Hakikaten ‘dünya ahmak değil’ - Ceyda Karan

IŞİD bir toprak parçasındaki fiziki varlığıyla tarihin çöplüğüne atılmak üzereyken, ABD yönetimi Suriye’deki varlığının devamlılığı için Şam yönetimi ile tam savaş pozisyonuna geçme alametleri sergiliyor. Amerikalıların Rusya Federasyonu’nun (RF) sunduğu ‘yenilgisiz çıkış’ fırsatları yerine vekil güçleri Kürtler ve Arap aşiretler üzerinden yaptıkları hamleler ortada. Bu durumun Astana üçlüsü RF, Türkiye ve İran’ı daha da yakınlaştırdığı, üç ülkenin Soçi’de 22 Kasım’da ani üçlü zirve kararıyla ortaya serildi.
***

Suriye’de savaşın boyut değiştirmesini sağlamaya aday son gelişmelere bakalım. İki cephe öne çıkıyor. İsrail sınırı için tampon bölge pazarlığının sürdüğü güney hattını kenara bırakarak bizi ilgilendiren kuzeye bakalım:
- Trump ile Putin geçen hafta Asya-Pasifik zirvesinde, ABD’nin Suriye politikaların gömüp üzerine mezar taşını dikmeye aday ‘siyasi çözüm’ ve ‘terörle ortak mücadele’ vurgulu ortak bildiriye imza koydu.

- Bu bildiri ABD-Rusya ortaklaşmasına yorulurken Pentagon Şefi James Mattis sahne aldı. Mattis, Suriye’deki varlıklarının IŞİD’in peşinden gitmelerini mümkün kılan BM kararına dayandığını savunup “Cenevre görüşmeleri müspet sonuçlanana dek ABD ordusunun Suriye’de kalacağını” söyledi. Hatta ‘polislik misyonu’ bahanesiyle varlıklarının devamını açık bıraktı.
- Yanıt RF Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’dan geldi. Lavrov, Matis’in sözlerinin Cenevre anlaşmalarına aykırı olduğunu söyledi. Amerikan varlığı, askeri faaliyetleri ve muhalefet gruplarına desteğinin gayri meşru olduğunu belirtip ABD ordusunun sonuncusu Elbu Kemal olmak üzere IŞİD’i defalarca koruduğunu anımsattı.
ABD’yi Suriye’de askeri eylemle yetkilendirmiş bir BM kararı yok. RF ve İran’a açık davetin aksine Suriye’yi BM’de temsil eden hükümetin de talebi yok. Cenevre bildirisini yetkilendiren BMGK’nin 2254 sayılı Aralık 2015 tarihli kararı ateşkes ve siyasi çözüm çağrısı yapmakla yetinirken, IŞİD ve el Kaide’yi sürecin dışında tutmuştu.
***

Peki, bu gelişme ve demeçler ne manaya geliyor?
ABD yitirmekte olduğu savaştan gevşek bir Suriye devleti çıkartmaya çalışıyor. Bunun için Suriye ordusunun IŞİD’i yenip topraklarının kontrolünü sağlamasının önüne engeller çıkarıyor.
- Kuzeyde düne kadar IŞİD’le çalışmış Arap aşiretler büyük ölçüde satın alınarak petrol sahalarının kolayca SDG’nin eline geçmesi sağlandı. Ülkenin üç büyük barajı, Fırat havzasındaki değerli tarım arazileri ile petrol sahalarının 90’ı ele geçirildi. Bunlar ayrıca siyasi müzakerelerde koz olacak.
- SDG’nin Elbu Kemal’e uzanan sınırı alması ve Irak-Suriye sınırının bölünmesi için uğraşılıyor.
- Son olarak BBC’nin ‘kirli anlaşma’ başlıklı haberine -ki ekim ortalarında görüntüleri dahil alternatif medyaya yansımıştı- konu olan Rakka’dan aralarında önde gelen militanlar dahil yabancı savaşçıların da bulunduğu IŞİD unsurlarının ne buldularsa, ağır silahlar ve tonlarca mühimmat ile çıkmaları sağlandı. Bunların bir kısmı da Suriye ordusunun önüne sürüldü. 

***
Bugün ABD’nin Suriye’de 10’dan fazla askeri üs tesis ederek sürdürdüğü işgalciliğinin garantörü Kürtler. İroniktir, şimdiden ABD’nin 2015 sonunda Türkiye’yle YPG sorununu aşmak üzere tesis ettiği SDG’yi yeni süreç uyarınca dönüştürerek istediği biçimi vereceği iddiaları uçuşmakta.
Tüm bunlara karşın dikkat çeken şu: Suriye hükümeti de RF de Suriye Kürtlerinin siyasi çözüm masasında yer almalarına dair en baştan beri ilkesel tutumlarını değiştirmiyor. Moskova’nın Suriye Ulusal Diyalog Kongresi girişimiyle kapsamlı çözüm çabaları da sürüyor. 

***
ABD’nin rejim değişikliği ajandasının cihatçı gruplar eşliğinde yıllarca parçası olduktan sonra şimdi ıslık çalarak gökyüzüne bakmaya çalışan Ankara’daki siyasal İslamcı yönetime gelince… Her şeyin tek sebebi evdeki hesapların bir türlü çarşıya uymamasından. Yoksa Suriye Kürtleri hariç tutulabilse, Ankara bugün Astana değil çoktan Mattis’in Cenevre sürecinin parçası olurdu. Şimdi ne yöne gidileceğini 22 Kasım’da Soçi’den sonra göreceğiz.
Kıssadan hisse de son dönemin en mühim saptamasından gelsin: Hakikaten ‘dünya ahmak değil’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Erdoğan ve Suudi Veliaht Prens - Meriç Velidedeoğlu

Şu günlerde “Ilımlı İslam” yine gündemimizin ön sıralarında; geride bıraktığımız “10 Kasım” günü, Erdoğan tarafından gündeme oturtuldu.
Bu kez “Saray”ında değil, “Haliç Kongre Merkezi”nde yapılan bir “sertifika” töreninde.
Erdoğan, törende yaptığı konuşmada, “Suudi Arabistan” yönetiminin başına getirilen genç veliaht Prens Muhammed bin Selman’a, oldukça kızgın bir yüzle ve dille seslendi, doğrudan doğruya olmasa da.

Anımsanacağı gibi, Prens Muhammed bin Selman (MbS) göreve başlarken yaptığı konuşmada, “Ilımlı İslam ülkesi olacağız!” demişti (24.10.2017) 
 
Bu hiç de beklenmeyen bir dile getiriş değil mi? 
 
Çünkü geçen yıllarda, kadınların da katıldığı sınırlı bir yerel seçim yapılmıştı Suudi Arabistan’da; sanırım ilk kez.
Ülkenin Müftüsü Abdurrahman Barrak, seçim biter bitmez bir “fetva” verdi: “Seçim, kadınla erkeği eşitlediğinden dolayı ‘haram’dır!” diyerek.
Haklı; “İslam Şeriatı”na göre öyle; bu durumun “Nisa Suresi”nde, “Erkekler kadınlardan üstündür” ayetiyle (34) bildirildiği hiç unutulmamalıdır.
Ayrıca yine bu Suudi Müftüsü’nün, “Altı yaşındaki bir kız çocuğu ile evlenmenin mubah olduğunu” bildiren “fetva”sının, henüz kokusu bitmeden, Prens’in bu “ılımlı İslam ülkesi olacağız!” açıklaması oldukça “cesur” bir söylem değil mi?
Kuşkusuz; ne ki, “Suudi Arabistan” ve “Ilımlı İslam”ı bir araya getirmenin olağanüstü “şaşırtıcı” olduğu da unutulmamalıdır. 
 
Nitekim anında ses verdi Erdoğan:
“İslam’ın ılımlısı, ılımsızı olamaz. İslam tektir. Kimse İslam’ı çeşitlendirme gayreti içine giremez!” diyerek yanıtladı taşkın bir kızgınlıkla.
Yine haklı. Haklı olmasına haklı da, “İslam Bankası” gündeme geldiğinde, bankaların ana işlemi olan “faiz”in, İslam’da “yasak” oluşuna hemen bir çözüm üretilmişti, “yorum” yöntemi kullanılarak.
Kuran’da, bu yasaklamayı içeren ayette yer alan “faiz”e, “kâr payı” diyerek bir anlam kaydırılmasıyla -bir bakıma-“İslam Faizi” yaratılıp, İstanbul’da, bir “Kuveyt İslam Bankası”nın açılmasının sağlandığı bilinir...
Peki böylece, İslam’ın, “faiz” konusundaki kesin, “sert” tutumu yumuşatılmış, “ılımlı duruma” getirilmiş olmuyor muydu? 
 
Ya günümüzdeki durum... Bu “İslam Faizi” söyleminin kullanılması bir yana, koskoca bir “Faiz Lobisi” yaratılmadı mı ülkede?
“Hedefimiz ‘İslam Devleti’dir!” diyen Erdoğan tarafından...
“Bu ne perhiz, bu ne... !” dememeli, koskoca bir “Takıyye Kurumu” varken... Nitekim, Suudi Prens’e yüklenirken “takıyye”yi ölçüsüzce kullanmadı mı: “Ilımlı, ılımsız İslam olamaz!” diyerek. Öte yanda, Suudi Prens’in dile getirdiği, “ılımlı İslam” kavramının içini nasıl dolduracağını beklemek gerekmez miydi?
Daha dün bir, bugün iki; bu denli acelecilik neden?
Arap ülkelerinden de, bir kıpırdama, dolu dolu bir ses duyulmadı henüz...
Yoksa, “Ortadoğu’nun lideri olma” isteği sürüyor mu hâlâ?
Oysa bunun için bile olsa, pek erken değil mi?

Biraz sabır... Ne dersiniz sayın danışmanlar?

Meriç Velidedeoğlu/CUMHURİYET

‘Atatürk’ü silemedik bari bize uyduralım - ALİ SİRMEN

AKP’nin 2002 yılında iktidara geldiği zaman ilan ettiği hedefi şuydu:
İslam ile kapitalizmi bağdaştırarak, ülkede bölgede ve dünyada kapitalizmin ve onun son aşaması küreselleşmenin genel gidişine eklemlenmek, bu amacın gerektirdiği piyasanın güvenini sağlayacak denetim mekanizmalarını koruyarak, Türkiye’yi İslam inancı ile kapitalizmi uzlaştırmış egemen dünya düzeninin gerekleri doğrultusunda davranır yola sokmak.

 
Formülü CIA’nın laboratuvarlarında geliştirilmiş olan model, ılımlı İslam olarak yazılıyor, uyumlu İslam olarak okunuyordu. 
 
Model yalnız Türkiye’ye özgü olmayıp evrenseldi ve Türkiye’deki aygıtının başındaki kişi de başlangıçta bu evrensel misyonun gerekli kıldığı ağırlıkla siyasal çekicilik gücüne sahip görünüyordu. 
 
AKP’nin 2002’de iktidara geldiği zaman, açıkça ilan etmediği bir amacı daha vardı.
O da laik Cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmak, Türkiye’yi mezheplerin tarikatların egemenliğinde, laiklik karşıtı, yalnız rejime ve onun egemenlerine biat edenlerin yaşama, çalışma, kazanma, her türlü denetimden azade olarak ceplerini doldurma özgürlüğüne sahip oldukları yeni bir yönetimin sultası altına sokmak.
***
Laik Cumhuriyet karşıtlığı, onun kurucusu ve simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığını da kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyordu.
Gizli gündem, AKP’nin liderine İslam dünyasının önderi olarak içte ve dışta destek sağlayarak, güçlendirmeyi de öngörürken, aynı zamanda amacın gerçekleşmesine elverişli yeni dengeleri de zorunlu kılmaktaydı. 
 
Başlangıçta, açık gündem ile gizli gündeme yönelik dengelerin oluşturulması uyum içinde yürütüldüyse de, zaman içinde gizli gündem doğrultusunda atılan adımlar, istenen yürüyüşle uygun adımı sağlayamamaya başlamıştı.
Ama bu arada dengeler, laik Cumhuriyetin kazanımları ve dolayısıyla Atatürk ile hesaplaşma doğrultusunda iktidara büyük olanaklar sağlayacak şekilde değişmişti.
Dengelerin değişmesinde, emperyalizmin, Fethullah Gülen grubunun, çeşitli gerekçelerle Kemalizmin tasfiyesini “yetmez ama evet” diye destekleyen kendini garip bir biçimde sol olarak ifade eden grubun da etkisi olmuştu. 
 
15 yıllık iktidar döneminde, AKP yurttaşın yaşamının her yönünü, beşikten mezara her anını denetleyerek, Milli Eğitim’i, üniversiteleri, basını, yasamayı, yargıyı bütünüyle sultası altına almasıyla, muhaliflerini, bulundukları yerden orası velev ki parlamento olsun, çıkarıp hapse tıkmasına karşın, ilan edilmiş amacında da, gizli gündeminde de başarı kazanamadı.
Dış dayanaklar, sağladıkları desteğin kendi amaçları dışında kullanılmasını kabullenmediler, ılımlı İslamın yapısı gereği yeterince uyumlu olamayacağını gördüler, evrensel model çöktü.
İçeride laik Cumhuriyetin kurum ve kazanımlarına karşı girişilen amansız savaşta Atatürk’ü silme yolundaki girişimler bir türlü istenen sonucu vermedi. Toplumun tepkisi arttı.
Bunun üzerine şu kurnaz formül geliştirildi:
- Atatürk’ü ne yapsak silemiyoruz, bari kendimize uyduralım. 
 
Yöntem yeni değildi. Daha önce Washington’ın “bizim çocuklar” olarak niteledikleri 12 Eylül generalleri tarafından uygulanmış, her türlü zulüm ve baskı İslamcılıkla birlikte, yüksek milliyetçilik sosuna bandırılmış bir Kemalizm olarak kamuoyuna yutturulmaya çalışılmıştı. 
 
12 Eylül zulmünün gerçek sorumlularıyla, laik Cumhuriyetin kurum ve kazanımlarının toplumun belirli bir kesimi tarafından birbirine karıştırılmasının, siyasal ekolojik dengesi bozulan ülkeyi getirdiği nokta da göz önünde bulundurulduğunda, yöntemin amacına ulaştığı söylenebilir.
Ancak aynı suda iki defa yıkanılmayacağı gibi aynı yöntemin bu kez de başarı ile uygulanamayacağı görülüyor. 
 
Bir türlü silemedikleri Atatürk’ü kendilerine benzetme girişimlerine payanda olan tabanını yitirmiş Devlet Bahçeli’nin şaşkın haline bakarak da bu gerçeği kestirmek mümkün.

Ali Sirmen/CUMHURİYET

‘Kanarya’ olarak AKP Türkiye’si - ERGİN YILDIZOĞLU

Bir zamanlar, AKP Türkiye’sine, “ılımlı-demokratik bir siyasal İslam olabilir” umuduyla bakanlar, bugünlerde, onun “küresel risk madeninde bir kanarya” (Wall Street Journal) olduğunu düşünüyorlar. Bu bakışa göre, risk değerlendirme kuruluşu Standart and Poor’un “Kırılgan Beşli” listesinin başına koyduğu AKP Türkiye’si, gelişmekte olan piyasalardan başlayacak bir küresel mali krizin ilk habercisi olabilir...

Kanarya’nın mali portresi
Türkiye kapitalizminin önümüzdeki 12 ay içinde, 170 milyar dolar dış borcu yenilemesi gerekiyor. Cari açığın gayri safi hasılaya oranı bu yıl yüzde 3’ten yüzde 5.4’e yükselmiş: Toplam dış borcun oranı da yüzde 52’ye. Türk Lirası’nın bir yıl içinde dolara karşı yüzde 17’den fazla değer kaybettiği, aynı dönemde, İstanbul borsası BIST100’ün dolar bazında, eylülden bu yana yaklaşık yüzde 12 gerilediği görülüyor. Tüketici ve Üretici fiyat indekslerinde yıllık artış hızı (enflasyon) sırasıyla yüzde 11.9 ve yüzde 11.6 ile son dokuz yılın en yüksek düzeyine ulaştı.
Türkiye kapitalizminin dış kaynak gereksiniminin, gelecekte bir borç ödeme/ döviz krizi riskini büyütmeden karşılanabilmesi için siyasi istikrar bir yana, Türk Lirası’nın gerileme eğiliminin, döviz rezervleri tüketilmeden durdurulması ve tersine çevrilmesi gerekiyor. Bunun için de (egemen neoliberal paradigmaya göre) faizlerin (aslında reel faizlerin) yükselmesi, iç talebin sınırlandırılması (ekonomik büyüme oranını artık ciddiye alamadığımdan bu konuya değinmiyorum) gerekiyor. Seçmene “kemer sıktırmak” anlamına gelen bu önlemler, seçim dönemine girmekte olan bir hükümet için son derecede zor.


Dün gelişmiş kapitalist ülkelerde hükümetler “kemer sıkmak” önlemlerini “başka seçenek yok” diyerek seçmene dayatıyorlardı. Bugün, karşılarında, “kemer sıkmayı” bir kenara koyarak, farklı bir modelle, neoliberal paradigmadan çıkmayı savunan ve seçmende de yankı bulan öneriler şekilleniyor.
Siyaseti gittikçe kutuplaşan, toplumsal dokusu çözülen AKP Türkiye’sinde, Türkiye kapitalizmi için bu seçeneklerin ikisi de gündemde değil. Zar zor inşa edilmiş eğitim sistemini yıkmakta, toplumu dincileştirmekte, kadınların çocukların geleceğini hocaların eline bırakmakta olan, ilaçları - tıbbı bile helal - haram kategorileriyle tartışmaya çalışan siyasal İslamın AKP rejiminin ne neoliberal reçeteyi uygulama ne de alternatif bir paradigma geliştirme kapasitesi var.

Derinleşen çelişki...
Bu “portre”, uluslararası piyasalarda risk algısının düşük, kredilerin göreli olarak ucuz ve bol olduğu, AKP liderliğine ilişkin kaygıların daha yeni belirmeye başladığı bir dönemde şekillenmişti. Şimdi, faizlerin yukarı doğru hareketlenmesi, kredi maliyetlerinin artması bekleniyor. Uluslararası piyasalarda gelişmekte olan piyasalara yönelik risk algısı değişiyor, risk hesaplarında siyasetin payı artıyor.
Bu ortamda, “madendeki kanarya” durumunun oluşmasının arkasındaysa, Türkiye kapitalizminin orta ve uzun dönemli gereksinimleriyle, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın kısa döneme saplanmış siyasi ihtirası arasında, giderek keskinleşen çelişkinin dikkat çekmeye başlamış olması var.
AKP liderliği, genel ve yerel seçimlere doğru giderken, ne pahasına olursa olsun kısa dönemde, ekonominin dinamizmini korumak, kredi hacminin daralmasını önlemek için TL’nin aşınmasına karşı faizleri yükseltmek yerine rezervlerini kullanarak direnmeye çalışıyor; enflasyonun iki haneli rakamlara ulaşmasına aldırmaz görünüyor.
Kısacası, AKP liderliğindeki siyasal İslam, kısa dönemde ülkenin gündemindeki seçimleri, yükselmekte olan muhalefet karşısında, büyük tepki çekecek aşırı hilelere gerek kalmadan kazanabilmek için, orta ve uzun dönemde Türkiye kapitalizminin üzerine büyük mali riskler yüklemekten çekinmiyor. AKP liderliğinin bu yaklaşımı, uluslararası yatırımcıların dikkatinden kaçmıyor; ABD ve Avrupa ülkeleriyle, hatta NATO ile diplomatik sorunları, Rıza Sarraf davasından çıkması olası sonuçları da ekleyince bu “kanarya yakında zehirlenir” diye düşünmeden edemiyorlar.


Ergin Yıldızoğlu/ CUMHURİYET

Bir zamanlar futbol vardı-Nilgün Cerrahoğlu

İtalyan futbolunun krizini, bundan birkaç yıl önce bir maç esnasında Roma’nın büyük olimpiyat stadyumunun önünden bir taksiyle geçerken fark ettim.
“Nasıl ya” dedim şoföre; “Yollar bomboş. Eskiden stadyumun önü adam almazdı. Seyyar satıcılar, arabalar, bayraklar vs… Şimdi terk edilmiş bir görünümü var. Ne oluyor?”
Adam bana aydan gelmişim gibi baktı ve “Yeni mi fark ediyorsunuz” dedi:
“2010’lardan bu yana futbol artık bizde boş stadyumlarda oynanıyor. En son stadyumda ben ne zaman futbol izlediğimi hatırlamıyorum. Statlar çok eski ve altyapısız, biletler oysa çok pahalı. İki çocuklu bir ailenin stadyumda futbol izlemesi bir lüks. Hele de kriz ortamında. Statlardaki şiddeti ve radikal İslam terörü korkusunu bunlara ekleyin. Herkes maçları artık evde büyük ekran TV’lerden ya da tabletten izliyor.”
Bu sözler futbolla hiç arası olmayan beni dahi hüzünlendirdi. Düşündüm de… Değil stadyum, pub’larda bir arada futbol izleyen kalabalıklar bile tenhalaşmıştı. Eskiden İtalyan sokaklarında önemli maç zamanlarında kahvelerden yükselen “Goool!” çığlıkları eksik olmazdı.
“Stadyum futbolu”yla beraber bu toplu ritüelin de nicedir eski canlılığını, coşkusunu, keyfini kısaca folklorunu yitirdiğini düşündüm. “Kahve futbolu” bile vazgeçilmez sosyalliğini kaybetmişti. 

Savaş yenilgisi gibi
Pazartesi gecesi 0-0 sonuçlanan İsveç karşılaşmasında İtalya’nın Dünya Kupası macerası sona erince, “sokak” düzeyinde nicedir hissedilen bu değişimi düşündüm.
Geçmişten bugüne 20 Dünya Kupası’nda 4 şampiyonluk alan, olmadı… ya yarıfinale, çeyrek finale kalan ya da 2’nciliklere, 3’üncülüklere yükselen bir “futbol gücü”, Dünya Kupası’nın eşiğine dahi yanaşamadan elenmişti.

Bu ezikliği geçmişinde sadece 1958’de yaşayan ülke bu nedenle hâlâ şokta.
“Hezimet”, “Ulusal utanç”, “Hoşça kal Dünya Kupası: Gök mavililer için kıyamet” başlıkları ile çıkan siyasi gazeteler bile yenilgiye 5-6-7 sayfalık yer ayırıyor. “Milli takım”ın 40 yaşındaki duayen kalecisi Buffon’un sel gibi gözyaşlarına, tüm gazeteler 1. sayfada yer veriyor.
İtalyan medyasındaki yaygın yorumlara göre, yenilgi sırf futbolun yenilgisinden ibaret değil. İtalya’nın özgüven ve inancını yitirdiği vurgulanıyor ve ilişkiler ağından oluşan bir sistemin çöküşünden bahsediliyor. “La Stampa” bu bağlamda Winston Churchill’in tarihe geçen bir cümlesini aktarıyor:
“İtalyanlar savaşları maç gibi kaybederler. Maçları da savaş gibi…”
Çizme’nin bu yenilgisi de gerçekten maç değil bir savaş yenilgisini andırıyor.
Yenilginin başlıca nedeni olarak, futbolun ülkede zaman içinde aşırı derecede sanayileşmesi ve ticarileşmesi gösteriliyor.
Paolo Rossi, Totti, Del Piero, Pirlo gibi yıldız futbolcuların hiçbiri yok artık. Zira genç İtalyan futbolcuları artık yetişmiyor. Kulüpler, İtalyan gençlere yatırım yapmak yerine, Güney Amerika ve Afrika’dan ucuz yetenek kapatmayı yeğliyorlar… 

Yeni milat arayışı
Eskiden sokakta tutkuyla gece gündüz top koşturarak futbola çekirdekten başlayan çocuklar, bugün bu spora yüklü meblağlar karşılığında emekli futbolcuların işlettiği kurslarla adım atıyor. Para tuzağından ibaret olan bu kurslar ise yaratıcılığı öldürüyor.
“Milli Takım” ayrıca İtalyan futbolunun önceliği olmaktan çoktan çıkmış durumda. Juventus ve yakın dönemde Çinlilerin satın aldığı Milan, Inter gibi kulüplerin öncelikleri milli takım antremanlarının önüne geçiyor. Kulüpler öncelikli olarak kendi markalarını “pazarlamaya” ve televizyonla servetlerine servet katmaya bakıyorlar.
Dünya Kupası dışında kalmak, İtalya’da bir dönemin sonu.
Sırf bir oyunun değil, bir ülkenin ufkunu, önceliklerini yitirmesi ve kimlik kaybı olarak yaşanan hezimet “top yuvarlaktır” safsatasıyla bu sebeple geçiştirilemiyor...
35 yaşındaki genç spor bakanı Luca Lotti bu yüzden “Futbolda her şeyi sıfırdan baştan sona elden geçirmeliyiz” diyerek moral vermeye çalışıyor. Ama belki de artık çok geç.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Meclis’teki ‘yasak’ kelimeler - AYŞE YILDIRIM

“Abluka”, “katliam”, “savaş”, “asimilasyon”, “gasp edilen”, “zulmedilerek”, “işkence”, “cinsel şiddet”, “cinayet”, “Kürt illeri”, “Kürdistan”, “devlet aklı”, “linç”, “göçe zorlanmak”, “toplu ölüm”, “pogrom”…
 

Bunlar AKP tarafından yeniden aday gösterilen Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “yasak” listesindeki kelimelerden bazıları.
AKP’nin Kahraman’ı, içinde bu kelimelerin geçtiği tüm önergeleri “kaba” ve “yaralayıcı” bularak iade ediyor. Gelin görün ki bu önergelerin tümü de HDP milletvekillerine ait. 



TBMM’nin 26. yasama döneminde HDP grubu tarafından verilen 100 araştırma önergesi, 4 gensoru, 746 soru önergesi, 25 de sözlü soru önergesi bizzat İsmail Kahraman’ın imzası ile iade edildi.
Aslında AKP iktidarları döneminde soru önergelerine zamanında yanıt verilmemesi hep gündemdeydi ama 26. yasama döneminde farklı bir durum ortaya çıktı. Ve TBMM tarihinde görülmemiş bir önerge iadesinde artış rekoru yaşandı. 


Geçen günlerde HDP Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu önergelerinin neden iade edildiğinin araştırılmasının elzem bir hale geldiğini belirterek bir Meclis Araştırması açılmasını isteyen bir teklif sundu. O önergeden öğreniyoruz ki, TBMM Başkanlığı daha önce genel kurulda görüşülmüş ve oylanmış önergeleri bile “aylar sonra iade etme ciddiyetsizliğine” düştü.
Elbette Kerestecioğlu’nun verdiği bu önerge de büyük bir hızla reddedildi.
HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş, Meclis kürsüsünden bu durumu şöyle anlattı:
“Meclis Başkanlığı’na ‘Yasaklı sözlüğünüz var mıdır’ diye sorduk. Hangi sözcükler yasak, onu bize bildirin, biz buna göre davranalım dedik, o da verilmedi. Niye soru önergelerimize yanıt vermiyorsunuz diye sordum, ona da yanıt verilmedi. Ne sorarsak soralım yanıt verilmiyor.”
Haklı olarak şu soruyu sordu Beştaş, Meclis Başkanlığı’na:
“Cezaevlerinde mektup okuma komisyonları olur. Şu anda soruyoruz; acaba önerge okuma komisyonu mu var, öyle bir birim mi kuruldu?”

 
HDP’nin eş genel başkanları ve 7 milletvekili bir yıldır cezaevinde yasama faaliyetinden uzak tutuluyor, dışarıdaki milletvekillerine de bizzat Meclis başkanlığı tarafından sansür uygulanıyor.
Araştırmayın, sormayın, hele hele de hak ihlallerini, işkenceyi, yolsuzluğu, hırsızlığı Meclis kapısından sokmayın deniyor. 


Yani ‘beni denetleme’ diyor AKP iktidarı ve bunu da doğrudan Meclis Başkanlığı eliyle yapıyor.
Meclis’in üçüncü büyük partisinin önergeleri reddedilir de ana muhalefetin önergeleri reddedilmez mi? 


HDP kadar olmasa da CHP’nin de önergeleri “İçtüzüğe aykırı” bulunuyor. En son İzmir milletvekili Zeynep Altıok Akatlı’nın Sivas katliamına yönelik verdiği önergenin reddedilmesi gibi. Akatlı “Sivas Davası sanıkları nerede, kaçı firari, kaçı cezaevinde” diye sormuştu. Meclis Başkanlığı bu soruyu ‘kişisel’ buldu?


Bütün bunlara bir de süresi içinde cevaplanmayan soru önergelerini ekleyin. Pazartesi itibarıyla Meclis’in sitesinde yer alan bilgiye göre tam 260 soru önergesi süresi içinde yanıtlanmamış görünüyor.


Anlaşılan o ki 2019 itibarıyla zaten sözlü soru önergesi ve gensoru verme yetkisi ortadan kaldırılacak olan milletvekillerinin denetim yetkisi fiilen çoktan ortadan kaldırıldı.
Hem de bu açık bir sansür mekanizmasıyla yapıldı. 


Eskiden cezaevine gönderilen mektuplardaki kelimelerin sansürlenmesini bilirdik. Sonra tişörtlerdeki yazılara, fotoğraflara yasak geldi, şimdi de milletvekillerinin soru önergelerindeki kelimelerin yasaklandığı bir Türkiye’yiz.


Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Dönen değil, geleceği görenlere ihtiyacımız var!.. - FİKRİ SAĞLAR

Atatürkçülükten U dönüşüyle uzaklaşan AKP, geçtiğimiz salı toplantısında son yıllarda hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. İlk kez savunmaya geçti. Mağrur duruşu bozuldu!..
Çünkü yakalandı!..
AKP’nin, Cumhuriyet Bayramı ile başlayan ve 10 Kasım törenleriyle zirveye ulaşan Mustafa Kemal Atatürk methiyeleri 3. günde bıçak gibi kesildi

Nedeni belli!..
Uyguladıkları yeni stratejinin tersine; Atatürk’ü sevmeyen, TBMM’de O’nun resimlerini kaldıran, laiklik ilkesini Anayasa’da istemeyen, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının koyduğu temel ilkeleri yok sayan, Osmanlı hayranı, şeriata düşkün birisini Meclis Başkanı adayı olarak gösterdiler!..
Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurduğu Meclis’e karşı olan bir zatı methiyeler düzdükleri anlayışın karşısına tekrar çıkardılar!
Böylece suratlarına taktıkları yeni maskenin ipi koptu ve maske yere düştü!..
Gerçek yüzün ortaya çıkması, sürekli aldatılan halkı bir kez daha tepkilendirdi!..
AKP bu nedenle zorunlu olarak savunmaya geçti…
Büyük bir telaş ve saldırganlıkla yaptığı konuşmada birçok gaf yaptıktan ve buram buram riya kokan sözler sıraladıktan sonra Başbakan Binali Yıldırım; “…Kurulduğumuzdan beri Anıtkabir’e gideriz” diyerek Atatürk’le olan ilişkilerinin ne denli anlamlı olduğunu vurgulamak zorunda kaldı…

• • •

Bugün yapılan anketlerde, halkımızın yüzde 85’in hala Mustafa Kemal Atatürk’e olan bağlılığını açıkça belirtmesi AKP’nin zorunlu olarak yeni bir taktik geliştirmesine neden olmuştu…
Yıllardır ulusal bayramlara katılmayarak Laik Demokratik Cumhuriyet’in temel ilkelerini ve kurucu anlayışını değersiz kılmaya çalışırken birden, Mustafa Kemal Atatürk demeye başlamaların gerekçesi budur.
3 Kasım 2019’da rejim değişikliğini geçerli hale getirmek ve tek adamlarının “teokratik oligarşisini” kurabilmek adına çağdaş ve Cumhuriyet sahiplerinin oylarını almak istemekteler.
Oy için her türlü renge girmeyi adet edinen bir siyaset izlemeye devam ediyorlardı.
Ancak çok çabuk aslına döndüler.
Oysa Mustafa Kemal Atatürk bizim ortak değerimiz. Onu sahiplenmeleri çok doğal olmalıydı.
Ama olmadı. Hani derler ya, düşmanlık iliklerine kadar işlemiş!..

• • •

15 yıl sonra zoraki Atatürkçü olan ancak, samimiyetsizliklerinin ağır basmasıyla bu dönüşü de yüzüne gözüne bulaştıran AKP aslında çok zorda!..
Bir yandan; 27 Kasım’da ABD’de Rıza Sarraf davası görülecek.
Diğer yandan, Ortadoğu bataklığında ABD ve Rusya arasında sıkışan bir politika nedeniyle nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir gidişat…

• • •

17/25 Aralık tapelerinin” ABD mahkemesi tarafından delil olarak kabul edilmesi sonrası Sarraf konuşursa RTE ve Türkiye müthiş bir tehlikeyle karşı karşıya kalacak.
RTE’nin tutuklanması bile olasılıklar arasında.
Şayet iş bu noktaya kadar varırsa, RTE’nin tüm mal varlığına el konulmasıyla birlikte Türkiye’nin bankalarının da büyük cezalarla karşı karşıya kalacağı da açık!..
Sadece bu kadarla kalmayacak, İran’a karşı delinen ambargo nedeniyle ortaya çıkan kirli ilişki sonrası Türkiye teröre destek veren “haydut ülke “ suçlamasıyla karşılaşabilecektir.

• • •

Bu potansiyel tehlike karşısında ABD’ye giden Başbakan Yıldırım, her türlü onur kırıcı davranışlara muhatap edilse de hatta iptal edilen randevu nedeniyle Amerika’nın parklarında dolaşmak zorunda bırakılsa da her şeyi sineye çekerek, Sarraf davasına müdahil olmayı tercih etmiştir.
AKP iktidarı için FETÖ, Rıza Sarraf davasının gerisinde kalmıştır!..
Başbakanın ABD Başkan Yrd. Pence’le yaptığı temaslarında görüldüğü gibi iktidarın önceliği Rıza Sarraf’tır. Sonra Fethullah Gülen’in iadesi söz konusu edilmiştir!..

• • •

Yıllardır süren ve ‘vekâlet savaşları’ adı verilen Ortadoğu kaosunun nedenlerinden birinin Rusya olduğu bilinen gerçektir!..
Rusya, çıkan bu kargaşayı en iyi kullanan ve en büyük kazancı elde eden ülkedir!..
Bir yandan emperyal güç olduğunu gösterme fırsatı bulmuştur.
Diğer yandan da Suriye’de deniz, hava ve istihbarat üsleri kurarak sadece bu bölgeyi değil Akdeniz’den Hint Okyanusu’na varıncaya kadar olan coğrafyayı kontrol etme gücünü ele geçirmiştir.

• • •

Daha da ötesi, Rusya, enerji havzaları ve yollarını kontrol etme fırsatını da yakalamıştır...
Körfez Savaşı ve Irak İşgali sırasında dünyadaki petrol fiyatının artmasından dolayı Rusya büyük kazanç elde etmiş, bu güçle Karadeniz’de Kırım, Gürcistan ve Abhazya üzerinde hak iddia eden politikalar oluşturmuştu.
Rusya’nın tehditkâr ve saldırgan davranışı BM ambargosunu getirmişti!..
Doğalgazda Rusya’ya bağımlı olan AB ülkeleri BM ambargosuna rağmen Rusya’dan alım yapmaya zorunlu olarak devam etti.

• • •

AB’nin Rusya doğalgaz tekelinden kurtulmasının bir şansı doğdu.
İsrail’in Doğu Akdeniz altında bulduğu doğalgaz ve petrol rezervi.
Uzmanlar ABD ve AB ortaklığı olan bu enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınabilmesinin en verimli güzergâhının Suriye /Türkiye /Bulgaristan yolu olduğunu söylemekteler...

• • •

Suriye’deki iç savaşın çıkarılması, Irak’a yansıtılması, ABD ile Türkiye sonrasında Rusya ve İran’ın da bu savaşa dahil edilmesi, irdelenmesi gereken ve de çoklu yönü olan bir oyundur!..
Bu oyunun bir yandan petrol taşımacılığında Kürt koridorunun oluşturulması, diğer yandan İsrail gazının AB’ye ulaşımın kesilmesi olduğu biliniyor…

• • •

Türkiye yanlış yorumları, bilgisizce davranışı, kişisel kaprisleri ve kişilikli dış politika üretememesi nedeniyle bu oyunda 2. plana atılmıştır...
Hırsın oluşturduğu sağlıksız tercihler ve hem ittifak seçiminde hem de komşularıyla olan ilişkilerinde akıl dışı davranışları ülkemizi oyunun dışına itmiştir...
İktidarın önceleri silahlı terör örgütlerine sıcak bakışı, büyük bir devlete yakışmayan yaklaşımları Türkiye’yi Ortadoğu bataklığında sıkıntıya sokmuştur!..

• • •

Türkiye kötü yönetilmektedir!..
Liyakate göre seçilmeyen biat usulüne göre görevlendirilen bir devlet yönetimi, hukuk ve yargıyı taraflı hale getirince adalette yok olmuştur...
Adaletin olmadığı yerde eşitlik ortadan kalkar, özgürlük yok olur, ekonomi çöker, yaşam durur ve çatışma başlar!..
Mustafa Kemal Atatürk bu nedenle laik demokratik sosyal hukuk devletine şu yolu göstermiştir:“Yurtta ve dünya da barış!..”
Barış içindeki bir ülke, karakteri sağlam söylediği ve inancı aynı olan insanları yetiştirir.
Dönen değil, geleceği içtenlikle gören insanlara her geçen gün daha da çok ihtiyacımız var!..

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Yandaşlık yan gelip yatma yeri değildir! - L. DOĞAN TILIÇ

Yandaşlar yanaştıkça yan gelip yatıyor. Gazetecilik refleksi falan kalmadı. Gerçekte BirGün’den az satan gazetelerini temsilen devletlu uçaklara yatağı yorganı serip oradan oraya uçuyorlar ya… Dünya siyasetinin kalbine Washington’da bile haber kovalamak yerine et yeme yarışına falan giriyorlar ya… İyice hamladılar!

Başbakan, YPG/ABD ortaklığı ile IŞİD’in Rakka’dan salınmasının ne kadar ayıp bir şey olduğunu tane tane anlatıp, ardından da Dışişleri yazılı bir açıklamayla durumu protesto ettikten sonra dün “DEAŞ’A KAÇ PKK’YA TUT”, “DÜNYANIN EN AHLAKSIZ İTTİFAKI”, “ABD KORUMALI DEAŞ KORİDORU” manşetleri atmışlardı.

Bu Çarşamba performansları fena değildi de bunlar iş değil, stajyerler bile yapar!
Yanaşma günlerinin başlarında çok daha iyisini yapıyorlardı. Başbakan, cumhurbaşkanı bir gaf mı yaptı, onu şurasından burasından çekip düzelterek, gaf sayılmayacak mealini veriyorlardı. Olmadı, cımbızla o cümleyi çıkarıp yayımlıyorlardı liderin söylediklerini.

İletişim literatüründe bu işi yapanlara “spin doktoru” deniliyor; spin doktoru kim için çalışıyorsa onun “sağ kol”udur. Mesailerinin çoğunu çalıştıkları siyasinin arkasını toplamakla harcarlar.
Misal; başkanlık sistemi üzerine bir soruyu yanıtlarken Hitler Almanyası örneği mi verdi Cumhurbaşkanı, AKP sitesine konan konuşmanın o cümlesini ayıklarlar. Ayıklanamayacak bir laf edildi mi de sazı ele alıp, “Onu öyle demek istemedi, böyle demek istedi” diye başlarlar çalmaya… Televizyonlarda örneklerini görüyorsunuz.

Bu da bir iş işte; emek gerektiriyor, çaba gerektiriyor, zekâ gerektiriyor! Yan gelip yatarak hamlayınca, bekliyorsunuz ki patron illa “Yaz oğlum, yaz kızım” desin. Onu da o söyledikten sonra, siz neden varsınız?

Başbakan Yıldırım ayın 7’sinde ABD Başkan Yardımcısı Pence’le görüşmek için Washington’a uçtu ya, uçak da et yeme yarışı yapan gazetecilerle dolu… Onlar havalandıktan birkaç saat sonra Hürriyet flaş haberi patlattı: “Yıldırım-Pence görüşmesi ertelendi… Murat Yetkin Başbakanlık uçağından bildiriyor.

Haber gerçekten flaş yani; bir görüşme için yola çıkan Başbakan’ın yapacağı görüşme ikinci kez erteleniyor. Uçaktan bildirildiğine göre uçakta bir yetkili açıklama yapmış. Atlanacak bir şey değil; Akşam’ı Sabah’ı da şimdi flaş flaş flaş diye patlatırlar diye bekledim. Ama yok, o cenahta sessizlik, tıssss!

Sanki uçakta M. Yetkin’den başkası yok ya da yetkili haberi onun kulağına fısıldadı. Ama hayır! Ortaya herkese söylenen bir haberin haber olduğunu, herhalde “Yaz oğlum, yaz kızım” denilmediği için bir tek M. Yetkin anlamış ve uçaktan bildirmiş!

Demek istediğim bu işte; yan gelip yata yata her yanı uyuşanlara acil habercilik terapisi gerekiyor.
Çarşamba manşetleri idare etti, lakin Cumhurbaşkanı’nın Putin’le görüşmeye gittiği Salı günü atılan manşetler felaketti:  
Akşam “SİYASİ ÇÖZÜMDE MUTABIKIZ”,  
Sabah “SURİYE’DE SİYASİ ÇÖZÜMDE MUTABIKIZ”,  
Star “SURİYE’DE ÇÖZÜM MUTABAKATI” diyor.
Hakkını teslim edelim, Güneş “İLİŞKİLERİMİZ ESKİ HALİNE DÖNDÜ” manşetiyle durumu kurtarmış.
Siyasi çözümde mutabıkızErdoğan’ın ifadesi. Yandaşlık her zaman ağızdan çıkanı aynen yazmak değildir! Ya, daha birkaç saat önce, Soçi’ye doğru yola çıkarken, “Ben bunu anlamıyorum” diyerek, askeri çözüm olmaz siyasi çözüm diyenlerin ağzının payını vermedi mi? “Madem askerle olmaz 3500 TIR silah ne?” diye sormadı mı?
Daha bu sözler kulaklarımızda çınlarken attığınız o manşetlerle Cumhurbaşkanı’nı ne duruma düşürdüğünüzün farkında mısınız?
Karakolda doğru söyledi, mahkemede şaştı mı demek istiyorsunuz?  
Putin’le konuştu ve daha birkaç saat önce söylediklerini yedi yuttu mu yani?
Akşam’ınki felaket ötesiydi! Salı sabah 08.30’da internet sitesinde “SİYASİ ÇÖZÜMDE MUTABIKIZ” manşetini tıklayınca ne görsem iyi! Emin Pazarcı/Soçi imzasıyla Erdoğan’ın yola çıkmadan “askeri çözüm mümkün değil” diyenleri, yani siyasi çözümde mutabık olanları eleştiren konuşması aktarılıyor!

Kötü niyetli olsam, kasıt diyeceğim, ama hadi başlıktaki ifadeyle yetineyim!

L. DOĞAN TILIÇ   / BİRGÜN

İş hukukunda yargılamanın tasfiyesi - KADİR SEV

İstanbul Barosu Bağlı Çalışan Avukatlar Kurulu'nun 9 Kasım günü düzenlediği; “iş hukukunda yargılamanın tasfiyesi ya da zorunlu arabuluculuk” başlıklı söyleşiye, Avukat Deniz Aktaş ile birlikte katıldık.

Bağlı Çalışan Avukatlar Kurulu, işverene bağlı olarak çalışan avukatların karşılaşabilecekleri hak ihlallerini önlemek, dayanışmak, örgütlenmek, haklarını korumak gibi amaçlarla kuruldu. Bununla birlikte ilgi alanını meslek sorunlarıyla sınırlandırmıyor, düzenli olarak hukuk ve toplumsal konuları merkeze alan söyleşiler düzenliyor.


Söyleşide Deniz Aktaş, İş Mahkemeleri Yasası'nı ayrıntılarıyla değerlendirdi. Konuşmasında, avukatların yargı yerlerinde işçi haklarını savunmak yerine, pazarlık masalarında arabulucu sıfatıyla oturmak zorunda kalacağından yakındı. Avukatlar için yaralayıcı bir durum…
İşçi-işveren uyuşmazlıklarında arabuluculuğun dayatılması, bugüne değin emeğe karşı yapılmış saldırıların en büyüğü. Çalışma yaşamında yargı tasfiye ediliyor; yasalar önemsizleştiriliyor; yılların biriktirdiği devasa içtihat çöpe atılıyor.

Deniz Aktaş, söyleşide özetle bunları söyledi.

Burjuva hukukuna bile tahammülleri kalmadı.

***

Ben konuşmama “arabuluculuk dayatması, ne tür bir bütünün parçası?” sorusuyla başladım.
Bu soruyu çok önemsiyorum. Çünkü bütün görülmedikçe, doğru tanı konulamıyor. Böyle olunca da kolaylıkla yanlış ittifakların peşine takılıyoruz. Çoğumuz, her seçimde oylarını düzenin muhalefetinde birleştiriyor ve oturup “iyi işler yapmasını” bekliyor. 50 yıldır bunun çıkar yol olmadığını bir türlü anlatamadık. Oysa düzenin iktidarı neyse muhalefeti de öyle: her ikisi de düzenin sürdürülmesinden sorumlu birer araç.

Şunu unutmayalım: Kapitalizm, emeğin ürettiği değerlere el koyabildiği sürece yaşayabilen bir sistem. El koyduklarının birikmişine sermaye deniyor; el koyanlara da patron!
Özcesi, düzenin iktidarının da muhalefetinin de emekçilere pek bir yararı yok. Söylemleri biraz farklı o kadar. Hiçbirine sömürü yasaktır dedirtemezsiniz.

Söyleşide, yukarıda özetlediğim görüşlerimi, yakın geçmişten örnekler vererek açıklamaya çalıştım.

Burada kısaca da olsa paylaşmak istiyorum.

Önce bir açıklama yapmalıyım: düzen muhalefetinin özelliklerinden söz ederken iktidarını aklıyor duruma düşmek istemem. Üstelik AKP’nin hakkı yenemeyecek kadar büyük sorumlulukları var. Şu sözler amacı karşılar sanırım: Cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidar, AKP kadar emeğin üzerine çullanmadı; ülkenin bütün zenginliklerini bu denli satmadı; doğayı talan etmedi; yolsuzluklar ayyuka çıkmadı, uluslararası sorunlara yol açmadı.

Ama bütün bunları, kendisinden önceki iktidarların açtığı yoldan geçerek başardı.

AKP’nin yargı kararlarını umursamadığını söylüyoruz. Bu işin mucidi 1992 yılındaki SHP-DYP koalisyonu. Yasalarda olmayan “Bakanlar Kurulu Prensip kararı” adını verdikleri bir metni bütün bakanlara imzalattılar. Bu metinde, uygulama olanağı kalmadığı gerekçesi öne sürülerek Danıştay kararlarına uyulmayacağı yazılıydı. Bu dönemde bir başka örnek daha var: 1994 yılında kabul edilen bir yetki yasasına dayanarak 4 KHK çıkarılmıştı, Anayasa Mahkemesi yetki yasasını iptal etti. Ancak bir Başbakanlık genelgesi çıkarıldı ve karar yok sayıldı.

Unutulmasın: özelleştirme, Anayasaya 1999 yılında DSP’nin büyük ortağı olduğu koalisyon döneminde girdi.

“Bakanlar Kurulu Prensip Kararı” bu dönemde de çıkarıldı ve Ekonomiyle ilgili bakanlar, bürokratlar ile TOBB, TÜSİAD, YASED gibi patron kuruluşlarının temsilcilerinin oturup yatırım ortamının iyileştirilmesi için çıkarılacak yasaları, Bakanlar Kurulu Kararlarını ve öteki metinleri hazırlamak amacıyla sürekli çalışan, çok sayıda uzmanın istihdam edildiği bir platform oluşturuldu. Kararda; kamu hizmeti zihniyetinin değişmesi gerektiğinden, çalışma yaşamının esnekleştirilmesine değin, çalışanların aleyhine olabilecek her türlü dönüşümün gerçekleştirileceği vurgusu öne çıkıyordu.
Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu, 2006 yılında kurulan Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı ile iş birliği içinde; kurulduğu günkü görev anlayışı ve heyecanıyla, bugün de faaliyetini sürdürüyor.

Ajansa, Türkiye’nin uluslararası yatırımcıya ne güzel fırsatlar sunduğunu tanıtmak görevi düşüyor. Bir süredir “Türkiye’de yatırım yapmak için 10 neden” başlıklı bir kampanya yürütüyorlar. İstihdam bölümünde şunlar yazılı: “Avrupa’daki en uzun çalışma süreleri ve çalışan başına ortalama hastalık izninde en düşük oran.

Kalan 9 neden arasında düşük vergiler, bedava arsa/arazi tahsis edilmesi, kârlarını transfer edebilme güvencesi gibi özendiricilere yer veriliyor. Bunları okudukça insanın aklına Binali Yıldırım ve oğulları geliyor. Bir yandan onca çaba, ödün verip yabancı sermaye çağırılırken, Başbakanımız bile parasını dışarıda değerlendiriyor.

***

Bütüne bakmayı sürdürelim. Emek üzerinden sermayeye dağıtmak amacıyla fonlar oluşturdular. Yenilerinin kurulması gündemde. Daha çok para toplamak için, zorlama dahil, her yola başvuruyorlar. Uluslararası tekellerin mali ve danışma örgütleri de böyle olmasını istiyor. Diyorlar ki; tasarruflarınız yeterli düzeyde değil, böyle kalkınamazsınız. Sağlık, emeklilik işsizlik fonları kurun ve buralarda olabildiğince çok para biriktirip yatırımcıya ucuz kaynak sunun.

Bu amaçlarla işsizlik ve bireysel emeklilik fonları kuruldu. Kıdem Tazminatı Fonu ise her nedense bir türlü kurulamadı. Bunlara kısaca göz atalım:
İşsizlik fonunda 2002-2016 yılları arasında 151 milyar lira toplandı. 14 milyar lirası işsizlere ödenmiş. Fonda biriken paranın 20 milyarını patronlara teşvik diye dağıtmışlar; 12 milyarını GAP’a aktarmışlar. Yaklaşık 116 milyarı hesapta duruyormuş.
İşsizlik fonundan gözlerini ayıramıyorlar. 687 sayılı OHAL Kararnamesiyle, patronlara yeni istihdam edecekleri her işçi için 667 lirası fondan olmak üzere, yaklaşık 773 lira teşvik verilmesi öngörüldü. Başbakan, patronlara bu amaçla 12 milyar vereceklerini söyleyip: “helali hoş olsun” diyor. Sanırsınız kendi cebinden verecek.

Varlık fonunu çalıştırabilselerdi, bunu da çoktan devretmişlerdi. Neyse ki, hesapta da olsa para şimdilik duruyor.

BES’de 80 milyar lira birikmiş. Önümüzdeki 10 yılda 100 milyara çıkarılmasını amaçlıyorlar. Bu arada devlet de Bütçe kaynaklarından katkısını esirgemiyor. 2013 yılında çıkardıkları bir yasayla, %25’i de benden dedi. Ancak katılan sayısı artmadı. Baktılar olmuyor, 2016 yılında zorunlu tuttular. 2007 yılında yürürlüğe giren yasayla 45 yaşın altındaki her çalışanın bordrosundan kesilmesi öngörüldü. Adına “otomatik katılım” dediler. İki ay içinde caymamışlarsa sistemde kalmayı tercih ettikleri varsayılıyor ve devlet bunların hesabına ayrıca 1.000 lira yatırıyor.

Çalışanların söz hakkı yok; işverenlerin ve devletin teşvik olsun diye verdiği paralar, patronların anlaştığı emeklilik şirketine yatırılıyor.

Devlet bugüne değin bireysel emeklilik şirketlerine 12 milyar 400 milyon lira vermiş. Şirketler bu paraları faiz ödemeksizin onlarca yıl kullanacak. Sonrasını sormayın; kim öle kim kala.

Bu kadar özendirici kullanıyorlar ama yine de beklediklerini bulamadılar. Yaklaşık 7 milyon katılımcı düşünmüşlerdi; yarısına yaklaşabildiler. Herkes akılsız değil. Aylıklardan kesilen 50-100 liralarla emeklilikte refahlarını sürdürebilecekleri düzeyde gelir verilemeyeceğini biliyorlar. AKP çaresiz direniyor. Yeni bir yasa hazırlıkları olduğunu duyuyoruz; “pişman katılımcıyı” sisteme kazandıracaklarmış. Türkiye Sigorta Birliği Başkan yardımcısı BES’ten kaçış yok, yapmadan olmaz. Başka nerede para biriktireceğiz?” diye bir soru sordu. AKP, bu ve benzeri soruları yanıtlamak ve gereğini yapmak zorunda.

Kıdem Tazminatı Fonu, patronların en az 42 yıl süren bir rüyası… Bir türlü çıkarmayı başaramadılar.
Fon kurulması, yasalara ilk kez MC döneminde girdi. İş Yasasına 4.7.1975 tarihinde eklenen bir madde ile kıdem tazminatı fonu kurulması için bir yasa çıkarılması öngörülüyordu. Çıkaramadılar.
2002 yılına değin, çok tartışıldı ama kimse yasal sonuçları olacak girişimde bulunmadı. DSP koalisyonunun sonlarına doğru 2002 yılında 4857 sayılı İş Yasası görüşülürken, iş hukukunda öne çıkmış kişilerden bilim kurulu oluşturuldu. Kurul, bir tasarı hazırladı ancak uzlaşma sağlanamadığı için yasa çıkarılamadı.  İş Yasasının daha fazla gecikmemesi için, 1475 sayılı eski İş Yasasının Kıdem Tazminatının düzenlendiği 14. Maddesinin yürürlükte bırakarak geçici bir çözüm getirdiler.
2004 yılında toplanan çalışma Meclisi’nin en tartışmalı konusu kıdem tazminatı oldu. Yine uzlaşılamadı.

AKP, her zaman dilediği yasayı çıkarabilecek çoğunluğu elinde tuttu. Son yıllarda, giderek daha radikal, daha yıkıcı yasalar çıkarıyor, ancak kıdem tazminatı fonunu nedense gündeme getirmiyor. Patronların kulüplerinden de uzlaşı olmadan çıkarılmaması doğrultusunda öğütler geliyor. Neden bu konuda uzlaşı arandığını anlamak kolay değil. Belki de bilemeyeceğimiz, daha derinlerde başka nedenleri vardır.

***

Yukarıda yaklaşık 15 milyon çalışanın aylık gelirlerinden fon/sigorta gibi adlarla paralar kesilip patronlara aktarılmasından söz ettim.

Şimdi de emek sömürüsünün bir başka boyutuna bakalım.

Özellikle AKP döneminde çıkarılmış bütün YPK kararlarında, 5 Yıllık Kalkınma Planlarında, Orta Vadeli Planlarda, istihdam stratejisi metinlerinde şu sözler dikkat çeker: İş gücü piyasası esnekleştirilecek, yatırımcıların üzerindeki iş gücü maliyetleri azaltılacak.
Bunların çoğunu gerçekleştirdiler.

2016 yılında 6663 sayılı Yasayla, gerekçesindeki anlatımla, “çalışma hayatına güvenceli esneklik sağlayacak düzenlemeler yapıldı” aynı yıl çıkarılan bir başka yasayla, özel istihdam bürolarına geçici işçi sözleşmesi yapma yetkisi tanındı. 2017 yılında çıkarılan 7033 sayılı Yasayla 50’den az işçi çalıştırılan iş yerlerinde iş güvenliği uzmanı ile iş yeri hekimi istihdam etme zorunluluğu 2020 yılına ertelendi. Şu günlerde Mecliste görüşülmeye başlanan 130 maddelik torba yasada 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasındaki iş güvenliği raporu hazırlanıp Bakanlığa sunulmadıkça iş yeri çalışmaya açılamaz kuralının değiştirilmesi öngörülüyor.
Mecliste TTK ile ilgili düzenlemede küçük bir değişiklik yapıldıysa da TTK ile TKİ maden ocaklarının özelleştirilmesinin yolunu açacak düzenlemeler, torba tasarıda aynen duruyor. Bu arada postalar halinde çalışma yönetmeliği değiştirildi; turizm, sağlık, özel güvenlik hizmetlerinde çalışma süresi 12 saate çıkarıldı. Fazla Çalışma yönetmeliği değiştirildi işçiden her yıl yazılı onay alınması kuralı kaldırıldı.

Arabuluculuk dayatmasıyla yazıya başlamıştım, yine onunla bitireyim... İş Mahkemeleri Yasası Mecliste görüşülürken AKP’li Ali Özkaya tasarıyı şu sözlerle savundu: “Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde ‘sulh daima hayırlıdır’ diyor.”

Böyle bir durumdayız.

Kadir Sev / SOL

Bahçeli’nin barajı - ÖZGÜR MUMCU

Devlet Bahçeli, dün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayla MHP’nin bir baraj sorunu olmadığını yineledi. İYİP’in kurulmasıyla beraber MHP’nin baraja takılıp takılmayacağı tartışılmaktaydı. Bahçeli’nin yüzde 10 barajının çok ağır olduğunu söylemesiyle beraber, MHP çevrelerini bir baraj korkusunun alıp almadığı da gündeme geldi. 


Dünkü açıklamayla beraber MHP’nin bir baraj sorunu olmadığı ortaya çıktı. Bir siyasi partinin bir baraj sorunu olması için kendine özgü bir programla kamuoyunun önüne çıkması ve memleketi yönetmeye talip olması gerekmekte. Yani önce bağımsız bir kimliğe sahip bir siyasi parti olarak kabul edilmesi şart. Gelgelelim, MHP’nin siyasi hayatımızda bir anlam ifade edip etmediği belli değil. 
 
Devlet Bahçeli, en cevval AKP genel başkan yardımcılarından daha etkili bir şekilde muhalefete saldırmakla kalmıyor, aynı zamanda sayın Erdoğan’a koşulsuz desteğini sergilemekten de kaçınmıyor. 
 
Bugün benim diyen AKP’li siyasetçi, Erdoğan’a Devlet Bey kadar hizmet etmemektedir.
“Adalet ve Kalkınma Partisi ile cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini 2019’da sonuna kadar tesis etmek suretiyle çalışacağız” ve “Aynı safta, aynı yerde duracağız” ifadeleri MHP’nin artık tamamen AKP içinde eridiğini göstermektedir. 
 
MHP, Erdoğan’ın ve AKP’nin söylediği her şeyi onaylamakta ve söylemediği hiçbir şeyi dile getirmemektedir. 
 
“Ver Bilal’i Al hilali” diye atılıp tutulmuştur ancak neticede hilal karşılıksız şekilde AKP’ye teslim edilmiştir. Masasındaki saati bile 17:25’te sabitleyerek hesap soracağını iddia eden Bahçeli vaktiyle bütün söylediklerini reddederek uysal bir uydu olarak yörüngeye oturmuştur. Ancak uyduların dahi yörüngede kalmaları az da olsa kendilerine ait bir çekim gücüne bağlıdır. MHP’nin o çekim gücünü yitirdiği anlaşılıyor. Yakında uyduluğu da becerememesi ve Erdoğan gezegeninin yerçekimine yenik düşerek amaçsız bir meteor gibi atmosferden aşağı yuvarlanması yüksek ihtimal. 
 
Son zamanlarda harlanan AKP Atatürkçülüğü tartışmalarına, “HDP-PKKFETÖ yörüngesine giren CHP’nin Atatürk adını anmaya hakkı yoktur” açıklamasıyla katılması da uydunun düşüşünün hızlandığına işaret etmekte. Beraber cumhurbaşkanı adayı çıkartacak kadar sıkı işbirliği yaptığı bir partiyi kurucusunun adını anmaktan men etme cüretini göstermek artık Bahçeli’nin alışık olduğumuz siyasi zikzaklarıyla dahi izah edilemeyecek bir ruh hali. 
 
AKP, Numan Kurtulmuş’u ve Süleyman Soylu’yu kendi bünyesinde erittikten sonra gözünü Bahçeli’ye dikmiştir. Devlet Bey de hilali Erdoğan rejimine hediye etmeye dünden hevesli görünmektedir. 
 
Sayın Bahçeli rahat etsin. Partisinin bir baraj sorunu yoktur çünkü partisi artık AKP’nin bir alt teşkilatından öte bir kimlik taşımamakta. Vaktiyle “bir diktatör doğuyor” diye suçladığı birine, partisini yok etmek pahasına böylesine destek vermek her kula nasip olmaz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

James Petras: ABD istediğini alamadı, Lübnan yeni oyun sahası- ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

ABD’nin Ortadoğu politikası, İsrail ve Washington’daki Siyonist lobi tarafından yönlendiriliyor. Suudi Arabistan eksenli gelişmelerin arkasında da ABD var. Amaç İran’ı kuşatmak. Lübnan yeni oyun sahası. 
 Dünya sol hareketinin önemli düşünürlerinden biri James Petras. 80 yıllık ömrünü sınıf mücadelesiyle geçirdi. CIA destekli darbeyle devrilen Şilili Sosyalist lider Salvador Allende ve Venezuela’nın eski lideri Hugo Chavez danışmanlık yaptığı liderler arasındaydı. Brezilya Topraksız Köylüler Hareketi’nin içinde yer aldı. Bu güne kadar 62 kitaba imza atan Petras’ın Türkçe’ye çevrilmiş çok sayıda kitabı bulunuyor. Petras, New York’ta bulunan Binghamton Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Onursal Profesör. Çalışmaları özellikle Latin Amerika ve Ortadoğu üzerine yoğunlaşıyor.
Dünyanın ‘polisi’ olduğunu söylediği ABD’nin Ortadoğu ve özellikle İran politikasının İsrail ve Washington’daki Siyonist lobi tarafından yönlendirildiğini savunuyor. Petras’a göre Suudi Arabistan eksenli gelişmelerin arkasında da ABD bulunuyor.

James Petras, dünyadaki gelişmeleri ve bu gelişmelerdeki ABD rolünü BirGün’e değerlendirdi.

»Lübnan Başbakanı Hariri’nin istifasından Suudi Arabistan’daki tutuklamalara uzanan süreçte ABD’nin etkisini nasıl anlatırsınız?

Washington’un Salman liderliğiyle yakın iletişimde olduğu açık. ABD’den bir onay olduğuna dair şüphe yok. Trump destekledi. Damadı Jared Kushner’le Riyad’daki toplantı çok önemli bir faktördü çünkü o, Netanyahu ve yeni Suudi liderliği arasında aktarımı sağlayan araç (transmission belt) görevi görüyor. Kushner işin içine girmeseydi bunlar yaşanmayacaktı. Açık ki Lübnan Başbakanı Saad Hariri, emirleri Suudi Arabistan’dan alıyor. Olağandışı şekilde açıklamayı burada yaptı.

Kimseyle konuşulmadı
Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun dahil kimseyle bu konuyu görüşmedi ve bence bu da planın bir parçasıydı. Suudiler İran’ı provoke etmek istiyorlar; olay yaratmayla ve İran’ı kötüleyecek propagandayla ilgililer. Mesele Salman’ın gücü ele geçirme çabası. Bu da İsrail’le ilişkileri yakınlaştırmakla ve ABD’deki Siyonist kampanyanın bir parçası olan İran karşıtı kampanyayla bağlantılı. İran’la nükleer anlaşmayı sona erdirmek istiyorlar. İran’ın; Suriye, Hizbullah, Irak’ı birleştiren bir terörist ağın parçası olduğuna dair bir hava yaratmak istiyorlar. Çok açık ki Hariri ana aktörlerden biri değil, Suudi politikasının aracı olarak davranıyor.

Başarılı olacaklar mı?
Şu ana kadar bir başarı yok. Avrupalılar hâlâ İran’la beraber. Lübnan’da durum gergin ama henüz büyük bir kalkışmaya neden olmadı. Yemen’den Suudi havalimanına füze uydurması sadece provokasyonlardan bir başkasıydı. Tehlike Salman’ın ana oyuncu olduğunu düşünmeye başlaması. Eğer İran’a bir şekilde askeri bir eylem başlatmayı kafasına koyarsa, İran karşılık verir, ABD de Suudiler’i savunma pozisyonunda olur, bu da büyük bir yangının önünü açabilir.

Salman, yabancı yatırımcıların ilgisini çekmek yerine onları korkutuyor, büyük bir güvensizlik oluşturdu, müttefikten çok düşman kazandı. Uluslararası olarak kendini izole etti. Suudi Arabistan içinde herhangi bir gücün ilgisini çekmiyor. Katar’la sorun yaratıyor. Müttefikleri arasındaki en uygun askeri grup olan Mısırlılar Suudiler’e büyük bir sevgi beslemiyor. Yüzeyde gücü konsolide ediyor gibi görünüyor. Fakat çok istikrarsız bir pozisyonda.

Tek başarısı gücü ele geçirmek, karşıtlarını hapse atıp varlıklarını almak. Bu da ülkeyi modernize etmeleri için ülkeye getirebileceğini sandığı milyonerleri cesaretlendirecek bir işaret değil.
  
Lübnan, Suudiler’le İran’ın savaş alanına dönüşecek mi?
Suudi Arabistan için Lübnan, Hizbullah’a saldırmanın ve İsrail’le ittifak kurma girişiminin bir yolu. Umarım Suudiler Lübnan’da istikrarsızlık yaratamayacaklar ve İsrail’i bir askeri saldırı konusunda cesaretlendiremeyecekler. Ne yapılması gerektiğiyle ilgili Suudi-İsrail anlayışı İsrail’e karşı tek etkili direnişin altını oymak, bu da Hizbullah. Hizbullah bağımsız ve etkili bir politik güç, Suudiler’in belirleyici bir rol oynayabileceğini düşünmüyorum, en fazla İsrail’i cesaretlendirirler, ikinci olarak da iç çatışmaları kışkırtmaya çalışabilirler. Bazı teröristleri finanse edebiliriler.

Hariri kartını oynadılar. Hariri tamamen kuşatılmıştı, güçsüzdü ve Hizbullah’la baş edemiyordu, bu nedenle onu emekliye ayırdılar. Bu Suudiler için bir başka yenilgiydi. Ellerinde Hariri var, Suriye’de teröristler var, Katar’a boykotları var. Boykot bir felaket çünkü Katar’ı İran’a yaklaştıyor ve ABD ülkedeki askeri üslerini kurban etmek istemiyor… Kısacası, Salman yenilgilerin efendisi.

ABD’nin özellikle İran konusunda ama genel olarak Ortadoğu politikalarında İsrail’in etkili olduğunu ifade ediyorsunuz. Barzani krizinde ABD neden İsrail’den yana tavır almadı?
Barzani’nin hiçbir siyasi sadakati yok. Rejimini kim desteklerse onunla çalışıyor. Şimdi referandumla çizmeyi aştı ve ABD’yi kızdırdı çünkü ABD ve diğer ülkeler için Kürtler bir satranç taşı. Çıkarları olduğunda destekliyorlar, sonra terk ediyorlar. Barzani şu anda ana oyunculardan biri değil. Kürtler derin şekilde bölündüler ve şimdi süreç Suriye ve belki Irak’taki kalan petrol sahalarının kontrolü üzerinden evrilecek. IŞİD bitirildiğine göre Kürtler’e olan ihtiyaç da azalacak; en azından büyük güçler için.

Çin bir alternatif

İçeride güçlenen Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 19. Parti Kongresi’nde Çin’in bundan böyle politik, ekonomik, askeri ve çevresel konularda dünyaya liderlik edebileceğini ifade etti. Bu ABD için ne anlama geliyor?

Çin büyük adımlar atıyor. Ekonomik ağlarını geliştiriyor. Fakat askeri olarak savunmada. En azından son 30 yıldır savaşmıyor. O zamandan beri dünyaya ekonomik bağlar üzerinden angaje oluyor; yatırımlar, krediler, altyapı, vs… İkinci olarak Çin teknoloji, otomasyon ve diğer yüksek büyüme alanlarında olağanüstü düzeyde ilerledi. Hâlâ büyük bir üretim ve ihracat alanları var ama daha çok hizmet ve teknoloji ülkesi olma yolundalar. Çin uluslararası düzeyde yatırım bankasını kurdu. Latin Amerika, Asya, Avrupa’yla bağlar kurdular.

ABD ise ikili ticari anlaşmalar dayatabileceklerini var sayarak çatışmalar yaratıyor. Yedi ülkeyle savaşa girdi ve kim bilir daha kaçı kapıda. Askeri harcamaları (Çin’in) dört katı. Hükümetlerin devrilmesiyle bağlantısı var. İlişki içinde olmanın çok tehlikeli olduğu bir ülke. ABD diğer ülkelerle eşit düzlemlerde ilişki kuramıyor. ABD ülkeleri kaynakları için sömürürken ve pazarı ele geçirmeye çalışırken Çin en azından gelişmeye önemli katkılarda bulundu. Çin yardımsever bir kurum değil, kapitalist bir rejim; amaçları var, geçecek için tedbirleri var fakat aynı zamanda bence zeki liderler Çin’le hangi ittifakların kurulup hangilerinin reddedeceğini bilir. Genel olarak Çin, Washington’un yaptırım uyguladığı Venezuela gibi ülkeler için bir alternatif olabilir. ABD küresel şekilde konumlanmış bir dünya ekonomisindense küresel bir polis gibi davranıyor.

ABD Başkanı Donald Trump özellikle Kuzey Kore, Venezuela ve Küba gibi ülkelere yönelik sert ifadeler kullanıyor. Dediklerini yapacak mı?
Trump ilgi çekmeye çalışıyor. Mesajları çelişkili. Söylediklerini yapabilecek kapasitede değil. Rusya’yla anlaşabileceğini söyleyerek başladı, sonra geriye döndü ve şu anda Rusya’yla uzlaşmıyor. Bir taraftan çelişkili olan, diğer taraftan ise etkisiz bir dil kullanıyor. Bu Trump’ın kendi retoriğini
izleyemeyeceğiyle ilgili açık bir belirti. Çin’in tehdit olduğuyla ilgili konuşuyor, daha sonra Çin’le yeni büyük anlaşmalardan bahsediyor. Gerçeklik varsayımlarıyla ters düşüyor. Trump, söz verdiklerini gerçekte yapamayacağını, Wall Street’in; milliyetçi bir politika izlemesine izin vermeyeceğini anladı. NATO, ABD’nin gücünü konsolide etmedi. Trump, Ortadoğu’daki çatışmalarla bağlantısını kesebileceğini sandı ama İran’la çatışma tuzağına düştü.Fakat yine de tehlikeli bir politikacı çünkü hiç kimse kullandığı retoriğin ardından ne geleceğinden emin değil. Trump’ın ne tarafa yöneleceği ve hangi çelişkili tedbirleri alacağı büyük bir belirsizlik.

Venezuela ve Küba’ya yaptırımlar artıyor. Ne kadar ileri gidebilir?
Bunlar uluslararası ilişkilerde ikincil ülkeler. Küba politikası ticareti sınırlamak üzerine fakat turist acentaları onunla çelişiyor. Kapitalizmin önemli kesimleri izolasyon ve ablukaya dönüş politikalarına karşı çıkıyor. Turist gemileri hâlâ Küba’ya gidiyor. Büyükelçilikte sonik saldırı dedikleri şey tamamen aldatmaca. Kimse ciddiye almıyor. Trump Küba’ya ekonomik anlamda saldırma sözü veriyor fakat Küba’yla meşgul olan iş çevreleri Miami’deki Kübalı sürgünlerin içindeki sağ kanadı memnun etmeye dayalı bu retoriğe karşı çıkıyor.

Venezuela’yla ilgili ise bireylerin üzerine gidiyor, ABD’ye seyahatlerini ve banka hesaplarını kısıtlıyor. Fakat bu ABD’de bulunan Venezuela rafinerilerini etkilemedi. ABD’li petrol şirketleri buna karşı çıkıyor. ABD’de Venezuela petrolüne bağlı olan 10 binden fazla iş var.

***
ABD, Kürtleri tercih etti

-Türkiye’yle ilişkiler nereye doğru gidiyor?
Erdoğan, Esad’a, İran’a karşı bir unsur ve Rusya’yla zıtlaşmanın bir yolu olarak görüldü. Fakat hepsi geri tepti. Bence ABD şu an Erdoğan’la karşılıklı şüphelerle çalışma noktasında. Erdoğan ABD’ye güvenemeyeceğini biliyor, ama onlarla çalışması gerekiyor. Avrupa’yla da aynı şekilde ilerliyor süreç. Almanya’ya düşmanlık geri tepti. ABD Türkiye’yle ilgili neyi güvenceye alabileceğine bakıyor ancak Rusya’ya, Suriye’ye ve İran’a karşı bir müttefik olarak Türkiye’ye bel bağlamıyor. Sorun ABD’nin Kuzey Suriye’de ABD üslerini güvenceye almak için Kürtler’e bel bağlamış durumda olması. Bence Washington bu aralar Kürtlerle ittifakını Türkiye’yle ilişkisinin önüne koydu.
ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN

Suudi krizinin ekonomik politiği - HAYRİ KOZANOĞLU

Suudi Arabistan’da son dönem yaşananların merkezinde veliaht prens Muhammed bin Selman (MBS) bulunuyor. MBS’nin telaffuz ettiği “ılımlı İslam’ın” ekonomi cephesinde ne anlam ifade ettiğini madde madde tartışalım.

Suudi Arabistan’da son haftalarda yaşananlar, 32 kısım tekmili birden macera filmlerine parmak ısırtacak cinsten; düşen helikopterlerde ölen prensler; uçuşan füzeler; tutuklanıp şilte üzerinde yatmaya mecbur bırakılan şeyhler, komutanlar, prensler (gerçi mekân 5 yıldızlı Ritz Carlton Oteli !); rehin tutulduğu iddia edilen başbakanlar…

Ülkedeki gelişmelerin politik, stratejik, kültürel bir çok boyutu var. BirGün okurları Mustafa Kemal Erdemol, İbrahim Varlı ve tabii ki Doğan Tılıç’ın kaleminden gelişmeleri ince ayrıntılarına kadar izlemek şansı buldukları için ayrıcalıklılar. Ben de bu yazıda, Suudi Arabistan’da tanık olduğumuz olayların ekonomik boyutları üzerinde yoğunlaşacağım. Yalnız şimdiden “tarafsız” bir yazı olduğu güvencesini verebilirim; çünkü karmaşık entrikalar dehlizinde, bildiğimiz anlamda “taraf” olunacak, “sendikacı, solcu,laik aydın” benzeri karakterler yok...

1938’de Amerikalılar tarafından Dhahran’da ilk petrol üretiminin başlamasıyla birlikte Suudi Arabistan ciddi bir zenginliğe kavuştu. O tarihten itibaren Suudiler denince aklımıza petrol şeyhleri; Adnan Kaşıkçı, RTE hayranı ve Bodrum âşığı Velid bin Tellal gibi milyarder playboylar; Usama bin Laden, Çeçen Kasabı İbni el Hattap benzeri cihatçılar geliyor. Ne yazık ki, bırakın fizikçi, filozof, heykeltıraşı; tek bir yazar, mimar, tenisçi, akademisyen ismi bile hatırlayamıyoruz.
Suudi Arabistan’da son dönem yaşananların merkezinde, ismi MBS olarak kısaltılan, veliaht prens, Muhammed bin Selman bulunuyor. MBS’nin telaffuz ettiği, “ılımlı İslam’ın” ekonomi cephesinde ne anlam ifade ettiğini, gelin madde madde tartışalım:
1) Yıllardır Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP), ABD’nin Irak’ı işgaliyle simgelenen jeopolitik ve askeri boyutuyla sınırlı tartıştık. Halbuki BOP, önemli ekonomik potansiyeli bulunmasına karşın, henüz kapitalist küreselleşme sürecine entegre olamayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da “modernleşme” adımlarının hızlandırılmasını da içeriyordu. Çin ve Hindistan başta gelmek üzere Asya’nın diğer bölümlerinde, nüfusun %10-20 arası sınırlı bir kısmını kapsasa da, bir “yeni orta sınıf” ortaya çıkmıştı. Bu kesimlerin harcama kapasiteleri yanında, Batı’nın yaşam tarzına ve tüketim kalıplarına özentileri, “küresel talebe” canlılık kazandırmış, küresel ekonomik büyümeye hız katmıştı. Ortadoğu’da ise, servetin sınırlı sayıda egemenin elinde yoğunlaşması, nüfusun kalan kısmının mutlak yoksulluğu piyasa mekânizmalarının harekete geçmesini engelliyor. Kadınların ekonomik yaşama dahil edilmesi, eğitimin modernizasyonu BOP’un hem küresel ucuz emek havuzunu genişletmek, hem de tüketimi tetiklemek amaçlarına hizmet eder. MBS’nin “ılımlı İslam” açılımının kadınlara araba kullanma, iş kurma fırsatı gibi hamlelerini işte bu kapsamda değerlendirmekte yarar var.
2) “Arap Baharı” rüzgârlarının estiği dönemde, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in, Tunus’ta Zeynet Abidin bin Ali’nin devrilmesi, Bahreyn’de Şii çoğunluğun Halife sülalesine karşı ayaklanması Suudiler üzerinde travmatik bir etki yaptı. Can havliyle kamu çalışanlarının maaşlarına zam yapıldı, eğitim-sağlık başta gelmek üzere sosyal programlara ayrılan bütçe artırıldı, başta enerji olmak üzere sübvansiyonlar korundu. Bu dönemde petrol fiyatlarının yüksek seyri söz konusu paketin uygulanmasına izin verdi. Bir taraftan başta Suriye ve Libya’da Cihatçı hareketlere verilen destek, öte yandan İslami referanslarına karşın, bir şekilde seçim yoluyla iktidara gelmeyi amaçladıkları için Müslüman Kardeşler familyasına duyulan alerji nedeniyle, aktif mücadele bütçenin olanaklarını zorladı, hele bir de petrol fiyatları inişe geçince, ekonomik performansı iyice aşağı çekti.
3) Bilindiği gibi Suudi Arabistan’ın ekonomisi büyük ölçüde petrole dayanıyor. Suudi Arabistan OPEC üyesi ve hâlâ dünyanın en büyük petrol ihracatçısı. Bazı tezler, ekonomileri benzer biçimde petrole dayalı Rusya, İran, Venezuela gibi hasımlarını yıpratmak gayesiyle, ABD’nin Suudlar’a petrol arzını artırmak yolunda telkin yaptığını, bu nedenlerle fiyatların düşük seyrettiğini savunuyor. Diğer bir tez ise, tam aksine, Riyad’ın petrol piyasasına yeni arzı endam eden Amerikan kaya petrolü üreticilerine darbe vurmak amaçlı bir strateji izlediğini öne sürüyor. Çünkü Suudiler’in varil başına maliyeti 7-10 dolarken, kaya petrolcülerinin 50-60 dolar arasında değişiyor. Aralık 2016’da OPEC üyesi olmayan Rusya gibi ülkelerle mutabakat sonucu Suudi Arabistan’ın günlük petrol arzını 1.8 milyon varil kısmasıyla, fiyatlar istikrar kazandı, ülkenin stratejik “oyun kurucu” konumu kanıtlandı. Öte yandan, ihracatının %75’i, kamu bütçesinin ise %72’si petrol gelirine bağlı olan bir ekonominin petrol fiyatlarının oynaklığı karşısında ne denli kırılgan olduğu çok açık görülüyor.
4) Suudi Arabistan, ekonomisine bir yol haritası çizdirmek üzere Amerikalı Mc Kinsey danışmanlık firmasına Vizyon 2030 raporunu hazırlattı. Bilindiği üzere Mc Kinsey, “Sınırsız Dünya” (Borderless World) kitabının yazarı Japon Kenichi Ohmae gibi uzmanları, “bestseller” kitabı Doğan Kitap’tan, “Sınırlarını Zorla” ismiyle yayımlanmış Facebook CEO’su Sherlyl Sandberg türü ünlüleri portföyünde bulundurmuş, küreselleşme ideolojisinin bayraktarlığını yapmış bir “marka”. Vizyon 2030 özetle, Suudi Arabistan’ın neo-liberalizme yelken açmasını, kamu mülkiyetinin daraltılarak özel sektörün ağırlığının artmasını, kamu açığının daraltılmasını, ekonominin petrole bağımlılıktan kurtuluşu için sektörel çeşitlendirme yapılmasını salık veriyor. IMF’nin Ekim 2017 Suudi Arabistan değerlendirme raporu, Batı’nın finansal basınındaki olumlu yorumlar, uluslararası sermayenin bu tasarımının arkasında durduğunu gösteriyor. MBS’nin “amiral gemisi” Neom projesi, Kızıl Deniz kıyısında, alkol ve giyim kısıtlaması bulunmayan bir ortamda, plaj ve kumar merkezi yapma inşa etme tahayyülü de bu kapsamda.
5) Gelgelelim Suudi Arabistan ekonomisi, bunca büyük gelir ve servet uçurumlarına karşın, adı konmamış bir “sosyal sözleşme” temelinde ayakta duruyor. Ülkenin nüfusunun yaklaşık üçte birini, doğu ve güneydoğu Asyalı, hiçbir sosyal hakkı ve iş güvencesi bulunmayan göçmen işçiler oluşturuyor. Ülke ekonomisi bu disiplinli ve çalışkan işgücüne dayanıyor. Yağlı ihaleler, karmaşık bir yönteme göre Kraliyet ailesi mensubu binlerce prens arasında dağıtılırken, sade yurttaş ise, toplam istihdamın %70’ini oluşturan kamudaki işlerden, parasız eğitim, sağlık, sosyal güvenlik güvencelerinden yararlanıyor; baskıcı, şeriat temelli bir rejim belki de bu sayede, Şii azınlığı iyice ezerek ayakta kalıyor. Yerlilerin beceri gerektiren işlerde daha aktif olması planı ise, dini eğitim görmüş, analitik becerileri eksik bir insan malzemesi engeline takılıyor (bkz. Türkiye’nin geleceği). İşsizlik oranı vatandaşlar arasında %12.7, gençler için durum daha da vahim. Hatırlanırsa, MBS’nin Eylül 2016’daki maaşları düşürme kararı, özellikle ordu ve devlet mensuplarının tepkileri sonunda Mayıs 2017’de geri alınmıştı. Bu kısıtlar göz önüne alınınca, Vizyon 2030’un “sosyal sözleşmeyi” bozmaya yeltenmesi MBS’nin işini daha da zorlaştıracak.
6) Vizyon 2030’un önemli bir hedefi de “yabancı sermaye yatırımlarını” cezbetmek. Tutuklanan çoğu eski Kral Abdullah’a yakın prenslerin ve işadamlarının ayrıca banka hesaplarına ve mal varlıklarına el konulduğu bildiriliyor. Wall Street Journal’a göre, bu kapsamdaki toplam servet 800 milyar dolara ulaşabilir. Trump’ın tweetleriyle de desteklenen bu “yolsuzlukla mücadele” hamlesinin (bu arada Trump’ın sağ kolu Twitter’ın ortağı, Velid bin Tellal de Ritz Carlton’un misafirleri arasında!), ekonomik atılımın cansuyu olması hedefleniyor. Burjuva hukukuna göre “hukuken üstünlüğü”, “yatırım güvencesi” gibi teminatlar arayan küresel sermayenin bu “zorbalık” sonrasında, Kasım’daki 8. Riyad Ekonomi Forumu gibi atraksiyonlarla nasıl ikna edileceği bilinmiyor. Anlaşılan, MBS’nin geçen yıl Fransa seyahatinde “canım çekti” gerekçesiyle kendine 550 milyon dolara yat satın alması, “itibarda tasarruf olmaz” derin felsefesi kapsamında doğal kabul ediliyor.
7) Suudi Arabistan’ın ulusal petrol ve doğal gaz şirketi Aramco’nun satışı da MBS’nin gündeminde bulunuyor. Şirkete 2 trilyon dolar değer biçildiği, %5’inin “halka arzıyla” 100 milyar dolar gelir elde edileceği hesaplanıyor. Petrol fiyatları düşük seyrederken, böyle bir girişimin ne ölçüde isabetli olduğu bir tartışma konusu. Ülkenin en önemli varlığı, “saray mücevherini” özelleştirme yetkisinin neye dayandırıldığı, diğer pürüzlü bir nokta. Ayrıca Aramco’nun kârları %85 vergiye tabi. Bu oran korunursa, yatırımcıların halka arza sıcak bakmayacağı; vergi oranı aşağı çekilirse, bütçeye yaratacağı kaybın, “astarı yüzünden pahalı” bir sonuç yaratacağı akla geliyor. Trump, halka arzın New York borsasında yapılmasının güvencesini aldığını düşünüyor. Londra ise, 11 Eylül sonrası çıkarılan “Terörizme Karşı Yasa” nedeniyle, saldırı mağdurlarının hasılata el koyabileceği uyarısıyla, devreye girmeye çalışıyor. Kısaca, Aramco özelleştirilmesi nereden bakılırsa bakılsın netameli bir mevzu gibi görünüyor.
8) Donald Trump, Mayıs 2017 Riyad gezisinin ardından, 110 milyar dolarlık silah alım anlaşması yapıldığını duyurmuştu. Sonradan bu rakam doğrulanmadıysa da, Suudi-ABD “dostluğunun” en önemli dayanağının, İslami monarşiye yüklü silah satışları olduğu bilinen bir gerçek. MBS ile Trump’ın Yahudi kökenli damadı Jared Kushner arasındaki muhabbetin kaynağının da, sırf iki Milenyum kuşağı mensubunun “kimyalarının uyuşmasına” değil, “savunma ihalelerinin” baştan çıkarıcılığına da dayandığı tahmin ediliyor. İsveç merkezli SIPRI isimli kuruluşa göre, 2015’te başka Suudi Arabistan gelmek üzere, dünya silah ithalatının %20’si Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerince yapıldı. Daha ekim başında, Kral Salman’ın bizzat Moskova’yı ziyaret ederek Rusya’yla 3 milyar dolarlık S-400 füze savunma sistemi alım anlaşması imzalaması, Riyad’ın sırf Washington’a bağımlı kalmak istemediğinin, aynı zamanda silahlanmanın ülkenin kaynaklarını nasıl emdiğinin açık bir kanıtı.
9) Vahhabi ideolojisi doğrultusunda, Yemen’de, Suriye’de ve en son Katar’a yönelik saldırgan politikaların Suudi ekonomisine büyük maddi yük bindirdiğini söylemeye bile gerek yok. Türkiye ve İran’ın devreye girmesiyle Katar’a yönelik ambargo da geri tepti. Körfez İşbirliği Ülkeleri arasında, sermaye birikiminin kaynağını, “emlak, finans, ticaret, lojistik, iletişim, petrokimya” gibi birçok sektörde egemenlik kuran Suudi ve BAE firmaları oluşturuyor. Katar’la kriz, özellikle re-eksport işleri, lojistik faaliyetleri ile iştigal eden şirketlere büyük zarar verdi, MBS’ye karşı iş çevrelerinde ciddi bir hınç biriktirdi.
10) Fransız Başkanı Emmanuel Macron programında olmadığı halde soluğu apar topar Riyad’da aldı. Görünürdeki neden, Suudilerin Yemen’den atılan füzelerden İran’ı sorumlu tutarak “savaş hali” ilan etmesi. Fransa, BM Güvenlik Konseyi üyesi sıfatıyla, İran’da 2015’te imzalanan “nükleer anlaşmanın” taraflarından birisi. Ne var ki, Macron’u yerinden fırlatan, anlaşma sonrası yumuşama ortamında, özellikle İran’la geleneksel ticari bağları bulunan Fransa ve  İtalya’nın petrol karşılığı yüklü ihaleler alması olmalı. Nitekim 2016 yılında Fransa’nın İran’a ihracatı 3 kat artarak 2 milyar dolara ulaştı. Trump’ın nükleer anlaşmayı geçersiz saydığını söylemesi, Suudi Arabistan’ın ortalığı germesi, ABD ile AB arasındaki başlıca gerginlik konularından birisi. Özellikle ekonomik büyüme sıkıntısı yaşayan Fransa ve İtalya için İran’a yönelik husumet büyük endişe kaynağı.

HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

‘Gücünü mücadelesinden almış’ bir ‘karizmatik’ti: Arafat’sız 13 yıl - MUSTAFA K. ERDEMOL

‘Resmi’ düşmanlarından çok kendi dünyasından düşmanları oldu. Aynı inançtan, aynı gelenekten, aynı kültürden geldiği ülkelerin, kurumların, kişilerin ihanetine çok uğradı.

 Muhammed Abdurrahman Abdurrauf Arafat el-Kudva el-Hüseyni birçok kişi için bir anlam ifade etmez. Ebu Ammar’ı herhalde Filistin Davası’ndan haberdar olan herkes bilir. Arafat’ı ise bilmeyen yoktur. Bunların hepsi tarihi bir kişiliğe, kendisini “vatanı elinden alınmış bir göçmen” olarak tanımlayan tek bir adama, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün efsanevi lideri Yaser Arafat’a ait adlar. Uzun olanı gerçek adı, soyadı, ikincisi kod adı, üçüncüsü ise büyükbabasının adıdır ama dünya siyaset sahnesinde en çok onunla tanınmıştır. 

Eski Filistin Devlet Başkanı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yasir Arafat, 11 Kasım 2004’te Fransa’nın başkenti Paris’teki Percy Askeri Hastanesi’nde 75 yaşında öldü. Tam 13 yıl önce. Zehirlenerek öldürüldüğü yolundaki iddialar daha sonra naaşı üzerinde yapıldığı belirtilen incelemeler sonucu “çürütüldü” dense de ölümü konusundaki kuşkular hala ortadan kalkmış değil.

Arafat’ın ölümü üzerine yazdığım bir yazıya “İsa’nın Yeniden ölümü” başlığını atmıştım. Okuyanda, “ne ilgisi var?” sorusunu uyandırması bir yana, bu ifade, bir hayli risk de taşıyordu. İnanalım ya da inanmayalım dini anlamda çok özel biri olan İsa’yı sıradan bir ölümlü ile karşılaştırıyordum çünkü. Üç büyük semavi dinden birinin peygamberini, insanlığın mücadele tarihinde benzerleri çok görülebilecek olan Arafat gibi bir şahsiyetle benzeştirmek en hafifinden, “kıyas”lamada densizce bir cüret sayılabilir. Doğrudur gerçekten. Bu “cüreti” göstermemdeki neden, ister peygamber, ister sıradan bir ölümlü olsun, birçok insanın tarihin farklı dönemlerinde benzer mücadeleler verdiklerine inanmış olmamdan kaynaklanıyordu. Yoksa Arafat’a, ilahi bir kisve giydirip, yaptıklarını abartmak gibi bir niyetim yoktu. Arafat, kelimenin tam anlamıyla karizmatikti. Muradım bunu vurgulamaktı.

Siyaset biliminde, karizma bir “meşruiyet” kavramıdır. Lidere/kişiye yüklenen sıradışı özelliklere ortak inanç olarak tanımlanır. Bu “inanç”ın doğru olup olmadığı değil, nasıl üretildiği önemlidir. Örneğin Castro için Küba’da halkın “Fidel bir anda iki yerde birden bulunur” demesi ya da Atatürk’ün halk arasında dile getirilen kimi davranışları örnektir buna. Karizmatik bir lider, sistemin meşruiyet kaynağı olabiliyor.

“Karizma” aynı zamanda talihsiz de bir sözcük. Gerçek anlamlarından haberdar olmadan kullandığımız birçok örnek vardır böyle. Sözcüğün talihsizliği, günümüz paparazzi dünyasında, cinslerarası ilişkilerde, kadın ya da erkek muhatabın “cazibe”sini vurgulamak için kullanılır hale getirilmesi. Arafat için kullanıldığında komik olmaz ama sözün gelişi Tom Cruise için kullandığınızda, kelimenin asıl anlamından haberdar olanları güldürürsünüz.

Çünkü “karizma” sözcüğü din kaynaklıdır. Hıristiyan terminolojiye aittir. İsa’nın, takipçileri adına çektiği sıkıntıyı ifade eder. İsa’nın, iddiaya göre, çarmıha götürülürken kendisini taşlayanlar için,“Tanrım onları affet, çünkü bilmiyorlar,” dediği söylenir. Bunu ya da benzerlerini ifade eden sözcüktür “karizma”. Temelinde “gücünü Tanrı’dan alan acıya karşı direniş” anlamı da yatar.
İsa’nın kendisine inananlarınkini yüklendiği gibi, Arafat’ta, dünyanın en talihsiz halklarından biri olan Filistin halkının acısını yüklenmiş, mücadelesini, elbette çokca yanlış da yaparak sürdürmüş, yani tam da Ortadoğu coğrafyasına uygun bir karakter olarak, “gücünü mücadelesinden almış” bir “karizmatik”ti. Bu yüzden ölümüyle ilgili yazdığım yazıda “İsa yeniden öldü” demiştim. Her karizmatik’in ölümü acıya direnmenin de ölümüdür çünkü.

Kişisel acıları da tüm yaşamını kaplamıştır Arafat’ın. Örneğin dört yaşında öksüz kalmıştır. Eşinin ölümünden sonra yedi çocuğuna bakamayan babası ile ilişkileri iyi olmayan bir evlattı. Babası öldüğünde cenazesine katılmayacak kadar kötü bir ilişkisi vardı. Mezarını bile hiç ziyaret etmemiştir. Kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazetecilere ailesiyle ilgili soru sorulmamasını şart koşmasını anlayabiliyor insan.

“Resmi” düşmanlarından çok kendi dünyasından düşmanları oldu. Aynı inançtan, aynı gelenekten, aynı kültürden geldiği ülkelerin, kurumların, kişilerin ihanetine çok uğradı. “Resmi” düşmanı İsrail’le yaptığı barış görüşmesini eleştiren İslam ülkelerinin bazıları, İsrail’le gizli kapaklı ilişkiler yürüten ülkelerdi. Sığındığı kardeş(!) Müslüman ülkelerden kovuldu yıllarca. En büyük desteği zaman zaman ters düştüğü Hafız Esad’dan gördü. Esad, Arafat’a kızgınlık duysa da binlerce Filistinli’yi topraklarında barındırdı, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne koşulsuz destek verdi. Bunun dışında Arafat ve davası İslam dünyasından beklediği desteği hiçbir zaman tam olarak alamadı.

Liderliğinde dengeleri korumaya ne kadar dikkat ederse etsin, bazen tavizkar tutumları da oldu. Yaşamın sonlarına doğru Filistin’de gelişen İslami örgütlere karşı kesin bir tutum almadı. Bunun ne kadar yanlış olduğu ölümünden sonra anlaşıldı. İslamcı Filistinli örgütler, FKÖ’nün tüm dünyaya kabul ettirdiği Filistin Davası’nı gerilettiler. Hamas, Dava’yı da Filistin’i de ikiye böldü. Yakın zamanda, El Fetih’le yeniden uzlaşıncaya kadar bu bölünme devam etti.

Arafat, İsrail ile ABD’nin ısrarla söylediği gibi “terörü” bir yöntem olarak asla benimsemedi. İsrail yayılmacılığı ve “devlet terörü” karşısında halkı adına meşru savunmaydı yaptığı. Bunu, zamanı geldiğinde İsrail’le barış müzakereleri yapmakla gösterdi. 1991’de Madrid Konferansı’nda yaptığı buydu. 1993 Oslo İlkeler Anlaşması’nda da barış için çabaladı. 2000 Camp David Zirvesi de bunların arasındadır. Bu çabalar sıralanırken, çokça taviz verdiği de görmezden gelinmemeli. Liderliğini daha sonra bir hayli sorgulatan tavizlerdir bunlar. Bu nedenle Filistin’deki sol örgütlerin desteğini tamamen kaybetti. Ama “ne olursa olsun barış” talebinden vazgeçmedi. Bu nedenle, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ile birlikte 1994 Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Aldığı ödülle dünyaya lİderliğini, gücünü, “karizmasını” bir kez daha göstermişti ama Filistin’deki laik, merkez sol zemini Hamas başta olmak üzere İslamcılara kaptırmıştı. Ölümünden sonra birliği parçalanmış, uğruna mücadele edilecek toprak parçası azalmış, dünya kamuoyunun desteğini eskisi kadar alamayan bir Filistin bıraktı arkasında.

Düşmanlarının saygı duyduğu “kardeş  ülkelerin” evlerinde barındırmayıp ülke ülke süründürdüğü bu “vatansız göçmen” yanında çok az kişi barındırdı. Güvenmediği için uzak durdu birçok kişiden. Kendi kendinin “sürgünüydü” biraz da.
Ama 13 yıldır yok ve Filistin gerçekten çok ama çok sessiz.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Yaşlı bir cahilin fuar anıları - ORHAN GÖKDEMİR

“İstanbul kitap fuarı neden İstanbul’da değil?” diye soruyordu bir kitapsever.
Çok haklı bir soru. Birkaç İstanbul var artık. O İstanbullardan bir kısmının bir merkezi bile yok. Mesela Küçükçekmece.
Neresi ola ki merkezi?
Eskiden Küçükçekmece gölü kıyısında küçük bir köyden ibaretti. Göl kenarındaki yazlıklarıyla güzel bir yer bile sayılabilirdi. Tren geçerdi içerisinden. Şimdi tren geçmiyor, söküp attılar. O güzelim durakları da. Göl kenarında gölle köyün bağını silip atan yüksek biçimsiz binalar yükseliyor AKP usulü. Eski köy merkezine ne girmek mümkün ne çıkmak. Meydandaki turşucuları yıktılar, “sarı kanarya” kuru fasulyeciler trenle beraber çekip gitti. Mezbaha sökülüp taşındı, o meşhur kasaplardan da, şahane dönercilerden de kurtarıldı meydan. Tam ortasında bir “fışkiye” var şimdi, etraf beton. Kimliksiz kişiliksiz bir Ankara kasabasına döndü güzelim köy.
Fuara “metrobüs”den başka bir araçla ulaşmak mümkün değil. O da sürprizli bir araç. Binmek şans işi; bindin diyelim, inmek de şansa bağlı. Çekmece kıyısında duruyor otobüs. Yarım saat bekliyoruz. Yolun birinde kazı çalışması var. Kazısız olmaz. Bir tür ibadete döndü inşaat uzun zamandır çünkü. Ekonomimiz, her şeyimiz inşaata, kazıya, betona, sarı Tayyiban kamyonlarına bağlı.
Küçükçekmece Köyünün az yukarısındaki eski adı “Safraköy” olan ama neden sonra “safra”sı atılıp “sefa”ya dönüştürülen duraktan binip fuara uzun bir yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Küçükçekmece neyse fuar da o. Kitaplar olmasa ucunda, şehirdeki aynı bildik kakofoni burada da sürüyor.
Peki, burası İstanbul mu gerçekten?

***
Ulaşımda çektiğimiz onca sıkıntıya rağmen az zaman var fuara ayıracak. Kitap imzalayacağız, ardından Silivri’nin yolunu tutacağız. Silivrili dostlarla, yoldaşlarla “başka türlü bir cumhuriyetin imkânları” üzerine sohbetimiz var. Ama önce kısa bir fuar turu. Şanslıyım, Tekin de, Yazılama da, Say da aynı salonda. Zaten anca bir salonu dolaşmaya vaktim var. Hızlı bir tur atıyorum. Kalabalık, en çok da abur cubur basan yayınevleri önünde.
Bazı kitapları gözüme kestiriyorum o kalabalıkta. Yazılama’da pek çok yeni kitap var. Şimdilik Jörg Kronauer’in “Yeni Alman Dünya Politikası-Her Zaman Tetikte”sini ve Nevzat Evrim Önal’ın “Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar”ını not edeyim. Say’da benim de katkım olan ve Bruno’nun cumhuriyetçi çetesini konu edinen “Yasaklanmış Evren” yetişmemiş. Ama müthiş bir kitap var tezgâhında; “Aklın İmparatorluğu-Zerdüşt’ten Günümüze İran Tarihi”. Yazarı Michael Axworthy. Berfin Yayınlarında bir hazine buluyorum. Arif Tekin’in “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni”ni fuardan önce okudum. Etkileyici bir çalışma. Arif Tekin eski bir imam. Kendi kendini yetiştirmiş. Sonra Turan Dursun’un izinden yürümeye karar vermiş. Pek çok ürün vermiş az zamanda. “Bilinmeyen Yönleriyle Muhammed’in Ölümü”, “İslam’da Cinsellik”, “Muhammed’in Hocaları” fuarın getirisi. “Hocalar”dan başladım, pek çok şey öğrendim.
Tekin’den Doğan Avcıoğlu’nun “Rejim ve Devrim”ini edindim. Kitabı hazırlayan, yakın zamanda kaybettiğimiz Doğan Yurdakul. Kitap “Yön” ve “Devrim” dergilerindeki Avcıoğlu yazılarından yapılan bir seçki. Kazım Eroğlu ile Tekin’de ayaküstü tanışıyoruz. “Kulluğa Yoktur Rızamız” onun yeni verimi. Diyor ki Eroğlu, “Alevilerin feodal Selçuklu ve Osmanlı yönetimlerine karşı yürüttükleri sınıf mücadelesi görülmeden Alevilik kavranılamaz.” Yani salt din meselesi değil mesele. Hem ne zaman din meselesi dünyevi meselelerden ayrılabilmiş ki?
Bugünkü gericiliğin arkasında da azgın bir paylaşım savaşı yok mu?

***

“Liva-i Resmo”, Resmo Livasının tahrir defterleri üzerine bir çalışma. Yazarları Evangelia Balta ve Mustafa Oğuz. Resmo Girit’in büyük kentlerinden biri. Eskiden adadaki dört yönetsel merkezden biriymiş aynı zamanda. Evangelia Balta Karamanlılar üzerine çok değerli çalışmaların yazarı. Kendisi de bir Karamanlı, Kavalalı. Eserleri arasında Karamanlıca yazın üzerine hacimli bir kitap var; “Gerçi Rum isek de, Rumca Bilmez Türkçe Söyleriz.” Karamanlılar Rumca bilmemelerine ve Türkçe konuşmalarına rağmen Ortodoks Hıristiyan oldukları için mübadelede karşı kıyıya sürülmüş bir halk.
“Mehmet Talat Paşa”, Prof. Dr. Hasan Babacan’ın çalışması. Tevfik Çavdar’ın “Talat Paşa”sı ile birlikte bir devrimcinin portresini anlamak için değerli. Jakop Phılıpp Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu Tarihi”nin ilgimi çekmesinin sebebi serde Karadenizlilik olması. Nevzuhur gericiliğin üzerine bir kâbus gibi çökmesine rağmen hala sırlar barındıran bir kent, bir bölge burası. “Rusya Tarihi”, Akdes Nimet Kurat’ın bir çalışması. Kurat, Ekim Devrimi kaçkını “Türkçü” bir Tatar vatandaşı. Devrimden sonra yolunu bulup kaçmış, Almanya’da tarih eğitimi almış, Türkiye’ye yerleşmiş. Temel ilgi alanı Rusya tarihi. “Rusya Tarihi” adlı çalışması başlangıçtan 1917’ye kadar olan Rusya tarihini inceliyor.
Madem yazı ile ilgili sohbetimiz, iki ilginç çalışmayı zikrederek bitireyim. İlki Prof. Dr. Nuray Yıldız’ın “Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu” adını taşıyor. Taştan deriye, kemikten papirüse pek çok yazı malzemesi inceleniyor kitapta. “Eskiçağ”dan kasıt ise daha çok Yunan-Roma eskiçağı. “Türk Yazı Devrimi”, Bilal N. Şimşir’in çalışması. Anlaşılacağı gibi o üzerine çok konuşulan fakat az şey bilinen “Latin elifbasına geçiş”in tarihi üzerine bir çalışma. Yarım kalan devrimimizin devrimci işlerinden birinden söz ediyor. Arap elifbası aşkının yeniden nüksettiği bu günlerde mutlaka okunmalı.
 
***

Elimde ağır bir poşet fuar alanının çıkış kapısındayım. Övünç’le Silivri’nin yolunu tutuyoruz. Silivri, fuar alanına yarım saat mesafede. Normal şartlarda tabii. İstanbul’da normal şart ne gezer? Silivri’de belediyenin restore ettiği bir taş binada söyleşimiz. Oldukça sıcak, sevimli bir mekân burası. Yeni bir cumhuriyeti konuşmak için az ama yeni bir cumhuriyet kurmak için yeter sayıda yoldaşımız var salonda. Tuhaf, söyleşi bir yerinde Karadeniz’e doğru meylediyor. Sonra gelenler arasında epey bir Karadenizli olduğunu anlıyorum. Ülkemizde çok şükür hala hemşeriliğin bir hatırı var!
Silivri merkezini yitirmemiş bir kasaba. Bu da onu sevimli kılıyor. Denize açılan her yer eninde sonunda sevimlidir. Dedim ya serde Karadenizlilik var. Dönüşte yeni bir cumhuriyet kurduğumuzda yıkmamız gereken ne kadar çok şey olduğunu konuşuyoruz.
Devrime rağmen kirli sarı Tayyiban kamyonlarına muhtaç olacağımızı fark edip kederleniyoruz.

***

“E hep kitap mı anlatacaksın” dediğinizi duyar gibiyim. Evet. Son biri iki yazıdan sonra öfke titreşimleri dolaştı havada. Arkadaşlardan biri pek cahil olduğumu ima etti. Diğeri –Dionysos affetsin- yazılarımı sarhoş yazdığımı, o nedenle de ne dediğimin farkında olmadığımı söyledi. Hayır, o bilgili ve ayık arkadaşları tekzip ediyor değilim. Cahilim, öğrenmeye çalışıyorum. İçkiyi severim ama çok içtiğim söylenemez. Doğru; içkideki vergi oranı alkol oranını geçeli beri bunda bir gericilik sezdiğimden, bir direniş mevziisi olarak görüyorum içkiyi ve içmeyi. Çok şükür, Ermenilerimizi ve Rumlarımızı azaltan mübadeleden sonra kaybolan içki kültürünün yeniden yeşermesi için elinden geleni yapıyor AKP. Halkımız artık sadece içici değil, üretici de. Sevinçliyiz hepimiz, neşe doluyoruz bunu görünce.
Gördüğünüz gibi aldım kitaplarımı, dersime çalışıyorum. Affettireceğim kendimi eleştirmenlerime. Dilerlerse Alper Taş gibi okurken “selfie” çekip gönderebilirim de. Böyle bir iklimde her söz karşılık bulur, her şey mümkündür!
İçmeyeceğiz madem, yürüyüşe çıkalım bari. Kemal Beyi de çağırırız belki, hep birlikte adalet ararız!

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...