6 Temmuz 2017 Perşembe

G20 ve ‘Radikal Belirsizlik’ - ERGİN YILDIZOĞLU

G20 ülkeleri, Hamburg’da Merkel’in ev sahipliğinde toplanıyorlar. Toplantı öncesinde yoğunlaşan tartışmalar, “Radikal Belirsizlik” başlıklı yazımda değindiğim durumun tüm özelliklerini yansıtıyordu. Bu nedenle G20 toplantısından ciddi bir sonucun çıkmasını kimse beklemiyor. Çıta, “çelişkiler daha da derinleşmesin, var olan dengeler korunsun yeter”e kadar alçaltılmış durumda. 

‘Radikal belirsizlik’
Financial Times’dan Gideon Rachman’ın dikkat çektiği gibi, 2008 yılında yapılan ilk G20 toplantısında, “salonda en önemli liderin George Bush olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu. Bugün, dünyanın geri kalanının liderlik için ABD başkanına bakabileceği söylenemez.”
Gerçekten de G20 toplantısı, Trump’ın yanı sıra Merkel, Xi Jinping, Putin gibi liderlerin pazarlık platformuna dönüşmüş durumda. Bugün ve yakın gelecekte bu liderlerin hiçbiri, “en önemli lider” unvanını alabilecek gibi görünmüyor. Bu belirsizliğin arkasında dünya kapitalist sisteminde yaşanmakta olan krizin yol açtığı dönüşümler içinde ABD hegemonyasının gerilemesi yatıyor. ABD’nin sorun çözme kapasitesi geriledikçe de onun düzenlediği, koruduğu uluslararası ekonomik - siyasi - güvenlik mimarisi çözülüyor, sorunlar ve riskler çeşitleniyor, genelde bir “radikal belirsizlik” egemen oluyor. 

Bir lider aranıyor
Her kıtada çok ciddi kriz noktaları gelişiyor. En sakin gibi görünen Latin Amerika’da bile Venezüella bir yavaşlatılmış iç savaş yaşıyor. Brezilya, siyasi ve ekonomik bir krizini aşamıyor. Trump yönetimi, Küba’yı taciz etmeye başladı. Meksika, Kolombiya suç örgütleriyle baş edemiyor. Tüm kıtada su kıtlığı sorunu, siyasi yolsuzluklar gittikçe derinleşiyor. 
 
Avrupa’da, ekonomik krizin, göçmenlik krizinin yükünü halk sınıflarının üzerine yıkmaya çalışan düzen partilerine, liderlerine yönelik bir toplumsal öfke, neo-liberal, küreselleşmeci modeli hedef alarak kabarmaya devam ediyor. AB’nin önemli ülkelerinden İngiltere’de Brexit sürecinin neler getireceği henüz belli değil. Avrupa’nın Doğu sınırlarında, Batı Balkanlar’da, Rusya’nın da katkılarıyla yeniden bir kriz olasılığı gelişirken, iki jeopolitik basınç odağı olarak, Ukrayna’nın ve Türkiye’nin ekonomik siyasi istikrarı (buralarda da Rusya etkisine rastlıyoruz) aşınmaya devam ediyor. 
 
Ortadoğu ve Kuzey Afrika, İslamcı terör, Libya kaosu, Suriye iç savaşı, Katar krizi, IŞİD sonrası sorunlar, İran’la bir savaş olasılığı altında birçok noktadan birden yanıyor. Uzakdoğu’da Kuzey Kore’nin balistik füze denemeleri, Çin denizinde yapay adalar etrafında bir ABD-Çin çatışması tehlikesi yeni bir dünya savaşı olasılığını gündeme taşıyor. 
 
Bu kaosa düzen getirebilecek hegemonya adaylarına bakınca, ABD’nin ekonomik kültürel etkisinin zayıflamaya devam ettiği, Almanya’nın askeri güç, Rusya’nın ekonomik güç, Çin’in ekonomik ve askeri güç yetersizliği ile, ABD dışında kalanların da bir ölçek sorunu ile karşı karşıya oldukları görülüyor. Liderlik eksikliği orta ve küçük çaplı ülkelerin manevra alanını, istikrarsızlık yaratma kapasitelerini arttırıyor, jeopolitik kriz noktalarını çeşitlendiriyor. 
 
Bu koşullarda Merkel’in partisi G20 toplantısı öncesinde yayımladığı seçim bildirgesinde, Almanya’nın ABD ile ilişkisinin düzeyini tanımlarken, geleneksel olarak “dostluktan” değil, bu kez “ortaklıktan” söz ediyor, Rusya ile “Kuzey Akım” enerji hattı projesine, ABD’nin itirazlarına kulaklarını kapatarak devam ediyor. Rusya ile Çin arasındaki yakınlaşma ilerlerken ABD’nin bir büyük strateji belirleyemediği, Ortadoğu bataklığına, istikrarsız bir liderlik altında yeniden batmakta olduğu görülüyor. 
 
Küresel ısınma, gıda ve su kıtlığı, yeni bir mali kriz riski, ek olarak her kıtada savaş, terör, silahlanma yarışı... Bu sorunların hepsi, uluslararası işbirliği ve liderlik gerektiriyor. Birincisi, ekonomik krizin basıncı ile artan korumacılık ve rekabet eğiliminin etkisiyle giderek zorlaşıyor, ikincisi ortada yok. G20 toplantısı, bu “radikal belirsizlik” içinde başlıyor. Bir yorumcunun dediği gibi,  
“Sorunları daha da ağırlaştırmadan biterse başarı sayılmalı.  

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Faiz, kur, enflasyon… Bu çemberden nasıl çıkarız? - ASLI AYDIN

Bir ekonominin fiyat mekanizması başta olmak üzere, makro dengelerinin sağlanması ve ekonominin dengeli bir çizgide yürümesi için faiz, kur ve enflasyon üçlüsünün uyumlu olması gerekir. Ulusal paranın değeri bu üçlü tarafından belirlenir. Bu üçlünün arasındaki her uyum da ‘iyi’ değildir. Örneğin üçü birden artış gösteriyorsa veya istenmeyecek ölçüde düşüş gösteriyorsa, bu durum o toplumda yoksullaşma olduğu anlamına gelir. Kısaca dengenin varlığı ve nerede kurulduğu önemli.
Türkiye’de de bu üçlü önemli bir sorun. Yüksek enflasyon, değersizleşen ulusal para ve yüksek faiz ekonominin bir türlü üzerinden atmadığı hastalık olmaya devam ediyor.


Özellikle enflasyona değinmekte fayda var. Dış ticaret yapısındaki açık üreten yapı eşliğinde ülkenin giderek daha dışa bağımlı hale gelmesi, iç pazarda üretimi daha maliyetli hale getiriyor. Üretimden, son tüketiciye uzanan yolda ise denetimsizliğin hakim olmasını da eklediğimizde, yerli malların fiyatlarında sürekli hale gelen bir tırmanış ortaya çıkıyor. Hal böyle olunca enflasyon yükseliyor, enflasyon yükseldikçe de yerli üretim değil, ithalat destekleniyor. Oysa ithal malların ülkeye girmesinin ne enflasyona ne de TL’ye faydası var. Olsa olsa sadece tükettiğimiz malların kalitesini düşürerek daha ucuz alternatifler yaratmaya imkan veriyor. Fakat sanmayın ki özellikle doların TL karşısındaki yükselişi bu malların ucuz kalmasına izin veriyor veya verecek. Hele ki sanayi üretiminden bahsediyorsak ithal ara malı kullanımının yaygınlığını göz önünde tutarsak, kurun enflasyona etkisinin ülkemizde daha yoğun ve hızlı olduğunu görmek gerekir. Yani sözün özü taburenin bir bacağı kırık, tamir etmek yerine ikinci bacağı da keserseniz taburenin devrilmesini hızlandırmış oluyorsunuz. Son günlerde kamuoyuna yansıyan yerli tarım ürünlerinin yerine ithal ürünlerin desteklenmesi böyle okunabilir. Nitekim enflasyon hala önemli bir sorun olmaya devam ediyor ve şimdi ithalatın körüklenmesiyle üzerine bir de kur riski ekleniyor. Yani halkın sofrasına etin ne kadar girebileceğini borsa ekranlarından takip etmeye başlayabiliriz.

Enflasyon-kur ilişkisinin ekonomi üzerinde yarattığı risk artarken, bir de faiz cephesine bakalım. Bu enflasyon-kur ilişkinin zapturapt altına alınmasında MB’nin kullanabileceği tek araç. İthalatı artırırken, bir yandan kuru stabil tutmak adına kaçınılmaz olarak MB faiz silahına sarılacak. İyi de faiz zaten yüksekken daha fazla ne kadar yükselecek? Bu kadar yüksek faiz söz konusuyken örneğin sanayi yatırımları başta olmak üzere nasıl yeniden  canlandırılabilinecek? Yahut faizleri bir daha indirebilmek, ithal bağımlılığı artarken bundan sonra nasıl mümkün olabilecek? Bu soruların yanıtları önemli ve hiç de olumlu gözükmüyor.

Küresel veriler Türkiye’nin aleyhine

Bilindiği gibi ulusal ekonominin tüm finansal ve reel dengeleri, küresel fonlara ve bu fonların risk alma iştahlarına bağlı. Eğer ki bu fonlar Amerikan ve Avrupa merkez bankalarınca miktarsal açıdan destekleniyorsa, yani genişletici para politikaları uygulanıyorsa ve eğer ki risk iştahı denilen olgu mevcutsa, bu fonlar Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Arjantin gibi riskli ülkeleri tercih ediyor. Fonların bu yönü korundukça, örneğin Türkiye’ye para giriyor, ekonomi büyüyebiliyor. Tabi bugün olduğu gibi enflasyon yükselirken kurun düştüğü senaryolar da ortaya çıkabiliyor.
Fakat artık tüm çevrelerin de kabul ettikleri bir durum var. O da bu fonların riskli değil, riski en az olan ülkelere yani kapitalizmin çevrelerinden merkezine yöneleceği durumu. Küresel veriler de bu beklentiyi güçlendiriyor. Öncelikle Amerika verileri Amerikan Merkez Bankası Fed’in faiz artışlarının devamını işaret ederken, Fed başkanlarının verdikleri demeçler bunun sadece MB politikalarıyla sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Bilindiği gibi 2008 krizi sonrasında Fed politikaları, tahvil alımına devam etme yönündeydi, fakat bugüne doğru gelindiğinde bu alımlar yavaşlatıldı. Üstelik yapılan açıklamalarda eğer tahvil alımına devam edilirse Amerikan ekonomisinin yine bir finansal balonun pençesinde kalacağı açıkça yer almaya başladı. Bu önemli bir durum, çünkü artık küresel fon düzeyini ve yönünü belirleyen baş aktör Fed’in, Türkiye gibi ülkelerin fonlanmasını sağlayan politikaları uzun bir süreliğine rafa kaldıracağı açıkça görülüyor. Bunu bugüne kadar yavaş yavaş hissetti Türkiye. 2013 sonrası itibariyle sıcak para akışında önemli bir yavaşlama yaşadı, büyüme oranları bir anda dip yaptı. Ne var ki mevcut durum, bundan sonra bu etkinin daha derinden olacağını gösteriyor. Keza, Avrupa Merkez Bankası (AMB), Avrupa’daki ekonomik toparlanmayı işaret ederek genişletici para politikalarının kısa bir zaman sonra sona ereceğini de geçtiğimiz haftalarda yine duyurmuş oldu. Nitekim Türkiye ekonomisine ikinci gol de buradan gelmiş oldu.

Bu dar çemberden nasıl kurtuluruz?

Bugün ekonomiye şöyle ya da böyle bir miktar sıcak para giriyor. Doların neredeyse 4’e değen TL karşısındaki değerinin bugün 3,5’lara düşüşünden bile bu anlaşılıyor. Fakat bu halde bile ne enflasyona ne de faize olumlu bir katkı yapabiliyor. Enflasyon, son ayda artış hızı biraz gerilemiş olsa da, çift haneli seviyelerde yükselme eğiliminde. Faiz ise -hükümet tarafından faiz aleyhine her ne kadar açıklama gelse de- aksi yönde yükselmeye devam ediyor. Faiz yüzde 12’ye dayandı ki bu oran en yüksek faiz veren ülke olarak bilinen Brezilya’yı bile sollamış durumda.

Bu durumda yapılacak tek bir şey var. Bugüne kadar, ekonomiye daha da zarar veren, üretim kapasitesine darbe vuran, tarım alanlarını ranta açan, sanayiyi dışa bağımlı kılan yöntemleri çöpe atmak. Ve bu alanları görmezden gelen değil, buralar için politikalar üretmek. Sanayide teknoloji odaklı, istihdam odaklı olmak. Tarımı korumak, üreticiyi ve tüketiciyi kollamak. Ve her şeyden önemlisi toplum için ekonomi anlayışı üretebilmek. Toplumun ihtiyaçları ortada: iş, nitelikli bir yaşam için ücret, eğitim-sağlık başta kamu hizmetlerine doğrudan erişim; yani insan onuruna yakışır bir yaşam. Tüm bunları bir anda sağlamak elbette kolay değil… Fakat bunları gerçekleştirmek için atılan her adımın nasıl büyük bir değişim sağlayacağı unutulmamalı.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Yürüyüşten sonra… - L. DOĞAN TILIÇ

Adalet Yürüyüşü” belki de ilk adımı attığında Kılıçdaroğlu’nun da beklemediği bir başarıyla bugüne geldi ve sonuna yaklaşılıyor. Sona yaklaşılırken iki nokta öne çıkıyor. Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun duyumları ve Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş’un da “uyarıları” ile öne çıkan provokasyon konusu.


Kılıçdaroğlu’nun M. Yetkin’e söylediği gibi; İstanbul’a yaklaşırken iktidar bir grubu yürüyüşe saldırtıp, “toplum kutuplaştı, kamu düzeni tehdit altında diyerek ve OHAL gerekçesiyle yasaklama” yoluna gidecek mi?

AKP, politikalarını gerçekten sık sık anketler yaparak belirliyorsa, bu tür bir olayın yürüyüşü destekleyen geniş kitlelerden çok daha fazlasının iktidara tepki göstermesine yol açacağını görüyordur!

Bu akıldışı olasılık gerçekleşmez ve Pazar günü yürüyüş İstanbul’da milyonluk bir mitingle sona ererse, AKP buna 15 Temmuz etkinlikleri ile karşılık vermeye çalışacaktır. Demokrasi nöbetlerinde “çok daha büyük” bir kitleyi meydanlarda toplayıp, “Siz o kadarsanız biz de bu kadarız” diye yine “siz-biz” kutuplaşması üzerinden gövde gösterisi yaparak Adalet Yürüyüşü ve sonrasındaki mitingin yarattığı havayı bastırmaya çalışacaktır.

Açıkçası, yürüyüş boyunca iktidar çevrelerinden gelen tepkilerin aklını bir kör inançla ona teslim etmiş olanlar dışında kimseyi etkileyecek mecali yoktu. Kabul edelim ki, Başbakan Yıldırım’ın sözlerinin, o sesine ne kadar ürkütücü bir ton vererek “gaflet yürüyüşü” dese de, gülümsetici bir etkisi vardı.

Kılıçdaroğlu’nun yürüdüğü yol için “Yaptığımız yolların kalitesini anlamış oldu” dedi Yıldırım. O yol ki; eski İstanbul yolu, Osmanlı’nın son yıllarında da vardı ve atla çekilen arabalarla 79 saatte gidiliyordu. 1950’lere gelinirken otobüsler aynı yolu 18 saatte alıyordu. Bugün yürünerek de 25 günde gidiliyor işte. Aydın Menderes, bir röportajında, “Babamı Ankara-İstanbul yolunu yaptığı için astılar” demişti. Şimdi Yıldırım, bu yolu da yaptıkları yollar arasına katıp Kılıçdaroğlu’na kalite kontrolü yaptırdı!

AKP’nin “Yürüyerek adalet aranmaz”, “Adalet, demokrasi sokakta meydanda bulunmaz” söylemi de kendisi tarafından boşa çıkarılıyor. Demokrasiyi korumak için insanları sokaklara meydanlara nöbete çağırıyorlar işte!

Geçen gün, “Hiç yürüyenle yürümeyen bir olur mu?” yazısında “Bir eylemde yalnızca ondan amaçlanan hedefe ulaşarak sonuç alınmaz. Her eylemin, ona katılanları da değiştirip dönüştüren bir sonucu olur. Bu politik sonuca çoktan ulaşıldı bile!” demiştim.
M. Yetkin’in yürüyüşün ne sonuç getireceği sorusuna, Kılıçdaroğlu; “Türkiye’de çok şey değişecek, değişmeli. Adalet duygusu toplumun tüm kesimlerine sirayet etti, bütün dünyada Türkiye’de adaletin olmadığı yönündeki kanı pekişti, hükümetin kendisini sorgulaması lazım” yanıtını vermiş.

İktidarın kendisini sorgulayacağını beklemek, onun bugüne kadarki pratiğini göz ardı etmek olur.
Ancak, umarım muhalefet kendisini sorgulayabilir ve yürüyüşün yürüyenlerde yarattığı dönüşüme uygun bir çizgi izleyebilir. Hayır kampanyası ve bu yürüyüşle ortaya çıkan, çok farklı kesimlerin bir arada durabildiği potansiyeli, tam da yürüyüş boyunca yapıldığı gibi; provokasyonlara gelmeden, tek adam rejimine karşı en geniş kitleleri kucaklayarak sürdürmenin yollarını bulabilir!

Adalet için yürünen uzun yolun sonuna gelindiğinde, iki genç eğitimci de neredeyse yaşamlarının sonuna geliyor olacaklar. 10 aylık Kartal bebeğin hayata tutunabilmesi için 19 saatte 1 milyon avro toplayabilen Türkiye’nin yaşatma gücü, Nuriye ve Semih’i yaşatmak için bir şey yapamaz mı? Yürüyüşün sonunda İstanbul’a toplanan 1 milyon insan, başta Kılıçdaroğlu, “Siz bırakın, yarın biz hepimiz sizin için aç kalacağız” diyemez mi?

İçişleri Bakanı onlara dediği gibi bize de şucu bucu dermiş; biz yalnızca insanı yaşatmak için bir adım attığımızı biliyorsak varsın desin, ne olacak!

Adalet için 450 km boyunca atılan on binlerce adımdan sonra ve daha yürünecek çok da yol varken, bir büyük adım da iki genç insanı yaşatabilmek için atabilsek, adalet yürüyüşü çok daha anlamlı olmaz mı?

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Mülkün temelinden itirazın çatısına - MİNE SÖĞÜT

İtiraz etmek için...
“Hayır” demek için...
Baskılar karşısında dik durmak için...
Her seferinde gösterişli organizasyonlara, heveslendirici eylemlere, kendisini ateşe atan liderlere ihtiyaç duyarsak bu yürüyüşten sonra da hiçbir şey değişmez.
Daha önce de olduğu gibi aradan yıllar geçer, daha korkunç hukuksuzluklar tepemize biner ve biz eski fotoğraflarımıza bakıp iç geçiririz.
Artık bu yürüyüşten öğrenmemiz ve asla unutmamamız gereken çok önemli bir şey var.
Birlikte hareket etmek bizi güçlendiriyor.
Birbirine sırtını dönmek de zayıflatıyor.
Ama bu basit ve hayati bilgi maalesef hiçbir zaman uzun ömürlü olmuyor.
Daha önce defalarca bizi bu bilgiye yaklaştıran sert deneyimler yaşadık.
Ama hafızalarımız nankör...
Ruhumuz ince...
Kalbimiz güçsüzmüş gibi...
Her şeyi çabuk unuttuk.
Gezi’den sonra üzerimize dökülen ölü toprağını, neredeyse umudu tamamen kestiğimiz bir siyasi partinin 69 yaşındaki liderinin yaz ortasında günlerce sürecek bir yürüyüşe çıkma cesareti ve azmiyle atmış olmamız;
Sağcısıyla solcusuyla, memuruyla işçisiyle, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, birbirine sitem eden farklı görüşlerden yığınla insan, yeniden aynı cümleyi kuracak hale gelmemiz...
Artık bize bir şeyler öğretmeli.
Bugün o yürüyüşe katılanlar, eylemi canı gönülden destekleyen bu kalabalıklar daha önce neden bu kadar dağınıktılar?
Ve yürüyüş sonlandıktan sonra daha ne kadar bir arada duracaklar?
Bundan sonra ne yapmamız gerektiğinin cevabını ancak bu soruların nedeni olan kaygılardan kurtulduktan sonra bulabiliriz. 



Aksi halde başladığımız yere, hatta belki daha da beterine döneriz.
Bugüne kadar aslında hepimizin ortak sorunları vardı ama o sorunun şifre kelimesini bulamadığımız;
Bir çatı kavram altında bir türlü toplaşamadığımız için alışkanlıklarımızın peşinden gidiyor ve birbirimize sırtımızı döne döne kendi kabuklarımıza çekiliyorduk.
Artık o kabukların içinde nefessiziz.
Ve biliyoruz, ancak birlikte hareket edersek bu düzeni değiştirebiliriz.
Adalet kavramının altında toplanarak ve ısrar ettiğimiz şeyin ne olduğunu zinhar unutmayarak aynı cümleyi kurabildiğimiz sürece gerçekten başka bir ülke hayal etme şansımız var.
Bizimki gibi tehlikelerle ve tehditlerle çevrili bir coğrafyada politik dillerin çeşitliliği ve farklı görüşlerin ortak noktalar arayarak ülke yönetimini adaletli bir şekilde biçimlendirmeleri hayati bir strateji.
Bu olmasın diye elinden geleni yapan iktidar;
Kendi yarattığı 15 Temmuz efsanesine sıkı sıkı sarılarak;
Ve karşısına dikilen herkese terörist yaftası yapıştırarak bu birlikteliği dağıtmaya çalışıyor.
Kötücül iktidarların başarısı, alt etmek istedikleri muhalif güçleri birbirlerine düşman etme becerilerine bağlıdır.
Başarısızlıklarının tek koşulu da ortak bir iradeyi kuşanmış farklı ama birleşik itirazları karşılarında omuz omuza bulmalarıdır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Kinini unutmayanlar - MUSTAFA K. ERDEMOL

Özgür Mumcu’nun sosyal medya hesabından yaptığı “Bir lider bin odasında bin klima olan sarayda. Diğer lider 40 derece asfaltta yürüyor. AKP, elitlerin partisidir” paylaşımına, kendisini zeki sanan ancak gerçekten insanlıktan nasibini almadığı belli olan İslamcının verdiği yanıt şu: “Baban da sıcağı severdi”.

Malum Özgür Mumcu’nun babası Uğur Mumcu arabasına konan bombayla katledilmişti. İslamcının “sıcak” dediği bu. Memlekette “dindar nesil” yetiştireceğini söyleyen AKP Genel Başkanı’nın “kininizi unutmayın” öğüdünü yerine getirenlerden biri de işte bu İslamcı. Kinlerini gerçekten unutmuyorlar. Mumcu, katledileli 24 yıl geçti, ama onu yok eden bombanın “sıcaklığı” bu İslamcının yüreğindeki kin ateşini de bugüne kadar canlı tutmuş demek ki. Bir insanın kötülüğe bu kadar sadık kalması takdir de edilecek bir tutum belki de. Hiçbir insani tutumdan etkilenmeden alçak kalabilmek ciddi bir “başarı”.

Başkalarının acılarına vurma acizliği, zayıf insan tutumu olarak değerlendirilirdi hep. Oysa öyle değil. Bu, gücü elinde bulunduran ya da bir güce sırtını dayayanların tutumu artık. Sadece zayıflıktan kaynaklanan kötü bir insan davranışı olarak görülmesi zor bunun. Bilinçli bir seçim bu. İnandığı din, bu alçak adamın eline, diline karşıtlarını incitmek, yaralamak için bu söylemi veriyor. Ne demişti zat, “kininizi unutmayın”.

Sevgi üzerine kurulmuş tek bir anlayışları yok bunların. Bu alçak İslamcı, Uğur Mumcu’nun “yanarak/parçalanarak” ölmesinden kendi inancı adına pay çıkarıyor. “Sıcaktan hoşlandığını” söylediği Mumcu’nun alçakça/vahşice katledilmesini açıktan açığa üstleniyor. Çünkü bu “küffara” karşı verdiği cihadının bir parçası onun gözünde.

Asfaltın sıcaklığı ile bombanın sıcaklığı arasında kendince bağ kurarak akıllı bir laf ettiğini savunan zatın, bunu yaparken gerçek adını kullanamamış olması, cinayeti/vahşeti ancak gizlice savunabildiği anlamına geliyor. Ama kendi kimliğini sakladığını sanırken zihniyet dünyasının tüm bireylerinin kimliğini ifşa etmiş oluyor, farkında mı bilmem? Çünkü Mumcu’nun ölümünden onu din düşmanı sayanlar, uyuşturucu kaçakçıları, insan tacirleri, silah tüccarları (bunların hepsinin haberini yapmıştı Mumcu) mutlu olmuşlardı. Bu tweeti atan alçak tüm bunların toplamıdır.

Ateş metaforu ile Mumcu’nun (dolayısıyla onun gibi düşünen herkesin) cehenneme layık olduğunu, onların “sıcaksever” oluşlarını sözüm ona anımsatarak belirtmiş de oluyor. Mumcu’yu öldüren alçakların “ateşi” ile inandığı Allah’ın cehenneminin ateşini aynı görmek İslamcının asla farkına varamadığı çelişkisidir. Mumcu’nun öldürülmesini adeta kutsarken, inancını kimlerle paylaştığının da farkında değil bu alçak.

Zaten herhangi bir şeyin farkında olması da gerekmiyor. Ayrıca “kininizi unutmayın” öğüdünü tutmak için harcanan çaba bir şeyleri fark etmesine engel. Unutulmaması istenen kin, inancı adına hep “sıcak” tutulması gereken bir duygu. Mumcu’dan çok bu alçağın “sıcaksever” olduğu da çok belli.

Ülke bu durumdadır. Başkalarına en vahşi ölüm biçimlerini layık görenlerin ülkesidir Türkiye. “Peygamber ocağı” askeriyenin sıradan bir mensubunun köprüde boğazını keserek öldüren kişilerin “dava adamı” kabul edildiği bir ülkedir Türkiye. Köprüde boğaz kesen de, tweette cinayetle alay eden de “kinini unutmaması” istenen nesil mensuplarıdır.

Türk-İslam Sentezi’nin yetiştirdiği “insan” tipi budur. Bu Sentez, “şiddet/sevgisizlik/kör inanç” üzre kurulu bir sentezdir. İnancının kendisine haklılık verdiğine inanması bu sentez mensubunun dilediği her şeyi yapmasına olanak tanıyor işte.


Arkasında “kininizi unutmayın” diyenler de var. O kadar çoklar ki bunlar. Akşam kesiyorsunuz sabah yeniden yeşeriyorlar.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Milletten sayılmayanlar ve yürüyüşün sosyolojisi - FATİH YAŞLI

Artık gayet iyi bilindiği üzere, Türkiye toplumu bizzat iktidar eliyle tam ortasından ikiye ayrılmış durumda. Bir tarafta “milletten olanlar” ve bir tarafta olmayanlar var. Sünni-Müslüman, Türk, heteroseksüel, erkek ve iktidar partisine oy verenler millet dairesinin içinde yer alıyorlar, kadınlar ve diğer etnik gruplar ise eğer iktidara oy veriyorlarsa, bu dairenin kıyısında, “millet”e iliştirilmiş bir şekilde kendilerine bir yer bulabiliyorlar.

Millete dâhil edil(e)meyenlerin ise kimler olduğunu biliyoruz. Cumhuriyetçiler, sosyalistler, Aleviler, eşcinseller, muhalif Kürtler, Kadınlar (büyük harfle Kadınlar)… Bu toplam, iktidar nezdinde potansiyel terörist, vatan haini, işbirlikçi, dış güçlerin maşası, üst aklın uzantısı olma niteliği taşıyor, iktidar ve ideolojik aygıtları tarafından mütemadiyen bu ithamlarla karşı karşıya geliyor, bunun üzerinden kriminalize ediliyor, siyasal alanın dışına itilmeye, bastırılmaya, susturulmaya çalışılıyor.
Eğer Türkiye’de yaşanan süreci bir rejim inşası süreci olarak okursak, bu aynı zamanda “rejim yanlıları” ve “rejim karşıtları” şeklindeki bir ikili ayrıma tekabül ediyor: Rejim yanlısı isen millettensin ve millettensen rejim yanlısısın, rejim karşıtı isen milletten sayılmıyorsun ve milletten değilsen rejim karşıtısın. Dahası, bu ayrımdan yola çıkarak başka bir yere daha varıyoruz: Bir yanda milletin ve milli çıkarların temsilcisi olanlar, yani iktidar ve öte yanda ise milli çıkarlara ihanet içerisinde olanlar var. Milli çıkarlar iktidarın çıkarları, iktidarın çıkarları ise milli çıkarlar anlamına geldiğine göre, her türlü iktidar karşıtı, her türlü muhalif pozisyon, milli çıkarlara karşı olmak, dolayısıyla vatana ihanet anlamına geliyor.


Hatırlarsınız, yakın zamanda bu ayrım üzerinden dolaşıma sokulan söylemin yoğun bir şekilde gözlemlenebildiği hadise 16 Nisan referandumu olmuştu. “Hayır” diyenler, hangi ideolojiye, dünya görüşüne, etnik, mezhepsel ya da cinsel kimliğe mensup olduklarına bakılmaksızın “terörist” ve “vatan haini” ilan edildiler. “Hayır” demek Pensilvanya ve Kandil ile iş tutmak, “Haçlı ittifakı”nın bir parçası olmak, üst akla hizmet etmek demekti. Devletin tüm  olanaklarını kullandıklarını ve şaibeli bir referandumdan dahi ancak % 51 çıkarabildiklerini göz önüne alarak söyleyecek olursak, toplumun en az yarısı, açıkça terörist ve vatan hainiydi bu söyleme göre.

Güzel, buradan hareketle şu soruya bir yanıt arayabiliriz o halde: “Adalet Yürüyüşü”nün ana teması, yürüyüşe damgasını vuran şey, yürüyüşün motivasyon kaynağı nedir?”
Bu sorunun açık bir yanıtı bulunuyor bana göre: Nasıl ki 16 Nisan referandumundaki temel ayrışma rejim yanlıları ve rejim karşıtları arasında olmuşsa, nasıl ki ilki “Evet” ve ikincisi “Hayır” cephesini oluşturmuşsa, aynı durum “Adalet Yürüyüşü” için de geçerlidir. Yürüyüşteki tablo, referandumdaki tablonun devamıdır ve yürüyüş açıkça “Hayır” cephesinin, milletten sayılmayanların yürüyüşüdür, bu nedenle de yürüyüşe katılanların ortak noktası açıkça “rejim karşıtlığı”dır.

Peki “yürüyüşün sosyolojisi” hakkında neler söylenebilir? Örneğin muhalif kimi İslamcıların ya da Cemaat sempatizanlarının Kılıçdaroğlu’nun yanında poz vermelerine bakarak, bu yürüyüşe İslamcıların ya da Cemaatçilerin damga vurduğunu söylemek mümkün müdür? Anti-kapitalist Müslümanların fikriyatı “yürüyüşün ruhu”nu teşkil ediyor olabilir mi? Hiç sanmam. Yürüyenler ve destekçiler, Cumhuriyet mitinglerinden Gezi’ye ve oradan da referanduma uzanan çizgiyi oluşturan kitlelerdir ve açıkça Cumhuriyetçi, laik, aydınlanmacı hassasiyetlere sahiptirler.

Ya da emperyalist merkezlerin de bu yürüyüşten birtakım beklentileri olması, hatta birtakım girdiler yapmaları “yürüyüşün ruhu”nu belirleyebilir mi? Örneğin bu kitlenin eline ABD, AB bayrağı alması, dış müdahale çağrısı yapması mümkün müdür? Buradan bir “renkli devrim” çıkartmak isteyenler belki vardır ama bu sorunun yanıtı benim açımdan net bir şekilde “hayır”dır; bilakis Türkiye’de bağımsızlıkçı bir çizgi varsa, o çizgi bu ülkede belki yürüyüşü tertipleyenlerce değil ama kesin olarak yürüyüşe katılanlar ve destek verenlerce temsil edilmektedir.

Peki burada asıl hedef “düzen içi” bir çözüm müdür? Şüphesiz ki öyledir, çünkü “rejim karşıtlığı” ile “düzen karşıtlığı” arasında hâlâ kapatılmamış ama kapatılmayı bekleyen bir açı vardır. Yürüyüşü tertipleyenler elbette ki burjuva karakterli bir çözüm istemekte, “adalet” meselesini sınıfsal eşitsizliklerden ve sömürü düzeninden uzak tutmaya özen göstermektedirler.

Ancak anti-emperyalizmle, aydınlanmacılıkla, despotizm karşıtlığıyla, bağımsızlıkçılıkla, sömürü düzenine karşıtlık arasındaki mesafe sanıldığından da yakındır ve o kapatılmamış olan açıyı kapatabilecek olanlar, potansiyel olarak sosyalistlerdir, soldur. Yani yürüyüşün, yürüyüşü tertipleyenlerin niyet ve hedeflerini aşabilmesi, “yürüyüşün sosyolojisi”ne müdahaleyi, bu sosyoloji ile ilişkilenmeyi gerektirmektedir.

Eğer iktidar bir millet inşa ediyor, kendine uygun bir kolektif kimlik yaratıyorsa, bize düşen de bir yurttaşlık kimliği inşa etmek, bir halk-olma pratiğini hayata geçirmektir. Rejim karşıtlığını düzen karşıtlığına evriltebildiğimiz ölçüde ve soyut adalet talebini sınıfsal eşitlik talebiyle ve sömürü düzeniyle mücadeleyle ilişkilendirebildiğimiz ölçüde bu inşa ve pratik geçerli olacaktır. Başarabilir miyiz peki?
En azından deneriz, çünkü denemeden bilemeyiz.

Fatih Yaşlı /BİRGÜN

4 Temmuz 2017 Salı

Türk-İslam Sentezi’nin son günleri - ORHAN GÖKDEMİR

1970’li yıllarda “Aydınlar Ocağı” tarafından dillendirildi. Türkiye için en iyi yol mevcut “milliyetçi batıcılık” politikasından vazgeçip “Türk İslam Sentezi”ne yatay geçiş yapmaktı. Aydınlar Ocağı ülke için milliyetçi batıcılık yerine bir tür “milliyetçi dincilik” politikası öneriyordu.

Aydınlar Ocağı’nın bu politik önerisi 1980’li yıllarda bizzat 12 Eylül cuntası eliyle yürürlüğe konuldu. Toplum islamize edilecek, din anayasal bir kurum olarak kamu yaşamına sokulacaktı. Zorunlu din dersi geldi böylece. Ardından imam hatip patlaması yaşandı. Milli Eğitim ordu eliyle dinselleştirildi. Birtakım tarikatlar el altından desteklendi. Yurtdışında Türk vatandaşlarının kalabalık olduğu ülkelerde onları “yıkıcı ve bölücü” akımlardan korumak amacıyla DİTİP (Diyanet İşleri Türk İslam Birlikleri) adlı bir tarikat benzeri teşkilat kuruldu. Bu teşkilatı örgütleyen Genelkurmay yurttaşlarına camiler etrafında toplanma çağrısı yaptı. Güneydoğu’da helikopterden atılan bildirilerle Kürtler “Ermeni tohumu” PKK’ya karşı cihada çağrıldı. Laikliğin devlet eliyle yıkılmasının kısa tarihidir bu.

Ülkedeki sağcı partilerin çoğu zaten devletin benimsediği bu “Türk-İslam” çizgisini takip ediyordu. MHP ise, sentezin bir tür ete kemiğe bürünmesinden ibaretti. Hatta arı bir Türkçülük ile “son Türk devleti” içinde etkin bir rol oynayamayacağını anladıkça dümeni İslam yönünde çevirmekte hiçbir sakınca görmedi. Böylece Aydınlar Ocağı’nın Türk – İslam Sentezi giderek İslam – Türk Sentezine dönüşmeye başladı. Ülkenin milliyetçi dincilikte tutunamayacağı, zorunlu olarak dinci bir milliyetçiliğe demir atacağı belli olmuştu.

Dinci milliyetçilik, şimdi AKP’de vücut bulmuş bir politika. Bu politikada belirleyici unsur dincilik. Türkçülük bir tür yan unsur. Onu dengeleyeceği umulan milliyetçi dinciliğin temsilcisi ise MHP idi. Ancak MHP bu çizgiyi tutmak ve korumaktan çok uzak bir çizgi tutturdu uzun zamandır. Dinci milliyetçiliğin bütün adımlarına evet diyor örneğin. Evet dedikçe kendi üzerinde durduğu milliyetçilik de hızla dincilik içinde eriyip gidiyor. Bu erimenin somutlaştığı kişi ise partinin başındaki Devlet Bahçeli. Son yıllarda koltuğunu korumak için AKP’nin her önerisine destek vermesi ayaklarının altındaki toprağın kayıp gittiğini fark etmesinden.

                                                                             ***

Dr. Devlet Bahçeli, sıradan “ülkücü” öğretim görevlilerinden biriydi. Bir iki ülkücü derneğin örgütlenmesinde bulunmuş, birini yönetmişti. Alparslan Türkeş’in daveti üzerine öğretim üyeliği görevinden istifa etti, 12 Eylül’den sonra kapatılan MHP’nin yerine kurulan MÇP’ye katıldı. 1987’de yapılan parti kurultayında parti yönetimine seçildi ve Genel Sekreterlik görevine getirildi. 1997’de Türkeş’in ölümü üzerine MHP Genel Başkanı görevini üstlendi. O gün bugündür MHP’nin tartışılmaz lideri. 2000, 2003, 2006, 2009 ve 2012 tarihlerindeki MHP kongrelerinde tekrar genel başkan seçildi. MHP düşse de kalksa da o hep koltuğunda oturmayı başardı.


Partisi içinde dillendirilen bir iddiaya göre o aslında MHP’liden çok bir AKP’li gibi davranıyor. Hoş 2002 yılında darbe gibi bir hareketle AKP iktidara getirildikten bu yana hem MHP hem de CHP, AKP ile sembiyotik bir yaşam kurmuş durumda. Böylece muhalefetin varlığı giderek iktidar partisinin varlığını sürdürmesine bağlandı. MHP’ninki sembiyotik bir yaşamın ötesine geçip beslendiği organizmanın bir uzvu haline gelme hali daha çok. Öyle ki zaman zaman AKP’yi arkasından sürüklemeyi bile başardı.

7 Haziran seçimlerinin hemen ertesi. Büyük oy kaybına uğrayan AKP henüz şaşkınlığı üzerinden atamamış. Yeni meclisin ilk işi meclis başkanını seçmek. AKP’nin artık tek başına kazanması zor görünüyor. MHP giriyor devreye. Meclis Başkanı, MHP'nin geçersiz oy kullanarak destek vermesiyle AKP'nin adayı İsmet Yılmaz oluyor. Muhalefetin psikolojik üstünlüğü de MHP’nin o adımıyla tuz buz oluyor.

AKP henüz çiçeği burnunda bir parti iken Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki 57. hükümeti devirecek ve AKP’yi iktidar yapacak olan süreci de Devlet Bahçeli başlatmıştı. AKP, “Anayasa Mahkemesi’nin 367 Kararı” ile krize girerken, Devlet Bahçeli'nin desteğiyle kurtarıldı. Gül Köşk’e çıkaran o. Aynı yıl başlatılan Ergenekon davasına “adil yargılamayı etkilemeyelim, sonucunu görelim” diyerek destek verdi. AKP’nin başlattığı üniversitelerde türban serbestisi tartışmaları da Bahçeli’nin koşulsuz desteğiyle tamama erdirildi…

Bahçeli’nin AKP’ye destek tavrı öylesine bir reflekse dönüştü ki Wikileaks belgelerinde Tayyip Erdoğan’a yönelik iddialara bile ilk o tepki gösterdi. Belgelerde Tayyip Erdoğan'ın Avrupa bankalarında gizli hesapları olduğu iddia ediliyordu. Devlet Bahçeli, Wikileaks'in yayınladığı belgelerle ilgili olarak "kol kırılır yen içinde kalır" minvalinde değerlendirmelerde bulundu, “Parti olarak, yabancı bir ülkedeki internet sitesine dayanarak ve sağladığı bilgilere bel bağlayarak, AKP hakkında hüküm vermeyiz ve iç politikamızın malzemesi olarak kullanmayız. AKP ne kadar yanlışa düşse de ve ihanete uzanan hatalar yapsa da bunları biz milletimizden başka kimseyle konuşmayız ve iç politikamıza dışarından müdahalelerin yapılmasına kararlılıkla karşı çıkarız” dedi. Son numarasını siliyorsunuz; Tayyip Erdoğan’ın kendini tek adam ilan etme girişiminin başlama vuruşunu da o yaptı.
Peki, elde ettiği ne? Bütün bunları Devlet Bahçeli’nin politik tercihlerine bağlayabilir miyiz? Ülkeyi 2003 seçimlerine sürüklediğinde partisi barajın altında kalmıştı. Destek verdiği anayasa değişikliği ile çok partili hayat da bir anlamda rafa kaldırılmış durumda. Yani Bahçeli AKP’ye verdiği sınırsız destekle sadece ülkenin, laikliğin, cumhuriyetin değil MHP’nin de ipini çekti. Bakın haline tavrına, bayram konuşmasında bile Ohal’in devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Tuğrul Türkeş bile AKP’yi savunmakta onun kadar hevesli değil.

                                                                          ***

AKP “Türk – İslam Sentezi”ni “İslam – Türk Sentezi”ne dönüştürdü. Eğitimden orduya devletin bütün unsurlarıyla dinselleştirilmesi tamamlandı. Bu oyunun son sahnesi şu: “Laik ordu”dan geriye kalan tortu Katar Şeyhini Suudilerden korumaya koşuyor.

“Türk”ü düştü sentezin, “İslam”ı ahlakını kaybetti. Sermaye düzenin bütün becerisini seferber ederek imal ettiği Türk-İslam Sentezi Türkçü ve İslamcı partilerini de arkasından sürükleyerek tarihin çöplüğüne doğru yuvarlanıyor.

Sermayenin seçenekleri tükendi. Faşizmi buldular son çare. Sopa gösteriyorlar hepimize, onlar gibi çaresiz kalalım istiyorlar.

Ama biz çaresiz değiliz. Türkçü ve İslamcı partileriyle, coplarıyla, sopalarıyla, diktatörlükleriyle, faşizmleriyle mücadele içinde biçimlenmiş, gözyaşıyla, kanla yazılmış bir tarihin içinden süzülmüş bir gelecek tasavvurudur bu. Sosyalizmdir!

Orhan Gökdemir /SOL

*Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 80. Sayısında yayınlanmıştır

Rejimin baş düşmanı: Öğretmen - ALİ SİRMEN

İkisi de haksız yere uzaklaştırıldıkları işlerine dönmek istiyorlar, ikisi de bunun için en değerli şeylerini, canlarını ortaya koymuşlar, ikisi de yaşamsal tehlike sınırını geçmişler, ölüm orucunu bıraksalar bile tekrar normal sağlıklı bir yaşama dönmeleri çok güç, belki de olanaksız. Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın başka ortak noktaları da, biri üniversitede olmak üzere ikisinin de öğretmen olmaları.
Dünkü Cumhuriyet’te, onlar gibi görevlerinden uzaklaştırılmış öğretmenlerden Hüseyin Doğan, Fırat Gül, Fudel Mutlu’nun öyküleri ve söyledikleri yer alıyordu.
Laik Cumhuriyetin ve demokrasinin köküne kibrit suyu dökmeye ahdetmiş, rejimin baş düşmanıdır artık öğretmenler.
15 Temmuz’dan bu yana 29 bin 955 (rakam ile yirmi dokuz bin dokuz yüz elli beş) öğretmen KHK’ler yoluyla işlerinden atılmışlardır.
15 Temmuz’u izleyen KHK’lerle işten atmaların gerekçesi, FETÖ ile mücadele. Yargısal denetime tabi olmayan bu tasarrufların kurbanları, Fethullahçılarla mücadele etmiş olan eski FETÖ mağdurları. Bunlardan biri olan öğretmen Fudel Mutlu bakın ne diyor:
- Geçmişte FETÖ’yü övenler, göklere çıkaranlar, şimdi okullarda yönetici oldular bizler ise FETÖ mağduru olduğumuz halde sebepsiz yere işten atıldık. 

***

Fudel Mutlu, binlerce öğretmen içinden bir örnek. Artık FETÖ, hâlâ kamu hizmetinde kalabilmiş laik unsurları temizlemek için bir bahane, bu arada gerçek FETÖ’cüler baş tacı.
Artık öğretmen, laik demokrasiyi tasfiyeye ahdetmiş olan rejimin baş düşmanı.
Fransa’da olduğu gibi, Türkiye’de laik Cumhuriyetin kilisenin yerine okulu, papazın yerine öğretmeni geçirerek kökleşmesinden korkanlar, daha Köy Enstitüleri öğretime başlayınca uyanmışlar ve öğretmeni “komünistlik” ile yaftalayarak baş düşman ilan etmişlerdi. Toprak ağalarının güya demokrasiyi getirme misyonunu üstlenmiş gibi görünen partisi DP’nin ağaları, köylülerden daha uyanık çıkmışlardı.
Bugün de laik Cumhuriyetin karşıtlarının baş hedeflerinin öğretmenler olması boşuna değildir.
Laik Cumhuriyet devrimi, Mustafa Kemal’in askerleri ve Cumhuriyetin ordusu sayesinde yaygınlaşıp kökleşmiştir. Bu, TSK şemsiyesi altında, Genelkurmay Başkanı’nın komutasındaki kara ordusu değil, Mustafa Kemal’in gerçek askerleri öğretmenlerden oluşan aydınlanma ordusudur. 


***

Okulu, Cumhuriyet devrimi ile kazandığı konumundan etme, öğretmeni silme mücadelesi, bir zamanlar irfan ordusunun genelkurmayı konumunda olan, şu anda Türkiye’nin birlik ve bekasına en büyük tehdidi oluşturan MEB içinde sürdürülmektedir.
Öğretmenin yerine imamı, okulun yerine camiyi ikame etme savaşında ön cepheye sürülen büyük buluş imam hatip okullarıdır.
Böylelikle laik eğitimi çürütmek için bakanlık bünyesi dışına çıkılmasına gerek kalmamış, o iş bakanlığın bünyesi içinde laik eğitimin yerine “imam hatip”ler ikame edilerek çözülmüştür.
İmam hatip okulları bakanlığın en imtiyazlı, en olanaklı kurumları haline getirilirken sayıları da artırılmış, 708 olan imam hatip sayısı önce 1149’a , 2016- 17’de de 1408’e çıkmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 71 bin 100 olan imam hatipli öğrenci sayısı şu anda 1 milyon 291 bin 426 olmuştur.
Böylece öğretim ve öğretmen, kaynağında kurutulmaktadır.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın ölümlerine neden göz yumulduğu, öğretmenlere neden bu muamelelerin reva görüldüğü artık anlaşılıyor sanırım. Öğretmen rejimin baş düşmanı haline gelince, bütün bunlar da “umuru adiyeden” oluyor artık.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Aile İçi Evlilik! (I-II) - ÖZGEN ACAR


Hafta içinde akşamüzerleri TRT Haber kanalında “sağlık sorunları” konusunda önemli bir yayın yapılıyor. Programa katılan tıp adamları, kendi uzmanlık alanlarına giren sağlık sorunları konusunda izleyicileri aydınlatıyorlar.
Geçen hafta sonuna doğru Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Aydın Dalgıç da uzmanlığı ile bağlantılı konuda konuşurken bir ara şöyle dedi:
“Biliyorsunuz akşamları TV kanallarında din adamları konuşuyorlar. Önceki akşam, bu din adamlarından birine bir izleyici ‘Amcamın oğlu ile evlenebilir miyim’ diye sordu. Din adamının yanıtı ise ‘Elbette evlenebilirsin! Ben de teyzemin kızıyla evlendim!’ Şaşırdım kaldım!”
Prof. Dr. Dalgıç, daha sonra aile evliliklerinden sağlık sorunlu çocukların doğacağına dikkati çekti, izleyicileri bu konuda uyardı… Bu konuda uzman olan Hacettepe Üniversitesi “Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı”ndan Prof. Dr. Ayşegül Tokatlı’nın bilgisine başvurdum.
Prof. Dr. Tokatlı “aile içi evlilikten doğan çocuklarda görülen hastalığın adının ‘fenilketonüri’ olduğunu söyledikten sonra özetle şu bilgiyi verdi:
“Fenilketonüri kalıtsal bir metabolik (canlılarda enerjiyi sağlayan kimyasal değişimler) hastalıktır. Bu hastalıkla doğan çocuklar proteinli gıdalarda bulunan ‘fenilalanin’ adlı bir ‘amino asidi metabolize’ edemezler, sonuçta kanda ve diğer vücut sıvılarında artmış olan fenilalanin ve onun artıkları çocuğun gelişmekte olan beynine zarar verir ve çocuğun ileri derecede zekâ özürlü olmasına, sinir sistemini ilgilendiren daha birçok belirtilerin ortaya çıkmasına neden olur. Hayatın ilk birkaç ayı içerisinde fenilketonüri hastalıklı bebekleri, sağlıklı bebeklerden ayıran özellikler fark edilemez. Tedavi edilmeyen fenilketonürili çocuklarda 5-6. aylardan sonra zekâdaki gerileme belirgin hale gelir. Akranlarından farklı olarak oturma, yürüme ve konuşma gibi becerileri kazanamazlar. Beyin gelişimleri normal olmadığından başları da küçük kalır.”
 
Prof. Dr. Tokatlı, bu hastalıkla ilgili şu kıyaslamayı yaptı:  “Fenilketonüri Amerika’da ve birçok Avrupa ülkesinde her 30 bin yenidoğanda bir görülmesine karşın, ülkemizde 6 bin 500 yenidoğanda bir görülmektedir. Türkiye fenilketonüri hastalığının en sık görüldüğü bir ülkedir! Her yıl ülkemizde yaklaşık 200 çocuğun bu hastalık ile doğacağı hesaplanmaktadır.
Her 25 kişiden birinin hastalığı taşıyor olması ve ülkemizde akraba evliliklerinin yüksek oranda yapılması, hastalığın sık görülmesine neden olmaktadır. Türkiye’de her 100 kişiden 4’ü bu hastalık açısından taşıyıcı durumundadır.”
“Fenilketonüri, erken teşhis edildiğinde tedavi edilebilen bir hastalık olduğunu” da söyleyen Prof.  
Dr. Tokatlı şu bilgiyi verdi:
“Fenilketonüri hastalığı ile doğan bebeğin, beyni etkilenmeden, erken olarak tanımlanması çok önemlidir. Bu amaçla geliştirilmiş her yenidoğan çocuğa uygulanabilecek pratik, ekonomik bir deney vardır. Hayatın ilk günlerinde bebek ideal olarak 48 - 72 saat beslendikten sonra özel bir filtre kâğıdına alınan bir damla kan teşhis için yeterlidir. Sağlık Bakanlığı’nın ‘Yenidoğan Tarama Programı’ içinde fenilketonüri hastalığı da aranmaktadır.”
 
“Türkiye’de Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA)verilerine göre ülkemizdeki akraba evliliğinin sıklığı, yörelerimize göre yüzde oranları ekteki çizelgede görülüyor. 
 
Akraba evliliklerinden kaynaklanan ve çocukta zekâ geriliğine yol açan fenilketonüri hastalığını ilk olarak Norveçli doktor Asbjörn Fölling tanımlamış. Her yıl 1 Haziran, dünyada olduğu gibi ülkemizde de “Ulusal Fenilketonüri Günü” kabul edilmiştir. Yarın (28 Haziran) “Avrupa Fenilketonüri Günü”dür.
Ülkemizde fenilketonürili hastalara yardım amaçlı “Fenilketonürili Çocukları Tarama ve Koruma Derneği” ile “Fenilketonüri ve diğer Kalıtsal Metabolik Hastalıklı Çocuklar Vakfı (METVAK)” adlı sivil toplum örgütleri bulunuyor.
Bir din adamı televizyonda Türk halkına akraba evliliğini önererek bu tür hasta çocukların doğmalarının da yolunu açmış olmuyor mu? Bu din adamına dua yerine, beddua edilmez mi?

II

Salı günü bu köşede Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Aydın Dalgıç da uzmanlığı ile bağlantılı bir TV yayınında konuşurken bir ara şöyle dediğini yazmıştım:
“Biliyorsunuz akşamları TV kanallarında din adamları konuşuyorlar. Önceki akşam, bu din adamlarından birine bir izleyici ‘Amcamın oğlu ile evlenebilir miyim’ diye sordu. Din adamının yanıtı ise ‘Elbette evlenebilirsin! Ben de teyzemin kızıyla evlendim!’ Şaşırdım kaldım!”


***
Aile içi evliliklere Avrupa hanedanlarında sık rastlanır. Hanedanların yenidoğan çocuklarında çeşitli hastalıklar sıkça görülür. Bilim adamlarının “genetik” araştırmasında, “mavi kan” tutkunu Avrupa’nın en büyük hanedanlarından Habsburgların sonunu, “aile içi evlilik” takıntısının getirdiği anlaşıldı.
Cermen kavimlerinin yüzyıllardır peşinde olduğu ari ırk rüyasının çirkin kanıtı dudaklarda görülür. Habsburg belgelerinde, hanedanda kalıtsal olarak bu tür çenesi olmadan dünyaya gelen çocuklara üveymiş gibi davranılır, ama çenesi Habsburg ölçütlerine uyanlara büyük sevgi gösterilirmiş!
Hatta bu hastalığa sahip arşidükler, imparatorlar, hanedan üyelerinin portrelerinde çirkin dudakları düzgünleştiren ressamlara ceza verilirmiş!
Habsburglar’da alt dudağın renkli bölümün hemen altında, ileriye doğru uzanan bir çizgi ağzın bitiminde sona erer. Üst dudak ise yok gibidir ve ince bir çizgiyi andırır. Hatta alt dudağı bu şekilde olmayan bir bebek dünyaya geldiği zaman bazı hanedan mensupları “Anası bu çocuğu acaba başkasından mı peydahladı?” diye konuşurlarmış!
Türkçede “tavşan dudak” denilen, sağlıksız doğan çocukların bu hastalığına Batı dünyasında takma ad olarak “Habsburg dudak” denmesinin nedeni de budur.
Habsburg Hanedanının tarih boyunca en büyük rakibi Osmanlı oldu. 


***

Fatih’in ve Kanuni’nin gravürlerine, 2. Abdülhamid’in fotoğraflarına bakıldığında, görkemli burunları dikkati çeker. “Osmanlı burnu” denilen bu kocaman burun, Osmanoğlu ailesinin genetik mirası olup, aynı zamanda simgesidir.
Osmanlı padişahlarında bırakın aile içi evliliği, tam tersine anneleri yabancı kadınlardı. Osmanlı sultanlarının anneleri:
I. Murat’ın Bizanslı Horofira (Nilüfer) / Yıldırım Bayezid’ın Bulgar Marya (Gülçiçek) / Çelebi Mehmet’in Bulgar Olga / II. Murat’ın Vronika / Fatih Sultan’ın Sırp Despina (Hüma) / II. Bayezid’ın Fransız- Sırp Kornelya (Gülbahar) / Yavuz Selim’in Pontuslu Rum (Ayşe) / Kanuni’nin Polonya Yahudisi Helga (Hafza) / II. Selim’in Yahudi kızı Roksalan (Hürrem) / III. Murat’ın Yahudi Raşel (Nurbanu) / III. Mehmet’in Venedikli Bafo (Safiye) / I. Ahmet’in Yunan Helen (Handa), Genç Osman’ın Sırp Evdoksiya (Mahfiruz), IV. Murat’ın Sırp Anastasya (Mahpeyker), IV. Mehmet’in Rus Nadya (Turhan), II. Süleyman’ın Sırp Katrin (Dilaşüb), II. Ahmet’in Polonya Yahudisi Eva (Hatice), II. Mustafa’nın Rum Evemia (Emetullah), III. Ahmet’in II. Mustafa ile aynı anneden, I. Mahmut’un Aleksandra (Saliha), II. Osman’ın Sırp Mari (Şehsüvar), III. Mustafa’nın Fransız Janet (Mihrişah), I. Abdülhamit’in Fransız İda (Şermi), III. Selim’in Ceneviz Agnes (Mihrişah), IV. Mustafa’nın Bulgar Sonya (Sineperver), II. Mahmut’un Fransız Rivery (Nakşidil), I. Abdülmecit’in Rus Yahudisi Suzi (Bezm-i Âlem Valide), Abdülaziz’in Roman Besime (Pertevniyal), V. Murat’ın Fransız Vilma (Şevkefza), II. Abdülhamit’in Ermeni Virjin (Tirimüjgan), Mehmet Reşat’ın Arnavut Sofi (Gülcemal), Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes Henriet (Gülistan)… 


***

Türkiye’de 1980’lerde aile içi evlilik yüzde 20 iken, şimdilerde yüzde 24’e çıktığı için sağlıksız doğan çocukların sayıları da arttı. Aile ve Sosyal Politikalar ile Sağlık bakanlıklarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na kamuyu aydınlatma konusunda önemli görev düşüyor.
Tarihsel Miras…
Pazar akşamı saat 23.35’te bir arkadaşım CNN Türk’te “Tarihsel Miras’ın Korunması” konusunda bir açık oturum olduğunu söyledi. Konunun uzmanı 5 değerli konuşmacı bu önemli konuyu çeşitli açıdan çok iyi irdelediler. Ancak saat 01.35 olmuş yayın bitmemişti. Beni çok ilgilendiren bu yayını ister istemez uyumak için kapatmak zorunda kaldım. Çocuklara yönelik önerilerin de ele alındığı o saatteki açık oturumdan kafamda bir iz kalmadı. CNN bu konuyu değişik açılardan irdeleyen yayınları, erken saatlerde daha kısa süreli olarak sıkça tekrarlamalıdır.


Özgen ACAR / CUMHURİYET

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Bilim ya da din; teori ya da hurafe; 2 Temmuz Sivas ya da aydınlanma - İLKER BELEK

Dinin etkisi arttıkça nasıl düşüneceğimiz, yaşayacağımız, yaşamı nasıl anlamlandıracağımız gibi konular da önemli hale geliyor. Dünyanın doğusunda İslam; daha da doğusunda Taoizm, Budizm; batısında Evangelizm, Baptistlik gibi değişik Hristiyanlık dalları…
Dinin etkisinin artması; siyasallaşması, dünyayı yönetme inisiyatifine soyunması anlamına geliyor. Din, etkisini artırmak hırsıyla karakterize bir genetik şifreye sahip bulunuyor.

                                                                           *****
Dinin etkisi arttıkça din ile bilimin aynı geçerlilik düzeyine sahip oldukları iddiası da yayılıyor. Bu iddia dinin etkisini artırmak için özellikle ortaya atılıyor.
Gerçek ise tam tersi.
Bilim insanın en yakın çevresinden başlamak üzere dünyayı anlama ve değiştirme faaliyetidir.  İlk atalarımızdan başlamak üzere bizi tanımlayan temel özellik budur.
Avının peşinden koşan Homo Habilis’in davranışlarında da, atom altı ölçekteki Higgs Bozonu’nu verilendirmeye çalışan kuantum fizikçisinin pür dikkatinde de aynı dürtü mevcuttur: Gerçeğe olan mecburiyet ve tutku.
Bilim tüm insanlar için yaşamsal etkinliktir. İnsanlar suyun kaynama noktasına dair yasayı tam olarak bilmeseler de günlük hayatlarında onu kullanırlar. Suyu kaynatmak gerektiğinde hiç kimsenin aklına doğaüstü güçleri yardıma çağırmak gelmez.
Bilim bu anlamıyla her insanın amatör faaliyetidir. Doğanın, pratiğin içindedir. Bir ölçüde kendiliğindendir. Gereksinimlerden kaynaklanır. Gerçekliği kavramadan, hayatta kalmak, insan olmak mümkün değildir.
Her insan kendi yaşam alanı içerisinde zorunlu olarak diyalektik materyalisttir.
Din ise tamamen farklıdır. Din insanın insan olmakla alakalı bir özelliği değildir. İnsanların yaşayabilmek için dine gereksinimleri yoktur. İyi ve ahlaklı olmak, toplum olarak bir arada yaşayabilmek için dine ihtiyaç bulunmaz. Hatta çoğu kez tersi doğrudur: İnsanlığın gördüğü en büyük vahşetler her dönemde din adına gerçekleştirilmiştir.
Her din kendisine inanmayı şart koştuğuna göre farklı inançlara tahammülü yok demektir. Hoşgörüsüzlük dinde karakter özelliğidir.
Din insanın yaşamına bundan yalnızca 6000 yıl kadar önce dahil olmuştur. Öncesindeki 3 milyon yıllık dönemde insan tanrısız ve bu manada inançsız yaşamıştır.
Din toplumsal gelişimin belli bir evresinde, sınıflı toplum aşamasında, siyasetle eş zamanlı olarak, kralların marifetiyle, halk sınıflarını sömürmek için toplumların yaşamına dahil edildi.

                                                                           *****
Bilim ile dini aynı düzeye yerleştirenler aynı zamanda bilimsel düşünceyi küçümseyen, bilgi elde etmek için gereken disiplinli çalışmayla, üfürmeyi, boş inancı aynı kefeye koyan kötü niyetlilerdir.
Bilgi üretmek zor iştir. İki tür bilginin olduğunu söyleyebiliriz:
İlki doğanın içinde hazır olanın açığa çıkarılmasına ilişkindir. Örneğin yer çekimi, doğal seçilim ve kuantal ölçeğin hareketlerine dair bilgiler böyledir. Bu anlamda bilgi insanın zaten gözünün önünde belki de milyonlarca yıldır devam etmekte olan hareketin yasalarının keşfidir.
İkinci tür bilgi ise buraya dayanarak üretilen bilgidir. Yer çekimi yasasını keşfettikten sonra gökte uçacak uçaklar geliştirmemiz, doğal seçilimin farkına vardıktan sonra antibiyotiklere direnç kazanmış bakterileri yok edecek yeni ilaçlar keşfetmemiz, kuantal ölçeğin partiküllerinden yararlanarak tıbbi görüntüleme cihazları üretmemiz bu sınıftandır.

Bilgi üretimi gözlemle, veri toplamayla ve sonra bunların üzerine hipotez inşa ederek başlar. Bilim için her iddia ispatlanmaya muhtaç bir hipotezdir. Hipotezsiz bilim, gözlemsiz, gerçekliğe dayanmayan hipotez olmaz. Bilimde akıldan geçtiği gibi konuşulmaz. Kanıtsız konuşana insan denmez.

Hipotezi hurafeden ayıran şey test edilmeye cesaret gösterebilmesidir. Hipotez alçakgönüllüdür, böbürlenmez, ama kendisini feda edecek ve mevcut bilgilerimize bayrak açacak kadar da cesurdur.
Testi geçen hipotez yasa haline gelir, geçemeyen çöpe atılır, isteyen ona inanmaya devam edebilir, ama saçmalamış olur. Yasalar birleşerek daha kapsayıcı açıklayıcılığa sahip teoriyi oluştururlar. Teori geçerliliği kanıtlanmış epistemolojik bütünlüktür. Teorileşmiş bilgi artık boyun eğmez.

Bilimde inanmak diye bir şey yoktur. “Bana göre” türünden açıklamaların bilim dünyasında hiçbir kıymeti bulunmaz. “Bana göre”leriniz gerçekten de size göredir ve başka hiç kimseyi bağlamaz. Kutsal kitaplar, fetvalar bilimde anlam taşımaz.

Bu anlamda bilim katıdır, hiyerarşiktir, sınanmamış laflara pabuç bırakmaz. Bilimde halk çoğunluğuna dayalı demokrasi işlemez.

İnancın sorgulanmaz kabul edilmesine karşılık, yasa ve teoriler her daim sorgulanmaya açıktır. İnancın saçmalığı ile bilimin gücü bu özelliklerinden kaynaklanır.

                                                                            *****
Bütün bunlar AKP’nin ve O’nun yandaşlarının akıl ve bilim dışı yaklaşımlarını, din adına insanlık dışı işler çevirmekten sakınmayanların ruh hallerini anlamak için önemli.

Sivas’ı yakanlar, zamanında onların avukatlığını üstlenmiş olanlar, Ortadoğu’da ve dünyanın büyük merkezlerinde inançları uğruna katliamlar gerçekleştirenler aynı ideolojik zeminden, dinden besleniyorlar. Gerçekleri ve insanlığı kendi dar ufuklarında yok ediyorlar.

Bunların ideolojik referansları neredeyse belirsiz bir sınır çizgisiyle ancak birbirinden ayrılabiliyor. Din toplumda bir kez etki göstermeye başladığında, inanç adına nelerin yapılabileceği konusunda Sivas, Reyhanlı, Paris, Londra yalnızca birer ayrıntı olarak kalıyor.

                                                                             *****
Herkesin inanabileceğini, ama inandığını toplumsallaştırma hakkının bulunmadığını söylememizin de, eğitimin laikleştirilmesini insanın yaşayabilmesi için zorunlu görmemizin de, bilimin halklaştırılması gereğine sürekli vurgu yapmamızın da nedeni hep bunlardır.

İlker Belek /SOL

Hayvan, insan ve İslam - TAYFUN ATAY

Köpek, insanın en eski ve sadık dostudur. 
 
Günümüzden 12-15 bin yıl öncesinde, son buzul devrinin ardından yeryüzünde iklim değişimi koşullarında iki “hayvan”ın karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğinin sonucu önü açılmış bir dostluktur bu. 
 
Yeryüzünün yeni ortamında “avcı-toplayıcı” yaşam sürdüren insanın en çok avladığı, buzul devri koşullarına uyarlı hayvanların soyunun tükenmesi, avcılık faaliyetini çok kısıtlı hale getirdi.
İşte bu şartlar altında köpek, kuvvetli koku alma duyusu ve iz sürme yetisi ile insana avlanmada yardımcı oldu. Buna karşılık insan da diğer yırtıcı hayvanlar karşısında köpeği koruma ve himayesi altına aldı. 
 
10 bin yılı aşkındır süren bu dostluğa köpek, hiçbir zaman ihanet etmemiştir.
 
İnsan ise sadece köpeğe değil, kendisiyle aynı biyolojik kompozisyona sahip diğer hayvanlara da, bunun yanı sıra “nebatat”a da (bitkilere, ağaçlara, ormanlara), nihayet “doğal” bir parçası, bağlısı, bağımlısı olduğu tabiata da ihanet etti. 
 
İnsanın bu ihanetinin itici gücü, “eşref-i mahlukat” ifadesidir.
Antropolojik tabirle “homosantrizm”, yani insan-merkezcilik...
İnsanın kendi dışında kalan canlılık âlemine yönelik yıkıcı tahripkârlığını dine dayanarak meşrulaştırmada ha bire önümüze konan o harcıâlem, hatta “bidat” ifadenin karşısında durmak gerekir: İnsan, “eşref-i mahlukat” falan değildir!..
Kur’ân’da hiçbir yerde “eşref-i mahlukat” ifadesi geçmez. (“Yarattıklarımızın birçoğuna onları üstün kıldık” ayeti de bu ifadeye karşılık gelmez.)
Buna karşılık Tîn Sûresi’nde, “İnsanları en güzel kıvamda yaratmışızdır. Sonra alçakların en alçağına döndürmüşüzdür” denmektedir.
Yani dinde bile insan, “yaratılmışların en şereflisi” sayılmak ne kelime, iyilik kadar kötülüğe de, güzellik kadar çirkinliğe de, doğruluk-dürüstlük kadar yalan-dolana da ve erdemlilik kadar alçaklığa da yatkın bir varlık olarak önümüze konmaktadır. 
 
Dolayısıyla “kedi-köpek sever” diye küçümsenip aşağılanan hayvan dostu insanlar karşısında “beton-sever”liğin dinen caiz kılınabileceği, “eşref-i mahlukat” diye bir tabir dinin özünde yok.
Bu tabirle aynı doğrultuda “Her şey insan için”, “İnsandan daha değerlisi var mı” gibi ifadelerle yıllardır orman, dağ, tepe, bayır demeden her yeri insana mesken kılma yolunda izlenen bu yıkıcı insanmerkezciliğin bedelini, insana binlerce yıllık dost hayvanlar ödüyor. 
 
Yaşadığımız mahalleler, çalıştığımız mekânlar, dinlenip tatil yaptığımız beldeler, diğer canlılar hilafına, bir bakıma hayvanlardan çalınarak insana mahsuslaştırılıyor.
Sonuç, sokakta, apartmanda, çalışma ortamında bir yanda (amiyane deyişle) “kedi- köpek tantanası” istemeyen “insan”lar;
Diğer yanda ise “Aslında biz yanlış yerdeyiz!” diye içten içe düşünen ve kendince belediye ekiplerinin şerrinden, çalıştığı yerdeki otoritelerin gadrinden, kendisiyle sitede, sokakta, işyerinde aynı hayatı paylaşanların nefretinden bu hayvanları korumaya çalışan bizler!..
İşte o “Biz”ler adına önceki gün Türkiye genelinde 80 farklı noktada 200 sivil toplum örgütünün desteğiyle eylemler gerçekleştirildi. 
 
Hayvan sevgisi olmayanın insan sevgisi hiç olmaz diye düşünenler, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikleri protesto etmek amacıyla cadde ve meydanlardaydılar. 
 
Hürriyet’te Fırat Alkaç’ın haberinden öğrendiğimiz üzere, Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı Şebnem Aslan, yasa tasarısının hayvanları korumayacağını; ilçe belediyelerinde kısırlaştırma merkezlerine gerek görmediği için katliamlara yeşil ışık yakacağını; “itlafsever” belediyelere yaptırımlar içermediğini; ve hayvanlar üzerinde işkenceli deneylerin önünü açacağını belirtmiş. 
 
“Can dostlarımızı sürgüne, hapse, eziyet ve ölüme göndermeyeceğiz” sloganıyla yürüyen hayvan dostlarının şu mesajlarını içtenlikle paylaşalım: 
Hayvan, hak sahibi olan bir varlıktır! 
Hiçbir hayvan kaderine terk edilemez! 
Yaşam hakkı, tüm hakların üzerinde korunması gereken en kutsal haktır!.. 
 
Ve ekleyelim: Eğer şu âlemde insana bir “şeref” varsa, işte bu mesajlara riayetindendir!..
Aksi halde ortada “Eşref-i Mahlukat” ne kelime, tam bir “Eşed-i Mahlukat” (yaratılmışların en katısı, şiddetlisi) vardır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Millet’ ve kimi spekülatif düşünceler - ERGİN YILDIZOĞLU

“Adalet” yürüyüşü, toplumda dünya basınında büyük ilgi çekiyor. Bu ilgi AKP’nin rejiminin, siyasal İslamın karakterinin, ülkede yarattığı kurumsal kültürel yıkımın boyutlarının anlaşılmasını kolaylaştırıyor. 

 
Yürüyüş AKP tabanında bile sempati topluyor, yandaş yazarların kafasını karıştırıyor, siyasal İslamın, inancını gerçekten ciddiye alan kimi yazarlarını düşünmeye zorluyor. AKP’nin, siyasal İslamın lider kadrolarının toplumun gerçeğini yadsımak için sığındıkları fanteziler artık saydamlaşıyor. Bu onları dehşete düşürüyor, marazi tepkilere yol açıyor. 
 
Biri “15 Temmuz’dan beri sabır taşına dönen milleti, daha önceki şımarıklıklarınıza sabreden millet zannetmeyin... 
Bu milletin sabrını bu kadar zorlamayın” diyor. 
Bir başkası. “Millete karşı yürüyorlar” diyor. 
Bu saçmalıklar o korkuların ürünü. Çünkü, gerçekte, “Millet” diye tanımlayarak kendileriyle özdeşleştirmeye çalıştıkları çokluğun sabrını, AKP liderliğindeki siyasal İslamın 15 yıl boyunca gittikçe artan şımarıklığı taşırmaya başladı. “Adalet için yürüyüş” bu durumun bir dışavurumudur!
 
Yolun sonundaki duvar
AKP, 15 yıldır yasaları, devletin biçimini değiştiriyor, kadroları, disiplin ve ceza araçlarını ele geçiriyor, toplumun günlük yaşamını dini ilkelere göre düzenlemeye çalışıyor, eğitim ve kültürü dönüştürüyor, “evrim” teorisini yasaklayarak bilimsel düşünceyi eğitimden kovmaya çalışıyor. Başlangıçta liberal entelijansiyanın, Batı merkezli dünya sisteminin liderliğinin desteğini almıştı, bu yürüyüşe kadar, “Gezi olayı” dışında ciddi bir muhalefetle karşılaşmamıştı, artık her istediğimi yaparım şımarıklığı egemen olmuştu.
Bu şımarıklık geldi, referandumda toplumun yarısından fazlasından oluşan duvara çarptı: Toplumun yarısından fazlası AKP’nin siyasi, kültürel hegemonyasını kabul etmiyor. AKP liderliğinin bu duvarı aşabilecek “kültürel ve ekonomik sermayesi” yok, bu duvarı yadsıyabilmek için kurguladığı “burası Müslüman ülke, millet Müslüman, biz Müslümanız öyleyse biz milletiz” fantezisi de artık işe yaramıyor, zor kullanmaktan başka seçeneğinin kalmadığının ayırdına vardıkça korkuyor. Bu korkuyla gittikçe artan oranda silahlanmaya çabalıyor.
 
Korkunun öbür boyutu
Radikal toplumsal dönüşümlerde (devrimlerde) sürecin bir aşamasında, dönüşümlerin getirdiği kazanımları tehlikeye atmak istemeyen kesim, dönüşümleri mantıksal sonucuna götürmeyi amaçlayan kesimi tasfiye etmek ister.
AKP liderliğinde başlatılan toplumsal dönüşüm süreci, kendi deyimleriyle “sessiz devrim” de siyasal İslamın egemen sınıfı dinci entelijansiyaya, siyasal İslamın hegemonyasını kabul eden sermaye kesimlerine önemli ekonomik, siyasi- kurumsal kazanımlar sağladı.
Ancak AKP liderliğinin bu “duvar” karşısında sergilediği marazi tavır, sermaye sınıfına, Müslüman entelijansiyanın bir kısmına eskisi kadar güven vermiyor.
Birincisi: AKP liderliğinin içerde, giderek daha fazla keyfiliğe, baskıya, şiddete başvurma, silahlanma eğilimleri; özellikle 15 Temmuz “şeyinden” bu yana devlet bürokrasinde, eğitim kurumlarında, ordunun bünyesinde büyük zaaflar yaratan tasfiyeleri; Kürt sorununu çıkmaza sokan, ülkenin doğusunu ekonomik olarak çökerten güvenlikçi, şoven politikaları, ekonominin gittikçe kırılganlaşması, ülkeyi hızla sert çatışmalara doğru sürüklüyor

 
İkincisi, dış politikanın sonu gelmez fiyaskoları, ülkeyi, egemen sınıfların geleneksel müttefiklerinden koparıyor, Avrupa ve Ortadoğu pazarlarını, dış finansman kaynaklarını kapatıyor, yalnızlaştırıyor. 
 
Bu iki gelişme, yalnızca kapitalist sınıfları değil, Müslüman entelijansiyayı da 15 yıllık kazanımlarını kaybetme, toplumsal kargaşa riskiyle yüz yüze getiriyor. Ya bu risk yeni siyasi olasılıkları gündeme getiriyorsa? 
 
Adalet Yürüyüşü bu anlamda da çok kritik bir zamanda başladı, yarattığı momentumu Maltepe’den sonra koruyacak yöntemler geliştirebilirse, bu olasılıkların gündeme gelmesini kolaylaştırabilir. Korkunun bir diğer boyutu da budur.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

2 Temmuz 2017 Pazar

Bihter, Fatmagül, Ece, Nuriye - TAYFUN ATAY

Sosyal medyada Cuma sabahlarına “CumanızMübarekOlsun”, “HayırlıCumalar”, vb. etiketler altında akan mesajların hâkim olduğu mâlum. Bu gayet anlaşılır, çünkü Türkiye’de dinsel hassasiyetin kendisini en yoğun dışa vurduğu ibadet pratiği, Cuma namazı... 

Gel gelelim geçtiğimiz Cuma bu “kural” bozuldu. 


Tam 10 yıl önce yayımlanmaya başlamış, 7 yıl önce de final yapmış “Aşkı Memnu” dizisi, sabah kuşağında haftalardır süren tekrar yayınının finaliyle sosyal medyaya damga vurdu ve Twitter “TT” (gündem konusu) listesinde birinci sırayı aldı. 



“Bihter”in (Beren Saat) yasak aşkına kendisine kıyarak acı şekilde son verişi karşısındaki duyarlılık, (7 yıl sonra bile) Cuma namazı muhabbetinden daha fazla dile dolandı!.. 


Müminleri Cuma namazında saf tutmaya davet tweet’lerinden daha fazlası, bir başka namazın saf tutulmuş görüntüleri için atıldı. 


“Bihter”in cenaze namazının!.. 


***

Önceki hafta sürdürdüğümüz bir tartışmayla aynı paralelde bir durum söz konusu gibi: Nasıl Kadir Gecesi’nde dinî programlar ve Kur’ân okuma yarışmasının finali değil de Survivor izlendiyse, bu Cuma da sosyal medya reytinglerinde “Aşkı Memnu”, “Hayırlı Cumalar”ı ekarte etti.
Dünyevi ilgi, uhrevi yönelimin önüne geçti. 


Belki kimileri için “acı ama gerçek”tir de bizce bu daha ziyade “eşyanın tabiatı”: Dinsel duyu, “dünyevi” sınırlılıklara ister istemez uğruyor. 


Din, elbette hayatın bir parçası, ama hayatın dinden bağımsız bir yanı, işleyişi, devinimi, tercihi de var. 


Survivor’dan “Aşkı Memnu”ya kadar açılan yelpazede bir dolu “veri”, bunu işaret ediyor.


***

Öte yandan “Aşkı Memnu”nun 7 yıl sonra bile böyle muazzam bir ilgiye mazhar oluşuyla eşzamanlı bir başka “veri” de beni farklı bir “efkâr”ın içine çekti. 

Bir dizi olarak “Aşkı Memnu”nun kalitesinde de, başarısında da en büyük pay sahibi olanlardan biri, Ece Yörenç


Yörenç, Melek Gençoğlu ile birlikte dizi film tarihimizde iz bırakmış yapıtlara can suyu veren, edebiyatın dizilerde akmasının, hatta dizilere devrinin önünü açmış bir senarist. “Yaprak Dökümü”, “Aşkı Memnu”, “Fatmagül’ün Suçu Ne?” bana göre bu bakımdan ilk elde sıralanabilecek yapıtlar. 


Elbette ötesi de var. 

Ece, şimdi de Sabahattin Ali’nin büyük eseri “Kürk Mantolu Madonna”nın sinema filmi uyarlamasına imza atmak üzere kalemini konuşturuyor. 


Ama o kalem, şu ara aynı zamanda insanlık adına bir onur ve namus imzası için de konuşturuldu.
Ece Yörenç, geçen hafta “Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ölmesin” isteğiyle kamuoyunun dikkatine sunulan ilanın altında imzası olan, aralarında sanat, edebiyat, müzik, film ve dizi dünyasından başka tanıdıklarımızın da bulunduğu 111 isimden biri. 


***

Popüler kültür alanı, politik mücadele alanından ne bağımsızdır, ne bu mücadele alanına kayıtsızdır, ne de onun baskısından azadedir.

Bu yüzdendir ki birileri referandumda “Evet” kampanyasına destek yolunda yüz görümlüğüne çıkarlar bu dünyanın içinden... Veya Hülya Koçyiğit gibi iktidardan yana ses verirler. 


Ama işte kimileri de iktidarca mağdur edilenlerin arkasında durma ve onların hak arama mücadelesine destek çabasıyla karşımıza çıkarlar yine aynı dünyanın içinden... 


***

Bir röportajında Ece, Vedat Türkali’nin büyük eseri “Fatmagül’ün Suçu Ne?” uyarlaması dizinin senaryosunu yazarken kurgu gereği “Fatmagül”ün (yine Beren Saat) tecavüzcüsü ile mahkemede karşılaşacağı sahne için bütün kadın derneklerine mesaj attığını belirtmişti. 

Kendi pankartlarıyla o sahnede yer almalarını teklif etmiş onlara... 


Ve “Fatmagül”le, sadece Türkiye’de değil (dizinin yayımlandığı pek çok ülke düşünüldüğünde) dünyanın her tarafında kadınlara “Susma” dedirttiğini de gururla eklemiş. 


Ece, şimdi de açlık grevinde korkunç bir “son”a gözlerimizin önünde adım adım yaklaşan “Nuriye” için herkese “Susma” diyor!.. 


***

Biz de ona diyoruz ki:“Kurban olam kalem tutan ellere!..”
 
Eminim o eller, şimdi imza attığı Nuriye ve Semih için de gün gelecek, büyük bir yapıta kalem tutacaktır! 


Görürüz o günleri!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Putin’in devrim korkusu - Nilgün Cerrahoğlu

Ülkeyi çok feci bir savaşa sokmuş, badireye sürüklemiş, nefesi tükenmiş bir imparatorluk; üstü çizilmek,  yerine niye acaba “özlemle” anılır? Neden “ideal olarak” yüceltilmeye ve baştacı edilmeye devam edilir? Ve edildiğinde bunun sonuçları ne olur? 
 
Weimar yolculuğum boyunca kafamda hep bu sorular vardı...
Almanya’nın 20. yüzyıl başındaki ilk demokrasi tecrübesi olan Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu böyle işte gerçekte hiç var olmayan bir geçmişe... öykünme getirmiş.
Son yazılarımda anlatmış olduğum Weimar kentinde, 1. Dünya Savaşı sonunda kurulan “Weimar Cumhuriyeti” döneminde, Bismarck ve Bismarck’ı izleyen İmparator II. Wilhelm çağına hayranlık hiç bitmemiş.
Oysa ki Almanya’yı I. Dünya Savaşı’na sokarak savaş sonrası sefalete ve toprak kayıplarına yol açan bizzat bu imparatorluk olmuş.
Savaşın sonundaki Versailles Antlaşması’nın ağır şartlarının kabullenilmediği ve hazmedilmediği Weimar parantezinde, “eski günlerin” şaşaası unutulmamış. Almanlar geçmişi gerçekle örtüşmeyen biçimde idealize ettikleri için sonunda doğruca Hitler faşizminin göbeğine düşmüşler.
Savaşın sorumluluğunu “imparatorluk geçmişinde” arayacaklarına, hain “dış güçlere” bağlamışlar.
Hitler’i bu karanlık güçlere karşı kendilerini sarıp sarmalayacak, koruyacak ve Almanya’yı yeniden eski ihtişamına kavuşturacak bir kurtarıcı olarak görmüşler. 
 


Renkli devrimlerin anası
 
Brecht’in “Ne mutlu kurtarıcılara ihtiyaç duymayan halklara” demesi tam işte bu yüzden...
Tarihi böyle tersyüz eden araçsal çarpıtmanın son aşırı örneklerinden birine şimdi günümüz Rusya’sında rastlıyoruz. 
 
Malum bu yıl 1917 Ekim devriminin 100. yılı. Yalnız Rusya’yı değil dünyayı değiştiren ve 20. yüzyıla damga vuran büyük devrimin yıldönümünü kutlamalarla anmak yerine birkaç sergi dışında başka resmi hiçbir tören yapılmıyor. 
 
“Weimar Almanya”sında olduğu gibi zira, “Putin Rusya”sında da tarih baştan sona araçlara uygun biçimde yeniden yazılıyor. 
 
“Putin Rusya’sı”nın yeni anlatısına göre, Ekim Devrimi de “dış mihrakların marifetine” indirgeniyor. Devrimde kurşuna dizilen Çar II. Nikola’nın ipinin dış güçler sponsorluğunda çekildiği varsayılıyor. 
 
Son Çar’a son dönemde bu yüzden itibarı yeniden iade edildi ve de II. Nikola aziz mertebesine yükseltildi. 
 
Dünyanın gözü önünde yeniden yazılan tarih, Putin açısından çift katmanlı amaca hizmet ediyor: Bir yanda “tek adam, ulusun tek lideri” mitosu tahkim edilirken, bir yandan da... dün olduğu gibi bugün de Rusya’da renkli devrimler kurgulamaya çalışan “dış güçler”in planlarının sürdüğü ima ediliyor.
Ekim Devrimi böylelikle “tüm renkli devrimlerin anası” olmuş oluyor. 
 
Sovyet devriminin temel itici gücünün “sosyal adalet” arayışı olduğu halktan gizleniyor. Dün olduğu gibi bugün de Rusya’da çünkü sosyal adaletsizlikler devam ediyor. 
 
“Moscow Times”da misal... dün gördüğüm bir habere göre dünyanın en zengin petrol kaynaklarından birine sahip olan Rusya’da halkın yüzde 40’a yakını hâlâ temel ihtiyaç maddelerini karşılayamıyor.
 
Tarih isterikleşince
 
“74 yıllık devrim Rusya’sı”nın üzerine bu sebeplerle kalın bir perde çekiliyor. O tarihin içinden sade “istikrar ve büyük Rusya” fikrine hizmet eden “tek adam Stalincımbızla çekip çıkartılıyor.
Stalin’in insanlık suçları okul kitaplarından bir bir temizlenirken, kanlı diktatörün imajı ulusa “Nazizme karşı zafer kazanan biricik kahraman” kontenjanından yeniden pompalanıyor.
Bütün bunlara Putin’in hazzetmediği “devrim korkusu” eklenince, “1917 Ekim”inin niye yalnız sergilere ve akademik tartışmalara indirgendiği anlaşılıyor.
“Kremlin’in tüm adamları” başlıklı başarılı bir best-seller’a imza atan genç gazeteci Mikhail Zygar ne ki bunun bile Rusya’da bugün layıkıyla yapılamayacağını söylüyor:
“Bizde tarihi sükûnetle tartışmak mümkün değildir” diyen Zygar arkadan ekliyor: “Tarih Rusya’da çünkü çoğunlukla yalnız isterik şekilde tartışılır!”
Aklıma benim böyle başka ülkeler de geliyor ama yerim bitti.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Arap husumeti Arap muhipliği - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, diplomatik incelikten, politik esneklikten yoksun “ismiyle müsemma” kalın açıklamalar yapıyor. 

İktidarın, tüm bölgeye yaklaşımına, hatta tüm dünyaya bakışına damgasını vurmuş şaşkınlıkla malul Katar politikasını savunurken şöyle bir söz sarf etmiş:
-Birileri bu süreçte Arap husumeti yaratmaya çalışıyor.
Daha sonra hızını alamayarak, boyunu aşan “analizler”e de yeltenmiş, Arapların
1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerden yana olduğu, Türkiye’yi sırtından hançerlediği iddiasının gerçeği yasıtmadığını, İttihat ve Terakki’nin bu iddialara malzeme taşıyan yanlış politikalar izlediğini söyledikten sonra, Araplarda bir zamanlar “Türkiye Batı sisteminin içine girdi, İslamı terk ederek gâvurlaştı” gibi önyargılar çıktığını, ama “Cumhurbaşkanımızın liderliğinin en önemli sonuçlarından birinin de bu efsanenin yıkılması olduğunu” söylemiş. 

Neresinden bakarsanız bakın tutarsızlıklarla dolu olan bu sözler, yine de iktidarın yanlış, Ortadoğu ve Arap politikasının hangi şaşkın zihniyetten kaynaklandığını göstermesi açısından ilginçtir. 

***

Arap ülkeleriyle ilişkilerimizde, Arap husumeti yaratmaya kalkışmak ne kadar saçma ise, ayran budalası gibi bir Arap hayranlığ peşinden koşarak, Kurtuluş Savaşı dönemi İngiliz muhipleri benzeri bir acınası Arap muhipliğine saplanmak da o denli biçareliktir. 

Aklı başında hiç kimse, bizimkiyle eşzamanlı olan Arapların uluslaşma sürecini, bunların İngilizler ile bir olarak bizi sırtımızdan bıçakladıkları yollu yorumlarla açıklamaya kalkmaz, çağın akımı olan bir sürecin normal sonucu olarak karşılar. 

Ama bu olayın, Osmanlı’nın son döneminde boy gösteren İslamcı ve Arapçı akımların bir çare olmadığını gösterdiğini de görmezden gelemez. İbrahim Kalın’ın iddia ettiği gibi, 1. Dünya Savaşı sırasında Arapların İngilizler ile bir olup Osmanlı’ya karşı cephe aldıkları gerçeğini yadsımak da, ancak acınası bir Arap muhipliği ile mümkündür. 

Osmanlı’nın Abdülhamit ile başlayan, Arap yanlısı ve Panislamist politikası da, bugünkü iktidarın Arap politikası gibi ideolojik saplantılardan değil, zorunluluklardan doğmuş, ama gelişen olaylar karşısında geçerli olmadığı anlaşılmış bir politikadır. 

Abdülhamit uzun süren saltanatı sırasında, Osmanlı’nın o güne kadar öncelik verdiği Rumeli’de barınamayacağını anlamış, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu topraklar ve Anadolu’yu kapsayan bir Osmanlı İmparatorluğu’nun daha mümkün olduğunu düşünmüş ve önceliği Arap ülkelerine kaydıran yeni bir politika oluşturmaya çalışmıştır. Tıpkı, olayların itmesiyle yönelinen Alman yanlısı politika gibi, pro Arap siyaseti de, İttihatçılar Abdülhamit’ten tevarüs etmişler ve iktidarlarının ilk yıllarında, imkânsızlığını kavrayana kadar sürdürmeye çalışmışlardır. 

***

Abdülhamit’in Pan İslamist politikası ise, Padişah’ın hilafeti İngiliz emperyalizmi karşısında, elinde tehdit olarak kullanabileceği bir koz olarak düşündüğü, pragmatist bir öğedir. 

Nitekim hilafet kozunu hep Demokles’in kılıcı gibi İngilizlerin başında sallayan ama tehdidi uygulamaya koymayan Adülhamit kendi yerine tahta geçen Mehmet Reşat’ın, Büyük Savaş başladığında, sancağı şerifi çıkararak, cihat ilan etmesini tarihi bir hata olarak yorumlamıştır.
Diyeceğim o ki, Osmanlı’nın Arap dünyasına bakışı bile bugünkü iktidar kadar yanlış bir ideolojik saplantıdan doğmuş değildi. 

Bugünkü iktidarın bölgenin bütün çıkmazlarına balıklama dalmış gırtlağına kadar batmış ve tüm aktörleri kendi çıkarları karşısında birleştirmiş görünüşte afur tafurcu, ama gerçekte aciz politikasını eleştirenler, bunu “Arap husumeti” yaratmak için yapmıyorlar. 

Onların haklı eleştirilerinin odak noktası, bu polikanın temelinde yatan acınası Arap muhipliğidir.
Aklı başında her TC iktidarı, Arap “husumeti”nden de “Arap muhipliği”nden de uzak durur.

Ali Sirmen / CUMHURİYET