Misak-ı Milli ile kurtulduk - ALİ SİRMEN

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’da toplanmasının üzerinden henüz bir hafta geçmeden, Trump’ın Kudüs kararını reddetme önerisinin, BM Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 14’ünün oylarına karşılık, ABD’nin vetosu ile geri çevrilmesinin ardından bütün İslam âleminin gözlerinin BM Genel Kurul toplantısında yapılacak Kudüs görüşmelerine çevrildiği bir sırada, Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed ile Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan arasında patlak veren nahoş tartışma kimilerinin akıllarını başlarına getirememiş ise, bundan sonra da bir daha asla getiremeyecek demektir. 
 
Yok, yok gâvura kızıp oruç bozar gibi, Abdullah bin Zayed’e kızıp kafa bozarak, “bizi sırtımızdan hançerleyen Araplar!” teranesini yeniden ısıtıp önünüze sürecek değilim. Zira haddini bilmez Bin Zayed’in kahraman “Medine müdafii” Fahreddin Paşa’yı kutsal emanetler hırsızlığıyla suçlamaya kalkması ne denli edepsiz bir gaflet ise, “bizi sırtımızdan hançerleyen hain Araplar” teranesi de o denli büyük bir tarihi aymazlıktır ki bundan zamanında uyanamamamızı şimdiye dek yeterince pahalıya ödedik.
***

Hıfzı Topuz’un Namık Kemal’i anlattığı kitabının “vatan şairi”miz ile Batılı aydın Dandrino’nun konuşmasına yer verdiği bölümünde, Namık Kemal’in kaybına üzüldüğü vatan topraklarının yasını tutmasını eleştiren Avrupalı aydın şunu söyler:
- Oralar sizin değil, başkalarının vatanı, siz orada yabancısınız! 

 
Osmanlı aydın ve yurtseverinin açmazını bu hayali diyalogdan daha iyi vurgulayan bir sahne bulunamaz. Vergi gelirlerine yabancı güçler tarafından el konulmuş, öz toprakları üzerinde ve başkentinde yargı erki dahil, egemenlik hakları yabancılar tarafından parsellenmiş Osmanlı, kendisini üzerindeki hükmü gerçekten bekçilikten öteye geçmeyen toprakların egemeni sanıyor, buraları asıl sahiplerinin desteği de olmaksızın elinde tutmak için Anadolu çocuklarının kanlarını döküyordu. Bu ortamda, “hürriyet!” avazeleri arasında gelen meşrutiyet, toprakların gerçek sahiplerinin mi, yoksa bekçilerinin mi özgürlüğünü ve refahını sağlayacaktı? Bütün bu unsurları, tek bir Osmanlı kimliği altında birleştirmek, aslında olmayacak bir duaydı ve Osmanlı’nın son dönemi bu olmayacak duaya nafile “amin”le geçti. 
 
Arap kendini Osmanlı ile ne aynı ulusun parçası ne de aynı dinin kardeşi olarak görüyordu.
Osmanlı kimliği ve “Araplarla din kardeşliği dayanışması” Osmanlı’nın hüsnü kuruntusuydu. Araplar, 1. Dünya Savaşı sırasında, bu gerçeği görmemekte direnen Osmanlı’nın peşinden değil, bu gerçeği fark edip kendi çıkarına kanalize eden Lawrence’ın ve İngilizlerin peşinden koştu.
Bu durumda bizim için bu boş saplantıdan sıyrılmadan kurtuluş yoktu. 

***

Nitekim kurtuluş, o saplantıdan vazgeçişle geldi.
Vazgeçişin belgesi Misak-ı Milli idi.
Misak-ı Milli ulusal sınırlar içinde kalan bu vatanın evlatlarını, onun dışında kalanların sorumluluğundan, yükümlülüğünden halas ederek kurtarıyordu.
Misak-ı Milli, toplumu kendisinin olana sahip çıkarken kendisinin olmayandan da vazgeçirerek, başka bir deyişle yalnız aldıklarıyla değil, aynı zamanda bıraktıklarıyla evlatlarını kurtarıyordu.
Bu şekilde hem vazgeçen toprakların, hem de vazgeçilen toprakların evlatları aynı anda birden kurtuluyorlardı.
Bu gerçeği gözler önüne seren son tartışma, bize bir kez daha bölgeye ve Arap dünyası ile İslam âlemine doğru yaklaşımın ne olduğunu göstermiştir.
Son yıllarda, tarihi gerçeklerle de bağdaşmayan kof bir Osmanlılık tutkusu peşinde koşma uğruna bir yana bırakılan, Cumhuriyet’in temel felsefesi doğrultusundaki politikaya bir an önce dönülmediği takdirde, yeni zararlar, kayıplar ve hüsranlar yaşanması da kaçınılmaz olacaktır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Gerici uygulamaların kolaylık nedeni! - RIFAT OKÇABOL

Okullardan gelen gerici uygulamalarla ilgili haberler her gün artıyor.
Bu durumun okullardaki kadrolaşmaya paralel olarak çoğaldığı görülüyor. İlk ve ortaöğretimdeki müdür ve müdür yardımcılığı görevlerini ağırlıklı olarak din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmeni ya da, imam hatip/ilahiyat okumuş kişiler yürütüyor.  Mart 2014’te çıkarılan dershane yasasıyla, 8 yılını tamamlamış müdür ve müdür yardımcılarının görevlerine son verilmesi, okullardaki bu tür kadrolaşmayı kolaylaştırmış bulunuyor. Yine dershane yasasıyla, proje okulu uygulamasının getirilip toplumun önem verdiği liselerin proje okulu kapsamına alınarak, nitelikli liselere de müdür ve müdür yardımcısı yanında öğretmen düzeyinde de kadrolaşma fırsatı yaratılmıştır (proje okulu uygulamasında Danıştay’ın iptalden yana olurken, Anayasa Mahkemesi’nin projeyi benimsemesi insanı şaşırtıyor).

Okullardaki gericileşme uygulamaların yaygınlaşmasının ikinci nedeni de bakanlığın merkez bürokrasisindeki kadrolaşma oluyor., İktidarın desteği yanında bakanlık bürokrasisinin de arkalarında olduğunu bilmeleri, okul yöneticilerinin gericileşme cesaretini artırıyor. 2011’inde çıkarılan 652 sayılı KHK ile bakanlığın üst düzey bürokratlarının görevleri sona erdirilmişti. Bu KHK maddesi, bakanlıkta muhalif ya da tarafsız bürokratların gönderilmesini ve yerlerine ağırlıklı olarak cemaat mensuplarının getirilmesini kolaylaştırmıştı. Dershane yasasıyla yeniden üst düzey bürokratların görevleri sona erdirilmişti. Bu kez de bakanlıktaki cemaatçiler yerine, birebir AKP’li olanlar getirilmişti.  Ayrıca 652 sayılı KHK ile bakanlıkta sözleşmeli bürokrat istihdam edilmesi de kolaylaşmıştı.

Bu arada, bakanlığın beyni ve karar organı durumunda olan Talim ve Terbiye Kurulu (TTK)’nun da giderek, yönetmelik ve yasalarla oynanarak,  daha gerici bir yapıya indirgendiği görülüyor.  31 Ocak 1993’te çıkarılan TTK Yönetmeliği, AKP iktidarından önce 4 Aralık 1999’da değiştirilmişti. AKP ise bu yönetmeliği 17 Ekim ve 8 Kasım 2003’te, 8 Ağustos 2006’da, 12 Eylül 2012’de ve 28 Eylül 2016’da değiştirmiş bulunuyor. 2006 yönetmeliğinin 25. maddesine göre TTK üye dağılımı şöyle oluyor: Matematik-fen bilimleri (4 üye), sosyal bilimler (2), dil bilimleri-Türkçe, Türk dili ve edebiyatı, yabancı dil- (3), meslekî ve teknik eğitim (2), güzel sanatlar, beden eğitimi ve spor (1), rehberlik ve psikolojik danışmanlık (1), program geliştirme (1) ve eğitim yönetimi  ve denetimi (1). 2006 yönetmeliğinin 26. maddesine göre TTK üyesi olmak için “öğretmen menşeli olup çeşitli öğretim ve yönetim kademelerinde görev yapmış olmak” gerekiyor.

652 sayılı KHK‘nin 28. maddesi ile TTK’nin yapısı da değiştirilmişti: Üye sayısı 15’ten 10’a indirilirken, TTK üyelerinin “eğitim ile ilgili alanlarda öğretim üyeleri, en az on yıl süreyle öğretmenlik veya okul yöneticiliği yapmış olanlar ile kamu görevlileri arasından” seçilir denerek öğretmen olmayana da üyelik yolu açılmıştı. Mart 2014’te çıkarılan dershane yasasıyla da, karar organı olan TTK,  inceleme birimine dönüştürülmüştü.  2016 yönetmelik değişikliği ile de, daha önceki yönetmeliklerde var olan, “ Kurul Başkanı ve üyelerinin atanabilmesi için 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48'inci maddesindeki[1] şartlar ile 68'inci maddesinin (B) bendindeki[2] şartları taşıması gerekir” maddesi yürürlükten kaldırılıyor.

Bu yürürlükten kaldırma, TTK üyesi atamada keyfiliği getiriyor (yasanın memur olmak için aradığı koşulu yönetmeliğin iptal etmesi yasal olmadığından, Danıştay’ın bu iptal maddesini, iptal etmiş olması gerekiyor.

Benzer gerici kadrolaşmanın üniversitelerde de gerçekleştiği biliniyor. Doğramacının YÖK başkanlığında ağırlıklı olarak Türk-İslam sentezci kişiler rektör ve dekan yapılmıştı. Bu durum Gürüz’ün YÖK başkanlığında da yaygın olarak devam etmişti. A. Gül Cumhurbaşkanı olunca, Şule Dede’nin[3] belirttiği gibi, çoğunluğu dini referansları öne çıkan kişileri rektör atamıştı. Günümüzde de benzer durum devam etmektedir: Son atanan 9 rektörün dokuzunun da ilahiyatçı olduğu söylenmektedir.
“Kılavuzu karga olanın…” denmesi boşuna değil herhalde!

Rıfat Okçabol / SOL


[1] Devlet memurluğuna alınacaklarda aşağıdaki genel ve özel şartlar aranır. A) Genel şartlar: 1. Türk Vatandaşı olmak,(1) 2. Bu Kanunun 40’ncı maddesindeki yaş şartlarını taşımak, 3. Bu Kanunun 41’inci maddesindeki öğrenim şartlarını taşımak, 4. Kamu haklarından mahrum bulunmamak.
[2] Üst derece kadrolara atanabilmek için gerekli hizmet süreleri.
[3] Bkz. ‘Gül’ kokulu rektörler, takunyalı üniversite, Bilim ve Gelecek, 104, Ekim, 6-30.

Servet mülkiyetinde yabancılaşma - KORKUT BORATAV

Yabancı Sermaye Akımları; Yabancıların Mülkiyeti…
2003-2016 yıllarının tümünde dış dünyadan Türkiye’ye (net olarak)  600 milyar doları aşkın yabancı sermaye girdi. Bir bölümü doğrudan yatırımlara, hisse senedi, tahvil alımına, mevduata bağlandı; gerisi bankalara, şirketlere, devlete açılan kredilerden oluştu.
Peki, bu “paralar” ne oldu; bugün nerede?
Bir kere, her yıl bu (ve önceki) yatırımlardan kaynaklanan getirilerin bir bölümü, kâr, faiz, portföylerin “değer artışı” biçiminde dış dünyaya transfer edildi. On dört yıl boyunca bunların toplamı 150 milyar doları aştı.
Hepsi bu değil… Borsaya, mevduata, sabit varlıklara, örneğin gayrimenkullere, yeni tesislere yatırılan yabancı sermaye getirilerinin bir bölümü Türkiye’de kaldı; anaparaya eklendi; yeni yatırımların finansmanında kullanıldı; vadesi gelen krediler yenilendi; çoğu kez artırılarak “döndürüldü”.

Bu sonuncu gelişimler, dış kaynak akımlarının Türkiye içinde servete dönüşmesi anlamını taşır. Böylece yabancı sermaye akımları sadece yurt dışına kâr, faiz aktarımına değil; ülke içinde mülkiyetin yabancılaşmasına da yol açıyor.
Elbette, yabancı sermayenin batan, “afiyetle tüketilen”, Türkiyeli şirketlere dönüşen bölümleri de olmuştur; tümüyle izlenmesi güçtür. Buna mukabil merkez bankaları, yerli / yabancı ayrımı yapılabilen “yatırımcıları” uluslararası yatırım pozisyonu istatistikleri altında izleyebiliyorlar. Bunlar gelir (akım) değil, servet (stok) bilgilerini içerir.
Bu hesapların Türkiye örneğini örnek verelim; kullanalım: Yabancılara ait yukarıda sıraladığım tüm yatırım, plasman, kredi (alacak) türlerinin toplamına Türkiye’nin dış (“yabancılara”) yükümlülüğü deniliyor.
Yabancıların Türkiye’deki servetlerini ifade eden bu toplam, Eylül 2017’de 666 milyar dolara ulaşmıştı.

Türkiye Burjuvazisinin Dış Varlıkları
Dış dünyaya servet, sermaye aktarımında Türkiye burjuvazisi niçin geri kalsın? Rantiyelerimiz Londra’da konut, Frankfurt borsasından tahvil alabilir; İsviçre’de hesap açabilirler. Şirketlerimizin Moldova, Azerbaycan, veya Kenya’da şube açmaları, yeni yatırımlara kalkışmaları da serbesttir. Bankalar (en başta TCMB) rezervlerini ABD tahvillerine bağlamışsa veya Batı bankalarında mevduatta tutmaktaysa sermaye ihraç etmiş olurlar.
Yabancıların Türkiye’deki servetlerinin bir paraleli Türkiye burjuvazisinin ve devletinin dış dünyadaki varlıklarıdır. Uluslararası yatırım pozisyonu hesapları bu toplamı da vermektedir ve Türkiye’nin dış varlıkları Eylül 2017’de 226 milyar dolara ulaşmaktadır. Bu toplamın yarısı TCMB’nin ve bankaların  tahvil, mevduat biçiminde tuttuğu rezervlerden oluşmaktadır.
Dikkat ediniz: Böylece oluşan servet hesabında Türkiye’nin dış varlıkları ($226 milyar), dış yükümlülüklerinin ($666 milyarın) altındadır. “Net pozisyon” eksi 440 milyar dolardır. Bu durum, Türkiye’nin net sermaye ithalatçısı olmasının bir sonucudur ve bu özellik, ülkemizin  emperyalist sistemin merkezinde değil, çevresinde yer aldığını göstermektedir.
Servet hesabına değil de sermaye akımlarına baktığımızda da aynı  durumla karşılaşıyoruz. 2003-2016 döneminde yıllık ortalamalara bakalım: 43 milyar dolarlık sermaye ithali; 6 milyar dolarlık sermaye ihracı… Yabancı yatırımcılar Türkiye’den dışarıya  her yıl ortalama 11 milyar dolarlık kâr, faiz vd transfer ediyorlar… Türkiye’ye dış dünyadan aktarılan benzer getirilerin ortalaması ise 5 milyar dolar…
Tüm nicel göstergeler aynı sonuca varıyor: Türkiye kapitalizmi emperyalist sistemin bağımlı çevresinde yer almaktadır.

Mülkiyette Yabancılaşmanın Türkiye Seyri
Emperyalist sistem, böylece, sermayeyi vatanından koparırken, her ülkede mülkiyeti giderek “gayri millî” yapmaktadır. Semayenin vatansızlaşma, uluslararasılaşma süreci yüz elli yıl öncesine uzanır. Terminolojiyi basitleştirelim: Mülkiyetin yabancılaşması söz konusudur ve ve bu süreç, artık, istatistiklerde hesaplanabilmektedir.
Türkiye’de bu anlamdaki dışa açılmanın seyir defterini AKP’li  yıllarla sınırlayalım ve aşağıdaki tabloda izleyelim. Türkiye’nin dış dünyadaki varlıklarını (Satır 1) ve Türkiye’nin “dış yükümlülüklerini” (Satır 2) millî gelire oranlıyoruz. (Hatırlatalım: “Dış yükümlülükler”, yabancıların Türkiye’deki servetleri anlamındadır.)
Varlıklar, yükümlülükler ve millî gelir hesabı dolarla yapılmaktadır. Yıllık çalkantılardan arınmak için ana eğilimleri  dönem ortalamalarından izliyoruz.

Tablo 1: Mülkiyetin Yabancılaşması: Türkiye 2002-2016 (Dönem Ortalamaları, %)

(*) Net pozisyon = Dış varlık eksi Dış yükümlülük

Tabloda ortaya çıkan çarpıcı tespitlerden biri,  AKP’nin ilk yıllarında ekonominin dışa açılmasının (mülkiyetin yabancılaşması sürecinin) “adeta” yavaşlamasıdır. 2002 ile sonraki dört yılın ortalaması (Sütun 1-2) karşılaştırılırsa, millî gelire oranla dış varlıklar üç puan; dış yükümlülükler dört buçuk puan gerilemiştir.

Bu gerilemeyi “adeta” diye nitelendirdim; zira değişim büyük ölçüde doların ucuzlaması, TL’nin reel olarak değer kazanmasıyla ilgilidir.  O yüzden 2002-2006 arasında milli gelir (GSYH) dolarla hesaplanırsa iki mislinden fazla (%131 oranında), sabit fiyatlı TL ile hesaplanırsa  sadece %41 oranında artmıştır. Türkiye’nin dövizle tanımlanan varlıkları ve yükümlülükleri (örneğin dış borçları) değişmese dahi, dolarlı millî gelir şişmiş; dış varlık/GSYH ve dış yükümlülük/GSYH oranları  da salt bu nedenle (payda büyüdüğü için) aşağı çekilmiştir.

2007 ve sonrasında ise (araya giren kriz ve finansal gerilim yıllarının katkısıyla) reel döviz fiyatı ılımlı bir artış eğilimi göstermiştir. Bu, dış varlık / yükümlülük oranlarını yukarıya çeken bir katkı yapmıştır. Ancak, dikkat ediniz: Bu artış Türkiye’nin dış varlıklarında değil, dış yükümlülüklerinde gözlenmektedir (Sütun 4-5).

Son dönemin (2012-2016’nın) ortalamasını AKP iktidarı öncesiyle  (Sütun 4 ve 1’i) karşılaştırınız: Türkiye’nin dış dünyadaki varlıklarının millî gelire oranı 1,6 puan aşınmıştır. Yabancıların Türkiye’deki servet mülkiyetinin (“dış yükümlülük”lerimizin) payında ise 7,3 puanlık bir artış söz konusudur.

Bu iki zıt yönlü hareket, döviz kurlarını aşan bir temel dönüşüme işaret etmektedir.

İlk olarak Türkiye  kapitalizmi, dış dünya  üzerinde iddialı değildir; sermaye ihraç ederek olgunlaşma eğilimleri zayıftır. Burjuvazimizin dış dünyada  mülkiyet edinimi göreli olarak durağandır; esasen dış varlıklarımızın önemli bir bölümü devlete (TCMB’ye)  ait  rezervlerden oluşmaktadır.

İkinci olarak, Türkiye’de servet  mülkiyeti üzerinde yabancıların payı  belirgin boyutlarda artmakta; mülkiyet yabancılaşmaktadır.

Farklı doğrultuda gerçekleşen bu iki eğilimin yansıması, son satırda açıkça gözleniyor: Türkiye, emperyalist sistemin bağımlı çevresinde yer aldığı için uluslararası yatırım (mülkiyet) pozisyonu daima eksidir. 

Ancak zaman içinde bağımlılık olgusu daha da ağırlaşmıştır: 2002 ile son dönemin net pozisyon / millî gelir ortalamasına (yüzdeler olarak) bakınız: -35,9 → -44,8… Dokuz puanlık bir bozulma…
Kıssadan hisse: AKP’li yıllarda uluslararası sermayenin Türkiye’de varlık edinimleri artmış; servet mülkiyeti önemli boyutlarda yabancılaşmıştır.

Türkiye burjuvazisi ise dış dünyada mülk edinmeye fazla hevesli değildir. Bir bölümü (belki de hepsi) için Türkiye’nin kamusal varlıklarına kapkaççı yöntemlerle el koyma seçenekleri, fırsatları çok daha çekici olsa gerek…

                                                                               ***

Mülkiyetin yabancılaşması, emperyalist sistemin “normal” dönemlerini belirleyen yaygın bir eğilimdir. Farklı ülkelerde gelişim biçimi, temposu izlendiğinde, emperyalizmin bünyesindeki çeşitlenmelere; hiyerarşik konumlarda değişmelere de ışık tutabiliyoruz.
Önümüzdeki hafta bu türden bilgiler içeren uluslararası istatistiklere ve Türkiye’nin göreli konumuna göz atmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL

Adım adım! - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar bu yazıya da yine geriye dönüp, “94 yıl” öncesine kısaca değinerek başlasak diyorum; 1919’dan 1923’e dek dört yıl süren “Ulusal Kurtuluş Savaşı”nın, “Lozan Antlaşması”yla noktalanmasının ardından, kurulacak yeni yönetimin yapısı gündeme gelir.
 
Gerçi bir “Meclis”, bir “Meclis Hükümeti”, “Bakanlar Kurulu”nun Başkanı olarak, alınan kararları onaylayacak “Meclis Başkanı” vardı, ama bu “Başkan”ın, “Devlet Başkanı” olduğunu belirten bir yasa olmadığını vurgular Atatürk.
Ve bu belirsizlikten, “Padişah” yanlısı milletvekillerinin nasıl yararlandığını “Söylev”de (Nutuk), “Padişahlık kaldırıldıktan sonra, ‘Devlet Başkanlığının, Halifelik’ mevkiinde ‘belirdiğini’ görüyorlardı!” diyerek, “Halife” konusunu gündeme getirdiklerini belirtir.
Dahası, “Milli Mücadele”yi birlikte başlattıkları Rauf Beyin de, en doğru yönetim biçiminin “ ‘Başkanlıkve ‘Başkan’ın da ‘Halife’ olduğu” görüşünde direndiğini vurgular.
Yönetimin başında “Başkan” olmasını isteyenler, Başkan’ın ayrıca “Halife” olmasıyla da bütün dünya Müslümanlarının başı olacağını dile getirirler -özellikle- gazetelerdeki yazılarıyla...
Ne ki, “Cumhuriyet”in ilanının hemen ardından, “Cumhurbaşkanı”nın seçilmesiyle karalar bağlarlar, çünkü devletin başında bir “Başkan”, daha doğrusu hem “Halife” hem “Başkan” olması isteklerinin önü kesilir; öyle umutsuzluğa düşerler ki, Atatürke bile “Halife” olmasını önerirler... Bütün bunları, en ince ayrıntılarıyla, “belgeler”e dayanarak, “Söylev”de anlatır Atatürk.


Evet değerli dostlar, Erdoğan’ın son konuşmalarını dinlerken bunları yer yer düşünmekten kendimi alamadım, sizlerle de paylaşmak istedim... 


Ayrıca yine Erdoğan’ın bu son konuşmalarında -özellikle de Saray’ındaki toplantılarında- kolunu kaldırıp eliyle oluşturduğu “Rabia” işaretini, kendini dinleyenlere yaptırırken de, insan yine “20. yy”ın başındaki kimi diktatörlerin, sağ kollarını kaldırarak yaptıkları selamlaşmayı anımsamasının önüne geçilemiyor; benimle yaşıt değerli dostlar anımsarlar diyorum... 


Günümüzde “TV” var; “sabah-öğle-ikindiakşam- yatsı” haberleriyle, anında izliyoruz Erdoğan’ı...
Ve bu arada, geçen yüzyılın dünyayı güldüren “komedyen”inin, ünlü “Şarlo”sunu -özellikle yüz mimikleriyle- aratmayan, ABD Başkanı D. Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ediverdi...
İslam dünyasından ilk çıkışı Erdoğan, 57 üyeli “İslam İşbirliği Teşkilatı”na (İİT) İstanbul’da toplanma çağrısı yaptı, dönem başkanı olarak. 


Başka bir ses çıkmadı; dolaysiyle bu kıpırdanış, tüm dünya Müslümanları adına oluyordu; bunu sürdürdü, Hıristiyanların başı Papa’yı da aradı, destek aldı; İİTnin toplantısının açılış konuşmasında, “İslam dünyasını içeriden çökertme operasyonu uygulanıyor!” diyerek, tüm İslam âlemini uyardı; “yürekleri aynı kıbleye dönen” dediği, tüm İslam dünyasının “Başkanı” bağlamındaki görevle... 


Bu seslenişi, 2019 seçimlerinin, “Başkan” seçimi boylamında olmasını istemesinin nedenini de ortaya koymuyor mu?
Ne dersiniz?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Bir zamanlar gazetecilik ve hapislik - NAZIM ALPMAN

Ali Sirmen gerek yazılarıyla gerek konuşmalarıyla, her olağanüstü dönemde girdiği askeri cezaevleri, yattığı hapislikleri ve karşısındakileri kırıp geçiren (büyük bir ciddiyetle yaptığı) esprileriyle gerçek bir Babıali efsanesidir.

Ali Sirmen’in anılarından oluşan “Bir Eski Cumhuriyet İçin” adlı söyleşi kitabı İmge Yayınlarından geçtiğimiz yaz çıktı. Kısa sürede ikinci baskıyı da yaptı. Ümit Aslanbay’ın özenli bir çalışma ile kitaplaştırdığı eser, gazetecilik açısından bir başyapıt niteliğine sahip bulunuyor.

Özellikle gazetecilik koşulları ve nitelikleri bakımından 2000’li yılların yerlerde sürünen mesleğimizin eskiden nasıl yapıldığını okuyup anlamak için Ali Sirmen kitabı büyük bir görevi yerine getiriyor.

Tabii Türkiye’de fikir insanı olmanın zorunlu bir devamı niteliğine sahip hapislik koşulları bakımından ülkenin nereden, nereye geldiğini de anlamak için iyi bir kıyaslama imkanı sunuyor.

***

Ümit Aslanbay soruyor, Ali Sirmen de bütün samimiyetiyle anlatıyor…
-Sizin de yargılandığınız Madanoğlu Davası var. Cezaevine giriş süreciniz nasıl başladı?
-“Akşam gazetesindeydim, Madanoğlu Davası nedeniyle arandığımı duydum. Emniyet Müdürlüğüne telefon ettim, beni arıyor muşsunuz? Yoo aramıyoruz diye cevap geldi. Sonra gelin dediler, gittim  Sirkeci’deki Sansaryan Han’a… İstanbul Emniyet Müdürlüğü oradaydı. Gözaltına alındım. Ama dava Ankara’da. Bizi Ankara’ya nasıl sevk edeceklerini bilmiyorlar. Biz otobüsle gidelim, parasını biz veririz dedik. Kabul ettiler. Sivil polislerle birlikte yola çıktık. İçimizden şu geçiyor, bir daha İstanbul’a ne zaman döneceğimiz belli değil. Bir veda yemeği yesek de öyle gitsek. Polislere söyledik, kabul ettiler. Pendik’te indik, bir balıkçı lokantasına girip içkili balıklı bir İstanbul’a veda yemeği yedik polislerle birlikte…”

Ankara’da tutuklu olarak Askeri Bando Mızıka Okulunda bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a Davutpaşa Kışlasına getiriliyorlar. Dayanışma en üst düzeyde sürüyor. Mesela Yaşar Kemal sıklıkla ziyarete geliyor. Ali Sirmen o günleri şöyle anlatıyor:
-“Yaşar Kemal, Noel Baba gibiydi, her seferinde eli kolu dolu gelirdi. Ziyaretçilerimiz koğuşlara kadar gelirdi. Bir seferinde iki kiloluk Neskafe getirmişti. Annem geldiğinde ona kahve yaptım. Şaşırdı, oğlum siz burada bizden iyisiniz dedi. Bir gün de Beyti’den kebaplarla gelmişti Yaşar Kemal.”

Bu dönem yakın tarihimizde “12 Mart Faşizmi” olarak geçiyor. Askeri cezaevi olarak kullanılan 1970’lerin Davutpaşa kışlası ile 2000’lerin “sivil” Silivri Cezaevini kıyaslayınca, yeni rejimin niteliği konusunda bir isimlendirme yapabilmek mümkün değil!..

***

Ali Sirmen’in Akşam gazetesi yılları zengin anılarla dolu… Gazete sahibi işadamı Malik Yolaç’ın da ara sıra gazetede imzasız başyazıları yayınlanıyor. Bu yazılardan biri için dava açılıyor. Yazı İşleri Müdürü Doğan Koloğlu da haliyle sorumlu olarak mahkumiyet alıyor.

Bundan sonrasını Ali Sirmen anlatsın:

-“Esas sürpriz mahkemede ortaya çıkıyor. Malik Yolaç, Doğan Koloğlu’nu işten atmıştı. Bu koşullarda dahi Doğan, Malik Yolaç’ın adını vermedi. Söz konusu başyazıyı patronum Malik yazdı demedi. Kısa süre hapis yattı, çıkınca da Erol Simavi, onu (Doğan Koloğlu) Hürriyet’te işe aldı.”Şimdilerde hapishaneye konulmuş meslektaşları aleyhinde savcıları geride bırakan suçlama yazıları kaleme alan “gazetecileri” görüp, okuyunca eski gazetecilerin masal kahramanları gibi görünmelerine şaşırmamak gerekiyor.

Ali Sirmen de o kahramanlardan biri olarak mesleğini aynı çizgide sürdürüyor. Sirmen bizlere ister istemez “vay canına” dedirtiyor:-Bir zamanlar gazetecilik ve hapislik neymiş!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Gericiliğe meydan okuyan savaşçı: Aziz Nesin - ALİ RIZA AYDIN

Ayça’nın, havaların soğumasını güneşin kendilerini terk edişine bağlayarak “dön çağrısı” yapmak için güneşe yazdığı mektuplara güneşten iki yanıt gelir. Birincisinde “Allah’ın izniyle bütün dünyayı ısıtıyorum”; ikincisinde “Allahı’mız, tabiatı yaratırken bazı kanunlar koymuştur. Bu kanunlar bozulursa tabiatın dengesi bozulur” der güneş.

Ortalıkta dolaşan, bilimsellikten ve özellikle de “çocuk bilimi”nden uzak birçok masal kitabından biri. Ecehan Ergin Çetin tarafından yazılan, “Çocuk Gezgini, Hikayelerle Karakter Eğitimi” logolu bir yayıncının “neşeli masallar dizisi”den çıkan “Güneşten Gelen Mektup” adlı, resimli bir masal kitabı…
Arka kapaktaki nota göre, “Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”in 5. maddesinin değişik (g) bendi çerçevesinde bandrol taşıması zorunlu olmayan kitaplardan. 2012 yılında yapılan değişikliğe göre “‘Parayla satılamaz’ ibaresi taşımak kaydıyla Milli Eğitim Bakanlığı tarafından veya Merkezi Açıköğretim Sistemi kapsamında Anadolu Üniversitesi tarafından öğrencilere ücretsiz dağıtılan ders kitapları”nda bandrol kullanılması eser veya hak sahiplerinin isteğine bağlı. Buradan yazı konusu kitabın Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dağıtılan ders kitapları arasında olduğu anlaşılıyor.

Bilimselliği ve fizik yasalarını yok sayan, “evrim”i ve teorisini eğitim ve öğretimden dışarı atmaya kalkışan, dinsel spekülasyon ve referanslara sığınan AKP gericiliğinin yalnızca bir küçük örneği yukarıda anlattığımız. Böyle birçok masal, kitap dolaşıyor, okutuluyor, anlatılıyor derslerde ve ders dışında.

Sustukça palazlanan, tepki göstermedikçe dallanıp budaklanan, güler yüzlü resimlerin arkasına saklanıp yobazlaşan, çocukları da pis oyunlarına alet eden gericilik ordusu bireyin ve yaşamın tüm damarlarına sızıyor. Sızarken de hem maddenin evrimini, hem biyolojik evrimi hem de kültürel evrimi uzaklaştırmaya çalışıyor.

Aklı ve bilimi yalnızca kendilerinin sanan sömürücüler gericilerle ele ele vermiş herşeyi sahiplenmeye kalkarken, “düzen bozulmasın” diye susanlar insanlığa da ihanet ediyor Aydınlanma’ya da…
Oysa insan, “Aydınlanma mücadelesinin inatçı savaşçısı” Aziz Nesin’in dediği gibi, “yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumlu”.
Yaşamı boyunca gerici akıntıya karşı kürek çekmekten,  meydan okumaktan hiç yılmıyor Aziz Nesin. Doğumunun 102. yılı olan 20 Aralık 2017’de O’na ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu anlıyor ve O’ndan güç almaya devam ediyoruz.

“Ben de Çocuktum” diyor Aziz Nesin Cumhuriyet öncesi, kurtuluş savaşı, Cumhuriyet ve sonrasına yayılan çocukluğunu yalın bir dille anlatırken ve bakın güneşten gelen mektuplardaki dinsel referansa nasıl yanıt veriyor kardeşinin ölüm gününde:
“Babam bigün eve elma getirmiş. Bana: Dön arkanı! dedi.
Yüzümü duvara çevirdim. Önüme bir elma düştü, bir daha…

Babam,
Bak… Bu elmaları sana Allah gönderdi, dua et! dedi.
Elma gönderen Allah, kardeşimi iyi etmedi, öldü kardeşim.”
Utanmayla ilgili söyledikleri ise sınıfsallık üzerine net bir ders:
“Çoğumuz kendi suçumuzmuş gibi yoksulluğumuzdan utanırız. Ben de yıllarca yoksulluk ayıbımdan utandım, taa yazar olana dek… Çoğunluğun yoksul olduğu ülkede, yoksulluğun değil, varlıklılığın daha utanılası olduğunu yazarlığa başlayınca anladım.”

Aydınlanma Hareketi, bir yandan gericiliğe karşı mücadelesini somut eylemlerle sürdürürken, gerici müfredata, kitaplara, eğitime ve hukuka karşı davalar açarken diğer yandan da toplantı, sempozyum, gazete, broşür, kitap gibi araçlarla aydınlatıcı çalışmalarına devam ediyor. “Yeni Bir Aydınlanma İçin” adlı (Yazılama Yayınevi) kitap da “Aziz Nesin anısına” çıkarıldı.
Broşürlerden sonuncusu ise “KAYIP ÜNİTE: EVRİM” adını taşıyan 47 sayfalık bir çalışma…
Broşürün önsözünde de belirtildiği gibi:
“Her şey değişiyor. Ve bu değişim herkesi etkiliyor. Evrim Teorisi’ni ders kitaplarından çıkarıp, onun ‘henüz sadece bir teori olarak kabul edildiği, aslında bir safsata olduğu’ yalanını ortaya atanlar, evrim olgusuyla bağlantılı olarak yapılan bilimsel çalışmaların göz kamaştırıcı ürünlerinden yararlanmayı reddedemiyorlar. Her yıl yenilenen grip aşılarına iştahla yapışanların kapıdan kovdukları evrim kaba etlerinden giriyor vücutlarına.”
“Evrim Teorisi, ders kitaplarından çıkartılsa bile sadece ifade ettiği gerçeklikle değil, teknik ve pratik sonuçlarıyla her yerdedir.”

Gericilerin karanlığı ile hedef aldığı genç zihinleri, yobazların insafına terk etmemek görev ve sorumluluğu taşıyan herkes gericiliğe karşı Aydınlanma mücadelesi yapmak, “evrim”i kayıp ünite olmaktan kurtarmak zorunda…
Evrim yoksa bilim de yok!*

Aziz Nesin kısa ve öz anlatmış: “kendisini çatlatmadan toprağı çatlatamaz tohum”.

Ali Rıza Aydın / SOL 
 
*VI. EVRİM BİLİM VE EĞİTİM SEMPOZYUMU’na herkesi bekliyoruz: 23-24 Aralık 2017, Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi…    

‘FETÖ’ kazındıkça altından AKP çıkıyor - AYŞE YILDIRIM

“Devletin genel politikası çerçevesinde yönetim kurulu kararı ve bağlı olunan bakanlığın uygun görüşü veya muvaffakatı ile alımların gerçekleştiğini” söylüyor İbrahim Şahin.
Ne için?
Yönetim kurulu başkanlığı yaptığı dönemde TRT’ye alınanların yüzde 84’ünün “FETÖ”cü olduğu ortaya çıktığı için.
Alican Uludağ’ın dün Cumhuriyet’te manşetten yayımlanan haberi ‘AKP-FETÖ’ ortaklığının en önemli delillerinden biridir.
Şahin, açıkça hükümeti ve TRT’nin bağlı olduğu dönemin başbakan yardımcılarını suçluyor: “Samanyolu grubundan gelenlerin FETÖ’cü olduğunu bilmiyordum. Yayın politikaları hükümet, devlet, AK Parti yanlısı görüldüğünden bunların geçişine izin verildi.”
“Hükümet istedi biz de aldık” diyor açıkça.
Sadece TRT’de de değil cemaatin “kendilerine gösterilen olumlu yaklaşım ile” devletin hemen tüm kurumlarında kadrolaştıklarını anlatıyor.
Olumlu yaklaşımı gösteren kim? 

AKP...
Şahin, bu itirafları yapınca sonuç ne oluyor?
Dosya “takipsizlik” verilerek kapatılıyor. Dosya kapanıyor ama gerçekler kapanmıyor. Eski İstanbul Valisi ve eski Emniyet Müdürü ‘FETÖ’cü oldukları için tutuklanıyor. Eski Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, Mehmet Ağar’ın “kefilliğiyle” tahliye ediliyor, eski vali Hüseyin Avni Mutlu’nun tutukluluğu devam ediyor. Mahkemede tanık olarak ifade veren eski bir “itirafçı” emniyet müdürü ne diyor:
“İstanbul’da 120 emniyet müdürü vardı. Bunlardan 75-80’i cemaattendi. Türkiye genelinde ise bu oran rütbelilerde yüzde 70’in altına düşmez. Polis memurlarında ise yüzde 50’nin altında olacağını sanmıyorum.”
Mahkeme Başkanı Çapkın’a soruyor:
“Bu kadar çok FETÖ’cünün o dönem emniyette olmasını hiç fark etmediniz mi?”
Çapkın ne diyor:
“Bugünkü bilgilerin onda biri o gün bilinseydi, kesinlikle ifşa ederdik. Ancak o dönemde bunların FETÖ’cü oldukları bu şekliyle bilinmiyordu.”
Hükümetin atadığı vali ve emniyet müdürü “FETÖ”cü yapılanmayı biliyor anlayacağınız. Onlar yargılanıyor ama onları atayanlar ıslık çalmaya devam ediyor.
Adana’nın Ceyhan eski belediye başkanı da önceki gün “FETÖ”den tutuklandı. CHP’li filan değil AKP’li.
Usulsüzlük, eşini belediye başkan yardımcısı yaparak özel nüfuz kullanmak, imar uygulamalarında menfaate dayalı işler yapmak suçlamalarıyla AKP’den ihraç edilmişti Alemdar Öztürk. 15 Haziran’da da görevden alınmıştı.
Şimdi de üç belediye meclis üyesi, dört belediye çalışanı ve iki Ceyhan Ticaret Odası üyesiyle birlikte gözaltına alınıp “FETÖ’ye belediyeden kaynak aktardığı, finans sağladığı” gerekçesiyle tutuklandı. Şimdi anladınız mı “kökünü kazıyıncaya kadar” deyip durdukları cemaatle ortaklıklarının boyutunun ne olduğunu. Birini kazıyın altından diğeri çıkıyor. Mesele kimi hain ilan edip kimlerle aynı yolu yürüyeceklerine karar vermeleri. Yoksa “parsel parsel satanları” da mahkeme karşısına çıkarmaları gerekmez miydi?
Sırf bu üç olay bile “FETÖ”nün devletin bütün kurumlarına nasıl “sızdığının” değil nasıl “yerleştirildiğinin” kanıtıdır. Ve bu iş öyle dosyaları kapatmakla ya da Yargıtay’ın “kaçınılmaz hata” demesiyle kapanmaz da, aklanmaz da.


Aradıkları suçlu için arada bir aynaya baksalar yeterli.


Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Necip Fazıl onları yazmak için para alıyordu - ALİ SİRMEN

TBMM’de bütçe görüşmeleri sırasında Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, muhalefete çatarken Necip Fazıl’dan şu alıntıyı yapmış:
- Bugün bizim muhalefet iktidarı düşürmek hırsıyla vatanı düşürmeye bile razıdır.
Bakanın bu sözleri üzerine ortalık birbirine girmiş, milletvekillerinin yumruk yumruğa gelmelerine ramak kalmış.
CHP’lilerin büyük tepkisi söz konusu tümcenin ünlü Büyükdoğu gazetesinde yayımlandığı 1956 yılında Türkiye’de ana muhalefette bugünkü gibi, yine onların bulunmasından kaynaklanıyor. 
 
Necip Fazıl, Kadri Gürsel’in önceki gün köşesinde yazdığı gibi, basın özgürlüğünü, demokrasiyi hiçe sayan, bunları kendi baskıcı, yasakçı, dinci ideolocyasını iktidara getirmek için araç olarak kullanmaktan kaçınmayan, Türkiye’de oportünist sağın sık sık başvurduğu, kumarhanede basıldığında oraya “edebi tetkiklerde bulunmak için” gittiğini söyleyebilecek kadar pişkin, temizliği çok kuşku götüren bir kaynaktır. 
 
Dün Özgür Mumcu, dininin ve kininin davacısı gençlik emeli peşinde olan Necip Fazıl’ın bıraktığı teokratik, totaliter rejim özlemi mirasını anlattı köşesinde.
Basınımızın duayeni, Altan Öymen de anı türünün başyapıtları arasında yer aldığı tartışma götürmez dev eserinin “Öfkeli Yıllar” adlı bölümünde, Necip Fazıl’ın o dönemde iktidarın para vererek istediğini yazdırdığı “besleme basın”ının öncüleri arasında olduğunu anlatır. 

***

Altan Öymen, “Öfkeli Yıllar”ın 461- 465. sayfaları arasında, Necip Fazıl’ın kendi ifadesine dayanarak, önceleri haftalık olarak çıkan Büyükdoğu dergisinde sürekli olarak övgüler düzülen Tevfik İleri’nin aracılığıyla, Başbakan Menderes ile nasıl görüştüğünü ve Büyükdoğu’nun günlük gazeteye dönüşmesi için kendisine nasıl para verildiğini anlatır.
Şimdi Menderes’ten para isteyen görüşmesinden olumlu sonuç almış olan Necip Fazıl’ı dinleyelim:
“... Başvekâletten çıkınca doğru Tevfik İleri’ye koştum ve Başvekille bütün konuşmalarımızı tek tek anlattım ve müjdeyi verdim.
- Evet, dedi arkanızdan telefon etti ve o da kısaca anlattı... Siz gelir gelmez kendisini telefonla aramamı istedi.
... Telefon ahizesi Tevfik İleri’nin kulağında:
- Her şeyi anladım. Kendisine anlatır ve onun adına teşekkür ederim.
Tevfik İleri ahizeyi yerine bıraktı ve mes’ut gözlerle bana baktı:
- Size söyleyemediği bir sözü bana söyletiyor. Öğleden sonra Başvekâlete gidecek ve Müsteşar Salih Korur’u göreceksiniz. Size Beyefendi’nin emriyle 5000 lira takdim edecek. Bu gazetenin kuruluncaya kadarki masraflarınız ve rahatınız içindir...”
Ne var ki sonra parayı almak için gittiği Ahmet Salih Korur, Necip Fazıl’ı hiç memnun bırakmamıştır. Necip Fazıl o bölümü de şöyle anlatır:
“... Ankara masonlarının üstadı olan mumaileyh bizden ziyade efendisine beslediği gizli nefret hissiyle paraları her sayışta yüzümüze bir tokat atarcasına elindeki desteden 5000 lira ayırdı ve önümüze doğru itti:
- Al!
Onca kasadarlığı bana ‘sen!’ diye hitap etmesine yetiyordu...”
Ve Necip Fazıl, daha sonra verilecek olanlardan ayrı olarak, gazete çıkana kadar rahatı için verilen 5000 lirayı alır.
***

Bu olaydan sonra da Necip Fazıl gazetesinde iktidarı öven muhalefete söven yazılar yazmaya koyulur.
Hatta bir ara daha da ileri giderek, akıl da verir:
- İsmet Paşa intihar etmelidir!
 
İşte Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’nin referans gösterdiği Necip Fazıl ile “Büyükdoğu”sunun günlük gazeteye dönüşmesinin öyküsü bu.
60 yıl önce Necip Fazıl’a bastırıyorlardı parayı, yazdırıyorlardı istediklerini...
Yani 60 yılda medya cephesinde yeni bir şey yok!
Basına yaklaşımı ve basından referansı bu olan bir iktidarın basın özgürlüğü klasmanında 180 ülke arasında 155’inci sırada olmasında şaşıracak bir yön yoktur.
Hani ne demiş büyüklerimiz:
- Bana referansını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Avusturya’nın ‘Türkennot’ hırsı - Nilgün Cerrahoğlu

İtalyan yazar Claudio Magris çeşitli dillere çevrilen “Tuna” adlı eserinde, “Almancada tercüme edilmesi çok zor ‘Türkennot’ diye bir sözcük vardır. Anlamı acı, karşı konulmaz çaresizlik, bela ve de Türk dehşeti demektir...” der.
Magris, Tuna halklarının hepsinin birbirinin hep “öteki”si olduğunu anlatır.
Ötekilerin en ötekisi de tabii Türklerdir...
Bir türlü mazi olmayan ve hiç unutulmayan dört yüz yıl öncesinin tarihi ile günümüz arasındaki devamlılığı gözler önüne seren bu başyapıt eserinde Magris, Viyana kuşatmasını şöyle anlatır:
Viyana’yı 200 bin kişiyle kuşatan Kara Mustafa’nın ordusu, yalnız askerlerden ibaret değildi. Orduda aynı zamanda teknisyenler, artizanlar, hokkabazlar, şairler, sadrazamın 1500 cariyesi, cariyelerin teslim edildiği karaderili harem ağaları da bulunuyordu... 60 günlük Viyana kuşatması, bu abartılı ayrıntılarıyla hâlâ bugüne ait bir olaymış gibi hatırlanır. Orta Avrupa tarihinin katmanları, geçen yüzyıllara rağmen, hâlâ sonuçlanmamış çatışmaları ve açık yaralarıyla canlı kalan, bu haliyle eski büyük bir ağacın köklerinde ve dallarındaki yaşam damarlarını andırır...”
 
Kahlenberg manifestosu
Avrupa’nın en genç başbakanı Kurz, Neonazi hareketlerinde gençliğini geçiren halis “faşist” ortağı Heinz Christian Strache ile beraber kurduğu sağ koalisyon hükümetini açıklarken, Magris’in bu satırlarını hatırladım. 


Çünkü yakın döneme değin dışişleri koltuğunda oturan Avusturya Halk Partisi (ÖVP) lideri Kurz ile Neonazi kökenli “başbakan yardımcısı” Strache, “yeni kabineyi açıklamak için” bula bula II. Viyana kuşatmasının yaşandığı “Kahlenberg”i seçmişti.
“Türklerin Avrupa kapılarından çevrilmesinin” simgesi olan Kahlenberg’den yeni hükümeti ilan etmek bile başlı başına bir “anti-İslam, anti-Türk ve anti-öteki programı” sayılabilir.
Kabinedeki 14 koltuktan kilit konumdaki savunma, dışişleri, içişleri, altyapı (bayındırlık), sağlık, sosyal yardım bakanlıkları bundan böyle Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) yani “faşo”ların elinde olacak.
FPÖ’lü savunma bakanı Mario Kunasek, milliyetçi kökenleri ile namlı...
“Şahin” içişleri bakanı FPÖ’lü Herbert Kickl, “Viyanalıların (aryan!) kanını koruyalım!” diyor.
Dışişleri bakanı FPÖ’lü Ortadoğu uzmanı üyesi Karin Kneissl keza, Trump’ın Kudüs kararını destekliyor.
2016’da cumhurbaşkanlığı yarışına giren ve kılpayı kaybeden aşırı sağcı Norbert Hofer de yeni hükümette “altyapı bakanı” olarak yer alıyor...
Avusturya’yı “İslamlaşma tehdidinden” korumak, bundan böyle Kurz-Strache hükümetinin bir numaralı hedefi olacak.
“Avusturya’yı yabancılar için daha az cazip” kılmak için yabancılara verilen “destekler” azaltılacak, göçmenlere sosyal hizmetler rafa kaldırılacak, siyasi İslama cephe açılacak, sınır kontrolleri artırılacak, Türkler için çifte vatandaşlık zorlaşırken... İtalya’nın Süd-Tirol bölgesinde yaşayan Alman kökenli azınlığa “soydaş” kontenjanından etnik vatandaşlık teşvik edilecek; azami çalışma saatleri günde 10 saatten 12 saate çıkarılırken veraset vergisi kaldırılacak ve en önemlisi ilkokula başlamak için bile “yeterli Almanca” aranacak... 

Fiili ‘apartheid’…
Bu özet program bile Avusturya’nın ne denli sağa kaydığını anlatmaya yeter.
Ayrımcılık ilkokuldan başlayacak...
Yetersiz “dil bilgisi” gerekçesiyle kapıdan çevrilen yabancı kökenli miniklerin, Avusturya’ya entegrasyonu bir daha asla mümkün olmayacak.
Hali vakti yerinde olanlar verasetten muaf tutulup refahlarını katlarken, en alttakiler günde 12 saat iş yapacak, üstüne “aryan Avusturyalılara” tanınan haklardan yararlanamayacaklar...
20. yüzyılın kazanımları olan haklar kısaca bir bir ellerinden alınırken; Avusturya’da fiilen bir “apartheid/ırk ayrımı rejimi” kurulmuş olacak.
İnsan tarihin çarkının nasıl olup da böyle göz göre göre geri çevrildiğine inanamıyor.
Uygar Avrupa’nın göbeğinde dünyanın gözü önünde bir “apartheid rejimi” inşa ediliyor.
Bir İtalyan yazarla başlamıştık. “Avusturya, büyük dünya provalarının yapıldığı küçük bir dünyadır” diyen Alman yazar Friedrich Hebbel’le bitirelim.
Evet, Avusturya çok büyük provaların yapıldığı yer...

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Kiralık kalem - ÖZGÜR MUMCU

Star gazetesi, devletin resmi gazetesi gibi bir yayın organı. Haliyle, düzenlediği Necip Fazıl ödülleri de devlet erkânının katılmayı sevdiği neredeyse resmi nitelikte bir törenle takdim ediliyor. 
Siyasal İslamın en büyük derdi kültürel iktidarını kuramaması. O konuda bir hayli içli, güçsüz ve hırslı. Diğer mahalleden devşirilen Necip Fazıl’a bu denli sarılmalarında da bu derin kompleksin önemli bir yeri var. 

Gelgelelim, bal bal diyerek nasıl ağız tatlanmazsa, Necip Fazıl, Necip Fazıl diyerek de kültürel iktidar kurulamıyor. Bir defa, sahiplenilen şaire asgari saygı bile gösterilememiş. Star gazetesi, ödül törenini sürmanşetten afili bir Necip Fazıl çizimi ve imzasıyla “Ya İslamla yükselir, ya inkârla çürürsün, bu yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün...” diye duyurdu. 
Fakat bu dizeler “Üstad’a” değil, Abdürrahim Karakoç’a aitti.
Kıyıda köşede kalmış ufak bir haberden değil, koskoca sürmanşetten bahsediyoruz. Kim bilir kaç gözün incelemesinden geçmiştir. 

Bu basiretsizliği görünce dünkü yazıda cevabını aradığım soruların peşini bırakmaya karar verdim. Böylesine özensiz ve özenti şahısların, Necip Fazıl’ın teokratik ve totaliter devlet projesi hakkındaki düşüncelerini merak etmenin bir anlamı yok. Okumamışlardır, okudularsa anlamamışlardır, büyük ihtimalle de başkasının yazdıklarıyla karıştırmışlardır. 

“Üstad” hayatta olsa ve Star gazetesinin yaptığı bu hatayı görse sinirlenir miydi? 
Celalli bir insana benzer. Muhakkak kızardı. Ancak muhtemelen belli bir ödeme karşılığı sesini yükseltmezdi. Necip Fazıl’ın paraya düşkünlüğü sadece kumar tutkusuyla sınırlı değildi malum. Türk Jokey Kulübü parasını bastırdı diye “At’a Senfoni” diye şiir yazıp dize dize at övebilmiş biriydi neticede.

Necip Fazıl’severler, Necip Fazıl’ı fazla bilmedikleri için kendisini dik duruşlu biri zannederler. Mesela Sayın Erdoğan şöyle demişti: “Herkesin kalemini sattığı ya da kiraladığı bir ortamda, bu dönemde de var ya, Necip Fazıl kalemini titretmiyordu.”
Necip Fazıl kalemini ata kiralamış biri, iktidarlara hiç mi kiralamamış? 
Şu mektupları kim yazdı?
“Müsteşar Bey’den 2500 lira ve ‘Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim’ cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? Ben ki her şeyi uğrunuza riske etmiş, her defa mükemmel eseri vermiş ve bu kadar tecrübe ve çileden geçmiş bir adamım.”
“Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara’nın bu hücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. Bunca muvaffakiyetten sonra uğratıldığım bu hal ve düştüğüm şeref kırıklığı hayatıma mal olabilir.”
“Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse... Ayda 6 bin lira tahsis olunursa... Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir.”
 
Necip Fazıl bırakalım kalemini kiralamayı, kalemini kiralamak için dilenmiş bir adamdır. Bütün hayatını bir din diktatörlüğü hayaliyle geçirmiş, örtülü ödenek beslemesi bu adamın takipçileri ülkeyi yönetiyor. 

Tekrar soralım. 

Ey bu memleketi idare edenler, Necip Fazıl’ın başyücelik rejimi hakkındaki fikirleriniz nedir? Birinizin çıkıp buna cevap verecek kadar “üstad” sevgisi yok mudur? 
Savunsanıza üstadınızı. 
Bir kiralık kalem kadar bile cesur değil misiniz?

Özgür Mumcu  / CUMHURİYET

Deniz’in parkası, Rıdvan’ın trajedisi - FATİH YAŞLI

Bugüne kadar hiç kimsenin herhangi bir tartışmada çıkıp “Bu yaptığın sağcılığa yakışıyor mu kardeşim” dediği görülmüş şey değildir, hele hele hiçbir solcu, karşısında bir sağcı varsa, bu cümleyi asla sarf etmez, çünkü bilir ki karşısındaki tam da sağcılığa yakışan şeyi yapmıştır, sağcılık zaten böyle bir şeydir.
Oysa başta eli kalem tutanları olmak üzere liberaliyle, İslamcısıyla, milliyetçisiyle Türk sağı kendisini “sol standartları enstitüsü” gibi görmekte ve sıkça kimin “gerçek solcu” ve neyin “gerçek sol” olduğuna karar verebilmektedir.
 Neden peki?

Basit aslında: Sağcılar da içten içe bilirler ki eşitlik, özgürlük, adalet başta olmak üzere siyasal alana ait ne kadar olumlu kavram varsa, bunların asıl sahibi soldur, etikle politikanın ilişkisini sol kurmuştur, solda durmanın kendisi varoluşsal ve önsel olarak doğruda durmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla solun en ateşli muarızları dahi, yaptıkları şeyin bütünüyle çelişkili olduğunu bildikleri halde, zaman zaman solcuları gerçek solcu  olmaya, gerçek birer solcu gibi davranmaya çağırabilmektedir.

Rıdvan’ın yaptığı tam olarak böyle bir şey değildir elbette, solcuları doğrudan hakiki birer solcu gibi davranmaya çağırmamaktadır ama arada bir bağlantı olduğu kesindir; “parkasız Deniz Gezmiş” tabiri, Türkiye’de anti-emperyalizmin, NATO’yla mücadelenin, ABD karşıtlığının gerçek sahiplerinin solcular olduğunun mutlak bilgisiyle, tartışılmaz gerçekliğiyle kurulmuş bir cümledir. Rıdvan “Neden Erdoğan’ı destekliyorum” sorusunu ancak buradan, bu benzetme üzerinden yanıtlayabilmiştir ki, durduğu yerden haklıdır; çünkü Türkiye sağının tarihinde bu mevzuya dair örnek alınabilecek, örnek gösterilebilecek tek bir figür dahi, evet tek bir figür dahi yoktur.

Rıdvan’ı bir kenara koyarak soralım, neden anti-emperyalizm denildiğinde bu ülkede akla Çatlı’lar, Kırcı’lar, Ağca’lar gelmemektedir de Deniz’ler gelmektedir, neden İslamcı/sağcı bir lideri güzellemek için sağın tarihinden herhangi bir figür bulunamamakta, Deniz’in parkasına müracaat edilmektedir?

Sorunun yanıtı yukarıda verilmişti aslında: Evet, bir Soğuk Savaş ürünü olarak Türk sağı, Demokrat Partisi’yle, Menderes’iyle, Demirel’iyle, Komünizmle Mücadele Dernekleri’yle, İlim Yayma Cemiyeti’yle, Fethullah’ıyla, Türkeş’iyle, komando kamplarıyla, Özal’ıyla, ABD’nin, NATO’nun, Pentagon’un, CIA’in, Glaido’nun koridorlarında, ofislerinde, laboratuvarlarında icat edilmiştir ve buradan anti-emperyalizm ya da Amerikan karşıtlığı çıkması eşyanın doğası gereği mümkün değildir.

Tam da bu nedenle, benzetmeye, benzetilen kişiden de önce “tarih bilinci” son derece gelişkin olan, yani geldiği yeri bilen bir ismin, Bahçeli’nin karşı çıkması ve “Deniz Gezmiş bir teröristtir” demesi şaşırtıcı değildir. Siyaseten varlık nedenleri Deniz’lerle, Mahir’lerle, Türkiye soluyla mücadele olanlar, nereden geldiklerini unutmamışlar, üstelik Rıdvan’ın sözlerinin yalakalığa yakışmayacağını söyleyerek bunun kriterlerini ancak kendilerinin koyabileceğini dosta düşmana ispatlamışlardır.

Peki Rıdvan’ın söylediklerinin bir “tesadüf” olduğunu düşünebilir miyiz?
Kesinlikle düşünemeyiz. Hayır, “birileri kulağına üflemiş olabilir” anlamında söylemiyorum bunu, “söylettiler” demiyorum. “Tesadüf değil, çünkü zamanın ruhu bunu gerektiriyor, zamanın ruhu söyletiyor” diyorum. Zamanın ruhu ile ne kastettiğimin anlaşılması için ise 26 Kasım tarihli “Memlekete komünizm lazımsa…” adlı yazımdan şu satırları hatırlatmak istiyorum:

“Bu ülkede Atatürkçülük, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm, tarihsel olarak solla, solun değerleri ve söylemleriyle anılır, Türkiye sağının ise bunlarla hiç işi olmamış, bilakis sağ kendisini bunlara duyduğu husumet üzerinden var etmiştir. Dolayısıyla Atatürkçü olunacaksa, emperyalizm karşıtlığı yapılacaksa, kapitalizm eleştirilecekse, bunların siyaseten asli sahibi olanlarla kavga etmek gerekmektedir.”

Rıdvan kavga etmeyi değil ama sola ait değerleri, değerlerin asli sahiplerinden çalmayı ve bu değerlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan biriyle özdeşleştirmeyi denemiştir, çünkü iktidara anti-emperyalizm adına verilebilecek bir destek için elde başka araç yoktur. Rıdvan’ın trajedisi de zaten burada başlamaktadır, solun bunu şiddetle reddedeceği zaten bellidir de, sağda da kendisini sahiplenen kimse olmamıştır.

Tüm bunlardan çıkan sonuç ise 45 yıl sonra dahi “Deniz’in parkası”nın bu topraklarda neyi sembolize ettiğinin görülmesi olmuştur. Deniz ve arkadaşları hâlâ aramızdadır, hâlâ bizimledir. Bize düşen ise bıraktıkları mirasa kıskançlıkla sahip çıkmaktır, hayır nostalji ve romantizm adına değil, uğruna ölüme gittikleri değerleri savunma adına. Eğer şu karanlık günlerde ve şu umutsuzluk zamanlarında bir ışık, bir umut aranıyorsa, buradadır, sembolize ettiği  her şeyle birlikte Deniz’in parkasındadır.

Fatih Yaşlı /BİRGÜN

Dolaylı idamın tuhaf infazı - SERKAN BİLGİ / SOL

"Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968 olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve 142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken sırası geldi. Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş ağzıyla cevaplamaya çalıştı..."


Şimdi anlatacağım yaşantının gerçek kişilerle ve kurumlarla doğrudan ilgisi vardır. Bu yazıyı okuduktan sonra süslü kitapevlerinin raflarına ve kitaplara daha uzun bakacaksınız. En azından tanıdıklarınıza…
Yaşamının erken yıllarında şiir okuma mahareti nedeniyle yerel bir ün kazandı. Bu bilinirlik, onu daha okul sıralarındayken takip edilen biri yaptı.
Yakın dostları kadar polis de becerilerini merak etmeye başlamıştı. Ezberlemek için seçtiği şair kuşkulu gözlerden kaçamamış, hayli uzun sürecek bir göz hapsine alınmıştı. Buna rağmen, Bursa Cezaevi’ndeki tek göz hücreden yazılan Nâzım Hikmet imzalı şiirleri eline geçirip ezberlemeye devam etti. Kendi yazdığı şiirleri güçsüz bulup bu gariplik faslına son verdi. 
Yaşamak güzel bir şeydi. 
Yaşam için değişik uğraşlar edindi. Sözgelimi Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda aldığı küçük roller, spikerlik, duvar afişçiliği, amelelik gibi muhtelif meşgaleler edindi. Polisin merakı bu geçici işlerin hepsini adli birer dosya olarak tartışmaya açtı. DTCF’ye atandı. DTCF’den atıldı. Dersim kırsalında bir şantiyede kolay olmayan yeni bir iş buldu. Bu zor iş de polisin güncel işgüzarlığına takıldı. Polis, çok geçmeden şantiyenin sorumlu mühendisine bir mektup yazıp merakını gidermek istedi. Mühendis cevap mektubunda “azılı solcu” olarak nitelendirilen ağır işçisini savundu: “Sizin suçlu diye soruşturduğunuz kişi, işine bağlı ve namuslu bir emekçidir; şantiyede amelelik yapmaktadır. Hem burada dağa taşa mı propaganda yapacak?” Polis, mühendisi fırçalayıp şahsın tehlikeli olduğunu, sırf gözlerden uzak bir şekilde faaliyet göstermek üzere o sapa kırsalı seçtiğini yazdı. Mühendis, istifaya zorlanan işçisinin mektubuna kendi istifa talebini de ekleyip postaya verdi. İstanbul’a iki adet dönüş bileti aldılar.

Yıllar süren kovuşturmalar bir gözünü ve böbreğini hastane çöplüğüne bırakmasına neden oldu. Ailesi ve dostları ona uzuvlarını aratmadı. Çetin Altan, Edip Cansever, Orhan Kemal gibi yakın dostlarının telkinleriyle güçleniyordu. 
Yaşamak da bir şeydi. 
Fakat yol çatallanmıştı, karar almalıydı. İlk şairinin çağrısına kulak verip kurşun eritmeye koştu. Kurşun hurufatlarının, saman kâğıtları öpüp kara salyalar bıraktığı matbaalara attı kendini. 60’lara gelinmişti; 3. hamur kâğıtlara soldan düşen mürekkep lekelerini çoğaltmak en az yazmak ve hayal etmek kadar tehlikeliydi. Meşhur 141. ve 142. maddeler anayasanın büyük çelişkisi olarak yüzlerce aydını zindan, hatta idamla tehdit ediyordu. 
Gün Yayınevi’ni söz konusu maddelerle yeniden boğuşmayı göze alarak kuran Ermiş ilk olarak Demir Ökçe’yi yayımlama cüretini gösterdi. Sonra çeliğe su verdi. Baskıların üzerine Gladkov’un Çimento’sunu döktüğünde, polisler artık ne yaptığını tam olarak biliyorlardı. Bu “Gün” gibi ortadaydı. Yeni merak konusu tek gözlü kitapçının bunu neden yaptığıydı. Yazılırken ve basılırken cevval olan kitaplar okunurken de ziyadesiyle hararetlilerdi. Düşüncelerin özgürce tartışılabileceğini ve yayılabileceğini salık veren ’60 Anayasası’nın bazı maddeleri ’24 Anayasası’ndan araktı. ’24 Anayasa’sının İtalyan faşist Anayasası’ndan arakladığı “değişmez” maddeler, ilham ve iştahla uygulanırken kötü şakanın tarihi yazılıyor gibiydi. Üstelik meşhur bu iki madde sınıfların farklılığını kabul etmekte, fakat sınıf bilincinin sakıncaları hakkında şu şerhi düşmekteydi: madde 141/1. Fıkra: Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususta yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler ölüm cezası ile hükümlendirilir.” Anayasa önce mahut kitapları toplamakla işe başladı. Harcanan çaba muazzamdı.

Solcu gençler çıkan her kitabı polisten önce kapabilmek için kuyruklar oluşturuyordu. Dostlarının Memed Ali diye seslendikleri yayıncı toplatılan kitapları yüzünden yılgın düşmüştü. Çetin Altan, Akşam Gazetesi’ndeki namlı köşesinde veryansın edip; kaleminin yardımıyla komşusu ve dostu Memed Ali’yi yüreklendirdi. Dahası bir komşu ziyaretinde ona basılması elzem olan kitaplar önerdi. Dönem için iddialı fakat zaruri bir kitap fikrine kapılıp hemen çevirmenine yolladı. Çevirmeni Çetin Altan tavsiyeli kitabın adını, Babeuf’ten Dimitrof’a Sosyalist Savunmalar olarak çevirdi. 
Büyük yazar Marcel Villard’ın son yüz elli yıldır verilen devrimci mücadeleyi ve mahkemelere düşen devrimcilerin keskin savunmalarını derlediği bu kitap büyük yankı uyandırdı. 
Polis, malumatını bir üst merak mecrasına ilettiğinde o hastane koridorlarında başka bir hayati organını tartışmaya başlamıştı. Sosyalist savunmaların kurşun hurufatlarındaki mürekkep daha kurumadan toplatılması, Ermiş’i sarsmış ama daha da yüreklendirmişti. Fakat yüreği birden enfarktüs muhtırasıyla bu dirençli telaşa gözdağı verdi. Tek gözü kör kitap cengâverinin tekleyen kalbine artık körebe oynayan polisler değil, CIA’cılık oynayan savcılar takılmıştı. Savuşturulan göğüs sıkışmasının ardından tekrar kurşun eritmeye döndüğü matbaada aklına ‘güzel bir şey’ daha geldi. 
Şiir gibi bir şey. 
Kapkara haykıran 8’lik puntolarla 3 bin sütun hazırladı. Doktor raporuna bakılırsa heyecandan ölebilirdi. Gündüzleri yayınevine gelen sorguçlarla kahve, gazoz, akşamları Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu, Can Yücel gibi dostlarıyla Kumkapı meyhanelerinde rakı içiyordu. Hekimlerin verdiği perhizi Orhan ve Yaşar Kemal’lerin keşfettiği Adana kebapçısında bozuyor; Cansever’le girişilen kıran kırana bir tavla muharebesinden zaferle çıkıyor, geceyi karısının ve üç bebeğinin yanında geçiriyordu. Sabahları hayattan ve TİP’ten yakın arkadaşı Çetin Altan’a uğramadan “Gün”e başlamıyordu.

Tuhaflıklar iyiden iyiye artmıştı. 4. Sulh Ceza Mahkemesi, Anayasanın malum maddesinin en komik fıkrasını dayatmış ve dünya kamuoyunda bu fıkra kulaktan kulağa anlatılmaya başlamıştı. Ünlü Fransız sosyalist yazar Andre Malraux’nun Umut adlı romanı mahkeme kararıyla toplatılmıştı. Bu toplatma hadisesi Malraux’nun Galatasaray Lisesi’nin yüzüncü yılı münasebetiyle Türkiye’ye davetinden günler önce cereyan etmişti. Çetin Altan Akşam’daki ünlü köşesinde adaleti taşlıyordu. 1968 yılına gelinmişken hâlâ kitapların toplatılmasına, üstüne bir de yazarın davet edilmesine anlam veremiyordu gazeteci: “Adamı huduttan girer girmez tutuklayın bari.”

Kitaplar kıstırılıyor fakat matbaada yeni bir eserin kurşuni sesleri duyuluyordu. Bu rotatif yankılar, ilk ezber dizelere ve on binlerce okura karşı olan vefa borcunu ödemek demekti. 
Kitap daha matbaadan dışarıya çıkmadan içeriye savcı girdi. Gazoz ve kahve ikramından sonra merak mecrası ölümcül sorusunu bininci kez sordu. Bu kitabı neden basıyorsunuz, amacınız nedir? Bininci izahattan sonra savcıyla en kısa sürede tekrar karşılaşmak üzere vedalaşıldı. Neredeyse tüm dillere Romantika adıyla çevrilip yayımlanan kitap kendi ülkesinde anadili ve adıyla raflardaydı. Raf ömrü savcının yazışmaları kadar kısa sürdü. Kapanın elinde kalan kitabın mühim bir bölümü devletin imha depolarını boylarken, o enfarktüs cuntasının emriyle bir kez daha Cerrahpaşa Kardiyoloji Servisi’ne yetiştirildi. 
Mehmet Ali Ermiş’e doktorları ilk olarak matbaalarda duyduğu heyecanı yasakladı, Galata’daki dost sohbetlerini yasakladı. Doktorlar karısının ve oğlunun dışındaki ziyaret kabullerini yasakladı. Sorulara cevap vermeyi yasakladı. 
Fakat acar savcı öykündüğü CIA ajanlarını kıskandıracak ve kendi koymadığı yasakları kıskanacak nitelikteki bir operasyonla bütün engelleri aştı. 
Hastaneye çöplerin çıkartıldığı kapıdan gizlice girdi. 
Üzerinde girilmez yazan bütün kapılardan girdi. 
Mehmet Ali Ermiş’e ayrılmış, mikrop ve kasvetin sokulmadığı odaya girdi. 
Ailesinin kâbuslarına girdi. 
Ve ölümcül sorusunu yaşam destek ünitesindeki hastaya on bininci kez sordu. “Bu son kitabı neden yayımladınız? Amacınız nedir neden çizgiyi bu kadar aşıp o adamın kitabını bastınız?” 
Hasta küçülen tek gözbebeğiyle ve bir diğer gözbebeği oğlunun yardımıyla yanıt verme yasağını delmeye çalıştı. 
Karısı telaşla doktorlara koştu. Doktorlar telaşla odaya koştu. Kovuşturmanın yetenekli savcısı odadaki koşuşturmadan kovulurken doktorlardan fırça yiyordu: “Buraya nasıl girdiniz, siz nasıl adaletçisiniz?”
Savcı yarım kalan soruşturmasının tamamlanması için kısacık ama hızlı bir yazışma yaptı. Aşılan sınırdan, bozulan toplumsal sinirden bahsetti. Basılan son kitabın ve yazarının tehlikesinden bahsetti. Yazışmanın silik bir nüshası tebligat olarak hastaneye ve evine yollandı. Mahkeme yürümekte zorluk çeken hastanın davasını yürütmekte sakınca görmüyordu. 
Mahkemeye gelmesi gereken gün 12 Nisan 1968 olarak belirlenmişti. Kapıda saatlerce bekletildi. Birazdan 141 ve 142’yi ihlalden hapisle yargılanacaktı. İdam pek tabii ağır bir hüküm olacaktı fakat kaçınılmaz demokrasi timsali olan anayasa çarelerini tüketmezdi. Avukatsız ve mecalsiz, iyi ihtimalle tutsaklığı beklerken sırası geldi. 
Çeyrek yüzyıllık ölümcül soruyu yarım nabzı ve kurumuş ağzıyla cevaplamaya çalıştı. Hâkim hadi diğerlerini anladığını fakat eline taze mürekkep bulaştıran bu son kitabın “neden yayımlandığını, amacının ne olduğunu” sordu. 
Hâkimin elindeki kitap aksayan kalp atışları arasında cesaretiyle endişe yayıyordu. Enfarktüs sonunda yönetime tamamen el koydu. Dizleri titredi, ayaktaki savunmasını oturarak yapmayı rica etti. 
 Ama minnet etmedi. 
Hiç değilse içilen gazozların hatırı. Mehmet Ali Ermiş sorgu esnasında öldü. Hâkimler ya ketumdu ya da çok ketumdu. Mehmet Ali Ermiş’e yapılan tuhaf muamele “savunmasız” yaşamına son verirken hâkimin bir elinde “romantik kitap” diğer elinde kırılmasına lüzum kalmayan bir kurşunkalem vardı. 

Fransızca ve Rusçada “Romantikler” adıyla en çok okunan eserler listesine giren kitabın kapağı mahkeme salonundaki yaşamayan komünistin gıyabında sessiz ve sosyalist bir savunma yapıyordu. 

Söz konusu kitap başka bir yaşatılmayan komünist Nâzım Hikmet’in otobiyografik romanıydı. 

YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM...


 
SERKAN BİLGİ / SOL Kültür.

‘Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka’ - MİNE SÖĞÜT

Bu ülkenin acıklı hikâyesinde önemli bir rol oynayan bir parka, münasebetsiz bir cümleyle yeniden gündeme geldiğinde...
O cümleyi boş verin...
Sadece parkayı düşünün.
O parka aslında neydi?
Ve bu ülke için neyi temsil ederdi?
Cem Karaca’nın 70’li yıllarda söylediği o muhteşem şarkının sözlerini düşünün.
“Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka
Parkasıyla vurulmuş yatar iken buldular
Dört hain kurşun değmiş delik deşikti parka 

***

Küçük kardeşi bu yıl siyasala gidecek
Paltoya para yok ki o da parka giyecek
Ananın gözü yaşlı delikleri dikecek”.
Sonra bir de Cem Karaca’yı düşünün.
Onun siyasi çizgisini, o çizginin izlediği yolda özetlenebilecek ağır ülke gerçeğini düşünün.
Sol ideolojiden nasıl kolayca vazgeçtiğinizi ve bunun bedelini şu an nasıl ödediğinizi düşünün.
Solcular en büyük hatayı kendi kıymetli ama gösterişsiz enstrümanlarının cazibesinden şüphe ederek yaparlar.
Sağ ideoloji bu şüphenin üzerine atlar.
Onu eline tutuşturduğu kendi kıymetsiz ama parıltılı enstrümanlarıyla daha iyi bir ses çıkarabileceğine ikna eder.
Ve dönüşüm başlar.
Sonra siz;
Sağcıların solcular için yaptığı gazeteleri okumaya başlarsınız.
Sağcıların solcular için kurduğu televizyonların içinde kaybolursunuz.
Pazarlanmayan hiçbir şeyi tüketmeme ahlakına kapılırsınız.
Seçim kampanyalarına para döken partilerin bu yarışının ne anlama geldiğini anlayamayacak kadar aptallaşırsınız.
Sömürünün değişen dilini çözemez olursunuz.
Özgürleştiğinizi sandıkça esir düştüğünüzü anlamazsınız.
Sizi bu kaostan çıkarabilecek eski ve köklü ideolojiler çoktan gözünüzde değersizleşmiştir.
Onların yerine sağcılar tarafından paketlenip kapınıza hediye gibi bırakılmış pırıl pırıl yeni sol ideolojileriniz vardır.
Ancak nostaljik bir refleksle bir parkaya sahip çıkabilecek kadar kalır aklınız...
Artık umurumuzda değildir o parkanın size hatırlattığı kayıplarınız.
Solcular hâlâ hayattadırlar ama artık sağda durmaktadırlar.
Sol adına ürettikleri her şeyde aslında size yeni tüketim ahlakını pazarlamaktadırlar.
İnsan dahil her şeyin mal olarak kodlandığı bir dünyanın karşısında dimdik durmayı ve düşmanına kendi değerleriyle kafa tutmayı beceremeyen sol iradenin yenilgisi insanlığınızın yenilgisidir. 

***
Sonra bir gün biri çıkar ve münasebetsiz bir laf eder.
Ve siz kendinizi, ülke tarihindeki en utanç verici hukuki kararlardan biriyle idam edilen bir sembol devrimciyle;
Ülke tarihindeki gelmiş geçmiş en utanç verici iktidarın sembol politikacısını karşılaştırırken düştüğünüz ideolojik şuursuzluğun boşluğunda buluverirsiniz.
Ve o boşlukta asılı kalan korkunç gerçekle yüzleşirsiniz.
 
Aslında Tayyip Erdoğan’ın Deniz Gezmiş’e benzetilmesinde hiçbir sorun yoktur.
Sorun sadece onun değil tüm siyasilerin “parkasız” olmasında;
Ve siz dahil kimsenin bunu hiç ama hiç umursamamasındadır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Şehir hastanesi çalışanları çipli köle midir? - ÇİĞDEM TOKER

Adana Şehir Hastanesi üç ay önce, eylülde açıldı. Hastaneyi 680.4 milyon Avro yatırım bedeliyle Rönesans yaptı.
Sık yazsak da tekrarda beis yok, zira kaynak halkın parası. Devlet, şehir hastanelerini yapan şirkete Hazine arazisini bedelsiz verip 25 yıl da kira ödüyor. Adana Şehir Hastanesi’nde 5 bin kişi çalışacağı duyuruldu.
Rönesans Holding Başkanı Erman Ilıcak, hastane açılırken Adana’daki genç meslektaşlarımıza mülakat verdi. Sağlık turizminin canlanacağını söyleyip şu benzetmeyi yaptı:
“Nasıl Amerika’da Houston varsa, Adana Şehir Hastanesi de bölgenin Houston’ı olacak.”
Adeta otel reklamı yaparcasına beş yıldızlı konfor tanıtımlarından biliyorduk da, sağlık turizmi hedefinden bu açıklıkla söz etmek nihai hedefi berraklaştırdı.
Nitekim şehir hastanelerinde esas derdin, sağlık hizmetinden çok kâr güdüsü olduğunun başka kanıtları da ortaya çıkmaya başladı: Personele çipli takip.
Habertürk’te Fatmanur Boylu imzalı dünkü haber, Adana Şehir Hastanesi çalışanlarının çip ile takip edildiğini duyuruyordu. Bir güvenlik görevlisi, görev yerine gitmediği gerekçesiyle işten çıkarılmış, gitmediği de çipli takip kayıtlarından saptanmıştı. 
 Çamaşırhanede karışmasın diyeymiş!
Çipler, hastane çalışanlarının formalarına monte edilmişti. Personel, çiple izlendiğinin farkında değildi. Çipi fark eden hastane çalışanlarına formaların yıkama sırasında karışmaması için kullanıldığı söylenmişti.Üstelik aynı gerekçe 30 Eylül’de Sol gazetesinde yayımlanan hemşirelere çipli takip haberinde de yer alıyordu.
Ben hayatımda bu kadar gülünç bir yalan duymadım.
Formaların çamaşırhanede karışmaması için farklı renklerde kumaş, iplik, değişik şekillerle ayırmak, işaretlemek dururken; bir giysinin üzerine elektronik çip mi takarsınız Allah aşkına?
İnsanların bu kadar aptal yerine konulmasının nedeni az çok belli aslında.
Yapılan işlem, mesai denetim anlamına geliyor.
Ama yapanlar bunu gizlice yapmanın hukuka aykırı olduğunun farkında.
Çalışanları, onlara haber vermeden, gizlice iş önlüğüne önceden sabitlenmiş elektronik bir parçayla izlemek, kişilik haklarının ihlalidir. 

Doktorlar da mı izleniyor?
Anlaşıldığı kadarıyla, şehir hastanesi içinde giyilen giysilerdeki bu çipler hastane kameralarıyla entegre edilmiş. Dolayısıyla kimin kaç metre yürüdüğü, nereye gittiği, hangi koridor köşesini döndüğü saniye saniye kayda alınıp tespit edilebiliyor.
Böyle bir sistem içinde üniformaya, elbiseye, monte edilmiş çiplerle çalışanları izlemek; mesai denetimini de aşıp insanların mahremiyet alanlarına da girmek demek.
Örneğin kamera sisteminin başındaki insanların, bir hemşirenin tuvalet ihtiyacını izlemediğinden kim emin? Bize bunun garantisi verilebilir mi?
Bu konuyu dün araştırırken çipler yoluyla sadece güvenlik personeli, hemşirelerin değil, belli durumlarda hekimlerin de izlenmesinin mümkün olduğunu öğrendim. Hatta eşyaların bile. Kanepelerin bile çipi varmış. Bir odadan diğerine götürülen bir möblenin nerede olduğu kameralardan bulunuyormuş.
Buradan Sağlık Bakanı’na, bakanlık bürokratlarına, şehir hastanelerini yapan şirket başkanlarına, ünlü müteahhitlere soralım.
Şehir hastaneleri çalışanları; hastaneyi yapıp işleten müteahhitlik firmasının, Sağlık Bakanlığı’nın ve/veya iki tarafın ortaklığına verilen isim olan Kamu Özel İşbirliği modelinin kölesi midir?
Sizler çalışmanız sırasında, sizden daha kudretli bir güç tarafından elektronik çiple izlenmeyi ister miydiniz?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Başyücelik - ÖZGÜR MUMCU

İktidar çevreleri birkaç senedir dağıttıkları Necip Fazıl ödülleri vesilesiyle “üstadı” anıp kıvanç duydular. Siyasi ve ekonomik iktidarlarını, kültürel iktidarla perçinlemek için umutlandılar. 

Malum, Necip Fazıl bugün memleketimizi yönetenlerin başöğretmeni. Nabi Avcı’nın belirttiği üzere bugün “Türkiye’yi yöneten kadrolar gözden geçirildiğinde başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere her biri Necip Fazıl’ın çeşmesinden su içmiştir.”
 

Bugün Milli Eğitim’de yaşanan derin kriz, bir parantez olarak değerlendirdikleri Cumhuriyet dönemini, memleketin kurucu değerlerini ortadan kaldırıp kurumların içini boşaltarak silme arzusuna dayanmakta. Bakın bunu Sayın Avcı ne güzel ifade etmiş:
“İnşallah 10 yıldır özellikle sosyal bilimler liselerimizde, imam hatip liselerimizde üstadın beklediği, özlediği gençliğin mayasının tutmakta olduğunu ama bunun da kâfi olmadığını, bütün eğitim sistemimizin üstadın özlediği Türkiye’ye yakışan gençleri yetiştirmeye vâkıf olması gerektiğini bilerek çalıştığımızı bilmenizi isterim.”
 


Tüm gerginliğiyle hissedilen toplumsal kutuplaşmanın temelinde de Sayın Erdoğan’ın birçok defa dile getirdiği üzere, Necip Fazıl’ın rehberliğinde “dininin ve kininin davacısı bir gençlik” yetiştirme amacı yatıyor.
Hangi kinin davacısı? 

Elbette Necip Fazıl’ın kin duyduklarının. Yani üstadın “Allah’ın, Kuran’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçiler” diye betimlediği Cumhuriyetin kurucuları.
 

Lafı uzatmayalım. O kin, Atatürk’e ve Cumhuriyete yönelik bir kindir.
 

Necip Fazıl sadece bir şair değildir. Memleketi idare edenler açısından en önemli özelliği bir siyaset teorisyeni olmasıdır. Teorisi öncelikle “İdeolocya Örgüsü” eserinde öngördüğü “Başyücelik” rejiminde somutlaşır. Buna göre devleti unvanı başyüce olan biri yönetmeli, Türk ve Müslüman olmayanlara vatandaşlık verilmemeli, İslam inkılabı ordusu olmalı ve halka değil Hakk’a inanan bir düzen kurulmalı. 

En âlâsından teokratik ve totaliter bir rejim resmidir bu. 


İktidar gözümüzün içine bakarak, hiçbir şey gizlemeden, adım adım Necip Fazıl’ın kendilerine müjdelediği bu rejimi kurmak için ilerlemektedir.
Dün, Kadri Gürsel’in köşesinde Necip Fazıl’ın basın özgürlüğünü imha etmek isteyen alıntılarına yer vermesi ve Türkiye’deki basın özgürlüğü ile Necip Fazıl’ın değerler sistemi arasındaki ilişkiyi göstermesi bu sebeple son derece isabetlidir.
Daha evvel defalarca sorduk. Yine soralım.
Necip Fazıl’ın paltosunun cebinden çıkan memleketin yöneticileri Necip Fazıl’ın siyasi idealleri hakkında ne düşünmektedir? 

Başyücelik rejiminden mi yoksa demokrasiden mi yanadırlar? Necip Fazıl’ın teokratik, totaliter siyasi projesini sahipleniyorlar mı?
 

Necip Fazıl, edebiyat tartışmalarına hapsolacak bir şair değil. Siyasi bir projesi ve takipçileri olan teokrasi taraftarı “yerli ve milli bir faşizmin” teorisyeni. İşte iktidarın yaslandığı ve bütün eğitim sistemini uğruna yeniden düzenlediği şahıs bu.
 

Daha ne kadar böyle birinin el üstünde tutulmasını doğal karşılayacağız?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

İslamcılar düşerken - ORHAN GÖKDEMİR

Ne tuhaf; geçen yüzyılın başında Suriye’yi işgal etmiş olan Fransızlar ülkeyi elinde tutmanın yolunun onu beş bölgeye ayırmak olduğunu düşünüyordu. Halep ve Şam’da iki devletçik kurulacaktı. Yanı başlarında bir Alevi ve bir Dürzi devleti olacaktı. Lübnan ve İskenderun Sancağı bunları tamamlayacaktı. Sanki Fransızlar Suriye için minyatür bir Sevr planı oluşturmuştu.

Fakat Suriye’de İttihat ve Terakki’nin eteklerinden gelen, 1908’in devrimci havasını solumuş tuhaf devrimciler vardı. Paris’te öğrendikleri Aydınlanmacı fikirlerinin izinden giderek Paris’te yapılmış o plana direndiler. 1940’lı yıllarda bağımsız Suriye’nin kurulmasına öncülük ettiler. Bölüneceği düşünülen Aleviler, Dürziler, Hıristiyanlar, Sünniler, Kürtler, Ermeniler tam tersini yapmış, ülkenin bağımsızlığı ve birliği için çarpışmıştı. Baas hareketi işte o mücadelenin getirisidir.


Baas'ı, farklı inançlardan gelen üç arkadaş kurdu. Nusayri Zeki Arsuzi 1908’de, Rum Ortodoks Mişel Eflak 1910’da, Sünni Salah Bitar 1912’de doğmuştu. Üçü de Paris'e, Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe okumaya gitmişlerdi. Doğdukları topraklara dönüp birer devrimci oldular.
Tarihleri kısa Ortadoğu tarihidir.
“Arap Dirilişi’’ hareketinin bir devamı olan Baas Partisi 1947'de kuruldu. Mişel Eflak ilk genel sekreteri seçildi. Amaçları ‘‘Arap dünyasını tek bir bağımsız devlet haline getirmek için mücadele’’ydi. Eflak, 1949'da Suriye Eğitim Bakanı oldu. Bitar partide çalışmayı tercih etti. 1952'deki darbeden sonra sürgüne çıktılar. Birkaç yıl sonra döndüler. Sosyalizmin yükseliş yıllarıydı. Baas da, o arada “Arap Sosyalist Baas Partisi” oldu.
Salah Bitar, aynı zamanda Dışişleri Bakanı olarak Suriye ile Mısır'ın ‘‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’’ adı altında tek bir devlet haline gelmesinin mimarlarındandır. Ama bu rüya sadece iki sene sürdü. Sonra yine askeri darbeler, yeniden sürgünler, kovuşturmalar, davalar, kaçıp kovalamalar… Olağan şeylerdir bunlar. Baas, Arapların İttihat ve Terakkisidir. Mişel, Zeki ve Salah ise Enver, Talat ve Cemal’i.
Hayatları da benzer biçimde nihayete ermiştir zaten. Hataylı Zeki Arsusi, kısmen istikrarlı bir hayat yaşadı. 1968’de ölene kadar Suriye ordusuna Baas ideolojiyi aşılamakla uğraştı. Salah Bitar, 1980’de Paris'te uğradığı bir silahlı saldırıda öldü. Ortodoks Mişel Eflak, 1989'da Paris'te yaşamını yitirdi. Cenazesi Irak'a getirildi ve merasimle Bağdat'ta defnedildi. Mezarı artık bir türbedir.
Böyledir, devrimler her türlü dinin ve her türlü inancın üzerindedir…

***

İttihat ve Terakki de çok dinli ve kimlikli bir yapıydı. Türkü, Kürdü, Çerkezi, Arabı, Gürcüsü, Arnavutu omuz omuza verip kurmuştu örgütü. Nihayetinde onlar da siyasi ve fiziki hayatlarını eskiden imparatorluk toprağı olan pek çok ayrı parçada tamamladılar. Vurdular ve vuruldular. Osmanlıcılığı, İslamcılığı, Türkçülüğü ihtiyaç oldukça bir silah olarak kullandılar. Eylemlerini yönlendiren teorileri yoktu, tam tersine teorilerini eylemleri belirliyordu. İslamcılık, Türkçülük, hatta sosyalizm onların bu tuhaf siyasi duruşunun ürünleridir. Kemalizm onun paltosundan çıktı. Nasırizm, Baasçılık ve bir bakıma İhvan da öyle.

Çok hoş; Mısır’da Krallığı tasfiye edip iktidarı alan Cemal Abdülnasır’ın “Cemal”i İttihatçı Cemal Paşa’nın hatırasıydı. 1950’li yıllarda Müslüman Kardeşleri sindirdi, Krallığı devirdi ve iktidar oldu. Bir bakıma Mısır’ın Enver’iydi, bir bakıma Mustafa Kemal’i.
Konumu gereği zorunlu olarak Sovyetler Birliği ile yakınlaşmıştı. O sırada Türkiye’de Amerikancı Menderes iktidardaydı. Çevrede olup bitenlere göre o da kendince bir pozisyon belirliyordu. 1952’de ülkeyi NATO üyesi yapması, 1955’te Bağdat Paktı-CENTO içinde yer alması hep o kaygıylaydı. Suriye ve Mısır’ın Sovyetler Birliği’nin desteğini alarak birleşeceği anlaşılınca ABD’nin talimatıyla 900 kilometrelik Suriye sınırına 1 milyon mayın döşedi. 1957’de İsrail Başbakanı David Ben Gurion’la Ankara’da gizlice buluştu ve görüşmenin ardından Suriye sınırına asker yığmaya başladı. Bunlar Suriye-Mısır birleşmesine karşı ABD-DP tepkisiydi. Sonra beklenen oldu, Sovyetler Birliği ağırlığını koydu, Suriye ve Mısır birleşti. Bu kaybın şoku atlatılamadan 1958’de Irak’ta devrim oldu ve derme çatma Haşimi Hanedanı yıkıldı. Darbede hanedanın Suriye-Mısır birleşmesini engelleme çabalarının büyük etkisi vardı. Bu bölgedeki dengelerin altüst olması anlamına geliyordu. Sovyet etkisi yayılıyordu ve Türkiye’de 27 Mayıs darbesi adım adım yaklaşıyordu.

27 Mayıs darbesi ile Menderes rejimi alaşağı edildi. Ülke Nasır’ın yoluna girmişti. Fakat o sırada Suriye’de de darbe oldu. Darbeci subay Abdülkerim Nahlavi Suriye’nin Arap Birliğinden ayrıldığını açıkladı. İki yıl sonra, 1963’te aralarında Baasçı Salah Cedid’in olduğu bir gurup general darbe yaptı, ayrılıkçıları devirdi. Aynı yıl Türkiye’de Talat Aydemir’in giriştiği ikinci darbe girişimi ise başarısız oldu. Aydemir asıldı.

1970’de Suriye’de Baasçı Hafız Esad bir darbeyle yönetimi ele geçirdi. Türkiye’de 12 Mart Darbesi oldu. 12 Mart darbesi ile 9 Mart’ta yapılması planlanan “Baasçı” darbe tasfiye edilmişti.
Şöyle devam edelim; İran İslam Devrimi, Irak’ta Saddam’ın iktidarı alması, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi aynı yılda, 1979’da oldu. Bir yıl sonra Türkiye’de 12 Eylül darbesi gerçekleşti. Kısa bir süre sonra da Mısır’da Enver Sedat öldürüldü. Müthiş bir satranç müsabakasıdır.

***

Suriyeli üç devrimcinin hayatıyla Ortadoğu’ya bakıyoruz. Bu kuşağın aktörlerinin çoğu yurtdışında, Fransa’da eğitim görmüştür. İstisnasız hepsi Aydınlanmacıdır ve bu fikri ülkelerinde hayata geçirmek istemektedir. Hepsinin yolu başlangıçta olmasa bile sonuçta ordu ile kesişmiştir. Nasır biraz Enver’dir, Salah Bitar biraz Talat. Zeki Arsusi biraz Talat Aydemirdir, Mişel Eflak biraz İsmet İnönü...
At koşturup toz kaldırdıkları alanda bugün onların da içinde olduğu büyük bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de ve Türkiye’de yaşananlara bir de böyle bakılmalıdır. Kavga, Ortadoğu’daki Aydınlanmacı siyasi geleneğin tasfiyesi ve yerine ılımlı İslamcı, İhvancı bir yeni düzen kurma kavgasıdır.

***

Son perdeye yaklaşıyoruz. 20 Mart 2003’te Amerikan ve İngiliz işgal orduları Irak’a girdi. İşgal Irak’ta fakat savaş Ankara’da başlamıştı. Ankara’daki savaş 3 Kasım 2002’deki seçimle sonuçlanmıştır. AKP’nin iktidara getirilişidir. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 3 Kasım seçimlerinden 1 gün sonra ABD’ye uçtu. Hükümet 28 Kasım’da güvenoyu aldı. 3 Aralık’ta Wolfowitz ve Grossman hükümetin kapısındaydı, aceleleri vardı. İki ABD’li, Başbakan Gül, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le görüştü. Görüşmeden sonra Dışişleri Bakanı Yakış, Irak’ın işgaline hazır olduklarını açıkladı. O kadar hazırlıksız o kadar aceleci bir açıklamaydı ki bu, birkaç saat sonra başında bulunduğu bakanlık tarafından tekzip edildi.

25 Şubat 2003'te TBMM'ye sunulan "Tezkere”nin reddedilmesi, Ankara’nın son direnişidir. Cevabı Süleymaniye’de verildi. 4 Temmuz 2003’te TSK’nın başına geçirilen çuvalla Ankara düştü. 27 Mart’ta, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Suriye sınırında incelemelerde bulunuyordu. Irak’ın işgalinde direnen ordu, Suriye’ye müdahalede ikna olmuş vaziyettedir.
Süleymaniye’de kaybedilen o savaşın, son iki yüzyılda kazanılmış tek savaşın sonuçlarını bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmesi şaşırtıcı değildir. Kurtuluş Savaşı ile kazanılan kalelerden geriye kalanlar da 4 Temmuz’dan sonra bir bir düşmüştür, doğaldır.

Böyle bakabiliyorsak eğer, Mısır’da İhvan’ın iktidara gelişiyle Türkiye’de AKP’li yılların başlamasını birbiri ile ilişkilendirebiliriz. Irak’ta Saddam’ın, Libya’da Kaddafi’nin düşürülmesini de öyle. Son adım yine Suriye’de atılmış ve Hafız Esad geleneği silinip yerine Müslüman Kardeşler iktidarı kurulmak istenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesinin alandaki “ılımlı İslam” uygulamasıdır bunlar. Irak’ta Saddam ile başladılar, Libya’da Kaddafi ile devam ettiler. Suriye’yi tıpkı Fransızların planladığı gibi küçük devletçiklere bölmeye çalıştılar. Mısır’da Mübarek’i indirdiler, Mursi’yi bindirdiler. Türkiye’de Ecevit’i düşürüp Erdoğan’ı çıkardılar. Büyük plana neredeyse yaklaşmıştılar.
Ama sonra tuhaf şeyler olmaya başladı. Esad’ın direnebileceği ortaya çıktı. Mursi büyük bir halk hareketinin ardından askeri darbeyle devrildi. İhvan’ın iktidar düşü paramparça olmuştu.

***

Gazeteler ABD Başkanı Donald Trump'ın ulusal güvenlik stratejisinin Türkiye için bir felakete dönüşebileceğini haber veriyordu önceki gün. ABD’liler “Türkiye’nin radikal İslamcı ideolojiyi desteklediği” kanısındaydı. “Müslüman Kardeşler’in bazı unsurları” hükümetlerin parçası haline gelmişti. Haliyle Türkiye onlar için İran’dan daha büyük tehlikeydi. Saklamıyorlar artık, açıkça AKP’nin adını veriyorlar. Rıza Sarraf davasını falan hesaba katmadık daha. Emperyalistler usulca çekiliyor eski sadık adamlarının arkasından.

Türkiye’den başka her yerde İhvan planı çöktü. Bu tarihten çıkarabildiğimiz, Türkiye’de de eninde sonunda çökeceğidir. Burada bir soru veya kuşku yok.

Bir tek soru var: Son vuruşu emperyalistler mi yoksa halk mı yapacak?

Orhan Gökdemir / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...