29 Haziran 2017 Perşembe

Weimar’ın ‘balkon’undan… - Nilgün Cerrahoğlu

Weimar- “Hotel Elephant”ın balkonunda “Reform” lideri Martin Luther’in bronz heykeli duruyor…
Çığır açan “Reform Hareketi” liderinin portresi ile heykelleri bu yıl Almanya’da her yerde. Luther’in Wittenberg Kilisesi kapısına astığı 95 maddelik “dinde reform bildirisi
üzerinden 500 yıl geçmiş. 


31 Ekim 1517’de gerçekleşen büyük yol ayrımı yılı, Almanya nın çeşitli kentlerinde konferanslar, toplantılar, resmi törenlerle anılıyor.
Büyük “olay”a Papa bile davetli.
Reform”un Papa’ya, Papalığa karşı yapıldığı düşünüldüğünde, devrim niteliğindeki bu barışma hamlesinin sıra dışı önemi anlaşılıyor.
Davranış ve adımlarıyla Katolikler arasında hayret ve hayranlık yaratan son Papa Francesco, Papaların vaktiyle aforoz ettiği Luther’i bugün takdir ediyor ve onu, “O, yozluk, dünyevilik, para, iktidar bağımlılığına karşı çıkan bir reformcuydu” sözleriyle anıyor.
Nereden nereye? Dünün düşmanı bugünün “kahraman”ı olmuş…
Her neyse. Almanya’nın “en Alman kenti” olarak tanımlayabileceğim Weimar’dayım. Burası Berlin’den de fazla… Almanya’yı anlatan bir şehir.
 
Hitlercilik ve Goethe’nin izleri
65 bin nüfuslu ufak kentten kimler gelip geçmemiş ki? Luther’in buraya düzineyle seyahat yaptığı söyleniyor. Bu nedenle “Reform”u ilk kabul eden kentlerden biri olan Weimar; “Luther yolu/Lutherweg” yani “reform güzergâhı” üzerinde…
Ama Weimar’ı ünlü kılan biricik VIP Luther değil.
Alman ilahiyatçının bronz heykelinin durduğu balkonda, Weimar Cumhuriyeti’ni 1933 te imha eden Hitler konuşmalar yaparmış. Film seti gibi yemyeşil ormanlar arasındaki bu Alman kentinin merkezindeki en büyük meydana bakan otelde hâlâ Hitler’in dairesi duruyor. Ancak tepki mahiyetinde dairenin duvarları, vaktiyle onun “ucube” diye nitelediği Kandinsky, Otto Dix gibi sanatçıların tabloları ile çevrelenmiş.
Hitler’in oteli 100 yıl öncesinde de Goethe’nin favori mekânıymış. Yazar son doğum günlerinden birini burada kutlamış. Derken Goethe’nin ölümünün 100. yılı olan 1932’de buraya uğrayan 20. yüzyıl Alman edebiyatının simgesi Thomas Mann kenti, “Hitlercilikle Goethe’nin bir tuhaf alışımı” olarak tanımlamış. Mann bu fikri daha sonra “Biri iyi, diğeri kötü iki Almanya yoktur” diyerek açmış: “İyiliğin yozlaşarak şeytani kötülüğe dönüştüğü bir tek Almanya vardır!
Weimar’a hem merak ettiğim bir “I. Dünya Savaşı sonrası parantezi” olarak kalan Weimar Cumhuriyeti’nin başkentini keşfetmeye, hem “şeytana ruhunu satmanın” edebiyatını yapan Goethe’nin evini görmeye geldim.
Yazarların evlerini öteden beri çok severim. Kendileri ve ülkeleri hakkında çok şey anlatırlar.
50 yıl burada yaşayan Goethe’nin evi de buna istisna değil.
Önünde turistleri gezdiren at arabalarının durduğu ev, hayatımda gördüğüm en sistemli ve disiplinli mekânlardan biri. Tam bir aydın Alman burjuvası evi. Etrafta fuzuli tek obje yok. Her şey, bulunduğu yere bir mantıkla yerleştirilmiş.
 
Özel renk kuramı
Evin her odası örneğin farklı renge boyanmış.
Girişteki misafir yemek odası “sarı”. 



Özel bir renk kuramı geliştiren Goethe’ye göre sarı, “coşkulu, canlı ve bir miktar tahrik edici” olduğundan dostları kaynaştırıyormuş.
Aynı kuram mucibince yazar oturma odasını pembe, müzik odasını da mavi yapmış. Ailenin yemek odası, çalışma ve yazarın son nefesini verdiği yatak odası ise “yeşil”. “Yeşil” zira Goethe’ye göre “gerçek doyumu sağlayan” renkmiş.
Goethe’nin çok sistemli olan kitaplığı ve üzerinde 60 yıl çalışarak bitirdiği “Faust”u yazdığı çalışma odasını görmek için bile değer Weimar’a gelmeye.
Ama Weimar Goethe ile de bitmiyor. İki sokak ötede misal Schiller’in evi var. Bach yıllarca, kendisinden sonra Liszt’in yaptığı gibi burada “maestro” olarak çalışmış.
Nietzsche hayatının son yıllarını burada kız kardeşinin bakımına muhtaç geçirmiş.Ölümünden sonra onun adına burada bir arşiv yapan Elisabeth Förster-Nietzsche sonra…. “mefistoların en büyüğü” Hitler’e ruhunu satmış. Hitler salt hemşire Nietzsche’yi görmek için Weimar’a gelirmiş. 1935’te de bizzat cenazeye katılmış.
Bir de burada yaratılan ünlü “mimari ekol Bauhaus” var ki… ona yerim kalmadı.
Alman kültürüne kuşbakışı göz atmak için Weimar’a bir yolculuk şart.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Yürüyüş - ALİ SİRMEN

Özgürlükler rejimini bir araç olarak gören ülkenin egemeni, zamanın artık geldiğine karar verip de demokrasi tramvayından inip, adalet de kaldırımlara düşünce, elinde demokrasiden başka direniş aracı olmayan muhalefetin lideri de insan onurunu, özgürlüğü ve adaleti de sokakta aramak zorunda kalıyor; mecburen yollara düşüyor.



Kemal Kılıçdaroğlu’nun durumu budur. Kendini tekrarlamak durumuna düşmeyi göze alarak bıkmadan yinelemeliyiz ki, Kemal Kılıçdaroğlu sokağa inmemiş, indirilmiştir.
Şiddete yönelmeyen barışçıl sokak gösterileri, demokrasinin, durumun olağanın sınırını zorlaması halinde başvurulan kurumlarından biridir.
Ama ne zaman, nerede olursa olsun, muhalefet sokakta hak aramaya başlamışsa bilin ki orada büyük bir sorun ve tehlike vardır.
Muhalefeti sokağa iten iktidar, orada da onu hazır beklemektedir. Buna bir de sokağın kendi tehlikelerini eklemek gerekir ki bunların başında da kışkırtmalar gelir.
Adalet Yürüyüşü’ne çıkanlar bu tehlikenin net bir şekilde farkındalar.
Ama bu tehditler, onları gittikçe alanı daraltılan demokratik haklarını kullanmaktan vazgeçirmiyor, vazgeçirmemeli de... 

***

Yürüyüş romanları ve filmleri aslında değişimin öyküsüdürler. Yaşamda olduğu gibi siyasette de yürüyüş değişimi getirir. Adaleti mecburen sokakta arayanların yürüyüşü, sonunda adaletin iktidara yürüyüşüne dönüşecek.
Bu değişim kendiliğinden ve kolay yoldan olmayacak. Yürüyenlerin geçirdiği değişim toplumsal değişimi getirecek.
Tabii ki, yürüyüşün lideri Kılıçdaroğlu da eski Kılıçdaroğlu olmayacak.
Ancak burada, sorunları aşma konusunda, “nasıl” yerine hep “kimin sayesinde” sorusunu soran toplumların yanlışına düşmemek gerek.
Çağımız, toplumları peşinden sürükleyen kahramanlardan çok, toparlanıp kurumsallaşmayı gerçekleştirerek, el ele veren toplumların çağıdır.
Tek adam sultasının panzehiri, tek adam direnişi değildir.
Tek adam sultasını doğuran da kişisel nedenler değildir. Bu yüzdendir ki, tek başına Kılıçdaroğlu’nun değişmesinin bir anlamı yoktur. CHP’nin sorunu da lider sorunu değil, model sorunudur.
Kılıçdaroğlu Adalet Yürüyüşü’nün bir başlangıç olduğunu söylüyor.
Başlangıç, evet, ama zor bir sürecin başlangıcı...
Demokrasi isteyenler devletin üç erkinin de karşılarında olduğunu bilmek zorundadırlar. Dördüncü erk medyanın da aynı durumda olduğunu zaten her gün yaşayarak görüyorlar.
Karşıtlarının alanı geniş, kendilerinin alanı dardır ve oyunun kuralını da karşıtları koymakta, her sıkıştığında kuralı kendi yararına değiştirmektedir.
Ama demokrasilerde çare tükenmez deyip çareleri tüketmeden yeni çareler, yeni direniş yöntemleri bulmak zorunludur.
Ancak el birliğiyle, güç birliğiyle başarılacak güç bir iştir bu.
Tek düzeliğin ceberutluğuna karşı verilen savaşım tabii ki, çoğulcu olacaktır.
Bunun için herkesin kendi kimliğini koruyarak, saptanmış ortak alanlarda birleşmeyi becerecek olgunluğa erişmesi lazımdır.
O da fiyaskoyla sonuçlanan “Ekmeleddin” kolaycılığıyla sağlanabilecek bir sonuç değil. 

***

Şu anda güç baskının elinde, olanaklar ondan yana. Buna karşılık demokrasi cephesinin olanakları sınırlı. Kaba güce şiddetle karşı durmanın anlamı da yok, imkânı da... Savaşım, zorbayı havadaki nem gibi saracak toplumsal yumuşak güçle kazanılacaktır. Mühim olan umutsuzluk örtüsünün yırtılmasıydı ki, o da bu yürüyüşle gerçekleşmiştir.
Yumuşak gücün kaba güce karşı savaşımının güç olduğu, mücadelenin çok zorlu geçeceği kuşkusuzdur.
Ama unutmayalım her türlü direnişi yenmiş zorba çoktur ama şimdiye dek rutubetle elde kılıç savaşıp kazanmış bir Herkül yoktur.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Cemaat fotoğrafının eksik kısmı - ÖZGÜR MUMCU

Dün, Hürriyet gazetesinde Sedat Ergin, Gülen cemaati hakkındaki 2004 tarihli MGK kararının neden uygulanmadığını anlatan bir yazı yayımladı. Çok tartışılmış bu konu hakkında derli toplu bir değerlendirme okumak isteyenlere tavsiye ederim. 
 
2004 MGK Kararı meselesi tartışılmasına tartışıldı ancak işin hukuki ve siyasi sorumluluğundan bahsedebileceğimiz hukuki ve siyasi bir ortamda değiliz. Hukuk devletinin yok edildiği ve siyasetin tek kişiye bağlandığı bir dönemde şaşırtıcı değil. 
 
Ne olmuştu 2004’te? MGK, hükümete Gülen cemaatine karşı tedbir alması tavsiyesinde bulunmuştu. MİT ve TSK ayrıntılı raporlarla Gülen cemaatinin yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerinin tehlikelerini de anlatmıştı. Ancak MGK’nin hükümet kanadı kararın altına imza atmasına rağmen, karar Bakanlar Kurulu’nun önüne dahi gelmemişti. 
 
Zamanının Başbakanlık müsteşarı Ömer Dinçer, Gülen cemaati hakkında icra planı hazırlanmasını tavsiye eden MGK kararının nasıl sumen altı edildiğini şöyle izah ediyor:
“Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararı Başbakanlığa bildirildikten sonra konuyu Başbakanımıza açtım. Gelen yazıyı dosyasına kaldırmaya karar verdik. Bu karar metni Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılmadı. Hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Konudan MGK toplantısına katılan bakanlar dışında kimsenin haberi olmadı. Bütün toplumsal ve siyasi riski hükümet adına Sayın Başbakanımız, hukuki riski ben üstlenmiştim.”
Dinçer’in bahsettiği hukuki ve siyasi riski ve bundan doğan sorumluluğu ne kendisi ne de kendisine kararın örtbas edilmesini söyleyen Erdoğan üstlendi. 
 
Sonra ne olmuş? Gülen cemaati, gayri resmi koalisyon ortağıyken 2009’da devletin Kırmızı Kitapından çıkartılmış.
Bu esnada özellikle Balyoz davası eliyle ve müthiş bir iktidar desteğiyle ordudan tasfiyeler yapılmış. Tehdit algısı değiştiği için 2010-2014 arasında TSK’den kimse ihraç edilmemiş. Yani cemaat-iktidar davasıyla tasfiye edilen kadroların yerine ihraç riski olmayan ve Kırmızı Kitap’ta artık tehdit olarak anılmayan cemaatçiler geçmiş. 

 
2004’te MGK kararının gereği yapılmış olsa, iktidar destekli cemaat tehdit kategorisinden çıkarılmamış, siyasi kumpas davalarında “muhalefet”in sesine kulak verilmiş ve TSK’nin içindeki cemaat unsurlarını ihraç etmesine engel konmamış olsa 15 Temmuz gerçekleşmeyecekti.
Hal böyleyken, yani 15 Temmuz’un kökleri Sayın Dinçer’in bahsettiği toplumsal, siyasi ve hukuki risklere kadar uzanırken cemaatle bugünkü gibi mücadele etmek çıkar yol değil.
Şunun Bank Asya’da parası vardı, berikinin çocuğu cemaat okuluna gitmişti, diğeri zaten solcu, öbürü de dilekçeye imza atmış diyerek insanları işlerinden ihraç edip hapse atarak bu iş çözülmez.
Türkiye, bilinen hukuki yollarla başa çıkamayacağı bir sorunla yüz yüze. Bilinen yollarla başa çıkılmaz diyerek hukuku tamamen askıya almak ise sorunu daha da kökleştirir. Ortamı pus kaplar. Puslu havayı da kim sever malum. 
 
Türkiye’nin topyekûn bir geçiş dönemi adaleti sürecine ihtiyacı var. Darbeciler ya da kumpasçılar ceza hukuku içinde adil bir şekilde yargılanmalı. Ancak en azından 2004’ten sonra olanlarla yüzleşmek için iktidar mensuplarının da hesap vereceği Hakikat ve Adalet Komisyonları kurulmalı.
İktidar sadece hesap soran mevkide siyasi bir savcılığa dönüşürse cemaat meselesinin fotoğrafı hep eksik çekilecek. Muhalifler ve etkisiz cemaat sempatizanlarıyla kavga edilirken, o fotoğrafın eksik kısmında kalanlar faaliyetlerini sürdürmenin yollarını arayacak. 
 
İşte Adalet Yürüyüşü, hukuk devleti yoksa cemaatle mücadelenin eksik kalacağına da dikkat çekiyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET 



15 Temmuz ve İstihbarat 2: MGK’nın 2004 Gülen kararı neden uygulanmadı?

Sedat Erginsergin1@hurriyet.com.tr
 
TBMM’de 15 Temmuz darbe girişimini araştırmak üzere oluşturulan komisyonun çalışmaları, devletin kurumlarının geçmişte Gülen cemaatini bir “tehdit” olarak değerlendirerek önemli uyarılarda bulunduklarını, ancak uygulamaya gelindiğinde AK Parti iktidarının bu uyarıları önemsemediğini ve alınmış olan kararları da rafa kaldırarak Fetullahçı organizasyona geniş bir hareket serbestisi tanıdığını ortaya koyuyor.
Bu konuyu değerlendirebilmek için 2011-2015 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunmuş olan Orgeneral Necdet Özel’in komisyona gönderdiği yazılı yanıtlardan yola çıkabiliriz. Orgeneral Özel, FETÖ/PDY’nin devletin tehdit değerlendirmeleri zeminindeki “tarihi geçmişini” üç dönem içinde değerlendiriyor.

BİRİNCİ DÖNEM: 2010 ÖNCESİ GÜLEN TEHDİT
Orgeneral Özel’e göre, birinci dönem 2010 yılına kadar olan yıllardır. Bu dönemde devletin resmi belgelerinde mevcut cemaat ve tarikatların tamamı “Dini Değerleri İstismar Eden Gruplar” içinde görülerek “milli güvenliğe tehdit” olarak değerlendiriliyor. Gülen cemaati de bu çerçevede “tehdit” olarak değerlendirilmektedir.
Özel, bu döneme ilişkin arşiv kayıtlarına dayanarak TSK’dan 1166 personelin TSK ile ilişkisinin kesildiğini, bu toplam içinde 400 kişinin Fetullah Gülen grubu ile iltisaklı olduğunu belirtiyor.

2010-2013: GÜLEN TEHDİT DEĞİL
Necdet Özel’e göre, 2010’da başlayan ikinci dönemde devletin resmi belgelerinde tehdit değerlendirmesi değişmiş, cemaat ve tarikatların faaliyetlerinin “güvenliğe tehdit oluşturmadığı” görüşüne gelinmiştir. Özel Hatırladığım kadarıyla bu dönemde hakkında işlem yapılan personel olmamıştır” diye konuşuyor.
Bu noktada bir süre için Özel’den ayrılıp selefi Orgeneral Işık Koşaner’in komisyon tutanaklarına geçen açıklamalarına bakalım. Koşaner’in milletvekillerinin sorularını yanıtlarken gündeme gelen konulardan biri, Gülen cemaatinin “Kırmızı Kitap” olarak da adlandırılan ve devletin tehdit önceliklerini sıralayan “Milli Güvenlik Kurulu Siyaset Belgesi”nden çıkartılmış olmasıdır.
Orgeneral Koşaner, “Gülen cemaatinin irticai faaliyet ve iç tehdit olmaktan çıkartılmasının tarihi” ile ilgili bir soruyu yanıtlarken “Ben 2009’da çıkartılmıştı diye hatırlıyorum” şeklinde konuşuyor.
Koşaner, 2008-2010 döneminde Kara Kuvvetleri Komutanı, 2010-2011 döneminde ise bir yıl süreyle Genelkurmay Başkanı olarak MGK toplantılarına katılmıştı. Koşaner “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni askerler yapmıyor, MGK Genel Sekreteri’nin koordinesinde askerin, bakanlıkların, Başbakanlığın vesaire pek çok kişinin görüşleri alındıktan sonra metin oluşturuluyor ve MGK’da karara bağlanıyor. Tabii ki asker ‘bunu çıkarın’ herhalde dememiştir ama neticede karar orada alındığı için öyle çıktı” diye konuşuyor.

BOŞALAN KADROLAR GÜLENCİLERLE DOLUYOR
Burada altını çizmemiz gereken önemli bir durum var. Özel’in anlatımına göre 2010-2013 yılları, tehdit değerlendirmesinin değişmesi sonucu TSK personeline hiçbir “ihraç” işlemi yapılmayan bir dönemdir. Buna karşılık, bu dönem aynı zamanda Gülen cemaatinin TSK’da Balyoz ve askeri casusluk gibi kumpas davaları üzerinden ciddi tasfiyeler yaptığı ve boşalan general ve amiral kadrolarına Yüksek Askeri Şûra’da (YAŞ) ağırlıklı bir şekilde Gülenci subayların terfi ettirildiği bir zaman kesitidir. 2014, hatta 2015 YAŞ toplantıları da aslında bu açıdan çok farklı geçmemiştir. 2011 sonrasında terfi eden general ve amirallerin büyük bir bölümü 15 Temmuz darbe girişimi çerçevesinde bugün tutuklu bulunuyor. Orgeneral Koşaner, “Kadrolar boşaltıldı, başkaları buralara yerleştirildi. O yerleştirilenlerin çoğu şimdi hapiste” diye konuşuyor.
Burada Gülen örgütünün 7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklamaya dönük hamlesiyle hükümete büyük bir meydan okumada bulunmasına rağmen, 2013 sonundaki 17-25 Aralık hamlesine kadar bu örgütün –neredeyse iki yıl- devletin tehdit değerlendirmelerinin hâlâ dışında kalmış olması izaha muhtaç bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Orgeneral Özel’in 2010’da yapıldığını söylediği değişiklik, aslında Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) zaten uygulanmayan Gülen cemaati ile ilgili alınmış önemli bir tavsiye kararının tümüyle kadük olması anlamına geliyor. TBMM darbe komisyonunda MGK’nın 2004 kararıyla ilgili en ayrıntılı değerlendirmeyi 2002-2006 döneminde Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Hilmi Özkök’ün 19 Ekim 2016 tarihli oturumdaki açıklamalarında buluyoruz.
Orgeneral Özkök şöyle anlatıyor:
Bu işin üzerinde çok duruldu. Ve 2004 Ağustos ayında MGK toplantısında bizim önerimizle, yani Silahlı Kuvvetler dedik ki, bu örgüt çok büyük bir imkân kabiliyete kavuştu. İmkân kabiliyeti yıllar içerisinde oluşur ama niyet bir gecede değişir. Aynen böyle söyledik. Dedik ki ‘Bir icra planı yapılsın, bu iş takip edilsin’. Çünkü o zamana kadar bu tehlikeli bir örgüt olarak görülmüyor, şiltler veriliyordu. Biz MGK’da bunu açıkça söyledik. Hükümeti kesin olarak bilgilendirdik. Dedik ki, durum iyi değil. Ve orada bir karar alındı, ‘icra planı’ deniyordu. Hükümete tabii tavsiye ediyor MGK. Hükümetin asli unsurları da orada olmakla beraber, pek fazla bir şey yapıldığını görmedik. Yine biz her MGK’da bu örgütlerin tehlikesini dile getirdik. Duyduklarımızı elimizden geldiği kadar yaptık ama dediğim gibi kaynağa nüfuz etmemiz bizim mümkün olmadı. Özellikle ben çok arzu ettim, diğer kuvvet komutanları da beni kuvvetle desteklediler.”
Bu toplantıda Gülen cemaatinin oluşturduğu tehdit konusunda MİT’in de MGK’nın asker kanadıyla benzer doğrultuda bir sunum yaptığı anlaşılıyor. Eski Genelkurmay Başkanı (2008-2010) Orgeneral İlker Başbuğ da komisyonun 3 Kasım 2016 tarihli toplantısında 2004 Ağustos MGK’sında Fetullah Gülen’in “yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine dönük bir eylem planının hazırlanmasının önerildiğini” hatırlattıktan sonra “Hükümet bu MGK kararıyla ilgili adım atmamış. Hükümet 4 Ağustos kararını niye uygulamamış. Vallahi o benim sorunum değil, siyasi iktidara sorarsanız onlar anlatsınlar” diye konuşuyor.

ÖMER DİNÇER: UYGULAMADIK ÇÜNKÜ...
O tarihte Başbakanlık Müsteşarı olan Ömer Dinçer de 1 Aralık 2013 tarihinde Sabah gazetesinde yayımlanan bir açıklamasında “MGK’da alınmış tavsiye kararı Bakanlar Kurulu’nda bir karara dönüştürülmemişse hiçbir yerde işlem yapılmaz. Gülen cemaatine ilişkin 2004’teki tavsiye niteliğindeki toplantı tutanağı Başbakanlık’a gönderildi, Bakanlar Kurulu gündemine dahi alınmadan dosyasına kaldırıldı” diyor.
Bu konu Ömer Dinçer’in “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor” başlıklı kitabında da geçiyor. Hatta CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, geçen yıl 5 Aralık tarihli parti grup toplantısında bu kitabın 123 ve 124’üncü sayfalarından şu alıntıları okumuştu:
“Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararı Başbakanlığa bildirildikten sonra konuyu Başbakanımıza açtım. Gelen yazıyı dosyasına kaldırmaya karar verdik. Bu karar metni Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılmadı. Hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Konudan MGK toplantısına katılan bakanlar dışında kimsenin haberi olmadı. Bütün toplumsal ve siyasi riski hükümet adına Sayın Başbakanımız, hukuki riski ben üstlenmiştim.”

2014 SONRASI DÖNEM
Orgeneral Özel’e dönelim. Cemaatin 17/25 Aralık 2013 tarihindeki hamlelerinin ardından Gülenciler’in yeniden devletin tehdit değerlendirmeleri kapsama alanına girdiğini görüyoruz. Orgeneral Özel, 2014 ile birlikte cemaatin MGK kararlarında önce “İllegal Yapılanma”, ardından “Paralel Devlet Yapılanması” ve “Legal Görünümlü İllegal Faaliyet Yürüten Paralel Yapılanma” şeklinde ifade edildiğini anlatıyor. 29 Nisan 2015’te yenilenen “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” (Kırmızı Kitap) ile Gülenciler ilk defa “Milli Güvenliği Tehdit Eden Legal Görünümlü İllegal Yapı” olarak adlandırılmış.
Özel’in açıklamasına göre, örgüt 21 Ekim 2015’teki MGK kararlarında “Milli Güvenliği Tehdit Eden ve Terör Örgütleri ile İşbirliği İçinde Hareket Eden Paralel Devlet Yapılanması” ve 26 Mayıs 2016’da da “Bir Terör Örgütü Olan Paralel Devlet Yapılanması” şeklinde ifade edilmiş.
Bu suç organizasyonu bugün 249 vatandaşımızın hayatını kaybettiği kanlı 15 Temmuz darbe girişiminden sonra “Fetullahçı Terör Örgütü” (FETÖ) olarak adlandırılıyor, yargı kararlarında da bu tanımlamaya yer veriliyor.
Sonuçta aktardığımız tarihçeye bakıldığında, Gülen organizasyonunun devletin tehdit değerlendirmesi belgelerindeki serüveninin bir hayli iniş çıkışlı bir yol izlediğini söylemek mümkün.

Sedat Ergin / HÜRRİYET

Korkma la biziz, halk! - AYŞE YILDIRIM

Ölüm orucunun 113. günündeki Nuriye Gülmen ve Semih Özakça...
KHK ile işten atılan, açlığa mahkûm edilen akademisyenler, öğretmenler...
Babası bulunamadığı için annesiyle birlikte cezaevine konulan 10 aylık bebek...
İbadethanesi Diyanet’e verilen Süryani..
Lice’de kalekol eyleminde öldürülen 18 yaşındaki Medeni Yıldırım...
Ağacını, taşını, suyunu, toprağını savunduğu için gaza boğulan köylü...
“Gerektiğinde jandarma” dediğin esnafın dövdüğü, “destan yazdı” dediğin polisin öldürdüğü Ali İsmail...
Evine ekmek götüremeyen Berkin Elvan...
Silopi’de cansız bedeni tam yedi gün yerde kalan Taybet Ana...
Cizre’de öldürülen, annesinin bedenini buzdolabında sakladığı 10 yaşındaki Cemile...
Ölüm bodrumlarında hepimizin gözü önünde yakılan insanlar…
Minibüste şortu yüzünden dövülen genç kız…
İmam hatipte tecavüz edilen, Kuran kursunda yakılan çocuk…
Yol ortasında bıçaklanan kadın…
Suruç’ta, Ankara’da, Diyarbakır’da, İstanbul’da, Hatay’da katledilen yüzlerce insan…
Zabıtanın tezgâhını kırdığı, yerlerde sürüklediği seyyar satıcı…
Linç edilmek istenen Suriyeli, Kürt inşaat işçisi...
Zorunlu askerliğini yaparken yediği yemekten zehirlenen delikanlı...
Cemevini ibadethane saymadığın Alevi...
Okulunu imam hatibe çevirdiğin, mescithane açtığın, evrim teorisini müfredattan çıkardığın öğrenci...
15 Temmuz’da köprüde linç edilen asker…
Sırf Kürt olduğu için cezaevine atılan belediye başkanı, siyasetçi, yurttaş...
Mahkeme sürerken konulacağı cezaevi hazırlanan milletvekili, kapısı kırılıp gözaltına alınan, tutuklanan, sesinden sözünden korkulan eş genel başkanlar…



Eşit görmediğin “şehit” çocuğu…
Gezi’de gözünü çıkardığın genç…
“Yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevdiğini” söyleyip üstüne “Beslemek haram” dediğin kedi, köpek…
Silopi’de panzerin öldürdüğü yedi yaşındaki Muhammet ve altı yaşındaki Furkan
Biat etmeyen gazeteci, doktor, avukat, yazar, oyuncu, şarkıcı, sanatçı, ev kadını, erkek, kadın, yaşlı, genç…
İşte onlar için yürüyor binlerce insan 14 gündür…
Ellerindeki tek pankart “Adalet.” İstedikleri şey net; adalet.
AKP ve yandaşları “terör”le ilişkilendirmeye çalıştıkça “biz halkız” diyen milyonlar için yürüyen binlerce cesur yürek.
Konaklayacakları yere dökülen gübrenin, kapatılan tuvaletlerin, kesilen suların, hatta yola bırakılan merminin bile korkutmadığı, vazgeçirmediği milyonlar…
Yapılmak istenilenin ne olduğunu gayet iyi bilen Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “Provokasyonlara gelmeyen, gülerek, eğlenerek” yollarına devam ediyor.
Hani o çok korktukları Gezi’de gençler ne demişti; “Korkma la biziz, halk!” İşte o Gezi’de öldürülen gençlerin aileleri de “Adalet” yürüyüşündeydi. Önceki gün...
Onları yürüyüşte görünce insanın aklına ister istemez bu slogan geliyordu. Dün çocukları söylüyordu o sözü, bugün anne babaları da milyonlarla birlikte haykırıyordu sanki:
“Korkma la biziz, halk!”

Ayşe Yıldırım /CUMHURİYET

27 Haziran 2017 Salı

Süryani kardeşime dokunma - TURAN ESER

Süryani çocuklar oyunlarını yarıda kesecek..
Oyun meralarına teller çekilecek. O meralarda üzerinde “Devletçe kamulaştırıldı. Araziye giriş yasaktır” yazılı tabela dikecekler.
Mardin’de “Manastırı çalan kılıfı hazırlar” misali, Süryanilere ait asırlık kilise, manastır ve mezarlıklar kamulaştırma yoluyla el konulmuş.

El koymakla kalınmamış. Bu Mardin’deki Aho Kilisesi Morla Ozer Manastırı, Mor Gogo Kilisesi, Mor Melki Manastırı, Mor ve Mor Yakup Manastırların kullanım hakkı Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilmiş. Yanlış okumadınız, Süryani’nin vicdanı Türkiye’nin en büyük camisine teslim edilmiş.

Daha Türkler Müslüman olmadan, bu topraklarda yapılmış 1600 yıllık Süryani manastırlarından bahsediyoruz. Sadece mala değil, kadim bir kültürel tarihe el konuluyor.

Artık Midyat’ta çan sesi duymayabiliriz. Belki çan sesiyle ezan sesi artık selamlaşmayacak. Bayramlaşmayacak. Belki Manastırlardan ve Kiliselerden ezan sesi yükselecek. Yıllardır camilere çevrilmiş diğer kiliseler gibi, ayine değil, namaza ev sahipliği yapacaklar.

Vicdanının sesine kulak veren Süryanilerin ayakları onları her zamanki Manastırına götürecek. Ama artık nafile. Manastır yolundaki Süryanilerin ayakları, manastır kapısında asılı diyanet tabelası önünde donup kalacak.

Gözyaşlarını kalplerine akıtarak evine dönecekler. Akıllarında sadece o tabeladaki “Bu manastırın kullanım hakkı Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmiştir” fetvası kalacak. Vicdanları kanamaya, yürekleri sızlamaya devam edecek.

Kültürel zenginliklerimiz, fetihçi ideolojilerin ve mezhepçi iktidarların rüyaları uğruna fakirleşecek. Asırların kardeşlik hasretleri bir türlü kucaklaşamayacak. Fetihçi zihniyet, Anadolu’yu kadim medeniyetlerin beşiği olmaktan mahrum edecek. Anadolu topraklarının her karışına sinmiş ve kök salmış medeniyetleri, kültürleri, dinleri, dilleri, halkların hikâyeleri, zenginlikleri ve renkleri ile dolu izleri silinecek.
Homojenleştirmeyi ve fakirleştirmeyi seviyorlar.
Rehberleri dinsel tekçilik.
Kiliselerin, manastırların, camilerin, mescitlerin, dergâhların ve Cemevlerinin ancak birlikte bu toprakların kadim gerçeği ve tarihinden olmadığına hükmedecekler..

Tıpkı İspanya’da Cordoba Katedrali’ne (kilise) çevrilmiş Kurtuba Merkez Cami-i Şerif’i gibi.. Ya da Macaristan’ın Budin kasabasındaki Toygun Paşa camisinin kiliseye çevrilmesi gibi.
Kiliseyi camiye, camileri kiliseye, Alevi-Bektaşi Dergâhlarını camiye çeviren halklar değil, Sultanlar ve krallardır. İktidarları uğruna can, mal, para ve din fetihçisi olanlardır. Dini siyasetlerine alet ederek, din üzerinden toplumu teslim alanlar, aldatanlar ve vicdan sömürenlerdir.
Bir gerçeği biliyoruz. İnananlar ya da inanmayanlar birbirlerine düşman değiller. Onları düşmanlaştıranlar ve ayrıştıranlar rejimler ve iktidarlar.
Çoğunluk vicdanı adına, azınlık vicdanının özgürlüğünü ve kutsal mekânını gasp ederek “kendi” ibadet yerlerine çeviriyorlar.
Bu homojenleştirme politikaları, azınlıkların en kadim yerli halkı olan Süryanileri kendi ana topraklarında korkuyla yaşama sürüklüyor. Ülkemizin sahip olduğu bu kadim kültürel çoğulculuğun yok edilmesiyle, aynı zamandan kültürel zenginliğimizi kaybederek fakirleşiyoruz.
1915’ten bugüne zulüm, kıyım, tehcir, hak ihlalleri ve ayrımcılığa maruz kalan azınlıklar ana topraklarını terk etmek zorunda kalmış. Binlerce yıl, bu toprakları yurt edinmişler.
Fakat AKP’nin de homojenleştirme ve fetihçi politikaları ecdatları gibi değişmedi.

Alevi-Bektaşi dergâhları Nakşibendi şeyhlerine
Ayrımcı ve asimilasyoncu uygulamalar Alevilere de yapılıyor. Asırlardır cem erkânı sürdürülmüş Hacı Bektaşı Veli Dergâhı’na el konuldu. Osmanlı Sultanı 2. Mahmud tarafından gasp edilen Dergâhın içine zorla bir cami inşa ettirildi.
Anadolu’daki tüm yüzlerce Bektaşi Dergâhları yıkılmış, kitapları yakıldı, Bektaşi Babaları idam edildi, yüzlercesi sürgün edilip ve yerlerine, Şeyhülislamca Nakşibendi şeyhleri atandı.

Süryani manastırları Diyanete
Asırlık Süryani manastırları da Diyanet’e teslim ediliyor.
Süryani manastırlara el koymak sadece dinsel ve ideolojik bir saldırı değil, aynı zamanda din, vicdan ve inanç özgürlüğüne de aykırı uygulamalardır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve azınlıkların haklarına dair Lozan Antlaşması’na da aykırıdır.
Çünkü Lozan Anlaşması’nın 42 maddesine göre; “Türk Hükümeti azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dini kurumlara her türlü korumayı sağlamayı taahhüt eder” hükmünü içerir.

Haklar rejimi olmalı
Süryani kardeşlerimize ait kiliselere ve manastırlara el konulması din, vicdan, inanç özgürlüğü ve temel haklar rejimi açısından kabul edilemeyecek ve utanç verici kararlardır.
Süryanilere ait tüm kutsal mekânlar, hukuksal güvenceler sağlanarak kendilerine iade ve tahsis edilmelidir. Sadece Süryanilere ait olan değil, Alevilere ve diğer dini gruplara ait tüm gasp edilmiş kutsal mekânların ve binlerce dönümlük arazilerin sahiplerine verilmesi gerekir.
Sünnilik dışındaki inançların kurumsallaşmasına ve mülk edinme haklarının engellendği bir ülkede, inanç özgürlüğünden bahsedilemez.
Kültürel fakirleşmeye karşı, kültürel çoğulculuk temelindeki zenginleşmeyi, adaletsizliğe karşı ise eşit hak ve eşit yurttaşlık temelinde savunmalıyız.

TURAN ESER / BİRGÜN

Varlık Fonu, PTT’yi satış hazırlığında - ÇİĞDEM TOKER

5 Şubat 2017, Türkiye ekonomisi açısından önemli bir gündür. 
 
Unutulmasın. 
 
O gece Resmi Gazete ikinci kez yayımlandı. Orada AKP iktidarının bir kanun hükmünde kararnamesi (KHK) yer aldı. KHK, olağanüstü hal yetkisiyle çıkarıldı. Ama anımsatacağım madde içeriğinin OHAL’e ve OHAL’e gerekçe gösterilen 15 Temmuz darbesi ile hiçbir ilgisi yoktu. Tabii “görünürde” ilgisi yoktu demek daha doğru... 
 
O karar ile çok sayıda kamu sermayeli şirket, iki büyük kamu bankası Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak kazanımları olan kamu sermayeli şirketler, o güne dek bağlı oldukları Hazine uhdesinden çıkarılıp bir şirket olarak kurgulanan TVF’ye devrediliyor böylece bütçe dışına çıkarılıyor, başta denetimi olmak üzere, vatandaşın vergisiyle kurulmuş bu şirketlere dair bütün işlemler karartılıyordu. İktidardan nemalanmayan bağımsız iktisatçı ve hukukçular böylesi bir kararnamenin hukuka aykırı olduğu görüşünde birleşti. 

PTT envanterini çıkarıyor
İki gün önce “Türkiye Varlık Fonu’nda yine neler oluyor?” başlığıyla, “kapsam dışı personel”in statüsünün Meclis’teki bir tasarıyla zayıflatılacağını yazdım. Düzenlemenin, TVF’ye 5 Şubat’ta devredilmiş BOTAŞ ve TPAO çalışanlarını ilgilendirmesi nedeniyle bu iki kurum üzerindeki olası planları belirttim.
Meğer şu sıralar, planın büyüğü, yine 5 Şubat OHAL KHK’siyle TVF’ye devredilen PTT üzerindeymiş. (PTT’de de binlerce “kapsam dışı personel” çalışıyor.)
PTT yönetimi bu ayın başında bütün başmüdürlüklerine bir genelge göndermiş. Bulunulan yerdeki gayrimenkul ve diğer malların envanterinin güncellemesi istenmiş. Başmüdürlükler, harıl harıl bu güncellemeyi yapıyormuş. (Dahası, 178 yıllık tarihinde ilk kez PTT bu bayram açık.)
PTT’nin envanter güncellemesini asıl isteyenin TVF olduğu biliniyor. Herhalde TVF de bu envanter güncellemesini hobi olsun diye istemedi. Birkaç ay önce PTT ile Türk Telekom’un sahip oldukları gayrimenkulleri ortak değerlendirmek üzere bir protokol imzaladığını anımsatalım. (20 yıl önce iki kurum zaten birleşikti ve gayrimenkuller de zaten ortaktı!) Verilen talimatın bu protokolle bağı olduğunu düşünebiliriz. 

Lojistik ve emlak şirketleri
Makro ölçekte ise memleketin para edebilecek her türlü varlığını, kamuya ilan etmeden satma yetkisiyle kurulmuş bir şirket olan TVF’nin bu köklü kurum PTT ile ilgili birtakım “sıcak” planları olduğu açık.
PTT için hazırlanan plana göre, ikisi büyük olmak üzere 14 şirket kurulacağı söyleniyor. İki büyük şirketten birinin “Emlak Bankası”, diğerinin de “lojistik şirketi” olacağı. PTT taşınmazlarının envanterinin çıkarılması talimatı, “Emlak Bank” şirketi ile bağlantılı olması muhtemel. 

Uçak ve RO-RO niyeti
Emlak Bank” dışındaki ikinci büyük şirket ise “lojistik” alanındaymış. PTT Kargo ölçeğinin çok üzerinde ama. Devasa “parçaları” taşıyacak iddialı bir şirket için ciddi hazırlıklar yürüyormuş. Hatta bu amaçla uçak ve Ro-Ro gemisi alındığı konuşuluyor. (Malum TVF yasası çıkarılırken, 20’nin üzerinde kanundan muaf tutuldu. Bunlardan biri de Taşıt Kanunu.) 
 
PTT gibi köklü bir şirketin “yapılandırılarak” farklı şirketlere bölünmesi, kurumun satılacağını düşündürüyor. Kime, nasıl, ne zaman gibi soruların cevaplarını bilmiyoruz. Şimdilik bilinen, kamu sermayeli ve vergilerimizle bu noktaya gelmiş büyük şirketlerin kaderinin, OHAL’in hukuksal istismarıyla keyfi biçimde tayin edildiğidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Sayenizde din elden gidiyor! - TAYFUN ATAY

Kadir Gecesi’nde “Kur’ân-ı Kerîm’i Güzel Okuma Yarışması”nın finali yerine “Survivor” izlemeyi tercih etti millet dedik ve dinin ekrandaki seyrinin “düşündürücü” düzeyde olduğuna değindik ya...
Bir kısım zevat çıktı, “Camideydik ulan densiz ve de dinsiz!” demeye getirdi. 

 
Kendilerini allame, âlemi de sersem sandıkları için oturup masa başından ahkâm kestiğimiz kanaatindeler zahir!..
Akademik ömrüm, dini, Kitab’ın içinden değil, hayatın içinden “okumak”, gözlemek, dinlemek, deneyimlemekle geçti.
Ve kendileri de benim kadar iyi biliyor ki gidişata bakılırsa bu memlekette inşa edilen cami sayısı neredeyse bu memleketteki cami cemaati sayısıyla yarışır hale gelecek!..
Ama işte hiç utanıp sıkılmadan böyle konuşuyorlar. 
 
Sanki Kur’ân okuma yarışması Kadir Gecesi öncesi günlerde kapı-baca yıkıp reyting rekoru kırıyordu da “Leyle-i Kadr” için seyirci camilere çekildiğinden dolayı reyting düştü.
Hayır, daha önce de hiç öyle ahım şahım izlenmedi, Kadir Gecesi’nde de izlenmedi.
Ayrıca gayet iyi biliniyor, hanidir camilere çekmeye zorlandığınız için insanlara dini ekrandan nakletme derdindesiniz!.. 
 
Bakın, en son MAK Danışmanlık Araştırma’nın bu memlekette dindarlığın nicelik ve niteliği üzerine fikir veren ve birkaç gündür kıyametler koparan araştırmasının sonuçları da camiye kitlesel teveccühün nasıl Cuma’lar ve bayram namazlarıyla sınırlı olduğunu doğruluyor.
“Doğruluyor”, çünkü bu, bilinmeyen bir şey değil. 
 
Bu memlekette insanlar teravih, bayram ve kandiller gibi özel/dinî günler dışında düzenli olarak sadece cumaları kılmak için camiye gider. 
 
Ha, şunu da söylemekten kaçınmayalım, Allah’ın bildiğini kuldan saklamaya kalkmayalım: Kimisi de öğlen Cuma’yı kıldıktan sonra akşam oturur, rakısını açar, içer.
Kimisi yıl boyu içer de Ramazan’da rakıyı keser.
Kimisi kandiller gibi özel kutsal günlerde de keser.
Türk Müslümanlığının bir realitesi de budur. Kızsanız da, köpürseniz de, dövseniz de, sövseniz de!..
Elbette Kitap, kılavuzdur. Ama hayatı bire bir Kitab’a sığdırmak da mümkün değildir. Ayrıca Kitap’tan kimin neyi, nasıl anladığı gibi bir büyük “sorun” vardır.
İnanç, iman, itikat zorlamaya da hiç gelmez.
Hayatın akışı, kimi insanı dine çektiği gibi, kimi insanı da dinden iter. 
 
Kimi dönemlerde dünya hali dine, ibadete, maneviyata meyli artırır, kimi dönemlerde seyrekleştirir.
Dolayısıyla din, hayattan çıkar. Hayatı dinden çıkış bulmaya zorladığınızda, hayatın akışını dinle belirlemeye çalıştığınızda en kötüsü olur, insanlar dinden çıkar, uzaklaşır.
Şu anda lümpenlikle de sakat halde memleketi siyaseten boğar hale gelmiş dinbaz totaliteryanizmle aslında alttan alta olan da bu...
Dinin MESH (medya+eğlence+show) endüstrisiyle boy ölçüşmeye maruz bırakılmasının altında yatan itki de aynı. 
 
Dini her yerde ve her âna başat kılmaya çalışıyorlar. 
 
Diyanet İşleri eski başkanı Prof. Ali Bardakoğlu bile yakınmadı mı geçenlerde katıldığı bir televizyon programında, “Din çok konuşuluyor; olur olmaz her konuda, her sorunda dinden çözüm çıkarılmaya, aranmaya çalışılıyor” diye...
Toplumsal-dünyevî süreçlerde din adına bir “enflasyon” söz konusu.
Ve bunun sonucu, dinin “devalüasyon”a, yani değer kaybına uğraması oluyor. 
 
Ramazan meydanlarında “televaiz”lere sorulan vasat, absürt, düzeysiz, zavallı ve utanç verici sorulara bakın!
Kur’ân okunurken sırıta sırıta bir elde cep telefonu, diğer ellerini ekranda kendilerini görenlere sallayan “Müslüman”lara bakın!
Ve dinin, dünyaya hâkim kılınmaya çalışılırken nasıl ona tâbi hale geldiğini görün!..
Dine ilgi, gerçek anlamda sokakta da, camide de, ekranda da azalıyor.
Dine ilginin hâlâ yüksek göründüğü, söz gelimi Hatipoğlu Hocamızınki gibi programlar da dini alabildiğine dünyevî çeşniye bulayıp eğlenceli hale getirerek, bir anlamda “şov”a dönüştürerek muvaffak oluyor. 
 
Bütün bunların toplamından da “Kadir Gecesi neden Survivor izlendi” sorusuna “Camideydik de ondan” yumurtlamasında bulunanlara söylenecek tek söz kalıyor: 
 
Sayenizde din elden gidiyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ankara-İstanbul ‘tuz’ hattı, kokmamak için - EROL MANİSALI

Bazı toplumlar vardır; insanların dışarı, sokağa, parka, kafeye, sergiye, konsere, tiyatroya gitmesi istenmez. Baskı altındadır, kısıtlanmıştır, hatta birçoğu yasaklanmıştır. 
 
Bunlar faşist, dikta ile yönetilen ya da dincilik kullanılarak ezilen toplumlardır. Meydanlar, sokaklar, parklar sevilmezler. Orada insanlar kadınlı erkekli dolaşırlar, otururlar, sohbet ederler ya da eğlenirler. Faşizm bunları sevmez. 
 
Demokrasiden korkan baskıcı yönetimler sokağı, yolu, meydanı, kahveleri, salonları, kızlı erkekli karma okulları kendi iktidarları açısından bir tehlike olarak görürler. 
 
Kadın-erkek eşitliği, yol, meydan, park, sanat, kültür salonları uygarlığın ve demokrasinin vazgeçilmez parçalarıdır. Birçok Arap ülkesinde kadının yalnız sokağa çıkması, parkta dolaşması, araba kullanması kısıtlanmıştır. Çağdaş ve uygar giysilerle dolaşmaları hoş karşılanmaz, hatta yasaklanmıştır. Kadın hamile ise sokağa çıkamaz, ev hapsindedir. 
 
Sokak (ve yürüyüş) bir semboldür. “Gezi”, halk için özgür kılmanın bir demokratik başkaldırısı olduğu için baskıcı çevreler bundan hoşlanmazlar. Hatta içlerine provokatörleri salarak bu demokratik eğilimleri hedefinden özellikle çıkarmaya çalışırlar. 
 
Son 55 yılın en çağdaş, uygar ve demokratik hareketi “Gezi”nin içine, PKK’den FETÖ’ye kadar kimi unsurları sızdırdıkları gibi. 


Ankara-İstanbul hattı mı?
Enis Berberoğlu’nun bardağı taşıran damla olduğu bu yürüyüş, adaleti geri getirerek demokrasiyi sağlamak için atılan önemli bir adımdır.
Bir anlamda, “Gezi’nin uygarlık haykırışının” örgütsel bir devamıdır. İnsanidir, çağdaştır, demokratiktir.
Geçen hafta çarşamba günkü yürüyüşte Kemal Bey’in yanında Genco Erkal’ı, Yılmaz Büyükerşen’i ve Emre Kongar’ı kol kola görünce çok duygulandım: Yılmaz Büyükerşen’e üç yıl önce Truva Vakfı’nın “Atatürk Ödülü”nü ben verdim; değerli meslektaşım Emre, 1972 yılından beri yakın fikir ve dostluk beraberliğimiz olan bir insan; ve Genco Erkal, sık sık Bıçak Sırtı köşemde adını övgüyle andığım bir sanat abidesi.
Yanlarında da büyük bir inançla uygarlığa, demokrasiye ve adalete yürüyen bu ülkenin güzel insanları. Keşke şu anda orada olsaydım diye düşündüm, bastonla bile yürürdüm. O güzel insanlarla beraber olmak ne büyük bir kıvanç, çirkinliklere ve adaletsizliklere karşı. 

Ve bir haber
S.Arabistan Kralı kendi yerine geçecek kişiyi şimdiden belirlemiş; oğlu. Halkın ne düşündüğü ya da dediği mi? O dinci ve faşist ülkelerde böyle bir konu yok. Akrabalar, yakınlar güllük gülistanlık. Avrupa’da, Amerika’da, Hawaii’de, Monte Carlo’da hatta bizim Boğaz’daki villasında. Geri kalan yüzde doksan ahali ise çoğu zaten “gâvur takımı”, ırgat statüsünde, bir şantiyede işçi gibi.
Ve bizim çağdaş dünya yerine ilişkilerimizi geliştirdiğimiz ülkelerin “düzeni” böyle. Kral, şeyh, emir ne derse o olur; bir de dışarıdaki en büyük patron. Geri kalan ahali, aşiret reisinin emrindeki köleler misali.
Yürüyüş yok, sanat yok, eleştiri yok, kadın-erkek eşitliği hak getire. Demokrasi mi, o da neymiş?..
İşte Ankara-İstanbul yürüyüşü bu tür ilkel bir dünyaya değil, demokrasiye yürümenin bir haykırışıdır.
Kemal Bey’e Gandi sözünü ilk yakıştıranlardan biri galiba bendim. Fazla abarttığımı sanmıştım ama o beni meğerse haklı çıkaracakmış. Umarım Gandi gibi “tuz”a ulaşır, Türkiye’nin kokmaması için...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

‘çArşı hep güzeldir’ - KUTLU ESENDEMİR

çArşı’nın Sarı Cem’i Cem Yakışan, ‘çArşı, Beşiktaş’la bir bütündür. Ve Beşiktaşlı olmak her zaman iyi insan olmaktan geçer’ diyerek hesapsız kitapsız halkın yanında olduklarını söyledi.

Gezi Direnişi’nin en önemli muhalif kalelerinden biri olan Beşiktaş taraftar grubu çArşı, Türkiye’de vicdan denince, varlığını ortaya koyan taraftar bütünlüğü, varlık, kültür ve direnişin adı... Ve çArşı deyince, akla gelen ilk isim, bu taraftar grubunun yıllarca önderi olarak bilinen Cem Yakışkan. Yakışkan, çArşı taraftar grubunun “Sarı Cem”i. Kendisi, çArşı taraftar Grubu’nun Gezi Direnişi’ne en önde saflarda katılması nedeniyle, Türkiye yargısınca, “Darbe girişimine teşebbüs” suçlamasıyla, gözaltına alındı, suçlandı, yargılandı. Yakışkan, beraat ettiği darbe davasında, “Darbe yapacak gücümüz olsaydı, önce Beşiktaş’ı şampiyon yapardık” dedi. Yakışkan, şampiyonluğun ardından ilk kez sorularımızı yanıtladı.

-Gezi Direnişi’nden sonra Beşiktaş’ın üst üste ikinci şampiyonluğu. Direniş, takımınızı ve çArşı’yı güzelleştirdi mi?
Hep söyledik; yineleyeceğiz: “Futbol hayattır, asıl olan hayattır, hayat da Beşiktaş! Futbol, halkın kendini ifade edebildiği, sporla bağdaşmış her bireyin kim ve ne olduğunu önemsemeden, eşit ve özgürce aynı renklere gönül vermesidir. çArşı da halkın gönlüne taht kurmuş ve halkı temsil eden iyi bir taraftar grubu. Bu nedenle, çArşı bir ruhtur deriz; bedene indirgenemez. Dolayısıyla çArşı hep güzeldir.

-Sizin beklediğiniz şampiyonluk muydu?
Elbette şampiyonluk, o sene bu sene, her yıl şampiyonluk. (Gülümsüyor.) Avrupa Ligi için takımın takviyeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Biraz da şans ve ırkçı olmayan hakemler. (Gülümsüyor.) Türkiye Ligi’nde zaten şampiyonuz. Ama özellikle gelecek için altyapıya ihtiyaç çok. Ve şampiyonluğumuzun en önemli nedeni, takımın inancı ve bütünlüğüydü.

-Bu yıl, Galatasaray ve Fenerbahçe lige erken havlu atarken, şampiyonlukta kamu kaynaklarıyla yaratılan ve beslenen Başakşehirspor’la yarıştınız ve kazandınız. Bu sizin için ne anlam ifade ediyor?
Galatasaray ve Fenerbahçe bizler için ezeli rakip ve bu rakiplerle maç yapmak bizler için zevk. Fakat bildiğiniz üzere futbol artık futbol değil; endüstrileştirilmeye çalışılıyor. Kulüp başkanları, kulüpler ablukaya alınıyor. Büyük kitlelere hitap eden camialar otoriteyle yönetilmek isteniyor. Passolig en net buna örnektir mesela. Endüstriyelleştirilmek istenen kulüplere elbette ki endüstriyel bir takım da yaratmak zorundalar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i temsil eden bu kulüplere karşı, Büyükşehir Belediyesi’nin kurduğu takım... (Gülümsüyor.) Onca desteğe rağmen, şampiyon belli.... Trajikomik.

-Bu arada teknik direktörünüz Şenol Güneş, şampiyonluk sonrası Mevlana’ya ait okuduğu iki dize nedeniyle kimi yandaş kalemlerce Fethullahçılık’la suçlandı. Siz de Güneş’ten bu anlamda kuşku duyar mısınız?
İyi insan olunmadan Beşiktaşlı olunmaz. Ve Şenol Hoca bizim için önce insan, sonra insandır. Yandaş kalemlerin her gün şeriatı savunan haberleriyle gündemi ve insanları ne hale getirdiği alenen belli. Şenol Hocamız’ın cevabı az bile olmuş. Ben o yandaş kalemlere Mevlana’dan şunu söyleyim o halde: “Fitne ateşini yakan, içinde yanar.”

 -4 yıl önce bugünlerde, Taksim’e çıkan on binlerce Beşiktaşlı, Gezi Direnişi’nde Atatürk Kültür Merkezi’ne (AKM), Optik Başkan’ın (Mehmet Işıklar) resmini taşıyan dev bir pankart açmıştı. Kimdir Optik?
Optik... Sadece Beşiktaş ve çArşı için değil, memleketin her tarafı sever Optik’i... Optik iyi insan olmayı ve iyi Beşiktaşlı olmayı temsil eder. Ve 4 yıl önce AKM’ye çıktığımızda Optik’in doğum günüydü. (12 Haziran) Ve biz o gün orada yaşasaydı, bizimle olacak Optik’i Gezi’ye getirdik. Ruhu hep bizimle çünkü. Çoğu canımız daha 30’unu görmeden, belki sevdiği kıza açılamadan gitti yıldızlara... Yine de hepsi, onca yaşanan ve ödenen bedellere rağmen en son anda gülerek gittiler ölüme... Ve bu bir gelenektir bizde, ne olursa olsun: “Ölüm nereden gelirse gelsin/ mezarıma siyah, beyaz güller atılacaksa/ mezar taşıma Beşiktaş yazılacaksa/ böyle ölüm sefa gelmiş, hoş gelmiş...” Ve Kutlu; çok sevdik be abi, biz Beşiktaş’ı çok sevdik...

-Gezi Direnişi’ne katılımınızın ardından, “Darbe girişimi” yapmakla suçlandınız. Hakkınızda müebbet hapis cezası istendi ve beraat ettiniz. Bu durum sizde hiç pişmanlık yarattı mı?
Yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım. Ve pişman olacağım bir şey yapmadım. Bizi üzen tek şey; yaşanan olaylardan sonra fitne ve fesatçıları kayda alıp bunu fırsata çevirenler. Ama gördük ki bu, süreçteki herkes için geçerli. Sabır diliyorum. Deniz Gezmiş’ler 2 ay 23 gün süren bir süreçte yargılanıp asıldılar. 25 yaşında gencecik fidanlar... Ardından çok genç aydınlar, güzel insanlar heba oldu. Olmaya da devam ediyor. İdam yasası onaylanmış olsaydı bugünün şartlarında biz de idamla yargılanıyor olacaktık. Müebbetin karşılığı bu! Ve Gezi benim için onurdur. Bizim her açıklamamızda bu böyledir, değişmez! İnsan, onurundan vazgeçtiği gün ölür.

-Sizi yargılayan hâkim ve savcılar da 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından FETÖ üyelikleri nedeniyle meslekten ihraç edildi, tutuklandı. Bu durum sizin için şaşırtıcı oldu mu?
Hayır, olmadı. Bizi yargılayan savcının o sırada yurtdışı yasağı vardı. Bu soru bana şunu hatırlattı.

-Nedir?
Çoğumuz bilir: Türkiye solunun efsane önderlerinden Deniz Gezmiş yargılandığı mahkeme salonunda güler. Deniz’in güldüğünü gören hâkim ona kızar ve sorar: “Neye gülüyorsun?” Deniz’in cevabı şu olur: “Arkanızda adalet yazıyor.”

-Ya Gezi Direnişi’ndeki sizin rolünüz?
Valla aslında kimse bir şey yapmadı; sanırım herkesin canına tak ettiği noktadaydık ve biz ardımıza döndük. Çocuklar Gezi’de olanları haber alıp Kazan’da toplanmışlardı. Ayağımda terlikle gitmiştim.. Gittiğimde insan sayısı beş yüzdü. Ara sokaklardan Taksim’e çıkmayı kararlaşmıştık. Köyiçi’nden Osmanbey’e ulaştığımızda sayımız 15 bini aşmıştı. Sonra on binler, milyonlar. Sanırım halkız biz. (Gülümsüyor.) Güveniyorlar.

-Gezi’de çArşı’nın hangi değerleri harekete geçmişti?
çArşı, her daim vicdanı ve insanı savunur. Ve o günlerde ellerinde çiçek, kitap olan çocuklar şiddet gördüler. Gezi her şeye bir, “yeter artık” demekti. Egemenlerin halk üzerindeki baskısına “dur” diyebilmekti ve amacına ulaştı bence.

-çArşı, Beşiktaş taraftarlığıyla birlikte hangi değerler bütünü?
çArşı, Beşiktaş’la bir bütündür. Ve Beşiktaşlı olmak her zaman söylediğimiz gibi iyi insan olmaktan geçer. Fakat Gezi’den sonra bizi Beşiktaş’a siyaset bulaştırmakla suçlayanlar, çArşı’yı Beşiktaş’tan izole etmeye çalışırken, milyonlarca insansa başka takımları tutarken bile, “Yükselenim çArşı” dedi. Sanırım yaptığımız şey doğruydu ve bu doğru sadece ve sadece hesapsız, kitapsız halkımızın yanında olmaktı.

-Türkiye’nin en çok cezaevinde yatan siyasi hükümlülerinden avukat ve yazar, sıkı Beşiktaşlı, gözleri görmeyen Eşber Yağmurdereli, “Muhalif olduğum için Beşiktaş’lı olmadım. Beşiktaş’lı olduğum için muhalif oldum” der. Katılır mısınız kendisine?
Eşber Ağabey... Bunca acıya bu kadar güzel insan olur mu? Olur. Eşber Ağabey buna en iyi örneklerden biridir. 2012 yılının 1 Mayıs’ıydı. Sanırım Eşber Ağabey ile kol kolaydık. Gurur duyduğum anlardan biridir Eşber Ağabey ile olmak. Eşber Ağabey, bu memlekette gözcülük yapmaktan yargılanıp, tutsak edildi yıllarca. Ama tanıyanlar bilir; Eşber Ağabey’in gözleri görmez. Gözleri gerçekten görmesine rağmen yürekleri yerine ceplerine teslim olmuş insanların çoğunlukta olduğu bir memlekette Beşiktaşlı ve muhalif olmaktan başka bir yol var mı?

-Ya sizce?
Ben size sorayım: Var mı insanı insandan ayırmayan, halkların kardeş olabileceğine inanmaktan başka çaremiz? Barışı savunmak, ekmeği ve emeği savunmaktan başka bir çaremiz var mı? Ve iyi insan olmaksa amaç Beşiktaşlı olmadan önce; Beşiktaşlı olup muhalif olmamak var mı?

-Ya, “çArşı her şeye karşı” sloganın derinliği nedir?
“çArşı her şeye karşı” sloganını yeni nesiller iyi analiz etmeli. Bizim hiçbir sloganımızın içi boş değil... Sadece deplasmana gidip takımın peşinden gitmekle değildir bu sloganın karşılığı. Kimin, kimlerin, neden ve ne bedeller ödediğini özümseyerek, Beşiktaş değerlerine sahip çıkmalılar.

Kutlu Esendemir / CUMHURİYET

26 Haziran 2017 Pazartesi

“Emperyalizmin finoları”nın yuvalandığı OAS bir soğuk savaş kurumu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Venezüela ne yapabilir?
Yapacağı şey zor değil. Temeli güçlü bir biçimde atılan ALBA’yı daha da güçlendirmek.  2006’da Venezüela, Küba, Nigaragua ve Bolivya tarafından kurulan ALBA yani “Amerika için Bolivar alternatifi”, kapitalizmle mücadeleyi ilk hedef olarak belirlemiş bir örgüt.

Venezüela Dışişleri Bakanı Delcy Rodriguez’in Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) son zirve toplantısında üye ülkelere yönelik olarak “emperyalizmin finoları” benzetmesi tabii ki “diplomatik” üsluba uygun değil. Ancak OAS’nin ne menem bir kurum olduğunu bilince Rodriguez “az bile söylemiş” diyor insan. Bu kuruluş ABD eliyle hayata geçirildiğinden bu yana Latin Amerika’daki ilerici yönetimlerin hepsine düşman bir siyaset izliyor. Uzun zamandır da Venezüela’daki ABD destekli protestoları gerekçe göstererek Bolivarcı hükümete savaş açmış durumda. Bu yeni bir gelişme değil, Huga Chavez döneminde de üstelik ülkede herhangi bir çatışma ya da huzursuzluk da yokken benzerini yapmıştı. Chavez bu kurumun ülkesi aleyhinde hazırladığı raporların yanlı olduğunu belirterek reddetmişti. Örgütün Venezülea’ya kızmasının nedeni Bolivarcı Chavez hükümetinin ülkede tekellere yönelik uyguladığı sosyalist program, o program doğrultusunda da yaptığı devletleştirmeler. Çünkü OAS, üyesi ülkelerin kapitalist “kalkınma yolunu” benimsemelerine büyük önem veriyor, dolayısıyla Venezüela ya da Küba gibi, ülkelere sosyalist ya da solcu yönetimlerinden ötürü, ciddi bir karşıtlığı var. Küba’yı 1962’de üyelikten çıkardığı, halen de yeniden kabul etmediği anımsanırsa bu konuda kararlılığının uzun sürdüğü de görülebilir.


OAS’ın Venezüela’ya yönelik tutumunda bir yumuşama yok. Olmaz da uzun süre, çünkü üye ülkelerin neredeyse tamamı sağcı iktidarlara sahip. Ama bölgede solcu hükümetlerin iş naşında olduğu dönemlerde bunun etkisi OAS’a da yansıyor. 2005 yılında ABD’nin değil Venezüella, Arjantin ve Brezilya’nın desteklediği aday örgütün genel sekreterliğine seçilmişti örneğin.
Venezüela’nın OAS’ın tutumuna karşı sert tavır aldığı biliniyor ama Chavez’den bu yana ülkenin devrimci yönetiminin dış siyasette zayıf oluşu gereken etkiyi yapmıyor.

Bolivar’ın fikriydi
Büyük önder Simon Bolivar’ın daha 1826’da ortaya attığı bir fikirdi bir bölge ülkeleri birliği oluşturmak. Bu amaçla düzenlenen Panama Kongresi’nde Amerika devletlerinin ortak bir askeri birlik oluşturmalarını savunmuştur. Amerika Devletleri Uluslararası Konferansı’nın 1890’da Washington’da yapılan toplantısından Uluslararası Amerikan Cumhuriyetleri Birliği kurulması kararı çıktığını, birliğin adının 1910’da Pan-Amerikan’a dönüştüğünü biliyoruz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Latin Amerika’yı yeniden düzenleme amacıyla 1947 yılında bölgedeki ülkelerle önce Rio Paktı aracılığıyla “karşılıklı savunma anlaşması imzaladı. Bu girişimlerin devamı sayılabilecek olan OAS ise 30 Nisan 1948 tarihinde Kolombiya’nın Bogota kentinde imzalanan bir antlaşma ile kuruldu ama 1951 yılında faaliyete geçebildi.

Özünde BM’nin ilkelerini Amerikalarda hayata geçirme amaçlı bir örgüt bu. ABD’nin Almanya ve Japonya ile girdiği savaştan sonra güvenlik kaygılarıyla oluşturulmuş bir örgüt de denebilir. Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak gören ABD, bölgesel statükonun değişmemesine büyük önem veriyor. Statüko değişikliği demek bölge ülkelerinin komünizme kaymaları demek. OAS bunu önleme amacıyla faaliyet gösteren antikomünist bir kurum.


OAS’ın üye ülkelere karşı kullandığı maddelerin başında “Amerika kıtasında bir devlete karşı yapılacak her türlü saldırı tüm Amerika kıtası devletlerine yapılmış sayılacaktır” maddesi geliyor. Bu madde ABD destekli OAS tarafından her an huysuz” bir üye ülkeye karşı kullanılacak bir madde.
İlkeleri, bölgede temsil ettiği BM kadar ikiyüzlü bir örgüt OAS’ın. ABD, Maduro yönetimindeki Venezüela Bolivarcı hükümetini diktatör olarak suçluyor ama ABD 1964’te Brezilya’daki askeri darbeyi desteklemişti, şimdi Venezüela’yı diktatörlük olarak niteleyip OAS’ı devreye sokması ikiyüzlülük elbette. (Kaldı ki aynı Amerika 2016’da Brezilya’da Temer’in başa getirildiği Dilma Roussef karşıtı sağcı anayasal darbeyi de desteklemiş, OAS da aynı tutumu almıştı.) 2016 Mayıs’ında Washington’da OAS Daimi Konseyi’nin bir toplantısında ABD’nin OAS Büyükelçisi Michael Fitzpatrick Brezilya’da Başkan Dilma Rousseff’e karşı gelişen darbenin “darbe olmadığını” savunmuştu. “Herhangi bir ‘darbe’ kavramı mantıksızdır. Brezilya’da adalet sisteminin, Temsilciler Meclisi’ne ve Brezilya Senatosu’nun demokratik kurumlarına saygısının oldukça net olduğuna dair şüphe yok. Net bir güçler ayrılığı ve yasama mevcut. Çatışmaya barışçıl bir çözüm bulunabilir.”
ABD Temsilcisi “anayasal darbe”nin yapıldığı Brezilya’da “hukukun üstünlüğü”nün bulunduğunu ama halkın seçtiği Venezüela’da ise böyle bir durumun söz konusu olmadığını da söyleyecekti. Temer’in işçilerin emekli maaşlarından bile kesinti yapması, “reform” adı altında Brezilya sermayesinin istediği işçi düşmanı ne kadar “yasa” varsa hayata geçirmesi OAS’ı ilgilendirmemişti.
Örgütün amaçlarına göz atınca tadından yenmez bir kurum olduğunu düşünüyor insan ister istemez. “Batı yarıkürede barış, istikrar ve güvenliğin tesisi, sosyo-ekonomik ve toplumsal kalkınmanın sağlanması, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi evrensel ilke ve değerlerinin yerleşmesinin gerçekleştirilmesi”. Büyük amaçlar bunlar.

Bogota’da kurulduğu zaman OAS’ın amacı bölge ülkeleri arasındaki anlaşmaları barışçıl yöntemlerle çözmek, ekonomik geliştirmeyi sağlamaktı. Ama OAS kurulduğu ilk yıllardaki kısa bir dönem hariç hep ABD’nin etkisinde kaldı. ABD’nin bölgedeki önceliklerine uygun tutumlar aldı. 1962’de Küba’yı üyelikten çıkarması bunun en çarpıcı örneğidir.

Honduras’ta 28 Haziran 2009 tarihinde askeri bir darbe gerçekleştiüinde OAS bu ülkenin üyeliğini askıya aldı, çok değil iki yıl sonra Honduras yeniden örgüte kabul edildi. Küba hâlâ yasaklı.
Venezüela Dışişleri Bakanı Delcy Rodriguez’in OAS’ın üyesi kimi ülkelere yönelik olarak “emperyalizmin finoları” demesi tam bir “nokta vuruşu”dur. OAS’ın içinde yer alan sağcı yönetime sahip ülkelerin tutumları gerçekten de ABD çıkarları için uşaklık yapmaktır.

Venezüela ne yapabilir? Yapacağı şey zor değil. Temeli güçlü bir biçimde atılan ALBA’yı daha da güçlendirmek. 2006’da Venezüela, Küba, Nigaragua ve Bolivya tarafından kurulan ALBA yani “Amerika için Bolivar alternatifi”, kapitalizmle mücadeleyi ilk hedef olarak belirlemiş bir örgüt. Öyle ki ikili ticaretin para yerine mal veya hizmet takası yoluyla yapılmasını savunuyor.


OAS’ı “fino köpekleri”ne bırakmanın zamanı geldi Venezüela için. Şimdi her zamankinden daha fazla ALBA zamanıdır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İlber Ortaylı: Böyle bir küstahlık Avrupa'da, İran'da olmaz - BİRGÜN

İlber Ortaylı bugünkü yazısında hem İstanbul'da tarihi yıkan mimari projelere tepki gösterdi hem de Hürriyet'te kendisini eleştiren Mimar Hakan Kıran'a yanıt verdi.

Ortaylı, Kabataş projesinde Mimar Sinan'ın Molla Çebi Camisi'nin önünün kapatılmasını eleştirmiş, projenin mimarı Hakan Kıran Hürriyet'e "İlber Hoca futboldan mimariye, bilmediği konularda da konuşuyor" açıklamasında bulunmuştu. Ortaylı bugünkü yazısında Kıran'ın sözlerine "Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri" ifadeleriyle yanıt verirken, Üsküdar ve Kabataş'taki Mimar Sinan eserlerine yapılan saygısızlık için ise "siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz" ifadelerini kullandı.
Ortaylı "Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; 'Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet' diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz" ifadelerini kullandı.


İşte İlber Ortaylı'nın Kabataş projesi'nin mimarı Hakan Kıran'ın "İlber Hoca futboldan mimariye, bilmediği konularda da konuşuyor. Fikrini söyleyebilir ama bu konuda uzmanmış gibi yazı yazamaz. Daha çok şey söyleyebilirim ama İlber Hoca’ya saygımdan susuyorum" sözlerine Hürriyet'te verdiği yanıt:
Bugün Şemsipaşa Camii de Molla Çelebi Camii gibi belediyelerin acayip deniz dolduruculuğundan payını alıyor. Siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz?Gazetemize röportaj veren bir adam “İlber Hoca tarihle uğraşsın, anlamadığı işe karışmasın” diyor. Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri. Birazdan bahsedeceğimiz Üsküdar’daki Şemsipaşa Camii de öyle.
İstanbul’u Roma İmparatorluğu kurmuş sayılır. Bizim ecdadımız süslemiş, geliştirmiş. Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; “Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet” diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz.
Bugünün mimarının nesi üstün bilmiyorum; resmen statik derslerini okumadıklarını, müfredattan kaldırıldığını herkes biliyor.
Dünyayı gezip gördükleri yok. Sırf parasızlıktan değil, niyetleri de yok. Anasının babasının yanında gezip görenler de bavul misali geziyor.

BİRGÜN

 

Neden Mimar Sinan’ın eserlerinin canına okunuyor(İLBER ORTAYLI-HÜRRİYET)

Bugün Şemsipaşa Camii de Molla Çelebi Camii gibi belediyelerin acayip deniz dolduruculuğundan payını alıyor. Siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz?

GAZETEMİZE röportaj veren bir adam “İlber Hoca tarihle uğraşsın, anlamadığı işe karışmasın” diyor. Anlamadığımız iş dediği, gelip geçtiğimiz, her gün gördüğümüz, yaşadığımız şehrin köşelerinden biri. Birazdan bahsedeceğimiz Üsküdar’daki Şemsipaşa Camii de öyle.
İstanbul’u Roma İmparatorluğu kurmuş sayılır. Bizim ecdadımız süslemiş, geliştirmiş. Hani birilerinin bize saçma gelen teorisi var ya; “Osmanlı ayrı millet, Türk ayrı millet” diye. Neredeyse bu saçmalığa inanasım geliyor, Osmanlı kurmuş, biz iğrenç bir hale getiriyoruz. Bugünün mimarının nesi üstün bilmiyorum; resmen statik derslerini okumadıklarını, müfredattan kaldırıldığını herkes biliyor. Dünyayı gezip gördükleri yok. Sırf parasızlıktan değil, niyetleri de yok. Anasının babasının yanında gezip görenler de bavul misali geziyor.

Adam kazıkları çakmış; pandantif gibi Molla Çelebi Camii’nin ne olacağı belli. Dolmabahçe’den baktığın zaman Topkapı Sarayı’nı göremiyorsun. Karşıda da Şemsipaşa Camii’nin önüne kazık çaktılar. Duvarlarını çatlamışlar bile. Fox TV muhabirinin sorusuna oradaki mühendis “Ne olmuş” diyor.

“Her yerde okul açıp herkesi diplomayla donatacağız” dersen, verdiğin eğitimin niteliğine ve muhtevasına dikkat etmezsen beklenecek sonuçlar bunlar. Mimarbaşı övünüyor, “Bu Haliç’e köprüyü Mimar Sinan bile yapamadı” diye. Megalomaninin sonu yok. Aradan 500 sene geçmiş; birikimin bu kadarsa diyeceğim yok. Denecek yok, maşallah.

ATATÜRK’ÜN EMRİYLE RESTORE EDİLMİŞTİ
Önündeki inşaat şimdilik durdurulan Şemsipaşa Camii’nin başına gelenlerden söz edelim biraz da. Üsküdar kıyısında rüzgâr her zaman kuvvetli estiğinden bu caminin kubbesine ve minaresine kuşlar konmaz. Bu yüzden halk ‘Kuşkonmaz Camii’ adını vermiş. Caminin banisi Kastamonu Candaroğulları hanedanından gelen Kızıl Ahmed Bey’in torunu Şemsi Ahmet Paşa’dır. III. Murad devri vezirlerindendir.
Şemsi Ahmet Paşa, 1580 yılında ölmüştür ve tarihin de gösterdiği gibi bu sempatik camiyi aynı tarihte büyük mimarımıza yaptırmıştır. Koca Mimar Sinan’ın küçük bir camisidir. Ancak bu küçük minyatür caminin, mimarın keskin gözüne uygun bir yapısı vardır. Minaresiyle kubbesi, o kubbenin yanındaki çeyrek kubbeler, o çeyrek kubbelerin hemen altında uzanan duvarlar, revak, girişteki son cemaat mahalli ve etrafında yer alan ‘L’ şeklindeki medrese ve caminin hemen bitişiğinde yer alan Şemsi Ahmet Paşa’nın türbesi dikkatimizi çeker. Paşa, caminin tamamlandığını göremeden vefat etmiştir ve buraya gömülmüştür.
Kuşkonmaz Camii’nin 20’nci yüzyılda önemli yıkımlar daha doğrusu tahribat gördüğü açıktır. Bunu zaman yapmıştır. Bu nedenle ilk önce Atatürk’ün emriyle ancak 1940’larda gerçekleştirilen bir tamirat ve ardından 20’nci yüzyılın sonuna kadar uzanan restorasyonlarla cami bugüne kadar gelebilmiştir.

BÖYLE BİR KÜSTAHLIK AVRUPA’DA, İRAN’DA OLMAZ
Bugün Şemsipaşa Camii de Molla Çelebi Camii gibi belediyelerin acayip deniz dolduruculuğundan payını alıyor. Eski belediye başkanlarından biri Swissotel’i, o zamanın başbakanı Hotel Ritz’i, günümüzdeki futbol takımlarından biri de stadyumu Dolmabahçe’nin başına dert ettiler. Şimdiki projeler ise iki Sinan eserinin birden canına okuyacak. Siz böyle bir küstahlığın herhangi bir Avrupa şehrinde, İsrail’de veya İran’da söz konusu olabileceğini düşünür müsünüz? Burada işler böyle yürüdüğüne göre epey bir noksanlığımız var.

MİNYATÜR MODELLER YAPMAYI DA SEVERDİ
- MİMAR Sinan, büyük ebatlı düşünülebilecek şeylerin minyatürünü yapmayı seven biriydi. Mesela Tophane’de Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya’nın minyatürü gibidir. Sinan, Ayasofya’nın restorasyonu ile övünürdü. Şemsi Ahmet Paşa Camii de diğer bir örnek. Sırası gelmişken, Üsküdar’da Şemsi Paşa Camii’yle bütünlük teşkil eden iki cami daha var. Biri, 15’nci asırdan kalma ve geç Paleologlar devrini andıran mimarisiyle Rum Mehmet Paşa Camii ki Fatih’in vezirlerinden olan Rum Mehmet Paşa da aslında bir Paleolog prensidir. Biraz ötede İstanbul’a ve bütün Üsküdar’a hâkim yapısıyla, halen yükselen binalara meydan okuyan III. Mustafa’nın eseri Ayazma Camii bir bütünlük teşkil ederler. Şemsi Ahmet Paşa külliyesinde o vakitler bir ‘Dârülhadis’ vardı. Bugün bu medrese bu nedenle bir çocuk kitaplığı olarak kullanılmaktadır.

ÜSKÜDAR’A REFAH GETİRMİŞTİ
- Üsküdar İskelesi hem denizden girişte hem de Anadolu’dan gelişte kervanların ilk anda konaklayacakları hatta alışverişe başlayacakları yerdi. Ve bu bölgedeki eserler hiç şüphesiz Osmanlı başkentine Anadolu ve Asya tarafından gelen insanları büyüleyici bir seyre davet etmiş ve onların daha ilk anda bu şehrin hayatından, zenginliğinden, eserlerinden etkilenmesini sağlamıştır. Şemsi Paşa’nın Üsküdar’a refah getirdiğine hiç şüphe yoktur. Nitekim Mihrimah Sultan Camii, daha yukarıdaki Nurbanu Sultan Camii ve Şemsi Paşa Camii’nin kendisiyle birlikte Üsküdar’ın iskele kısmı bir faaliyet ve refah kazanmıştır. Unutmayalım, uzakta kalan Nurbanu Sultan Camii’nin yani Eski Valide Camii’nin bazı vakıfları da iskeleye yakındır. Nitekim bu caminin vakfından sayılan çifte kubbeli hamam da (bugün ‘çarşı’ olarak onarılmış halde kullanılıyor)  hemen iskelenin civarında yer alır.

KLASİK MÜZİK VE SURDİBİ’NDEKİ ÇOCUKLARIMIZ
- Bugün İstanbul’un en sorunlu yerlerinden biri Edirnekapı ve civarı. Bu asil semt kontrol edilemeyen bir göç ve maalesef uyuşturucu satıcılarının bölgesi olmakta. Çocuklarımız ve gençlerimizi bu yığının elinden kurtarmak için yetersiz kalan Milli Eğitim’in haricinde müzik, spor eğitimini sağlayacak kurumlar da pek yok. Ama biz orada, Kariye Camii’nin yakınında çok umutlandırıcı, sevindirici bir performansa şahit olduk.
Bundan tam 12 yıl evvel mimar Mehmet Selim Baki ve eşi doktor Yeliz Baki gençlere klasik müzik eğitimi vermek için kolları sıvadı. Örnek aldıkları yerler Güney Amerika şehirlerinin fakir semtlerindeki müzik çalışmalarıydı. Çocuklara müziğe yeteneği olsun olmasın istedikleri enstrümanı çalabilme imkânı verdiler. Şaka değil; birtakım orkestralarımızda bastuba gibi enstrümanları çalanlar kolay bulunmuyor.
Bugün ‘Barış İçin Müzik Vakfı’ çatısı altında ‘Barış İçin Müzik Senfoni Orkestraları’ (Beethoven, Mozart, Vivaldi), ‘Barış İçin Müzik Korosu’, ‘Barış İçin Müzik Bakır Üflemeliler Topluluğu’, ‘Barış İçin Müzik Yaylı Orkestrası ve Yaylı Beşlisi’, ‘Barış İçin Müzik Caz Topluluğu’, ‘Barış İçin Müzik Flüt Orkestrası ve Tahta Nefesliler Beşlisi’ çalışmalarına devam ediyor.

ŞÜKRANLIK BİR FAALİYET
Binlerce çocuk ücretsiz eğitimden geçti. Kimi konservatuvarlara girdi, kimi üniversitede okuyor. İçlerinde müzik aletlerinin tamir ve yapımıyla uğraşanlar olacak. Unutmayın aradığınızda piyano akordu yapacak uzman bile kolay bulunmuyor. Bu hafta gazeteci yazar İsmail Küçükkaya ile oradaydık. Kariye Camii’nin civarında Çelik Gülersoy restorasyonundan geçen bir binada bu genç orkestranın konserini dinledik. Çarşamba günü de aynı gösteri Ömer Lütfi Kırdar’da oldu. Ne kadar duygulandırıcı, ne kadar şükran duyulacak bir faaliyet.
Maalesef 1930’larda şanla, irfanla girişilen musiki eğitimi uzun zamandır hızını kaybetmiştir. Hatta bu alanda bir devlet gösterisi olarak 1934 Haziran’ında İran Şahı’nın ziyareti sırasında iki ülkenin tarihinden bir efsane üzerine kurulu ‘Özsoy Operası’ temsil edilmişti.
Türkiye müzik ve müzik eğitimiyle bağını koparan bir ülke. Bu alafranga denen Batı müziği için olduğu kadar klasik Türk müziği için de geçerli hazin bir tecellidir. İş fedakârlıkla milleti eğitmeye girişen şahıslara, kurumlara, vakıflara kalıyor. Şu anda dünyanın bütün büyük sahnelerinde Türk opera sanatçıları var. Orkestralarda Türkler çalıyor, virtüözler var. Kervan yürüyor. Ama memleket onlara sahip çıkmıyor.


İlber Ortaylı / HÜRRİYET





25 Haziran 2017 Pazar

Bugün bayram, benim canım sıkılır! - TAYFUN ATAY

Can Dündar, 2000 yılı sonlarında cezaevlerindeki kötü koşulları (F-Tipi hücre uygulaması ve tecriti) protesto amacıyla ölüm orucuna yatan sol görüşlü siyasi mahkûmlarla devlet arasında arabuluculuk yapacak 5 kişilik bir ekibin parçası olarak gittiği Bayrampaşa Cezaevi’nde yaşadığı bir olayı paylaşmıştı. O tarihte NTV için “4. Nesil” adlı bir belgesel çalışmasında birlikteydik. Ankara’daki çalışma bürosunda anlattı (geçenlerde kendisi de gündeme getirmiş); o yıl Ramazan, söz konusu cezaevi krizi ve ölüm oruçlarıyla aynı zamana denk gelmişti. Can’ın da içinde yer aldığı grup, ölüm orucundaki mahkûmlarla görüşme halindeyken iftar saati yaklaşır. Ve o sol siyasi mahkûmlardan biri, beş kişilik görüşme ekibinde yer alan Fazilet Partisi milletvekili Mehmet Bekaroğlu için diğer arkadaşlarını uyarır (mealen):
“İftar yaklaşıyor. Mehmet Bey oruçtur. Onun için iftarlık bir şeyler hazırlayalım!..”
 
***

“Sol”da inanca saygı, insana saygının ve sevginin gereğidir.
İnsana saygısı-sevgisi olmayanın imanının ise ne kendisine, ne de mensup olduğu dine bir hayrı olur.
Devlet, o dönemde tüm insani ve vicdani arabuluculuk çabalarına karşın Nuh dedi peygamber demedi ve ölüm orucundakilerin üzerine adeta “ölümü ölümle yıkayacak” bir operasyonla, cezaevlerinde kendisine emanet mahkûmları diri diri yakarak gitti.
Bunun adına bir de “Hayata Dönüş” operasyonu dediler!.. 

***

“Devlet aklı” bugün de dünden çok farklı yürümüyor, yürütülmüyor.
Ve ne acı tesadüf ki o zaman olduğu gibi bu zaman da Ramazan ayının “şefaat oruçları”, ölüm oruçları ile buluşmuş, iç içe geçmiş durumda.
Allah’ın rahmetini, Peygamber’in şefaatini murat edenler için oruç dün bitti ve bugün bayram idrak ediliyor.
Devletin adaletini ve hakkaniyetini kapkara bir umutsuzluk bulutu üzerlerini kapladığı halde hâlâ inatla bekleyen iki insanın ölüm oruçları ise bayram falan dinlemeyip mahpusluk altında, insanlığımızın dehşetle açılmış gözleri önünde biteviye devam ediyor. 

***

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, Ramazan Bayramı’na açlık grevinin 109’uncu gününde cezaevinde giriyorlar.
Dün gazetede okuduk, Nuriye Gülmen, bunun ailesinden ve sevdiklerinden ayrı geçireceği ilk bayram olacağını söylemiş. “Adalete, ekmeğe, onura aç milyonların sesi olma iddiasındadır bizim açlığımız” diye de eklemiş.
Tabii “Bizim Aile”den Murat Sabuncu, Akın Atalay, Kadri Gürsel, Güray Öz, Ahmet Şık, Hakan Kara, Turhan Günay, Musa Kart, Önder Çelik, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Emre İper için de bayram, “özgürlüğe açlık”la eda edilecek!..
Ne dersiniz, bu şartlar altında “Hepimize hayırlı bayramlar” demek, bayram neşesiyle dolmak, bayram şekeri yemek mümkün mü sizce?! 

***

Hiç mi hiç mümkün olmadığını, Semih’in son durumuna ilişkin, eşi Esra Özakça’nın şu aktardıklarıyla perçinleyelim:
“Bacaklarında kas ağrısı çok yoğun. Kalça kemiklerinde ağrı var. Her iki gözünde batma hissi var. Boyun ağrısı çok fazla. Kulakları tıkandı. Kendi sesini dahi zor duyuyor.”
Kendi sesini zor duyar hale gelmiş, getirilmiş Semih Özakça adına onu ta en baştan beri hiç mi hiç duymayan iktidara, “Yeter artık, çözün bu sorunu” diye, duruma bakılırsa belki de son kez, şu bayramın hatırını da vurgulayarak çığlık çığlığa haykıralım!..
“Devlet aklı”nı vicdanla buluşmaya çağıralım!.. 

***

Bayramlar ölümün değil yaşamın;
Kavganın değil barışın;
Nefretin değil sevginin;
Zulmün değil şefkatin;
Acının değil sevincin vaat ve müjdesine vesileyse eğer...
Yukarıdaki çığlığa kayıtsız kalınmaması gerekir!..
Aksi takdirde bayramınız...
Mübarek olabiliyorsa olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Zafer havası, parçalı bulutlu! - Mine G. Kırıkkanat

Fransa’nın yeni önderi Emmanuel Macron, cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki başarısından sonra Cumhuriyetçi Yürüyüş Partisi’yle girdiği ikinci büyük bahsi, genel seçimleri de açık ara kazanarak benzersiz bir zafere imza attı.
Zafer benzersiz, çünkü Macron üç yıl önce siyaset sahnesinde bile yoktu, adı bilinmiyor, esamisi okunmuyordu.
Zafer benzersiz, çünkü partisi mayısta kuruldu, haziranda yarısı politikaya hiç bulaşmamış adaylar gösterdi ve 577 milletvekilliğinden 308’ini alarak, ezici bir çoğunluk sağladı.
Zafer benzersiz, çünkü yeni meclisteki her üç milletvekilinden biri yeni politikacı.
Zafer benzersiz, çünkü ne kadar zafer olduğu belli değil!
Geçen ay yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 47 milyon küsur Fransız seçmenden 12 milyonu sandık başına gitmedi, 3 milyonu ise boş oy verdi.
Emmanuel Macron, geçerli 31 milyon oyun 20 milyon küsurunu alarak cumhurbaşkanı seçildi ki; bu skor Fransa gibi “osuruğu cinli” bir ülke için rahat bir geleceğin işareti olmamakla birlikte pek de vahim değildi.


***

Ama vahamet bir ay sonra tecelli etti ve 27 milyon Fransızın sandığa gitmeyip sadece 20 milyon seçmenin oy kullandığı genel seçimlerde, Macron’un Cumhuriyetçi Yürüyüş Partisi 7 milyon 826 bin 245 oy alarak meclisteki çoğunluğu kazandı!
İşte bu skor sevgili okurlar, benim bildiğim Fransa’yı rahatça yönetmeye yetmez ve yeni cumhurbaşkanına da huzur vaat etmez.
Çünkü Fransız halkı Türk halkına benzemez, mutlu yarısı mutsuz yarısını yok sayamaz, ezemez, hükmedemez. Çünkü hem vefasız, hem isyankâr bir halktır, çünkü demokrasi vardır ve demokrasi, özünde nankörlük gerektiren, boyun eğmeyen, biat etmeyen, verilenle yetinmeyen nankörler sayesinde gelişen bir sistemdir, vb... 


***

Fransa, oy vereni ve vermeyeniyle uzun zamandır öfkeli. Aynı partilerin inip çıktığı iktidar tahterevallisinden, aynı politikacıları görmekten, yolsuzlukların örtbas edilmesinden, idare-i maslahatla yetinilmesinden ve siyasal ahlaksızlıktan bıktı, usandı.
Cumhurbaşkanı Macron’un halka verdiği birincil söz, zaten siyasal ahlakı yeniden kuracağı ve yolsuz hiçbir politikacıya geçit vermeyeceği yönünde oldu.
Halkın en küçük bir yolsuzluğa tahammülü kalmadığı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en güçlü adayı François Fillon’un, salt eşine ve çocuklarına uyduruk işler karşılığında sağladığı ücret kıyağı yüzünden elenmesiyle belli olmuş; Macron da bu sayede seçilmişti cumhurbaşkanlığına.
Oysa...
Macron’un kurduğu ilk hükümetin 4 önemli bakanı, seçimlerde elenen Fillon’la tıpa tıp aynı yolsuzluk, yani eşe dosta uyduruk işler karşılığında sağladıkları ücret kıyağı yüzünden geçen hafta istifa etmek zorunda kaldılar, iyi mi?


***

Buraya kadar iyi, aslında.
Le Monde gazetesi, cumhurbaşkanını haklarında yargı süreci başlayan şaibeli bakanları hükümette barındırmadığı için kutluyor. Ancak bu bakanlardan Macron’a çok yakın birine parlamentoda Cumhuriyetçi Parti grup başkanlığı, bir diğerine de koalisyon yaptığı Modem Partisi’nin grup başkanlığı teklif edilmiş bulunuyor.
Le Monde gazetesi de haklı olarak Macron’un “siyasal ahlakı” yeniden kurarken eskilerden çok da farklı bir yol izlemediğini vurguluyor.
Öte yandan parlamentoya seçilen ve politikaya yeni atılan bazı milletvekilleri de acemilikleriyle gülümsetiyorlar. İktidar partisinin Sandrine Josso adındaki hanım milletvekili, parlamentonun 22 Haziran’daki genel açılış oturumuna “Çocuklarıyla tenis oynamaya söz verdiği için” gelmeyeceğini açıklayınca, sosyal medyada kıyım kıyım kıyıldı.


***

Neyse. Yeniler de eskilere baka baka milletvekili çaktırmadan nasıl kaytarır, öğrenirler zamanla...
Çünkü Macron, yenileyerek ilerlemekte kararlı.
Örneğin, 4 şaibeli bakanın istifasından sonra yine sağ kolu Edouard Philippe’in başbakanlığında kurulan ikinci hükümetin 28 üyesinden 14’ü kadın. 




Genç cumhurbaşkanı, hükümetin resmi fotoğrafında bakanların bir erkek, bir kadın olarak sıralanmasını istedi ve kendisi ilk sırada değil, ikinci sırada yer aldı.
Bizim ülkemiz için henüz düşünülemeyecek bir imge, değil mi?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Leipzig’de ‘derin Almanya’ya yolculuk - Nilgün Cerrahoğlu

Goethe gençlik yıllarını burada yaşamış ve başyapıtı “Faust”a esin kaynağı olan yerleri burada tanımış.
Bach, çeyrek yüzyıl boyunca buradaki en büyük kilisede org çalmış, koro şefliği, öğretmenliği yapmış, onlarca ölümsüz yapıt bestelemiş. Mezarı burada.
Wagner keza burada vaftiz edilmiş.
İkinci Dünya Savaşı’nda on binlere mezar olan “Kayın Ormanı/Buchenwald Toplama Kampı”, buradan 1.5 saatlik mesafede.
Bölünmeden sonra 7/24 Doğu Almanya’yı boydan boya takibe alan ve bir korku imparatorluğu kuran Stasi’nin baş karargâhlarından biri de burada,
Leipzig’de. Leipzig özetle Almanya’nın küçük hap versiyonu gibi bir yer.
Almanya’nın tüm tezatlarını içinde barındırıyor.
Bir yanda yüksek kültür ve sanat; diğer yanda yaşanan çok büyük kötülüklerin izleri olanca çarpıcılığıyla hemen her yerde karşımıza çıkıyor. 


Yüzleşme cesareti
Almanya’yı diğer uluslardan farklı kılan bir özellik bu iki ekstrem arasında tarih boyu salınmasıysa, diğeri bu zorlu geçmişle yüzleşme cesaretini kendinde bulması.
Rusya’da St. Petersburg’a gittiğimde beni en şaşırtan şeylerden biri, bu kentte yaşanan Sovyet devriminin hemen tamamen arşivlenmiş olmasıydı.
Gerçi şehirde 20. yüzyıla damga vuran devrim dönemini anlatan bir müze vardı ama Rusların çoğu bu tozlu müzenin varlığından dahi haberdar değildi.
Bunun nedeni Rusya’nın büyük ihtimalle hâlâ eski bir KGB şefi (Putin) tarafından yönetiliyor olmasından kaynaklanıyor. Geçmişle bugün arasına yüzleşmeyi mümkün kılacak mesafe henüz kurulmamış. Öyle ki bu yıl “100. yılı”nı idrak eden Sovyet devrimini hatırlatan tek resmi anma yapılmıyor.
Almanya’da tarihle kurulan ilişki tam bunun aksi yönde. Leipzig gibi 500 bin kişilik orta boyutta bir kentte geçmişle yüzleşme yapan iki önemli müze var. Bunlardan ilki, dünkü yazımda bahsettiğim Stasi Müzesi.
Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” saptamasına vurucu bir göndermeyle “Güç ve Sıradanlık” adı altında düzenlenen kalıcı bir sergiyle Doğu Almanya-DDR döneminin devlet terörü burada tüm örgütsel yapısı ve şeytani yöntemleriyle teşhir ediliyor.
Tarihi belleği yaşatmak ve özellikle o dönemi bilmeyen gençlerin zulüm ile baskıyı anlamaları ve demokrasi nimetlerini kavramaları; siyasi-kültürel değerlendirmeler yapmaları amacıyla açılan bu müze parasız.
Turistlerden çok Almanlar tarafından ziyaret edilen müzede, baskı rejimlerinin insan haklarını sistemli şekilde nasıl birer birer ayak altına aldığı betimleniyor. 


Her taş geçmişi anlatıyor
Geçmişle yüzleşmenin Leipzig’de gene olabildiğince canlı şekilde yapıldığı diğer çok ilginç mekân, “Modern Tarih Müzesi.”
Üç bin küsur belge, fotoğraf ve eşyayla bölünmeden, birleşmeye uzanan yakın dönem Almanya tarihini tüm etaplarıyla göz önüne seren müzede sadece kuru tarih bilgileri verilmiyor.
Filmler ve eşyalarla yakın tarihin tüm atmosferi, ziyaretçilerin kendilerini doğrudan içinde hissedeceği şekilde bire bir adeta yaratılıyor. Haftanın belli geceleri holokost-DDR üzerinde klasikleşen filmler gösteriliyor ve tartışmalar düzenleniyor.
Kentin en hareketli ve canlı alışveriş caddesine açılan bu müze de keza bedava.
Müzenin modern görünümlü cephesinin önünde totaliter dönemin ezdiği insanları temsil eden Giacometti tarzı dikkat çeken bir de heykel bulunuyor.
Leipzig’de her taş adeta “Sakın geçmişi unutma!” diye bağırıyor.
Geçmiş burada hep sanki yaşıyor. 




Üniversite öğrenimini Leipzig’de tamamlayan Merkel bile, 12 yıldır elinde tuttuğu güçlü Şansölyelik konumuna rağmen DDR geçmişini unutmamış.
Geçen hafta, iki Almanya’nın birleşmesini sağlayan eski Başbakan Helmut Kohl öldüğünde kişisel öyküsündeki bu geçmişin ağırlığını, “Kohl benim hayatımı değiştirdi!” diyerek dile getirdi, ardından ekledi: “Ben DDR diktatörlüğünden özgürlüğe onun sayesinde adım attım!”
 
***

Hapisteki arkadaşlarımızın ve tüm okurlarımızın Şeker Bayramı’nı kutlarım. Silivri’deki dostların bir an önce özgürlüklerine ve sevdiklerine kavuşması dileğiyle.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET