25 Haziran 2017 Pazar

Varlık Fonu’nda yine neler oluyor? - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF) memleketin bütün ekonomik varlıklarını satabilme yetkisiyle kuruldu.
Gelin görün ki, bu kadar geniş yetkiyle donatılan şirket, bir sır kutusu gibi çalışıyor. TVF’nin neler yaptığı konusunda fikir sahibi olmak ancak dolaylı yollarla mümkün. Yoksa kendilerinin, faaliyetleri konusunda kamuoyuna açıklama yapmak gibi bir sorumlulukları bulunmuyor. 

 
Geçen hafta TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülen bir kanun tasarısı da TVF ile yakında ilgiliydi. İçinde TVF geçmiyordu ama besbelli, şirketin isteğiyle kurgulanmış bir maddeydi.
Konuya geleyim. İş mahkemeleriyle ilgili yasa tasarısına eklenen bir maddeyle, KİT’lerde görev yapan ancak toplu iş sözleşmesine tabi olmadıkları için “kapsam dışı personel” olarak nitelenen personelin statüsü zayıflatılıyor.
 
Kapsam dışı personel, eğer madde Genel Kurul’da da kabul edilirse, bundan böyle idari yargıya değil, iş hukukuna tabi olacak. Yani, resen emekli edilen bir BOTAŞ çalışanı artık hakkını idare mahkemesinde değil iş mahkemesinde arayacak. Oysa bundan 21 yıl önce Uyuşmazlık Mahkemesi, bu konudaki tartışmayı noktalamış ve kapsam dışı personelin kamu görevlisi sayılması gerektiğini, bu nedenle de idari yargıya tabi olduğunu karara bağlamıştı. 
 
Bu konunun TVF ile ilgisi ise başta BOTAŞ, TPAO, kamu bankaları olmak üzere pek çok kamu şirketinin geçen şubatta çıkarılan OHAL KHK’siyle Fon’a devredilmiş olması. Dolayısıyla bu kurumlarda çalışan personelin durumu da TVF ile ilişkili. 
 
Tasarı kanunlaşırsa, BOTAŞ ve TPAO’nun yanı sıra Kıyı Emniyeti, TEMSAN, Şeker Şirketi gibi kurumlarda da çalışan personel, idari yargı kapsamından çıkarılacak. Bunun anlamı ise bir gece binlerce kişinin resen emekli edilme ihtimali. 
 
Peki binlerce personel yıllardır çalıştıkları kurumdan emekli olmalarına uzun yıllar varken neden çıkarılmak istenir? 
 
TVF’nin, enerji şirketlerine dair planları olduğu ve yüzlerce çalışanının resen emekli edilmiş bir BOTAŞ veya TPAO’yu daha rahat dizayn edeceği anlaşılıyor. 
 
Yine de bu sorunun cevabını herhalde Akmerkez’deki yeni dairelerine yıllık 1.5 milyon TL kira ödenen TVF’nin yöneticileri biliyordur. 

Rota Yemekçilik’in diğer işleri
Rota Yemekçilik, bir hafta öncesine kadar dokunulmaz bir şirketti.
Öncesinde iki toplu zehirlenme olmasına karşın, askeri birliklere yemek hizmeti vermeyi sürdürüyordu. Bu köşede “Rota Yemekçilik’i kimler, neden koruyor” sorusunu yönelttiğimiz akşam, Manisa’daki son zehirlenme, geç de olsa şirkete yönelik koruma kalkanında değişime yol açtı.
Sözleşme iptal edildi, adli soruşturma kapsamında şirket çalışan ve yöneticileri tutuklandı. Gelgelelim bu konudaki sorunlar bitmiş değil.
Zehirlenen askerlerin ailelerine hâlâ tahlil sonuçları verilmediğini Manisa milletvekili Tur Yıldız Biçer’den öğrendik.
Yanı sıra, Rota Yemekçilik’in günde 130 bin kişiye yemek verdiği bilgisini, geçen hafta okuduk. Gerçekten de şirketin web sitesinde Şişli Etfal, Zekai Tahir Burak, 75. Yıl Ağız ve Diş Sağlığı, Ulucanlar Göz Eğitim ve Araştırma Hastaneleri gibi sağlık kuruluşları da referans listesinde halen duruyor.
“Peki Rota’nın sözleşmesini yalnızca Milli Savunma Bakanlığı mı iptal etti?
Diğer kamu kurumlarına yemek tedariki devam ediyor mu, ediyorsa o yemeklerin gıda güvenliği nasıl sağlanıyor?” Bu, yanıtlanması gereken bir sorudur.
Bu konuda dikkat çeken bir başka gelişme de sınırda, Dağlıca Taburu’nda görevli askerlerin kendi yemeklerini kendilerinin yaptığına dair DHA haberiydi.
Orada, yemeklerin hazırlanma koşullarını anlatan haberi, hijyen ve nefasete dair ayrıntıları okuyunca, insanın aklına “Neden bu koşullar bütün birliklerde sağlanamıyor? Manisa’daki askerlerin günahı neydi” sorusunun gelmemesi imkânsız.

Özel güvenliğe ‘uzun namlulu’ yetkisi
Bir huzur ve barış yarımadası olan Türkiye’de özel güvenlik piyasası yıldan yıla büyüyor.
Bunu bütçe kaynaklarından izlemek mümkün. Dört yıl öncesine kadar, bütçeden 12 ay toplamında ödenen özel güvenlik harcaması, yani özel güvenlik şirketlerine ödenen hizmet alım bedeli artık birkaç ayda çıkıyor.
Resmi Gazete’de dün yayımlanan bir yönetmelik değişikliği, önümüzdeki dönem için iyimser olmayı güçleştiriyor.
Özel güvenlik şirketleri artık Genelkurmay görüşü alınmadan uzun namlulu silah kullanabilecek.
Komisyon kararı ve valilik onayı artık yeterli.
Genelkurmay’ın bu kritik konuda devre dışı bırakılması bir yana, uzun namlulu silah kullanma kararına karar verme süreçlerinin objektifliği, silahların tedariki, nerede nasıl kullanılacağı gibi bir dizi soru, hepimizi yakından ilgilendiriyor.
Yönetmelik değişikliği vesilesiyle, ülkenin önde gelen güvenlik şirketinin ticaret sicili kayıtlarına da baktım. Çağlayan Adliyesi, SGK, Sağlık Bakanlığı, DSİ, İSKİ, Telekom, havalimanları gibi kritik kurumların özel güvenliğini sağlayan Akdeniz Güvenlik geçen ay sermayesini 100 milyon TL’den 150 milyon TL’ye çıkarmış. 

‘Bayram’  olamıyor
Sadece işlerini isteyen iki eğitimci, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’dan kötü haberler gelirken, cezaevindeki meslektaşlarımızın peşin cezaya dönüşen ağırlaştırılmış tutukluluğu sürerken, seçilmiş milletvekilleri hukuksal temelden yoksun gerekçelerle cezaevinde tutulurken, bir insanlık suçu olan işkenceye susarak ortak olunurken, Güneydoğu’da kuşkulu panzer kazaları artarken, kadınlara yönelik şiddet, taciz üzerimize üzerimize gelirken, çocuklarımız istismara bunca açıkken “iyi bayramlar” dileği bencilce geliyor.
Bayram, takvimde mevcut evet. Ama ortak bir sevinç anlamına gelmiyor bu. İnsan onuruna yaraşır, yönetici kadrolardan merhamet ve insaf beklentisi koşullarının hiç oluşmayacağı daha iyi zamanların çabasını bugünden çoğaltmayı diliyorum.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

24 Haziran 2017 Cumartesi

Lümpen - Orhan Gökdemir

Nihat Hatip, çiçeği burnunda YÖK üyesi.
Neredeyse bir pop yıldızı kadar ünlü. Çıktığı TV programlarında ağlayıp duruyor. Bu ağlama karşılığında aldığı ücretler dudak uçuklatacak cinsten. Üç hadis beş ayet ile edindiği dünyalık yedi göbek sülalesini ihya edecek neredeyse. Bir izleyicisi engin bilgisine binaen sordu geçtiğimiz günlerde, "Amcakızıyla evlenmek caiz midir hocam?" dedi. Nihat Hatip, soruyu yanıtladı; "Efendim teyzekızı, amcakızı, halakızı, dayıkızı hepsi caiz olan evliliklerdir." Yanlış mı? Hayır, doğru. Arkaik Bedevi kültürü bu. Kadının alınıp satılan bir mal olduğu yitip gitmiş bir kültürün mantıki dışa vurumu. Bedevi ailesi çölde bir çadır bir deve. Pazara indiğinde devesini satacak hali yok, açlıktan ölür. Onun dışında ne varsa onu satıyor. Sattığını kendisinden esirgemiyor haliyle. Sorun Nihat Hatip’in aradan geçen zamanı hiç hesaba katmadan yorumu Bedeviye göre yapması. Sonuç; Bir insani kültürel facia…

Camilerden, yatılı tarikat okullarından, dindar muhitlerden gelen haberleri toplayıp toplu halde bir bakın. Bu facianın boyutlarını dehşet içinde fark edeceksiniz. Yeni nesil Bedeviler türedi her yanda. Uçanla kaçan kurtuluyor ellerinden. Kafayı cinsel organıyla bozmuş tuhaf, gaddar, ölçüsüz bir topluluk toplumun zaten açık olan yarısını kaşıyıp duruyor. Onlara yol gösterenler ise güya dini eğitim almış ilahiyatçılar. Evlenme yaşını neredeyse ceninlere indirdiler. Çoluk çocuk yobazın tasallutu altında inim inim inliyor. Şüyuu vukuundan beter bin türlü rezillik. Normal bir insanın yüzü kızarmadan konuşamayacağı işler…

Şort giydi, yan baktı, bacağı göründü, sokakta spor yaptı diye saldırıya uğrayan kadınları saymıyorum bile.


Hızla dindarlaşıyoruz, bunlar onun habercisi. Bir bakıma hızla çöküyoruz. Türkiye derin bir kültürel yarılmanın tam ortasında.

Bütün bunlar olurken bir belediye başkanı şehrin ortasına başparmağı yana yatık dört parmak havada bir el heykeli dikti. Diktiği yerde daha önce Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in anıtı vardı. Tepki topladı anıt. Yanlış anlaşılmasın “bu ne birader” tepkisi değil bu. Ülkü Ocakları üyeleri toplanıp heykelin bulunduğu kavşağa kadar “Bozkurt Türkün milli sembolü” sloganı atarak yürüdü. Yani tepki verenler dört parmak elin sökülüp yerine bir kurt heykeli dikilmesini istiyorlardı. “Mustafa Kemal ile ne derdiniz var” diyen olmadığı için belediye başkanı çıkıp laf dolandırdı. Dört parmak İhvan’ın değil, "tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet" ülküsünün sembolüydü. “Yana yatan başparmak ne öyleyse” diye soran olmayacağından emindi. Yalandan kim ölmüş?
Kafanızı kaldırın, artık her türlü ölçüyü aşan şu muhafazakâr İstanbul’a bir bakın. Dışarıdan gelen biri ibadethanemizin alışveriş merkezleri olduğunu sanmaz mı? Çirkin gökdelenler de olsa olsa onların minareleri. Yolları var gidilmez, köprüleri var geçilmez bir tuhaf şehir. Üsküdar meydanındaki Mimar Sinan bakiyesi camiyi dindarların elinden kurtarmak için laik kamuoyu ayaktaydı daha dün. Şehrin ciğeri Kuzey Ormanlarının yerinde bir Arap çölü var artık. Yakında nevzuhur Bedeviler çadırını kurar oturur, artık nesli tükenmekte olan mandaların yerine develer dolaşır ortalıkta. Kadıköy’e geçerken gördüm, köprünün Anadolu çıkışına bir anıt yapıyorlar. 24 saat sala okunacakmış. Böyle kente böyle anıt.

Kim bu şehre, kadına, cumhuriyete, laikliğe, çoluk çocuğa yönelen saldırganlar? İddiaya göre dini hassasiyeti yüksek müslümanlar. Ama karakola çekilince başka bir boyutu ortaya çıkıyor konunun. Bu saldırganların hepsi toplumun cürufu olan lümpenler…

***

Varlığını ezilen sınıflara armağan eden Marksizm’de en tiksindirici lafın lümpen olması şaşırtıcı değil. Toplumun tortusudur lümpen, sınıf dışı, şekilsiz bir unsurudur. Manifesto’ya göre “eski toplumun en aşağı katmanlarının pasif kokuşmuşluğu”dur. Marx diyor ki; “Çoğunluğu, tüm büyük şehirlerde sanayi proletaryasından farklı bir şekilde ortaya çıkan, toplumun atıklarıyla beslenen, belli bir mesleği olmayan, yurttaşı oldukları ülkenin kültür seviyesine göre farklılıklar arz eden, lazzaroni, serseri kimliklerini asla gizlemeyen hırsızlar, katillerden oluşan lümpene mensuplar”… Kim bunlar? 19. Yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da gececi hükumet tarafından oluşturulan seyyar muhafız taburları. Bizdeki Osmanlı Ocakları gibi bir şey yani. Engels bunlardan bir ikisini kurşuna dizen Fransız işçilerini hararetli bir biçimde kutlamıştı. Bunlar hiçbir sınıfa ait değildi ama her sınıfın ayaktakımından oluşuyordu. Yordam Yayınlarının şahane “Marksizm Sözlüğü”nden özetledim.
Bu tariften sonra lümpen, daha iyisi lümpen proletarya ile faşizm arasında ilişkisi kurulması şaşırtıcı olmasa gerek. Almanya’da Nazizm’in kitle tabanını bu lümpen proletarya oluşturuyordu. Bu taban bilinmezse, bir toplumun nasıl olup da Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich, Karl Marx ve Max Planck’tan Adolf Hitler’e ulaştığı anlaşılamaz. Çökmüş Alman kültüründen türedi Nazizm ve lümpen proletarya. Faşizm ortaya çıktığı hemen her yerde derin ve onarılmaz bir kültürel çöküşün üzerinde filizlenir. Bu kültürel çöküşün en büyük ve en kalabalık meyvesidir lümpen. Faşizm o büyük, derin ve geniş cürufu bir araya getirerek örgütlenir. Faşizmin muhtaç olduğu kudret - dincilik, milliyetçilik, tutuculuk, yobazlık, saldırganlık ve şiddet-lümpenin damarlarında mevcuttur.

Türkiye de şimdi büyük bir kültürel çöküş yaşıyor. Nihat Hatip, sarayda davul zurna, sokakta rabia, köprüde sala, metroda, minibüste şortlu, etekli kadınlara saldırı, sigara içiyor diye adam dövmeler artık ülkenin en kalabalık gurubu olan lümpenin karmaşık duygu dünyasının yansımaları. Lümpen bunlarla olumlar içindeki büyük boşluğu. Bu çöküşün ortaya çıkardığı derin çatlakları dinle, milliyetçilikle, hamasetle doldurma çabalarının hazin halleridir bunlar. Bir meydana tuhaf rabia işareti heykeli dikmekle, olur olmaz yere 24 saat sala okuyacak anıt yapmakla, Duşakabinoğulları ile, sarayda davullu karşılama ile nükseder. Gerçekte hepsi tek bir şeyin, yaygın lümpenliğin tezahürleridir.

***

Müzik yok, tiyatro yok, sanat yok, hayat bitik. Padişah kaftanı giymiş badem bıyıklı tuhaf yaratıklar dolaşıyor ortalıkta. Sokaklar kadınlar için tekinsiz. Üniversiteler cahil cühelanın elinde. Ülkenin basını sidikli koca bir havuzda boğuldu, can çekişiyor.

Bir bunlara bakın, bir de Nihat Hatip'e. Koyun üzerine az sarayda davul seremonisi, biraz dört parmak el heykeli, bol sala... Bir ülkeyi esir almış ölçüsüz lümpenliğe ulaşırsınız. Faşizm çıkar bundan, başka hiçbir şey çıkmaz!

Orhan Gökdemir /SOL

Sayigh’i dinlerken - MUSTAFA K. ERDEMOL

Geçen hafta Sabancı Üniversitesi bünyesindeki İstanbul Politikalar Merkezi’nin (IPM) düzenlediği Suriye konulu toplantıya katıldım. Profesör Fuat Keyman’ın moderatörlüğünü yaptığı toplantının konuğu, adını Ortadoğu’yla ilgilenen herkesin bildiğini tahmin ettiğim Filistin asıllı akademisyen Yezid Sayigh’di.

Carnegie Orta Doğu Merkezi Kıdemli Araştırmacısı olan Sayigh, sadece akademisyen değil, uluslararası görüşmelerde Filistin heyetlerinde görev alan bir danışman aynı zamanda,1999’dan beri. FKÖ’nün İsrail ile Gazze ve Eriha’da yaptıkları müzakerelerde Filistin heyetinde yer almıştı. Hamas’ın Gazze politikasını anlattığı bir kitabını okumuştum, uzun zaman geçti üzerinden.
Dinlemeyi gerçekten çok istediğim biriydi. Suriye konusunda, son gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini merak ediyordum. Dinledim. Pek bir karamsar. Suriye’de resmi bir çözümün olmayacağını düşünüyor örneğin. Kendi adıma “resmi çözüm” dediği durumun ne olduğunu bilmiyorum, kaldı ki o kadar çok “resmi çözüm” var ki, biri Suriye’nin üçe bölünmesini, diğeri biri Kürt biri Sünni devletçiklerin kurulup, bunlardan ayrılmış Lazkiye merkezli daha küçük bir Suriye’nin oluşturulmasını içeriyor. Sayigh’in “gerçekleşmesinden” ümidini kestiği “resmi çözüm” hangisidir anlayabildiğimi söyleyemem.

Ama “resmi çözüm”den, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasını içeren bir çözümü anladığını sanmam. Konuşmasında, akıcı İngilizcesini dinlerken atlamadıysam eğer, bir kez olsun Suriye’de farklı ülkelerden 60 bine yakın cihatçının bulunduğundan söz etmeyen Sayigh Suriye’ye dayatılan emperyal destekli “çözüm”ün gerçekleşmeyeceğine inanıyor belli ki. Kişisel olarak ben bundan Suriye Direnişi adına sevinç duyarım ancak.  Emperyal bir çullanmayla karşı karşıya kalan egemen bir ülkeye “çözüm” dayatan sorun yaratıcıların bunda başarılı olamayacaklarını Sayigh gibi batılı düşünce kuruluşlarının sözcüsü durumundaki birinden duymak bir hayli iyi geldi bana. Ama elbette ben de Suriye’nin en azından Kürt gücünün bulunduğu bölgeleri tamamen onlara bırakmaya zorlanacağını sanıyorum.

Sayigh’e göre asıl sorun IŞİD sonrası yönetimin nasıl şekil alacağı. “IŞİD sonrası”ndan kasıt herhalde bölgenin Kürt gücüne bırakılmasından sonraki evre. Haksız sayılmaz, Suriye’nin, Rusya’nın, İran’ın, Türkiye’nin buna nasıl yaklaşacakları da tahmin edilirse, “IŞİD sonrası” bir hayli karışık görünüyor.

Resmi Çözüm’ün olamayacak oluşunu iki nedene dayandırıyor Sayigh. Biri, Suriye yönetiminin muhaliflere resmi görüşmelerle meşruiyet kazandırmak istememesi. Oysa Suriye yönetimi, ülkeye dışarıdan gelen değil, “Suriye’li olan” muhaliflerle her türlü görüşmeye açık olduğunu belirtmiş, Cenevre ve Astana görüşmelerine bu şartla katılabileceğini duyurmuştu. Yani gerçek muhalefetin meşruiyet kazanmasından çekinmek gibi bir tutumu yok Suriye’nin. Ancak “vekalet savaşı”nın unsurları olagelmiş cihatçı “muhalifler”e elbette meşruiyet kazandırmasını kimse beklememeli Suriye’den.

Sayigh’in ikinci gerekçesi “Suriye’nin dış güçlerin çözüme dahil olması durumunda kendi varlığının sorgulanır hale getireceğini düşünmesi.” Bu nedenle dış müdahale ile gerçekleşecek bir “resmi çözümü” istemiyor. Herhalde yaptığına yanlış diyecek yoktur Suriye’nin.
En net olarak katıldığım sözleri ise “büyük devletlerin Suriye’de sürekli pazarlık halinde olduğunu ve hiçbirinin krizi çözmek için gerekli hamlede bulunmadığını” ifade eden sözleri oldu. Suriye’deki “dinamik durumu ifade etmek için” kullandığı “karşılıklı hamleler dengesi” (confrontational equilibrium) ifadesi vekalet savaşı kavramını yumuşatan bir ifade.
Yezid Sayigh’in “muhalefet güçlerinin Deyrizor’u IŞİD’den almak için yeterli lojistik güce ve askeri kapasiteye sahip olmadığını” belirtmesi bir hayli dikkatimi çekti. Muhalefeti bilmem ama Suriye Ordusu’nun, sadece Deyrizor’u değil Rakka’yı da alacak güce sahip olduğu görülüyor. Suriye Ordusu’nun Rakka’ya yönelik her operasyonun ABD tarafından sürekli durdurulduğu da sır değil. Sayigh bundan da söz etseydi keşke.

Sayigh’in Suriye’de bir başarı olacaksa bunun ABD güçlerinin sahada muhalefeti doğrudan desteklemesiyle mümkün olacağını söylemesi, “resmi çözüm”ün adresi olarak nereyi gösterdiğini belli etmesi açısından da çok ilginçti tabii.

İPM’nin toplantısı yararlı oldu benim açımdan. Davet sahiplerine buradan da teşekkür ediyorum. İPM tüm dünyanın “Islamic State of Iraq and the Levant” – (ISIL- Irak - Levant İslam Devleti) ya da Islamic State – (IS -İslam Devleti) ya da Iraq and Syria Islamic State (ISIS - Irak-Şam İslam Devleti) diye söz ettiği örgütten, (Sayigh de konuşmasında ISIS dedi sürekli) Recep Tayyip Erdoğan ağzıyla DEAŞ (Devlet’ül Irak ve’ş Şam) demekten vazgeçmeli. Yakışmıyor zira.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Bayan şahsın apış arası! - AYŞENUR ARSLAN

Bilim Teknoloji Dergisi’nde okudum. Bilim dünyası, bitkilerin de tüm canlılar gibi görebildiğini, duyabildiğini, hissettiğini kanıtlama peşinde. Üstelik daha şimdiden birkaç kanıt / araştırma elde etmiş bile.

Bunda şaşıracak bir şey bulamayabilirsiniz. Peki!
Ancak, İsviçre’deki gelişme gerçekten şaşırtıcı. İsviçre, BİTKİLERİN ONURUNU KORUMAK üzere bazı “esaslar” belirlemiş. Hem de Parlamento tarafından. Henüz bir kanundan söz edilemese bile, belki yakında “gerekmediği halde topraktan, yani yaşamdan kopartılan bitkiler” hakkında bir düzenlemeden söz edilebilir.

Nereye vardığımı anladınız elbette.

Bu gezegen üzerinde bir ülke, bitkilerin onurunu tartışıyor. Bir başka ülke, Türkiye,  İNSANIN ONURUNU HİÇE SAYIYOR.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, açlık grevinde 100 günü çoktan geride bıraktılar. Ama hâlâ cezaevindeler.
Şurası çok ama çok açık: Her ikisi de “bir şeylerle” suçlanıyorlar. Ancak o suçlamalar henüz sadece iddia halinde. Yargılanmış, suçları kanıtlanmış, hüküm giymiş değiller.
Peki niye tutuklular? Kaçacaklar mıydı? Hayır! Tam aksine, cezaevine gönderilinceye kadar her ikisi de neredeyse 24 saat Türkiye’nin gözleri önündeydiler. Türkiye’nin gözleri önünde derdest edilip cezaevine atıldılar.
Avrupa Birliği Komisyonu, tam da bu konuda, Nuriye ve Semih için yaptığı açıklamada aynı şeyi vurguladı: “Yargılamada masumiyet karinesi esastır” dedi.
Oysa, bizde tam aksi oluyor. Haklarında herhangi bir yargı kararı olmaksızın KHK ile mesleklerinden ihraç edilen iki eğitimci, dünyanın en pasif eylemini yaparken tutuklanabiliyor.
“İÇERDE” ne olup bittiğini de yarım yamalak öğrenebiliyoruz. En son duyduk ki, elini kaldıracak hali kalmayan, kalbi tekleyip duran Nuriye slogan atmış! Bu yüzden disiplin cezası alacakmış! Disiplin cezası da mektuplarına el konması, görüş yasağı gibi TECRİT getirecekmiş.
Amaç belli: Sadece işlerini değil, onurlarını da ellerinden almak istiyorlar Nuriye ile Semih’in.

• • •

Öte yandan, (hangi birinden bahsetmeli) onursuzluk, cehalet, baskı kol geziyor.
Sıradan gibi görünen ama çok anlamlı örneğini, minibüste şortlu genç kıza taciz / saldırı olayında gördük.
Saldırgan, “bayan şahsın apış arasını görünce tahrik oldum” diye savunmuş kendisini. Bir kere, genç kız saldırganın önündeki sırada oturuyor. Yani, saldırganın apış arasını görmesi mümkün değil. Düpedüz yalan. Ama yalanın kılıfı, tam mevsim normallerine uygun: Niyetli, yani oruçluymuş. Bir erkek olarak nefsi varmış, nefsi uyandırılmış.
Kendisini tutan, oysa o “yaratık” gibi düşünen milyonlar ile aynı ülkeyi paylaşıyoruz. Ne yazık ki, öyle! Bir kadın olarak İstanbul’da her gün biraz daha fazla hissediyorum bunu. Biz kadınlar, sözlü tacize / saldırıya uğruyoruz. Düşmanca tavırlara maruz kalıyoruz. Aşağılanıyoruz. Her fırsatta, her yerde.
Hele ekonomik özgürlüğü olmayan, okutulmamış kadınlarımız. Onların bitkiler kadar kıymeti yok. Öldürülüyorlar, öldürülmezlerse dayakla hırpalanıyorlar.
Kan revan fotoğraflardaki kadınlar...
Tek derdi işini geri almak olan güzelim Nuriye..
Düşündükçe öfkelenemeyecek kadar hüzün basıyor yüreğimi. Kolum kanadım kırılıyor.
Çok yazık bu ülkeye, çok!
Oysa…

• • •

Yurtdışına ilk kez 1971 yılında çıkmıştım. O gezide yolum İsviçre’ye de düşmüştü. Temizliğine, düzenine hayran kalmıştım. Türkiye’ye döndükten sonra haberim olmuştu. İsviçre kadınlara seçme ve seçilme hakkını o yılın başında vermişti. 1971 yılında.
Haberi okuyunca ülkemle nasıl gurur duymuştum.
Biz kadınlar, Atatürk Türkiyesi’nde yaşadığımız için ne kadar şanslı, ne kadar gurur doluyduk.
O günlerden bugünlere nasıl geldik?
Türkiye, sadece minibüsteki saldırganın değil, profesörlerin / yazarların / kamu yöneticilerinin aklının “bayan şahısların apış arasında” olduğu bir ülke mi artık?
Bu ülkeyi nasıl temizleyeceğiz bu kirden? Ne zaman?

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Diktanın kokusu - Nilgün Cerrahoğlu

Almanlar hâlâ burada “diktatörlüğün kokusunu” bulduklarını söylüyor.
“Diktatörlüğün kokusu” karanlığın, küflenmişliğin, tozlu arşiv, klasörler ve köhneliğin, çürümenin kokusu oluyor.
Almanya’da Leipzig’de, “Stasi Müzesi”ndeyim.
Stasi, 1990 yılında Almanyaların birleşmesiyle tarih olan Doğu Alman Cumhuriyeti’nin devlet güvenlik, istihbarat örgütü.
Bugün Almanya’daki biricik “Stasi Müzesi” olarak bilinen bina, Stasi ile eşanlamda kullanılan eski Devlet Güvenlik Bakanlığı’nın Leipzig birimi. Bu birim, DDR olarak bilinen Doğu Almanya’da melanetiyle nam salmış. Doğu Almanya’da ölüm cezalarının tamamı örneğin, bu birim gözetiminde Leipzig’de infaz edilmiş.
Doğu Almanya’nın çöktüğü 1989’a dek 40 yıl boyunca Stasi’nin “hizmet verdiği” “Runde Ecke” binası, şehrin en seçkin yerinde.
Eski şehir merkezini ve Bach’ın org çaldığı gotik San Thomas kilisesini, kiliseyi çevreleyen kafeleri geçtikten sonra yeşiller arasında bir bulvara bakan “Runde Ecke” binasına varıyorsunuz.
Köşeyi kaplayan ön cephenin yuvarlak şekli nedeniyle Almancada “Yuvarlak Köşe” anlamına gelen “Runde Ecke”, sabık DDR’nin en önemli Stasi başkarargâhlarından biri. 

Korku imparatorluğu sergisi
Girişte ziyaretçileri, duvarlarda DDR’nin çöküşünü anlatan fotoğraflar ve belgeler karşılıyor.
Ama giderek ağırlaşan Kafka atmosferi daha ana kapının tokmağında fark ediliyor.
Dikkatle baktığınızda, dışardan tokmağı çevirmek suretiyle kapının kolayca açıldığını ama içerden bunun mümkün olmadığını görüyorsunuz.
Çünkü içerde tokmak yok. Yalnız bir kilit var. Anahtara sahip olan yetkili kapıyı içerden sizin için açmazsa dışarıya geldiğiniz gibi çıkamıyorsunuz.
DDR çapında 91 bin üyesi olan Stasi’nin müzesinde, “Runde Ecke” binasının yalnızca bir katı ayrılmış. Müze, tavanı florasan lambalarla aydınlatılan uzun bir koridordan oluşuyor.
Ağır kasvet duygusu veren duvarları bej renkli koridorun iki yanında Stasi’nin 7’den 70’e ülke halkını dinlemek, gözetlemek, ürkütmek, korkutmak, sindirmek, pusturmak, göz dağı vermek, yıldırmak, baskılamak için kullandığı yöntemler ve enstrümanlar sergileniyor.
Psikolojik ve fiziki baskıyla herkesi teslim alan bir korku imparatorluğu yaratan Stasi, 13 yaşındaki çocukları bile muhbirler ordusuna katmış.
“Ağaç yaşken eğilir” konseptiyle küçük yaştan devşirilen çocuklar, tanınan “iyi eğitim” vs. gibi imkânlar karşılığında Stasi’nin neferleri olmuş ve ana babaları dahil en yakınlarını dahi devlete gammazlamışlar. 

Kaybolan mahremiyet
Müzede beni en etkileyen yer çocuklara ayrılan bu insanlık dışı bölüm oldu. Çok etkileyici bir diğer bölüm de, “devlet düşmanı” ya da “güvenlik tehdidi” olarak görülen muhaliflerin çürütüldükleri hücreler…
Hücrelerin aslı “Runde Ecke”ye yakın bir başka binadaymış. Ama müzenin içine her türlü insanlık onurunu çiğneyen bu korkunç hücrelerin birebir örneğini yapmışlar.
En fazla 15 metrekarelik bir alanda karşılıklı iki dar yatak, bir küçük masa, iki tahta tabure, bir lavabo ve açıkta bir tuvalet görüyorsunuz. İki kişinin başka deyişle tuvalette bile mahremiyeti olmuyor.
Mahremiyet DDR’de yalnız hücreye atılanların değil, aslında bir açık hapishane olan ülkede kimsenin sahip olmadığı bir ayrıcalık. Leipzig’deki bu müze, bir parti ve polis devletinde “Büyük Birader”in herkesi izlediğini gösteriyor. Mektuplar mesela postaneden düzenli olarak alınıp buraya taşınırmış. 2006’da Oscar alan unutulmaz “Başkalarının Hayatı” filminde izlediğimiz gibi tıpkı, telefon konuşmaları olduğu gibi kayda geçermiş. Böceklerle herkes dinlenirmiş.
Ortam dinlemelerini ve telefon konuşmalarını eski usul kayda alan Stasi’nin teyp arşivleri, tozlu yığınlar halinde burada sergileniyor.
Gördüğüm bu ilk diktatörlük müzesinde sanatçılar, aydınlar, aktörler, siyasi muhalifler başta olmak üzere tüm sivil toplum üzerinde yaratılan “devlet terörünün” portresini izliyoruz.
Geçmişle yüzleşmekte Almanların üzerine yok. Yarına devam.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’in kadınları... - Şükran Soner

Elçiye zeval olmaz. Sevgili aydınlanma bilgelerimiz İlhan-Turhan Selçuk kardeşleri anma etkinliğimizin Hacıbektaş’taki buluşmasında, söyleşideki sunumunda, Bülent Tanık, TMMOB çatısı altında, en son Çankaya Belediye Başkanlığı süreçlerindeki anıları ve değerlendirmeleriyle katkıda bulunurken Selçuk kardeşler, Cumhuriyet gazetesinin, bağımsız gazetecilik, laik Cumhuriyet değerleri, devrimleri, katkılarına doğal olarak karşıtların, darbecilerin hedef tahtası yapılmalarına örnekler verirken, İlhan Selçuk-Turhan Selçuk kardeşlerin Ziverbey işkenceleri- kaburgalarının kırılması süreçlerinden günümüze, 12 arkadaşımızın 230’lu günlere ulaşan yargısız infaz tutuklu kalışları sürecine geçerken... Dik duruşlarından ödün vermeyen kadın yazarlarımıza, özellikle ve öncelikle birçok kez yineleyerek selam çakmayı seçti. Cumhuriyet’in kadın yazarlarına duyurmak, okurla paylaşmak da bana düştü... 
 
“Adalet” arayışı yürüyüşünde, verilmek istenen şok ağırlıktaki ceza ve tutuklanması ile simge olan, gazeteci, milletvekili arkadaşımız Enis Berberoğlu dün Cumhuriyet öğretmeni emeklisi kayınpederini toprağa vermek üzere özel izinle insan içine çıktı. Eşi yine gazeteci arkadaşımız sevgili Oya Berberoğlu’nun acısını yürekten paylaşırken, kadın kimliği ile yürekli dik duruşunu sizlerle paylaşmalıyım... 

 
Çağlayan Adliyesi’ndeki, her boyutu ile adalet duygumuzu yaralayan kararın ardından dışarıdan destek adına güçlü bir dik duruşun sınavını veriyor. Cezaevi kapısı, Maçka Parkı etkinlikleri, avukatlar peşinde koşturmaca... Yüz yüze geçmiş olsun kucaklaşması olanaksız gibi. Hacıbektaş’a gidiş gece otobüs yolculuğunda, saati 01.35 olarak geçen bir önceki günlü aramama özür yanıtı atılmış. Benim fark edip Hacıbektaş dönüşü buluşma isteme yanıtım 05.37’ye sarkmış. Araya artık İstanbul’dan ayrılamayacağı gerekçesi ile hastanede yatan babasını yalnız bırakamayacağı için İstanbul’da bir hastaneye ambulansla taşıma operasyonu giriyor. Perşembe günü babası İstanbul’daki hastanede güvende iken, Baro’nun, avukatların, Maçka Parkı eylemlerine katılacaktı.
Bulamayınca arayacak oldum; “Gelemedim, aksilikler çıktı, haber de veremedim, özür dilerim” demekle yetindi. Yaşamakta olduğu sorunlardan tek söz etmediği için, kıyıp soru soramadım. Dün sabah acı kaybını haberlerden öğrendim. Bu onurlu kadın duruşuna saygıyla... 

***
Yeri geldi, 12 Eylül’ün adaletin katledildiği yıllarında, ağır işkenceli cezaevleri koşullarında, cezaevleri koşullarına karşı çıkan sesler çoğunlukla kadınlardandı... Analar, eşler, kız kardeşler, dostlar... Öylesine kadın ağırlıklı, yürekli duruşlar sergilediler ki... Ülkemizde kadın direnişinin gücü, dinamiği yeniden keşfedildi... Kadın hakları savaşımı, örgütlülüğünün de dinamiği, patlamasını getirdi. 
 
Her cepheden sesleri kısılmış, örgütlülükleri ağır darbe almış toplumsal, demokratik meslek örgütleri, sendikalar, siyasal örgütlenmeler, kadın örgütlenmeleri sorunlarından yola çıkarak hak arama yoluna çıktılar. Bu sayede kadın hakları savaşımı da güçlendi, direniş ittifakları içinde anlamlı pek çok yasal hak kazanımı gerçekleşti. 
 
Şimdi bu anlamlı örgütlülükler, yasal kazanımlar sonrasında neden sil baştan kadın haklarında dibe vurduğumuzu sorgulamayacak mıyız? Dünün haberler akışında görüntülü yayımlanan trajik saldırıyı, gelişmelerini nasıl okuyacağız? Üniversite öğrencisi kızımızın ağır saldırıya uğraması görüntüleri, almaya cesaret edebildiği sağlık raporundaki belgeleri ile sabit. Kendini İslam değerlerini de ayaklar altına alarak, yaşam tarzına, bir genç kızın şort giymesine ceza kesmeye kalkan kişinin, hukuken sabit suçu ortada, kanıtlı iken serbest bırakılabiliyor. Kızımız büyük bir yüreklilikle olayı kamuoyuna taşımasa, adil yargılama, hukuk, adalet, hak götüre. İktidarları erkinden ses soluk çıkmıyor...

Şükran Soner / CUMHURİYET

23 Haziran 2017 Cuma

Kadir Gecesi Survivor’dan hayırlı mı değil mi?! - TAYFUN ATAY

“Doğrusu, Biz, Kur’ân’ı kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir” (Kadir Sûresi).
Kur’ân, Kadir Gecesi’nin bin aydan daha hayırlı olduğunu söylerken bir bakıma bu bir tek gecenin insan ömrüne bedel olduğunu da anlatmak istiyor. (Bin ay, “83 sene 4 ay”a karşılık geliyor.) Çünkü Allah sözü, ilk olarak o gece kulla buluşmuş.
Dolayısıyla “İslami zaman”ın nirengi noktası denilebilecek gecedir Kadir Gecesi. Kendisini Müslüman addeden herkes için başka hiçbir şeyle yer değiştirtilmesi mümkün olmayan bir gece. İbadetin ve de “takva”nın, yani “yalan dünya” (“masiva”) hayhuyundan sakınmanın en fazla gözetilmesi gereken gece...
***

O yüzden her yıl hummalı bir Kadir Gecesi’ni eda ve idrak etme faaliyeti sergileniyor bu memlekette. Televizyonlar da zaten kutsal Ramazan ayıyla uyarlı şekilde “Leyle-i Kadr” üzerine özel yayınlar gerçekleştiriyorlar.
Bu yıl da Diyanet İşleri Başkanı’nın, iki eski başkanın da eşliğinde katıldığı, Ayasofya’nın “Muhammedi ibadet”e açık kısmında düzenlenen özel Kadir Gecesi programı, TRT Diyanet’ten canlı yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beştepe’deki Millet Camii’nde katıldığı özel program da Kanal D’de canlı ekrana geldi. Elhak, Nihat Hatipoğlu hocamız. ATV’de mutat iftar ve sahur programlarının arasına yine bir “Kadir Gecesi-Özel” yerleştirdi. Diğer pek çok kanal da özel yayın yaptı.
Fakat esas şu anlata anlata bitiremediğimiz “Kur’ân-ı Kerîm’i Güzel Okuma Yarışması”, son derece anlamlı şekilde İslamiyet’te gecelerin bu en güçlü, kıymetli, şerefli olanında “Final”ini gerçekleştirdi.
Kısacası, halkımızın en büyük meşgalesi televizyon, Kadir Gecesi’nin hakkını vererek ibadet, tilavet, tezekkür ve tesbihatla doldu taştı.
***

Peki, tüm bu “keyfiyet” dâhilinde gecenin en çok izleneni olarak reyting listesinde zirvede ışıl ışıl parlayarak karşımıza ne çıktı dersiniz?..
Elbette “Survivor-Ünlüler Gönüllüler”!..
“Acunsal enerji”nin kutsal ya da tinsel (manevi) enerji dinlemeyip Kadir Gecesi’ne bile galebe çaldığı yarışmanın “Yarı Final” yayınının en “dramatik” başarısı, “Final”iyle ekrana gelen Kur’ân okuma yarışmasını hayli geride bırakması oldu. Seyirci ekseriyeti, “Yahu Survivor’ın finali yarın, hiç olmazsa bu kutsal gecenin yüzü suyu hürmetine şu Kur’ân yarışmasının finalini seyredeyim” demedi.
Survivor, total izleyicide de, AB ve ABC gruplarında da birinci olurken Kur’ân yarışmasının finali totalde 15’inci olmuş. Üstelik Survivor’dan sonra yayına giren ve bir geyik muhabbeti mesabesindeki “Survivor Ekstra” bile onun üstünde 14’üncü sırada yer almış.
Dahası “Survivor Ekstra” ile eşzamanlı yayında olan Cumhurbaşkanı’nın katıldığı Millet Camii’nden Kadir Gecesi canlı yayını 47’nci sırayı ancak yakalayabilmiş!..
Kadir Gecesi’nde Survivor’ı bir tek Ramazan televaizlerimizin en popüler ve spektaküler (temaşaya açık) olanı Nihat Hatipoğlu hocamızın programı, o da sadece totalde zorlamış. AB ve ABC seyirci gruplarında ise Survivor’ın ardından diziler ve başka “lâdini” programlar geliyor.
Hatta AB’de izleyici “Kim Milyoner Olmak İster”e bile azımsanmayacak oranda meyletmiş.
Yani “masiva”nın para-pula dayalı zenginliğini, “mânâ”nın duaya, zikre, tesbihe dayalı zenginliğine tercih etmiş.
***

Hep olduğu gibi yine aynı noktaya geliyoruz: Dinbaz iktidar, sathî (yüzeysel) olarak hayatı ne kadar kutsalla dopdolu kılmaya çalışırsa çalışsın “beşer” bildiğini okuyor.
Kadir Gecesi’nde bile “realite-şov”un cazibesi, “Rahmanî cezbe”nin önüne geçebiliyor.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Onlar ölüyorlar ve biz seyrediyoruz - MİNE SÖĞÜT

Onlar iyi değiller ama biz de iyi değiliz.
Çünkü içeride zaman azalıyor çünkü dışarıda hiçbir şey değişmiyor.

Zaten kalbi olmayan bir devletten ısrarla ve ısrarla vicdani bir refleks bekleniyor.
İktidarın vicdansızlığını tescil etmek için iki insanın canı göz göre kurban ediliyor.
Onlar... Ölüyorlar...
Ve biz... Seyrediyoruz.
Reklamların, dizilerin, filmlerin, müziklerin, fotoğrafların ve haberlerin arasında arada sırada beliren iki insanın güzel ve yorgun görüntüsüyle;
Bir an irkiliyoruz, az gözümüz yaşarıyor, kalbimiz bir titriyor, aklımız azıcık gidip geliyor;
Sonra her şey normale dönüyor ve hayat devam ediyor.
Biz yaşıyoruz ve onlar ölüyor.
Böyle kumar olmaz; böyle hak aranmaz; böyle adalet istenmez.
İnsan canını her şeyden üstün tutmadan, Nuriye ile Semih’in kim olduğunu umursamadan, politik bir inatla, her ne olursa olsun diyerek, böyle bir eylemde sonuna kadar dayatılmaz.
Bu çekişmenin nihayetinde kazanan ya da kaybeden olmayacak.
Böyle giderse sonuç ölüme varacak.
İşin kötüsü devletin yaptığı her zamanki gibi yanına kalacak.
Dışarıda atılan sloganlar, kayıpların ardından yakılan ağıtlar ve ispatlanan devlet zulmü...
Hem siyasi hem de toplumsal bir ısrarın kirli lekesi olarak hepimizin alnına kazınacak.
Hiçbir şey yapmayarak her şeyi isteyenler...
Ve düzenin değişmemesinin suçunu hep başkalarına yükleyenler...
Muhalefetin yürüyüş eylemini hafif bulup ona burun kıvıranlar...
Ölüme yatmış iki insanın eylemini “onur” adına, “devrim” adına, “adalet” adına kutsayıp alkışlayanlar...
Zehirli inatlarla kutsadığı ve köksüz itirazlarla küçümsediği eylemler arasında sıkışıp kalan kalabalıklar...
Ezberlerinden vazgeçip bu eylemi bitirmek için artık ayağa kalkmalılar. 

***
Rus ruleti oynar gibi...
Eller tetikte, gözler kararmış, ölüm kapıda.
İktidar yılmazsa Nuriye ve Semih ölecek;
İktidar yılarsa Nuriye ve Semih yaşayacak.
Her iki durumda da geriye korkunç bir ahlak ve tehlikeli bir inat kalacak.
Açlık grevi yapanlar, kendileri şu noktadan sonra geri dönemeyebilirler.
Oysa hatırlayın, ikisi de ölmek değil yaşamak isteyen insanlar.
Çıktıkları yolda en zorlu yolculuğu yaptılar.
Artık yeter!
Çok geç olmadan onların sırtlarındaki yükü almak ve işin seyrini başka yöne doğru çevirmek gerekiyor.
“Nuriye ve Semih yaşasın” derken kime seslendiğiniz önemli...
Devlete söylenecek söz belli ama asıl açlık grevinin destekçilerine, o iki insanı işin sonuna kadar direnmeye teşvik edenlere haykırmak gerekiyor:
Nuriye ile Semih’i açlık grevlerini bitirmeye ne yapıp edip ikna edin;
Ve insan canından bir mürekkeple direniş metinleri yazmaktan da artık vazgeçin!


Mine Söğüt / CUMHURİYET

Bu nasıl bir ‘hukuk’tur? - Meriç Velidedeoğlu

Geçen hafta perşembe günü, “Beştepe Sarayı”nda, devlet protokolüne verdiği iftar yemeğinde, işte böyle, “Bu nasıl bir hukuktur?” diye haykırıyordu Erdoğan...
Son ABD gezisinde, Washington’da elçiliğimizin önünde bu ziyareti protesto edenlere, Erdoğan’ın korumalarının karşı çıkmasıyla ortaya dökülen çirkin görüntüler, bütün dünya TV’lerinde yayımlanmış, ABD de bu olayın sorumlusu olarak gördüğü “12 koruma” için tutuklama kararı almıştı, bu karara kızıyordu Erdoğan. 
 
Burada yine araya girip kendisinin bu haykırışının, “Hukuk etrafımızı saran, ancak ihtiyaç duyduğumuzda farkına vardığımız hava gibidir!” değerlendirmesini anımsatan bir örnek olduğunu belirtebiliriz; hele Erdoğan’ın “hukuk” anlayışı dikkate alınırsa, dört dörtlük bir örnek!
Konuyu sürdürürsek, şu soruyu sormalıyız: “Hukuk mu arıyor Erdoğan?”. Bir bakıma evet, hukuk arıyor... ABD’nin hukukunu hiç mi hiç beğenmiyor...
Peki, kendi ülkesinin hukukunu beğeniyor mu? “Bunun yanıtını daha geçen yıl verdi” diyen dostlar kuşkusuz haklılar; gazetemiz Cumhuriyet’in tutuklu görevlileri Can Dündar ve Erdem Gül hakkında, ‘Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu tahliye kararı için: “Sadece sessiz kalırım o kadar!” der; ne ki, bununla yetinmeyip sürdürür: “Ama onu kabul etmek durumunda değilim; karara uymuyor saygı da duymuyorum!” diye de bastırır... (28.2.2016) 
 
Bu sözlerine göre Erdoğan, ülkesinin hukukunu da beğenmiyor; öyle değil mi?
Dahası kendi beğenmediği gibi, ailesinin bireylerinin beğenmediğini de oğlu Bilal, bir “yolsuzluğa dair dosya çevresinde organize suç örgütleri kurmakla” ilgili ifade vermek için, “2 Ocak 2014” günü savcılığa çağrıldığında gitmeyerek ortaya koydu.
Oysa, bir “yurttaş” bu çağrıya uymazsa “gözaltı” kararı çıkarılır, yasa gereği. Bilal Erdoğan gitmeyince pekineoldu? Hiç, hiçbir şeyolmadı... Ama, Anayasa’nın onuncu maddesi, “Herkes, ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit” olduğunu bildirdiği gibi, hiçbir “aile”ye “imtiyaz” tanınmadığını da vurgular. 
 
İşte bunlardan dolayı beğenmiyor ülkesinin hukukunu Erdoğan. Peki, ne istiyor diye sorarsak, istediği hukukun öncü örneklerinden biridir diyebiliriz, “SOMA” maden kazasından sonra bu ilçeyi ziyaretinde ortaya koydukları. Madende gömülü kalan yakınları için çırpınanlara, “Madende çalışmanın fıtratında ölüm olduğunu” söylemesini, halk büyük bir tepkiyle karşılayınca, kaçıp bir markete sığınmıştı (15.5.2014). Ne var ki, markette protestosunu sürdüren bir gence bu ‘kural’dan, “fıtrat ve ölüm”den söz ettiği halde, protestosunu kesmeyince, bir güzel (!) tokatlayıp, “ceza”sını da verivermişti... 
 
Üç yıl önce yaşanan bu olay bir bakıma Erdoğan’ın nasıl bir “hukuk” istediğinin bir örneği gibi, “kuralı da kendi koyacak, cezayı da kendi verecek”, ehh artık bir de “Duçe” gerekecek; ne dersiniz?
Öte yanda bir ülkede türlü yöntemlerle yaratılan haksızlıklara, örneğin, yerli bir “Duçe”nin “Adalet”i yok edip inanılmaz uygulamalarıyla soluk alamaz duruma getirilen bir toplumun, bu düzene -yasalar çerçevesinde-direnmenin karşı gelmenin en etkili, en bilinen yollarından biridir “halkın topluca yürüyüş”e geçmesi. 
 
Bu tür “yürüyüş”ün, tarihte yer alan birçok örneği olduğu bilinir, bunlardan biri de -pek sözü edilmeyenlerden biri demek belki daha doğru olur-20. yy’ın ünlü Fransız düşünürü, yazarı J.P. Sartre’ın, ülkesindeki “De Gaulle” iktidarına karşı yaptığı yürüyüştür. 
 
“1950”li yılların en karışık dönemini yaşayan Fransa’nın başına geçmesi için çağrılan De Gaulle’ün, tam bir “tek adam” yönetimine karşı çıkan Fransız halkına dünyadaki durumu anlata anlata sabretmeleri için baskı yapan De Gaulle, J.P. Sartre’ın Paris sokaklarında, halkın katkısıyla gitgide kalabalıklaşan, büyüyen yürüyüşünün görevlilerce durdurulduğunu duyar duymaz, güvenlik güçlerinin geri çekilip yol vermesini, “Sartre Fransa’dır, yürüyen Fransa’dır!” diyerek ister De Gaulle. 
 
Kuşkusuz bu anımsatmaya, “Kılıçdaroğlu, Sartre değildir!” diyecek olan Erdoğan tutkunlarına, “bir adım ileri iki adım geri”ye dönüştürdükleri “Mehter Yürüyüşü”nü anımsatmak yeter sanırım.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

21 Haziran 2017 Çarşamba

Baba kuzuları… - L. DOĞAN TILIÇ

İnsanlar, yalnızca Ankara’dan Kılıçdaroğlu’yla birlikte değil, başka yörelerden de kalkıp İstanbul’a doğru yürüyedursunlar, bir babalar gününde yüzlerce “baba kuzu”su perişan oldu.

Vatan savunmasına, sınır boylarına, hatta bazen doğrudan ölüme gönderirken “Mehmetçik” diyoruz ya, en büyüğü yirmili yaşların başında çocuklar onlar. Sadece “ana kuzusu” değil, “baba kuzuları” aynı zamanda.

Bir aydan kısa bir süre içinde, Manisa’da, tam dördüncü kez yaşanan zehirlenme olayında binlerce “kuzu” hastanelik oldu. 23 Mayıs’taki ilk olayda hastanelik olan 1000’den fazla “kuzu”dan biri - ki anaları “kınalı kuzum” diye sever onları, asker ocağına gönderirken kına yaktıklarından ellerine - “şehit” oldu.

Şehit; bir çatışmada ya da düşmanla savaşta vurulduğu için değil, bayramda seyranda devlet büyüklerinin de kameralar karşısında onlarla birlikte kaşık sallayıp reklam yaptıkları karavanadan yedikleri için!

Adalet için yürüyor ya insanlar şimdi; yağmurda, çamurda, güneşte, 1000 kuzunun zehirlendiği, birinin de “şehit” olduğu 23 Mayıs’tan sonra ne yapmış  yetkililer adalet için?

Dünyanın herhangi bir yerinde, demokrasiden bir nebze nasiplenilmişse, böyle bir olayın ardından, aynı yerde tam dördüncü kez binlerce askerin zehirlenmesinin sorumluluğunu alan bir yönetici olurdu mutlaka.

Doğu’da, Japonya’da, birileri çoktan harakiri yapmıştı. Batı’da, herhangi bir demokraside, savunma bakanı birkaç kez istifa etmişti çoktan.

Bizde sorumsuzluk en önemli özelliği oldu sorumluluk mevkiindekilerin. İster madende yüzlerce işçi ölsün, isterse kışlada binlerce asker zehirlensin, kimsenin aklına istifa gelmiyor!

Akşam gazetesi, sorumlular adına bir sorumluya işaret etti dün: “Karavanadaki FETÖ zehiri mi?” manşetiyle. Soru işareti fazla aslında, ne varsa iktidarın sorumluluk alanında sar sırtına “FETÖ”nün, kurtul sorumluluktan.

Sorumluluktan kurtulurken “FETÖ”ye de en büyük kıyağı yap, her şeyi onun çuvalına doldurup soruşturulmasını kördüğüm ederek.

12 Eylül sonrası Mamak’ta en ağır koşullarda “uzun dönem“askerlik” yaptıktan sonra, oradan terhis olan bir grup arkadaş üstüne Burdur’da da “kısa dönem” askerlik yapmıştık, memleketin değişik yörelerinden, bizimkinden bambaşka hayatlardan gelen binlerce “bedelli” ile birlikte.

Biz “kuzu”luğu kalmamış ileri yaşta adamlardık ve aramızdan bazıları önceki hayatlarının şımarıklığı ile mutfakta patates soğan soymaya isyan edince, devreye soktukları torpille o iş de saatlerce nöbet tutan “kuzu”lara kalmıştı.

Bu kez “Mamak terhis” bizler isyan etmiştik; saatlerce nöbet tutan yoksul kuzuların bir de bizim patates soğanımızı soyması adalet değil diye!

Zamanla buna bulunan çözüm asker karavanasının da özelleştirilmesi oldu! Güya yücelterek Mehmetçiği, patates soğan soymaktan kurtararak onu, karavanayı da özel şirketlere bıraktılar!

Bir emekli komutan sormuştu dün; “Askerin yemeğini savaşta da şirket mi getirecek?” diye… Öyle bir yola girdi ki memleket, öyle iman etti ki iktidarlar Özal’dan bu yana, özelleştirerek güzelleştireceklerine memleketi, asker ve ordu da özelleşecek yavaş yavaş. Şirket gibi yönetilen memleket şirketleşirken, ordu da şirket olacak!

Babam bana hiç “kuzu” dedi mi, bilmiyorum. Torunlarına dedi ama… Coştuğu zamanlarda da “koçum” derdi. Göçtü gitti bu dünyadan. Ardında kendisiyle gurur duyan çocuklar bırakarak. Şimdi, biri Manisa’da zehirlenen kuzulardan epey büyük, biri onların yaşına gelmemiş iki oğlum var benim.Onlar “babalar günü”mü kutlarken benim, bir tek şey istedim: Tıpkı ilkokul öğretmeni Alaettin Hoca’dan bana kalan en önemli şeyin “gurur” olduğu gibi, benim de onlara bıraktığım en önemli şey gurur olsun!


Ne bir tek kuzu zehirlensin karavanadan, ne bir tek kuzu “şehit” olsun çözmeyi beceremediğimiz meselelerden ötürü, ne açlık grevini tek çare görsün işlerinden olan kuzular, ne de adalet ve özgürlük aramak için uzun yürüyüşlere mecbur kalsın çocuklarımız!

Baba kuzuları babalarının çektiklerini çekmesinler diye, dizlerimizin son dermanına kadar yürümeye değer!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Kılıçdaroğlu: Son durak Maltepe olmayacak - ÇİĞDEM TOKER

Hava kapalı, Çamlıdere’de yağmur yağdı yağacak. Ama bu durum kimselerin moralini bozmamış. Yemyeşil ufuk, çam, servi ağaçlarından yükselen orman kokusu iyimserlik ve güleryüzden başka seçenek bırakmıyor. Şüphesiz, tarihi grup toplantısı için gelmiş kitleye hâkim asıl motivasyon, “adalet” için orada olmak. 
 
Toplantının oturma düzeniyle tek tek ve en ince ayrıntısına kadar ilgilenen Grup Başkanvekili Özgür Özel, basın mensuplarına özel ihtimam gösteriyor. Dahası, partililerden de aynı özeni göstermeleri çağrısında bulunuyor. Habercilerin, “patronajları” dolayısıyla ötekileştirilmemesi gerektiğini vurguluyor. Megafondan hem de... 
 
Çamlıdere, artık Bolu’ya yakın bir güzergâh olduğu için, grup toplantısına İstanbul’dan gelen konuklar da çoktu. Altıncı günün sabahını da öğleye dek üç saate yakın yürüyen Kılıçdaroğlu, grup toplantısı öncesinde hazırlık yapmak üzere karavanda bir süre dinlendi. 
 
Kemal Bey, siyah yağmurluk içinde, çevik adımlarla kürsüye geldiğinde, ormanlık alanda geçen yıl kaybettiğimiz Vedat Türkali’nin efsane şiiri “Bekle Bizi İstanbul”un şarkısı çalıyordu. Altıncı günü dolduran yürüyüşün Kemal Bey’e iyi geldiği belli. Hareketlerindeki dinamizm konuşmasına da yansımış. Tempo daha akıcı.
***
Kılıçdaroğlu 15 Temmuz gecesi linç edilen üç genç askeri tek tek, isim isim andı. İktidar sözcülerinin takipçisi olunacağı sözü vermesine karşın soruşturma dahi açılmadığını üzerine basa basa aktardı. Anne babaları tutuklandığı için korumasız kalan çocukları, anayasa hukukçusu Prof. Kaboğlu’nun nasıl ders veremez hale geldiğini, işine geri dönme talebiyle, açlık grevi yaparken tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya selam saygı gönderdi. 
 
Burada sayamadığım Kılıçdaroğlu’nun andığı tüm haksızlıklar, o toplantıyı bir parti etkinliği olmaktan çıkardı. Tüm ezilenlerin, bu yürüyüşün ezilenlerin ve mağdurların sesi olması yolundaki adımların büyüdüğünü hissettirdi. Konuşmasının bitimine doğru açılan devasa boyutlardaki “Yalnız Yürümeyeceksin” pankartı, büyük alkış aldı. 
 
Toplantı bitiminde Kılıçdaroğlu yeniden yürüyüşe geçtiğinde, selam verdim. Kısa hal hatır sormanın ardından “Arkadaşlarımız sizin yazılarınızda değindiğiniz bir konuda gensoru hazırlığı başlattı” dedi. Yürüyüş güvenliğini aksatmamaya çabalayarak hangi yazılar olduğunu sorduğumda, Karayolları’nın davetli ihale yöntemiyle yaptırdığı projelere dair yazılarım olduğunu öğrendim. İyi bir haberdi bu... 
 
Eşi Selvi Hanım ile birlikte ritmik ve tempolu adımlarla yürürlerken Maltepe’den sonraki hedeflerini sordum. Kemal Bey, “Orada bitmeyecek. Devamı da olacak” dedi. 

***
CHP, Adalet Yürüyüşü sırasında, Ankara’daki programlı toplantılarını sürdürecek. Sözgelimi bugün MYK, daha sonra il başkanları, sonrasında da Parti Meclisi toplantıları.
 
Kılıçdaroğlu sakin, kararlı. Ne yüzünde ne de adımlarında bir yorgunluk belirtisi gözleniyor.
Yerleşim alanlarının dışında yapılan grup toplantısına, TV kanallarının ekip göndererek yayın yapması dikkate değer bir kırılmadır. Bu yürüyüşün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından artan sıklıkla yasadışı olarak nitelenmesine karşın bir terör eylemi değil, demokratik bir hak olduğunun tescili ve halkın haber alma özgürlüğüne de sahip çıkılması anlamına da geliyordu.
Bu yanıyla yürüyüşün, henüz tamamlanmadan dahi bizzat kendisinin adalet arayışına dikkatleri çekmesi bakımından bir sonuç olduğunu söylemek mümkün.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Suriye’nin Leningrad’ı - CEYDA KARAN

Suriye’nin Stalingrad’ı Halep’ti. 

 
İhvan’dan El Kaide’ye uzanan şeriatçı gruplar önce 2011 yazında silahlı isyanlarına katılmayan Haleplileri “hain” ilan etmişti. Haleplilerin bir kısmı bir sene sonra bu grupların mahallelerine yerleştiğini gördü. Şehir yıllarca Batı medyasında “Suriye ordusunun kuşatması altında” diye sunuldu. Aksine asla tümüyle cihatçı grupların eline düşmemişti. Ve yıllar süren ağır savaşın ardından Halep, doğu mahallelerinde sıkışan gruplardan ancak altı ay kadar önce özgürleştirilebildi.
Batı’daki medyacıların El Kaidecilere dayanarak yürüttüğü, çocukları meze yaptığı kampanyaları boşa çıktı. Bugün kurtarılmış ve eski haline dönmeye çalışan Halep’ten söz açmıyorlar. En son birinci sayfalarını süsledikleri “Ümran”la ilgili yalanları serilmişken, edecek kelamları yok. 

***
Suriye’nin Leningrad’ı ise Deyr ez Zor’dur.
İkinci Dünya Savaşı’nda Eylül 1941’de Nazi Almanyası’nın kuşatması altına giren, bugünkü ismiyle St. Petersburg. Leningrad, Ocak 1944’te Sovyet güçleri yetişene dek 872 gün kuşatma altında kalmıştı. En yıkıcı ve ağır kayıpları vermiş şehirlerdendi.
Tıpkı bugün IŞİD tarafından iki seneden fazladır kuşatılmış olan 100 binden fazla sivil ve Suriye ordusu birliklerinin sadece havadan yardım aldıkları Deyr ez Zor gibi. Haritayı açıp bakın. Suriye’nin doğusunda küçük bir adacık göreceksiniz. Onları kurtarmak Suriyeliler için “onur meselesi”.
Ne ironik ki Batı’da kimse Deyr ez Zor’dan da, 100 binden fazla sivilden de söz etmiyor. Onlar için medya kampanyaları yok. BM gık demiyor. Yine misal Suriye ordusunun sıradan ailelerin evlatlarından oluşan askerleri Batı medyasının medyatik savaşçıları olamıyorlar. IŞİD’le mücadeleyi dillerinden düşürmeyen Batılılar, niçin Deyr ez Zor’dan söz etmezler? Çünkü orası, yasadışı bir savaşta bir ülkeyi etnik ve mezhep hatlarına göre bölme planının parçası. Malum “mikronlarına bölünmek” bu topraklarda trendy.
***

ABD işgal güçleri pazar günü bölgede Suriye Hava Kuvvetleri’ne ait bir SU-22’yi düşürdü. Suriye ordusu, uçağın IŞİD mevzilerine saldırırken vurulduğunu iddia etti. Suriye’de “IŞİD’le savaş” temasıyla bulunan ABD ordusu, SU-22’nin SDG’ye saldırdığını ve “nefsi müdafaa” için vurulduğunu öne sürdü. Tabii uluslararası hukukta eylemi tümüyle yasadışı. Rusya bunun “ağır saldırganlık” ve “teröristlere yardım” (yine IŞİD’e yaradığından) olduğunu duyurdu. Rivayet o ki olayda SDG’nin bazı unsurlarının provokasyonu söz konusu. Bilmek mümkün değil.
Haritaya bakınca hakikat yüze çarpıyor. Güney çıkışı hariç üç koldan sarılmış Rakka, olay yerinin kuzeydoğusunda, çok uzakta. SDG, Rakka’yı aşacak şekilde güneye sarkmış. Dolayısıyla asıl soru kimin kimi vurmaya çalıştığı değil, kimin, nerede, ne aradığı…
Suriye ordusunun hedefinde Deyr ez Zor var. Oraya Palmira’dan da yükleniyor. Ama 130 km’lik mesafede el Suknah gibi IŞİD kalesini aşmak gerek. Kuzeyden 100 km’lik mesafedeki Rusefa en mantıklısı. İşte uçağın vurulduğu yer burası. Yani ABD komutası önlerini kestirmiş oluyor. 

***
ABD bölgedeki siyasal İslamcı ortaklarının vekâletinde giriştiği rejim değişikliğini eline yüzüne bulaştırınca, geriye Suriye’nin kuzeyi ile güneydoğusundaki çöller kaldı. Ürdün’de “Yeni Suriye Ordusu” devşirildi. ABD ve Britanya özel güçleriyle birlikte Irak sınırının dibindeki El Tanaf’a yerleştiler. Lakin pek başarısızlar. En son Suriye ordusu ve müttefikleri El Tanaf’ın kuzeyinden Irak sınırına erişip Irak güçleriyle birleşiverdi. ABD güçlerinin IŞİD’le karadan savaş hattı kesildi, varolma gerekçeleri kâğıt üzerinde bitti. Olsun, kim takar.
Kuzeyde ABD korumasında heveskâr ve etkili ortaklar Kürtler var. Hem sekülerlikleriyle ABD’yi “siyasal İslamcılık” belasından kurtarıyorlar, hem iyi savaşçılar. Her yere de koşuyorlar. Üç koldan sarılmış Rakka muhakkak düşecek. Sonrası Allah kerim... 

***
Velhasıl Suriye’den emperyalistlerin komutasında pay kapma savaşı bitmedi. Umarız Deyr ez Zor birileri yetişmeden evvel düşmez de bölge ahalilerine bir başka ağır “kan davası” miras kalmaz.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

İlhan Mansız nasıl elenir?! - TAYFUN ATAY

Bu sene Survivor’da İlhan Mansız’ı gördüğümde gözlerime inanamadım. Çünkü, daha önce de yazmıştım (Acun’la da tartıştık bunu), Survivor, bir yönüyle, “düşmüş ünlüler” için rehabilitasyon ünitesidir. Yani kamuoyunda bir dönem ünlü olmuş ama artık çaptan düşmüş spor, müzik, film, şov ve eğlence dünyasının bazı isimlerine son bir nefes üfleme ameliyesi gerçekleştirilir orada.
Tabii bu genelde böyledir, istisnalar elbette olmuştur. Fakat İlhan, eşsiz bir istisnadır. O, “Survivor-Ünlüler Gönüllüler” tarihinde karşımıza çıkan en flaş isim... Çünkü şöhreti, onu ömür boyu taşıyacak kapasitede. Survivor’a da hiç ihtiyacı yoktu.
Ama Survivor’ın onun gibi bir isme ihtiyacı çoktu ve İlhan bu ihtiyacı giderdi.
Bunca yıl emek emek inşa ettiği şöhreti de bir ölçüde “giderme” pahasına üstelik!..
Beşiktaş’la özdeş, Milli Takım’ı 2002’de Seul’deki Dünya Kupası’nda yaptığı “altın vuruş”la yarı finale taşımış, dünya üçüncülüğünde de büyük pay sahibi olmuş 41 yaşındaki İlhan Mansız, Survivor’da önceki gün “Gönüllüler” takımından 24 yaşındaki Ogeday’a elendi. Halktan, Ogeday'a göre daha az oy aldığı için…
İlhan’ın elense bile şovdaki duruşu ile örnek bir kişilik sergilediğini ileri sürenler var. Bu yorumları hayli iyimser ve biraz da “plastik” buluyorum.
Efsaneleşmiş bir futbol kariyeri, büyüleyici bir “aura” ve onu hayranlıkla takip eden herkes için cezbedici bir gizemlilik; bunların hepsi İlhan Mansız’ın 5 ayı aşkın Survivor performansında bence tuzla buz oldu.
İlhan, “büyübozumu”na (“disenchantment”) uğradı.
Survivor boyunca herkes, bir “idol”ün “insan” mertebesine, yani biz zavallı ölümlülerin dünyasına inişine tanık oldu!..
Yer yer gereksiz, belki haklı da olsa yanlış (en önemlisi, herkesin kafasında oluşmuş imajına aykırı) şekilde ona buna sergilediği öfkesiyle;
Takımı içinde önce bir grupla stratejik ittifak içerisine girip bir süre sonra tekrar “Tek Adam”ı oynamak istemesindeki çelişkili, tutarsız tutumuyla;
Ve en önemlisi parkurlarda başta iyi performans sergilese de giderek yaşının da icabı olarak hayli sıkıntılı, hatta acınası durumlara düşmesiyle;
Kısacası tam bir “Kurt kocayınca…” vakasına dönüşmesiyle İlhan Mansız, bir şöhret olarak Survivor’da irtifa kaybına uğradı, gözden düştü.
Yine de onun oylamada daha “dünkü çocuk” denilebilecek bir isme elenmesini açıklamak kolay değil. Acaba neredeydi ki onu sevenler?..
Cevabın izini, aylar-haftalar boyunca onun yüz ve beden çehresine de yansıyan tokluk ve doygunluk havası üzerinden sürebiliriz miyiz dersiniz? Ve daha genel çerçevede İlhan’ın Survivor’da konumlanış altyapısı ile de bağlantısı kurulabilir mi bunun?..
İlhan Mansız, kendisi çok ama çok istediği için değil, kendisinden istenildiği, hatta davet edildiği için orada olduğu izlenimini sanırım herkese verdi.
E, öyleyse hepimiz İlhan’a müteşekkirizdir ama o, bu haliyle, hele ki sırf bundan dolayı Survivor olmayı da hak etmiyordur.
Bunun 180 derece zıddı noktadaki Ogeday ise etiyle kemiğiyle, yüz jestleri ve sözleriyle, hırçınlığıyla, “yırtma” arzusuyla tam bir hırs küpü olarak karşımızdaydı. Eğer İlhan’ı karakterize eden “tokluk” ise, Ogeday’ı karakterize eden de “açlık”tı. Ve bu, kendisini onunla özdeştiren seyircinin de onun arkasında sıkı sıkı durmasına, genel oylamada da SMS’leri belli ki sular seller gibi akıtmasına yol açtı.
Diğer taraftan İlhan’ı seven izleyiciye ise muhtemelen ondaki “klas” doygunluk ve oturmuşluk havası sirayet etti. Kim bilir, buna bağlı olarak da destekte rehavet ve edilgenlik söz konusu oldu. Pek çok “İlhan’cı”, “Ya, o zaten bir marka, ben olmasam da oyları çoktan patlatmıştır” noktasında takılmış olabilir. Yarışmada onu tutanların her biri İlhan adına sorumluluğu yek diğerine bıraktı belki de…
Sonuçta tabii büyük şaşkınlık oldu İlhan elenince... Gözlem ve kanaatim o ki kendisini de, rakibi Ogeday’ı da şaşırttı sonuç. Öyle ki Ogeday çoktan “ayrılık gözyaşları” dökmeye başlamıştı bile!..
Böylece Survivor’ın ünlüler, ama “gerçekten” ünlüler için de ne kadar riskli bir zemin olduğu ortaya çıkıyor.
Survivor “düşmüş ünlüler” için bir rehabilitasyon merkezi iken toplumun gözünde ününü hâlâ koruyanlar için de bir “şöhret-öğütme makinesi” gibi işleyebiliyor!..

Öyle ki İlhan, bundan sonra kimsenin gözünde o eski “İlhan Mansız” olmayacak.
“Survivor İlhan” oldu artık o...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Demokrasi ve özgürlüğe adanmış bir yaşam - NEVZAT HELVACI (Hukukçu)

İlhan Selçuk, Türkiye’de Aydınlanma devrimine önemli katkılar yapmış gerçek bir aydın ve yetkin bir düşün insanıydı. Zengin bir bilgi birikimi vardı ve bu sayede ülke sorunlarını doğru değerlendiriyor ve tutarlı çözüm önerileri üretiyordu. Geçen yıl İlhan Selçuk’u anmak için yazdığım yazıda şöyle demiştim: “İlhan Selçuk’u, Cumhuriyet’te açtığı ‘Pencere’den tanıdım. O Pencere aydınlığa açılıyordu. Oradan bakınca ulusal bağımsızlığın önemini, laik Cumhuriyetin toplumumuza kattığı değerleri, ulaşılması gereken hedeflerden birinin demokrasi olduğunu öğrendik. Bilimsel yaklaşımın ve düşünsel tutarlılığın ne olduğunu anlamak, yurtseverliğin erdemini görmek için o Pencere’den bakmak yol göstericiydi. O Pencere bir açıköğretim üniversitesi gibiydi. Emeğin değerini, sosyal dayanışmayı, örgütlü savaşımın önemini en yalın biçimde anlatan ve topluma bilinç taşıyan bir halk kürsüsüydü o Pencere.”

Nasıl bir Türkiye?
Şimdi düşünüyorum: İlhan Selçuk bugün yaşasa ve o pencereden baksa nasıl bir Türkiye görecekti? Sonra günümüzde yaşananlara bakarak aklıma şu geliyor: Yaşasaydı acaba ülkeye ve dünyaya Cumhuriyet’teki Pencere’sinden mi yoksa Silivri Cezaevi’nin penceresinden mi bakıyor olurdu? Salt gazetecilik etkinliklerinden ötürü 12 Cumhuriyet çalışanı içeride olunca, ister istemez insanın aklına böyle sorular geliyor. Gerçi o cezaevinde tutukluların dışarıya doğrudan bakabileceği bir pencere var mı, onu da bilemiyorum. Ama şunu biliyorum: İlhan Selçuk’un “düşünce penceresini” kapatmaları olanaksızdır. Geçmişte tüm baskılara, işkencelere, soruşturma ve davalara karşın bunu başaramadılar. O, her koşulda devrimci tutumunu ve ilkeli tavrını koruyabildi. Hatta Ziverbey Köşkü’nde, ağır işkence altında olmasına karşın el yazısıyla yazdığı savunmasında, akrostiş yoluyla işkence altında olduğunu kayda geçirmeyi başardı. Ama biz yaşı nedeniyle tutuklanmaktan kurtulduğunu varsayalım ve Cumhuriyet’teki Pencere’si açık olsun. O Pencere’den iyi şeyler görmesi olası mı?

Sıfır demokrasi
İlk göreceği şey, yıllarca savaşımını verdiği demokrasiden hiçbir izin kalmadığı olacaktır. Sonucu tartışmalı bir halkoylamasıyla kurulan, tüm denge ve denetleme düzeneklerinden yoksun totaliter bir tek adam rejiminin demokrasi diye adlandırılması elbette olanaklı değil. Demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından birisi erkler ayrılığıdır. Yeni düzenlemeyle yetkileri daraltılmış, kanun hükmünde kararnamelerle yasama etkinliği sınırlandırılmış bir Meclis, yine bu düzenleme ve uygulamalarla siyasal iktidarın güdümüne sokulmuş bir yargı organıyla erkler ayrılığı yaşama geçirilebilir mi?

Ufukta ışık yok
Ülke OHAL kararnameleriyle yönetiliyor. Yargı organı bu yönetimin işlemlerini denetlemekten kaçınıyor. “Milli irade” sözünü ağızlarından düşürmeyenler, o iradenin bir parçası olan milletvekillerinin tutuklanmasında sakınca görmüyor, yolunu açıyorlar. Dünyada en çok gazeteci tutuklayan ülkeyiz. Açığa alınan, işinden atılan akademisyen, öğretmen, yargıç ve öbür kamu görevlilerinin sayıları on binlerle ifade ediliyor. Bunların büyük bölümü açlık ve sefalete terk edilmiş durumda. Açlık grevinde olanlara çözüm olarak tutuklama öngörülüyor. Cezaevleri zindancılık anlayışıyla yönetiliyor. İnsan hakları ihlalleri ve işkence olaylarında artışlar gözlemleniyor. Dış politika çıkmazda, Avrupa Birliği ve komşularımızla ilişkiler çekişmeye dönüştü. Burada dile getiremediğimiz çok sayıda sorunla birlikte yaşıyoruz. Kimi deneyimli politikacılar ufukta ışık görünmediğinden yakınıyor.

İnsanın devrimi
İlhan Selçuk, konuşmacı olarak katıldığı kimi toplantılarda, ilkel insanın iki ayağı üstüne doğrulmuş olmasını “devrim” olarak nitelendiriyordu. Buna yazılarında da değindi. İki ayağı üstüne kalkan insanın elleri, yürüme işlevine katılmaktan kurtuluyor, başka amaçlarla kullanılmasına olanak sağlıyordu. O ellerle “alet” üretilebiliyor, üretilenler kullanılabiliyordu. Alet kullanma, uygarlaşmanın başlangıcıdır. O ilkel insan bu sayede birçok sorununa çözüm buldu. İlkellikten kurtulmuş insan da, yukarıda sözünü ettiğimiz sorunlara bir çözüm bulacaktır. Bu noktada İlhan Selçuk gibi bilge insanlara gereksinim vardır.

Saygıyla anıyoruz
Bir noktaya daha değinmekte yarar var. Demokrasi savaşımı verenler arasında bir umut kırıklığı yaşandığı görülüyor. Umudu yitirmek, yenilgiyi kabul etmek ve giderek teslim olmak gibi bir sonuca yol açar. Bu toplum, eski deyimle çok büyük badirelerle karşılaştı ve sonunda bir biçimde onu aşmayı başardı. Bugünün sorunları da er geç çözüme kavuşacak, demokrasi egemen olacaktır. Bundan hiç kuşkum yok. Yaşamını, demokrasi ve özgürlük savaşımına adamış büyük yazar İlhan Selçuk’u saygı ile anıyorum.

Nevzat Helvacı/CUMHURİYET - Olaylar ve Görüşler

20 Haziran 2017 Salı

Arda sen de bize oy verme! - ORHAN GÖKDEMİR

Sendikalardan esnaf odalarına, güreş federasyonunda futbola, camiden gazeteciler cemiyetine her şeye kendince biçim vermeye çalışan bir parti var iktidarda. Devletin bütün olanaklarını kullanarak hemen her şeyi kendi lehine göre şekillendirmeye çalışıyor. En başarılı olduğu alanlardan biri de futbol.

Futbol Federasyonu’nun başında “reis”in inayetiyle oturan bir işadamı var. İçinde İstanbul’un gizli belediye başkanı olduğu söylenen Göksel Gümüşdağ ikamet ediyor. AKP organizasyonu Başakşehir var, Kasımpaşa var, Osmanlıspor var. Emre Belözoğlu, Rıdvan Dilmen, Arda Turan, Fatih Terim gibi ayaktopu şahsiyetleri var. Adı geçenlerin hepsi AKP’ye ve saraya mesafesi oranında futbolda bir etki-yetki hiyerarşisi oluşturuyor.


Bütün bu karmaşık tablonun gelip düğümlendiği yer ise Milli Takım. Astronomik maaşlar ve uçsuz bucaksız primlerin havada uçuştuğu ama buna karşın başarının sıfır olduğu bir organizasyondan söz ediyoruz. Son günlerde yine gelenek olduğu üzere Dünya Kupası’na katılım bileti almak için çabalamakta. Ballı bir gurupta zar zor üçüncü sıraya tutundu. İlerideki maçlarına bakılırsa orada tutunmasının da öyle kolay olmadığı apaçık ortada.

Arda krizi işte böylesine nazik bir zamanda patladı. Geçmiş, birikmiş hesapları aynı uçakta yolculuk ettiği bir gazeteciye fatura etmeye kalkıştı Arda. Boğazını sıktı, küfür etti. Sebebi, gazetecinin geçmişte patlak veren bir prim davasını haberleştirmiş olması. İlginç; uçaktaki kavgayı haberleştirmek isteyen medya internette fotoğraf aramaya koyulduğunda Arda ile boğazını sıktığı gazetecinin sarmaş dolaş fotoğrafı ile karşılaştı. Mağdur gazeteci Futbol Federasyonu Başkanı’nın gazetesinde çalışıyordu. Tuhaf bir durum ortaya çıkmıştı böylece. Hem gazetecinin, hem de onun boğazına sarılan futbolcunun maaşını aynı kişi veriyordu.

Olayın duyulması üzerine bir basın toplantısı düzenlendi alelacele. Arda Turan çıkıp konuşacak, pardon falan diyecek, bir maç ortalıkta görünmeyecek durum tatlıya bağlanmış olacaktı. Fatih Terim böyle olsun istemişti. Ama Arda aşırı motive olmuştu. Çıktı. Yaptıklarının arkasında olduğunu söyledi ve milli takımdan istifa ettiğini açıkladı. Haliyle arkada ne planlandıysa tersi oldu. Biri “bıraktım”, öteki “ben gönderdim” dedi. Öyle sırlı, dolambaçlı ve tuhaf konuşmalar yapılıyor ki kimin kime ne dediği hala büyük bir soru işareti. Ne olduğunu anlamanın tek yolu perdenin gerisine bakmak.

***

Perdenin gerisinde ise sadece ayak oyunları var. Gazeteci Fatih Altaylı’ya göre Bilal Meşe'ye Arda ve diğer oyuncuların prim nedeniyle sorun çıkardığı haberini Milli Takım sorumluları uçurdu. Hesaplaşma o hesaplaşma. Demirören ve Terim’e diş geçiremeyen kaptan gazeteciden aldı hırsını. Ama Demirören olayın ardından yaptığı açıklamada neredeyse çalışanı olan gazeteciyi haksız çıkaracak ifadeler kullanmıştı. Arda, referandumda “evet” dediği için hedef seçilmiş, linç edilmeye kalkışılmıştı. Altaylı diyor ki, Yıldırım Demirören'e referandumla ilgili ilk aklı Rıdvan Dilmen verdi. Olup bitenin referandumla hiç alakası yok.

Peki, bu kavganın sebebi ne? İddialara göre Arda ve bir kısım futbolcuyu yönlendiren Rıdvan Dilmen. Dilmen’in ortağı da TV patronu Acun Ilıcalı. Futbol ayağında Emre Belözoğlu var. Arda ve arkadaşlarını Yıldırım Demirören ve Fatih Terim’e karşı kışkırtan ekip bu. Bu kamplaşmayı içeriden takip eden Altaylı’nın ifadesiyle Futbol Federasyonu 7 kocalı Hürmüz. İçinde bakanlar var, milletvekilleri var, güç odakları var, bu işten nemalanmak isteyenler var, bu işe siyaset bulaştırmak isteyenler var… Şöyle gerisi; “Orada 40 tane denge var. (Başakşehir Başkanı) Göksel Gümüşdağ mı daha yukarıda, Yıldırım Demirören mi? Medya içerisinde de güç odakları var. Yayıncı kuruluşu var, yayınlamayıcı kuruluş var. Milli Takım yayıncısı olan kuruluşun sahibi var, futbolcular var, yorumcular var, bin tane yer var. Ama bütün bunların göbeğinde de biliyoruz ki Rıdvan Dilmen var…"
Tevekkeli değil Arda krizi patlayınca Rıdvan Dilmen ekrana fırlayıp Arda’nın avukatlığını yapmaya çalışmıştı. İddialara göre ekibin amacı Fatih Terim’i yollayıp, Rıdvan Dilmen'e daha yakın olan bir teknik direktörü göreve getirmek. Rıdvan neden böyle bir şey yapmak istiyor? Belli ki Rıdvan’ın ipleri de daha tepe de, külliye civarında. Yani Rıdvan sadece bir vasal. Toplumda yeni derebeylikleri oluşmuş durumda. Örneğin Kadir Topbaş o derebeylerinden biri. Fatih Terim de öyle. Diş geçirmek zor bu insanlara. O gücü Arda ve arkadaşlarını kullanarak kırmaya çalışıyorlar.

***

Fatih Terim’in çırağı. Galatasaray’a yükseldi. Oradan Atlatico Madrid’e ve ardından Barcelona. Arda’nın bu hızlı yükselişte elbette ayaktopundaki yeteneğinin payı var. Ancak Atlatico’da biraz, Barcelona’da az buçuk oynadı. Sonra Bayrampaşalılık damarı ağır bastı. Mankenlerle nişanlanıp boşanmalar, sonu belirsiz demeçler… Rıdvan’ı arkalayıp referandum videosu hazırlamalar. Haklı olarak toplumun bir kısmının nefretini kazanmakta gecikmedi. Uçakta bir gazeteciye ağır küfürler etmesi de bu tabloyla uyumlu. “Megalomaniden pas alıp narsizme gol atan cüreti cehalet kaynaklı bir futbol fenomeni”nden söz ediyoruz.

Bu olaylar olunca basın Arda’nın Barcelona’da da hiçbir arkadaşının kalmadığını, herkesin onu gitmesini istediğini keşfetti. İkiyüzlülük sırf Arda’ya özgü değil ki. AKP müdahalesinin futbolu getirdiği yeri bir gazeteci şöyle özetledi: “Metin Oktaylardan, uçakta mafyacılık oynayan kaptanlara kadar düştük…”

Uçakta ana avrat, din iman dümdüz etmişti Arda. Sonra ne yaptı biliyor musunuz? Umreye gitti. Tuhaf, yardıma muhtaç kadınları camiye atıp tecavüz eden müezzin de olay sorulduğunda, “yorum yapmayacağım umreye gidiyorum” demişti. Belli ki toplumun bir kısmının vakıf olduğu bir şifre bu. O umredeyken İspanya’da kumarda kaybettiği büyük paralar konuşuluyordu. Yeni Türkiye’nin yeni sporcu karakteri bu. Haberi hazırladığımız sıralarda eski topçu Tanju Çolak ve aktif topçu Ozan Tufan gözaltına alındı. Suçlamalar çek senet mafyası ile ilişkilerden vergi kaçırmaya kadar çeşitleniyor. Üstelik bazılarının bu konudaki sabıkaları da oldukça kabarık.

Şike yasasının ardından futbolda kopan fırtına çoktun unutuldu. Ne şike var, ne yolsuzluk. En azından Arda Turan vakası elde patlayıncaya kadar böyle gösteriliyordu. Şimdi anlaşıldı ki, şike artık futbolun kendisi. AKP dokunduğu her şeyi çürüterek ilerlemeye devam ediyor özetle. Enkaz kaldırma faaliyetleri belli ki çok uzun sürecek…

***

TKP yıllarca önce Emreli seçim kampanyası yapmıştı. Mottosu şuydu: Emre bize oy verme… Görüldüğü gibi arada ayaktopu ayakyoluna gitti. Diyecek yeni bir şey yok. Arda sen de bize oy verme!

Orhan Gökdemir / SOL

Sıra “AK-PAK Partisi”nde! - ATTİLA AŞUT

Türkiye’de yıllar önce “AKP-AK Parti” tartışması başladığında, dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “AKP ak değil ki AK Parti diyelim” demişti.

CHP, son dönemde tutum değiştirdi. Parti yönetimi, Anayasa değişikliğine ilişkin halkoylaması sürecinde, “AKP demeyelim, AK Parti diyelim” demeye başladı. Bu keskin dönüşün gerekçesi, “AKP’li yurttaşları incitmemek, onların da gönlünü kazanmak” diye açıklandı. Konuyu son Anayasa değişikliği sürecinde gündeme getiren CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, partisinin yeni yaklaşımını şöyle dillendirmişti:“Alışılagelmiş üslubumuzu ve yöntemimizi bırakacağız. Çok açık, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren en az yüzde 20 seçmenin oyunu almaya ihtiyacımız var. Bu oyu alabilmek için başka çaremiz yok. O zaman onların önem verdiği değerleri, onları rahatsız edecek şekilde sarsmayacağız. Mesela ‘AKP’ demeyeceğiz arkadaşlar. Konuşurken ‘AK Parti’ diyeceksiniz. Halkoylamasında ‘Evet’ diyecek olan Adalet ve Kalkınma Partiliyi ‘Hayır’a ikna etmek için konuşmaya başladığında neye ihtiyacın var? Dinletmeye ihtiyacın var. ‘AKP’ dediğin anda dinlemiyor.”

Yani dilsel bir konu, halkoylaması sürecinde CHP’nin propaganda çalışmalarının taktik bir manevrasına dönüştürüldü.

Peki, bu yeni söylem ne kadar işe yaradı?

CHP “AKP” değil de “AK Parti” dedi diye, bu partinin yandaşları halkoylamasında “Evet”ten vazgeçip “Hayır”a mı yöneldiler?

•••

Ana muhalefet partisi olarak CHP’nin en büyük sorunu, özgüven ve cesaret eksikliğidir. Tüm politikalarında, “Aman böyle yaparsak ne derler?” kaygısı egemen. Doğru olanı halka kararlılıkla anlatmak yerine, demagojik suçlamalardan çekinerek savunmacı bir çizgi izliyorlar. Bu da her konuda mevzi yitirmelerine yol açıyor.

16 Nisan’da hileli bir halkoylamasına tanık oldu ülkemiz. “Hayır” oyları, sandık oyunları ve mühürsüz pusulalarla yok sayıldı. Halk o gece öfke patlaması yaşarken, CHP yönetimi sessiz kalmayı yeğledi. RTE’nin deyimiyle “Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra”, Kılıçdaroğlu’ndan, “Biz bu sonuçları tanımıyoruz, tanımayacağız!” açıklaması geldi. Gecikmiş bir çıkıştı. Üstelik arkası gelmedi. Ortalık yatıştıktan sonra, “tanımayacağız” sözü büsbütün unutuldu. Oysa hileli halkoylamasının yenilenmesi için tarihsel bir fırsat doğmuştu. CHP o gece halka doğru önderlik edebilseydi, Türkiye’de çok şey değişirdi…

•••

RTE, bir süre önce “büyük aşk”ına, yani kurucusu olduğu partinin başkanlığına yeniden kavuştu. Aslında hiç ayrılmamıştı ya, neyse… O artık resmen AKP Genel Başkanı...

(Bakın, Recep Tayyip Erdoğan’ın kısaltmasını RTE diye yazıyoruz ama kimse kızmıyor. Çünkü o, tescilli bir marka. Peki, AKP deyince neden rahatsız oluyorlar?)

Deniz Baykal, şimdi soruyordur herhalde partisine:

-Arkadaşlar, AKP “aklandı” mı ki “AK Parti” demeye başladık?

CHP, bu kıvrak dönüşüyle AKP’den teşekkür bekliyordu. Ama tersi oldu. Parti sözcüleri ve yandaş gazeteler, “CHP 15 yıl sonra doğruyu gördü, dilini değiştirdi” diye alaycı bir tutum sergilediler…

•••

Daha önce de birkaç kez yazdık: Açılımı “Adalet ve Kalkınma Partisi” olan kurumun yerleşik Türkçe dilbilgisi kuralına göre kısaltılmış adı “AKP”dir. Bunu böyle söylemek, o partiye yakınlık duyanları neden incitsin? AKP de başlangıçta aynı kısaltmayı kullanıyordu zaten. Cumhuriyet Halk Partisi’nden “CHP”, Milliyetçi Hareket Partisi’nden “MHP” diye söz etmek ne denli olağan bir kısaltma yoluysa, aynı şey AKP için de geçerlidir. Can Yücel ustamızın dediği gibi, bir şeyi adlı adınca anmak ayıp değildir. Ama ille de ayıp arıyorsanız söyleyelim: CHP’ye “Ce Ha Pe”, MHP’ye “Me Ha Pe” demek, Türkçe açısından büyük ayıptır!

Şimdi biz “AKP-AK Parti” ikilemiyle uğraşırken, Nuray Mert, yeni söylemiyle işi daha da karmaşık duruma soktu. Ünlü “Yetmez Ama Evet”çimiz, bir dönem ateşli savunucusu olduğu AKP’den bugünlerde yüz çevirse de eski gözağrısına “AK Parti” demekten vazgeçmedi. Biz tam buna alışmak üzereyken, bu kez “AK Partisi” diye bir söylem icat etti! Birkaç yazısından örnekleyelim:

-“AK Partisi’nin devraldığı miras bu idi, eski İslamcılar pragmatik nedenler ile de olsa, Türkiye reformuna talip oldukları ölçüde destek buldular, dış siyasette de önleri açıldı. (…) AK Partisi iktidarının, siyasi kalitesinin ne ölçüde düşüş içinde olduğu ortada.” (“Dişli Siyasetten İçli Siyasete”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2015)

-“Ancak benim muhalefet anlayışım ak-kara biçiminde değildir, dahası şahıslara husumet beslemem, AK Partisi ve Erdoğan’ın siyasetine, zihniyetine itirazım, öteden beri savunduğum başörtüsü başta din ve vicdan özgürlüğü konularındaki görüşlerimi hiçbir şekilde etkilemez.” (“Erdoğan’a Hayranlık, Doğan Medya’ya Yakınlık”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2016)

-“Epeyce zamandır AK Partisi destekçisi kalemler de, bu konuda pek ‘şikâyetçi’, artık kimi kime şikâyet ediyorlarsa!” (“Kültür Meselesi”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2017)

Nuray Mert, “Ben sosyalisttim!” diye caka sattığı dönemde “AKP” diyordu. RTE aşkıyla liberal koroya katılınca “AK Parti” demeye başladı. Şimdilerde yeniden “muhalif” ya, yine fark yaratmak istemiş! O yüzden de “AK Parti” yerine “AK Partisi” diye bir ad uydurmuş!

Eh, AKP’yle bir kez daha barışırsa, bundan sonraki söylemi de herhalde “AK-PAK Partisi” olur!

ATTİLA AŞUT / BİRGÜN

Yol - ALİ SİRMEN

CHP’liler, Genel Başkanları Kemal Kılıçdaroğlu’nun önderliğinde, adalet için yürüyorlar. Bu yürüyüşün toplumun geçmişten gelip yarınlarına giden yolun üzerindeki tüm birikimlerinin seferber olduğu bir yürüyüşe dönüşebilmesi, halkın katılımına bağlı. Eğer bu yürüyüş, adalet talep eden tüm siyasi, etnik ve inanç kimliklerinden olanların ayrım yapmadan katıldıkları bir eylem olursa, o zaman, orada sağdan soldan bütün zulüm karşıtlarını, adalet istemcilerini bulmak mümkün olacaktır.
O zaman o yolu, Uğur Mumcu’lar, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Muammer Aksoy’lar, Bahriye Üçok’lardan süzülüp gelen birikimle yürümek olanağı doğacak.
Toplumun geniş kesimlerini yürüyüşe katmak kolay değil.
Tayyip Bey’in Kılıçdaroğlu’na “Yarın yargı eğer sizi de bir yerlere davet ederse şaşırmayın” derken yürüyüşün yaptırımsız kalmayacağını söylemek istediğini düşünmemek elde mi?
Nitekim, CHP İstanbul milletvekili eski Savcı İlhan Cihaner olayı böyle yorumlamakta ve çıkışın “çağırın bunları haklarında işlem yapın demek” olduğunu ileri sürmektedir.
Bizatihi bu olay bile adaletin olmadığının açık kanıtıdır.
Gerçi, adalet istemiyle yürüyüş yapmak, demokratik bir haktır ve bu hakkını kullandığı için kimsenin başına hiçbir şey gelmez.
Ama bu demokrasilerde geçerli bir kuraldır, demokrasinin olmadığı diyarlarda işlemez.
Adaletin olmadığı, bağımsız yargının bulunmadığı yerlerde adaletin yokluğunu dile getirmek de yaptırımsız bırakılmadığından, adalet isteminde bulunmak kolay değildir. 

***

Yarın öbür gün, adalet yürüyüşüne katılanların saldırıya ya da takibata uğramaları ihtimal dışı değil.
Bu ihtimalin varlığı bile tek başına yürüyüşe katılımı caydırıcı bir öğe.
Ama ne olursa olsun, yürüyüşün yalnızca yapılmış olması, yola koyulunmuş bulunması bile tek başına yeterlidir.
Yürüyüşten önceki Türkiye ile yürüyüşten sonraki Türkiye aynı olmayacaktır.
Kimi zaman öyle durumlar olur ki hangi yolu yürüdüğün, nereye vardığın kadar hatta ondan da daha önemli hale gelir.
İşte bugün o gündür.
Adalet arayışı, adalet yürüyüşü saldırıyla, devlet zoruyla, yargı etiketli bir kararla da sona erse bile, bitmeyecek, sürecektir.
Toplumu susturmaya çalışmak da her zaman sindirmeye yetmeyecektir.
Kimi zaman sessizlik, toplumun baskıya karşı yükselttiği en büyük protesto haykırışından, en büyük isyan tehdidinden daha tehlikelidir.
Sessizliğin homurtusu, hiçbir desibel ölçüsüne sığmayan, hiçbir kulağın ilanihaye dayanamayacağı kadar büyük bir gürültü yaratır.
Ve sessizliğin o büyük gümbürtüsü, her türlü haykırıştan daha etkili olur.
Evet, yol artık bir kere yürünmeye başlandı. Artık hiçbir şey, önceki gibi olmayacak.
Ve de unutmayalım ki, önemli olan nereye varıldığından daha çok hangi yolun yüründüğüdür. 

***

NURİYE GÜLMEN VE SEMİH ÖZAKÇA İÇİN
Şair dostum Ahmet Kadri Elgin, açlık grevinin son aşamasında olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için kaleme aldığı dizeleri göndermiş. Yüreklerinizin onlarla birlikte attığı düşüncesiyle sizinle paylaşıyorum:
“Buraya bir pencere yapmışlar
arkasında bulutlar var gibi duruyor
say say günleri
hasret takvimleri kesmiyor
buraya bir kapı yapmışlar
arkasında sokaklar var gibi duruyor
çocukluğum koşuyor çocukluğuma
gelecek günler şimdiden geçmiş oluyor
buraya duvarlar yapmışlar
arkasında korkular var gibi duruyor bilmiyorlar ki zalimler
Pir Sultan’dan beri
canımız bedeli ezmişiz zulmü
bu sabah gözlerime ölüme inat
masmavi kocaman bir gökyüzü indirdim anne
arkasında özgürlüğümüz duruyor”

Ali Sirmen / CUMHURİYET