurumlarıyla yaşama hakim olma amacı vardır hepsinde. Bu hakim olma durumunu “kamusal iyi”nin arkasına saklanarak yaptıklarından, olası bir itiraz dine olduğu kadar o “kamusal iyi”ye de karşıymış algısını uyandırır kolayca. Örneği içki yasaklarıdır. Yasağa özgürlükler çerçevesinde baskıya karşı olmak anlamında itiraz ettiğinde içki savunucusu olur kişi hemen. Ama tramvay yolunda namaz kılan gerici söz konusu olduğunda ona yapılacak itirazın önüne çıkarılacak bir “kamusal iyi” yok. O nedenle o tramvayda olsaydım iner müdahale ederdim. Ne olursa olsun sonucu. Çok sıradan, hayatın en normal anında, bu anı durdurma hakkı yoktur hiç kimsenin.

Yapılan aynı zamanda en büyük ortak yaşama alanı olan kentin insan yaşamını düzenleyen kurallarının da ihlalidir ki başta trafik gelir. Şov amaçlı namaz kılan  kişi yüzünden tıkanan trafik sadece bir an önce evine ya da işine gitmek isteyeni değil, hayat kurtaracak olan ambulansı da, yangın söndürecek itfaiyeyi de engeller. Dolayısıyla gerici şovmene bu nedenle dava açma hakkı vardır kenti yönetenlerin.

Dindar kendine ayrılan alanın sınırlarının dışına taşıyor. Taşmakla kalmıyor buna saygı da bekliyor. Tramvay engelleyen gericinin namaz şovunun namaz vakitlerine gösterdiği özenle ilgili olduğunu düşünenlerden değilim. Son derece basit bir tebliğ çalışması bana sorarsanız. Kendince dindışı olan bir hayata müdahale ettiğini ya da en azından dine ilişkin bir anımsatma yaptığını düşünmüştür, kimbilir? Yoksa neden böylesine hem çocukca, hem saygısızca hem de son derece tehlikeli bir iş yapmış olsun?

Gezi’nin en sıcak günlerinde, birkaç dincinin Taksim Anıtı’nın hemen yanı başında namaza durduğunu anımsayan vardır. Dakikalarca sürdü namazları. Kimse elbette dokunmadı namaz şovcularına. Ne namaz vaktiydi oysa ne de namazı gerektirecek “ilahi bir gün”. Elbette meydan okuma, çokca inatlaşma amaçlı bir garip “eylemdi yaptıkları. Gülüp izledik sadece.
Tramvay durduran gerici eğer yanına birkaç kişi toplayabilseydi, tüm trafiği arkadaşlarıyla beraber durdurabilirdi de.
Dindar bencilliği kitleselleşmeye bayılır. Çoğaldıkça “tebliğ” çalışmasına saldırı da eşlik eder. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Ramazan’da yemek yenmez” diyerek fakülte yakınındaki kafede oturanlara saldırdı gericiler, biliyorsunuz. Bu “namaz saatlerinde tramvay çalışmaz”a da dönüşebilir  rahatlıkla. Neden olmasın? “Mesai saatleri namaza göre düzenlensin” diyenler çıkmadı mı? Tüm bunlar yaşamın normal akışını din ile engelleme çabaları. O nedenle tramvay yolunda aracını park edip namaz kılan gerici masum bir tip değil. Namaz kılmadığını düşündüklerine her yerin mescit olabileceğini anımsatma gayretidir yaptığı. Gerici yayınlardaki “Namazla Direniş” kampanyalarını izlemenizi öneririm. Tramvay durduran gericinin nereden beslendiğini anlamayı kolaylaştırır. Bir zamanlar toplu namazlar modaydı. Şimdi, yine var olmakla beraber, azalmış durumda o toplu şovlar. Yerini, tramvay engelleyip ya da şehirler arası otobüs yolculuğu sırasında mola saati dışında otobüsü durdurup namaz kılanlar almış bulunuyor.

Din ile engelleme yeni bir tutum değil. Toplumsal tüm itirazlarda örgütlü dinler isyankarların karşısına “şükür”ü anımsatarak, “yetinmeyi” önererek çıktılar. Çünkü her duruma dinden destek çıkarabilirsiniz. Eşinizi terk edip sevgilinizle evlendiğinizde “aşkınızı savunmak” yerine Bakara Suresi’nden bir ayet okuyarak eleştirenlerinizi susturursunuz. Mustafa Ceceli adlı o “saray dindarı” böyle yapmış işte.

Din ile engelleyenlere bakın, inandırıcılıkları hiç mi hiç yok. Örneğin AKP Genel Başkanı’nın fakirlik, yoksulluk konulu hiç bir lafını dinlemem ben. Sonradan zenginleşen biri o, beni ikna etmesi zor bu yüzden. Kastilla’lı aziz Dominicus vardır. 1205’te yoksullar kendisine inansın diye, isteyerek yoksul düştü derler bu adam için.

Bizimki ise dindar olduğuna inanılsın diye tramvay durduruyor.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Bölücü yazı - ORHAN GÖKDEMİR

12 Eylül 2010’da AKP’nin hazırladığı bir anayasa değişikliği paketi referanduma götürüldü. AKP’nin “demokrat” maskesi henüz yüzündeydi. Bir kısım aydınımız pek beğeniyordu iktidar partisini. Kürt sorununu çözdü çözecekti AKP ama anayasa ve bazı yasalar elini kolunu bağlıyordu. Hatta o kadar samimi demokratlardı ki fırsat olsa 12 Eylül generallerini yargılayacaklardı. İşte fırsat önlerindeydi. Bu referandumla yargıdaki “Kemalist-Alevi darbeciler” temizlenecek ortalık çiçek gibi olacaktı. Daha ne olsun? Çeşitli görüşlerden o bir kısım aydınımız tereddüt etmeden destek verdi AKP’ye. Nihayet faşist ve ırkçı CHP-MHP duvarını yıkacaklardı.


Pek ateşli demeçler verdiler AKP’ye desteklerini açıklarken. “Rahmetli” Adalet Ağaoğlu “Bu darbe ürünü anayasa artık değişmeli, hatta yok olmalı. Bunun için atılan her adıma evet” dedi mesela. Baskın Oran’a göre darbe anayasası ne kadar değişse sevaptı. Halil Ergün “12 Eylül’le hesaplaşılacağı için” referanduma evet diyecekti. Hasan Cemal referandumun Türkiye için tarihi bir fırsat olduğuna inanıyordu. İbrahim Tatlıses “Teknoloji değişti, hayat değişti, ama Türkiye hala aynı kanunlarla yürüyor” diye lahmacun kıvamında bir analiz bile yapmıştı, düşünün. Lale Mansur’a göre “daha demokratik bir ülkede yaşamak için” evet demeliydik. Büyük düşünürümüz Ufuk Uras o kadar heyecanlıydı ki fikri sorulunca iki elini birden kaldırıyordu. “Bir yetmez, iki defa 'evet' diyeceğim. Hayır demek, solu sol yapan değerleri inkâr etmektir” demişti o heyecanıyla. Kimler yoktu ki aralarında; Mithat Sancar, Orhan Pamuk, Mümtazer Türköne, Rojin, Mete Tunçay, Sezen Aksu, Orhan Gencebay… Yılların siyasetçisi, deneyimli Ziya Halis “İleride herkes ‘Evet’ kararının doğru olduğunu anlayacak” diyerek özetlemişti aydınımızın o ruh halini.

HDP’nin boykot ettiği referandum açık ara “evet” kararıyla sonuçlandı. Yargı AKP’nin eline geçti. AKP’nin icraatlarına karşı çıkan, çıkma ihtimali olan ne kadar yargıç ve savcı varsa sürüldü veya kapının önüne konuldu. Yargı artık iktidarın arka bahçesiydi.

Fakat aradan geçen yedi yılda gelişmeler aydınlarımızın söylediğinin tam tersine oldu. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu oldu. Yargıya kuvvetli bir tekme daha attı AKP. Arada “barış masası”nı da devirdiler, “evetçi” Kürt aydınlarımızı boşa düşürdüler. 7 Haziran seçimlerinde yenildi AKP ama o da yargıya kuvvetli bir tekme ile sonuçlandı. Ülkeyi hukuksuz bir biçimde 1 Kasım seçimine sürüklediler ve ite kaka istediklerini aldılar. Sonra 15 Temmuz kalkışması yaşandı. Yargı çok kuvvetli bir tekme daha yedi. 16 Nisan’da zaten yürürlükten kaldırılmış oldukları anayasaya da kuvvetli bir tekme attılar. Artık ne yargı var, ne hukuk, ne anayasa, ne yüksek mahkeme. Görevi seçimden seçime oluşan YSK’ya bile yandaş atadılar ki sonuç ortada. Sınırsız bir hukuksuzluk çölüne döndü ülke. Yargı yerine sadece AKP’nin tekmeleri var. Ama hakkını yemeyelim “yetmez ama evetçi” aydınlarımızın da istediği oldu, darbe anayasası tağyir, tebdil ve ilga edildi. Az şey sayılmaz. Ne demişti Ziya Halis? “İleride herkes evet kararının doğru olduğunu anlayacak.” Anladı mı? Anladı…

                                                                             ***

Ziya Halis’in kulakları çınlasın, anlamayacak ne var? İktidarın tekmesi her gün mabadımızda patlıyor. Bu yazıyı planlarken HDP sözcüsü Osman Baydemir’i aldılar, henüz yazmayı bitirmemiştim ki bıraktılar. Olağan bir devlet uygulaması bunlar artık. Gözaltı manyağı yaptılar HDP’li milletvekillerini. Veli Saçılık KHK ile işten atıldığına direndiği için her gün gözaltına alınıyor. Bir mizah dergisi “Veli Saçılık için gözaltı vakti” diye karikatür bile yaptı ki ortalıktaki hukuk karikatürünün yanında karikatür bile sayılmaz. Dün meydana sokmak istemediler Veli’yi, gözaltına alıp bırakmaktan bıkmışlardı. Dört beş polis ellerindeki plastik mermi atan silahları Veli’nin üzerine boşalttılar. Delik deşik ettiler Veli’yi. Mermi değmemiş tek yeri daha önce hapiste kopardıkları koluydu. Ölmemişse katır dayanıklılığıyla yarışan solcu dayanıklılığındandır.

“Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret” ve “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” suçlarını işlediği iddiasıyla bir iki hafta önce tutuklanan yobaz Süleyman Yeşilyurt ilk duruşmada tahliye edildi. Ama bu arada AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret iddiasıyla açılan 4 bin civarında dava sürüyor. Yüzlerce insan bu davalar nedeniyle tutuklandı, bir o kadarı içeride çile dolduruyor. Nasuh Mahruki’den, Hüsnü Mahalli’ye kimi ararsan aralarında. Cumhuriyet gazetesinin çaycısını bile tutukladılar. Gariban “Tayyip Erdoğan istese çay vermem” gibi bir şey demişti farkında olmadan. Hollywood karakteri Gollum bile bu davalara konu oldu ki durum da zaten tam bir korku filmi kıvamında ilerlemekte.

Peki, nasıl oldu da buralara geldi iş? Daha önce söyledim, 12 Eylül icadı DGM’ler bile şimdikilere göre hukuk kurumlarıydı. 12 Eylül’le hesaplaşılacak diye aydınlarımızın oy verdiği anayasa değişikliği ülkeyi 12 Eylül günlerini aratacak bir kanlı karanlığa sürükledi.

                                                                          ***

Haliyle 1000 aydınımız toplandı, bir bildiri daha yayınladı birkaç gün önce. “Yan yanayız bir aradayız” diyordu 1000 aydın. Evetçi-Hayırcı diye bölünmek istemiyorlardı. Aralarından bir kısmı 12 Eylül 2010’da halkı ayrıştırdıklarını, darbeci-demokrat, evetçi-hayırcı diye böldüklerini çoktan unutmuşlardı.

Kim var aralarında? Eski CHP vekili liberal Binnaz Toprak var, AKP’nin eski kurucu ve yöneticileri var, Halk TV şovmeni Hakan Aygün var. Hasan Cemal, Levent Gültekin, Mithat Sancar, Murat Belge, Nuray Mert ve hatta Yasemin Çongar var. E kambersiz düğün olmaz, Oya Baydar var. Eski müftü ve ANAP milletvekili Abdulbaki Erdoğmuş var. Bence aydınımız adına en veciz ifadeyi de o kullandı, “Kanun devleti olmayı beklerken KHK devleti olduk" dedi. Yanılmıştı o da tıpkı diğerleri gibi. Ama aralarında İlhan Cihaner gibi, Ali Sirmen gibi dostlarımız da var. Bunca acı tecrübeden sonra kim niye Nuray Mert’le, Yasemin Çongar’la, Murat Belge’yle, Hasan Cemal’le, emekli AKP’lilerle, ANAP eskileriyle aynı metne imza atar ki? Ne umar mesela, ne fayda görür?
Hatırlıyorum, bu her görüşten bir kısım aydınımızın bir kısmı Taksim’de “yetmez ama evet” pankartıyla yürümüş, baronun ve CHP’nin önünden geçerken “darbeci baro, darbeci CHP” diye höykürmüşlerdi. İçlerinden bazıları o darbeci baronun başkanını CHP’ye başkan adayı olarak öneriyordu geçtiğimiz haftalarda. O konudaki görüşleri de yanlış çıktı anlayacağınız. Onlar darbeyi barodan ve CHP’den bekliyorlardı, hâlbuki bekledikleri o darbeye birlikte evet dedikleri Fethullah tarikatı kalkıştı. Yani “yetmez ama evetçi” aydınlarımızın en makbul yoldaşları darbeci çıktı.

                                                                            ***
Değişik görüşlerden aydınlar toplanmış, demokrasi istiyorlarmış. Bilmez miyiz? Çok aydındırlar bazıları. Hatta anasından aydın doğanlar vardır aralarında, hep yanılırlar ve hep aydın kalırlar. Darbeci vaizden maaşı, zalim zorbadan takdirnamesi olanlar bile vardır aralarında.

Ne yan yanayız, ne bir aradayız. Hopa’da gaz bombası ile öldürülen öğretmen Metin Lokumcu’ya “darbeci”, “Ergenekoncu” diyen aklı da, vicdanı da satılmışlarla yollarımızı ayıracağız. Laik cumhuriyeti tepelemekle görevli CIA beslemeleriyle kamplaşacağız. Dinci yobazla, sağcı gericiyle, faşistle, hayırsızla, uğursuzla evetçi- hayırcı diye bölüneceğiz.

Yan yana gelmek istemiyoruz biz. Ayrılalım, görmeyelim birbirimizi. Murat Belge karşı çıkıyorsa mutlaka memleketin hayrınadır, bölünelim mümkünse!

Orhan Gökdemir / SOL

Tayyip Erdoğan’ın kültür savaşı - AHMET İNSEL

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Ensar Vakfı’nda yaptığı konuşma, Türkiye’de iktidarın siyasal meşruiyetini artık esas olarak ve son derece açık biçimde bir kültür savaşı üzerine kurduğunun açık kanıtıdır. Bu konuşma, 2013 ilkbaharında, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun söylediği, bugüne kadar AKP iktidarına payanda ve paydaş olan liberallerin, başlayan inşa ve ihya döneminde AKP’nin karşısında yer alacakları, çünkü onların kabulleneceği bir gelecek kurulmayacağı öngörüsünün, eyleme geçmiş halidir. Kökleri Türkiye’de bir yüzyıldan fazlasına dayanan kültür savaşında, hedefleri son derece açık ilan edilmiş, toplumun bütünü üzerinde mutlak tahakküm kurma arzusunun ifadesidir. 

 
Tayyip Erdoğan, 14 yıldır kesintisiz siyasal iktidarda olmalarına rağmen, sosyal ve kültürel iktidar konusunda sıkıntılarının olduğunu, yani yetersiz kaldıklarını belirtti. İlginçtir iktisadi iktidarı ele geçirme konusunda bir sıkıntı yaşadıklarından bahsetmedi. Kültürel ve sosyal alanda bu eksiklerin tamamlanmakta olduğunu belirtirken verdiği örneklerle, yürüttüğü kültür savaşının araç ve hedeflerini bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. İmam hatip okullarına olan ilgi nihayet artmıştı (arttırılmıştı?) ve tüm okullarda Kuranıkerim, siyeri nebi, Osmanlıca gibi dersler seçmeli olarak(şimdilik?) okutulmaya başlanmıştı. Ülkenin ihtiyacı olan ve kendisi ve partisinin hayali olan nesiller böyle yetiştirilecekti. 
 “Ecdadımıza ve kültürümüze duyulan husumetin ürünü bir yaklaşımla hazırlanmış olan müfredatlar daha yeni yeni değişiyor”du. Ama bu milli ve manevi sosyal ve kültürel iktidarın kurulmasının önünde hâlâ büyük engeller vardı. Çünkü bütün kültürel ve bilimsel alanlarda “ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişiler, ekipler, hizipler” etkin yerlerde bulunmaya devam ediyordu. Tayyip Erdoğan bu durumdan büyük üzüntü duyduğunu belirtmekle yetindi. Bu yabancı zihniyetteki unsurların işgal ettikleri o yerlerden er veya geç atılacaklarını söylemesine ayrıca gerek yoktu.
Bir zihniyet, bir değerler bütünü ve bir yaşam tarzının hâkim, hatta baskın kılınmasını amaçlayan bu kültür savaşı hamleleri sayarken bunları yürütecek “kültür savaşçıları”nı da işaret etmeyi unutmadı. Erdoğan, parti-devletinin desteklediği bu “kültür savaşçıları”, AKP’nin kültürel ve sosyal olarak hâlâ ve bir türlü iktidar olamama ıstırabının en somut göstergesi olan, bir karabasan gibi tahayyül dünyalarını esir almış olan “Gezi Parkı gençliği”nin tam karşısında yer alan, alacak olan gençlikti. Geçmişte dindar nesil olarak tanımladığı bu kuşakları, şimdi millet, vatan, bayrak ve ezan dörtlüsü için yola koyulanlar olarak tanımlarken fethedici bir gençliğe işaret etti. Sosyal ve kültürel iktidarı fethetmek üzere hareket edecekti. Erdoğan parti-devletinin bindirilmiş kültürel kıtaları ve belki daha fazlası olacaktı. Yeni Türkiye’nin “yeni kızıl elma”sı bir iç fetih savaşıydı. Milli ve manevi değerlere aykırı olduğunu iktidarın ilan ettiği toplumun yabancılaşmış kesimlerine karşı verilecek bir savaştı bu. Çoğunluğun da bunu oy vererek desteklediği varsayılan, sadece söz ve düşünce silahlarıyla değil, yargı, polis gücü ve müfredat zorlamasıyla da verilecek olan bir ülke içi fetih mücadelesiydi.
Tayyip Erdoğan’ın dile getirdiği ve siyasal iktidarın gücüyle adım adım hayata geçirildiğini kendisinin söylediği bu İslamcı-milliyetçi kültürel ve sosyal tahakküm hedefi, AKP’nin kuruluşunda ustalıkla sakladığı iddia edilen gizli gündeminin açığa çıkmış hali midir? 
AKP seçmenleri ve sempatizanlarının hepsi bu tür bir tahakküm hedefini benimsiyorlar mı? 
Bu soruların yanıtı, gidişatın İslamcı bir faşizme dönüşüp dönüşmeyeceğini büyük ölçüde belirleyecek.

Ahmet İnsel /CUMHURİYET

Darbe 1999’da ihbar edildi - ÖZGÜR MUMCU

“Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım.Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiz ana kadar her adım erken sayılır. 


Mesela, 15 Temmuz darbe girişiminden önce Fethullah Gülen’in böyle bir konuşması ortaya çıksaydı herhalde darbe ihtimaline karşı çok daha tedbirli olunur hatta bu ihtimal engellenebilirdi.
Mesela, böyle bir konuşmanın ertesinde Gülen aleyhine bir dava açılsa ve bu davada savcılık Gülen’in Anayasal düzeni değiştirmek ve laiklik ilkesini de kaldırarak, yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacıyla yönetimde teşkilatlanmayı, devlet idaresini ele geçirmeyi hedeflediğini tespit etseydi herhalde darbe girişimi daha bir hevesken boğulurdu.
Hele koca MGK toplanıp da “Fethullah Gülen’in faaliyetlerine karşı bir eylem planı” oluşturulmasını karara bağlasaydı. Mesela o toplantıda MİT’ten Genelkurmay’a Gülen’in icraatları hakkında ayrıntılı raporlar sunulsaydı, darbeye girişmek ne demek, Gülen cemaati karşısında koskoca devleti görünce bir köşeye pısar kalırdı. 
 
İşin trajik kısmı da burada. Gülen’in devlete sızma hakkındaki konuşmasının videosu 1999’da yayımlanmış ve ülkenin gündemini sarsmıştı. Sonucunda da Gülen yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştı. 
 
Gülen hakkında dava açılmış, kesin hüküm ise af kanunu sebebiyle 2003 senesinde ertelenmişti.
MGK ise 2004’te Gülenci tehlike hakkında karar almıştı. 
 
Bütün bunlara rağmen Gülen cemaati MİT Müsteşarı’na karşı yapılan operasyon ya da 17/25 Aralık’ta aniden çıldırmış gibi davrananların amacı, tehlike bağıra çağıra gelmesine rağmen, cemaatle kurdukları koalisyonu unutturmak. 
 
Yurtdışına kaçmış, hakkındaki dava ancak af kanunuyla ertelenmiş, MGK tarafından tehdit olarak belirlenmiş bir cemaat, AKP’nin iktidarını güçlendirmesiyle beraber ve tam da bunun için kayırılmıştır. 
 
Siyasi kumpas davalarıyla “askeri vesayet” kaldırılır, 12 Eylül referandumuyla yargıdaki “vesayet” kırılırken, YAŞ’ta ihraçların engellenmesiyle ve HSYK seçimleriyle yargı ve TSK’de cemaatçi güçlerin yolu açılmıştır. 
 
Yani adam devlete sızıyorum, ayaklanmak için zamanını bekliyorum demiş. Savcı, bu adam devlet idaresini ele geçirmek istiyor demiş. MGK, bu adama karşı eylem planı geliştirin demiş.
Bunlara rağmen adam “hocaefendi” diye el üstünde tutulmuş, siyasi kumpas davalarına destek olunmuş, Adliye, Emniyet ve Askeriye’yi ele geçirmesine yardım edilmiş. 
 
Sonra, efendim binbaşı MİT’e saat kaçta gitti de ihbar etti! Sanki iş birkaç saatlik bir meseleymiş gibi. Alın size ihbar 1999’dan, 2003’ten, 2004’ten.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

'Birkaç ödül aldıktan sonra ödüle karşı olacağım': O muhteşem ikiyüzlülüğünüz - TAYLAN KARA

“Birkaç ödül daha aldıktan sonra ödüle karşı olacağım.”
Murathan Mungan




Bazı sözcükler ya da cümleler, belli dönemleri ya da anlayışları temsil eder. Bu tür cümleler, bir dönemin özeti, belli bir anlayışın sözcüklere dökülmüş halidir.

Örneğin 14. Louis’nin “devlet benim.” cümlesi gibi…
Maria Antoinette’ye mal edilen “ekmek yoksa, pasta yesinler.” cümlesi gibi…
Kant’ın “bilmeye cüret et” cümlesi gibi…
Kenan Evren’in “asmayalım da besleyelim mi?” cümlesi gibi…
Ortaçağdaki “ölümü hatırla” cümlesi gibi…
Lenin’in “Bütün iktidar sovyetlere” cümlesi gibi…

                                                                                *

“Birkaç ödül aldıktan sonra ödüle karşı olacağım”.
Bugüne kadar Edebiyat Piyasası-Piyasa Edebiyatı’yla ilgili sayısız yazılar yazdım. Eğer “Edebiyat Piyasası-Piyasa Edebiyatı’nın prototip yazarını en iyi temsil eden cümle nedir?” diye soracak olsalardı bundan daha iyi bir cümle söyleyemezdim.
Sonrasında birçok yazar Murathan Mungan’ın bu cümlesini, sanki çok derin bir felsefi saptamaymış gibi tekrarlamıştır (1,2).

                                                                               *

Bu cümle piyasa edebiyatının bütün ikiyüzlülüğünü, bütün hesapçılığını, bütün ahlaksızlığını kusursuzca yansıtmaktadır. Çok çok basit düşünelim.
Sanki çok yaratıcı bir şeymiş gibi bunu söyleyen yazar, edebiyat ödülleri ile ilgili ne düşünmektedir?
Edebiyat ödüllerine karşı mıdır, değil midir?
Bu kişiye göre edebiyat ödülleri iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Eğer iyi bir şey ise, neden birkaç ödül aldıktan sonra karşı olacaktır?
Eğer kötü bir şey ise, sonrasında karşı çıkacağı bir şeye, niçin şimdi karşı çıkmamaktadır?

                                                                                *

Bir yazar edebiyat ödüllerine olumlu bakabilir.
Bir yazar edebiyat ödüllerini kötü bir şey olarak da tanımlayabilir. Bu ayrı bir tartışma konusudur.
Ama iyi bir şey olarak tanımlıyorsa, niye sonrasında karşı çıkacaktır; kötü bir şey olarak tanımlıyorsa, niçin şimdi birkaç edebiyat ödülü almak istemektedir?
Şunu açıkça belirtmekte hiçbir sakınca yoktur: Bu ikiyüzlülüktür.

                                                                                *

“X’i birkaç kez daha yaptıktan sonra X’e karşı olacağım…”
Burada “x” yerine ne koyarsanız koyun… Bunu söyleyen bir kişide nasıl bir tutarlılık vardır?
Burada nasıl bir ilke vardır?
Bir parti başkanı: “birkaç fabrika daha özelleştirdikten sonra özelleştirmeye karşı çıkacağım” deseydi…
                                                                               *

Normal hayatında yapmak istediği her türlü şeyi yapıp, yetmişinden sonra namaza başlayan insanları eleştirmek için fazla bir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
Bir koltuğa oturunca, eşine, dostuna, arkadaşlarına torpil yapıp, o koltuğu kaybedince “liyakat! liyakat!” diye bağıran insanların ikiyüzlülüğü ortadadır.
Kendisi rüşvet aldığında hiçbir sorun görmezken, bir başka yerde kendisinden rüşvet isteyen kişiye dürüstlük satan insanın alçaklığını ortaya koymak kolaydır.
Muhalefetteyken karşı çıktığı şeyleri, iktidardayken bizzat yapan bir partiye atıp tutmak da kolaydır. Bunları anlamak için hiçbir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
 Bu sayılanlar kadar ikiyüzlü bir anlayıştır bu.
                                                                                 *
Bu kadar basit bir gerçeği yazmanın kendisi bile çok rahatsız edicidir. Böyle bir yazıyı yazmak zorunda kalmak, içinde bulunduğumuz sefaletin somut bir göstergesidir.
“Türk edebiyatının neye ihtiyacı vardır?” sorusuna birçok yanıt verilebilir. “Edebiyatın en büyük sorunu nedir?” dense birçok başlık sayılabilir.

Ama Türk Edebiyatı’nda her şeyden önce bir ahlak sorunu vardır.
Bu başlığı başa koymadan ve büyük harflerle yazmadan, söylenecek her şey boş laftır. Kendi gözündeki kütüğü görmeden, başkasının gözündeki kıymığı gören bu ikiyüzlü anlayıştan kurtulmadıkça bu rezillikler kaçınılmazdır.
Önce “bir molekül” etik, “birkaç atom” ahlak, “iki nanogram” ilke, “üç nanogram” tutarlılık...

Bundan sonrası kolaydır.

Taylan Kara
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
1. http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/odul-konusmalarim-i-795
2. http://onurcaymaz.com/ornek-sayfa/

Ramazan forever! - NAZIM ALPMAN

İslam dünyasının büyük bir özlemle beklediği ramazan ayı Türkiye’de de giderek artan bir coşkuyla yaşanıyor. Özellikle AKP’li belediyelerin bulunduğu illerde ve ilçelerde açık hava iftarları, sonrasında sahne gösterileri düzenleniyor. Diğer belediyeler de bütün ramazanı iktidara kaptırmamak için onların peşinden kaptırıp gidiyor.
Siyasi partililerin de ramazan etkinlikleri belediyelerden geri kalmıyor. Çağrılı gazetecilerden öğrendiğimize göre yabancı temsilcilikler de (Büyükelçilik ve Başkonsolosluklar) iftar davetleri yapıyorlar. Gösterişli iftar düzenlemeleri gövde gösterisi şeklinde yaşanıyor.
Ancak ramazan ayı ile ilgili olarak en büyük yarış, televizyonlar arasında ve de Ramazan Özel programcıları, televizyon hocaları içinde yaşanıyor.
Bu yarışın temeli de program içeriğinden ziyade, bütçeleri bakımından değerlendiriliyor.
Hangi hoca, hangi kanaldan kaç bin lira alıyor?
                                                                               •••
Ya da ramazan aylarında halka açık iftar programlarında sahne alan hocaların vaazlarının pop şarkıcılarıyla yarışır hale gelmesi hatta onları geride bırakmaları da kamuoyu açısından ayrı merak konusu oluyor.
Ramazan ayının iftarları ikiye ayrılıyor.
Birincisi halka açık iftarlar. Yerleşim merkezlerinde büyük çadırlar ya da açık hava düzeneği içinde, plastik tepsiler içinde verilen üç ya da dört çeşit yemek ile masalara serpme olarak konulan iftarlıklardan oluşuyor.
İftar vaktinden önce sıraya girilen bu organizasyonlarda zaman zaman izdihamlar yaşanabiliyor. En dikkat çekici yanı kitleselliği oluyor. Buradaki en önemli kıstas, “hangi partinin ya da belediyenin iftarı daha kalabalıktı?” sorusuna verilen yanıt üzerinden yapılıyor.
İkinci grup ise büyük beş yıldızlı otellerde ünlü kişilerin katılımlarıyla yapılan görkemli iftarlardan oluşuyor. Böylesi iftarların yemek düzeni ve mönüsü hiç tartışılmıyor. Çünkü hepsi kişi başı dolar ya da avro üzerinden hesaplandığından herkesin içi rahat oluyor.
İkinci grup iftarların odağında katılanların kimlikleri öne çıkıyor. İftarı veren işadamları, vakıflar, dernekler ile bu iftara icabet eden iktidar çevrelerinin mevkileri önem arz ediyor.Kaç milletvekili katıldı? İktidar partisinin katılımcı düzeyi hangi seviyede?
Bir de eskiden yıldız olup da şimdilerde adı üzerinde tartışmalı pozisyonların olduğu kişilerin bulunmamasına özen gösteriliyor.
Her şey “gösteriş” üzerinden yapılıyor.
                                                                              •••
İki ayrı toplum kesimine hitap eden iki ayrı iftar programlarının ortak yanları büyük bütçeleri olarak gösteriliyor. Birincide ucuz ama kitlesel olduğundan toplam bütçenin yüksekliği dikkate değer oluyor. İkincisi ise az sayıda seçkinin pahalı mönü ile ağırlanması yine aynı kapıya çıkıyor.
Ramazan aylarının VIP yıldızları ise televizyonlar da dini konular üzerine esaslı şovlar yapanlar arasında çıkıyor.
Ramazan programlarında en fazla “Öbür Dünya” üzerine vaazlar veriliyor. Esas yaşamın bu dünyada değil, öldükten sonra öbür dünyada olacağı anlatılıyor. Televizyon hocaları örnekler verirken “di”li geçmiş zaman kullanıyorlar. Hocalar sanki anlattıklarını bizzat görüp, yaşamış gibi konuşuyorlar:
-Ya rabbim dedi bana bir yol göster. O sırada bir bulut peydah oldu…
Televizyon hocaları, kitlesel canlı yayınlara da çıkıyorlar. Bölüm başı esasıyla çalıştıklarından programlar bittiğinde ödemeler de banka hesaplarına geçmiş oluyor!
Bütün vaazlarında öbür dünyayı önerenler, bu dünyada ne var ne yok hepsini alıyorlar.
Her ramazanda servetlerini geometrik olarak arttıran televizyon hocaları, bu mal mülk edinme iştahları konusunda herhangi bir izahatı gerekli görmüyorlar. Kendilerine “Allah daha fazlasını versin” denilmesini arzuluyorlar.
Organize ettikleri kutsal toplantılar (iftar sohbetleri) gibi kendileri de her yıl giderek daha fazla “pop” hale geliyorlar. Zaten söylemlerini de modernleştiriyorlar:
»Ramazan forever!

Nazım ALPMAN / BİRGÜN

Ekonomide tehlikeli sular - ASLI AYDIN

Türkiye ekonomisinin reel riskleri büyüyor… Ne var ki işsizlik-enflasyon-büyüme tarafında bozulma devam ederken, tüm bunlar olmuyormuşçasına bir bolluk coşkusu göze çarpıyor. Bir ülke ekonomisi için olabilecek en ağır sonuçlar halihazırda belirmeye başlamışken, yaratılan para bolluğu sayesinde gündeme taşınmıyor. Oysa geri dönüşü çok zor ve uzun zaman alacak sonuçlarla yüzleşmeye çoktan başladık.


Önce bu sonuçlarla başlayalım…
Türkiye bilindiği yüzde 3’lük bir büyüme bandına oturmuş durumda. 2002-2016 dönemi arasında %5’e yakın bir büyüme ortalamasına sahip ekonomi, uzun zamandır ortalamanın altında bir hasıla ve gelir yaratıyor. Daralan gelir ise her geçen gün daha adaletsiz bölüşülüyor.
2004 yılı başlarında toplamda 1 milyona yakın işsiz sayısı bugün 4 milyona ulaştı. 13 yılda 4 katı artan işsizler ordusunun boyutu, mevsimlik işçiler, uzun süreli iş arayanlar, eksik çalışanlar dahil edildiğinde 6 milyona ulaşıyor.
Diğer bir taraftan tüm ücretli kesimin satın alma gücü hızlıca eriyor. Nisan ayı TÜFE rakamlarının yaşadığı %11.87’lik artış, %16.37’ye sıçramış üretici fiyat endeksinin işaret ettiği üzere maliyet yönlü daha da artacağa benziyor.
Kısaca pasta küçüldükçe, pastadan ücretli sınıfın tasfiyesi sürüyor, çalışmaya devam edenlerin de payı küçülüyor.
Ekonominin üretim yönüne baktığımızda ise, sanayi tarafında tüm vergi indirimleri ve Kredi Garanti Fonu gibi desteklerin yıllık olarak %2’lik bir etkiyle sınırlı kaldığını görüyoruz, ki zaten canlanma da beyaz eşya ve mobilya sektörlerinde yani teşviklerin yoğunlaştığı sektörlerde yaşanmış. Bu vergi indirimi itelemesinin, ertelenen tüketimlerin bir kısmını gerçekleştirdiği söylenebilir. Bunun yanı sıra otomobil sektöründeki daralmanın boyutu Nisan ayında %10.5’e çıkarken, toplam ihracatın %7,4 hız kaybetmesi, ülkede üretimin ve gelirin aşağı yönlü olduğunu destekleyen diğer veriler.

Şimdi evet bu meseleler zaten uzunca bir süredir konuştuğumuz sorunlar. Kendi adıma söyleyeyim, hiç istihdamda nitelikli bir iyileşmeden, pahalılıkta önemli ölçüde bir gerilemeden bahsedemedim… Her dönem bu sorunların zirve yaptığı, sonrasında ise popülist politikalarla yumuşatıldığı çevrimlerine şahit oluyoruz. Fakat bu dönemin bir özelliği, bunun alışılageldik bir çevrim olmadığını ortaya koyuyor. Bunca daralma ve gerilemenin üzerine bir de Merkez Bankası, Hazine, KGF gibi mekanizmalar aracılığıyla ekonominin krediyle pompalanması eklenince, adeta ekonominin balatalarını yakıyor.

Riskler ağırlaşarak birikiyor…
Şu sıralar, hangi görüşü paylaşırsa paylaşsın birçok ekonomi yazarının hemfikir olduğu nadir konulardan biri, ülke ekonomisinin mevcut haliyle bu denli kredi pompasını kaldıramayacağı. Son olarak Merkez Bankası tarafından ‘banka senedi’ uygulamasına başlanacağı duyuruldu. Sicili son derece bozuk olan bu uygulamanın en son 2008 krizi ile birlikte ekonomik dengeleri bozucu karakteri öne çıkmıştı. Bir kredinin, kalitesine (yani geri ödenme olasılığına) bakılmaksızın MB tarafınca satın alınması, karşılığında likidite sunması ve bu likiditenin yeniden krediye dönüşmesi mekanizmasının kapitalist sistemin lideri ABD ekonomisini çöküşe götürmesinin üzeriden çok da geçmedi. Ne var ki bizdeki bu “borca dayalı büyürüz” kör inancı bir türlü yok olmadığı için, bu sistemin bir biçimini şimdi ekonomimize devşirmiş olduk. Hem de ekonominin reel tarafı bu denli bozukken.

Diğer taraftan hadi diyelim ki bu krediden kredilendirme uygulaması, menkul kıymetleştirme olarak adlandırabileceğimiz varlıkların birçok krediye açık hale gelebilmesi vb uygulamalar hiç 2008 krizinde deneyim edilmemiş olsun. Yine de Türkiye ekonomisi bu uygulamayı kaldırabilecek, finansal piyasalarda derinleşme yaratabilecek bir yapıda, bir güçte değil. Finansal derinleşme her şeyden önce güçlü bir reel sektör arar. Küresel rekabetçilik, bağımsız kurumlar arar. Oturmuş bir üretim, hizmet sektörü üzerine derinleşmiş bir finans sistemi, tüm olası negatif sonuçlarına rağmen, ülkelere belli bir sürede kazanç sağlayabilir. Oysa Türkiye’de tüm bu reel süreçler terk edilerek inşaat ve finansallaşma yoluyla bir büyüme öyküsü yaratılmaya çabalanıyor. Bu, açık denizlere sandalla açılmaya benzer, en ufak bir dalgada alabora olur.

Nitekim bir yönüyle bu hamlenin ekonominin bozulan ortamında hayata geçirilmesi, şişen ‘kredi-borç-tüketim’ üçlüsünün bankalar ve bankaların kredilendirdiği şirketler ( ağırlıklı olarak inşaat-gayrimenkul şirketleri) tarafında sürdürülemez hale gelmiş batıklara yol açtığını ortaya koyuyor. Kaldı ki, 2015 verileriyle kredilerinin toplam varlıklara oranı yüzde 60’ı geçmiş bankacılık sektörünün, artık kredi verebilecek dermanının da kalmadığı ortada.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Bir kaplumbağa asabiyeti: ‘Survivor Sabriye’ - TAYFUN ATAY

Türkiye ve dünyada kickboks şampiyonluklarıyla “Ünlüler” kategorisinden Survivor 2017’ye dâhil olmuş Trabzonlu Sabriye Şengül’ün aylardır süren realiteyarışma programında tek ayırt edici vasfı var: Başarısızlık. 

 
Buna rağmen müthiş taraftar kitlesi oluştu Sabriye’nin ve parkurlarda kelimenin tam anlamıyla nal toplarken ekran karşısındaki seyirciden muazzam oy toplaması söz konusu onun…
Sabriye sadece parkurlarda fiziksel açıdan dökülmekle kalmıyor, zihinsel kapasite gerektiren noktalarda da fantastik bir zafiyet içinde. Mesela şovun kelime-bulmaca oyununda (“Anlat Bakalım”) “İğnenin büyüğüne ne denir” sorusuna “büyük iğne”; “Evde kalmış kıza ne denir” sorusuna da “evde kalmış” cevaplarını veriyor!.. 
 
Parkurlarda herkes canını dişine takmış koşarken Sabriye’yi (hadi koşar adım yürürken demeyelim!) yürür adım koşarken izliyoruz. Bir kaplumbağa temposunda… 
 
Fakat o, parkur-dışı alanda (“bench”te) diğer yarışmacılarla mücadelede müthiş asabi bir yırtıcılık içinde. Özellikle de karşıdaki “Gönüllüler” takımının gözde kızı (“Miss Turkuaz Germany” güzellik yarışması birincisi) “Almancı” Berna (Keklikler) ile amansız bir rekabet ve çekişmede Sabriye.
Kendi takım arkadaşı ve takımiçi gruplaşmada “partner”i milli boksör Adem Kılıççı üzerinden (Adem’in Berna’ya ilgisi olduğu hezeyanıyla) bir kıskançlık, daha doğrusu “kıskançlık şovu” sergiliyor. 
 
Tabii Berna da kendisine yönelik bu hissiyatı (Adem’e değilse de) Sabriye’ye karşılıksız bırakmıyor.
O yüzden Survivor 2017’nin şu ara seyri en cazip kılan kesitleri, Sabriye’nin Berna ile “çemkirdek” olduğu anlar. 
 
Onları böyle görünce acaba Acun yarışma-dışı düzenlediği futbol, voleybol maçlarından sonra Berna ile Sabriye’ye bir çamur güreşi de yaptırır mı diye düşünmeden de edemiyorum!..
Bu sıraladıklarım bile Sabriye’nin o paradoksal, “Başarısızsan da kazanırsın” durumunu açıklama yolunda ipuçları veriyor aslında. 
 
Sabriye sinirli ama sevimli, sarsak ama sempatik, şapşik ama seyre gelir bir yarışmacı.
Fakat bir başka faktör daha var Sabriye’ye kazandıran. Şu ara yerlilikyabancılık, muhafazakârlık-modernlik, İslamcılık-Batıcılık kutuplaştırmaları doğrultusunda İbn Haldun’la bağlantılı olarak gündeme gelen “asabiye” yahut “asabiyet” faktörü bu. 
 
(Görüyorsunuz, bir doz “Acunsal enerji” tableti alıp Survivor uykusuna dalalım desek de “dinbazlık” peşimizi bırakmıyor!) 
 
“Asabiye” kısaca körü körüne aidiyet duygusu olarak tanımlanabilir. 
 
Öyle ki kendinizi ait hissettiğiniz toplumsal birim; aile, sülale, kabile, kavim, millet, din, mezhep ya da hemşeri grubu içinden biri, birileri yanlış, haksız, başarısız olsa bile onu sorgusuz- sualsiz korumak, savunmak, desteklemek durumundasınızdır. “Asabiyet”, bunu gerektirir.
Trabzonlu Sabriye, baştan beri tüm eksiklik, yetersizlik ve başarısızlığına rağmen bir “Karadenizlilik asabiyesi” ile de büyük destek buldu. 
 
Elbette bunu takım arkadaşları tarafından yetersizliği nedeniyle dışlanma, horlanma gibi motifler de besledi. Takım içinde tek dayanağı Adem tarafından dillendirilip seyirciye de sirayet ettirilen bu mağduriyet algısı, buna bağlı acıma hissi ve aynı doğrultuda Sabriye’nin kendini acındırma stratejisi, daha geniş bir kitlesel destek potansiyeli oluşturdu. Oylamalarda da bu potansiyelin fiili karşılığı görülmekte. 
 
Böylece Sabriye her hafta eleme potasına girse de seyirci desteği ile adada kalmaya (“survive” olmaya) devam etti. En son, ona nazaran hem çok başarılı, hem de ünlü bir yarışmacıyı, “Havuç Furkanı (Kızılay) eledi. İlaveten, daha meşhur ve daha da başarılı İlhan (Mansız), Serhat (Akın) ve Sema (Aydemir) için de ciddi tehdit haline geldi. 
 
Evet, klişeyi biz de tekrar edelim: Survivor, sadece performans değil. 
 
O, “performatif” olduğu kadar psikolojik de bir mücadele. Ve dahi bu psikolojik mücadelenin derininde, dibinde, kökünde bir “kültürel” mücadele…
Güçsüz de olsanız, beceriksiz de olsanız, sinirleriniz zayıf da olsa bunlar Survivor’da kaybedeceğiniz anlamına gelmiyor. 
 
Yani asabi iseniz sorun yok; yeter ki “asabiye”niz de olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Nedeni bulundu! - Meriç Velidedeoğlu

“TBMM Darbe Araştırma Komisyonu”, görev süresinin bitmesinden hemen beş ay sonra, “936” sayfalık bir taslak “Rapor” hazırladı.
Rapor’un en ilginç bölümlerinden birini, “laiklik”le ilgili görüşler, değerlendirmeler oluşturuyor; öyle ki yalnızca “15 Temmuz”un değil, neredeyse tüm darbelerin nedeni olarak görülüyor “laiklik”...
Dolaysiyle “laikliğin yeniden keşfedilmesi” gerektiği ileri sürülüp, “yeniden tanımlanması” gündeme getiriliyor.
Daha önce de yapılmıştı bu “tanım” çalışmaları; bilmem anımsanır mı?
“Adalet ve Kalkınma Partisi”nin (AKP) kurucularından olan, şimdi yine “AKP”nin “Genel Başkanı” seçilen ve TC Devleti’nin, “yeminli tarafsız” Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, bu “tanım” çalışmasına ilkin -tersten-“demokrasi”den başlamıştı.
Tarihe geçen o ünlü “demokrasi” tanımını, yıllar geçse de, unutmak olanaksız; ne demişti: “Demokrasi bir ‘tramvay’dır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz, ‘demokrasi amaç değil araçtır!” (1996) 
 
Bu durumda -ister istemez- yeni “laiklik” tanımı da, bu “tramvay demokrasi”ye uygun olacaktır; Komisyon Raporu’nda, “laikliğin ülkedeki ayrışmaların kaynağı haline geldiği” ileri sürüldüğüne göre, “tramvay”a uygunluk kaçınılmaz...
Öte yanda Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan laiklik, devletin yönetiminin temel özelliklerinden birini oluşturduğuna göre, laikliğin “kökten değişimi”nin, yeniden tarifinin gündeme getirilmesi, “siyasal” bir söylem, “siyasal” bir öneri oluşturmaz mı?
Rapor’da yine, bu bağlamda, “Eğitim” konusunda da neredeyse “laik sistem” yerine “dinsel sistem”e geçerek, “köklü” bir “değişim” yapılması konu ediliyor.
Böylece de, “Sahih (doğru) bir ‘din eğitimi’nin verilebilmesi için”, dinin tüm temel kaynaklarının öğretilmesi yoluna girileceği vurgulanıyor. Kısaca, “İmam Hatip Liseleri”ndeki öğretim gibi...
Ve bu eğitim, “İlk Öğrenim” aşamasında başlayacak...
Henüz “4 yaşındakilere” gelince, onların da öğrenimine “çözüm” getirecek “Darbe Komisyonu Raporu”...
“4-6 Yaş Din Eğitimi” olarak; bunun da “düzenli sorunsuz yürütülmesi”nde “öncelikli (acil) işlemler” bağlamında ele alınacak. 
 
“TBMM Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı AKP Milletvekili Reşat Petek”in hazırladığı bu taslak “Rapor”da, “Din Eğitimi”nin bu denli “yoğun” ele alınıp böylece “daha da geliştirilmesi”nin, en önemli nedeni başta “FETÖ” olmak üzere, “benzeri örgütlerle ‘mücadele’ kapsamında” çok önemli görülmesi (!)...
Dolaysiyle bu “mücadeleye” engel olduğu belirtilen “laiklik”, gündeme oturtularak, kolunu kanadını kırıp “kuşa çevrilmesi” fırsatının yaratılması.
Ve böylece, “Dindarlar da, agresif (saldırgan) ve militan laiklik”ten, “baskı ve zan altında tutulmaktan” kurtulmuş (!) olacaklarmış... 
 
İşte bu “kurtuluşun (!)” sürekliliği için de, bu yeni “laiklik tanımı”, yukarıda alıntılanan, özellikle de, yeni kuşağı (nesli) yetiştirecek “eğitim”deki düzenlemeler doğrultusunda ortaya konulacak...
İşte bu tanıma dayanan “laiklik” ancak, “düşünce çoğulculuğunu koruyabilecek”miş...
Kuşkusuz, ortaya sürülecek bu “laiklik”, “laiklik”ten başka “her şey”e benzeyecek... 

 
Ne dersiniz değerli dostlar? 
 
Katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Ak müteahhit cumhuriyeti - ÇİĞDEM TOKER

Rantın büyüklüğünü deneme sayısından anlayabilirsiniz.
Zeytinlik alanları müteahhit şirketlere açma iştahından söz ediyorum. Düşünün ki, altı kez TBMM gündemine gelmiş, altısında da reddedilmiş.
İnadın sürekliliği, yalnızca büyüklüğü değil, zeytinlik sahalardaki rant paylaşımının yüksekliği ve derinliği konusunda da fikir veriyor.
Şimdi geri adım diye duyurulan, metinden kelime çıkarma işinin, göz boyama olduğu vurgulanıyor. Zeytinlik Sahaları Korumu Kurulu kaldığı ve bu yetkileri o metinde durduğu müddetçe zeytinliklerin tehlike altında olduğu yani.
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü’ye göre, bu kurul bağımsız olacakmış. Bir daha söyleyeyim: İçinde Tarım, Çevre ve Şehircilik, Sanayi, Orman ve Su İşleri, Maliye bakanlıkları temsilcilerinin, yani atanmış bürokratların yer aldığı kurulun bağımsız olacağını söylüyor bakan. Biz de bu sözden, o kurulun Bakan Özlü’nün bağımsızlığı kadar bağımsız faaliyet göstereceğini anlayabiliriz.
Cumhuriyet, bu ülkede en çok müteahhitlerin cumhuriyetine dönüştü artık. 


Cengiz’e bir büyük iş daha
3. Havalimanı’nı yapan beş müteahhide yasaya aykırı biçimde nasıl “davetli iş” verildiğini iki gün önce yazdım. Karayolları Genel Müdürlüğü, son yıllarda artan biçimde Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesini yasaya aykırı uyguluyor. Olağanüstü hallerde acele işlerde uygulaması gereken davetli şirketlerle pazarlık yolu, genel ve sürekli uygulamaya dönüştü neredeyse.
Küçük bir anımsatma: Önceki yazıma 2013’ten bu yana 3. Havalimanı şirketlerine “pazarlık” usulüyle verilen işlerin toplamı 2.5 milyar TL’ye ulaştı. Bu tutarın yarıdan fazlasını ise (1.4 milyar TL’si) Cengiz İnşaat’a ihale edilen işler oluşturuyor.
Ulaştığım son bilgilere göre Cengiz İnşaat’a bu hafta bir iş daha verilmiş.
30 Mayıs’ta yine 21/b’ye göre yapılan ihale, Trabzon-Aşkale (Köstere Deresi - Gümüşhane arası) kapsamında daha önce yaptığı bir işin “ikmal”i kapsamında. Yaklaşık keşif bedeli 720 milyon TL olan projeye, Cengiz’in şirketince 527.4 milyon TL teklif verilmiş. 

***

Müteahhitlere yapılan ödemelerdeki artış ve bu artışta “davet” yönteminin izlerini bütçe rakamlarında görmek de mümkün. Maliye verilerine göre Ocak- Nisan döneminde müteahhitlere 4.8 milyar TL ödendi. Bu tutarın 1.4 milyar TL’si yol yapımı için.
Müteahhit giderleri, geçen yılın aynı döneminde 3.5 milyar TL’ydi. Bu tutarın da 782 milyon TL’si yol yapımı için ödenmişti. Yol müteahhitlerine yapılan toplam ödemede geçen yıla göre yaklaşık iki katlık bir artış söz konusu.
İktidarların müteahhitlik sektörüyle ilişkileri ve tercihleri, bütçeyi, ekolojik dengeyi, gelir eşitsizliğini giderek daha derinden sarsıyor.
Toplum yararı aleyhine işleyen bu rant ilişkisinin son örneğini, bir askerin yaşamını yitirdiği Manisa’daki kışla zehirlenmesi olayında yemek tedarikçisi firmanın kollanmasında görüyoruz.
CHP İzmir Milletvekili Tur Yıldız Biçer’in ısrarla üzerine gittiği bu olayda, Rota Yemekçilik adlı firmanın, zehirlenmenin “çiğ hindi etinden” kaynaklandığını teyit ettiğini, buna rağmen Sağlık Bakanlığı talimatıyla kültür tahlil sonuçlarının verilmediğini kamuoyuna açıkladı.
Devlet kurumlarının üzerine gitmesi, sözleşmesini iptal etmesi, soruşturma, inceleme yapması gereken bir olayda, gencecik erlerin sağlıklarının bozulmasına seyirci kalması, söylenecek, yazılacak söz bırakmıyor.
İktidara yakın müteahhit şirketlerin herkesten daha eşit olduğu bir çağdayız.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...