23 Ağustos 2017 Çarşamba

İslam Dünyası STK'ları Birliği - KADİR SEV

İşler şirazesinden öylesine çıktı ki; ülkede neler olduğunu umursayan bile kalmadı. Sanki herkes, eylem birliği etmişçesine, olayların farkında olmamaya çalışıyor. Hani insan karşılaştığı felaketleri üstüne konduramaz, yok sayar ya! Tam da öyle bir durumdayız.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin adından başka neyi kaldı?” sorusunu sormaya cesaret edebilsek, çok şeyi değiştirebileceğiz.

Çünkü hemen ardından “ne yapmalı?” sorusu gelecek.

Ülke, emperyalist güçlerin av sahasında. Yağmalanmadık yeri kalmadı. Üstelik sürekli de borçlandırılıyoruz. Tükettikçe, her şeyin düzgün olduğunu ve giderek daha iyiye gittiğini düşünmeye başlıyoruz. Ve avlanıyoruz.

Şunu bilelim: hesabın ödeneceği günler yaklaşıyor.
Her şey o denli açık ki; ülkenin iyiye gittiğine inanabilmek için, inanmayı şiddetle istemek dışında çareniz yok.

Dinsel inançları siyaset pazarına sürerek; ulufeler dağıtarak; yağmadan pay vererek, bu tür insan yetiştirmeyi başardılar.

Bu, AKP İktidarlarının başarısı mı? Elbette öyle! Ancak, önceki iktidarların hakkını yemeyelim: her şey AKP döneminde başlamadı. Ayrıca, sermayenin uluslararası dayanışmasının katkılarını aklımızdan çıkarmamalıyız.

“İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği” (İDSB) sermayenin uluslararası dayanışmasına iyi bir örnek oluşturuyor. Kısaca söz etmekte yarar var.

Ülkede ne kadar “hayır için çalışan” ENSAR, TÜRGEV, TÜGVA, gibi vakıf, dernek varsa hepsi bu örgütün üyesi. İnternet sitesindeki ilk sayfasında; “6 Kıta, 63 Ülke, Tek Millet ilkesiyle çalışmalarına devam eden….” sözleriyle karşılaşılıyor.

Söz konusu olan 63 ülkeden 312 STK olduğu için, Tek Millet sözü, biraz kafa karıştırıyor.
Misyon ve vizyon bildirimlerinde, Birlik üyesi STK’ların yöneticilerini eğitmek; kapasitelerini güçlendirmek; aralarında birlik ve dayanışma sağlamak; deneyimleri paylaşmak; ortak refleksler geliştirmek, gibi hedefler sıralanıyor.

Birliğin, Kültür ve Eğitim; Kadın, Aile ve Gençlik; İnsan Hak ve Hürriyetleri; Sosyal ve İnsani İşler ve Dayanışma gibi Komisyonları var. Görevlerini bu komisyonlar aracılığıyla gerçekleştiriyor.
Sitelerine; “Neden İDSB?” başlıklı bir bölüm yerleştirmişler. Yeryüzündeki bütün Müslümanları üye olmaya çağırıyorlar; “Allah’ın ipine sıkıca sarılın ve parçalanmayın” emrini gerçekleştirmek; “fiilî bir ümmet şuuru oluşturmak” istiyorsanız örgütümüzün üyesi olun diyorlar.

Kısacası hakkımızda pek hayırlı şeyler düşünmedikleri açıkça görülebiliyor.

İDSB, Tayyip Erdoğan’ın girişimleriyle 2005 Yılında kurulmuştu. Artık meyve veriyor.
Meyvelerinin özelliklerine bir bakalım:
25-27 Eylül 2015’de BM Genel Kurulu Özel Bölümünde görüşülmek üzere hazırlanan sonuç dokümanlarına karşı “BM Ajansını Reddediyoruz!” başlığı altında bir bildiri yayımlamışlar.
Bildiriyi, İDSB’nın “Alimler Teşekkülü ile İslami Organizasyonları” adındaki iki kurul ortaklaşa hazırlamış.

BM tasarısında yapılan bütün eleştiriler cinsellik; kadın-erkek eşitliği ve miras gibi konularla ilgili.
Cinsel ve üreme sağlığı merkezlerinden, evli olmayanlar ile çocukların yararlanmasının yasaklanması isteniyor. Eşcinsel hakları gibi söylemlerin asla kabul edilemeyeceği vurgulanıyor. Zinanın ve eşcinselliğin önünü kapatmak gibi hedefler sıralamışlar.

Özellikle mirasın paylaştırılmasındaki eşitliğe takmış durumdalar. Bildirinin Dördüncü maddesi, şu tanıdık sözlerle başlıyor; “İslam, kadın ve erkek arasında eşitlik vermiştir ama fıtrat ve sorumluluklar açısından aralarında ayırım vardır.” Bildiride Eşitliğin, aile bağını zayıflayacağı savunuluyor ve; “aile bağlarını tehdit eden ve İslam Tüzüğüne aykırı olan hiçbir istek” kabul edilemez deniliyor.
İslam tüzüğüne aykırı olan şeyleri tek tek saymışlar. Birkaçını sıralayım: “evlilik ve boşanma yasalarında tam eşitlik”, “aile içinde tam ortaklık ve sorumlulukları eşit paylaşmak”, “Mirasta eşitlik”
Uluslararası Aile Enstitüsü İstanbul’da 24-25 Ocak 2015 tarihleri arasında II. Uluslararası Aile Konferansı düzenledi. Benzer sözlere orada da rastlıyorsunuz.

Enstitü, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Esenler Belediyesinin katkılarıyla, İstanbul’da 13 Mayıs 2017 tarihinde 2. Yüksek İstişare Kurulu Toplantısı yaptı. Amaçlarının açıklandığı maddelerden biri şöyle; “uluslararası sözleşmelerle lugatimize sokulmaya çalışılan toplumsal cinsiyet (gender, sexuality) ve eşcinsellik gibi aile yapımızı ve dini değerlerimizi tehdit eden kavramlar hakkında önlemler almak,”

İDSB’nin, FETÖ konusunda gereğini yaptı: 1 Ağustos 2016’da MÜSİAD Merkezinde “İslam dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzenleyip, darbe girişimini şiddetle kınadılar. Halkımızı da; “canını hiçe sayarak muhteşem bir direniş gösterdiği ve sadece bir gecede, evet bir gecede, sabaha kadar binlerce destan yazdığını” söyleyip göklere çıkardılar.

Örgütün adı STK’lar birliği ama düzenlediği toplantılara kamu kurumlarından çok sayıda katılım oluyor. Başı, Diyanet İşleri Başkanlığı çekiyor. Milli Eğitim Bakanlığından, ders kitaplarını inceleme ve önerme yetkisi kullanan Talim ve Terbiye Kurulu başkanı da bu toplantıların kimilerine katılıyor. Gedikliler arasında Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı da bulunuyor.

İstanbul’da Nisan 2016 tarihinde Uluslararası İmam ve Hatipler toplantısı düzenlendi. AKP İktidarı burada alınan kararları hemen gerçekleştirdi. Karar; “camiler ile etrafındaki müştemilat asr-ı saadetten bu yana birer nebevi medrese ve eğitim kurulu olarak kullanılmıştı” sözleriyle başlıyor ve aslına uygun olarak kullanılması önerisiyle son buluyordu.

Birliğe üye sendikaların Anayasa referandumunda “EVET” için çalıştıklarını bilmem söylemeye gerek var mı?

Ülkede işler giderek sarpa sarıyor. Daha gecikmeden; “ne yapmalı” sorusunu sorsak iyi olacak.

Kadir Sev /SOL

İdeoloğundan olan Trump - CEYDA KARAN

'ÇılgınDonald’ın, Amerikan müesses nizamını ‘sallayan’ sekiz ayında attığı son ‘safra’ baş ideoloğu Steven Bannon. ‘İzolasyonist’ politikalarının mimarı olan Bannon’ın Beyaz Saray’dan çıkartılışı da varlığı gibi çalkantılı oldu. İstifa mı etti, kovuldu mu, meçhul. Bildiğimiz neoliberal siyasi elitlerle ana akım medyanın tef çalıp oynadığı. Ortadoğulu bir dostumun ifadesiyle, “kötü bir Hollywood senaryosu” misali. 



Peki Trump’ın ‘Önce Amerika’ sloganını paylaşan Bannon’ın gidişi ne değiştirecek? Trump’ın etrafında eski generaller ile küreselleşmeciler kalmışken, kontrol altına alınmasıyla ABD ‘eski güzel günlere’ geri mi dönecek?
***

Bannon, aylarca Amerikan mizah şovlarında ‘kötülükle’ eşdeğer sunuldu. Cumhuriyetçi kurumsal yapının yıllardır yüz vermediği Çay Partisi’nin temsilcisi olarak Trump’ın icraatlarına katkıları arasında; Müslüman göçmenlere set çekmek, Meksika’ya duvar planı, Amerikan iç pazarını yok ettiğini düşündüğü dış ticaret anlaşmalarının iptali idi. Pahalı askeri müdahalelerin altyapıya zarar verdiğini söylerken, ılımlı sosyal muhafazakârlık ile libertere kaçan duruşu olan Bannon’ın siyasal İslamcılığı 21. yüzyılın Nazizmi görmesi dikkat çekiciydi.
Gidişi Charlottesville’deki neonazi, KKK ve beyaz üstünlükçülerin yarattığı dalga ile oldu. Aniden Amerikan ‘etik varoluşunu’ şahlandıran bu vaka Trump’ın aşırı sağcıları kınamakta yetersiz kalmasıyla müthiş bir gerilime dönüştü. Bannon ise onlar için “(Bunlar) en sınırdakiler. Bence medya çok abartıyor. Bu herifler soytarılardan oluşuyor” diyen isimdi. Ancak iç siyasette kimlikçiliği kullanmakta mahir Demokratlar, Bannon’ın gidişini ‘ırksal tansiyonla’ bağladılar. ‘Beyaz Saraydan bir beyaz milliyetçi daha elendi’ dediler. Tabii ABD’de ırkçılık tarihinin derin kökleri olsa da geniş beyaz kitlelerin Trump ile ırkçılığa koştuklarının işareti yok.
Esasında 300 küsur milyonluk Amerika’nın hakikatlerini ve sorunlarını medyalarına bakıp anlayabilmek zor. Misal nüfusun yarısının toplam serveti 20 kadar kişinin elinde olsa bile ‘oligark’ diye anılmayan bu zenginlere Trump’ın daha çok vergi koyabilmişliği yok. Bannon’ın belirttiği altyapı reformları ve sağlık reformu meselesi de pek zor ilerliyor. 

***
Bu koşullarda Trump’ın ideoloğu Beyaz Saray’dan çıkıp, ana akım medya bezginlerinin takip ettiği Breitbart’ın başına döndü. Giderken “Uğruna savaştığımız ve kazandığımız Trump başkanlığı sona erdi” dedi ama “Trump için savaşa gidiyorum” dediği için dışarıdan iş göreceğini düşünenler irkilmiş halde.
Trump’ın etrafında artık üç general; Beyaz Saray Genel Sekreteri John Kelly, Ulusal Güvenlik Danışmanı H. R. McMaster, Pentagon şefi James Mattis’in yanı sıra büyük iş âleminin temsilcileri Gary Cohn ve Steven Mnuchin gibi isimlerle, rivayet o ki, Bannon’ın ‘Javanka’ diye andığı damat Jared ile kızı Ivanka kaldı. Daha Bannon’ın gidişinin dumanı tütmeden Trump, McMaster’ın ‘yeni’ Afganistan stratejisini ilan etti. Eften püften bir plan, çekilme için ‘koşullara bakılacak’. Yani işgal baki.
Bannon ise liberal müdahaleciliğe karşı isim olarak bu ekiple kavgalıydı. Suriye’nin nisandaki kimyasal komplo sonrası vurulmasına da, Venezüela’ya askeri tehditlere de itiraz etmişti. En son Kuzey Kore’yle askeri çözüm olmadığını söyleyen oydu. ‘Nükleersizleştirme’ karşılığında ABD’nin Kore Yarımadası’ndan çekilmesini bile önerecek şekilde! 

***
Tabii Bannon’ın asıl derdi yükselen Çin ile kaçınılmaz gördüğü çatışma. Askeri değil ama ekonomik önlemler, hatta ticaret savaşı arzuluyor. The Prospect’e “Çin’le ekonomik savaş her şeydir. Manyak gibi buna odaklanmalıyız. Kaybetmeye devam edersek, en fazla 10 yıl süremiz var, bir daha toparlanamayacağız” demişti. 



Trump’ın kalan ekibi giderek korunması zorlaşan Pax Amerika’nı muhafaza edebilecek mi? Tek yeteneği medya coşkusu yaratmak ve kendi kendine konuşup tweet atmak gibi görünen Trump’ı kontrol edebilecekler mi? Tabii üç vakte kadar Trump kalacak mı ki desek yeridir.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Saracoğlu müteahhit sofrasında - ÇİĞDEM TOKER


Riskli alan ne demek?
“Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan alan.”
Tarif bana ait değil. Afet riski taşıyan bina ve alanları sağlamlaştırmak adına çıkarılan kanundan aldım. 


AKP’nin bugünlerde partili müteahhitler sofrasına açtığı Saracoğlu Mahallesi’ne önce böyle demişlerdi. Güya Saracoğlu Mahallesi “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun”a göre riskliydi. 


Cumhuriyet’i temsil eden Güvenpark’ın arkasındaki güzelim mahalle, hükümete göre zemin yapısı yahut üzerindeki binalar can ve mal kaybına yol açma tehlikesi taşıyordu. 


Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yazıyı yazdı. Bakanlar Kurulu da “riskli alan” kararını aldı.
Fakat bu karar dört buçuk yıl önce Danıştay’dan döndü. 


Eski Danıştay’a göre Saracoğlu’nun riskli olduğu kararı teknik olarak yeterli değildi. Bunun bir kandırmaca olduğu tescillendi. Ama AKP satmaya kararlıydı. 


Bu kez formül değiştirildi. Saracoğlu Mahallesi, Hazine’ye Ait Taşınmazların Değerlendirilmesi Kanunu kapsamına alındı. 


Dört buçuk yıl önce görevli bakanlık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ydı. Bu kez bu misyon, Maliye Bakanlığı’na geçti. Farklı bir amacın, kanunun, niyetin ardına da gizlemediler. 


Saracoğlu Mahallesi’ni hasılat paylaşımı yöntemiyle satacaklarını ilan ettiler. 


Şimdi Emlak GYO muhtemelen bir ihale yapacak. 


Başkentin göbeğinde Cumhuriyet mimarisinin yaşayan mahallesi yıkılacak. Yerine rant alanları ve ihtimal ki kuleleri dikilecek.


Hem partili müteahhitler kazanacak, kazandıklarını dağıtacak, hem bütçenin açığı biraz kapatılacak, hem bir Cumhuriyet değeri daha yok edilecek. 


Kimbilir belki, son yıllarda zaten şehrin değişik noktalarından eskisi kadar kolay ve rahat görünmeyen Anıtkabir’in görünürlüğü dahi böylece büsbütün perdelenecek.


Afet toplanma alanları
17 Ağustos’un 18. yılında, İstanbul’u büyük bir depremin daha beklediği bilimsel bir gerçek. Bu gerçek nedeniyle “kentsel dönüşüm” yaşamsal önem taşıyor. Afet Riski Altındaki Alanlar diye başlayan yasanın çıkarılması da bu sebeptendi.
Sonuç ortada. Bugün, afet toplanma alanlarının nasıl kentsel dönüşüm adı altında, nereye hangi rant kulelerinin yapıldığını konuşuyoruz.
2014’te Vatan Caddesi üzerindeki eski Lunapark alanıyla ilgili imar kararıyla ilgili “akrabalık” konusuna yer verdiğim bir yazı yazdım. Lehine imar tesis edilen Metal Konut şirketi sahibi Ömer Saçaklıoğlu ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’nın -başka şirketlerde- ortak olduğunu yazdım diye hapis cezasıyla yargılandım. Kavurmacı bir de 1 milyon TL’lik de tazminat davası açtı. İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde beraat ettiğim o davada ilginç olan neydi biliyor musunuz?
Fatih Belediyesi, mahkemenin “Meclis kararını gönderin” isteğine uymadı.
Mahkeme üç kez bu imara açan Meclis kararını belediyeden resmi yazıyla istedi. Ancak sonuç alamadı. Fatih Belediyesi meclis kararını mahkemeye göndermedi.
İşte bu keyfilik, afet toplanması alanlarının şu anda “gizli” olması saçmalığına da biraz ışık tutuyor.
Velhasılı, deprem konusunda işimizin Allah’a kaldığı kesin bilgidir.
Yayalım. 


Cengiz’e 3.8 milyar TL’lik iş
Karayolları Genel Müdürlüğü ile başladı. Demiryolları, TOKİ, Adalet Bakanlığı, valilikler derken “davetli ihale” kamuyu bir kanser gibi sarıyor. Olağanüstü durumlarda, afetlerde uygulanması gereken 21/b su yoluna dönüştü.
Son dört buçuk yılın “davetli ihale” listesini yeni bilgiler ışığında güncelledim.
Elimde Mayıs 2013’ten başlayıp günümüze dek uzanan kapsamlı bir liste mevcut. (Toplam büyüklüğü ayrıca yazacağım.) Şimdi Cengiz’e, yani diplomasi lisanıyla AKP’nin “en ziyade müsaadeye mazhar” müteahhitine verilen işleri listeleyeceğiz.
Buyrun:
Batman-Siirt illeri köprü yapımları (Nurol ile): 136 milyon TL
Genç- Servi yolu (Özaltın ile): 78.9 milyon TL
Samsun-Sinop ayr. Güzelçay yolu: 78.8 milyon TL
Kastamonu-Çankırı (Ilgaz tüneli): 213.3 milyon TL
Trabzon-Aşkale- Maçka-Karahava Y: 44.8 milyon TL İkizdere ayrımı-Ovit Tüneli: 390.5 milyon TL
T26’nın açılmamış kısmı ile YHT hattına bağlanması işi (IC İçtaş ile): 793 milyon
Bandırma-Bursa-Ayazma-Osmaneli Demiryolu projesi: 891.6 milyon TL
Kastamonu-Çankırı: 607.3 milyon TL
Trabzon-Aşkale-Köstere Deresi Gümüşhane yolu: 527.4 milyon TL) TOPLAM: 3.8 MİLYAR TL
Havalimanı, maden, baraj, elektrik dağıtım, nükleer santral yok bu listede.
3.8 milyar TL, sadece karayolu ve iki demiryolu projesinin tutarı.
Gördüğünüz gibi Cengiz’in küfürü hayli geniş zamanlıymış. 


Kadına, devlet destekli taşeron zulmü
Kadınların gece vardiyalarında çalıştırılma şartları değişti.
Değişiklik yapılan yönetmelik, Resmi Gazete’de yayımlandı.
Şöyle bir giriş yapılmış meseleye: Kadın çalışanlar gece postalarında yedi buçuk saatten fazla çalıştırılamazmış.
İyi.
Fakat yönetmelik değişikliği bu; boşuna yapılmaz.
Gerçek “emel” arkadan geliyor: “Turizm, özel güvenlik ve sağlık hizmeti yürütülen işlerde ve bu işlerin yürütüldüğü işyerlerinde faaliyet gösteren alt işveren tarafından yürütülen işlerde kadın çalışanın yazılı onayının alınması şartıyla, yedi buçuk saatin üzerinde gece çalışması yaptırılabilir.”
Kanun diliyle maskelenmiş gerçek niyet ne mi?
Belli ki, kamuda, bakanlıklar, belediyeler, adliyeler, genel müdürlüklerden ihale alan partili taşeron firmalar, bu kuraldan mağdur olmuş.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da taşeron firmaların mağduriyetine dayanamayıp yapmış bu değişikliği.
Okuyanlar arasında, “Kadın çalışanın yazılı onayı mecbur. O çalıştıramaz ki” diyen iyi niyetliler varsa.
Asgari ücretle ev geçindiren kaç kadın çalışan, binbir güçlükle bulduğu bir özel güvenlik, ya da hastanede temizlik işine “Sen bu gece de üç saat fazladan çalış” dendiğinde “Katiyen olmaz. Onay vermiyorum” diyebilir?
Kaçı, “Çalışırım ama fazla mesai ücretim ödenecek mi?” diye sorabilir.
“Hayır” dediklerinde, yerlerine istihdam edilecek binlercesi kapıda bekliyor.
O yüzden, işten atılma korkusuyla; özel güvenlik, temizlik şirketlerinin önlerine koyacağı ve şimdiden hazır bekleyen onay yazılarını sessizce imzalayacaklar. 


Taşeron şirketleri kollamak uğruna, kadınların yedi buçuk saatten fazla çalıştırılmasına vize veren 


Çalışma ve Güvenlik Bakanlığı’na, buradan kocaman tebrik...

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Irkçılık, maşizm, türcülük: Bir 'maymun' davası - TAYFUN ATAY

Sosyal medya fenomeni diye kamuoyunda öne çıkmış Hakan Hepcan, Galatasaray’ın siyahi futbolcusu Bafétimbi Gomis’e sarf ettiği sözlerden dolayı ırkçılıkla suçlandı. Fenerbahçeli Hepcan, Twitter’da şu mesajı paylaşmış:
“Bizim takım oturana kadar lig biter hacı. Galatasaray’da bi tane maymun var topa düşmanı gibi vurup yere falan atıyo kendini işimiz çok zor.”
Bu tweet üzerine Hepcan’a yönelik tepkilere baktığımızda ise adeta bir cinayet ya da tecavüz suçlusu için “Onu bize verin” diye karakolun önüne toplanmış ahalinin durumuna benzer bir tablo gördük!..
Bu “linççi” kitlesel tepkiye en gözde tercüman da Beyaz TV’deki “Derin Futbol” programında eski hakem Ahmet Çakar oldu.
Hepcan’ın 15 Temmuz darbe gecesine tarihlenen bir başka tweet’inin de bu süreçte ifşa olmasının itici gücüyle Çakar, ekranda ağzına geleni söyledi:
Sen, vatan hainlerini öven ırkçı bir şerefsizsin. Maçan yiyorsa beni mahkemeye verirsin. Mahkemeye vermezsen de şerefsiz oğlu şerefsizsin.”

Çakar’ın Hepcan’a yönelik bu “aile-boyu” hakaretlerinden öte homofobik imaları da vardı:
“Mesela ben sana desem ki çok yumuşak bi oğlana benziyosun. (...) Senin gibi ince sesli, parlak bi çocuğa yumuşak dediğim zaman –ki öyle demiyorum- bu hakaret olur. Senin yaptığınsa hakaretten öte ırkçılık.”
Kanaatim o ki bu tartışma “ırkçılık”ta düğümlendiği için ortaya çıkan feci tabloda mevcut diğer iki önemli sorun gözardı edilmekte.
Bunlardan biri “maşizm”, diğeri “türcülük”.
Maşizm, yani maçoluğun değer atfedilerek benimsenmiş ideolojik çerçevesi, kendini Ahmet Çakar’ın Hakan Hepcan’a yönelik o “yumuşacık” imalarında dışa vurmakta.
Elbette Çakar, Hepcan’a “Yumuşak”, “Top” ya da “Homo” demedi.
Ama, “Senin gibi ince sesli, ‘parlak’ bir çocuk” nitelemesinde bulundu. Bunu yaptıktan sonra, “Çok yumuşak bi oğlana benziyosun desem..” deyip, ardından “Ama demiyorum” diye parantez açsa da sonuçta demiş kadar oldu!..
Diğer taraftan Hakan Hepcan’ın Gomis’e “maymun” demesi ırkçılık suçu olsa da bu ifadede ırkçılık dolaylı olarak var. Burada doğrudan işlenen suç, “türcülük”tür.
1970’lerde Richard Ryder tarafından ortaya atılmış bir kavram olan türcülük (“Speciesism”), ırkçılık ve cinsiyetçilikle (ve bunun en ucunda maşizm ile) aynı nitelikte bir “yanlışlık” durumuna işaret eder.
Türcülük, “öteki" (insan-dışı) hayvanları insandan aşağı ve dolayısıyla her şeye müstahak görmek. Mesela teşhir amaçlı esarete (hayvanat bahçeleri); mesela eğlenceye (sirkler); mesela eziyet ve katliamlara (horoz dövüşleri, boğa güreşleri, vb.); nihayet insana hakaret amaçlı araçsallaştırmaya (“Eşşoleşşek”, “it oğlu it”, vd. tabirler)...
İşte böylesi “insan-merkezci” ideolojik “yanlışlık” doğrultusunda da pek çok suç üretiyoruz. Ama bu suçlar, ırkçılık ya da cinsiyetçilik temelli olanlar kadar şiddetli tepki görmek bir yana, çoğu zaman fark edilmiyor bile...

Söz gelimi Hakan Hepcan’ın Gomis’e hakaretini telafi etmek amacıyla ekranda sarf ettiği sözler var ki işte tam da bu türcülük bağlamında özrü kabahatinden büyük dedirtecek cinsten:
“Ben şerefim üzerine yemin ederim, maymun lâfını, ırkçılıkla alâkalı söylenmiş bir şey değil orada. (...) Orada maymun yerine eşek de olabilirdi o an, benim için hiç fark etmezdi.”
“Hiç fark etmezdi”, çünkü Hepcan, Gomis’in siyahiliğini aşağılamaktan öte ve önce insanlığını aşağılamak için ona bir hayvan adını yakıştırarak hakaret edip esas “türcülük suçu” işliyor.
Ama işte Gomis’e ve Siyah insana sahip çıkma yolunda Hepcan’ı şiddetle lanetlerken ne maymunları, ne eşekleri, ne de bu şekilde insana hakaret yolunda dile dolanan hayvanları savunan ve “türcülük” suçu işleyenleri kınayan hiç kimse yok aramızda.

Halbuki bana sorarsanız bir insana “Eşşoleşşek”, “İt”, “Öküz”, “Ayı” ya da “Maymun” dendiğinde esas hakarete uğrayan insanla aynı dereceye “indirilen” bu masum ve günahsız hayvanlar oluyor.

Doğaya, dünyaya ve kainata zarar verme yönünden düşünüp değerlendirdiğimizde, benim de maalesef bir üyesi olduğum insan türünden daha “aşağı”sı yok çünkü!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Racona ters işler! - ENVER AYSEVER

Siyasal dilin mahalle ağzına dönmesi çağın ruhuna uygundur. Siyaset kurumu mu bu utanılacak dili iktidar kıldı yoksa ahali bu dilden anladığı için mi kullanıma girdi iyi bir tartışma konusudur. Bana sorarsanız cumhuriyet dille ilgilidir ve ne vakit burada ricat başlamıştır, düşünsel sefalet iktidar olmuştur. ‘Dil devrimi’ üzerinde tepinenler, ısrarla karşı devrim talep etmektedir. Dil dediğim sadece sözcüklerin yenileşmesi, arılaşması değil, aynı zamanda üslubun da biçimlenmesidir. Cumhuriyet’le birlikte; tepeden bakan, buyurgan, külhanbeyi ağız bırakılmış; yerine eşitlikçi, duyarlı, demokrasi dili kurulması amaç edinilmiştir.

Şimdi ne Cumhuriyet’e ne Osmanlı’ya benzeyen bir dönemdeyiz, bize özgü olduğu savlanan başkanlık sistemi içinde kıvranıyoruz. Haliyle karşımızda yeni bir dil var. Yaratılmaya çalışılan ‘reis’ kültü üzerinden yürüyor tüm işler. Reis hepimiz adına iyiyi, güzeli, doğruyu buluyor ve onun hikmetinden de sual edilemiyor. Eski Türkiye diye tarif edilen ve tüm kötülükleri, baskıyı devlet diye tarif eden anlayış, bunu bir kişi de toplayarak sorunu çözdüğünü iddia ediyor. ‘Vesayet’ ortadan kalkacak diyerek girilen yolda, bu güne dek görülmemiş, yepyeni bir vesayet ortaya çıktı. İki yüz yıllık aydınlanma, modernleşme, demokrasi çabası, deneyimi ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu mümkün mü derseniz, bence o kadar kolay değil.

Bu yeni vesayet düzeninin kendine özgü kahramanları da var elbet. Kantarın topuzu kaçınca, mutlak hâkim ‘reis’ müdahale etmek zorunda kaldı ve buyurdu ki: “Kimse benim yerime racon kesmesin, gerekirse raconu ben keserim” Bu söylem yukarıdaki tarife tıpa tıp uygun. Bu yeni düzende fikir açıklamak söz konusu değildir. İki nedenden dolayı; zaten ortada bir fikir yoktur, fikri olanların da söyleyecek zemini yoktur, yasaktır. Dolayısıyla ancak böyle bir yapıda  racon kesilir. Racon hukukun bittiği yerde başlar. Kendince kuralları var elbet.

Reise yaslanarak çevreyi tehdit eden, iktidar devşiren basıncılar, siyasetçiler, akademisyenler, kanaat önderleri şimdi kara kara düşünmektedir sanırım. Reisin pek vefalı olduğu da söylenemez. Düne dek en iyi tetikçisi olanları bile boş çuvala çevirip, fırlattı attı. Bu da işin doğasında var. Mutlak iktidar isteyen bir hükümran, kendi adına bile olsa, herhangi bir paydaş istemez. Liberaller böyle çöp oldu mesela ve Gülenciler de! Dün Perinçek’in adamları hakkında açılan davayı okudum, onlar da son kurban.

Racon kesmek hayatın farklı alanlarında rastladığımız bir tutum. Söz gelişi yanında eşi, çocuğu olan biriyle kavgaya tutuşulmaz. On kişi bir kişiye çullanmak racona terstir. Yani diyeceğim, kendince bir kural, denge vardır bu kabadayı dünyada. Ya da eskilerde böyleydi. En azılı kabadayılar mahallesindeki yoksulu korur, kollardı. Elbet bunu herhangi bir meşruiyet sağlamak, bu davranış biçimini haklı kılmak için yazıyor değilim. Ama işte bir racon vardı…

Şu örnek tam durumu izah eder sanırım… Geçen gün elinde sopalarla, mahallesinde bulunan LGBT bireylere saldırdı bir grup delikanlı(!) İsyan eden LGBT’ler: “Gücünüz bize yetiyor, ahlakınızı biz bozuyoruz öyle mi? Ensar’da çocukların ırzına geçilirken neredeydiniz?” diye haklı bir soru yöneltti. Ardından bir ülkücü mafyanın yakını, kendi de ülkücü olan adam, on beş yaşında erkek çocukla basıldı…
Soruyorum: Güçsüze vurmak, güçlünü yanında olmak mıdır racon?
Diyeceğim şudur: Mahpusta iki insan can vermek üzereyken, Saray’da oturmak vicdana sığar mı mesela?
Binlerce insan KHK ile görevinden uzaklaştırılıp açlığa mahkûm edilirken, onlara nispet yapmak ahlaka uygun mu mesela?
Atanamayan gencecik öğretmenler bir bir canına kıyarken, çocuklarına gemicik almak, utanmazlık değil mi söz gelişi?
Seçim sırasında kural değiştirmek, ohal koşullarında sandık koyup, iktidar devşirmek mertçe mi acaba?
Halkın seçtiği siyasileri, sorgusuz sualsiz içeri tıkmak delikanlılık mıdır?
Devletin tüm olanaklarını seferber edip, basını baskı altına alarak, rakibinin elini kolunu bağlayarak seçim yapmak ne kadar dürüstçe?
Çoğaltabilirim…
 Racon kesmenin bir yolu, yöntemi vardı eskilerde. Yüz yüze olmak ilk kuraldı. Kılıçdaroğlu ekrana gel dediğinde kaçmak racona ters değil mi?
Ya da soru soracak gazetecileri içeri tıkmak, işinden etmek racona uygun mu?

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Dendrobium Binali - MUSTAFA K. ERDEMOL

Başbakan Binali Yıldırım’a, Singapur gezisi sırasında ziyaret ettiği dünyaca ünlü Ulusal Orkide Bahçesi yöneticileri olağanüstü bir jest yapmışlar. Bahçede yetiştirilen, dünyada da benzerinin olmadığı söylenen bir orkide türüne Yıldırım’ın adını vermişler. Şimdi o bahçede “Dendrobium Binali” adını taşıyan bir orkide var.

Ne kadar güzel. En az “Fahri Doktora” ünvanı kadar onur verici bir payelendirme bu. Ancak aradan yıllar geçtiğinde bu çiçeğin adının “Dendrobium Binali” olduğunu öğrenenler Türkiye Başbakanı’nın botanik bilimine katkısının ne olduğunu da merak edeceklerdir herhalde. Bahçe yöneticileri bu adın zamanla unutulacağını hesapladılarsa sorun yok, aksi halde buna bir çare bulmalılar.

Recep Tayyip Erdoğan’ın adının 2005 yılında Sri Lanka’da yeni geliştirilen bir orkideye verilmesinin yine de anlaşılabilir bir tarafı var. Türkiye tsunami felaketi sırasında çok yardım ettiği için Sri Lankalılar böyle bir jest yapmışlar. Ama Singapurluların, bizim politikacılara özel bir sevgi duydukları belli. Binali Yıldırım’dan önce de hem Recep Tayyip Erdoğan’ın hem de eşi Emine hanımın adını kalktılar yine bir orkidenin karışımından oluşturulan yeni bir tür mor çiçeğe verdiler: “Dendrobium Tayyip- Emine”.

Bu umarın Singapurlularda bir alışkanlık değildir. Her ülkeden politikacı ismini ünlü bahçelerindeki çiçeklere verdiklerini öğrenirsem pek bozulurum. Tamam botanik dünyasına, bilimine katkıları olmasa da Binali Bey’in de, Recep Bey ile Emine Hanımın da adlarının bir çiçekte yaşıyor olması pek bir güzel.

Tabii bu iyi bir seçim midir bilemem. Çiçek işinden anlayanlar Singapurlular, öyle deniyor. Dolayısıyla Azteklerden bu yana gücün simgesi, Eski Yunan’da da bereketin temsilcisi olarak bilinen orkidenin, hele mor orkidenin ne anlama geldiğini biliyorlardır. Koyu mor orkidelerin büyüklenme ya da kibir çağrışımları yaptığını söylerler. Tabii bu güzel çiçeğin asıl ifade ettiği anlam “asalet”. Binali Yıldırım’a da, Recep Bey ile Emine Hanım’a da, şüphe yok ki “asalet”  tarafı düşünülerek yapılmıştır bu jestler.

Memlekette de zaman zaman rastlıyoruz bu tür tutumlara. Vefa yanı ağır basan tutumlar bunlar. Birini anımsıyorum, 2008’deydi galiba. Erzincan’da valilik yaptığı sırada kendisini halka çok sevdiren Recep Yazıcıoğlu’nun adını Erzincan’da tespit edilen bir çiçeğe verdiler, “Psaphellus Recepii” diye. Bence son derece isabetli. Bir anlamı var en azından. Duyan itiraz da etmez. Adı Erzincan’la özleşmiş bir figüre, dediğim gibi, gösterilmiş bir vefadır bu. Çok hoş. Singapurluların vefasından da daha farklı elbette.

Bu vesileyle aklıma gelmişken, hepsinin öykülerini bilmeyi çok isterdim, ne güzel çiçek isimleri vardır bizde. Nasıl ya da neden koymuşlar, bilmek istiyor insan. Civan Perçemi örneğin. Bu çiçeğe Yaşlı Adam Biberi, Asker Yarası falan dendiği de olur. Şifalı bir ottur bu.

Zinnia Elegance adlı bir çiçek var. Kim tutacak aklında bu adı. Bizim Anadolu insanı Kirli Hanım Çiçeği deyip çıkmış işin içinden. Vardır bir öyküsü.

Floss Flower’a ne buyrulur. Şu bizim Vapur Dumanı dediğimiz çiçektir bu. İsme bakar mısınız? Hepsinin öyküsü kim bilir ne güzeldir. Ciltler dolusu yazılır. Uzmanları yazmıştır mutlaka, bulup okumak lazım. Öyle “ben koydum” olmuyor. Neden koydun, gerekçen ne, bilelim. Singapurlulara sormak isterdim bu yüzden. “Neden bu adları verdiler” diye. İtirazım olduğundan değil, merak ettiğimden. Neden? Singapurluların da hakkıdır Türk politikacıların adını taşıyan orkidenin neden o adları taşıdığını bilmek. Belki yakasına takacak, belki sevgilisine sunacak. Öyküsünü, gerekçesini bilse fena mı olur?

İyi ki Binali Yıldırım da, Recep Tayyip Erdoğan da, Emine Hanım da hem milletçe hem de dünya çapında çok çok sevilen figürler. O nedenle iyi, güzel çiçeklere adları veriliyor. Sevilmeselerdi başlarına neler neler gelirdi kim bilir?

Bitkilerin sınıflandırılmasında bir çığır açmış olan İsveçli doğa bilimci Carolus Linnaeus’u bilirsiniz. Kindar mıydı bilmem ama çok kötü kokan bir bitkiye hiç sevmediği rakibinin adını vermişti. Buffon diye bildiğimiz bitki var ya. O rakibin adını taşır.

Hadi Binali Bey. İyisiniz yine.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

22 Ağustos 2017 Salı

Gazetecinin işi 'cumhuriyet'i savunmaktır - ORHAN GÖKDEMİR

soL’da “Nuray Mert neden kustu?” başlıklı yazımın yayınlanmasının üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. Yazı 1 Kasım’da yayınlanmış, demek ki Ekim’in son gününde yazılmış. Mevzusu da 29 Ekim vesilesiyle Nuray Mert’in Cumhuriyet ve laiklik üzerine yazdığı ağır bir yazıydı zaten. Cumhuriyet kutlamalarını görünce midesi bulanmış ve üzerimize kusmuştu hanımefendi. Fakat talihsizlik, o kusmuğun çoğu yazdığı gazetesinin üzerindeydi. Nuray Mert kusmakla meşgulken gazetesinin yazarlarını ve yöneticilerini gözaltına aldılar. Çoğu o gün bu gündür hâlâ içeride. Fakat davanın ilk duruşmasının görüldüğü gün de ağır bir yazı yazdı Nuray Hanım. Yine midesi bulanmıştı; Evrim teorisine karşıydı, müftü nikâhının yanındaydı. Laik cumhuriyete karşı değil mi yazarımız, başka ne yazacak?

Fakat bu kadar kusmuğu taşıyamadı gazete, bir yıl sonra Nuray Mert’in işine son verdi. O kararla ortalık bir parça rahatlamış görünüyor ama daha geride Ahmet İnsel var, Aslı Aydıntaşbaş var, Aydın Engin var…

Bir de kusmuk kokularına bir yıldır dayanan, sesini çıkarmayanlar... Yeni yeni dillendiriliyor içerideki gericilikten duyulan rahatsızlıklar. Yazarlar “yetmez ama evetçi çeteleşme”den söz ediyor mesela. Can Dündar'ın bütün bunlardaki rolü konusunda ise sadece utangaç bir homurdanma var. Tabu onun rolünü konuşmak. Daha bir yıl önce potansiyel kahraman adayımızdı çünkü. Hatta CHP’nin başına geçip ülkenin makûs talihini yenmesine aracılık edeceği bile söyleniyordu. Zeki, yakışıklı, eli kalem tutuyor, ağlak bir ifade kondurabiliyor yüzüne. Aydın camiamızın bir tür Küçük Emrah’ı. Daha ne aranacak! Sonuçta Alman idarecilerin yanında dalkavuk pozisyonu almak düştü payına ama olsun. Kahramanlar kolay ölmez nasılsa!

                                                                              ***
Her neyse, Nuray Mert artık başka yerde kusacak, bu iyi. Burnumuzu tutup geçecebileceğiz mesela işini icra ettiği yerin önünden. Olmadı başımızı çevireceğiz ki büyük lüks.

Şu işe bakın, Nuray Mert’le yakın zamanlarda Akif Beki de kovulduğu yazdığı gazeteden. Gerçi gazetesi sahibiyle birlikte AKP’ye biat etti ama bunu da bir kazanım saydığımızı saklamıyoruz. Akif Beki bir süre sidikli havuzun serin sularında kulaç atmayacak. Yandaştan bunalana bu da az şey değildir.

Bütün bu isimleri “gazetecilik” kavramı üzerinden konuşmak tuhaf ama zamanın ruhuna da pek uygun uygun. Redhack’ın sızdırdığı belgelerden öğrendik, Nuray Mert iktidarın basın temsilcisiydi. Akif Beki zaten asıl ününü siyasi sözcü olarak yapmıştı. Adının “Akif Dediki”ye çıktığı zamanlar çabuk unutuldu. AKP’nin Hürriyet nezdindeki temsilcisi olarak atanınca gerçekten gazeteci sanmaya başlayanlar oldu. Hande Fırat’ı da “Ankara Temsilcisi” sanıyorlar mesela. Doğru ama bakın bakalım kimin Ankara temsilcisi?

Eğer bu değerli temsilcilerin kovulmalarından bir anlam çıkarmak istersek bu ancak siyasi bir anlam olabilir. Aydın Engin’in değerli zevcesi ve “yetmez ama evet” yoldaşı Oya Baydar’ın iddia ettiği gibi bunlardan basın ve ifade özgürlüğüne değin en ufak bir anlam çıkmaz. Bu yolla Cumhuriyet üzerindeki gerici ağırlığın küçük bir kısmından kurtulmuştur sadece. Doğan gurubu ve gazetesinde ise Abdülkadir Selvi var, Ahmet Hakan var, Ali Boratav var, Erdoğan Aktaş var. Kim ne yapsın artık Akif Beki’yi.

Basın özgürlüğü uzun zamandır büyük bir yalandan ibaret. İktidarın tapulu malı basın. Kendini gazeteci sanan kurbağalar ölmesin diye sidikli bir havuz oluşturdu ve “gazeteci”ler orada debelenip duruyor. Aklı başında bir insanın bakmaya, duymaya tahammül edemeyeceği, kakafonik bir koro hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyip duruyor: İktidar haklı… İktidar haklı demeyeni iktidarın haklaması da iktidarın hakkı! Oya Hanım ne basını?
                                                                            ***
Akif Beki, Nuray Mert gitti. Fuat Uğur yerinde duruyor. Nereye gidecek? Durduğu yer zaten yalancılığın son durağı. Nakşiliğin en paragöz kolunun yayınında yazıyor. Yaranacağım diye rüyasında gördüğü ipe sapa gelmez şeyleri haber diye yayınlıyor. O ipe sapa gelmez şeyleri yazdığı için para alıyor.

Bir fotoğraf bulmuş arşivde. Fotoğrafta kendisi, Tayyip Erdoğan ve bir de ne görelim, İlhan Kesici var. Daha doğrusu İlhan Kesici’ye benzeyen biri var ama benzemesi yetmez, İlhan Kesici’nin ta kendisi var. Muhalefet partisi CHP’yi eleştirmek ve reisten aferini kapmak için bundan daha iyi bir fırsat olur mu?

Yayınlıyor fotoğrafı, üzerine bir çuval da yalan uyduruyor. Fakat fotoğraftaki kişinin İlhan Kesici olmadığı ortaya çıkınca gazetesi “köşe yazısı”nı internet sayfasından kaldırıyor. Yanılmış, öyle diyor Fuat Uğur. Sanki diğer yazılarında yanılmamış gibi yazmayı sürdürüyor.


İkiye ayrılıyor gazeteciler AKP iktidarında. Bir yanda Fuat Uğur gibi hayali gerçek olan gazeteci müsveddeleri var, bir yanda işsiz, esaret altında acı çeken, direnen, dayanan gerçek gazeteciler.
Nuray Mert gitti evet ama Cumhuriyet kurtulmuş falan değil. Her yönden her yandan saldırıyor Cumhuriyet düşmanları. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa var!

Orhan Gökdemir / SOL

(Bu yazı haftalık siyasi dergi BOYUN EĞME'nin 18 Ağustos 2017 tarihinde yayınlanan 88'inci sayısında yer almıştır.)

Oy gidi Karadeniz - ORHAN AYDIN

Trabzon’a uçuyorum, günlerden 19 Ağustos Cuma.
1. Uluslararası Trabzon Film Festivali’nin yarışma bölümünde oynadığım bir film var, MEZARCI.
Uçakta tek boş yer yok. Tüm koltuklar simsiyah giysili, yalnızca gözleri görünen peçeli kadınlarla, IŞİD sakallı erkeklerle ve çocuklarla dolu.

Hostese sordum.
-Riyad uçağı mı bu, Trabzon mu?
Gülümsedi.
-Hep böyle efendim, yalnızca biz günde 3 uçuş yapıyoruz, hepsi dolu, diğer şirketlerin ise toplam 7 uçuşu var.
-Ne var Karadeniz’de petrol mü?
-Yeşil, yeşile tutkunlar ve derelere, yaylalara.
Yanımdaki Hopalı karışıyor söze.
-Bütün oteller dolu, yaylalarda evler, arsalar alıyorlar. Geçen hafta Arhavi’de bir Katarlı otel satın aldı, yetmedi yanındaki arsaları da aldı, inşaat yapacağı söyleniyor. Karadeniz’i turizme açıyoruz diye bağırıyorlar ya.. yalan. Gelsin görsün millet, her yer beton, eskiden boş buldukları yere cami yapanlar şimdi betondan ev, otel, AVM yapıyorlar. Yaylaların, köylerin canı çıktı. Bu gidiş gidiş değil. Sonunda bize buralarda yaşam hakkı kalmayacak. Adamların parası var. Bastırıyorlar parayı tüm dere boylarını, yaylalarımızı, çaylıklarımızı satın alıyorlar. Uzungöl ne olduysa tüm Karadeniz o olur. Yakındır Ayder’i gören tanımayacak, kına yaksınlar.
-Satmasın bizimkiler.
-Milletin canı boğazında ağabey, iş yok, ne çay para ediyor ne fındık, ne halt edecek. Başını sokacak bir dam kalacak, gerisini satacak.
Uçakta çocuklar hiç rahat durmuyorlar, koltukların tepelerine tırmanan afacanlar var, hostesler yarı gergin yarı güleç işlerini yapmaya çalışıyorlar. Bir kakofoni ki sormayın, neredeyse her kafadan bir ses çıkıyor ve nedense tüm yolcular bağırarak konuşuyor. Sıra ‘ikram servisine’ geliyor.
Çaprazımdaki peçeli kadına bakıyorum göz ucuyla. Nasıl yiyecek o sandviçi ve meyve suyunu nasıl içecek, ağzını görmüyoruz kapalı ve her yeri simsiyah, bir gözler açıkta bir eller. Utanıyorum izliyor olmaktan. Bir insan bir insana dahası bir inanç bir inanana bunu nasıl yapar. Bir işkence izliyorum. Eğiyor başını, bir eliyle peçesini kaldırıp, yemeğe çabalıyor. Önceleri makarna yemeye çalışan bir kadın daha görmüştüm. Sonunda ağlayarak, fırlatıp atmıştı tabağı. Ancak şimdi bir zulüm izliyorum. Meyve suyu kucağına dökülüyor, yanında oturan hiç aldırmadan geviş getiriyor. Bu nasıl inanç?
Hopalı fark ediyor izlediğimi.
-Ha bu nedir ağabey ya ha bu nedir? Benim anamın da başı kapalı ama ha bu nedir, 21. yüzyıldayız. Eziyettir bu. Bir adamın bir kadına eziyeti.
-Bir dinin bir kadına ömür boyu işkencesi.
-Hepsinin en az iki eşi var ve en az beş  tane çocuğu.
Hostesler yoruluyor, buna can mı dayanır, bütün uçak tıkınıyor ve çocuklar hiç aman vermiyor. Bu fasıl neredeyse inişe geçiş anonsu duyulana kadar sürüyor. En son gördüğüm önümdeki koltukta oturanın yandakilere baklava ikramıydı.
İniyoruz.
Severim ben coğrafyamı.
Bu toprakların çocuğuyum, hep yağmura ıslık çalan yamaçları, aldığı nefes, yeşilinin amansız çılgınlığı, denizinin asi oluşu, insanının fıkra gibi şakraklığı, mertliği, müzikle olan yolculuğu ve dağların doruklarına kadar uzanan yalnızlığını severim.
O küçücük hava limanında neredeyse adım atacak yer yok. Hopalı ile sıyrıldık aralarından. Kapının önünde ellerinde kâğıtlarla onlarca insan bekliyor. “Arap Müşteri” hareket getirmiş memlekete!
İki genç hemşerim karşılıyor, kucaklaşıyoruz. Serviste  “koyverdun gittun beni..” çalıyor, Kazım’ın sesi içime işliyor. Üniversitenin oteline geliyoruz, biliyorum burayı, dalga sesleriyle uyunur. Hayret otel boş gibi, soruyorum.
-Efendim burada akademisyen ve mimarlar var, Mimarlar Odası’nın bir toplantısı için.
Rahatlıyorum biraz, tuhaf.
Filmin gösterimi yakındaki bir AVM de olacak. Daha kapısından başlıyor kalabalık. Sanki içeride her şey bedava dağıtılıyor.
Her tür markanın olduğu bir pazar burası, hepsi birbirinden pahalı, benim yurttaşlarım buradan alış-veriş yapsalar aç kalırlar.
Tuhaftır dükkânlar boş ama yemek katı denen bölümde, tek boş sandalye yok.
Film gösteriminden mutlandım, az seyirci vardı ama jüri üyeleri bile ‘en fazla bu filme ilgi var’ deyince sustum.
Festival organize etmek ustalık ister, beceri ister, sanatsal-kültürel bir akıl ister, çalgıcı organize etmenin bile bir adabı vardır.
13 film davet ediyorsun, ‘yarışmalı ve ödüllü’ diyorsun ama boş salonlarda gösterim yapıyorsun!
Geçen yıl Antalya’da aynı düzey vardı. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin önce "Altın Portakal"ını attılar bu sene de ulusal yarışma bölümünü.
“Burası mikrofonu eline alan her oyuncunun, her yönetmenin hükümete laf edeceği yer değil” diyen bir kara akıl var perde gerisinde.
Anlayacağınız; ülkem sinemasının tarihini, emeğini, alınterini çiğnediler. 53 kez yapılan ve onlarca namuslu, erdemli sanat yapıtının, yaratıcılarının hayata ışıdığı Ulusal Yarışma bölümünü yok ederek, sinema adına yaşanmış ne varsa hepsini mezara gömmeye karar verdiler.
Ancak beceremeyecekler. Hazırlık halindeyiz, “Biz yaparız” diye yola çıktık.
Yemeğe gidiyoruz. Of’tan gelmiş dostlarım var,  Arsin sahilde hangar gibi bir lokantadayız. Yer ayırmış olmasalar ayakta kalacağız. Yer gök simsiyah ve gürültü kaydı yapsanız ancak o zaman durumu anlarsınız. Dışarı kaçıyoruz.
Yağmur başlıyor. Nasıl çılgın, nasıl hırslı, bir sızıntı içinde ağlar gibi.
Masanın konusu festival, filmler filan değil, bölgenin içinde bulunduğu durum.
Bir oyuncu arkadaşım.
-Ağabey vallaha kendimi Arabistan’da hissediyorum, yani oraya gitmişim gibi.
Gülünüyor.
Of’tan gelen Süleyman Bektaş:
-Bu ne ki Ordu’dan Artvin’e kadar her yerdeler. Gelsinler, gezsinler, yesinler, içsinler, doğanın tüm nimetlerinden yararlansınlar itirazımız yok ama birilerinin aklına uyup yaylalarımızı, derelerimizi satın alıp işgale kalkmasınlar. Her şeyin bir sınırı yok mu?
Artvin’i düşünüyorum, çocukluğumun bayır gülünü yok ediyorlar, zor tutuyorum kendimi..hiç yeri değil!
Susuluyor.
Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu arıyor, “Kıyı Bölgelerine Mimarlık, Karadeniz’in Doğa ve Tarih Değerleri Risk Altında” başlıklı toplantılar düzenlediklerini aktarıyor.
-Karadeniz hızla Ortadoğulaştırılıyor.
-Görmüyorlar mı?
-Göre göre yapıyorlar.
Canım acıyor bir kez daha, koca örgüt ayağa kalkmış dinleyen yok. Mimarlar sürecin dışına itiliyor. Talanın önü açık.
-Direneceğiz diyor başkan direneceğiz.
Uyku tutmuyor.
Doğduğum toprakların peşkeş çekilerek hırsızlanmasına tahammül edemiyorum.
Evimizin önündeki çeşmeyi, her mevsim akan dereyi, değirmenleri, ahlât, kızılcık, ceviz ve kiraz ağaçlarını, içinde kaybolduğum ormanı, sis denizini düşünüyorum.
İnsan kendi memleketinin ağacını, kuşunu, suyunu, toprağını ve insanını nasıl talan eder?

Sabahın alacasında yine aynı kalabalığın içindeki birkaç yabancıdan biri olarak geri dönüyorum.
Hopalı Hemşin kardeşimin söyledikleri var yüreğimde.
-Gericiliğin yapamayacağı yok ağabey, diklenmezsek ezip geçecekler her şeyi.

Orhan Aydın /SOL

Kangalları, çoban köpeklerini rahat bırakın! - KEMAL OKUYAN

Erdoğan Almanya’ya günde beş vakit çakıyor. Bravo ona.
Erdoğan ABD’ye “eyyyy" diye sesleniyor, “ne biçim müttefiksin sen.” Seslenir, racon bile keser.
Danışmanları “Kurtuluş Savaşı” başladı müjdesini vermekte. Yandaş kalemler “artık adını koyalım, Türkiye safını yeniden belirlemeli” demekte. Coca Cola’nın yeni fabrikasının açılışına giden Erdoğan’a birilerinin “tuzak kurduğu” bile söyleniyor. Yani, ABD artık bu ülkede cüzzamlı muamelesi görmekte, “dökün kolaları, dökemediyseniz solcular gibi bahriyelileri denize…”
Bir “milli” seferberliktir gidiyor. En son kitle gösterilerine karşı Alman ya da Danimarka kurdu değil, Kangal kullanacağı açıklandı. Yerli köpeğin ısırığı bir başka olur kuşkusuz.


AKP “milli”leştikçe Türkiye solcusuna da bir haller oluyor; emperyalizme karşı mücadele o kadar önemli değil diyen mi ararsın, ABD ile işbirliğine tarihten örneklere yaslanarak bahane yaratanlar mı...

Nedir, roller mi değişiyor?

On yıl kadar önce “kardeş biz bu Amerikalıları hiç sevmeyiz, sizin safınızdayız” diye Ortadoğu’nun, Latin Amerika’nın ABD ile dertli hareketleri ve halklarını kandıran AKP, şimdi yine aynı taktiği mi uyguluyor?

Ne kadar çok kandırma var değil mi?

Avrupa Birliği’ndekiler, bizim liberalleri takip edip “Erdoğan hepimizi kandırdı” diyor birkaç yıldır. Nasıl kandırmış? Batının değerlerini savunur gibi gözükmüş. Batının değerlerinden kastettikleri demokrasi, insan hakları, özgürlükler filan değil elbette. Değer dedikleri NATO operasyonları, değer dedikleri Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin çıkarları. On yıl önce Erdoğan’ın özgürlükçü olduğunu söylüyordu bunlar. Yalancı sahtekarlar!

Ama kandırılmışlar! Beri tarafta ABD karşıtı cephe de kandırıldığını fark etti, özellikle Libya ve Suriye’de yaşananlar sırasında. Düne kadar Erdoğan’ı mazlumların sesi olarak görenler bir anda ona etmedik laf bırakmamıştı.

Anlayacağınız hem NATO’cular hem ABD karşıtları aynı kişi tarafından kandırılmış.
Oldu mu size 1-1.

Erdoğan ise iki tarafı da kandırmış oluyordu; onun hesabına durum 2-0’dı!

Arada Putin’i de kandırdı; önceleri dostuydu, sonra uçak düşürüp düşmanlaştı. Rus Devlet Başkanı “sırtımızdan hançerlendik” bile dedi. Erdoğan karşıtları “Putin kurtar bizi” noktasındaydı ama bu kez onları kandıran Putin oldu, AKP ile nikah tazeledi, kötü sözler karşılıklı yalayıp yutuldu. Şimdi Ruslar “Türkiye ile 100 yıllık ittifak”tan dem vurmakta.

Demek ki Erdoğan dışarıda hep kandırmış, öyle diyorlar. İçerideyse sürekli kandırılmış, kendi öyle diyor!

Bu kadar kandırmacadan sonra Erdoğan bir kez daha emperyalizme karşı diklenen lider olarak sahne alıyor.

Üstüne Kangal’ı da aldı yanına şimdi… Milli köpek.

Sayısı 15’i bulan NATO ve ABD üslerinin önünde bir protesto olduğunda, “Kahrolsun ABD emperyalizmi” diyenleri Alman kurduyla değil Kangal ile dağıtacaklar.
Bursa’da Bosch fabrikasında işten atmalara karşı işçilerin direnişi yaygınlaşırsa, Alman sermayesinin yardımına Anadolu Çoban Köpeği koşacak; yüzde yüz yerli.
1 milyar dolarlık yeni ihaleyi kapan Siemens’in beş ayrı bölgeye yayılacak RES’lerinden rahatsız olan köylülerimizin karşısında Kangallar sıralanacak. Hırrrr.
Yerli malı her Türk onu kullanmalı!

Dün “yaşasın küreselleşme” diye diye saldırıyorlardı; sermaye para basıyordu. Bugün “hain küresel güçler” edebiyatı ile saldırıyorlar; patronlar para basmaya devam ediyor hâlâ.

Zavallı Kangal nereden bilsin bunu…
Eğitime açık hayvandır, korumaya güdülenmiştir. Savunacaktır çıkarlarını sermayenin.
Yerli ya da yabancı bilemez.
Peki kim bilir?
Binali Yıldırım’ın bütün Avrupa’ya yayılan 140 milyon avroluk serveti “milli” midir, nedir, biliyor musunuz? Bilal-Mustafa-Ziya’ların gemileri?

Geçiniz.

Piyasa ekonomisinde, o piyasanın belirlediği siyasette kim “milli” lafını ağzına alıyorsa bilin ki, sahtekardır. ABD ile stratejik ortaklıktan ağız dalaşına geçince “milli” olunuyor öyle mi!
Küçük bir azınlığın dünya pazarından pay kapma kavgasından da, paçayı kurtarmak için sığınacak güvenli liman arayan bir zorbanın kişisel gel gitlerinden de emperyalizm karşıtlığı çıkmaz. 
Siz en iyisi mi Kangalları, çoban köpeklerini alet etmeyin bu işe efendiler.

Kemal Okuyan /SOL

AKP’yi iktidarda tutan ne? - Erol Manisalı

AKP’yi 2002’den beri iktidarda tutan şey, “İslamcı örgütlerin 2003’ten beri yavaş yavaş demokratik sivil örgütlerin yerini almasıdır”.



İmam hatip okullarından vakıflara, şirketlerden hükümetin emrine verilen kamu kurumlarına kadar yeni tip örgütlenmelere gidildi.
Siyasal İslam, rejimin en etkili parçası ve temel dayanağı haline sokuldu. Bu durum AKP’ye siyasetten ekonomiye, eğitimden medyaya kadar tekelci bir zemin hazırladı.
TBMM’nin tamamen ellerinde bulunması, bürokrasi, adalet, eğitim, kaynakların dağılımı ve medya araçlarının tekeli ile iktidar, mutlak bir fiili egemenliğe dönüştü. Seçim sürerken kural değişti.
15 Temmuz sonrası getirilen OHAL ve son referandum ile siyasal İslam fiili bir rejim haline geldi.
Bütün bu gelişmeler olurken alternatif örgütlenme olanakları, “katı bir haksız rekabet ortamı kurularak” ortadan kaldırıldı.
Etkin sendikalı işçi sayısının yüzde 5’e düşürüldüğü bir ortamda rejim AKP açısından sağlamlaştırıldı. İktidar-devlet bütünleşmesi oldu.
Temel sorun, siyasal partiler dahil, “demokratik örgütlenme ortamının fiilen ortadan kaldırılması ve yerine, tarikatlar başta olmak üzere dini örgütlerin her alanda egemen hale getirilmesidir”.
 
ABD ve AB için siyasal İslam
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat bu noktaya getirilmek için düzenlendi. 1990 sonrası Türkiye’yi siyasal İslam aracılığı ile Lozan’dan Sevr’e sürüklemek isteyen, önceleri TSK ve büyük sermaye ile bunda başarısız kalan Batı, siyasal İslamı kullanmak yolunu seçti.
Batı’daki ve FETÖ’deki “yeni Türkiye ve ikinci cumhuriyet savunucuları”, 90’lı ve 2000’li yıllarda siyasal İslama dört elle sarıldılar ve 15 Temmuz 2016’da FETÖ’yü sahneye çıkardılar.
Ve AKP’yi de bu tuzağın içine “PKK ve Suriye açılımları ile sürüklediler”. Eski ortaklar tarafından sürüklendiğini (ve aldatıldığını) gören iktidar bugün, iki arada bir derede kalmış durumda.
Plan zaten ülkenin PKK ve FETÖ ile parçalanarak siyasal İslam modeli içinde Sevr’e sürüklenmesiydi. 15 Temmuz’da kısa yoldan sonuca ulaşamayan FETÖ ve emperyalizm, şimdi siyasal İslamı uzatmalı olarak kullanmak istiyor.
Demokrasiyi, Atatürk devrimlerini, çağdaş değerleri ve ülkenin bütünlüğünü savunan büyük kitleyi yine siyasal İslama yedirmek amacındalar.
Atatürk’e son günlerde saldıranlar mı? Onlar en azılı FETÖ’cüler ve ülkeyi Sevr’e taşımak isteyen düşmanın tetikçileridir. Aynen “Kurtuluş Savaşı”nda olduğu gibi.
AKP, “dış ilişkilerde bazı dengeleri değiştirerek, emperyalizmin amacına ulaşmasını engelleyemez”. Engellemek için “siyasal İslam tuzağından kurtulması gerekir”. Yoksa Graham Fuller’in senaryosunu uygulamış duruma düşer.
15 Temmuz 2016’da Ankara’daki genel merkeze astığı dev Atatürk bayrağını, Türkiye üzerinde bugün de dalgalandırması gerekir. Tek çıkış yolunun bu olduğunu artık görün.
Türkiye parçalanırsa ortada ne iktidar ne de muhalefet kalır, istisnası olmaz, kimse de kaçıp kurtulamaz.
Zekeriya Öz ve Adil Öksüz’ün zavallı durumuna düşerler. 


Ve Dibeklihan’da bir sohbet
Dibeklihan Kültür ve Sanat Merkezi’nde 24 Ağustos 2017 akşamı saat 21.00’de bir konuşmam var. Neleri mi konuşuruz? Siz bana ne var ne yok diye sorarsınız, ben de bugüne kadar “yolumun kesiştiği ünlülerin” Türk siyaseti içindeki konumlarını, dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışırım; hangi lider “Batılı”, hangisi “Batıcı” ve hangileri “İslamcı” gibi. Tam da Türkiye-Avrupa “krizi” yaşanırken, Dibeklihan’da görüşmek üzere...


Erol Manisalı / CUMHURİYET

21 Ağustos 2017 Pazartesi

'Helal' kesimin kurbanın ağrı hissi üzerindeki etkisi ya da din bilimi nasıl katleder - İLKER BELEK

Bir üniversite ekibi kurbanı “helal” yöntemle kesmenin hayvanın ağrı hissini “kesinlikle yok ettiğini” saptamış. Kimi basın bunu Türk “bilim adamlarının önemli keşfi” olarak duyurdu.
“Bilim adamları”mız bu güzide “araştırma”yı kurban bayramının yaklaştığı şu günlerde konuyla ilgili spekülasyonlara son vermek üzere yapmışlar. Böylece bilimin pratikle nasıl ilişkilendirilebileceğini de örneklemişler.
                                                                           *****
Öyle gözlemle falan da yetinmemişler. İşin içine kimyayı, nörolojiyi, endokrinolojiyi, cerrahiyi de dahil etmişler.
Kesim öncesinde, sırasında ve sonrasında kurbanlıkların endorfin düzeylerine bakmışlar ve o da ne, kesimden itibaren kan seviyesinin artmaya başladığını, kesim sonrasında tam 4 kat yükseldiğini bulmuşlar.
Okuduklarımdan pek çıkaramadım ama bilimsel yayın yapmanın zorunlu kriteri olarak işin içine kesinlikle istatistiği de dahil etmişler, t testi, Mann Whitney U, ki kare gibi çok mühim analizleri de yapmışlardır. Aksi düşünülemez zira böylesine yeri doldurulmaz çaba hepten heba olur giderdi.

                                                                             *****
Sonuç mu? Endorfin ağrı kesici özelliği olan bir madde olduğuna göre keşfetmişler: “Helal“ kesim hayvanda ağrıya neden olmuyor, hayvanı düşünerek özel önlemler almaya gerek yok.
Bu yapılanın, duayla büyütülen fesleğenlerin daha hızlı geliştiğini “keşfeden” dindar ilköğretim öğrencilerininkinden “araştırmacı”ların yaş ortalamaları dışında ne farkı var.

                                                                              *****
Herkes biliyor ki bu iş bilim değil.
Doğru, endorfin ağrı kesici etkisi olan ve sinir sistemine sahip bütün canlıların değişik düzeydeki sinir uçları tarafından tehlike, acı ve zevk durumlarında sentezlenen bir madde. Şöyle diyelim endorfin salgılamak organizmanın ağrıya, sıkıntıya verdiği bir yanıttır ama spor ve orgazm (tövbe) gibi durumlarda da salgılanır.
“Araştırmacı”lar gerçekten merak taşıyor olsalardı, duayla ya da duasız, hakaret ederek, tekmeleyerek ya da saygı göstererek kesilen insan dahil bütün sinir sistemlilerin kanında yüksek düzeyde endorfin saptayacaklarını bileceklerdi.
Ama bu bilgi kendilerini, muhtemelen hiç hoşlarına gitmeyecek bir gerçekle, yani evrimle yüzleştirmekten başka bir sonuç ortaya koymamış olacaktı. Zira bu tür biyokimyasal mekanizmaların gelişimi de evrimsel bir süreç izler ve evrim ağacında ortak geçmişe sahip bütün türlerde ortak bir yapı sergiler.
Biz de bir tarafımız kesildiğinde endorfin salgılarız. Ama hiçbir cerrah, neşteri attığında salgılanmaya başlanacak endorfin nasıl olsa ağrısını azaltacak diye hastasını canlı canlı ameliyata almaz. Eminim ki bu “araştırmacılar” da parmaklarının ucu dahi kesildiğinde endorfinlerine güvenerek kesiğin anestezisiz dikilmesini tercih etmeyeceklerdir.
Bunlara göre kendi sıkıntıları dışında din çözümdür ve “helal” kesilen hayvanın can havliyle çığlıklar atmasının da gerçeği görmeleri bakımından herhangi bir önemi yoktur.
Gerçek öylesine dindedir ki endorfinin ağrıya yanıt olarak değil, ağrıyı önlemek amacıyla salındığı gibi bir idealizm içindedirler ve yine aynı felsefi sefalet nedeniyle, acı çekmesinler diye uyuşturularak kesilen hayvanların endorfin düzeyleri yükselmediği için ağrı çekerek can verdiklerini iddia edebilir ve buradan da “helal” kesimin üstünlüğüne kanıt çıkarabilirler.

                                                                          ****
Bu gibileri neden ve nasıl böyle saçma sonuçlara ulaşıyorlar, saçmalığı çok açık bu işlere hangi saiklerle zaman ayırıyorlar?
1-Artık üniversiteler üniversite olmaktan çıktı ve İslam’ın üstünlüğünü gösterecek, yaşatacak, “kanıtlayacak” kadrolaşma süreci epeydir başat hal aldı.
2-Amaç bilim, araştırma, veri toplama, gözlem, hipotez oluşturma, hipotezi test etme, keşfetme, bilinmeyeni açıklama değildir. Amaç nasıl olursa olsun dogmatik yöntemlerle İslam’ın doğruluğunu, ululuğunu “ortaya çıkarmak”tır.
3-Bu çaba en ilkel cinsinden siyasi bir faaliyettir, bilimle hiçbir ilişkisi yoktur.
4-Sorun bu “araştırma”ya ve bu “araştırma”yı yapan ekibe özel değildir.

Din genel olarak bilimi, aklı ve gelişmeyi engelleyen bir yapıya sahiptir. Nedeni hem canlı hem cansız doğa hem de toplumsal yaşam hakkında kesin, her koşulda geçerli ve değişmez olduğuna hükmettiği kuralların varlığına, bu kurallar da dahil her şeyin bugün var oldukları halleriyle doğa üstü bir güç tarafından yaratılmış bulunduklarına inanmasıdır. İnançları her tür yaratıcı faaliyeti engeller. Nesnel idealizmleri gerçeğin oluş halini anlama kaygısına hiçbir hareket alanı bırakmaz. Aslında laboratuarlarda çalışan dindar insanlar da içinde yer aldıkları o maddi faaliyetle, dinin hükümlerini çiğnemiş olurlar.

Dinle bilim arasındaki savaş, insanla egemenler arasındaki savaştır ve sömürü sistemi yıkılıncaya kadar devam edecek.


İlker Belek / SOL

Batı medyasının Venezuela yalanları bitmiyor - ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

Dünya, Venezuela haberlerini Batı medyasından takip ediyor ama Batı medyası, “emperyalizmin bölgedeki ortağı” olmaktan başka çaresi olmayan sağcı muhalefetin sözcüsü konumunda.


Batı’nın “prestijli” ana akım medyasında Venezuela’da neler olduğunu öğrenmek için bir gezintiye çıkarsanız; halkın açlıktan hayvanat bahçelerine saldırdığını (Reuters), “diktatör” liderin yüzde 98’in karşı olduğu Kurucu Meclis seçimiyle gücünü daha da perçinlediğini (New York Times), yerel kaynakların 4 dolar olduğunu söylediği dönemde bir hamburgerin fiyatının 170 (AFP), 3 dolar olduğu söylenen yumurtanın ise 130 dolara çıktığını (LA Times) okuyabilirsiniz.

Bu haberlerin her biri, Venezuela’nın yerel kaynakları tarafından yalanlansa da “Ana akım medya gerçekleri ya görmezden geliyor ya da haberlerin derinliklerine saklıyor”. İfade, Venezuela’yla ilgili gerçekleri yerel kaynakları kullanarak aktaran Avrupa merkezli kolektif Investig’Action’ın yazarlarından Ricardo Vaz’a ait. Vaz’ın odaklandığı konular arasında Venezuela aleyhindeki medya propagandası da bulunuyor.

Tüm dünyadaki ana akım, Venezuela haberlerini takip etmek için Batı medyasına başvuruyor. Batı medyası ise Vaz’ın ifadesiyle iktidara gelmek için “emperyalizmin bölgedeki ortağı” olmaktan başka çaresi olmayan sağcı muhalefetin sözcüsü konumunda. Bolivarcı Devrim’in merkezi konumundaki Venezuela hem sosyalistler hem de ABD için kilit öneme sahip. Bu nedenle 2013’te hayatını kaybeden sosyalist lider Hugo Chavez’in  iktidara geldiği 1998’den beri, “ülkeyi çiftlikleri sandıkları” eski düzenin geri gelmesini isteyen zenginlerden oluşan muhalefet, ABD tarafından milyon dolarlarla destekleniyor. Vaz’a göre Batı medyasının Venezuela haberlerindeki hedef Bolivarcı Devrim’i şeytanlaştırıp, ülkeyi uçurumun kenarında göstermek.

Öte yandan, Batı kaynaklı haberlerde neyin konu edilmediği de önemli bir veri. “Haberlerde Venezuela’ya yönelik emperyalist tehditten hiçbir zaman bahsedilmiyor” diyor Vaz.
2011’de Sussex Üniversitesi çatısı altında BBC’nin Venezuela haberleri üzerine yapılan bir araştırmanın sonuçları ilginç.

-Haberlerde Venezuela ulusunu muhalefet temsil ediyor.
-Bolivarcı Devrim sınıf savaşı bağlamından koparılarak ele alınıyor.
-Muhalefet ve Başkan Nicolas Maduro yanlılarının taleplerin sınıf temelli farklılaştığı saklanıyor.
-Tarih seçilerek anlatılıyor: Daha önce “ahenk içinde” ve “demokratik” olan ülkede işlerin Chavez iktidarıyla bir anda rayından çıktığı resmi çiziliyor. Nisan’dan beri muhalefetin şiddetli eylemlerinin neden olduğu kayıpların tüm sorumluluğu hükümete yüklenirken, Chavez iktidarından 10 yıl kada önce, 1989’da, IMF’nin uyum programlarının ekonomik yıkıma neden olduğu ülkede yapılan protestolarda resmi rakamlara göre 300, tahminlere göre ise 3 bin kişinin öldürüldüğü gerçeği bu tarihin içinde geçmiyor. Haberlerde, Bolivarcı Devrim’in sosyal, ekonomik ve sağlık alanındaki kazanımlarından bahsedilmiyor.

Vaz, Batı medyasında kullanılan farklı haber “teknik”lerini şöyle aktarıyor:

1- Açık yalan: Bazı durumlarda, açık yalan söylüyorlar. New York Times’ın Maduro’nun Kurucu Meclis’e “seçilmiş destekçiler” atayacağı haberi gibi.

2- ABD Dışişleri’nin izinden: Çoğu zaman propaganda daha sofistike. Genellikle muhalefetin ya da ABD Dışişleri’nin tonu belirlemesi sağlanıyor ve hikâye onun etrafında kuruluyor. Daimi çarpıtmalardan biri vahşi protestocuların neden olduğu kayıplarla ilgili.

3-“Maduro söyledi…”: Resmi anlatının karşısında olan her şey “Maduro söyledi…” diye veriliyor. Kurucu Meclis seçimlerinden önce, oy verilen makineleri üreten Smartmatic şirketi, toplam oyların 1 milyon kadar şişirildiğini iddia etti. Smartmatic’in seçmen verisine erişiminin olmadığı ya da iddiaya bir kanıt gösteremediği gerçeği haberlerde yer almadı. “Smartmatic bu şekilde tahmin etti, Maduro reddetti şeklinde verdi” diye verilen haberlerde adeta, “Havalı yazılım şirketi bunu söylüyor, size diktatör olarak gösterdiğimiz diğer adam da yalanlıyor, hangisine inanacaksınız?” diye soruluyor.

4-Haber seçmek: Yaygın başka bir yöntem, çizilen resmin doğruluğunu sorgulatacak her şeyi görmezden gelmek. Örneğin, 19 Nisan’da ve 1 Mayıs’ta büyük Chavista eylemi ve aynı zamanda büyük muhalefet protestosu vardı. Fakat sadece muhalefetin eylemi haber oldu. Aksi olsaydı medya, “herkes hükümete karşı” anlatısıyla ters düşecekti.

Emperyalist talepler seslendirildi
Söz konusu anlatıyla ters düşmemek için yapılanlardan biri de geçen ay sonu gerçekleşen Kurucu Meclis seçimleriyle ilgiliydi. Hükümet, seçimlere rekor düzeyde katılım olduğunu belirtti, ancak medya açıklanan rakamların yanlış olduğu söylemine yüklendi. Şöyle anlatıyor Vaz: “Ana akım medya yaygın şekilde muhalefetin bu seçimin Anayasa’ya aykırı olduğu (madde 348’e bakıldığında yanlış olduğu görülecektir) söylemini ve ABD ile kuklalarının sürecin durdurulmasına yönelik emperyalist taleplerini seslendirdi. Sonuç olarak oylamaya büyük katılım oldu, bu ispatlanabilir bir veri, fakat medya açıklanan sayıların yanlış olduğuna yönelik her türlü iddiaya başvurdu. Boş oy verme merkezi fotoğraflarından başka kanıt sunulamadı.”

Hayvanat bahçesi iddiası
Vaz’ın verdiği bir başka örnek ise hafta içinde Türkiye medyasında da yer bulan Reuters haberi. Haberde “Venezuela halkının açlıktan hayvanat bahçesindeki hayvanları yemeye başladığı” ileri sürülüyordu. Benzer bir haber tam bir yıl önce “Aç Venezuelalılar hayvanat bahçesine saldırarak bir atı kesti” şeklinde verilmişti: “Guardian’ın haberinde, bir yetkili bu olayın alelade bir suç ya da nesli tükenmekte olan türlerin kaçakçılığı olabileceğini söylemiş. (Batı’da da) Hayvanların hayvanat bahçesinden çalındığına dair pek çok haber var. Ama bu sadece Venezuela’da siyasi modelin çöktüğünün kanıtı olarak alınıyor.”
Venezuela’da ekonomik kriz olduğu ve özellikle yoksulların acı çektiği doğru, diyor Vaz, ama ona göre tekil örneklerle desteklenerek önümüze konulan ‘kıyamet çok yakın’ senaryosu propagandadan ibaret. Yapılan, “Haiti’de kapitalizmin iyi işlediğinin kanıtı olarak başarılı bir girişimciyi göstermenin tam tersi.”
***
Patronlar korktu
Ricardo Vaz: “Anaakım medya, dış politika konusunda, nadiren ‘resmi’ anlatıdan sapar. Hiçbir şeyin doğruluğu kontrol edilmemiştir, her şey söylenebilir: “Kuzey Kore herkese tek tip saç modeli dayatıyor” gibi…

(…) Dışişleri’nin amacı ABD’nin emperyalist çıkarlarını savunmak ve ilerletmektir. Bu da ABD egemenliğine ve çok uluslu şirketlerin para kazanma kapasitesine karşı duranlarla ters düşer. Ana akım medyanın çoğu, çıkar sahibi bir avuç holdingin elinde toplanan kâr amaçlı işletmelerdir. Yani editoryal çizgilerinin Dışişleri’nin resmi çizgisiyle yakın olması normal.

Fakat Venezuela’ya özel bir şey var ki onu Libya ya da Suriye gibi ABD ‘hedef’lerinden ayırıyor. Bolivarcı Devrim’in amacı sosyalist bir toplum yaratmak. ‘Normal” seçimlerle iktidara geldiler ve üst üste seçim kazandılar. Bu fikirlerin Batı’da da belirebileceğine dair korku, batılı medya kuruluşları ve sahiplerinde histeri yarattı. Venezuela karşıtı propagandanın bir hedefi de Batı’da kapitalizmin çaresizliğini onarmak. Bu propagandayı ‘Eğer sosyalizm isterseniz haberin başlığındaki felaket sizin başınıza da gelecek’ diyebilmek için yaratıyorlar. Venezuela, Corbyn ya da Melenchon gibi isimlerin projelerini karalamak için bir silaha dönüştü.”

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN



"Bu kadar eşitsizliğin olduğu ülkede sosyal demokrasinin gelişmesi lazım" - (SÖYLEŞİ / BİRGÜN)

Doç. Dr. Yunus Emre: Sosyal demokrat yönetimler gerçekten reformcu ve eşitlikçi bir politika demetini sebatkâr bir şekilde uyguladıkları takdirde büyük değişimler yaratıyorlar. Uruguay’dan Mauritius’a bunun çok önemli örneklerini gördük son dönemde. Türkiye’de olamaması üzerinde düşünmek gerekli.

Sosyal demokrasi kavramı Türkiye’de ideolojik ve sosyolojik açıdan çok tartışılmasa da gündelik siyasette sıkça karşımıza çıkıyor. Özellikle CHP’nin niteliği ile ilgili tartışmalarda sosyal demokrasi üzerine de yorumlar yapılıyor. Sosyal demokrasinin toplumsal karşılığına baktığımızda ise azımsanmayacak bir oran karşımıza çıkıyor. Sosyal demokrasi denilince Türkiye’de akıllara gelen simge isimlerden Erdal İnönü’nün tabiriyle ‘Aslan sosyal demokratlar’ bugünün Türkiyesi için ne anlama geliyor? Söz konusu konuya ilişkin geçen haftalarda ciddi bir kitap yayımlandı. Haksızlıklar Ülkesinde Sosyal Demokrasi çalışması Yunus Emre, Burak Cop, Aras Aladağ ve Şenol Arslantaş’ın katkılarıyla yayımlandı. Ekranlarda da sıkça gördüğümüz Doç. Dr. Yunus Emre ile sosyal demokrasinin kuramsal ve tarihsel arka planı ile pratikteki karşılığı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Sosyal demokrasi meselesi tarihsel olarak Türkiye’de sık tartışılıyor. Sizce hakkıyla yapılıyor mu bu tartışma?
Ülkemizde sosyal demokrasi tartışmalarının gerçek başlangıç dönemi 1960’lı yıllardır. Bu, Batı Avrupa’ya kıyasla geç, gelişmekte olan dünyaya kıyasla erken bir dönemdir. Ama Türkiye’nin talihsizliği şurada: Türkiye’de sosyal demokrasi bağımsız bir siyasal hareket ve ideoloji olamadı. 1960’larda yükselen sola karşı bir set olarak düşünüldü. Türkiye’de kendilerine sosyal demokrat diyen partiler ve politikacılar, kendilerinin ne yapacağından ziyade 
topluma solun ve sağın ne yapmaması gerektiğini anlattı. 1960’larda işçi hareketinin ve solun genel yükselişi temel belirleyiciydi ama bu, CHP’nin dışında ve hatta CHP’ye rağmen ortaya çıkmış bir gelişmeydi. CHP içinde bu gelişmenin önemini gören politikacılar oldu. Önemli gayretler oldu. Ama ideoloji, örgütlenme, toplumsal taban bakımında sosyal demokrasiye benzemeyen bir yapılanma çıktı Türkiye’de ortaya. Bu CHP’de çalışan insanların iyi niyetinden bağımsız bir şey. Tartışmanın layıkıyla yapılıp yapılmadığına dönersek CHP’liler öteden beri Türkiye’de sosyal demokrasi fikriyatının gelişememesinden şikayetçidir. 12 Eylül koşullarında Turan Güneş “sosyal demokrasi Türkiye’de anlaşılamadı” düşüncesiyle sosyal demokrasiyi tanıtan bir kitabı çevirmeye girişir. Bugün hala CHP’liler sosyal demokrasiyi tanıtan kitapların çevirisiyle meşgul . AKP’nin temel başarısı AKP-CHP farkının bir muhafazakâr parti-sosyal demokrat parti farkı haline gelememesini sağlaması. AKP şunu yapıyor: Türkiye’yi ve CHP’yi birtakım semboller ve politikalar üzerinden başka ayrım hatları etrafında mevzilenmeye yönlendiriyor. Bu ayrım hatları daha çok kimlikler üzerinden tanımlı ve doğal olarak çoğunluğu AKP’nin yanında bırakmayı hedefliyor. CHP on beş yıldır buna bir alternatif geliştiremedi. Bu, tam da sizin sorunuzla yani sosyal demokrasi meselesinin hakkıyla tartışılmamasının bir sonucu. İdeoloji, örgütlenme ve toplumsal taban. Meselenin özü bu konular etrafında sosyal demokrasiyi tartışmak.

“Haksızlıklara karşı sosyal demokrasinin önerdiği metot evrimci mi yoksa devrimci bir metot mu?
Sosyal demokrasi 19. yüzyılda kapitalizmin yarattığı büyük toplumsal sorunlara bir tepki olarak işçi sınıfının siyasal hareketi olarak doğdu. Erken aşamada evrimci ve devrimci kanatlar sosyal demokrat partilerin bünyesinde bulunuyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi bu iki kanadın yollarını kesin olarak ayırdı. Evrimci doğrultu, sosyal demokrat partilerin tanımlayıcı özelliği oldu. Lenin’in ünlü 21 Koşulunu yerine getiren partiler de yollarına devrimci komünist partiler olarak devam ettiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ise Soğuk Savaş rekabeti temel rengini verdi. Evrim-devrim meselesine dönersek ben evrimci bir stratejinin de sonuçları itibarıyle devrimci sonuçlar verebileceği kanaatindeyim. Bunun en önemli örneği İskandinav toplumları. Bu ülkeler Avrupa’nın en geri, tarımsal yapıların en hâkim konumda olduğu toplumlar iken sosyal demokrat partilerin evrimci stratejileriyle devrimci dönüşümler yaşadılar. Kapitalizmin yarattığı büyük adaletsizlikler seçimlerle iktidara gelen ve kapsamlı reformlar yapan sosyal demokrat partilerin politikalarıyla tersine çevrilebildi. Özellikle emeğin meta niteliğini sınırlamaya dönük çalışma yaşamında gerçekleştirilen değişimler ve konut, sağlık, eğitim gibi alanlarda yapılan reformlar insanlık tarihinin en önemli dönüşümleri arasında.

“Sosyal demokrasinin ana muhalefet partisindeki karşılığı nedir?
CHP’liler demokrasiye bağlı, Tükiye’nin iyiliğini düşünen insanlar. Buna şüphe yok. Kuruluşundan beri de böyle. Ama sosyal demokrat olmak başka bir mesele. Ben CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğunu düşünmüyorum. Kimi momentlerde CHP sosyal demokrasiye yaklaştı. CHP içinde partiyi sosyal demokrat yapmak isteyen çok sayıda politikacı oldu. Hâlâ da var. Ama bu CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğu anlamına gelmiyor. Bugün AKP ve CHP arasındaki fark da bir sağ parti - sol parti farkı değil. AKP kaynakların iktidara yakın olma kriterine göre dağıtıldığı bir kapitalizm türünü temsil ediyor. CHP ise daha rasyonel işleyen bir kapitalizm türünü. Aslında bu iki sermaye fraksiyonu arasındaki fark olarak yorumlanabilir. Tabii AKP ve CHP arasındaki tek ayrım hattı bu değil. Bu ekonomi politikalarındaki farklılık. Onun dışında demokrasiye bakış, laiklik gibi birçok temel farklılık var.

“Türkiye’deki sosyal demokrat hareket nasıl olmalı? Batı’dakilerin aynısı ya da benzeri biçiminde mi yoksa Türkiye koşullarına özgü yanları mı ağır basmalı?
Batı’da sosyal demokrasi 1990’larda “Üçüncü Yol” kuramıyla birlikte küreselleşme ve neoliberal politikalarla uyumlu bir hal aldı. 2008 finansal krizi ise bu anlayışın itibarını sıfırladı. Ama Üçüncü Yol ağır bir tahribat yarattı. O da merkez sağ ve merkez solun aslında seçmenlere gerçek bir seçenek sunamamasıdır. Bu durum yükselen otoriter popülizmin en önemli nedenidir. Avrupalı seçmenlerin önüne iki alternatif kondu aslında. Birisi merkez sağ ya da merkez sol olarak sunulmuş olsa da AB teknokratlarının reçeteleri. Diğeri ise sağcı popülizm. Son bir yıldır bu eğilim değişir gibi oluyor. Corbyn bu değişimin en iyi örneği. ABD’de Sanders’ın herkesi şaşırtan başarısı da öyle. Bunun yanında 2000’li yıllarda ileri kapitalist ülkeler dışında sosyal demokratların büyük başarılar sağladığı gelişmekte olan ülkeler var. Sandbrook ve arkadaşlarının Türkçeye de çevrilen “Social Democracy in the Global Periphery” kitabı bu kapsamda dört örneği çok iyi ele alıyor. Latin Amerika’da sol 2000’li yıllara damgasını vurmuştu. ABD’li bir gazetecinin verdiği isimle bir “Pembe Dalga” yükselmişti Latin Amerika’da bu dönemde. Pembe vurgusu yeni solun “eski Kızıla” kıyasla ılımlı oluşuna işaret ediyordu. Özetle Türkiye’den bakınca sosyal demokrasi için günümüzde Batı da özenilecek bir noktada değil. Belki yarın değişir. Bu, Corbyn ve benzerlerinin başarılı olmasına bağlı. Ama gelişmekte olan ülkelerde sosyal demokrasi deneyimleri Türkiye için büyük dersler sunuyor.

“Toplumsal muhalefetin diğer kanallarıyla sosyal demokratların ilişkisi nasıl olmalı?
Türkiye’de AKP iktidarının artan otoriter eğilimi geniş bir muhalefet bloğunu kendiliğinden oluşturuyor zaten. Özel bir çabaya gerek yok. Otoriter popülizmin hakim olduğu örneklerde bir parti yoluyla değil partilerin de dahil olduğu bir toplumsal hareket formunda muhalefetin bir araya gelmesi daha gerçekçi bir strateji. İki turlu başkanlık sistemi bu durumu daha da kolaylaştırıyor aslında. Ama burada eksik olan bir şey var. İlkeler tartışılmıyor. Herkes elinde sihirli değnek olan bir aday arayışında. İşbirliği ve güç birliği nasıl yaratılacak? Politikacıların temel bir mesleki deformasyonu vardır. İşlerine başkalarının karışmasından kesinlikle hoşlanmazlar. Birlikte iş yapma kültürleri çok sınırlıdır. Örneğin bir seçim çevresinde mahalli adaylar belirlenirken meslek kuruluşları, sendikalar, siyasal faaliyetleri yoğun dernekler nasıl aday tespit sürecine katılacak? Bu soruya bir yanıt gerekli. İnsanlar muhalefet partisinin yanına gelsin ve destek olsun beklentisi haklı ama sınırlı bir beklenti. Muhalefet partisi politikalarının oluşumu ve adaylarının tespiti süreçlerine kendisi dışındaki kesimleri nasıl açacak? Bunu üzerinde düşündüklerini sanmıyorum. Yani “AKP’ye karşı olan herkes muhalefet partisini desteklesin” beklentisinin yanına “muhalefet partisi desteğini beklediği kesimleri siyasete katsın” beklentisini de eklemek gerek. Siyaset profesyonel particilerin uğraşı olmakla sınırlı kaldığında muhalefetin murad ettiği başarıyı sağlaması mümkün değil.

“Sosyal demokrasinin neoliberal düzendeki karşılığı nedir? Ilımlı ya da ‘insani’ bir kapitalizm mümkün mü, değilse kapitalizmi aşmak gibi bir hedef söz konusu mu?
Az önce, sosyal demokrasi gelişmiş Batılı ülkelerde gerilerken birçok gelişmekte olan ülkede başarı sağladı, demiştim. Bu sorunun yanıtı o başarıda gizli sanırım. Bu ülkelerde sosyal demokrat partilerin kurdukları hükümetler başta insani gelişmişlik olmak üzere toplumsal refah ve demokratik sivil toplumun gelişimi gibi birçok alanda önemli dönüşümler yaratmıştır. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerde ortalama ömür beklentisi 64 iken sosyal demokrat yönetimlerin olduğu gelişmekte olan ülkelerde ortalama ömür beklentisi 70’tir. Yine gelişmekte olan dünya da okuryazarlık oranı %75 iken bu gruptaki ülkeler içinde sosyal demokrat yönetime sahip olanlarda bu oran %90’ların üzerindedir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Sosyal demokrat yönetimler gerçekten reformcu ve eşitlikçi bir politika demetini sebatkar bir şekilde uyguladıkları takdirde büyük değişimler yaratıyorlar. Uruguay’dan Mauritius’a bunun çok önemli örneklerini gördük son dönemde. Türkiye’de olamaması üzerinde düşünmek gerekli.

***

AKP-CHP ayrımı
CHP-AKP ayrımı bir sosyal demokrat parti - muhafazakâr parti ayrımı değil. Biz yaptığımız araştırmada bu konuyu da CHP’lilere sorduk. CHP’lilerin gözünde de CHP-AKP ayrımı bilindik bir sol parti-sağ parti ayrımı değil. Sosyal bilimciler yüzyıldan fazla bir süredir ABD’de neden sosyal demokrat bir emek hareketinin ortaya çıkmadığını tartışıyor. Werner Sombart’ın ünlü makalesiyle başladı bu tartışma. Hâlâ da sürüyor. Türkiye’de de bu soruya bir yanıt gerekli. Ama ben iyimserim; bu kadar eşitsizliğin olduğu, demokrasi sorunlarının bulunduğu bir ülkede sosyal demokrat siyaset için büyük fırsatlar var.

Söyleşi- CAN UĞUR- BİRGÜN

Katalan solcuları Türkiye’ye nasıl bakar? - TAYFUN ATAY

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik, Barselona’daki saldırıdan sonra orada İslamofobi’yi köpürtmek isteyenlere aman vermeyen “Sol”un hakkını teslim etmiş.
Tabii esas vurgusu, İslamofobik “Beyaz ırkçılık” ve faşizmle “IŞİD karası”nı buluşturmak, onları “simbiyotik” (birbirinden beslenen) bir ilişkiye sokmak.
Twitter mesajında diyor ki “Barselona’da İslam karşıtı gösteri düzenlemek isteyen faşist bir grubu, sol görüşlü Katalan örgütlerin temsilcileri ve halk engelledi”.
Devamla, sol görüşlü göstericilerin, “Faşistler dışarı”, “Halklar arasında dayanışma”, “Ne DEAŞ ne Faşizm” pankartları taşıdıklarını da aktaran AB Bakanı, “Bu olay bize DEAŞ ve Avrupa’daki ırkçıların birbirini nasıl beslediğini gösteriyor” şeklinde de not düşmüş. 

***
Çelik’in Barselona’da Katalan solcularının kendi ırkçılarına ve kendi topraklarındaki faşizm tezahürlerine karşı Müslümanlığın ve Müslümanların arkasında durmalarından duyduğu mesut bahtiyarlığı bozmamayı dileyerek soralım:
Acaba Katalan solcuları bizim topraklarda olup bitenler karşısında kimlerin yanında olur, arkasında dururdu?
Kendi cevabımı vereyim:
Aynı Katalan solcuları, bu topraklarda şimdi açlık grevinin 167’nci gününde ölümün eşiğine gelmiş Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yanında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları bu topraklarda düşüncelerini yazdıkları, halkın haber hakkını savundukları için zindanlara attığınız, kahir ekseriyeti solcu-sosyalist gazetecilerin arkasında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!



Aynı Katalan solcuları, başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere memleketin üçüncü büyük siyasi partisinin milletvekillerine reva görülenler karşısında onların yanında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları, ülkenin Güneydoğu’sunun cehenneme dönmesi karşısında devlete ve hükümetinize barıştan yana uyarı ve çağrıda bulundukları için lânetlenen, cadılaştırılan, şeytanlaştırılan, işinden, ekmeğinden edilen akademisyenlerin yanında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları, Cumhuriyet davasında Cumhuriyet’in, Enis Berberoğlu davasında Enis Berberoğlu’nun, Sözcü davasında Gökmen Ulu ve Mediha Olgun’un arkasında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları, cezaevlerinde hak ihlâllerine, sağlık ihmallerine ve tecride uğrayan tutukluların da arkasında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Ve aynı Katalan solcuları, tabii ki o muhteşem Barselona taraftarlarıyla birlikte, tribünde “Nuriye ve Semih yaşasın” pankartı açtıkları için tutuklanan Beşiktaş taraftarlarının yanında olacaktır. Bundan da hiç kuşkunuz olmasın!..
***
Elbette sadece Katalan solcuları değil, genelde Sol düşünce ve hareket, ırkçılığın her türüne, İslam ve Müslüman karşıtlığından istim alanı da dâhil olmak üzere karşıdır.
Çünkü Sol, Müslümana Müslüman olmaktan önce insan olarak bakar.
Ama siz, insana, insan olmaktan önce Müslüman olarak, alnı secde görüyor mu görmüyor mu diye sorarak bakarsınız!
O yüzden değil mi ki “Alnı secdeye varıyorsa yeter” diye her tarafa tereddütsüz doldurduğunuz kadroların ihanetine, saldırısına, darbesine uğradınız?! 

***
Elbette “Beyaz Irkçılık” ile “Kara IŞİD” arasında birbirini besleyen bir ilişki var ve söyledikleriniz geçerli, ama yeterli değil!..
“Ne DEAŞ ne Faşizm” derken işin içine faşizmin her türünü ve “İslamofaşizm”i de katmanız gerek.
Bu köşede defalarca yazdığımız üzere, İslamofobi ile İslamofaşizm “tek yumurta ikizi”dir. Bunlar, birbirinden beslenerek büyür, gelişir, azmanlaşırlar.
Mesele, İslam-karşıtlığına karşı duruşları nedeniyle sitayişle bahsettiğiniz Katalan solcularının, sizin de içinde yer aldığınız Türkiye iktidarına nasıl baktıkları...
Onu, İslamofobi kadar karşısında oldukları “Faşizm”in neresine koydukları...
Uzağına mı, dışına mı, kıyısına mı, içine mi, göbeğine mi?..
Kafa yormanız gereken soru bu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Sömürge savaşlarına hoş geldiniz! - ERGİN YILDIZOĞLU

Sömürge paylaşım savaşları Afrika’da başladı. En azından sinema sahnesinde... Çocukluğumda, sömürge paylaşım savaşlarının filmleriyle büyüdüm. Amerikalı ya da İngiliz, ender de olsa Fransız ordularından özel timler, lejyonerler vardı, bunlar iyiyi, uygar olanı, özgürlüğü temsil ediyordu. Bunların karşısında, kiralık askerler, bazı yabancı (SSCB ya da ÇHC) güçlerin desteklediği fanatik yerli savaşçılar (dinci ya da milliyetçi- aslında isyancılar) ya da doğrudan, bu iki Batı karşıtı devlettin o bölgedeki komplolarının ajanları vardı. Bunlar da kötüleri, “ilerleme”, “özgürlük” karşıtı olanları...
Sonra, Çin-ABD yakınlaşması, SSCB ile detant (yumuşama) başladı konu da uluslararası suç örgütlerine, ya da SSCB’den, ÇHC’den kimi yumuşamayı hazmedemeyen fanatik generallerin, III. Dünya Savaşı çıkarma çabalarına kaydı. Benim izleyebildiğim kadarıyla da yakın zamana kadar bu tarzla devam etti. 


Çin’de vizyona çıktıktan sonra ilk 11 günde 470 milyon dolar hasılat yaparak tarihi gişe rekorları kıran, yakında Londra’da vizyona girecek olan Çin yapımı “Kurt Savaşçı 2” başlıklı film, benim büyürken izlediğim sömürge paylaşım savaşlarını anımsatıyor. Ben filmi henüz izlemedim. Ancak BBC ve Financial Times’da film üzerine yayımlanan yorumlardan ortada ilginç bir şeyin olduğunu anlayıp, hem “Kurt Savaşçı”yı (I) izledim, hem de ne kadar tanıtma yazısı bulabilirsem okudum. 



Kim Çin’e bulaşırsa...
Kurt Savaşçı 2”nin alt başlığı, (whoever offends China will be haunted) biraz abartılarak, janra uygun bir dille, “Çin’e bulaşan belasını bulur” biçiminde çevrilebilir. İlk filmde de benzer bir tema vardı. İlk filmde kahramanımız (müthiş bir keskin nişancı, otoriteye karşı inisiyatif gösterebilen, içkiye dayanıklı, çapkın biri) Çin topraklarına giren (işgal senaryosu), Afganistan-Irak deneyimli, Amerikalı kiralık askerlere karşı savaşıyor. Kiralık askerlerin patronu, salt Çinlileri etkileyecek (ırksal özgünlük fikri) bir genetik kimyasal silahı Çin’in düşmanlarına satmaya çalışıyor.
Film boyunca, ABD filmlerindekini aratmayan bir komuta merkezinden dev ekranlar, holografik haritalar ve harekât masaları, savaş alanını sürekli gerçek zamanda izleyen İHA’lar, uydular ile yönetilen Çin özel kuvvetlerinin, “sibernetik ağlara” bağlı savaş taktiklerini - gerekirse yağmur bile yağdırabiliyorlar- izliyoruz. Kötüler kendi aralarında konuşurken, ne zaman biri Çin’in askeri kapasitesini sorgulasa, patron, “sakın ha azımsamayın” diye uyarıyor. “Kahramanımızla”, kötü adamların lideri arasında “Neden vatan için savaşıyorsun boşuna, bak ben para için savaşıyorum” gibisinden bir diyalog bile var filmde. 


Kurt Savaşçı 2”de kahramanımız bu kez, Çin’in, hammadde ve tarım alanlarında büyük yatırımlarının olduğu, mal ihracının yanı sıra Çinli nüfus da ihraç ettiği Afrika’da. Afrikalılarla birlikte yaşıyor, çok seviliyor, içki içme yarışında onları geçiyor (ırk üstünlüğü teması). Bir Çinli kadın doktor, yerli halkı pençesine almış çok tehlikeli bir salgın hastalıkla mücadele ediyor (uygarlığı bilimi temsil eden fedakâr doktor, -yine bir sömürge teması). 


Bir Çinli topluluğun huzur ve uyum içinde yaşadığı o Afrika ülkesinde iç savaş çıkıyor. Amerikalı kiralık askerler ülkeye giriyor. Bu sırada, Çin devleti, yönetenler arasındaki uyumsuzluktan dolayı (tek liderin önemi), gereken yardımı gönderemiyor. O zaman “iş başa düşüyor”. Kahramanımız hem doktoru, hem de orada yaşayan Çinli (yerleşimciler) nüfusu bu işgalcilere karşı korumak için savaşıyor. Filmde Çin milliyetçiliğini yansıtan ifadeler çok yoğun biçimde yer alıyormuş. 


Bu janrın yaratıcısı yıllarca, “Sandokan”, “Bovani İstasyonu”, “Pekin’de 55 gün”, “Karanlık Güneş”, “Dört Beyaz Tüy”, “Sarı Kurdele”, “Apaçi Kalesi” (Kovboy-Kızılderili filmleri) gibi sömürgeciliği meşrulaştıran filmler yapan ABD ve Batı kültür endüstrisiydi. Şimdi yeni bir büyük güç yükseliyor, özellikle Afrika’daki varlığı giderek dikkat çekiyor. O da, kendi misyonunu meşrulaştıran filmler yapmaya başlıyor, hem de ilk üretenlerin modelini nereyse aynen kopyalayarak...


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET