12 Ekim 2017 Perşembe

AKP, Rusya ve ABD’nin oyuncağı - İLKER BELEK

Bunların büyük güçlerle aralarının bozulması, direndikleri, antiemperyalist politika izledikleri için değil.
Bu konudaki teorik çerçeve şu:
Birincisi; antiABD’cilik, antiemperyalizm değildir. AntiABD’cilik içi doldurulmadıkça yalnızca demagojidir. Ve zaten emperyalizm ABD’den ibaret de değildir. Şimdi artık en azından Rusya’sı var.
İkincisi antiemperyalizm için gerek koşul antikapitalizmdir. Piyasa ilişkilerine, tekellere karşı olmayan, ABD’ye istediği kadar sövsün antiemperyalist olamaz.

AKP’nin anti ABD’ciliği de tam demagojik. Öyle olmasaydı daha iki hafta önce Erdoğan Trump için “dostum” der miydi? Trump… Erdoğan’ın defalarca darbecileri desteklemekle suçladığı ülkenin başkanı ve bugünkü vize yasağının mimarı. AKP’nin ona buna söylenmesi emperyalist sistem içinde tutunabilme çabasıdır.

AKP çaresiz, her şeyi birbirine karıştırdı, attığı her adım öncekiyle çelişiyor ve sonrakinin önünü kesiyor.

AKP piyasacı, gerici ve bu özellikleri nedeniyle de zorunlu olarak işbirlikçi. ABD tarafından iktidara getirildi, parlatıldı. AB ile ilişkilerini düzenlemesini ABD sağladı. Suriye’deki iç savaş sürecinde başlangıçta ABD’nin en önemli müttefiki idi, IŞİD’in Suriye’de koordine edilmesinde İncirlik’te birlikte mesai yapıldı.


AKP metafizik ve idealist düşünen bir parti. Dinciliği nedeniyle böyle bu. Kaçınılmaz.
Bu düşünce yapısı konumunu abartmasına neden oldu. ABD’nin sunduğu desteğin kendi vazgeçilmezliğinden kaynaklı olduğu sanrısına kapıldı. Psikozun manik hallerinde gibiydi. Bu hayallerle Suriye’de kendi başına işler çevirmeye kalktı. Yetmedi NATO ile Rusya’yı karşı karşıya getirmek için uçak düşürdü. Amacı bir kara harekatıyla Suriye’ye dalabilmekti. ABD’nin bu provokasyonlara gelme ihtimalinin hiç olmadığını bile öngöremedi. Temelsiz özgüven patlaması gözünü karartmıştı.

Bu nedenlerle emperyalistler artık AKP’yi, kontrolsüz işler çeviren ve ne zaman, nerede, ne yapacağı, ne diyeceği belirsiz bir risk faktörü olarak tanımlanıyorlar.
Başkası nasıl mümkün olsun. Tablo şöyle: Erdoğan Putin’le birlikte İdlib’te operasyona başladığı gün, Ukrayna’da canlı yayında Rusya’yı Kırım’da işgalci olmakla suçluyor.
Risk faktörü dedik. ABD bunu 15 Temmuz’da ekarte etmeye çalıştı. Olmadı. Her darbe girişimi başarıya ulaşacak diye bir şey yok.

Uzun süredir plan şu:
AKP’siz bir iktidar, olmadı AKP’nin zayıflatıldığı bir iktidar, olmadı Erdoğan’sız bir AKP, olmadı kaosa doğru yol verme.
Darbe sonrasında Erdoğan’ın her yerde tam denetim kurmaya yönelik operasyonları hem son iki seçeneğin öne çıkmasına neden oluyor, ama hem de Erdoğan kendisi hakkındaki planı hissederek her şeyi denetimine almaya çalışıyor.
Bu arada da aynı anda birkaç güçlü aktöre birden oynayarak durumu idare etmeye çabalıyor. Sanıyor ki emperyalist hegemonya krizinin yarattığı boşluklar buna olanak tanır.
Hem Putin’le İdlib operasyonu, hem de Trump’la dostluk.
NATO’yu Şanghay’la tehdit etme düşleri. Oysa bu arada Trump Barzani referandumuna destek verip ve/fakat bunu şimdilik İsrail üzerinden deklere ederken, YPG’yi Türkiye’nin güney komşusu yapıyor; Rus şirketleri Barzani’yle milyarlarca Dolarlık sözleşmelere imza atarken, Putin İdlib’i Esad’a sunulmak üzere AKP’ye temizletiyor.

Herkes kendi işine bakıyor. Tabi ki oyunu genel hatlarıyla büyük güçler yönetiyor. Kendi başına iş çevirmeye kalkan küçükleri ise kim bilir daha ne belalar bekliyor.

Halk örgütsüzse, olanı biteni seyrediyorsa, emperyalistler mutlaka oyuna sokacak yeni bir aktör bulurlar. Zaten hedef o: “Nasıl olursa olsun Erdoğan olmasın” seçeneğine Türkiye’yi ikna etmek.
Bu işler böyledir. Böyledir ve hem bu sahnede boyundan büyük işlere kalkışıp hem de olmayınca “Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyorlar” diye feryat etmek de trajik bir komedyadır.

O nedenle diyoruz ki yalın düşünelim.

Emperyalizmin oyuncağı olmamak için işçi sınıfını birleştirelim, sosyalist mücadeleyi yükseltelim.

İlker Belek / SOL

Aradığınız Erdoğan'a şu anda ulaşılamıyor - ÖZGÜR ŞEN

İslamcıların ABD karşıtlığının temelsizliği, dinci gericiliğin ikiyüzlülüğü çok konuşuldu. Nasıl konuşulmasın... Varlığını ABD'ye borçlu olan, daha birkaç hafta önce Trump'ın dostluğuyla övünen bir siyasi hareketin sınırlarını herkes biliyordu.


Ancak ABD ile yaşanan vize gerilimi yalnızca AKP'nin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarmadı. Mesele bundan çok daha büyük...

Erdoğan'ın başlıbaşına bir problem kaynağı olduğu doğru ama problemi tek başına Erdoğan yaratmıyor.

AKP lideri çok hızlı manevra yapıyor olabilir. Ama tek manevra yapan da o değil.

Türkiye'de dinci gericiliğin bugünlere gelmesinde, ülkeyi tek başına yöneten bir siyasi hareket olmasında en büyük pay şüphesiz ABD ve müttefiklerindedir. Ancak ilişki karşılıklıdır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dinci gericiliğin emekçi ve halk düşmanı olarak üstlendiği tarihsel rol bir yana, AKP kendi özel tarihi boyunca da ABD için elinden geleni ardına koymadı.


Erdoğan ABD projelerinin eşbaşkanı olarak ortada dolanırken Batı kendisinden pek memnundu. O günlerde manevra kabiliyeti de kimseye batmıyordu. AKP, İran ve Suriye'ye karşı iş çevirirken, İsrail'le birlikte Barzani'yi el üstünde tutarken o manevralar açık ki işe yarıyordu. Bölgede işleri elini yüzüne bulaştırmadan, içeriyi yönetmekte zorlanır hale gelmeden önce Erdoğan'ın kitle desteği de, kendine özgü özellikleri de kimseyi rahatsız etmiyordu. AKP'nin dinci gericiliği, despotikliği Batının umurunda değildi.

O gün iyi olan, işe yarayan Erdoğan önce fena çuvalladı, sonra kendini kurtarmak için olmadık işler yapmaya başladı. Sonuçta da bugün kötü oluverdi. Oysa, Erdoğan'ı tüm bu maceralar için cesaretlendiren, arkasını sıvazlayan, kendi çıkarları için ona yürü diyen ABD liderliğindeki Batıydı.
Yalnızca Batı mı, bugün vize krizinden pek tedirgin olmuş görünen patronlar farklı mı? Ne istediniz de yapmadım diyerek patronları vefasızlıkla suçlayan Erdoğan haksız mı? İşçinin hak adına elinde kalmış ne varsa gasp ederken, ülkeyi sermaye için dikensiz gül bahçesine çevirirken övgü alıyordu. Bölgede patronların önünü açarken, manevralarıyla yeni pazarlar yaratıp daha fazla para kazanmaları için alternatifler kurgularken iyiydi. Erdoğan şimdi mi kötü oldu?

Emekçi halka karşı şiddet kullanmaktan çekinmesin, ama örneğin liberallerin üzerine kriz çıkartacak denli bir kuvvetle gitmesin... Sermayenin işine yarayacak kadar despotik olsun ama tüm dünyanın gözüne batacak şekilde bu işi abartmasın... Rusya ve diğerleriyle hafiften flört ederek hem yeni para kanalları açsın hem Batıyla pazarlık gücünü arttırsın ama ilişkileri sakın kopma noktasına getirmesin... Bölgede Türk sermayesini kalıcı kılacak kontrollü arayışlara girsin ama uluslararası dengeleri bozacak maceralara atılmasın... Bunların hepsi aynı anda olmaz.
Herkes Türkiye'nin başında kendi düşündüğü, kendi kafasındaki Erdoğan'ı görmek istiyor. Oysa böyle bir Erdoğan yok. Olmayacak da...

Şimdi kendini kurtarma telaşına düşmüş AKP liderini bugünlere Batının ve sermayenin ihtiyaçları taşıdı. AKP'yi de başındaki adamı da her şeyiyle bir bütün olarak o ihtiyaçlar yarattı. Onu yürüdüğü yola sokan hep yerli ve yabancı tekellerin gereksinimleri oldu.

Erdoğan'ın özelliklerine sahip bir siyasetçiyi o yola soktuğunuzda sonuçlarına katlanırsınız. Zaman zaman bayağı işe yarayan kişisel özellikleri aynı şekilde ayağa dolandığında şikayet edemezsiniz. Şunları yapsın tamam ama bunları da yapmasın dediğinizdeyse yalnızca sorunu büyütürsünüz.
Bu ihtiyaçlar ortadan kalkmadan AKP'ye ve liderine dönük ister tasfiye ister terbiye amaçlı her girişim veya her adım, Erdoğan'ın paniğini artırırken yaşanan sahici bunalımı daha da derinleştiriyor şimdi.

Problem gerçek, üstelik bu koşullarda bir çözümü de yok.

AKP'nin lideri kendisini var eden krizi büyütürken, sorun ondan daha büyük olduğu için Erdoğan gitse de kalsa da kimse için bu karmaşadan bir çıkış yolu görünmüyor.

Bu çıkışsızlığın içinde Erdoğan manevralarını sürdürecek, Erdoğan tam da bu çünkü... ABD de devam edecek, Rusya ve diğerleri de... Onlar da tam olarak bu ve neyseler öyle hareket ediyorlar.
Tüm taraflar kimi zaman gerilecek, kimi zaman beraber yürüyecekler. Dahası hepsi her adımda yalan söylemeyi sürdürecek. Dün iyi dediklerine bugün kötü diyecekler, bugün kötü dediklerine yarın iyi... Şimdi birbirlerini suçlarken, yarın birlikte insanların canını yakmaktan çekinmeyecekler. Geçmişte altını oyduklarının gelecekte en büyük destekçisi olacaklar. Tıpkı gerektiğinde kendi aralarından bazı aktörleri oyun dışı bırakmaktan geri durmayacakları gibi...

Bu pespayeliğin, bu rezilliğin, durmadan ikiyüzlülük üreten bu işleyişin adına da düzen denecek.

Aman bozulmasın, aman yıkılmasın diye insanları korkuttukları düzen bu işte.


Batsın sizin o düzeniniz...

Özgür Şen / SOL

Fethi Şahin istihbaratçı mı, IŞİD’ci mi? - AYŞE YILDIRIM

“Geçenlerde bazı internet sitelerinde oğluma IŞİD çeteleri tarafından tulum giydirileceği yönünde haberler okudum. Tulumun anlamı nedir? Size soruyorum.”
 
Askere gönderdiği oğlunun akıbetini merak eden bir annenin sözleriydi bunlar. Neredeyse bir yıl önce söylüyordu bu sözleri. Bugün artık oğluna giydirilen tulumun ne anlama geldiğini ne yazık ki öğrendi. Sefter Taş, 1 Eylül 2015 tarihinde Suriye sınırındaki Kilis sınır karakolunda IŞİD’le çıkan çatışmada kaybolmuştu. IŞİD’in elinde olduğu biliniyordu ama devlet yetkilileri bunu resmen açıklamadıkları için haberlerde hep “IŞİD’in kaçırdığı düşünülen” deniliyordu.
Henüz 21 yaşındaydı Sefer Taş, vatani görevini yapıyordu.
Kendisinden haber alınamayan koca bir 15 ay geçti. 22 Aralık 2016 akşamı sosyal medyaya tam 19 dakikalık bir dehşet videosu düştü. Asker kıyafetli iki gencin yakılma görüntüleriydi. İki asker de Türkçe konuşuyordu.
Biri artık 23 yaşına gelmiş Sefter Taş idi. IŞİD zaten Sefter Taş’ın ellerinde olduğunu daha önce açıklamıştı.
Taş’ın ailesinin o güne dek yaptığı tüm başvurular, oğlumuzu bulun, öldü mü sağ mı yalvarışları karşılıksız kalmıştı. O görüntülerden sonra da karşılıksız kalmaya devam etti. Ta ki geçen pazartesiye kadar. Baba Taş’ın açtığı gaiplik davasında karar verileceği gün “devlet yetkilileri” sessiz sedasız aileye gitti ve oğullarının “şehit” olduğunu söyledi. Bu kadar yıllık sessizliğin karşılığında da Sefter Taş için bir anıtmezar yapacaklarını müjdelediler!
Ne bir özür ne başka bir açıklamaya gerek bile duymadan... 



Oysa o görüntüler ortaya çıktığı gece interneti yavaşlatmış, ertesi gün görüntülerin gerçek olup olmadığının tespit edilmediğini söylemişlerdi. O dönem Başbakan Yardımcısı olan Numan Kurtulmuş ise medyayı tehdit etmişti:
“Kusura bakmasınlar, medyadaki bazı arkadaşlar da ayaklarını denk alsınlar. Uyduruk görüntülerle halkı galeyana getirmesinler.”

 
Neyse ki bu ülkede ayağını denk almayan gazeteciler vardı. Onlardan biri olan Journo’dan Fırat Yeşilçınar’ın yaptığı haberler sayesinde ailenin gaiplik davasını ve devlet yetkililerinin o görüntüleri kabul ettiğini öğrendik. 


Evet, devlet Sefer Taş’ı IŞİD’in yakarak katlettiğini kabul etti. Ancak o görüntülerde Sefter Taş ile birlikte yakılan bir asker daha vardı; Fethi Şahin...
“Yaşım 26... Konyalıyım. Jandarma istihbaratta görev yapmaktayım. Görev yerim Tekirdağ” diyordu.
Kurtulmuş’un medyayı tehdit ettiği günlerde hükümete en büyük desteği ise Aydınlık gazetesi veriyordu. 


IŞİD’in yayımladığı görüntülerin AKP’ye darbe vurmak için yapılmış bir algı operasyonu olduğunu yazıyordu Aydınlık. “Jandarma istihbaratta” görevli olduğunu söyleyen Fethi Şahin adlı askeri ise “IŞİD’li” ilan ediyordu. Şahin’in askerlik görevini yaparken kaçtığını ve IŞİD’e katıldığını iddia ediyordu. Arkadaşlarının iddialarını, Şahin’in Facebook paylaşımlarını da haberine dayanak yapıyordu. 

Oysa Şahin’in babası ya da ailesinden kimse bugüne dek konuşmadı. Baba Şahin, görüntülerin ortaya çıkmasından sonra gittiği Jandarma Karakolu’na ifade verdi ve başka bir ayrıntı vermeyeceğini söyledi.
Şimdi ortada bir insanın hayatını ilgilendiren bir soru duruyor. Fethi Şahin kimdi?
Devlet yetkilileri o görüntüleri kabul ettiğine göre Fethi Şahin’in ailesine ne dediler? 


Şahin, IŞİD’e katılan biri miydi yoksa IŞİD’e sızması istenilen jandarma istihbarat görevlisi miydi?
 

Medyadan ayağını denk almasını isteyen Numan Kurtulmuş’un da belki bu konuda söyleyeceği bir iki sözü olacaktır.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Güvenilir müttefiklik pespayeliği ve uşaklık - ORHAN BURSALI

Saroz açıklarında ortak askeri tatbikat sırasında, Amerikan Saratoga uçak gemisinden atılan iki adet SeaSparrow füzesi Muavenet askeri gemimizi vurdu: Sonuç, gemi komutanı dahil 5 şehit 22 yaralı. Yıl ise 1992, 2 Ekim.
Bunun kaza olduğuna inanacak bir enayi yoktu. Füze ancak 6 kademeden sonra gemi komutanının emriyle ateşlenebilirdi. ABD, Irak için Çekiç Güç’ü 1991’de kurmuş ve İncirlik’ten operasyonlarla Irak bölünüyor, Kürdistan kuruluyordu. Her altı ayda bir Çekiç Güç’e Ankara’dan Meclis’ten onay çıkması gerekiyordu ve bu onay da tartışmalara neden oluyordu. Mesela ordu içinden Eşref Bitlis gibi komutanlar, Amerikalıların Irak’ta yarattığı fiili durumun tamamen aleyhimize geliştiği görüşündeydiler.
1993’ün 17 Şubat’ında Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı düştü. Genelkurmay’a göre bu sabotaj değildi.
4 Temmuz 2003’te Irak- Süleymaniye’de bulunan Türk özel kuvvetlere ait birliğe baskın yapan Amerikalılar, Türk subaylarını, başlarına çuval geçirerek kamyonlara doldurmuş ve esir almışlardı.


Bunlar ‘müttefikliğin gereği’ idi!
Bu olaylar tamamen ABD ile Türkiye arasındaki “derin ve stratejik müttefikliğin gereği” idi!
Dahası, sonraki olaylar da: Ergenekon ve özellikle Balyoz davaları ile ordunun defterinin dürülmesi ve darbe yapacak FETÖ’cü subayların önlerinin açılarak yükseltilmesi de, “Türk-Amerikan derin müttefikliği”nin çok başarılı bir örnek olayıydı!
Daha geriye giderseniz bu ittifakın çok başarılı başka meyvelerini de görürsünüz. Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de yine Amerikancı ordu ve subayların darbeleri, mesela. Kıbrıs için askeri ambargolar, mektuplar...
Ortalık yeni karışmadı. Ortalık zaten epey bir süredir karmakarışıktı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Beyaz Saray ziyaretinde de ittifak yalanlarıyla beynimizde boza pişirdiler. 

Amerikan sözlüğünde ittifak
Amerikan sözlüğünde Türkiye ile ilgili müttefiklik maddesinde Türkiye’nin yapması gerekenler için şu yazar: Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket!.. Bunu yaptığı sürece Türkiye inanılmaz derecede en güvenilir müttefiktir...
ABD Dışİşleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon yazmış: “Türkiye artık güvenilir müttefik değil, bir Ortadoğu ülkesi! İki ülkenin bölgesel güvenlik çıkarları da tehlikeli bir şekilde ayrıştı...”
Koskoca bakan yardımcısı diyor ki, biz Suriye’de IŞİD’den doğacak boşluğu İran’ın doldurmasına asla izin vermeyeceğiz ve Kürtlerle ittifakı sürdüreceğiz...
Sanırsınız ki İran, Suriye’yi işgal edecek. Bu da tabii, Amerikalıların Ortadoğu ülkelerini bölüp parçalamak için uydurdukları İran bahanesi... Amerikalı, enayilere gerekçe sunuyor! Yersen.

İttifakın ürünü: Bugünkü iktidar
Amerikalı, Türkiye’de keyfi hukuksuzluk, siyasi esir alma ve sonra değiş tokuş, adaletsizlik gibi, ciddi sorunlarımıza da işaret ediyor tabii ki. Ki, Erdoğan’ın tüm dünyaya karşı karnının en zayıf olduğu ve savunulamayacağı konular...
Ama şüphem yok ki, eğer ABD ile tam bir askeri ittifak halinde istediklerine destek verilseydi, bunların hiçbirisini de ciddi olarak gündeme getirmeyeceklerdi!
1950’den itibaren başlayan ABD – NATO ile uşaklık ittifakı politikasının siyasi ürünü 15 yıllık AKP iktidarı ve bugün yaşadıklarımızdır.
Tarihsel gelişim, bu kadar basittir. 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET
 
NOT - DUYURU: EDİRNE’DE KİTAP ŞÖLENİ VE İMZA: Cumartesi günü Edirne Kitap Şenliği’ndeyiz ve kitap imza var... Aynı gün 10.00-12.00 arası Herkese Bilim Teknoloji yazarları ve yöneticileri Edirne merkezde Dinlenti Kafe’de okurlarıyla buluşuyor. Konu şüphesiz ki bilim, popüler bilim ve önemi. Katılanlar Ahmet Yavuz, Cem Say, Özlem Yüzak ve Orhan Bursalı. Bekliyoruz...

Babıâli kitapçıları - REFİK DURBAŞ

Burhan Arpad, ki yaşamı Babıâli’de geçmiştir, Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısında, (13.01.1981) o tarihten yarım yüzyıl önceki Babıâli yokuşunun fotografisini çıkarmaktadır.
Arpad’a göre Cumhuriyet başlangıç yıllarının Babıâli kitapçılarından günümüze kadar kalabilmiş iki firma ve iki satış dükkânı vardır. Remzi Kitabevi ve ufak bir isim değişikliğiyle İnkılâp Kitabevi…
1920-30 arası “Babıâli kitapçıları”, yokuşun en altında Büyük Postane’den kıvrılan köşe başında Hüseyin Bey’in İkbal Kütüphanesi’yle başlıyor.


Yokuşun sağında o günlerin kitapçıları şöyle sıralanmaktadır: İkbal, İnkılâp, Çığır, Semih Lütfü, Tefeyyüz, Kanaat, Gayret, Ahmet Halit (önceleri Sûdi Kütüphanesi), Resimli Mecmua satış yeri (Sonraları Yedigün,) daha sonra Avni İnsel, Cumhuriyet, Remzi, Arif Bolat.

Yokuşun karşı kaldırımı aşağıda Milliyet gazetesi ve matbaası (sonraları Tan) ile başlıyor. Daha sonra o yapının altında Üniversite kitabevi açılacaktır.

Köşede Meserret Oteli ve kıraathanesini biraz geçince Yeni Şark Kitabevi, daha sonra Cihan Kitabevi, onun yanında da Hilmi Kitabevi vardır.

Yine o sırada kısa bir süre çalışmış olan Ölmez Eserler Yayınevi, Türk kitapçılığında editörlük ve kitap satıcılığının ileri bir anlayışla ilk uygulandığı yerdir. Şimdi büyük bir iş hanı yükselen o günlerin tek katlı hanında küçücük bir oda, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınları için ilk adımın atıldığı yer olacaktır.

İkinci savaş yıllarında, Babıâli yokuşunda kitabevinden ayrı çalışan ilk yayınevleri görülmeye başlar. Varlık, Yüksel (Hamdi Varoğlu - Ö. Rıza Doğrul), Arpad, Nebioğlu, Batı (N. Z. Ekeren), Türkiye (Tahsin Demiray) ilk akla gelen ve bugün çoğu kapanmış olan yayınevleridir.

Yokuş’ta yer kalmadığı için dar ve dik Cağaloğlu yokuşunda küçük dükkânlar açılır ve hepsi de kitap basmaya başlamıştır. ABC, Yokuş, Marmara kitabevleri bunların başlıcalarıdır.

Tam köşe ağzında Naci Kasım ve kızlarının yönettiği Maarif Kitabevi bulunmaktadır.
İyi hikâyeci Adnan Özyalçıner’e göre “Babıâli bir bütündür”. Babıâli, Özyalçıner’in İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciliğe başladığı yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığı 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar yolu olacaktır. (Yok Olan İstanbul, Evrensel)
Özyalçıner’in Babıâli’de gözüne çarpan ilk kitapçı yokuşun hemen başındaki Semih Lütfi Kitabevi’dir. Suhulet Kütüphanesi ve matbaasının sahibi Leon Lütfi’dir. Sonradan Semih Lütfi adını alarak bu kitabevini açan Semih Bey 1940’lı yıllarda ölünce, dükkân karısı olan Ermeni Aznif Hanım’a kalacaktır.

Semih Lütfi’nin biraz üstünde Kanaat Kitabevi vardır. 1898’de Musevi İlyas Bayar’ın açtığı bu kitabevini oğlu Aslan Bayar yönetiyordur.

Kanaat Kitabevi’nin kaldırımından karşı kaldırıma bakıldığında Lütfi Erişçi’nin Üniversite Kitabevi görülmektedir.

Hemen bitişiğinde üstü otel olan Meserret Kıraathanesi’dir. Karşı köşesi Tan Matbaası’dır. Kanaat Kitabevi’nin yanındaki küçük, dar dükkân Net Kitabevi’dir.

Net’in hemen yanında geniş vitriniyle Ahmet Halit Kitabevi vardır.

Ahmet Halit Kitabevi’nin dükkânını daha sonra Ece Ajandası’nı yayımlayan Afitap Kitabevi alacaktır.

Bu dükkânın bitişiğinde daha küçük bir kitapçı İnsel Kitabevi’dir.

Ara yerde Vakit Yurdu vardır. Bitişiği Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın satıldığı dükkândır.
Milli Eğitim’in az üstünde İnkılâp Kitabevi’dir.

İnkılâp’ın iki dükkân ötesinde eski bir yayınevi olan Remzi Kitabevi bulunmaktaydı.
Arif Bolat Kitabevi geniş oylumuyla Cağaloğlu Yokuşu’nun başındadır. Onun yerini daha sonra Dergâh Kitabevi alacaktır.

Ankara Caddesi’nin karşı kaldırımında küçük bir dükkânda İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın kurduğu Hilmi Kitabevi bulunurdu.

Hilmi Kitabevi’nin az yukarısında Ramazan Arkın’ın kurduğu Arkın Kitabevi vardır.

Cağaloğlu yokuşunda küçük bir handa Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınevi yer almaktadır.

Hanın altındaki geniş dükkân Maarif Kitaphanesi’dir.

Son sözü yine Adnan Özyalçınar söylesin:
Babıâli artık tenhalaşmıştır. Kitapçıların yerini boy boy kırtasiyeciler almıştır. Onlar da bir zamanların vitrinler de sıra sıra boy gösteren Shafers, Parker, Pelikan, Monblance dolmakalemlerinin yerine plastik tükenmez kalemler satıyorlardır.

Refik Durbaş / BİRGÜN

11 Ekim 2017 Çarşamba

Varlık Fonu'na ne oldu? - KADİR SEV

Türkiye Varlık Fonu, 26 Ağustos 2016’da yürürlüğe giren 6441 sayılı yasayla kuruldu. AKP’liler, Yasayı bir an önce çıkartabilmek için Mecliste terör estirmişlerdi. Çok şey beklediklerini söyleyip duruyorlardı. Dinamik ve krizler karşısında daha dirençli bir ekonomimiz olacaktı. On yılda 1 trilyon liralık yatırım yapılacaktı. Büyümemize yılda fazladan %1,5 katkı verecekti. Ülkenin boş duran kaynakları ekonomiye kazandırılacak; elde edilen paralarla büyük projeler finanse edilecekti. Büyük ihalelerde müteahhitlerin teminat sorunu çözümlenecek; havuzda toplanacak paralar sayesinde defanstan çıkıp hücum oynayabilecektik.

O günlerde bunlara benzer çok sayıda uçuk laf ediliyordu.

Kurulalı bir yılı geçti. Bugüne değin 50 milyar lira değerinde varlığın devredilmiş olmasına karşın, kuruluş amacına yönelik hiçbir etkinlik yapılmadı. Basında yalnızca skandallarla gündeme gelebildiler. Beş yıldızlı oteller; yönetim kurulu üyelerine ödenen paralar ve onlardan birine alınan 850 bin liralık araba; Ak Merkeze taşınmaları, dudak uçuklatan kiralar… Son olarak da Tayyip Erdoğan’ın hiç yol alınamadığı doğrultusundaki yakınması ve başkanının görevden alınmasıyla haber oldular.

Düşünebiliyor musunuz?
Fonda 50 milyar lira var ama kullanılmıyor, öylece duruyor.  Bu durum, birilerinin tembelliği ile açıklanamaz. AKP’ye ise hiç yakışmaz. Başka nedenleri olmalı.

Basında, Tayyip Erdoğan ile Binali Yıldırım ekipleri arasında rant paylaşımından doğan bir çekişmeye işaret ediliyor. Deniyor ki; Yıldırım, Fonun büyük çaplı altyapı projeleri için; Erdoğan ise borsa ve döviz piyasasına müdahaleyi de içeren daha kısa erimli hedefler için kullanılmasını istiyor.
Bu görüş, Binali Yıldırım’ın, AKP’nin doğal liderinin karşısına bir güç odağı olarak çıkabileceği varsayımına dayanıyor. Binali Yıldırım, arkasında birkaç partili milletvekili görüp bayrak açamaz. Eğer kendisinde bayrak açacak güç görüyorsa; patronların, Yasadaki biçimiyle bir varlık fonu istemediği anlaşılır.

Aslında patronlar daha ilk günden karşı çıkmışlardı: TÜSİAD Başkanı, tereddütlerini dile getirmiş ve “keşke bize de sorsaydınız” diye yakınmıştı.
İstemiyorlar ve haklılar!
Yasayla öngörülen Fon, kapitalist sistemle çelişiyor. Çünkü devlet, malını mülkünü masaya sürüp ucuz faizlerle piyasada ne kadar para varsa toplayabileceği yasal ortamı hazırladı. Patronlara para kalmayacak. Ya avuçlarını yalayacaklar ya da yüksek faizlerle para bulabilecekler.
Devletin, özel sektöre rakip olduğu bir kapitalist sistem gösteremezsiniz.

Bir de Tayyip Erdoğan’ın güvenilirliğinin zedelenmiş olması gerçeği var. Kamu varlıklarının dağıtımında tek yetkili olmasını riskli görüyorlar.

Varlık Fonunun şöyle bir kurgusu var: anonim şirket benzeri bir fon kuruluyor ve bakanlar kuruluna, dilediği kamu varlığını aktarma yetkisi tanınıyor. Fon yönetim kurulu, Başbakanın atadığı 5 kişiden oluşuyor. Bunlardan, Stratejik plan yapmaları ve bakanlar kurulunun onayına sunmaları bekleniyor.
Görevleri arasında, satmak, menkul değere dönüştürüp borsada oynamak, rehin ve ipotek karşılığında borç almak, borsada oynamak gibi işler var.


Ama denetim yok. Yapılanları, yapanların seçtiği üç kişiden oluşan “bağımsız denetçilerin” denetleyip, raporlarını başbakana sunmaları öngörülüyor. Turizm işletmelerinden, bankacılığa; borsadan, enerjiye değin çok geniş bir yelpazeden oluşan amorf yapının denetlenebilmesine olanak da yok zaten. Üstelik, her şeyi batırsalar bile hesap sorabilmek olanaksız; “kriz çıktı, öngörülerim tutmadı” deseler kurtulurlar. Haksız da değiller: Ülkenin yarınını kim görebiliyor ki?

Yasada yetkiler Başbakan ile Bakanlar Kurulu arasında dağıtılmış gibi görünüyor. Bu ayrım 2019’a gelindiğinde anlamsızlaşacak. Çünkü Başbakanlık kalkıyor, Bakanlar kurulu ise meclisten güvenoyu almış bakanlardan değil; Cumhurbaşkanının memurlarından oluşuyor. Üstelik Meclisin bu memurları sorgulama yetkisi bile yok.

Yasadaki biçimiyle Varlık Fonunun Kapitalizme aykırı bir yapı olduğunu söyledim. Ancak AKP’nin ne yaptığını, kimlerle ittifaklar kurduğunu, kimlere ne tür sözler verdiğini bilmek olanaksız. İktidarını yitirmemek için her şey yapabilir.

Bir bilgi verip bitireyim:
Mecliste görüşülen 130 maddelik torba yasa tasarısında Varlık Fonuyla ilgi kurulabilecek bir düzenlemeye de yer veriliyor. Geçtiğimiz yıl, turizm işletmelerine 49 yıllığına tahsisli, toplamı 2 milyon 300 bin M² büyüklüğünde çok sayıda kamu kamu taşınmazı varlık fonuna devredilmişti. Üzerlerinde işletmecilerinin yaptığı tesisler bulunuyordu. Torba yasayla, işletmecilerine satın alabilmeleri için fırsat yaratılıyor. Satın almak istemeyenler için de çözüm getirilmiş: 49 yıllık tahsisin diyelim 40 yılı bitti, süre başa sarılıyor.

Kadir Sev / SOL

Dolar kimin kafasına düşecek? - KEMAL OKUYAN

Türkiye’nin bir dış politikası yok. Bunu ısrarla söylüyoruz. Dış politika yok, Erdoğan’ın kişisel kurtuluş manevraları var.

Örnek mi?

Tayyip Erdoğan, Ukrayna'ya gidip, “Kırım’ın Rusya tarafından ilhakını tanımıyoruz” dedi, Rusya’dan açıklama gecikmedi: "Erdoğan tanısa da, tanımasa da, Kırım Rusya’nındır ve bunu Erdoğan da bilmektedir." Bu kibarca, “Erdoğan’ın dediklerini önemsemeyin” açıklamasıdır ve aslında diplomatik dil açısından sanıldığı kadar da “kibar” bir davranış değildir.

Belki Erdoğan da bunu bildiği için bir önceki ziyaretinde “Rusya’yı boş ver biz bize yeteriz” diyerek birlikte pozlar verdiği Ukrayna Devlet Başkanı Proşçenko ile basının önüne çıktığı anda uyuklamayı tercih etti. Türkiye’nin bir dış politika stratejisi olsaydı Erdoğan uyuklayacak kadar yorulmazdı. Bu kadar manevraya can mı dayanır!

Çok değil bundan birkaç hafta önce bize yeni arkadaşını “dostum Donald” diye tanıtmıştı. Hani hakkında “eyyyy Amerika” diye öfkeyle konuştuğu ABD’nin Başkanı Trump. O kadar dostlardı ki, iki ülke hiç bu kadar yakın olmamıştı reisin adamlarının dediğine göre… Sonra öbür dostu Vladimir’le buluştu, gazeteler Rusya’nın liderine bu buluşmada tam sekiz kez “dostum” dediğini yazdılar.

Dış politikanın yerine kişisel kurtuluş mücadelesi geçince böyle olur; “dostum”, “kardeşim”, “biraderim”le idare edilir. Merkel ucuz atlatmış, ona da “Angela bacım” diyebilir, sonra “eyyyy Almanya” diye yeniden horozlanırdı.

Şimdi… Bu kadar dostun, kardeşin ortasında “ne oluyor” sorusuna yanıt arayalım.
Olan çok kaba bir tabirle şudur: Erdoğan “üzerime gelirseniz sizin tekerinize çomak sokarım, ayağınıza dolanırım” demektedir. Hemen belirtmek gerekiyor ki, burada “Türkiye’nin üzerine gelmek” kastedilmemektedir, adlı adınca mesele Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.

Peki ABD’nin ve Almanya’nın, Erdoğan’ın üzerine gelmesi için neden var mıdır? Evet vardır, hem de birden fazla. Sayalım.

1. Erdoğan’ın kontrolü zor bir siyasetçi olduğu düşünülmektedir. Hiçbir şeyden etkilenmeyip hiçbir şeyi umursamayan bir destekçi kitlesine sahip olması, başka ülkelerdeki iktidar değişiklikleri için her zaman araç bulunduran emperyalist merkezlerin canını sıkmaktadır.

2. Erdoğan Türkiye toplumunun kentli ve dinamik kesimlerini ikna edememektedir. 2013’te kısmen olduğu gibi bu kesimlerin tepkilerinin mevcut dünya düzenini sorgulayacak bir noktaya gelmesinden ABD ve diğerleri korkmaktadır.

3. Erdoğan çok hızlı manevra yapmakta, dolayısıyla uluslararası hiyerarşi açısından arıza çıkarma potansiyeli taşımaktadır.

4. Erdoğan Suriye’de kendi güçlerini abartmış, ABD’yi bir anlamda yanıltmış ve üstlendiği ihaleyi ortada bırakmıştır.

5. NATO üyesi olan bir ülkenin lideri olarak Rusya ile ilişkilerde kafasına göre davranma hakkını kendinde görmekte, dünyanın en kanlı terör örgütünün en temel kuralını çiğnemektedir.

6. Türkiye’de patronlara ülkeyi istedikleri gibi soyup soğana çevirme özgürlüğü veren Erdoğan, kapitalist ekonomiyi tek başına düzenleme, kimin ne kadar pay alacağını belirleme ve bazı kapitalistlerin varlıklarına el koyarak başka patronlara devretmeyi alışkanlık haline getirmiştir.

7. Erdoğan ABD açısından büyük önem taşıyan Kürt sorununda da istikrarsızdır, kişisel çıkarları doğrultusunda kâh “çözümcü” kâh "savaşçı" olmakta her gün ittifak politikasını değiştirmektedir.

Burada kesebiliriz. Unutmayalım ki, bütün bunlar dünyada büyük güçler arasında rekabet ve çelişkilerin iyice derinleştiği bir sırada oluyor, Erdoğan’ın her manevrası bu güçler arasındaki dengeleri değiştiriyor. Yani Erdoğan’ın kişisel kurtuluş hamlelerinin çok kapsamlı sonuçları var.

Yukarıda sayılanlara bakıp Erdoğan’ın Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini düşününler olduğunu biliyoruz. Böyle bir şey yok. Her şeyden önce iç politika ile dış politika birbirinden bu kadar ayrı değil. Türkiye’deki toplumsal ve siyasal sistem sömürenin çıkarları üzerine kurulu ve sömürülen milyonlar şiddetle, hukuk(suzluk)la, şantajla, dincilikle bastırılıyor. Böyle bir ülkenin dış politikasının herkesin çıkarına olması imkansızdır. Türkiye’nin dış politikası da kapitalistlerin çıkarlarını gözetir. Nitekim onca pusulasızlığa karşın, Türkiye’nin dış politikasında istikrarlı olan, yerli ve yabancı (burada kim yerli kim yabancı o da iyice karışmıştır) tekellerin çıkarlarına uygun adımların atılmasıdır. Burada halkımızın çıkarına tek bir unsur yoktur. Irak ve Suriye’deki son dönem politikalar dahil.

Ancak Erdoğan’ın kişisel kurtuluş hamleleri, Türkiye’de patron sınıfının kabul edeceği sınırları zorlamaktadır. Türkiye ekonomisi ABD ve Almanya’dan kopamaz. TÜSİAD ve MÜSİAD arka arkaya açıklama yapıp Erdoğan’ı “kibarca” uyardılar. Niye? Çünkü Türkiye’de patronlar bir stratejik bütünlüğü olmayan, kişisel kaygılarla atılmış dış politika adımlarının peşinden bir yere kadar gider.
O zaman çalsın sazlar… mı diyeceğiz? ABD’den kurtuluyoruz, Almanya’ya had bildiriyoruz, üstüne bir de patronların karizamsını çizdik midir bu işin özü?

Yok öyle olmuyor…

Çünkü ABD ile kavga etmeye kalkan kişi yeri geldiğinde tarihimizin en Amerikancı, en işbirlikçi siyasetçisi olabilmiştir. Yine olabilir. Olamayacak olan buradan halkçı bir iradenin çıkmasıdır. Nasıl Afganistan’da Taliban, başka yerlerde El-Kaide’nin anti-Amerikan söyleminden bir pozitif anlam çıkmıyorsa, buradan da hiçbir şey çıkmaz.

15 yıl boyunca patronları ihya eden ve hemen tamamı patronlardan oluşan bir siyasal ekibin aniden patron düzeni ile hesaplaşacağını düşünmek için de bir neden bulunmuyor.

Buradan uzun vadede üç sonuç çıkabilir. Birincisi Erdoğan, daha büyük tavizler vererek emperyalist dünya ile uzlaşır, patronları 15 Temmuz’da olduğu gibi ihya eder. Bu bir olasılıktır. İkincisi dolar onun kafasına düşer ama sonuçta o tek bir kişidir, bunun zararını halkımız çeker, yerine başka birileri bulunur. Üçüncü olasılık Türkiye’nin kaosa ve belki çok daha ağır bir sözcükle nitelenebilecek bir sürece girmesidir.


Üç olasılığın da halkımızın çıkarlarına olmadığı açıktır.

Görüldüğü gibi ehveni şer arayışı, düzen içi çözümler çok ama çok tehlikeli. Örneğin bu ekonomiyle ABD’ye kafa tutmak, bu toplumsal sistemle Almanya’ya dayılanmak… Sömürünün dik alasını yap sonra o sömürü dünyasının zirvesine meydan oku. Hadi oradan! Halk nerede? Halkın çıkarları nerede? İçeride ver dinciliği, ver ırkçılığı, istediğin zaman “dostum Donald” de, istediğin zaman “eyyy Amerika” diye diklen ve her durumda alkışlan! Buradan da bağımsızlık çıksın!
Halbuki… Hazır makineyi dağıtmışken sistem, hazır büyük reis kişisel kurtuluş için sığınacak yer aramaktayken, hazır patronlar elde ettikleri “cennet”te bile paniklemişken, hazır ABD ve Almanya kendi derdine düşmüşken; örgütlenip, ayağa kalkmak ve “bir dördüncü alternatif daha var, yıkalım bu köhne düzeni” demek yok mudur?

Kemal Okuyan / SOL

Türkçe Mizde Gitti Elden! - TAYFUN ATAY

Kişisel bakım markası Dove, Facebook reklamından dolayı ırkçılıkla suçlandı. Dove marka temizleyici ürünü kullanan Siyah kadın, Beyaz bir kadına dönüşüyormuş reklamda...
İhtimal, Latin Amerika’da, özellikle de Brezilya’da servet, iyi kazanç ve yüksek eğitim, koyu renk derili insanın bile Beyaz muamelesi görmesini sağlar anlamında kullanılan “Money Whitens” (Para, Beyazlaştırır) deyişinden esinlenmişlerdir!..

Ama işte “içerik” elde patladı ve firma yetkilileri çok üzgün olduklarını belirterek herkesten özür dilediler.
Biz de hem internette dolaşımdaki reklamı, hem de sokakta karşımıza çıkan ilanları nedeniyle Elidor’u suçluyoruz.
Türkçeyi katletmekle!..

***
 
Elidor’un saç bakım ürünlerinin “doğallığı”nı aksettirmeye çalıştığı reklam, “doğa-kültür” ikili karşıtlığının arasını bulmaya yönelik bir akışla bizi yakalamaya çalışıyor.
Sırt çantasından termosuna her türlü “kültürel” araç-gereçle doğa yürüyüşü yapan çekici kadınla doğanın parçası olan tilkiyi orman girişinde buluşturarak…
Bir salonda dans ederken sıçrayan kadının “bakımlı” saçlarındaki dalgalanmayı, denizlerin “doğal” dalgasıyla buluşturarak…
Gayet özel (“teknolojik”) bakımla sağlıklı bir canlılık kazandırılmış saçları, asırlık ağaçların toprak üzerine taşmış sağlam kökleriyle buluşturarak…
Bakım ürünleriyle mükemmelleşmiş olup rüzgârda savrulan saçları, çöllerin doğal kum fırtınalarıyla buluşturarak…
“Tekno-kültürel” bakımla omuzlardan aşağı şırıl şırıl akan saçları, doğal bir şelalenin çağıl çağıl dökülen sularıyla buluşturarak…

***
 
Peki, kimyasal, endüstriyel, teknolojik mamulünü bu şekilde doğa ile kültürü buluşturarak satışa sunan reklam nasıl bitiyor?
“Güç Doğa Mızda Var” sloganıyla!
“Mızda” ne mi?..
Doğa ile kültürü sarmaştırma yolunda Türkçenin parçalanmışlığı!..

Yazının, görüntüye kurban edilmişliği…
Aslolan görmek ve göstermekse, okumak ve okutmak teferruattır “esnemişliği”!..

***
 
Dünyada ve Türkiye’de köklü geçmişe sahip, sağlık ve güzellik endüstrisinde seçkin yer edinmiş bir firma karşımıza böyle bir Türkçe ile ve böylesine “rahat” çıkıyorsa…
Biz üniversitede bile “de”leri, “da”ları, “mı”ları, “mi”leri, “ki”leri nerede ayrı, nerede birleşik yazacağını bilemeyen çocuklara ne diyebiliriz ki?..
“Kaldı ki”yi “kaldıki”; “aramızdaki”yi ise “aramızda ki” şeklinde yazıyor söz gelimi öğrenci…
Bundan sonra “doğamızda”yı da “doğa mızda” diye yazsa ne gam!
“Gösteri çağı”nda Allah’ın dediği olmaz, “Görsel”in dediği olur çünkü!..

***
 
Belli ki reklam ve ilanda “görsel estetik”, yazıyı zemine yaymayı değil alt alta sıkıştırmayı gerektirmiş.
Ve “DOĞAMIZDA” sözcüğü uzun olduğu, yer kaplayacağı için ortadan bölünmüş.
Ama “DOĞA”dan sonra konması gereken hece çizgisi (“-”), görüntüde sırıtacağı için olsa gerek, yani yine görsel estetik uğruna kurban edilmiş.
Tabii biz böyle yorumluyoruz ama tasarımı yapan belki başka mesaj vermek istemiştir, kim bilir?!

***
 
Peki, nasıl bu kadar “rahat” olabiliyor bu reklamı/ilanı üretip önümüze koyanlar?..
Çünkü “yazılı kültür”ün, “görsel kültür” iktidarı altında ezildiği; ona tâbi ve teslim olduğu; onun izin verdiği ölçüde var olabildiği bir dünyada yaşıyoruz.
“Damardan” yazılı kültür ürünü olan gazetelerimizde bile görselin yazıya değil, yazının görsele uydurulduğu, ona göre kesilip biçilip kısaltılarak kuşa döndürüldüğü bir işleyiş var.
Gençler, “Aşk-ı Memnû”yu Halid Ziya’nın romanı değil, Beren Saat’le Kıvanç Tatlıtuğ’un dizisi olarak biliyor.
Sabahattin Ali’nin ölümsüz eseri “Kürk Mantolu Madonna”, bir görsel kültür ikonası olan popstar Madonna sanılıyor.
140 karakterlik Twitter’da karakter tasarrufu için “de”leri, “da”ları, “mı”ları, “mi”leri, “ki”leri ayırmak çoktan bırakılmış durumda.
Ve en önemlisi: “Ajans Press” araştırmasına göre günde ortalama 3 saati cep telefonu ekranı, 2 saat 15 dakikayı televizyon ekranı karşısında geçirirken sadece 1 dakika kitap sayfası açan bir toplum var!..

E, bu durumda kim takar Türkçeyi? Salla gitsin! “Mızda” ne iş diye mızmızlanmanın âlemi var mı?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ağbal’ın 37 milyar ek borç sözü - ÇİĞDEM TOKER

Yeni vergiler getiren torba kanun, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlandı.
Tasarının 37 milyar TL ek borçlanma yetkisi isteyen maddesi, ekonomiyi ve önümüzdeki 2018 bütçe tahminlerini etkileyecek önemde. 
 
Ek borç limiti ve diğer bazı mali düzenlemelerin, “torba” ile eşzamanlı yayımlanan Orta Vadeli Plan’daki hedefleri anında eskittiğini belirtmiştik.
Şimdi de tırmandıkça kur seviyelerini de tırmandıran ABD-Türkiye krizi, OVP’nin, biraz basiret biraz da öngörü eksikliğinden kaynaklanan makro hedef talihsizliğini büyütüyor. Bu talihsizliğin kaybedeni tabii ki dar gelirliler, bedensel ve fikri emeğiyle geçinenler.
Kur artışı, özel sektörün döviz yükümlülüğünü tehdit eden bir risk. Bu gelişmenin borçlanma ihtiyacını artırması da kaçınılmaz. 

 
Maliye Bakanı Naci Ağbal, Meclis görüşmelerinde borçlanma limitinin artırılmasının kendileri açısından öncelikli konu olduğunu söylemiş. Tutanaklara yansıyanlara bakılırsa Ağbal, 37 milyar liralık limitin yalnızca bütçe açığındaki artıştan kaynaklanmadığını söylüyor.
2018-2020 dönemini kapsayan OVP’de 2017’ye dair makro ve kamu maliyesi büyüklüklerinin de revize edildiğini belirtip daha önce 47 milyar TL olarak planlanan bütçe açığının 61 milyar TL’ye çıkarıldığını kaydetmiş. 14 milyar TL artmış bir açıktan söz ediyoruz yani. Aslında yasa gereği, Hazine’nin ancak bütçe açığı kadar borçlanabilmesi gerekiyor. 

Gerekçeyi tek tek paylaşacağız
Maliye Bakanı, borçlanmaya limit artışı getiren maddeden bahsederken, nakit yönetiminin yalnızca bütçe nakit gelir-gider dengesine dayanmadığını söylemiş. Eklemiş:
“Hazine Müsteşarlığı’nın bir emanet nakit yönetimi var, merkezi yönetim bütçesi dışında varlıkları, gelirleri ve yükümlülükleri var. Burada 37 milyar lira ile 14 milyar lira arasındaki fark, tabii ki bu diğer yükümlülüklerden ve görevlerden kaynaklanıyor.”
Ağbal, görüşmelerde sıra bu maddeye geldiğinde Hazine Müsteşarlığı yetkililerinin 37 milyar TL borçlanma limiti artışının kaynaklarının tek tek komisyonda paylaşılacağı sözünü vermiş.
Gelin görün ki, bütçe açığını büyüten harcama artışının dayandırıldığı güvenlik ve savunma harcamaları tek başına inandırıcı olmaktan uzak. 
 
Bütçeden önemli kaynaklar çekmesine karşın, iktidar yetkilileri, bütçe açığı artışında ve harcama yönünde, garantili Kamu Özel İşbirliği projelerinin payı konusunda susmayı tercih ediyor.
Yine bu köşede firma ve tutarlarını vererek sıklıkla işlediğim davetli ihale yöntemi, bütçe açığında ciddi pay sahibidir. Partili müteahhitlere, neredeyse haftalık hale gelen davetlerle dağıtılan yol projelerinin finansmanı için bütçeden, Karayolları ödeneği üzerinden aktarılan tutarlarda 2017’de artış var. Bu ödemelerin normal ihale yöntemiyle pekâlâ aşağıya çekilmesi mümkündü. 
 
Ne var ki, bu tercihin partili müteahhitlere “iş” dağıtmak kadar, büyümeye etki etmesi amacıyla da kullanıldığı anlaşılıyor. Temel hak ve özgürlükleri kullanmanın kriminalize edildiği OHAL döneminde, ekonomik büyümenin düşük maliyetli istihdama dayalı inşaata dayandığı rakamlarla açık.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Ben Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni’ - MİNE SÖĞÜT

1974 yılında Alman sanatçı Joseph Beuys bir performans için Amerika’ya gitti.
Uçaktan gözleri kapalı ve bedeni keçeye sarılı bir halde sedyeyle indirildi.
Ayağını Amerika toprağına hiç değdirmeden bir ambulansla sergi salonuna götürüldü.
Salonda zemini yere değmeyen tavana asılı dev bir kafes vardı.
Kafeste de Amerika’da yaşayan bir kurt türü olan vahşi bir Koyote.
Başlangıçta bedeni keçelere sarılı olan Beuys beş gün boyunca o kafeste o vahşi hayvanla birlikte yaşadı.
Hayvan, sanatçının yanındaki Wall Street gazetelerinin üzerine işedi, bir cihazdan yükselen tribün sesleriyle asabileşti, yanında duran bedeni yağlanmış ve keçelere sarılmış eli bastonlu tuhaf yaratığı koklayarak keçeyi parçaladı.
Sonra zamanla tutsak olduğu kafeste bir arada durduğu bu tuhaf canlıya ve onun beraberinde getirdiği nesnelere alıştı.
Evcilleşti.
Ve dönüştü.
Her ikisi de... dönüştüler.
Birbirlerine ehlileştiler.
Performansın adı “Ben Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni”ydi.
Sanatçı farklı yorumlara açık bu performansıyla vahşi kapitalizmin bir modellemesini yapmıştı.
Ve protesto amacıyla toprağına ayak basmadan, ülkeye ait tek bir şey görmeden gelip gittiği Amerika’yı eleştirmek için çok ağır ve sert bir dil kullanmıştı.



Sanatın her şeyi önceden görebilen bilgeliği ve lafını sakınmadan söyleme cesareti sadece meseleyi kayıtlara geçirmeye yarar; toplumların kalplerini ve gözlerini açmaya yaramaz.
Toplumlar, ister cahil olsunlar ister kültürlü, hiç fark etmez, sanattan ziyade doğrudan paradan etkilenirler.
Ve dünyadaki üç beş komünizm tecrübesine bakıp antiemperyalist olmanın ağır bedellerini kolayca kavrar ve bundan ölesiye korkarlar ama emperyalizmin kucağına düşmenin daha da ağır olan bedellerine bir türlü vâkıf olamazlar.
Bizim de şu an;
Ne politikanın, ne sanatın evrensel tarihinden; ne de bu ülkenin bir zamanlar Batı’ya ustaca kafa tutmuş yakın tarihinden bir şey öğrenesimiz var.
Okyanus ötesinden eline tutuşturulan ılımlı İslam bayrağını, getirip bu ülkenin tam böğrüne saplayan...
Sonra da bir iç hesaplaşma bahanesiyle “Okyanus ötesine savaş açtım diyerek”...
Koca ülkeyi raydan çıkaran, uçurumlardan aşağıya atan...
Ortada ne demokrasi ne de insan hakları bırakan...
Ve hızla despotluğa soyunup tek adamlık hevesine kapılan...
Neticede Cumhuriyeti hiçe sayıp bu topraklarda yepyeni bir sistem oturtmaya kalkan bu iktidarın düne kadar medet umduğu emperyalizmle yaşadığı tehlikeli flörtü, evcilleşmiş zaaflarımız ve aşılanmış korkularımızla gözümüzü para piyasalarına dikmiş bir şekilde izliyoruz.
Ve en antiemperyalistimiz bile aslında Amerika bizi sevsin; biz de Amerika’yı sevelim istiyoruz.
Hep birlikte düşmanımızla birlikte bir kez daha kafeste...
Bambaşka bir yanımız evcilleşiyor bu sefer de.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Peripatetik Politika’yla nereye kadar? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Böyle bir politika türü yok, ben uydurdum. Peripatetik sözcüğü bize Aristoteles’ten kalma. Bir işin yürüyerek yapılmasını ifade ediyor. Filozofun okuluna, derslerini avlusunda (Peripatos) yürüyerek verdiği için Peripatetik Okul da deniyordu.

Malum, Recep Bey de, taraftarlarınca heybetli yürüdüğüne inanılan bir devlet büyüğü. Yıllar önce memleketi Rize’ye gittiğinde sevenlerinden biri “yürüyüşüne kurban” demişti, hiç unutmam. Recep Bey bunun gerçekten herkes üzerinde etkili olacağına inanıyor. Serde Kasımpaşalılık da var tabii. Beden diline önem verdiğini de biliyoruz. Bu alan da onun için bir mücadele sahası. Batılı bir devlet başkanıyla karşılıklı otururken bacaklarını hangi pozisyona getireceğini muhatabının alacağı tavra göre ayarladığına tanığız. Karşısındaki bacak bacak üstüne mi atıyor, Recep Bey de aynısını yapıveriyor. ABD Türkiye vatandaşlarına vize yasağı koyduğunda aynı yasağın Türkiye tarafından ABD vatandaşlarına uygulanmasını “mütekabiliyet yasası”na bağlayan Recep Bey’in bu “yasayı” her tavrında görmek mümkün yani.


Ancak, bu muhatabının üzerine “yürüyerek” politika yapma tutumu başından beri gerçekçi bir tutum değil. Aldığı hiçbir kararı sonuna kadar götüremeyen bir “yürüyüşçü” Recep Bey. “One minute” diyerek İsrail’e esip gürlediği günün akşamı aynı İsrail’le yeni ticaret anlaşmaları yaptığını Türkiye kamuoyu kısa sürede öğrendi örneğin. ABD ile son yılların en büyük krizi yaşanırken, Ukrayna’ya yaptığı ziyaret sırasında Rusya’yı kızdırıp, Ukrayna’nın dostları ABD ile müttefiklerini memnun edecek “Kırım’ın Rusya tarafından ilhakına karşıyız” açıklaması, kimseye eyvallah etmeden yürür gibi yapan Recep Bey’in Trump’a göz kırpmasıdır. Suriye’de – şimdilik- tabii ki Kürt korkusundan Rusya’yla beraber de olsa, ABD’den vazgeçmeyecek oluşunun ipuçları saklıdır bu açıklamasında Recep Bey’in.

Hep böyle yapıyor. Nazilere benzettiği Almanlarla aslında gayet iyi bir ticaret yapıyor örneğin. “Ey Almanya” diye bağırıp, çağırıyor ama Almanya’dan 2017’nin ilk dört ayında 5 milyon 600 bin avro değerinde silah satın alıyor. Aynı ülkedeki Türk işçilerini hangi Alman partisine oy vermeleri konusunda yönlendiriyor ama Alman sermayesinin kasalarına milyonlarca avroyu kendisi koyuyor. Elbette bu silah alımının önceden imzalanmış uzun vadeli anlaşmalar uyarınca yapıldığını biliyorum. “Yürümek” yerine her şeyi göze alıp o anlaşmaları yırtıp atmasını bekliyor insan.

Çin’den füze almak istediğinde NATO’dan ABD’den tepki gelince anında cayması da “yürüyüşüne kurban” Recep Bey’den beklenecek tavır değilmiş gibi geliyor. Tüm bunları söylerken beyefendiden bu tavırları beklediğim sanılmaz umarım. Yaydığı havanın nasıl gerçek dışı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Uluslararası ilişkiler, dış politika gerçekliği kolay kolay meydan okumasına izin vermez, ayrıca Recep Bey meydan okuyacak biri de değil. Sevenleri de kendisi de ne kadar tersini söylerlerse söylesinler varlıklarını ABD ile batıya borçlular. Recep Bey de AKP de ABD/Batı ile iyi geçinmek zorundalar. AKP her zaman, ABD ile de Batı ile iyi geçinmeye çalıştı. Bugünkü çelişkileri, rahatlıkla giderilebilecek çelişkilerdir.
AKP’nin ABD ile çelişkisi Türkiye’nin bağımsızlığı konusunda bir çelişki midir?  
Fethullah Gülen Türkiye’ye teslim edilseydi, Recep Bey’in, AKP’nin ABD ile bir kavgası olur muydu?
Şimdi AKP- ABD kavgasında solcular olarak biz neredeyiz peki?
Hep neredeysek tabii ki oradayız.
ABD’ye karşı duruşumuzu AKP belirleyecek değil. ABD’nin elbette karşısındayız. AKP, ABD ileyken de karşıydık, bugün (bunlaryarın barışacaklar bu kesin) yine karşıyız. ABD’nin karşısında olmak, ABD’nin karşısına hasbelkader “düşmüş”lerle aynı safta olmak anlamına gelmez.

Yürüyerek” Rize’deki sevenini, Kasımpaşa’daki seçmenini etkiledi Recep Bey, tamam ama her zaman yürümeyle olmuyor bu işler. “Dostları” bazen çelme de takabilir.

Trump’ın yaptığı nedir sanıyorsunuz?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Dış politikada üç dönem: Batıcılık, yeni-Osmanlıcılık, sözde Avrasyacılık - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin dış politikası ana hatlarıyla üç döneme ayrılabilir. 2002’den 2011’e kadar devam eden ve “Batıcı” olarak adlandırabileceğimiz dönem, 2011-2016 arasındaki “yeni-Osmanlıcı” dönem ve Davutoğlu’nun başbakanlıktan azli sonrası yürürlüğe giren ve halen içerisinden geçtiğimiz “sözde Avrasyacılık” dönemi.

İlk döneme damgasını vuran olgu, Milli Görüş gömleğinin çıkarılıp Batı’yla uyumlu bir ılımlı İslam anlayışının benimsenmesine uygun olarak ABD ve AB’yle ilişkileri güçlendirmek ve küresel sistemle entegrasyonu bir “demokratikleşme” programı üzerinden derinleştirmektir. AB ile üyelik müzakereleri, ABD’nin Irak İşgali’ne ortak olma arayışları, Afganistan İşgali’nde ISAF komutanlığı üzerinden etkin bir rol oynama arzusu, Büyük Ortadoğu Projesi’ne dahil olma çabası, İsrail-Hizbullah savaşı sonrası Lübnan’a asker gönderilmesi, NATO’yla ilişkilerin güçlendirilmesi ve IMF’yle stand-by anlaşmalarına imza atılarak neo liberal iktisadi programa sadık kalınmaya devam edilmesi, sözünü ettiğim entegrasyon sürecinin birer yansımasıdır.

Bu sürecin elbette ki iç politikada bir karşılığı vardır: Batı’yla “demokratikleşme” üzerinden entegrasyon, hükümet olmaktan iktidar olmaya geçmek adına ve devlet içerisindeki rakipleri tasfiye etmenin bir aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle askerin siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması “demokratikleşme” sayesinde söz konusu olmuş, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının uluslararası meşruiyeti “derin devletle hesaplaşma” retoriği üzerinden tesis edilmiştir. Yani dış politika açıkça iç politikaya ilişkin iktidar stratejisinin bir parçası olarak görülmüştür.

İkinci dönemde de Batı’yla ilişkiler devam etmiştir ama bu sefer yöntem, araçlar ve yönelim başkadır. Bu sefer amaç “demokratikleşme” ya da “statükoyla mücadele” değildir. Hedef coğrafya ise artık Avrupa değil, Ortadoğu’dur, amaç Ortadoğu’da etkin bir güç olmaktır ve bu dönüşümdeki en önemli faktör “Arap Baharı”dır. Ortadoğu’daki arkaik rejimlerin toplumsal hareketler aracılığıyla yıkım sürecine ABD müdahil olmuş ve devrilen  iktidarların yerini Batı’yla uyumlu ve “Şii hilali”ni dengeleyecek ılımlı İslamcı rejimlerin alabileceği düşünülmüştür. Buna en uygun aday ise tüm bir coğrafyada en örgütlü İslami güç olan İhvan, yani Müslüman Kardeşler’dir. İktidar partisine ABD’nin biçtiği rol işte bu süreçte İhvan rejimleri kuşağına “ağabeylik” etmesidir. AKP, tüm bir Ortadoğu’ya İslam’la demokrasinin (“kapitalizmin” olarak okuyun) birlikte var olabileceğini gösterecek, İhvan rejimlerine rol model olacaktır.

Libya’ya NATO müdahalesi başladığında önce “Ne işi var NATO’nun orda” denmesi ama çok kısa bir süre içerisinde operasyona dahil olunması tam da bununla ilgilidir. Asıl operasyon ise Suriye’de gerçekleşecek, yeni-Osmanlıcılık cihatçılara verdiği destekle koca bir ülkenin yıkımının baş sorumlularından biri olacaktır. Dışarıdaki bu mezhepçi politika ise içeriye İslamizasyon sürecinin derinleştirilmesi olarak yansımıştır. Siyasal ve toplumsal yaşamın “Osmanlı’nın yeniden diriltilmesi” söylemi üzerinden dinselleştirilmesi, Kemalizm’le hesaplaşma, Alevilerin hedef tahtasına oturtulması, sağ kitlelerin imparatorluk vaatleriyle mobilize edilmesi vs. bunların hepsi Suriye’ye yönelik savaşın iç politikaya taşınması ve iktidar stratejisi doğrultusunda kullanılması anlamına gelmektedir.

Halen içinden geçtiğimiz dönem ise Davutoğlu’nun azledilmesinin ardından başlamış ve özellikle 15 Temmuz’la birlikte ivme kazanmıştır. Rusya ve İran’ın Amerikancı darbe karşısında iktidarın yanında saf tutmasına nicedir Bat’yla yaşanan gerilim eklenince, iktidarın bekasını temin adına yakın zaman önce Suriye sınırında uçağını düşürdüğü Rusya’yla yakınlaşmaktan başka çaresi kalmamış, Kürdistan referandumuyla birlikte buna İran da dâhil olmuştur.


Bu dönemi “sözde Avrasyacılık” olarak adlandırmamızın nedeni ise dönem boyunca ABD’yle ve Atlantik cephesiyle ilişkilerin yeniden tesisi adına birçok hamle yapılmasıyla ilgilidir. Bu süreçte ABD’ye defalarca Rakka’ya ortak operasyon teklifi götürülmüştür, Trump İran’a saldırır beklentisiyle “İran’ın yayılmacılığını ve Pers milliyetçiliğini durdurmalıyız” denilmiştir, kimyasal saldırı bahanesiyle Suriye’ye Tomahawk füzeleri fırlatıldığında “Devamının gelmesini bekliyoruz” açıklaması yapılmıştır. Dahası Katar krizi öncesinde İran’ın en büyük düşmanı Suudi Arabistan’la “İslam ordusu” çatısında buluşulmuştur, İsrail’le Mavi Marmara krizi bitirilerek yakınlaşma süreci başlatılmıştır, Suriye’de ÖSO ve cihatçılar üzerinden kirli işlere devam edilmiştir. Ancak ABD ve Atlantik cephesiyle yeni bir denge düzleminde buluşmak mümkün olmayınca Rusya ipine daha çok sarılmak ve sonrasında İran’a yanaşmak iktidarda kalmak için bir zorunluluk halini almıştır. Yani ortada ilkesel, planlı programlı, hesaplanmış bir eksen değişikliği yoktur, emperyalizmle pazarlık adına yürütülen, ilkeden ve programdan yoksun, pragmatist bir günü kurtarma politikası vardır. ABD “gel” dese koşulacaktır, ama dememiştir.

Dolayısıyla, her üç dönemde de dış politika halkın çıkarları adına değil, iktidarın çıkarları ve ikbali adına yürütülmüş, sırasıyla iktidar olma, iktidarını güçlendirme ve iktidarını kaybetmeme adına kullanılmıştır. Son vize kriziyle birlikte gündeme gelen anti-emperyalizm tartışmalarına da buradan bakılmalıdır. Ortada emperyalizmle mücadele, bağımsızlıkçı bir dış politika arayışı, halkın çıkarları vs. yoktur, düşman ve dostlarını kendi çıkarları ve iktidar stratejileri doğrultusunda sürekli değiştirenlerin iktidar hırsı ve beka kaygısı vardır. İşte tam da bu nedenle bizler bu süreçte ne emperyalistlerden medet umacak ne de doğaları gereği anti-emperyalist olamayacak siyasal İslamcılara koltuk değnekliği yapacağız.
Aynı anda hem emperyalizmi hem gericiliği karşısına alan bir siyaset mümkündür ve bizim işimiz de zaten budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

10 Ekim 2017 Salı

Che, ABD-Bolivya işbirliğiyle 50 yıl önce katledilmişti : La Higuera köylülerinin ‘aziz’i hâlâ yaşıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Büyük devrimcinin intikamını, devrimci bir kadın aldı. Ernesto Che Guevara’nın ölümünün sorumlusu Bolivyalı General Roberto Pereira’yı 3 kurşunla öldürdü.


Teniente Ernesto Guevara. Ya da en bilinen adıyla Ernesto Che Guevara tam elli yıl önce, 9 Ekim 1967’de Bolivya Ordusu tarafından vahşice katledilmişti. Dünya devrimci hareketinin bu en ateşin militanı aradan geçen onca yıla rağmen hâlå devrimciler için muazzam bir esin kaynağı. Bugün bile kararlılık, mücadele azmi, boyun eğmeme, nihayet enternasyonalizm denince akla Che geliyor. Che, “arkadaş”, “dost” anlamına gelen bir sözcük. Bu adı Guevara’ya veren de yoldaşı Antonio Nico Lopez’dir. O kadar çok tutuluyor ki bu takma ad, Guevara’nın neredeyse gerçek adının yerini alıyor.
Ernesto Che Guevara, Küba devriminden sonra, bu ülkede üstlendiği görevlerini de bırakarak “devrimciliğini” bölge ülkelerinde sürdürmek için yola koyulduğunda yolu Bolivya’ya düşer. Enternasyonal bir devrimci olmanın gereği olarak gittiği Bolivya’da 8 Ekim 1967’de bir köylünün ihbarı sonucu yakalanır. Büyük devrimci Bolivya’nın ABD tarafından eğitilmiş özel birliği tarafından yaralı olarak ele geçirildiğinde, yakalandığı bölgeye yakın olan La Higuera adlı köyün  okuluna getirilip orada yaralı haldeyken kurşuna dizilerek katledilir.

Che izleniyor muydu?
Che’nin Bolivya’ya gittiği biliniyor muydu? CIA’nın bu ülkede ciddi bir istihbarat ağı vardı. Dönemin ABD Başkanı Lydon Johnson’un, Che’nin Bolivya’da bir kampta devrimcileri eğittiğine dair haberi, dönemin ulusal güvenlik sorumlusu Walt Roastow’dan aldığı da duyulmuştu. Bu nedenle Bolivya’ya CIA’nın iki ajanı yollanmıştır ABD tarafından: İkisi de Kübalı olan Gustavo Villoldo ile Felix Rodriguez.

Che’ye ilk kurşunu kimin sıktığı konusunda farklı görüşler var. Birkaç isim dolaşır yıllardır., Teğmen Mario Teran’ın, Felix Rodriguez’in adı geçer. Rodriguez, Che’yi sorgulayanların arasındadır, hatta askerleri “yüzüne ateş etmeyin” diye uyaran da odur. Üzerinde de Bolivya askeri üniforması vardır tabii. Rodriguez o kadar alçak adamdır ki, Che’nin kolundaki saati de çalmıştır, o saati yıllar sonra gazetecilere gösterecektir de.

Büyük devrimcinin bir ABD-Bolivya işbirliği sonucu ele geçirildiği, yargılanmadan da öldürüldüğü bir gerçektir. Küba devriminden sonra efsaneleşen Ernesto Che Guevara’nın yoksul Bolivya köylüleri arasındaki devrimci çalışmaları bu ülke egemenleri ile sermayedarları için büyük tehlike idi. ABD’nin bölgedeki en iyi müttefiklerinden Bolivya’da bir “komünist ihtilal” olasılığının bertaraf edilmesi için Che’nin ortadan kaldırılması elbette önemliydi. İnfazın dbölgedeki devrimci hareketler üzerindeki moral etkisi de inkar edilecek gibi değildi.

Bolivya hükümetinin öldürme kararını CIA ile görüştükten sonra verdiği söylenir. CIA, Bolivyalı yetkililere öldürmemeleri durumunda Che’nin sorun olacağı uyarısını yapmışlardır. Bir başka mesele de Che’nin gerçekten ölüp ölmediği konusundaki kuşkuları yanıtlamaktır. Bunun yolu da büyük devrmcinin ellerini kesmek olacaktır. Che’nin bir doktor tarafından kesilen ellerinin akıbeti halen bilinmemektedir.

Elleri neden kesildi?
Bunun nedenini yıllar sonra Baltkom adlı Letonya radyosuna açıklamalarda bulunan CIA ajanı Rodriguez açıklıyor: “Bolivya Genelkurmay Başkanı Ovando Candia, Fidel Castro’nun yoldaşı Che’nin öldürdüğüne inanmasının güç olacağını düşünüyordu bu nedenle de çürütülmeyecek bir kanıt göstermeleri gerekiyordu. Burdan yola çıkarak da General, Che’nin kafasını kesmeyi önerdi. Ancak bunu kendisi yapamazdı çünkü konumu gereğince bir insan kellesini tutup da sunum yapması mümkün değildi. Bunun üzerine ben parmaklarını kesmeyi önerdim. Arjantin polisinde Che’nin parmak izi vardı. Bir parmak bile çürütülemez bir kanıt yaratırdı. Ancak General daha somut birşey istiyordu o nedenle ellerini kesmeye karar verdi” dedi.

İntikamını yıllar sonra bir kadın aldı
Ernesto Che Guevara’yı vahşice öldürüp ellerini kesenler belki bu isimlerdi ama olayın asıl sorumlusu Bolivya ordusu generallerinden Roberto Quintanilla Pereira’ydı. Pereira yıllar sonra Monika Ertl adlı bir kadın devrimci tarafından vurularak öldürüldü.

Ertl, 1937 doğumlu bir Alman’dı. 15 yaşındayken Bolivya’ya gelmiş, 1958 yılında Bolivya’ya göçen bir Alman maden mühendisi ile evlenmişti. Kocasından boşandıktan sonra solla tanışan Monika Che’nin çizgisindeki bir gerilla gurubuna katıldı. O da Che gibi “arkadaş” anlamına gelen “İmilla” adını aldı.

Roberto Quintanilla Pereira Che’nin katlinden ötürü hedef olduğunu bildiği için öldürüleceğinden korktuğundan talebi üzerine Almanya’nın Hamburg kentine konsolos olarak gönderilmişti. Pereira’nın Hamburg’da olduğunu öğrenen Monika sahte bir Arjantin pasaportuyla geldiği Hamburg’da kendisini bir Avusturyalı olarak tanıtıp randevu aldığı Pereira’yı 3 kurşunla öldürdü.
Bu yiğit devrimci kadın da 1973 yılında eski  bir Nazi savaş suçlusu olan Klaus Barbie tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldü. Mezarı Bolivya’dadır ama yerini kimse bilmez.

Che, öleli elli yıl oldu. Onu bir köylü ihbar etti ama oranın tüm köylüleri Che’yi çok sevmişlerdi. İçlerinden bir hain çıkmış da olsa ora yerlileri hâlå Che’den “Aziz Ernesto” diye söz ederler.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Akpspor küme düşerken - ORHAN GÖKDEMİR

O kadar saplantılıydı ki, bir maç öncesinde sahada horoz kafası bulunduğunu duyunca, "büyü var" diye bağırarak sahadan koşarak kaçmıştı.
Hurafelere bağlılığı elbette bizi ilgilendirmez, kendi karanlığıdır ama 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramına denk gelen bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisi öncesinde, “Derbi kutlu doğum haftasına yakışır bir şekilde olsun” demiş, sahadaki oyunun ayaktopundan ve hurafelerden ibaret olmadığını açık etmişti.
Akşam lisesi mezunu. Futbolcu ama ondan önce yobaz bir tarikatçı. Oynadığı kulüpte kendisi gibi cemaatçi olan futbolcularla birlikte bir çete oluşturduğu iddia ediliyordu aktif olduğu yıllarda. Bağlılığını açıkladığı cemaatin lideri nikâhında şahidi olduğunda bile buna inanmayanlar vardı hala. Denildiğine göre o tarihten sonra müritlerinin en gözdeleri arasına girmeyi başardı. Cemaat dedikleri Fethullah Gülen çetesi. O da bu çeteninin oluşturduğu gizli Fethullahspor’un kaptanı. Çetenin futbola yön verme projesinin en önündeki kişi.

Futbolu bırakınca astronomik bir ücretle TRT’de yorumcu oldu. Yorum dedikleri birkaç saplantının tekrarından ibaretti. Futbol hayatındaki kırılmaları Ergenekon davasına bağlamaya çalışıyordu mesela. Örgüt yememiş içmemiş onun önün kesmeye çalışmıştı. Ama o arada Ergenekon işi patladı, davaların Fethullahçı çetenin bir organizasyonu olduğu anlaşıldı. Fethullahspor kaptanı o arada Cemaat kontenjanından AKP milletvekili atanmıştı. Darbe girişiminden bir süre önce yurtdışına kaçtı. Çetesindeki birçok futbolcu da onun gibi soruşturuluyor.

***

Hakan Şükür’den söz ettiğimi anlamışsınızdır. Baktım futbol hayatındaki kırılmalara. 1995’te İtalya’nın Torino takımına transfer olmuş, yalnızca dört ay kalabilmiş takımda. Torinolu Şaban lakabı o dört aylık serüvenden bakiye. 2000’de Milan’a transfer olmuş. Milan başarısız bulunca kiralık olarak Parma’ya yollamış. Orada da bir yıldan az bir süre tutunabilmiş ve ver elini Blacburn Rovers. Her transferinden sonra başı önünde ülkeye dönmüş. Tabii sebebi hep Ergenekon!
Bir de gerçekleşememiş Juventus transferi vakası var kariyerinde ki tam bir orta oyunu. Kayıtlara baktım; Juventus, Fethullahspor kaptanı için 26 milyon doları gözden çıkarmışmış. 1998’de büyük tartışmalara neden olan bu transfer hikâyesine göre Fethullahspor kaptanı dünyanın en büyük kulüplerinden birine gitmek istememiş, ayak sürümüş. Tartışmalar alevlenince Baba Sermet Şükür çıkıp şöyle bir açıklama yapmış: “İşin içinde devlet baskısı var. Başta otomobil olmak üzere bazı sektörler buna el attı. Oğlumun sayesinde iki ülke arasındaki krizi yumuşatmaya çalışacaklar.”
Ne tuhaf değil mi? Bir futbolcunun transferi için devlet neden baskı yapsın? Asıl önemlisi başta otomobil olmak üzere “bazı sektörler” bunun için neden uğraşsın? Aslında nedeni çok basit: Abdullah Öcalan’ın yakalanması nedeniyle Türkiye-İtalya arasında derin bir siyasi kriz ortaya çıktığı günler. Başta FIAT olmak üzere bir dizi İtalyan firması İtalya Başbakanı D'Allema'nın kapısını çalıp soruna çözüm bulmasını rica etmiş. O da, Juventus'a baskı yapmış Türkiye’den sembolik bir futbolcuyu kadrosuna katması için. Paranın bu durumda elbette bir önemi yok, istediğini verecekler Torinolu Şaban’a. Ama Şaban bildiğiniz iflah olmaz bir yobaz, gitmemek için ayak sürümüş gâvur memleketine.

Halkın “Şaban” demesinin sebebi zekâsının kıt oluşuna bir göndermeydi. Kıttı kıt olmasına ama o sırada başka zekâsı kıtlara teslim olmuştu ülke. İnsanımızın içinin boşaltılmasının rol modelidir ve sırf bu nedenle her transferinde bonservis bedelini fukara halkımıza ödetmişlerdir.

***

Bayrampaşalı. Lise mezunu. Tayyip Erdoğan hayranı. Akpspor kaptanı. Görünüşe göre abisi Fethullahspor kaptanını solladı yaptığı transferlerle. İlk durağı Atletico Madrid. Yeni kulübü 15 milyon Avro ödemiş futbolcumuza. Ödediği bu parayı da gidip Türk Hava Yollarından tahsil etmiş. “Sponsorluk anlaşması” deniyor bu tuhaf ticarete. Gerçekte olan şu; Arda’yı A. Madrid’e transfer eden badem bıyıklıların yönettiği Türk Hava Yolları’dır.
Sonrası taze, biliyorsunuz. Bizim Bayrampaşalı ergen kısa bir A. Madrid serüveninin ardından Katalan futbol devi Barcelona'ya 41 milyon Avro bonservis bedeliyle transfer oldu. Bu transferin konuşulduğu sıralarda bir açıklama yapan Atletico Madrid'in başkanı Enrique Cerezo, Arda'nın İnglitere'de oynamak istediğini fakat Türkiye'deki bazı firmaların Barcelona'da oynaması yönünde tavır aldığını söyledi. Cerezo, "Türkiye büyük bir ülke ve Arda bu ülkede tam anlamı ile bir idol haline getirildi. Bazı çevreler Arda Turan'ın Barcelona'da oynamasını istedi ve başarılı da oldular" dedi.
Türkçesi şu: Arda’ya 41 milyon Avro ödeyen Barca, Türk şirketleriyle 61 milyon Avroluk sponsorluk anlaşması imzalamıştı. Bunların başında yine bizim badem bıyık THY vardı. Arda sponsorluk süresince oynadı. Sponsorluk süresi bitince THY ile anlaşmasının iptal eden Katalan ekibi, Qatar Airways ile anlaştı. Arda o tarihten sonra yeşil sahalara hasret kaldı. Çünkü bizim Akpspor kaptanı gerçekte Barcelona’nın değil Türk Hava Yolları’nın malıydı.

***

Arda’yı bıraktık bir tarafa, sahada daha Konyaspor, Kasımpaşa, Başakşehir, Osmanlıspor tuhaflıkları var. Bir tüpçüye rehin bırakılan futbol federasyonu işi var. Kaçak kral, düşük imparator skandalları var. Yeni Türkiye’nin yeni sportif hareketleridir bunlar. İktidara geldikleri ilk günden bu yana esnaf örgütlerinden sendikalara, camilerden okullara, spor kulüplerinden serinofil derneklerine ne varsa düzlemeye, dincileştirmeye, içini boşaltmaya çalışıyorlar. Ama neye el attılarsa çürüyor, neye tutundularsa ellerinde kalıyor.
Bakın son on yılda atletizm alanındaki büyük başarılarına. Hangi sporcu ipi önde göğüslediyse dopingli çıktı. Çünkü ülkenin değil Akpspor’un sporcusuydu. Görünüşte, din-iman-vatan için ama gerçekti bir avuç Dolar için koşmaktaydılar.
Her şehre her kasabaya tonlarca beton döküp devasa futbol sahaları yaptılar. O kadar ki bazı statların kapasitesi yapıldıkları şehrin nüfusunun üstünde. Ama olmuyor işte. Çuvalla para döküp Akpspor’u dünya kupasına göndermeye çalışıyorlar 15 yıldır. Elde var sıfır.
Çaldı düdük, maç bitti. Akpspor küme düştü. Kaptanı başına gelenleri anlayamamanın şaşkınlığıyla suratına yapışıp kalan o tuhaf sırıtışla dolaşıyor ortalıkta. Akpspor’un neden çöktüğünü anlamayan seyirciler Bayrampaşalı zavallı ergenden çıkarmaya çalışıyorlar olup bitenin acısını. Oysa her şey ortada; 15 yıldır insanı kirleterek yerleşmeye çalışan, bilime, akla arkasını dönmüş bir düzenin hazin sonu bu.
Her alanda olduğu gibi kriz var yeşil sahalarda da. “Seyirci kalmaya devam edeyim” diyorsanız bilin ki işiniz zor. Oynayacaksınız seçenek belli; Ya sahaya inip oyuna dâhil olacaksınız ya da Erman Toroğlu ve Rıdvan Dilmen’den beraber ve solo şarkılar dinleyeceksiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

‘Siyasal İslam’ Rusya ve Çin’le yakınlaşabilir mi? - EROL MANİSALI

ABD (ve Batı) soğuk savaş sonrası “Yeni Türkiye” olarak desteklediği “siyasal İslamcılar yapılanmasını” 15 Temmuz 2016’da devirmeye çalışınca işler AKP’de değişti. 
 
ABD (ve Avrupa) AKP öncesi iktidarları yerine “daha asli bir ortak” düzenlemesini öne alarak Türkiye’de ve bölgede (BOP) hedeflerine ulaşma tercihini yaptı. Atatürkçü, çağdaş ve demokratik bir yapı istenmiyordu. 
 
Kendi desteklediği “siyasal İslamcılar” yanında ve paralelinde “FETÖ’cü İslamcıları” da “has örgütü” olarak avucunda tuttu. 
 
15 Temmuz 2016’da, başlangıçta kendi desteklediği AKP iktidarını, cebinde tuttuğu FETÖ ile devirip kısa yoldan devleti ele geçirmeyi tercih edince Ankara’da işler karıştı. 
 
ABD (ve Batı) çıkarları açısından daha iyi olur diye düşündüğü operasyon başarısız kalınca, iş kontrolden çıktı. Ankara (ve Erdoğan) Batı’nın siyasal İslam üzerinden ısmarlama ürettiği FETÖ ile saldırıya uğradığını görünce Rusya ve Çin’e yaklaşmak zorunda bırakıldı. İran ile de “mecburen” işbirliğini artırdı. 
 
Ankara’nın (ve Erdoğan’ın) bu değişimi, ABD’nin FETÖ kanalı ile kendisine (ve hükümete) yaptığı girişimden kaynaklanıyor. Yoksa TBMM’de belirlenmiş kararlar sonucu değildir. Ancak genelde destek gördü.
 
Türkiye’de aklı başında düşünürlerin yıllardır öne sürdükleri “Türkiye Batı ile ilişkilerini karşılıklı çıkarlara göre dengelemeli: bu dengeyi ancak, Rusya, İran ve diğer Asya ülkeleri ile de ilişkilerini geliştirerek sağlayabilir” tezinin ne kadar doğru olduğu, tek yanlı ilişkiler yüzünden 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin yaşandığı hep söylendi, yazıldı. 
 
Ben de bunlardan biri olarak birçok kitap ve yüzlerce makalede bu görüşlerimi dile getirdim.
Ayrıca son 40 yıl içinde aynı masada baş başa görüştüğüm ve tartıştığım Ecevit, Demirel, Özal, Çiller, Yılmaz, Gül ve Erdoğan’a bu konudaki düşüncelerimi aktardım. (*) 
 
Türkiye bu “denge ve karşılıklı çıkar meselesini demokratik yöntemlerle, TBMM’nin iradesi sonucu yapmalıdır”. Bugünkü durum FETÖ-AKP iktidar kavgasının ve ABD’ye FETÖ kızgınlığının bir sonucudur.
 
İslamcı yapı kabul görmez
Türkiye İslamcı bir yapılanma üzerinden, Rusya ve Çin ile ilişkilerini uzun vadeli geliştiremez. Çünkü siyasal İslamın dokusu buna uygun değildir. 
 
Daha da önemlisi Rusya ve Çin’e karşı, “İslami örgütler” bir silah olarak uzun yıllardan beri kullanılagelmektedir. Ünlü (!) “Yeşil Kuşak”, bu araçların koçbaşı oldu ve halen de sürüyor.
Yarın siyasal İslamın içine sokulmuş bir Türkiye’de bu tür örgütler, Çin ve Rusya’da ABD tarafından daha etkili silahlar olarak kullanılabilme pozisyonuna gireceklerdir.
 
Rusya’da Çeçenlerden Özbeklere, Çin’de Uygurlara kadar ABD’nin eline, “Türkiye üzerinden yeni olanaklar yaratılmış olacaktır”. ABD zaten FETÖ’nün Asya’da da örgütlenmesinin etkinliği için son 40 yıldır olağanüstü çaba göstermiştir. 
 
Türkiye’de bu konuda yalnız “Türkici” düşünürlerin değil, “Batıcı ve Amerikancı elitin de büyük çabaları oldu”. Bu gerçekler göz önüne alındığında, “Ankara’da siyasal İslama odaklı bir iktidarın” orta ve uzun dönemde, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile stratejik ortaklıklar oluşturma şansları bulunmayacaktır. 
 
Ancak, konjonktürel olarak, ABD’ye kızan Ankara’da bir siyasal İslam iktidarı Rusya ve Çin ile kısa ve orta vadeli geçişler yapabilir. Hele ABD’nin FETÖ üzerinden bölgede halen devam eden etkinliği göz önüne alındığında. 
 
Askıya alınmış bir demokrasi ve siyasal İslam yerine, Atatürkçü Türkiye’nin “Doğu-Batı sentezi” ve denge politikasını yürüten iktidarları (ve düzeni) geldiğinde hem Batı hem de Asya büyükleri ile karşılıklı ulusal çıkarlara dayalı ilişkiler kurulabilir.
 
İçerde demokratik ve çağdaş Türkiye: dış ilişkilerde karşılıklı ulusal çıkarların dengelenmesi ile birlikte yürüyebilir. 
 
Pazar günü tam bu yazıma noktayı koyarken Genco Erkal’ın sesini duyuyorum. Genco Erkal ve Fazıl Say, Güneri Cıvaoğlu ile sohbetteler. Bu kadar karanlık şeyler yazarken Türkiye’nin aydınlık yüzü ile bir an olsun karşılaşmak insanı mutlu ediyor, karanlıkta bir ışık görmek gibi… 

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) E. Manisalı, “Yolumun Kesiştiği Ünlüler”, Kırmızı Kedi, 2017

Yugoslavya’dan Ortadoğu’ya... - ŞÜKRAN SONER

Taksim’de barış güvercinleri uçurularak seçilen Bülent Ecevit insandan yana bir düzen için umut olmuştu. 1977 ilk yurtdışı gezisini Tito Yugoslavya’sına yapmış, Tito ile Bosna dağları kaplıcalarındaki özel buluşmasında saatler süren ikili görüşme yapılmıştı. 
Dönemin Türkiye Büyükelçi’si Arnavut Kosova kökenli Ramadan, bu anlamlı ikili görüşmenin özetini aktarmakta sakınca görmemişti. Gazetemizde yayımlanan özetin özetinde, Tito iki kuktuplu dünyanın zorlu koşullarında çok önemli işlevler yapan 3. dünya liderliği içindeki anılarını, siyasal dönemeç taşları anılarını Ecevit’le paylaşmıştı. 



Başta Nasır İslam dünyası içinden 3. dünya liderlerinden çok destek gördüğünü, ancak laik rejim ortakları olmadığı için zorlandıklarını aktarmış, “Aramızda Türkiye olsaydı 3. dünya grubu kolay dağılmaz, iki kutuplu dünyanın sorunları bu kadar ağır yaşanmazdı...” görüşünü paylaşmıştı. Derdi kuşkusuz Yugoslavya’nın çokkültürlü ülke olarak parçalanmaması, Balkanlar için olası kanlı çatışmaların yaşanmamasıydı. Balkanlar’da kan akıtılmaması için Ecevit liderliğinde Türkiye ile işbirliğini çok önemsiyor, sırt sırta karşılıklı sorunların aşılmasının olasılığından söz ediyordu.. Olamadı...
Tito’nun ölümünün ardından, AB’nin kimi ülkeleri ağırlıklı hemen harekete geçilmesi, kuşkusuz Amerika başrollerde, Avrupa toprakları içinde, 7 federasyondan oluşan çokkültürlü Yugoslavya’nın dinsel ve ırksal kimlik ayrımcılıkları kullanılarak kanlı çatışmalarla parçalanması projesi gündemdeydi... Yaşanmışlıklarda, akıtılan kan, vahşete ilişkin anılarda, aynı ırktan Sırpların Müslüman oldukları için acımasızca katlettikleri Boşnaklara yaşatılanlar var. Travmatik yaşanmışlıklarda her yıl yeni mezarların çıkması ile bitmeyen katliamlar ile Bosnalı kadınlara, Miloşeviç’in Sırp tetikçilerinin sistematik tecavüzleri ile çocuk doğurtmaları da var. Daha sonraki yıllarda Makedonya hele Kosova’da Müslüman Arnavutlar ile Türkleri hedef alan çatışmalarda, Amerika ve AB’nin oynadıkları kirli rolleri, yakından izlenmiş halleriyle bu yazıya sığdırmanın olanağı yok...
***
Sonuçta bugün saldırganı, mağduru ile hepsi bir arada ırklar, mezhepler, dinler üzerinden paramparça 2-4 milyonluk devletçiklerde gettolaşmanın da travmasını yaşayanların, 9 ayrı devletçik, yoksul ve çaresiz olarak umutlarını AB aday adayı olabilmelerine bağladıkları gerçeği üzerinden “Neden” sorusuna yanıt arayalım. Ne acı değil mi? AB çokkültürlü birlik olabilmenin savında 1983’te çokkültürlülüğü tartışırken AB parlamentosu üyesi sosyalist milletvekilinin benden önceki konuşmacı olarak, “Çokkültürlülüğün dünyadaki en gelişmiş modeli AB’dir” demesine itirazımı paylaşmalıyım; “Ne zamandan beri çokkültürlülük gelişmiş kültürlerin çıkar ittifakı oldu” soruma dürüst yanıtı, düşünmesi gerektiği olmuştu? Çokkültürlülüğün dünyadaki en gelişmiş örneği olan Tito Yugoslavyası kan akıtılarak parçalanmasaydı, toprak, nüfus büyüklüğü, bütünlüğü ile AB üyesi olabilseydi, bugünün AB ve dünya dengeleri nasıl bir noktada olabilirdi?
Ortadoğu’da yalanlar üzerinden, çok daha kirli, büyük çıkarlar adına, çok zengin enerji kaynakları üzerinde, kültürel, hele de en gerisinden siyasal İslamın mezhepleri, şeriat üzerinden, aşiretler, ağalık düzenlerine oturtulmuş ırkçılıklar üzerinden, çok daha ilkel koşullarda çatıştırılmaları kolay ırklar, dinler, mezhepler, aynı ırkın tarafları arasında bile, oynanan oyunlar sonrasında yüz binler, milyonların akan kanları, ödedikleri bedellerle yıllar süren, nereye kadar uzanabileceği de öngörülemeyen iç savaşlar bataklığının, kaosun yaşanıyor olması sürpriz sayılabilir mi?
Türkiye ya kurtuluş, kuruluş savaşları destanlarının yaratılması, Atatürk devrimleri üzerinden kurulu laik Cumhuriyetin kimlik ve değerlerinin savaşımını vererek, anayasal parlamenter rejim, demokratik, hukuk devleti düzenini koruyarak ayakta kalacak; ya da emperyal çıkarlar belirleyiciliğinde kirli oyunlar üzerinden öngörülen Ortadoğu bataklığına çekilmede, tek adam rejimi uğruna çıkış arayışları yalpalamalarında öngörülemeyen bedeller ödemeyi sürdürecek...


Şükran Soner / CUMHURİYET

Sayıştay’ın Vakıflar 2016 raporu - ÇİĞDEM TOKER

Sayıştay anayasal bir kurum olarak, vergilerimizin nasıl harcandığını Meclis adına denetliyor.
Kurum her raporda denetim gerekçesini izah ediyor:
-Bütçe hakkının gereği olarak TBMM ve kamuoyuna güvenilir ve yeterli bilgi sunulması.
-Kamu idarelerinin performansının değerlendirilmesi.
-Hesap verme sorumluluğu ve saydamlığın yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması. 


***
Bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün (VGM) 2016 raporuna bakalım.
VGM, kamu kaynağı kullanan özel bütçeli bir idare.
Bu özelliğiyle Sayıştay’ın denetlediği bütün kurumlar gibi Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu’na tabi.
Bu durumdaki idareler için mevzuat diyor ki: “Bütçesinde ve tasarrufunda bulunan bütün mali kaynaklarını kamu bankalarında tutmak zorunda.
Kamu Haznedarlığı Tebliği açık. Fakat VGM böyle yapmamış.
Parasını Ziraat Bankası, Halkbank ve hatta Vakıflar Bankası’na bile yatırmamış.
Peki nereye yatırmış?
Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu’na.
Sayıştay, durumu tespit edince, genel müdürlüğe sormuş.
Gelen cevapta, kendilerinin tebliğ kapsamı dışında olduğunu, dolayısıyla genel müdürlüğün, mazbut vakıflara ait paraları, kamu sermayeli bankalar dışında kalan kurum iştiraki Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu AŞ’de değerlendirmesinin Tebliğe uygun olduğunu bildirmiş.
Sayıştay aynı fikirde değil. Vakıflar’ın “İstisnalar ve muafiyetler” başlıklı 11’inci maddesi kapsamında olmadığını, bu maddede VGM’nin sayılmadığını kayda geçiriyor. Ve güçlü ifadelerle, Vakıflar’ın bütün mali kaynağını kamu sermayeli banka dışında değerlendirmesinin Kamu Haznedarlığı Tebliği’ne uygun olmadığını bildiriyor.
VGM, geçen sene 796 milyon TL gelir elde etmiş. (599 milyon TL de gider.)
Gelirlerin ilk sırasında 490 milyon TL’si kira geliri yer alıyor. Bunu 144.6 milyon TL ile vakıfların taşınmazlarının satışından elde edilen gelir, yaklaşık 50 milyon TL de iştirak gelirleri izliyor.
Geçen yıl 11 milyon 74 bin TL’lik şartlı/ şartsız bağış ve yardımda bulunulmuş. Faiz gelirleri de 53.5 milyon TL.
***
Rapora ekli tablolara göre 2016 sonu itibarıyla, banka hesabı 539 milyon 773 bin TL gözüküyor. VGM’nin Kuveyt Türk’teki ortaklık payı, yüzde 18.72.
Fakat bu orana karşılık gelen tutar 522 milyon 267 bin TL olmasına rağmen, kurumun kayıtlarında 428 milyon 671 bin TL olarak görünüyor. Sayıştay bu hatanın düzeltilmesini istemiş.
Yanı sıra Sayıştay, “kişilerden alacaklar” hesabında mükerrer kayıt yapıldığını, 6 milyon 738 bin TL’nin fazla yazıldığını saptamış.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Ayvalık Vakıf Zeytinlikleri İşletme Müdürlüğü sermaye tutarı 8 milyon 750 bin TL olduğu halde, döner sermayeli kuruluşlar hesabının kaydı yapılmamış.
Bu tutarın kaydı -sonradan düzeltilse bile- 2016 hesaplarında yer almamış.
Sayıştay, VGM’nin bütün taşınmazlarını kayıt altına almadığını da eleştiri konusu yapmış.
Taşınmazların doğru bir şekilde envanteri çıkarılmayınca, mali tabloların eksik bilgi içerdiğini kayda geçirmiş.
Eksik kayıtlar, hesaplarda yer almayan tutarlar, kamu bankasında değerlendirilmeyen gelirler.
VGM’nin bütçesini, parasını bir kamu bankasında değerlendirmemesinin, Hazine açısından ne gibi bir kayba yol açtığı bilgisi Sayıştay raporunda yer almıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET