2017’yi mizahın iki dev ismi Metin Uca ve Otisabi ile konuştuk - MELTEM YILMAZ

Türkiye hem iç hem de dış politikada oldukça hareketli bir yılı geride bıraktı. 
OHAL, KHK’ler, anayasa referandumu, adalet Yürüyüşü, Rıza Sarraf Davası derken 2017 fırtınalı bir yıl olarak geçirildi. 2017’nin değerlendirmesi için sözü mizahçılara bırakalım dedik, mizahın iki güçlü ismi Bavul Dergisi çizerlerinden Yılmaz Aslantürk (nam-ı diğer Otisabi) ve Metin Uca ile konuştuk. Metin Uca’ya göre Türkiye’de yaşanan olaylara dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değil. Yılmaz Aslantürk ise 2018 için umudunu koruduğunu söylüyor: “Umudum az da olsa hâlâ var, demokrasinin nimetlerinden vazgeçecek kadar aptal değiliz. ‘O gitse yerine kim gelecek?’ sorusuna ‘bundan daha iyisini hak ediyoruz’ diyenlerin çoğunlukta olduğuna inanıyorum.”

***

Yılın büyük aşkı Man Adası’na duyulan aşktı.
Metin Uca: 2017 yılını en iyi özetleyen olay, OHAL’i protesto için yapılacak mitingin OHAL gerekçesiyle yasaklanmasıydı. Yılın en büyük aşkı ise bazılarının Man Adası’na olan aşkı
»Çok fırtınalı bir yılı geride bıraktık, ama eminim mizahçının gözünden bakınca başka unsurlar da çıkacaktır. 2017 denildiğinde ne geliyor aklınıza?

Evet, 2018 geldi, bakalım dileklerimiz, yeni yıla yüklediğimiz anlamlar ne kadar geçekleşecek. Ama bence 2017’yi en iyi özetleyen olay, OHAL’i protesto etmek için gerçekleştirilecek bir mitingin OHAL gerekçe gösterilerek yasaklanması oldu. İnanın, bunu bir gülmece yazarı kaleme almış olsa, absürdün sınırlarını zorluyor derdim ama maalesef gerçek. Tabii bu kadarla sınırlı değil. 2017’de Ankara’dan İstanbul’a yapılan Adalet Yürüyüşü’nde, yakında anayasa değişikliği ile görevini kaybedecek olan son başbakan Binali bey, “Bu sıcakta yürümeye gerek yok, trene binsinler” dedi. Yani adaletin ne kadar gerekli olduğunun kendilerinin de farkında olmasına karşın bunu böyle cümlelerle kapatmaya ve kendi kendini iknaya çalışan bir yönetimin ülkesinde adaletin nasıl ve neden gerçekleşemediğini görmüş olduk. 2017’de toplumun her kesiminde en çok zedelenen değerin adalet olduğu ortaya çıkıyor bence.

»Türkiye’nin hemen her yerine gidiyorsunuz. Dikkat çektiğiniz olaylar tam da Türkiye’e özgü değil mi? 
Evet, ama dahası var. Hatırlarsınız bu yürüyüş esnasında Düzce’de yola hayvan gübresi döküldü. Bunu yapan belediye başkanıydı ve sonra Fetullahçı terör örgütünün azılı üyelerinden biri olduğu ortaya çıktı. Dünya tarihinde özgürlük için yapılan bir yürüyüşe bok atıp da sonra kendisi boğazına kadar boka batmış olan başka bir kişi yoktur herhalde. Bundan daha simgesel bir şey olamaz bir ülkede. Hatırlayın, benzer biçimde, Gezi’de “vatanını savunan” palalı saldırganın daha sonra yüz kızartıcı suçlardan arandığı ortaya çıktı. Acı olan, bu insanlar cesaret buluyorlar çünkü bakıyorlar kebapçı basıp adam döven biri Türkiye’nin üç büyük takımından birinin başına getirilip ödüllendiriliyor.

»Bu olaylar mizahçı olarak sizi besliyor olsa gerek?
Hakikaten çok garip şeyler yaşadık. Felsefe öğretmeninin beden eğitimi dersine laf ettiği bir ülke burası aynı zamanda! Meclis başkanı kanlı pazarda devrimci gençlerin üstüne saldıran yapının başında yer alan bir kişi ve aynı meclis başkanı kendisine armağan edilen hereke halısını “aslan yattığı yerden belli olur” diye savunuyor. Yani ülkenin neresinden tutup neresini düzelteceksiniz? 2018’den en büyük dileğim, 2017’de yaşadıklarımızdan daha ağır bir yıl olmaması.

»Umudun rolü ne burada?
Umut bence en büyük silahtır, her şeye karşı. Çünkü hiçbir sistem, hiçbir kaos sonsuza kadar aynı içimde devam etmemiştir, biraz da böyle bakacağız. Şimdi tuhaf bir beyin yıkama döneminden geçiyoruz bakın, insanlık suçlusu Sudan devlet başkanı ziyarete gidildi, ama gazetelerde adamın özelliği bir satır yazılamadı. Çünkü gazetelerde öyle bir korku var ki, sadece Anadolu Ajansı’nın geçtiği dış haberler metinleri yazılıyor.

»2018’de siyasette değişimi kim belirleyecek, ana aktör kim olacak?
Hiçbir zaman oy vermeyecek olsam da İyi Parti. Yüzde 4’lere düşmüş bir milliyetçi hareket partisinden gelen oylar, kısmen CHP’den gelen oylar, ama en önemlisi Anadolu’da merkez sağda parti bulamadığı için, yani eskinin Adalet Partisi veya Doğru Yol Partisi olmadığı için zorunlu olarak AKP’ye oy veren seçmen için İyi Parti’nin çıkmış olması – ben hiçbir zaman oy vermeyeceğim ama- önemli bir adım. Evet, baskı her zaman yaratıcılığı beraberinde getirir. Ben de şimdi bir kitap hazırlıyorum. Adı: “Alışmadık Gözde Lens Durmaz.” Kitapta, dünyadan öyküler anlatıyorum, örneğin bir diktatörün öyküsünü anlatacağım ama onları okuduğunuzda bakalım hangi ülkeye gidecek, kime benzeteceksiniz doğrusu çok merak ediyorum.

»Mesela? Bir iki örnek paylaşın bizimle?
Edison’un rakibini karalamak için bakıcısını öldürmüş olan bir fili 6660 volt vererek öldürüşünün öyküsü... Ya da Nazi öğrenci örgütlerinin lideri konumundaki bir Führer dekanın öyküsü… Yani tarih tekerrürden mi ibaret yoksa biz tarihi anlamadığımız için mi sürekli başımıza aynı şeyler geliyor sorusunu sorabileceğiz bir kitap. Ya da herkesin geçmişte sevdiği eski bir futbolcu çıkıp Deniz Gezmiş’le Erdoğan’ı kıyaslıyor.

»Bir de daha tuhaf olan, belki de kimse onlardan bu kadar yalakalık beklemiyor. Bu insanlar kendilerini durduramıyorlar sanki, değil mi? 
İş oraya doğru döndü. Yani ihale alan iş adamları ya da performansı için yerel yönetimlerin dışında hiçbir gücü olamayan bazı ses sanatçılarını bu anlamda belki anlayabilirim. Ama onun dışındaki insanların bu yalakalığı ne adına yaptığını gerçekten çözemiyorum. Gerçi 1 dolar bir lira olacak diyen, bu zeka ve öngörüdeki insan hâlâ ekonomide söz sahibi. Sonra da diyoruz ki Almanya bizi kıskanıyor, neyi kıskanıyor, bu anlattığım dünyayı mı?

»Herkesin bizi kıskandığı hezeyanıyla politika üreten ve toplumun nerdeyse yarısını buna inandırarak yaratılan bu delilik halinin düzelmesi zaman alacak gibi görünüyor, öyle değil mi?
Elbette, rahat 7-8 sene alacak. O nedenle asgari müştereklerde anlaşıp tek adam dalgalanması yerine eski parlamenter demokrasiye döneceğimiz bir onarım sürecine girilmesi şart. Ama beyni yerine omurilikteki sinirle hareket edenler olduğu sürece portakalı bıçaklayan da olacak, Çin protestosu yaparken Özbek aşçı dövenler de. Kim daha çok bağırırsa, kim daha çok sesini duyuracak alan bulursa kendisinin haklılığını gerçek olduğunu dayatmaya çalışıyor. Öte yandan “fikirle” proje üretmesi beklenen alanlara bakıyorsunuz, TÜBİTAK gibi, adamlar papaz eriğinin imam eriğine dönüştüğünü proje olarak kabul ediyor.

METİN UCA’NIN EN’LERİ
»Hadi o zaman 2017’nin enlerini seçelim. 2017’nin en umut verici olayı neydi?
Gençlerin Vaşington portakalını bıçaklaması.
»En komik olayı?
Trump’ı protesto için turp ısıran muhtar.
»Yılın fiyaskosu?
Zafer Çağlayan’ın 45 mi yoksa 50 milyon avro aldığını tam karar veremeyen Zarrab’ın açıklaması.
»En cesur çıkışı, kişisi veya olayı?
Melih Gökçek’in “istifası”.
»Yılın sloganı?
Dünya beşten büyüktür.
»Yılın aşkı?
Bazılarının Man adasına olan aşkı.
***
Otisabi karakterine hayat veren karikatürist Yılmaz Aslantürk: Umudum hâlâ var, daha iyisini hak ediyoruz»2017’de hukuk, adalet, insan hakları açısından nasıl bir süreçten geçtik?
Bakanlar her ne kadar lafı dolandırsa da Reisçiler silahlanıp küçük birimler oluşturarak her türlü muhalif gösteriyi darbe girişiminin devamı olarak görecekler. Ve bu KHK ile haklarında işlem yapılmayacağının garantisiyle silah kullanmaktan kaçınmayacaklar. Her türlü protesto vatan hainliği olarak değerlendirilecek. Devletlerin istihbarat birimleri, kolluk kuvvetleri vardır, demokrasilerde adalet ve güvenlik bu işin profesyonelleri tarafından sağlanır. Yoksa arka camında padişah tuğrası olan Doblo’lular mı asayişi sağlayacak?

»Burdan bakınca 2018’de bizi ne bekliyor?
Çıkarılan her KHK hükümet karşıtlarını korkutmak, sindirmek üzerine kurulu. Kol bükmeyi geçtiler gırtlağımıza çökmek üzereler. CHP’nin artık meclis kürsüsünden yaptıkları konuşmaları Twitter’dan paylaşmaları “like” almaktan bir işe yaramıyor. Sokağa çıkmaları ve ses çıkarmalarının takipçi sayılarını daha çok artıracağını düşünüyorum.

»Yani 2018 Türkiyesi için pek de umutlu değilsiniz…
2018’de öne alınacak seçim nedeniyle iktidarın daha da sertleşmesinden korkuyorum. Halkın desteğinin azaldığının farkındalar ve bu yüzden otomobil cam filminin serbest bırakılmasını bile sağladılar. Umudum az da olsa hala var, demokrasinin nimetlerinden vazgeçecek kadar aptal değiliz.
“O gitse yerine kim gelecek?” sorusuna “bundan daha iyisini hak ediyoruz” diyenlerin çoğunlukta olduğuna inanıyorum.

»Yeni yıldan kendiniz için ne istiyorsunuz?
Yeni yıldan beklentim Otisabi kitaplarının yabancı dilde yayımlanması. Bunun için girişimlerimin gerçekleşmesini umuyorum.

»Üstünüzdeki baskı ortamının 2017’de kültür sanat üretimine yaratıcılık anlamında etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Şu an için Türk sanatçıların bulundukları baskıcı ortamdan beslendikleri ve eleştirel üretim yaptıklarını görmüyorum. Benim takip edebildiğim kadarıyla batılı meslektaşlarıyla rekabet halindeler. “Aa Türkiye’de de böyle şeyler yapılıyor mu?” övgüsünün peşindeler.

»Köşenizi hazırlarken çekinceleriniz, korkularınız oluyor mu? Sonuç olarak cinsellik her zamankinden daha sakıncalı bir alan...
Otisabi öykülerinde kadın erkek ilişkilerinde yaşanan tuhaflıklar, yalanlar, kurnazlıklar gibi kimsenin dile getirmediği unsurları ön plana çıkarıyorum. Kadın erkek bir araya gelmişse elbette cinsellik kaçınılmazdır. Okur üzerinde etkisi bunu nasıl gösterdiğine bağlı. Yani çizdiğim sahneler tahrik etmekten uzak. Niyetim de zaten birilerini azdırmak değil. Dolayısıyla başıma iş açmayayım diye oturmuyorum masama. Erkek çocuklarına taciz edilen tarikat yurtlarına ses çıkarmayanların “ Otisabi de cinsellik var, ne ayıp” demeleri umurumda değil.

»Kadın erkek ilişkileri demişken, kutuplaşmış bir toplumun gençlerine baktığınızda, karşı kutupla aşk ne kadar mümkün?
Gönül ilişkilerinde her iki grubun birbiriyle karşılaşması ve birbirinden “elektrik alması” için ortak mekanları kullanması gerekiyor ki, yok zaten. Ebeveynlerinden önce zaten başörtülü bir “kızın alnı secde görmüş” birini seçeceği aşikar. Diyelim birbirlerine vuruldular aşık oldular, biri Ertuğrul dizisinden, diğeri Shameless dizisinden bahsetmek isteyecek. O ilişkinin en başında yürümeyeceğini sıra dışı aşıkları bile anlar ve vazgeçirir.

»Geçen röportajımızda muhalefet etmek isteyen bir yolunu bulur demiştiniz ama bugün o “yolun” sosyal medyada dönüp dolaştığını görüyoruz. Sosyal medyanın rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sosyal medyada herkes kendi politik görüşünde olanları takip ediyor. Oradaki muhalefet karşı tarafı ikna etmekten çok uzak. Ama bazı konularda baskı sağlayıp başarı kazandığı da oldu. Mesela Özgecan Aslan cinayeti sosyal medya paylaşımlarıyla aydınlandı, sonuç alındı. Artık muhalefet yöntemini beğenmemek gibi bir lüksümüz yok. Her ne şekilde olsa hepsi kıymetli.

»İç açıcı bir soruyla bitirelim. 2017’de okuduğunuz ve etkisi altında kaldığınız kitap, sinema filmi, tiyatro oyunu, müzik neydi?
Selahattin Demirtaş’ın “Seher” adlı kitabı. Ayla filmi. Datça’da yaşadığım için tiyatro izleyemedim. Yunanca öğreniyorum pratik yapmak için Yunanca şarkılar dinliyorum.

OTİSABİ’NİN EN’LERİ
»2017’nin en umut verici olayı neydi?
Ünsal ünlü ve Ruşen Çakır’ın internet üzerinden hala gazetecilik yapılabileceğini göstermesi.
»En komik olayı?
Rıdvan Dilmen’in Erdoğanı’ı parkasız Deniz Gezmiş’e benzetmesi.
»En üzücü olayı?
Naim Süleymanoğlu’nun ölümü.
»Yılın fiyaskosu?
TEOG sınavının kaldırılması ama yerine ne konacağının açıklanmaması.
»Yılın tartışması?
Metin Hara-Adriana Lima aşkı gerçek mi?
»En cesur çıkışı, kişisi veya olayı?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü.
»Yılın sloganı?
Hak, Hukuk, Adalet
»Yılın fotoğrafı?
Veli Saçılık’ın Yüksel Caddesi’ndeki direniş fotoğrafı.
»Yılın aşkı?
Reza Zarrab-Ebru Gündeş aşkı.

Meltem Yılmaz/ BİRGÜN

Uyumluluğun aracı arabuluculuk - ALİ RIZA AYDIN

Arabuluculuk hukukun içine dallanıp budaklanarak giriyor. Kimi uygulamalar isteğe bağlı, çalışma yaşamında olduğu gibi kimi uygulamalar da zorunlu. Bu zorunluluğun açılımı, emekçi ile patronu buluşturma, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında uzlaşma.
Konuyu işin tekniğine ve ayrıntısına girmeden özetleyelim: Arabuluculuk uzlaşmacılıktır. Hukukçulardan olsun, diğer disiplinlerden olsun, özel eğitimden geçsin fark etmez uzlaşmacı olacaksın, tarafları barıştıracaksın. Yani töre ve adetlerin ve de dinselin kimi seçkinlere ve egemenlere verdiğini hukuk kılıfıyla yapacaksın. Yapacaksın ki egemenin gücünü ezilene karşı hukuksallaştıracaksın. Ya orada noktalayacaksın ya da senden sonra yargıya gidilecek. Asıl işin noktalama ve yargı yolunu temizleme olacak. Asıl işin işverenin çıkarını savunmak olacak. Böylece sorun her ne ise taraflar arasında kalacak, sessiz sakin çözülecek ki çözümün adaletsizliği anlaşılmasın, yargıya gidilip toplumun bilgisine sunulmasın.
İşçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında uzlaşma olmaz. Olursa sermayenin egemenliğinde, etkisinde, yönlendirmesinde olur. Olursa kaşıkla verip kepçeyle almayla sonuçlanır. Olursa burjuva toplumun sahteliğinde olur.
Uzlaşma sınıfsal mücadelenin düşmanıdır.
Net olan ve ödün verilmemesi gereken tavır, “avukatlık kurumu”nun, savunma işlevinin, hak mücadelelerinin ve hak aramanın katiyen terk edilmemesidir. “Yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil” etme niteliğinden küçük de olsa ödünler verilmemelidir.
Arabuluculuk avukatlığın talisi bile değildir. Çünkü avukatlık, “hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde” sağlar. Avukat “bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder”.
Çünkü avukat adı üstünde savunmandır, hak ve adalet aramada taraftır. Arabulucu ise haksızlık yapan ile mağdur, ezen ile ezilen arasında uzlaşmacıdır.
Sınıfsal mücadele içindeki hukukçuların ve seçtilerse arabulucuların yapmaları gereken ise hiç de hafife alınamaz. Bu mağduriyet, ezilme, sömürülme, adaletsizlik ve keyfiliğin gerçeğini işçi ve emekçilere anlatmak, uzlaşma uğruna egemenin üstünlüğüne teslim olmama yollarını göstermek de mücadele yoludur. Alanı egemenlerin arabulucularına teslim etmeme, uzlaşma önerilerini reddetme, sonuna kadar mücadele yollarını kullanma aynı zamanda olayın içyüzünü ortaya çıkarma da denilebilir buna. Devamı ise işçi ve emekçileri örgütlü mücadele içinde tutmaktır.
Arabuluculuk müessesesinin sermaye sınıfının sömürü düzenini kolaylaştırıcı aracı olduğunu, emekçileri tuzağa düşüreceğini iyi biliyoruz.
Nasıl burjuva devletini, burjuva hukukunu biliyorsak, bunların içinde toplumsal hak mücadelelerini, işçi ve emekçi haklarını budayacak, güvencesiz hale getirecek tuzakları da iyi biliyoruz. O zaman görev ve sorumluluk da belli… İyi bildiğimiz şeyleri emekçi halka anlatmak, işçilere arabuluculuk oyununa gelmemelerini anlatmak ve bunu sağlamak.
Avukatlığı satışa çıkarmadan, arabuluculuğun içyüzünü açığa çıkarmak… Bunun için arabulucu olmaya gerek yok ama arabulucu olunduysa eğer burada da sınıfsal mücadeleyi unutmamak… Avukatlık alanını boşaltmadan hatta daha da sağlamlaştırarak işçi ve emekçileri sömürünün ve gericiliğin vahşiliğine teslim etmemek…
Arabulucunun önüne sözde eşit taraflar gibi oturuluyor ama zaten yasalarla budanmış haklar,  o budamayı yapanların koşulları ve inisiyatifi içinde tekrar ve tekrar budanıyor. Mağdur olan, ezilen hiç olmazsa elindekinden olmamak için “anlaşmaya” zorlanıyor. Hem “dava şartı” olan hem de “ücretli” bir saçmalık. Arabulucuya gidilmezse, “dava şartı yokluğu nedeniyle usulden ret”. Anlaşmaya varılmazsa “özel hakem” de var. Engel üstüne engel. Buna bir de “mahkemelerde kazanamazsın, yıllarca sürünürsün”, “tanrının adaleti” tehdidi eklenince egemenin keyfine diyecek yok.
Açık ikrar var devlet tarafından yapılan. Devlet diyor ki, “haksızlık var ama mahkemeleri meşgul etmeyin”… Çünkü arabulucu görüşmeleri topluma açık değil, oysa mahkemeler ve kararları açık, işçilerin haklı olduğu ortaya çıkmamalı.
Sosyal barış dedikleri, sermayenin istediği barış olacak… Ve tabii toplu ve örgütlü mücadele de kırılacak… İstedikleri bu: sesiz, sakin, boynunu eğip haline razı olan, verildiği kadarıyla ve “şükür”le idare eden birey işçiler.
Uzlaşmacı olan arabulucu, düzene uyumluluğun aracılarından biri yalnızca. Uyumlu arabulucu, uyumlu yargı, uyumlu din, uyumlu işçi-işveren ilişkisi, uyumlu siyaset, uyumlu toplum… Sonuç: sermaye sınıfının sınırsız tahakkümü…
 Şimdi bu uyumluluk için zorunluluk getiriliyor: eşitsizlik, adaletsizlik, sömürü zorunludur; bu düzenle uyum da zorunludur deniliyor. Aslında dedikleri, uyuşmazlık çözümünde devlet destekli ama kuralsız serbest piyasa. Aslında dedikleri, grevli, toplu iş sözleşmeli, sendikalı örgütlü mücadeleyi bırak, birey olarak sermayenin dediğine uy; siyasete hiç yanaşma.
Hukukun, piyasa, kâr, teşvik, özel mülkiyet, çıkar, sermaye, sömürü ve gericilik için kolayca kullanılabileceği; yargının bu ilişkilere destek verebileceği görüldükçe, haklar mücadelesiyle oluşan hukuku, eşit, adaletli ve özgür bir düzen için insanlık ve toplum için, işçi ve emekçiler için kullanmanın olanakları da yakalanır. Zaman boş geçmez, hep mücadeleyle doldurulur.
Arabuluculuk mu dediniz?
“Komünist Manifesto”da saptandığı ve uyarıldığı gibi “Burjuvazi en başta kendi mezar kazıcısını üretir”.*

Ali Rıza Aydın / SOL 

*Dün Ankara Barosu Ücretli Çalışan Avukatlar Kurulu (ÜÇAK) tarafından düzenlenen “iş hukukunda yargılamanın tasfiyesi ya da zorunlu arabuluculuk”  söyleşisi, Seda Türkmen, Ceren Tuğlu Olpak ve Kadir Sev sunumlarıyla konuyu yüzeysel ve teknik tartışmalardan çıkarıp gerçekçi ve sınıfsal alana oturtarak daha başlamadan arabuluculuk kurumunu çökertti. “Kırmızı Yakalılar”ın emeğine sağlık.


Türkiye’nin değişimi ve Guantanamo hukuku - Nilgün Cerrahoğlu

Samsun’da bir biyoloji öğretmeni, 9. sınıftaki bir öğrenciye arkadaşları önünde sille tokat girişiyor.
Gerçekte bu da insan onurunu ayak altına alan bir tür Guantanamo işkencesi...
Lise çağındaki öğrenciyi, hoca, önce sınıfın önüne çekiyor; önünde diz çöktürüyor, saçına yapışarak “Sen benim sözümü nasıl dinlemezsin ha” diyerek tokatlıyor.
Bir tokat...
Bir tokat, bir tokat daha...
Öğretmen hızını alamıyor.
Ancak ne var ki imaj çağında yaşıyoruz.
Sınıftaki çocuklardan biri, bu görev suiistimalini ve hak (insan hakları!) ihlalini, cebindeki telefonla belgeliyor.
Görüntü internete düşünce okul müdürü, bu defa, olayı kameraya alan çocuğun babasını okula çağırarak tehdit ediyor: “O görüntüler silinmezse, oğlunuzun eğitim hayatı bitecektir!”...
Dikkat çekici olan bu ağır tehdit ve şantaja maruz kalan babanın “doğrudan şaşmayan” tepkisi.
Baba, şiddete göz yumup tırsmak yerine, haklı bulduğu oğluna aslan gibi arka çıkıyor. “Oğlunun bir suç işlemediğini, suçu öğrencisine şiddet uygulayan öğretmenin işlediğini” belirtiyor: “Biz çocuğumuzu dayak yemesi için öğretmene teslim etmiyoruz” diyor.
Diğer deyişle “eti senin, kemiği benim” anlayışı artık yok. Bitmiş. Sona ermiş.
Bu görüşlerini tereddütsüz cesaretle ifade etmekten çekinmeyen ve duruşundan taviz vermeyen babanın demecini sonuna dek izledim. “Halk adamı” profilindeki sıradan ama gayet bilinçli olan söz konusu velinin tutarlılığı ile cesaretine hayran kaldım. Yazıya oturduğum saatlerde, “haksızlığa başkaldıran” baba ile oğulun gözü pekliği sayesinde dayakçı öğretmenin görevinden uzaklaştırıldığı haberi internete düşüyordu. 






Bu cesaret herkeste olsa
Türkiye bir yandan böyle alttan alta değişiyor.
Samsun’daki son örnek sayesinde gördüğümüz gibi, haksızlık karşısında otoriteye körü körüne boyun eğmeyen bir Türkiye de hiç kuşkusuz var artık.
Ama bu dip dalga değişimi yaşanırken, bir yandan da yukarıdaki baskı ve şiddet katlanıyor.
Baskı ve şiddetin misliyle artması ve katlanmasının sebebi tam da bu. Bariz değişimin, siyasi düzleme sıçrama yapması ve siyasi düzleme taşınması maazallah hiç istenmiyor.
Samsun’daki “dayakçı öğretmeni” kamuoyu önünde teşhir eden öğrenci ile babanın gösterdiği cesarete siyaseten sahip çıkabilen bir toplum olsak, Guantanamo düzenlemeleri Türk ceza sistemine girebilir mi?
Guantanamo hukuku nedir?
Evrensel hukuk devleti kurallarını ve değerlerini açıkça çiğneyen, ayak altına alan bir hukuk...
“Hukuk devleti korumasına tabi”, “hukuk devleti normları” altındaki ABD vatandaşları bu nedenle Guantanamo’da örneğin tutsak tutulamıyor.
Guantanamo toplama kampının ABD anayasasınca “hukuk devleti tanımı ve uygulamalarına aykırı olduğu için” bizatihi ülke sınırları dışında, Küba’da kurulmasının nedeni bu. 

Guantanamo kılavuz olunca
Guantanamo’daki insanlık onurunu hiçe sayan pratiklerle insan hakları ihlalleri, uluslararası kamuoyunda kör kör parmağım gözüne “açık hukuk dışılık” nedeniyle ağır eleştirilere konu oluyor.
Konu üzerinde sayfalarla makale, kitap yazılıyor, filmler çekiliyor.
Kendini “hukuk devleti”nden sayan hiçbir ülke bu yüzden dünyanın gözleri önünde çıkıp göğsünü gere gere “açık Guantanamo iktibasıyla”, bir insanlık ayıbı diye görülen bu kampın kurallarını referans almak istemez. İstemiyor.
Bizde ise bu çekinmeden yapılabiliyor.
Geçen son KHK ile, “rejim düşmanı bellenen” ya da böyle algılanan tüm “siyasi suçlulara”; hiç armudun sapı, üzümün çöpü ve hukuk devleti kriteri vardı yoktu demeden.... aynen Guantanamo kampındaki “düşman hukuku” uygulanarak misal bundan böyle tek tip elbise giydirilecek.
Sadece bu mu?
Kalan son hukuk devleti kırıntılarını da yerle bir eden bu KHK’nin bir diğer sonucu da “terörle mücadele namına şiddete başvuran sivillere milis dokunulmazlığı” getirmek olacak.
Keyfi her yoruma açık bu uygulama karşısında, hukuk devleti güvencesinden yoksun olan yurttaşların dayak yiyen Samsunlu lise öğrencisi kadar dahi hak arama şansları olmayacak.
Keşke Samsun’daki bilince, ülke çapında sahip çıkabilen bir siyasi boylam olabilseydi...


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Yeni Türkiye biterken - ÖZGÜR MUMCU

AKP’nin en büyük iddiası yeni bir Türkiye’nin kurucusu olmak. Sayın Erdoğan’ın genellikle iş efelenmeye geldiğinde “artık eski Türkiye yok, bu Türkiye yeni Türkiye” demesi meşhur. Bu çıkışların temelinde Cumhuriyetin kuruluşuna duyulan tepki yatıyor. 
 
Siyasal İslamcı kesimlerin senelerce ağzına sakız yaptığı bazı söylenceler var. Lozan’ın bir hezimet olduğuna, hilafetin İngilizlerin baskısıyla kaldırıldığına, Osmanlı’nın tasfiyesiyle İslam dünyasının iyiden iyiye Batı’nın sömürüsüne terk edildiğine, özetle Tanzimat’tan bu yana süren modernleşmenin aslında “kefereye” hizmet ettiğine inananlar tarafından yönetiliyoruz. 
 
Yeni Türkiye de bu anlayışın markası. Cumhuriyet için 90 yıllık bir reklam arası denmesi ya da Ahmet Davutoğlu’nun son yüzyılı kapatılması gereken bir parantez olarak değerlendirmesi hep bu markanın sloganları. Bu yeni devletin lideri de elbette Sayın Erdoğan. AKP’li Ayhan Oğan’ın “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır” açıklaması da bunu pekiştirmişti.
 
Sayın Erdoğan’a yaranmak için bu erken çıkışları yapanlar “şimdi sırası mıydı” tepkisiyle karşılaşmadı değil. İktidarın yeni müttefiklerini ürkütmemek gerektiği için Atatürk’ün de Nutuk’ta “Yeni Türkiye” kavramını kullandığından bile bahsettiler. İktidarın kısa süren ve becerilemeyen Atatürk açılımı için bu gerekliydi de. Ancak yeni Türkiye söyleminin Cumhuriyetin kurucu değerlerinin inkârı üzerine kurulduğu gerçeği apaçık ortadadır. 
 
Peki, “Yeni Türkiye”nin bir geleceği var mı? Başkanlık rejimi ve OHAL düzeniyle “Yeni Türkiye” geri döndürülemez bir şekilde kurulacak gibi görünebilir. Hele medyanın neredeyse tamamen iktidarın denetimine girmesine, hukuk devletinin ortadan kalkmasına, yasama ve yargının tamamen iktidarın emrine girmesine bakılırsa “Yeni Türkiye” yenilmez denebilir. Laik demokratik Cumhuriyet idealinin yerini otoriter ve İslamcı bir rejim fikrine bıraktığı da söylenebilir. 
 
Öte yandan “yeni Türkiye” çok da yeni değil. Kavramın ideolojik kökenleri köhne ve çürüktür. Memleketin genç seçmenleri ve gelmekte olan kuşaklar bakımından AKP’nin yeniyi temsil eden bir tarafı yok. Kendilerini bildiklerinden beri her şeye Sayın Erdoğan’ın karar verdiği, çocukluklarından beri sesi kulaklarında çınlaya çınlaya eskimiş bir iktidar tanıdılar. Genç seçmenin AKP’ye ilgisinin düşmesi herhalde bir tesadüf değil.
 
AKP’nin can havliyle Devlet Bahçeli’den arta kalan MHP’yi kendine yedeklemesi de uzun vadede bir çözüm olmayacaktır. Kasım seçimlerinde yüzde 60’ları geçen AKP ve MHP oyları, referandumda bütün eşitsiz yarış koşullarına ve mühürsüz seçim skandalına rağmen yüzde 50’yi zar zor aşabilmiştir. Üç büyük şehri ve gençleriyse kaybetmiştir.

 AKP, Türkiye’nin geleceğini değil geçmişini temsil ediyor. Ona yedeklenen Devlet Bahçeli’nin partisi de öyle. Aslında “Yeni Türkiye” fikrinin çöküşünü izliyoruz. Ancak OHAL şartlarında ayakta durabilecek bir ara dönemde yaşamamızın sebebi bu.
“Yeni Türkiye” eski ve kaybetmeye mahkûm, kitlesel bir illüzyondan ibaret. Elbette kolay iş değil ve elbette bu ara dönem yerini kolayca demokratik bir rejime bırakmayacak. Ancak umutsuzluğa kapılması gerekenlerin bu köhne rejime karşı çıkanlar değil, iktidarına ancak OHAL’le ve baskıyla sarılabilenler olduğu da ortada.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Atinalılar! - L. DOĞAN TILIÇ

Bundan 2400 yıl kadar önce, “gençlerin ahlakını bozduğu, devletin tanrılarını yok sayarak yeni tanrılar yarattığı, sitenin tanrılarından farklı tanrıları yücelttiği ve dinsiz olduğu gerekçesiyleyargılanan Socrates’inSavunması insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en iyi savunması olarak kabul edilir.

Bir onu okuyun, bir de Ahmet Şık’ın mahkemede yaptırılmayan savunmasını. Henüz okumadıysanız, bulup okuyun mutlaka, mümkünse ikisini bir arada.
Ahmet’i Sokrates’le eşitleyecek değilim. Ancak, Sokratesinsanlık tarihinin en iyi savunması”nı yaptıysa, Ahmet de gazetecilik tarihinin en iyi savunmasını yaptı derim.
Atinalılar” diye başlamıştı sözlerine Sokrates. Ahmet de “Gazeteciler” diye başlayabilirdi; içinde mesleğine bir gram bile saygısı kalmış olanları gurura boğacak konuşmasına.
O yaptırılmayan konuşma; haksızlık, adaletsizlik ve zorbalık karşısında dik duruşun; teslim olmayışın; her ne pahasına olursa olsun inandıklarını ve gerçekleri söyleyebilmenin; korkunun hâkim kılınmaya çalışıldığı bir toplumda bir cesaret kıvılcımı çakmanın çıtasını çok yükseltti.
Benim vazifem, size para ile erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da, ... her türlü iyiliğin de, ancak erdemden geldiğini söylemektir. Ben bunları öğretmekle gençleri doğru yoldan ayırıyorsam, zararlı bir insan olduğumu kabul ederim” demişti Sokrates.
Burada Sokrates’in Savunması’ndan kısacık bölümler aktaracağım; siz de Ahmet’in “Savunma değil itham” dediği ve öyle olduğu için de yaptırılmayan konuşmasını bulup okuyun. Onu okumak size iyi gelecek!

 “Atinalılar!” demişti Sokrates; “…hatipler beni suçlamakla, hapse sokmakla korkuttukları zaman, sizler bağırıp çağırdığınız zaman, ben ne hapsolmaktan ne de öldürülmekten korkarak haksızlıklara ortak olmaktansa kanun ve doğruluğun tarafında tehlikeye atılmaya karar vermiştim.
Sözün kısası” demişti; “Belki, içinizde, buna benzer, hatta bundan daha az önemli bir sorunda kendisinin, gözyaşları dökerek yargıçlara yalvarıp yakardığını, yargıçları yumuşatmak için çocuklarını bir sürü hısım ve dostlarıyla birlikte mahkemeye getirdiğini hatırlayarak kızan biri olacaktır; halbuki ben, belki de hayatım tehlikede olduğu halde, bunların hiçbirini yapmadım. … Dostum, herkes gibi ben de bir insanım; Homeros’un dediği gibi, tahtadan veya taştan değil, etten, kandan yapılmış bir varlığım; benim de çoluğum, çocuğum vardır; evet Atinalılar, biri hemen hemen yetişmiş, erkek olmuş, ikisi henüz çocuk, üç oğlum vardır; böyle olduğu halde, sizden beraatımı dilemeleri için, hiçbirini buraya getirmeyeceğim… Aranızda bilgeliği, cesareti yahut herhangi bir erdemi ile sivrilmiş olduğu söylenen kimselerin böyle aşağı bir harekete düşmeleri ne kadar utanılacak bir şeydir.
Atinalılar, benim için verdiğiniz mahkûmiyet kararına üzülmeyişimin birçok sebepleri var. Bunun böyle olacağını bekliyordum... Belki bana denecek ki: ‘Sokrates; ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek, yaşayamaz mısın?”
Hayır; mahkûm olmama sebep olan kusur, sözlerimde değil sizin istediğiniz gibi, ağlayarak, sızlayarak, haykırarak, bence bana yakışmayan, fakat başkalarından daima işitmeğe alıştığınız birçok şeyleri söyleyerek ve yaparak, ... göstermeyişimdendir. Fakat ben, tehlikeye düştüğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! ... Çünkü savaş meydanında olduğu kadar adalet karşısında da ben de, başka hiç kimse de kendini ölümden kurtaracak vasıtaları kullanmağa kalkışmamalıdır. Evet, çok defa, bir kimse savaşta silahlarını bırakmakla, düşmanlarının önünde diz çökmekle ölümden kurtulabilir; her şeyi söylemeği, her şeyi yapmayı kabul eden bir kimse için her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın daha birçok çareleri vardır; yalnız şuna iyice inanınız, yargıçlarım, asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar.

Ölüme mahkûm edildi Sokrates, ancak hâlâ yaşıyor!

Ahmet de, yapmasına izin verilmeyen konuşmasını; “Bu yüzden geçmişte olduğu gibi katletseniz de, şimdi olduğu gibi hapsetseniz de hakikati söylemeye devam edeceğiz” diye bitiriyor.
On yıllar sonra da okunacak Ahmet’in “itham” savunması ama siz bugün bulup okuyun!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Ahmet Şık’ın ahlaki duruşu - NAZIM ALPMAN

Hafta başında (25 Aralık 2017 Pazartesi) Cumhuriyet gazetesi davasının 5. duruşması vardı. Hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, tarafsız adalet mekanizması gibi tartışılmaz ilkeleri bir kenara bırakıp, sanığın savunma hakkının bile elinden alındığı bir oturum yapıldı.
Ahmet Şık mahkemeden atıldı!
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Abdurrahman Orkun Dağ, Ahmet Şık’ın savunmasının “siyasi” olduğunu söyleyerek sözünü kesti, sonra da duruşma salonunun dışına çıkarttı.
Bunların hepsini biliyorsunuz, ama yazıyı kurgulamak için böylesi bir özet gerekiyor. Çünkü gazeteciliğin basit kuralları vardır. En yalın haliyle okuyucuya anlatmalısın, hangi mesele üzerine bu yazıyı yazıyorsun. Hasan Pulur Ağabeyimiz söylerdi:
-Herkes senin benim gibi her gün bütün gazeteleri okumuyor. Gazeteci konuyu hiç bilmeyene anlatır gibi açıklayıcı olmalıdır.
Ahmet Şık’ın savunması ve onun bu yüzden duruşma salonundan atılması, Türkiye’de ve dünyada büyük yankı yaptı. Daha gerçekçi yazmak gerekirse, Türkiye’nin yarısında dünyanın bütününde demem gerekiyor. Çünkü “vidanjör medya” böylesi olayları görmezden geliyor. Haberi okurlarından gizliyor.
Elbette gazetecilik bu değil.
Peki ya nedir?
Ahmet Şık’ın basın tarihine altın harflerle yazılacak uzun savunması gazeteciliğin bütün ince ayrıntılarını kapsayacak zenginlikte örnekler sunuyor.
Ahmet yaşadığımız ülkenin olağanüstü fotoğrafını çekerek başlıyor savunmasına:
“Yargıtay Başkanı adli yılın açılışında açıkladı, Türkiye’de 6 milyon 900 bin şüpheli varmış. Nüfusa oranlandığında her sekiz kişiden biri zanlı imiş. Oranın yüksekliğini Başkan da kabul ediyor.”
Ahmet Şık zanlı oranının aktif nüfusa bölünce nüfusun yüzde 15’inin devlet gözünde şüpheli olduğunu vurguladıktan sonra, neden böyle bir garabetin oluştuğunu tek tek somut tespitlerle izah ediyor.
Mahkeme başkanı Ahmet’in anlattıklarını duymak istemedi, susturdu sonra da dışarı attı. Ama yaşadığımız ülkenin gerçeklerini de böyle mahkeme kararıyla bir kenara atmak mümkün mü?
Dünyanın bütün basın yayın organları, gazetecilik kuruluşları, insan hakları savunucuları Ahmet’i duydu, gördü ve değerlendirmeler yapacak sonuçlar çıkardılar.
Ahmet hem Türkiye’de hem de dünyada cesareti nedeniyle büyük takdir topluyor. Ahmet’in “cesaret” konusuna bakışı savunmasında da vardı:
“Cesur olmak, elbette korkusuz olmak değildir. Ama yitireceklerini bilmene rağmen, itiraz edebilmektir. Çünkü korkaklar yaşamazlar, sadece nefes alıp verirler!”
Ahmet Şık savunmasının sonlarına doğru “açıklayacağınız hükmün zerrece önemi yok” dedikten sonra ekliyor:
“Çünkü bu hükmün hukuki değeri de yok!”
Akıllara Barış Derneği Başkanı Büyükelçi Mahmut Dikerdem geliyor. 12 Eylül’ün en ünlü davalarından olan “Barış Derneği Davası”nın savunma aşamasındaki ilk duruşmasında “Biz bu iddianameyi hiç ciddiye almıyoruz” dedikten sonra cesaretle şöyle devam etmişti:
“Ama iddianamenin taşıdığı zihniyeti çok ciddiye alıyoruz ve yargılama boyunca bu zihniyeti teşhir edeceğiz!”
Ahmet Şık, Mahmut Dikerdem’den 30 yıl sonra aynı duruşu sergileyerek “teşhir” etmeyi sürdürdü.
Yargılanma sırasında bazen sanıklarla yargıçlar tarih huzurunda yer değiştirir. Kimin yargıç kimin mahkum olacağına zaman karar verir.
Türkiye’nin siyasi sağında böylesi dik duruşlu erdemli politik şahsiyetleri göremedik. O alanda; çorak topraklarda yetiştiler, çalı-çırpı olmanın ötesine geçemediler.
Mesela son büyük siyasi yargılama operasyonunun muhatabı olan Gülen Cemaati mensuplarından ilaç için biri çıkıp siyasi bir savunma ortaya koyamadı. Nihai hedeflerini açıklayan tarihi bir belge ortalıkta yok. Tıpkı öncekiler gibi: Boynum bükük kalbim kırık!
Ahmet Şık sol geleneğin dik duruşunu sergiliyor. Yaptığı her şeyi savunuyor, yapacağını de tekrarlıyor.
Ahmet Şık’ın ahlaki duruşu bu savunmayı zorunlu kılıyor.
Ancak saygı duyulabilir:
-Ahmet Şık için ayağa kalkın!.. 

Nazım Alpman / BİRGÜN

Hadi ordan - AYDEMİR GÜLER

Sokak çetelerine af anlamına gelen son düzenleme AKP’nin her istediğini yapabilme gücüne sahip olduğunu mu gösterir? “Darbeye karşı duranlardan” hesap sorulmayacakmış…

Giderek AKP’nin sahip olduğu gücün esası her istediğini söyleyebilmesine indirgeniyor. Burada gerçek ve gerçek dışı birbirine karışıyor. “Her istediğini söylemek” kuşkusuz hafife alınmaması gereken bir gücü temsil eder. Öyle ki, söylenene inananların sayısı ne kadar çoksa, bu inanç maddi bir güce de dönüşür.

Ama bir de “son tahlil” diye bir şey var! Bir sokak kavgası düşünün. Taraflardan biri durmadan karşısındakine “seni döverim” diye bağırıp çağırsın. Eee? Dövüyor mu peki? Bağırıp çağırma yetisi ve bunun seyredenlerce inandırıcı bulunması elbette bir güçtür. Ama tartışmanın sonunu kimin kimi dövdüğü belirler.

2018’e girmek üzereyken AKP’nin altından kalkamadığı kriz göstergelerini yeniden saymayayım. Her düzlemdeki bu göstergelerden çıkan toplu fotoğraf Erdoğan’ın ayaklarını bastığı zeminin sürekli sarsıldığını, kırıldığını anlatıyor. AKP’nin bir gücü daha var: Kırık zemin üstünde dans etme yeteneği. Bu yetenek tanrı vergisi değil, dünya konjonktürünün hediyesi.

Örnek olsun, bunların Batı aleyhtarı kesilebilmelerinin kaynağını Lavrov başka bir bağlamda dile getirdi: “ABD ile Rusya arasında demir perde yok”muş. Rusya, ABD ile aynı emperyalist-kapitalist sistemin parçası olduğu için, doğrudur, aralarından bir kırmızı çizgi geçmiyor. Batı bağımlısı bir kriz ülkesi, çok sıkıştığında aynı dünya sisteminin içinde salınımlar gösterme şansına sahip artık. Sovyetler Birliği zamanında olmayan bir şansı var Türkiye’yi yönetenlerin.

Örnek olsun, sermaye hareketlerine görülmemiş bir hız kazandırmak, kimilerinin haklı olarak kumarhane ekonomisi dedikleri neo-liberal dönemin özelliğidir. Bu özellik emperyalist hegemonyayı tahkim etmiştir etmesine. Dünyada çok büyük paralar kolaylıkla hareket etmektedir. Tam olarak batakhaneye dönmediği zamanlarda olsa çoktan çökmesi beklenecek ülkeler, krize karşı birtakım kaynaklara bu sayede erişebiliyorlar. Türkiye’yi yönetenler de bu olanağı tepe tepe kullanmaktadır.
İçeriye bakın… Burjuva siyaseti Erdoğan’a alternatif üretememekte, mecburen alternatif diye boy göstermek zorunda kalanlar kaçak güreşmektedirler. Evet bu düzeni, düzenin bu halini yönetebilmek için gericinin önde gideni olmak gerekir. Gericiliği biraz dengelemek gerektiğini düşünen veya bunlar kadar fütursuz davranma yeteneği olmayanlar iktidarı istememektedir. Ne kadar sömürü, o kadar gericilik. “Sömürünün daha da fazlası olsun, ama gericilik biraz budansın.” Bu hayalin karşılığı yok. Mecburen görülmemiş toplum mühendisliklerine veya hokkabazlıklara başvuruluyor. Bunlar da yetmiyor AKP’yi götürmeye…

Bu kadar sömürü ve bu kadar gericilik olduğunda, hukukun, meşruiyetin kırıntısının kalmamasına da toplum alışıyor. Türkiye’nin dört bir yanında, mahkeme kapısında, gün ortasında, trafikte ve düğünde, okulda ve işyerinde, birbirini tanıyan ve tanımayan insanların birbirlerini vurmakta olduklarına alışıldığı gibi! Rüşvete, ahlaksızlığa, ben yaptım olduculuğa şaşmanın anlamı yok…
Peki böyle bir ülke olur mu?
Bizim sorumuz budur ve yanıtımız değişmedi: Olmaz. Gün gelir, bu ülke yeniden kurulur.
Darbe bastırmak niyetine tabancayla, palayla sokağa çıkan, insan öldüren bir yobaz takımını kararnameyle koruma altına alacaklarmış!
Palavra.
AKP artık hep ihtiyaç duyacağını bildiği çetelere güven vermek istiyor. “Kafa kestiniz, köprüden attınız ve size af çıkarttık. Hatta bir dahaki sefere yine yapabilirsiniz, rahat olun…” KHK denen belgede yazılan budur ve bu güç değil acizlik belirtisidir. Türkiye kapitalizmi bu yolla ve bu “kadrolarla” selamete ermez. Bu yollar ve bu kadrolarla bir ülke var edilemez, bir düzen kurtarılamaz.

Ama bir koşulla. Ki o koşulun oluşmamış olması AKP’nin asıl güç kaynağı olmaya devam ediyor.
Türkiye’de her istediğini söyleyebilen AKP’nin söylediklerine inanmayan, “hadi ordan” yanıtını yapıştıran bir karşı ağırlığın şekillenmesi koşuluyla. İktidarın gücü, ancak günü kurtaran ve yukarıda içerden ve dışardan örneklerini vermeye çalıştığım düzen dinamiklerine dayanmıyor aslında. İktidarın gücü emekçi halkın örgütsüzlüğüne, “hadi ordan” diyemeyişine dayanıyor.

Bu karşı ağırlık, dizlerinin üstünde doğrulmaya başladığında, o katil, yobaz, sapık sürüleri kimsenin ama kimsenin kendilerine herhangi bir güvence veremeyeceğinin farkına varacaklar.

Aydemir Güler / SOL

OHAL ve vatanseverlik - ÖZGÜR MUMCU

Hem genel af niteliğinde hem de ileride işlenecek suçlarda sorumluluğu ortadan kaldıracak şekilde kaleme alınan, anayasaya ve hukuk devletinin bilinen bütün temel kaidelerine aykırı bir düzenleme, KHK gücüyle yürürlüğe girdi.
Hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu ortadan kaldırılanlar “15 Temmuz darbe girişimi ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler” diye tanımlanmış. 

Herkesin teröristlikle suçlandığı günümüzde terör eyleminden ne anlaşılmalıdır? “Bunların devamı niteliğindeki eylem” ne demektir? Hangi zaman dilimini kapsamaktadır? 

İktidar çevreleri bu düzenlemenin hedefinin sadece 15 ve 16 Temmuz’da darbe girişimine karşı hareket edenler olduğunu açıklamak zorunda kalmıştır. Gelgelelim KHK’nin ilgili maddesinin lafzından, bu sorumsuzluk halinin sadece o iki günle sınırlandırıldığını çıkarmak mümkün değildir. Evvela okumayı yazmayı öğreniniz. Ne yazdığınızı bilmez, ne dediğinizi anlayamaz haldeyseniz de memleket yönetmek gibi bir işe soyunmayınız.

Anayasa Hukuku Profesörü olmak gibi bir özelliği olan AKP milletvekili Burhan Kuzu’nun bu maddeyi “15 Temmuz benzeri bir darbe ya da terör saldırısı yeniden gerçekleşirse, bu ihanete müdahale edecek vatandaşlarımız kanuni olarak koruma altına alınacak” diye değerlendirmesi de düzenlemenin nasıl yorumlanacağını göstermekte.
Yapılan, iktidar karşıtı her eylemi, her gösteriyi, her mitingi “terör eylemi” diye değerlendirmek ve bunlara saldıracaklara “sorumsuz” kalacaklarının mesajını vermektir. Çığ gibi büyüyen tepkiler nedeniyle bu madde değiştirilse dahi, ilgili kesimlere sinyal verilmiş, toplumsal gerginlik beslenmiş, ileriye dönük yeşil ışık yakılmıştır. 

Bu son derece tehlikeli madde sadece 15-16 Temmuz’u kapsayacak şekilde sınırlı yorumlansa dahi kabul edilmesi mümkün değildir. İktidar ve cemaatin işbirliği yaptığı Balyoz gibi siyasi davalar neticesinde yetkili makamlara atanan darbeci subayların, otobüslere doldurduğu hiçbir şeyden habersiz askeri öğrencilerin linç edilerek öldürülmesi hangi hukuki, ahlaki ya da vicdani gerekçeyle affedilecektir? 

Bu berbat düzenlemeye karşı çıkanları Devlet Bahçeli isimli şahıs vatan hainliğiyle ve “FETÖ’nün kurşun askeri” olmakla itham etmektedir. Oysa Devlet Bahçeli isimli şahıs, darbe girişimin ertesinde, öldürülmüş bir askerin cesedinin yanında bozkurt işareti yaparak poz veren biriyle ilgili “Her şey bir yana, hayatını kaybetmiş bir Mehmetçiğin başında bozkurt işaretiyle fotoğraf çektirip sosyal medyada yayımlayan iblis uşağı yaratık, neredeyse bulunup darbecilerle birlikte cezalandırılmalı; doğduğuna pişman edilmelidir” demekteydi. 

 Dün iblis uşağı dediğinin affedilmesine karşı çıkanları vatan hainliğiyle suçlamak, sağlıklı bir akıl yürütmeyle çözülebilecek mesele değildir. Yeni Devlet Bahçeli’ye göre eski Devlet Bahçeli vatan haini, eski Devlet Bahçeli’ye göre yeni Devlet Bahçeli iblis uşağı savunucusu olamayacağına göre, ortada sırrı ileride çözülecek çok tuhaf bir durum var demektir. 

OHAL düzeni 1.5 senede linci kollayan, yüreklere iç savaş tedirginliği veren KHK’lere vardı. OHAL böyle sürdükçe, devleti yıpratan, iktidarın meşruiyetini zedeleyen düzenlemeler yağmaya devam edecek. Devletin bekası adına bir devletin yıkımını izliyoruz. OHAL’in bitmesini istemek artık vatanseverliğin gereğidir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Ömürden ömür alma kudreti - ÇİĞDEM TOKER

Hâkimlik mesleğinin yazılı ol­mayan tarifine, ömürden ömür alabilme kudreti de dahil.
“Adalet dağıtma” işi, tam bu nedenle ateşten gömlek.
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhuriyet davasında ömürlerden ömürler alıp götüren bir karar verdi dün. Sona yaklaşmış bir davada, du­ruşma gününü 74 gün sonraya attı.
Tıpkı “tutukluluğun devamına” denil­diği andaki sakin tonla geldi kararın o bölümü de: Dokuz mart iki bin onsekiz.
Savunma “çat” diye kesilip “çıkarın salondan” denildiği andaki öfke patla­masının yanından geçmeyen bir suhu­letle, yumuşacık... Dokuz mart.
“Bu tablonun ortaya çıkmasında AKP iktidarının en güçlü silahı, kuşku yok ki medyası oldu” dediği saniyede dışarıya çıkarılan Ahmet Şık, salonda yokken.

74 gün sonra 74 km uzağa
İntikam kötü bir sözcük. Hukukçuya da yakışmaz, yazıyla hemhal olana da.
Ne kalbe iyi gelir intikam demek, ne de dile.
Duygusal diyelim o yüzden biz.
Bir türlü bulunamayan delillerle, par­tili “bilirkişiler”le, “randevulu” tanıklarla ömürden ömür ala ala, nihayet bitmek üzere olan bir davanın 74 gün sonra ve -kafiye olsun diye değil- Çağlayan’dan 74 km uzaklıktaki Silivri’ye atılmasında­ki “duygusal”lığı gözlerimizle gördük.
Avukatlar tarafından, mahkemenin tarafsızlığını yitirdiği şüphesiyle “reddi hâkim” talebinden sonra geldi.
Üstelik hemen öncesinde, yargıla­mayı nasıl “kısıtlamadığına” örnek diye “Kelle başı üç avukat demiyoruz biz” gibi nezih bir ifade kullanılmıştı.
“Kelle başına.”
Akın Atalay’dan, Murat Sabuncu’dan, Ahmet Şık’tan, Emre İper’den ve daha önce aynı davada tahliye edilen arkadaşlarımızın tama­mından söz edilme biçimi bu.
Karar açıklanmaya başlanırken de “Anlaşılıyor ki Kayahan’ın şarkısı gibi bizimki kırık dökük bir aşk hikâyesi” gibi, duyar duymaz insanın yüzüne “n’oluyor” ifadesi yerleştiren tuhaflıkta bir benzetme geldi ki anmasak olmaz.
Yayın politikasının ceza soruşturma­sına konu edildiği, manşetlerin sorgu­landığı bir yargılamada, mahkeme ile “şüpheli” ilişkisinin, “kırık dökük aşk hikâyesi”ne benzetilmesini nerede tar­talım diye düşündük durduk bir süre.
Atalarımızın “teşbihte hata olmaz” sözü boşuna değil. Şüphesiz ki cüm­lenin sonunda ünlem işareti olduğunu biliyorsanız, asıl o zaman paha biçilmez oluyor.
Bir şeyi bir şeye benzeteceksen öyle dikkatli benzet ki, hata yapma!

***

Başından itibaren planlı, hizaya gir­meyi reddeden gazeteciliği susturma operasyonundan zorla dava imal edil­diğinde, her aşamasının hukuk dışı, tuhaf, akıldışı unsurlarla seyretmesi de kaçınılmaz hale geliyor.
Bizim payımıza da gerçekleri yazıp söylemek ile dünya nimetlerini takas etmemenin onuru; her duruşmada mesleğin haysiyet çıtasını biraz daha yukarıya taşıyan arkadaşlarımızla kı­vanç duymak düşüyor.
Kalbimiz ne kadar ağrırsa ağrısın.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Ahmet çıkacak yine yazacak’ da... Biz ne yapacağız? - MİNE SÖĞÜT

Kendi kafasına göre terör diye tanımlayabileceği tüm hak ve özgürlük taleplerini bizzat terör yaratarak engelleyeceğini ilan eden iktidarın tehditkâr cüreti, son kararnamelerle burnumuzun dibine kadar geldi.
Evlerimizde saklansak, kendi işimize baksak, etliye sütlüye karışmasak bile cesaretinin boyutlarını kolayca tahmin edebileceğimiz paramiliter güçlerin saldırılardan kurtulamayacağımız zamanlar hızla yaklaşıyor.
Tam bu korkunç siyasi iklimle yüzleştiğimiz gün Çağlayan Adliyesi’nde adalet bir darbe daha yedi.
Cumhuriyet davası Ahmet’in savunmasının engellenmesiyle tam bir kaosa dönüştü ve iyice zorlu bir yola girdi.
Bunda iktidarın zorbalığı kadar, o zorbalık karşısında korkutulmayı ve sindirilmeyi sineye çeken... Sessizleştikçe sessizleşen... Her şeyi uzaktan seyreden... Evinden çıkmayan, çıkamayan... Mahkeme salonlarının kapısına bir türlü dayanamayan...
İktidarın dayattığı şiddete pasif ama kalabalık bir direnişle karşı durmanın ne kadar büyük bir güç olabileceğini hesaplayamayan binlerce insanın da payı var.
Olan biteni sosyal medyadan izlemekle ve oralardan meseleye iki laf etmekle yetinen gazeteciler ve siyasiler...
Sustukça sıranın kendilerine geleceğinden artık hiç şüphesi kalmadığı halde...
Hâlâ susan... Susan... Susan...
Ve başkalarına olduğu kadar kendisine de yapılan tüm adaletsizlikleri sindirilmiş bir öfkeyle uzaktan seyreden kalabalıklar;
Şimdiye kadar sokağa çıkmayanlar, itirazlarını yüksek sesle yapmayanlar;
Adaleti ayaklar altına alan mahkemelerin kapılarına hâlâ dayanmayanlar...
Faşizmin çıkarılan her yeni kararnameyle bir kat daha güçlendiğini ve üzerimize çöreklendiğini anlamayanlar;
Başımıza ve başlarına gelenleri, içine kaçtıkları ve her nasılsa güvenli sandıkları kabuklarından seyredenler için...
Son Cumhuriyet duruşmasından adaletsizlik manzaraları şöyleydi:
O gün...
İktidar her geçen günden daha çok hırçınlaşmıştı.
Saraydaki daha hırçındı.
Kürsüdeki daha hırçındı.
Tehlike en tepeden çağlaya çağlaya üzerimize akıyordu.
Ve herkesin aklından bundan sonra sokak ortasında yapılabilecek yargısız infazlar geçiyordu.
Tutuklu halleriyle özgür olanların ve iktidarın kanatları altında esir olanların gergin karşılaşmasında...
Arkadaşlarımız yine boşuna kürek çekiyordu.
Hâkim boş gözlerle ve kim bilir hangi düşüncelerle bir önündeki kâğıtlara baktı, bir sanıklara...
Kelimeler yüzünden korkak, cümlelerden tedirgin... Anladı.
Karşısında yenik gibi duran ama aslında her koşulda galip olan...
İktidardan korkmayan, aksine iktidarı korkutan insanlar vardı.
Kim ne derse desin, o salonda gözü dönmüş bir diktanın kötücül istekleri, mahkûm ettiği gazetecileri yargılarken yine kendini yargılayacaktı.
Ahmet duruşma salonunda “tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğünü şiddetle besleyen bir dikta rejiminden” bahsederken...
Gözlerinin bağı çözülmüş, saçlarından sürüklenerek yerlere düşürülmüş bir Themis taş kesilmiş, bina boşluğunda boşu boşuna duracaktı.
Ahmet’i susturdular ve zorla salondan çıkarttılar.
Arkadaşları çığlık attılar.
“Ahmet çıkacak, yine yazacak!”
O an sanki hâkim bile anladı.
O gün gerçekten gelecek ve gerçek suçlular gerçek bir mahkemede gerçek hukukla yargılanacak. 

***
Bir dahaki duruşma 9 Mart’ta, Silivri’de...
Gidişata bakılırsa o zamana kadar bu ülkede çok daha korkunç şeyler olacak.
O gün evinden çıkıp da Silivri’ye gitmeyen, gidemeyen, gitmeyi akıl edemeyen...
Mahkeme kapısında hukuksuzluklara meydan okuyarak bir arada durmanın;
Birbiriyle dayanışmanın mutlak gücünü hatırlamayan kalabalıklar...
Her zamanki gibi davranırlarsa bir kez daha hayatlarının en büyük hatasını yapacaklar.
Evet, Ahmet de, Emre de, Akın da, Murat da ve tüm diğer gazeteciler de bir gün hapisten çıkacaklar... ve yeniden yazacaklar.
Peki biz ne yapacağız?
Kendi hapislerimizden, sindirilmiş hallerimizden ne zaman çıkacağız?

Mine Söğüt / CUMHURİYET

RİSKLERİN GÖLGESİNDE EKONOMİ (IV) - OLCAY BÜYÜKTAŞ

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: Krizin faturası çalışana kesilecek

Kamunun borcunun iki, özelin borcunun ise yedi kat arttığına dikkat çeken Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, ekonomi için bir dizi riskin yanı sıra, geçilmeyen köprü, muayene olunmayan hastane için kaynak aktarılan mekanizmadan, geleceğinden endişe ediyor.
 
Risklerin gölgesindeki ekonomi için değerlendirmesine, “orta vadeli planda (OVP) 2017 TÜ- FE tahmini yüzde 9.5, MB Enflasyon Raporu’nda yüzde 9.8’di. Halbuki tüm göstergeler 2017’nin çift haneli bir enflasyonla kapatılacağını gösteriyor. Daha da önemlisi, ekim sonu itibarıyla 2016’da düşük kur ve enerji fiyatları nedeniyle yüzde 2.84 olan ÜFE 2017’de yüzde 17.28’e yükselmiş durumda. Bu haliyle maliyet enflasyonu olarak sade yurttaşın yaşamını etkileyecek. Son iki ayda doların yüzde 17 sıçradığını hatırlarsak, yaklaşık yüzde 15 hesaplanan “geçirgenlik etkisi “nedeniyle kur da enflasyona bir 2.5 puan katkı yapacak, bu yurttaşın cebine 6 ay içerisinde hayat pahalılığı olarak yansıyacak. Gıda ve alkolsüz içecekler ve ulaştırma gibi, düşük gelirlilerin tüketim sepetinde ağırlığı fazla olan kalemlerin fiyatının ortalama enflasyondan daha fazla artması da, yoksulların enflasyondan belinin dahi fazla bükülmesine yol açıyor” sözleriyle başlayan Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, Merkez Bankası’nın (MB) tüm öngörülerinde, bir taraftan Saray’ı sıçratmayacak, öte yandan “piyasalarda” ciddiyetsiz izlenimi yaratmayacak bir, “orta yol” tutturmaya çalıştığını dile getirdi.
Birkaç gündür okuduğunuz dizi için görüştüğümüz Kozanoğlu’nun sorularımıza verdiği yanıtlardan ortaya çıkan tablonun satırbaşları şöyle:

Fiyatlar yukarı çıkacak
Şirketler de, özellikle kur kaynaklı girdi maliyetlerinin artması sonucu, fiyatları yukarı çekme eğilimine girecekler. Talebin, azalan satın alma gücü nedeniyle yeterince artmaması, muhtemelen maliyetleri tümüyle fiyatlara yansıtamamalarını getirecek. Deneyimlerimizden bildiğimiz gibi, bu bahanelerle ücretleri reel olarak düşürmeye çalışacaklar. Bu tablo ise, “stagflasyon” diye adlandırılan, durgunluk içerisinde enflasyona davetiye çıkarır ne yazık ki...

İşsizlik can sıkıcı
Manşet işsizlik oranı evet iki haneli yüzde 10.6 ama, hâlâ tarım istihdamı yüzde 20’lerde seyreden bir ülkeyi, tarımda çalışanların oranının yüzde 1-2 olduğu gelişmiş ülkelerle karşılaştırmak için, en son yüzde 12.8 olan tarım dışı işsizlik oranına bakmak daha anlamlı görünüyor. Genç nüfustaki işsizliğin yüzde 20.6 olması, işgücüne yeni katılan genç nesillere iş kapıları açamamamız gibi daha vahim bir duruma işaret ediyor. AKP’nin sözcüleri ne zaman Avrupa ile bir sorun yaşansa, AB’nin çöken ekonomisinden dem vururlar. Bu teşhis kısmen doğruluk payı içerse de, en son rakamlar Avro bölgesi işsizliğinin yüzde 9.1’e gerilediğine işaret ediyor. Aslında bu istatistik de yanıltıcı olabilir; çünkü AB’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 50, ortalama yüzde 56.5; yüzde 9 civarı işsizliği göz önüne alınca çalışma yaşındaki her 100 kişinin 51’inin istihdam edilebilmesi gibi parlak olmayan bir sonuç çıkıyor. Gelgelelim, Türkiye’de erkeklerin yüzde 71’inin işgücü piyasasına çıkmasına karşın (AB’nin 10 puan üzeri bir oran), kadınlarda yüzde 30 civarında. Dolayısıyla her 100 kişinin 50’sinin emek piyasasına katılması, bunların ancak 44’ünün iş bulması gibi çarpık, AB’nin de gerisinde bir performans ortaya çıkıyor.

Ne iş var ne de okul
Diğer önemli bir istatistik ise, “ne bir işe sahip olan, ne de eğitim süreçlerinde bulunanların” oranını veriyor. Bu istatistik, bir bakıma bir ülkenin geleceğinin aynası.
OECD’de yüzde 14.5 oranı yetkilileri kaygılandırırken, Türkiye’de oran yüzde 30 civarında. Çünkü bir işi bulunmayan, becerisini geliştirme şansı da bulamayanların, emek piyasasından kalıcı dışlanma tehlikesi var.
Ayrıca bu gençlerin ebeveynleri de işsizse ciddi bir yoksulluk tehlikesi baş gösteriyor. Ayrıca, Türkiye özelinde, dış borçların yüksek düzeyi, özellikle reel sektörün 300 milyar doları aşan borç yükü, ekonomi politikasının Saray’ın ufkuyla sınırlı bir vizyona sahip olduğu algılaması, her gün hiçbir ekonomi öğretisine sığmayan açıklamaların ekonomi ile ilgili bakanların ağzına sakız olması, ülkenin stratejik ve jeopolitik risklerinin sürekli yalpalayan dış politika nedeniyle artması, bu güvensizlik ortamının yerleşikleri de döviz tevdiat hesaplarına yönelmeye teşvik etmesi gibi etmenler, doların 4 TL’ye dayanmasının temel nedenleri olarak sıralanabilir.

Psikolojik sınır aşıldı
Son açıklanan rakamlara göre Türkiye’nin dış borçları 432.3 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu, GSYH’nin yüzde 51.8’ine denk geliyor ki, 2002’den beri yüzde 50’lik psikolojik sınır ilk kez aşılmış oluyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana, kamunun dış borcu kabataslak 2 kat artarken, özel sektörün dış borç stoku 43 milyar dolardan 302 milyar dolara yükselip 7 kat sıçradı. Ama hatırlanırsa 1994, 1999, 2001, daha önce 1979’da yaşanan ekonomik krizler hep özel sektörün dış borç yükümlülüklerini, kamunun üstlenmesiyle sonuçlanmıştı.
Son tahlilde faturayı ödeyen de hep vergi mükellefi sade yurttaş olmuştu. Uluslararası sermayenin mutemet adamı Kemal Derviş’in, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın belkemiğini yabancı bankaların alacaklarını eksiksiz tahsili oluşturuyordu. Doğrusu bu kez de bende böyle bir endişe söz konusu.

Reel sektörün döviz açığı sıkıntılı
Türkiye ekonomisi tartışılırken çok dile getirilen rakamlardan birisi de, reel sektörün 212 milyar dolar döviz açığı. Türkiye’nin önümüzdeki 1 yılda ödemesi gereken 170 milyar dolar dış borcu, muhtemelen yıl sonunu 40 milyar doların üzerinde kapatacak cari açığı bulunuyor. Bu da önümüzdeki yıl 210 milyar dolar taze döviz kaynağına ihtiyaç duyulması anlamına geliyor. 2017’nin 9 ayında gerçekleşen 31.1 milyar dolar cari açığın, 23.5 milyar doları portföy yatırımlarından finanse edilirken, sadece 2.5 milyar dolar taze kredi sağlanabildi. Bunun diğer anlamı, cari açığın yüzde 75’inin “sıcak para” denilen, yani borsaya, devlet iç borçlanma senetlerine ve repoya gelen ve anında ülkeyi terk etme eğilimine girebilecek kaynaklardan sağlanmış olması.
Türkiye’ye ilişkin kredi limitlerinin daraltıldığı yolundaki haberler, önümüzdeki dönemde cari açığın baş ağrıtacağını gösteriyor.

Demokrasi yoksa ekonomi de düzlüğe çıkmaz
Bu olan bitene çözüm önerisi olarak; ülkenin “demokrasi, insan hakları, gösteri ve toplanma özgürlüğü, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler” benzeri konularda yol almadan, ekonomiyi düzlüğe çıkaracak teknik politika önerileri yapmanın bir sonuç getireceğini de, anlam taşıyacağını da düşünmüyorum. Ancak sade yurttaşlara; enflasyonun şaha kalktığı dönemde “enflasyon+büyümenin” gerisinde ücret artışlarına karşı direnin; işsizlik sigortası fonunda biriken 110 milyar TL’nizin başka amaçlar doğrultusunda kullanılmasına izin vermeyin; emekçinin hakkına sahip çıkmak yerine, Saray propagandasına alet olan yandaş sendikalara prim vermeyin; liyakata dayanmayan tüm atamaları teşhir edin; sakın ha dövizle borçlanmayın ; en son Man Adası skandalındaki gibi yolsuzluk ve rüşvet vakalarına karşı tepki göstermekten yılmayın; önümüzdeki önce yerel, sonra genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülkenin bu karanlıktan kurtulması için sorumluluk üstlenin gibi bazı pratik önerilerde bulunabilirim.

Asıl yük aktarılan kaynak
Artık kimse Merkez Bankası’na inanmıyor. Buna Cumhurbaşkanı da dahil ama “beni dinlemiyorsunuz, faizleri indirseniz böyle olmaz” iddiasında. Sadece piyasa aktörlerinin değil ekonomiden sorumlu bakanların ve Merkez Bankası yönetiminin de bu iddiaya katılmadıkları belli. Ama Merkez üzerindeki baskı nedeniyle gereken faiz artırımına da gidemiyor. Son PPK toplantısında “ne şiş yansın ne kebap” tadında fonlama faizinde 0.5 puanlık artış yaptılar. Yatırımcılar 1 puan artış bekliyordu. Bu koşullarda enflasyonda sert ve kalıcı bir düşüş beklenmiyor. Önümüzdeki iki ay baz etksiyle bir gerileme olacak ama sonra ne olacağı beli değil. Çift haneli enflasyon iyice katılaştı. Banka faizleri yüksek düzeylerini uzun süre koruyacak. Yüksek faizler ve belirsizlik tüketici ve yatırımcı davranışlarını olumsuz etkilemeye devam edecek. Son aylarda gerek tüketici güveninde gerek reel kesim güvenindeki sürekli düşüşler bu yüksek enflasyon-yüksek faiz ortamının bir yansıması olarak değerlendirilmeli. Faiz politikası hususunda bu kadar tezat varken ne kur ne de fiyat istikrarı sağlanır.
Kırılgan beşli artık kader
Bir ekonomi, dizginsiz sermaye akımlarına düzenlemeler getirebilir, “sıcak paraya” yönelik vergi ve stopajları artırabilir, o takdirde benim gibi kamucu iktisatçılardan da destek alabilir. Ama sizin Cumhurbaşkanınız Avrupa Parlamentosu Başkanı’na “Ben senin ne fırıldak olduğunu bilmez miyim?” diye amiyane ifadelerle hitap ediyorsa; yine Türkiye’de en büyük doğrudan sermaye yatırımcısı Hollandalıların “karakterine, cibilliyetine” saydırıyorsa, bu külhani üslup kendi dinci ve şoven kitlesini tatmin etmek dışında hiçbir yarar sağlamaz, aksine bugün gözlemlediğimiz gibi ekonomiyi olumsuz etkiler. Bir ülke politik ve jeostratejik ittifaklarını da gözden geçirebilir; ne var ki, evvelki yıl Çin’le füze anlaşması imzalar sonra bunu NATO telkinleriyle iptal ederseniz; şimdi Rusya’dan S-400 füzesavar sistemi alacağınızı ilan eder, ama ekonominin geleceği AB’ye yapılacak ihracata bağlı kalmaya devam ederse, bütün üretim standartlarınızı, lisansları, tedarik zinciri diye tabir edilen çok uluslu şirketlerin üretim ağlarını AB çıpasıyla şekillendirirseniz, “sıcak paranın” kaynağı büyük ölçüde Batı’ysa “altı kaval, üstü şeşhane” bir ekonomi-politik anlayışla yol alamazsınız; Pakistan-Kuveyt-Mısır ile birlikte “kırılgan beşli” üyeliğinden kurtulamazsınız.

OLCAY BÜYÜKTAŞ / CUMHURİYET  
 
Hayri Kozanoğlu kimdir?
Altınbaş Üniversitesi öğretim üyesi. Prof. Dr. Mustafa Hayri Kozanoğlu’nun BirGün gazetesinde düzenli yazıları yayımlanıyor. ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak girdi; yüksek lisans ve doktorasını işletme finansmanı konusunda yaptı. Bir ara Eximbank’ta görev aldıktan sonra, 1992’de Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’ne girmiştir. Bir dönem ÖDP başkanlığını yaptı. Evli ve iki çocuk babası. Aralarında Küresel Krizin Anatomisi, Neoliberalizmin Gerçek 100’ü, Küreselleşme Heyulası’nın bulunduğu birçok kitabın yazarı.

Kanun Hükmünde Tayyarname - ORHAN GÖKDEMİR

Devlet ne?
Egemen sınıfın baskı aracı. Bugünün egemen sınıfı kim? Burjuvazi. Egemen sınıfın devleti alt sınıflara karşı bir sopa olarak kullanması bugünün meselesi değil yalnız. Sınıflı toplumların alamet-i farikasından söz ediyoruz. Bununla birlikte burjuvazi o sopayı ötekilerden daha karmaşık bir yöntemle sallar, böyle biliyoruz. İşin esası, sopa sanki onun elinde değilmiş, kendi kendine sallanıyormuş gibi göstermektir. Parlamento, yasa, hukuk, yargı denetimi şu, bu, hepsi işte bunun içindir.

Bugün sopayı bizzat eline alması da onun tarihine uygundur. “Bekçi devlet” hikâyeleri çok gerilerde kaldı. Şimdi egemen sınıf devletin her alanda bir aktör olmasını, iş yaratmasını, kârı garanti etmesini, bunlara itiraz edenler varsa sopayı kuvvetli sallamasını istiyor. Kapitalizmin tekelci döneminin devlet yapılanmasıdır bu. Daha doğrudan, daha basit bir araçla karşı karşıyayız artık.

Değişimi şöyle anlatayım. Sopa sallamak dediğin, nihayetinde kanunla mümkün olabilen bir şeydir. Kanunu yapma yetkisi ise parlamenter sistemlerde meclislerindir. Daha doğrusu teorik olarak böyledir. Eskiden, daha olağan koşullarda meclisler kanun yaparken özenli ve yavaş davranırdı. “Demokrasi” dediğimiz şey de işte bu “yavaş” işleyen yasama, yürütme ve yargı faaliyeti demektir. Devletin hızlanmış haline faşizm diyoruz çünkü. Hızlanmış devlet, kendini yavaşlatan kurallardan kurtulmuş devlet demektir.

Misal, meclisin kanun yapmak yerine yürütmeye “kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi” vermesi bunun yöntemlerinden biridir. Meclis bu yolla yasama yetkisini idareye devretmiş olur. İdare o yetki devrine dayanarak hızlı düzenlemeler yapar. Sopa özgürleşir ve ezilenlerin başına daha hızlı inmeye başlar.

Demem o ki, kanun hükmünde kararname tekelci kapitalizmin büyük icatlarından biridir. Kanunun tepelenmesi ve yerine kararnamenin geçirilmesi işi, tekelci düzenin sopayı doğrudan ele alması ve sallaması halidir.

***

Bilinen ilk uygulamalarından birini Fransa’ya, “Beşinci Cumhuriyet”e borçluyuz. 1958’de, Cezayir bozgununun ardından ordunun baskısı ile hükümet başkanlığı “halkın sevgilisi” General De Gaulle’e devredildi. O da oturup kendi pozisyonu kurumsallaştıracak yeni bir anayasa hazırladı. Yüzde 80 oyla onay gören yeni anayasa Cumhurbaşkanına geniş yetkiler veriyordu. Yasamanın yetkileri budanmış o yetkiler yürütmeye aktarılmıştı. Yasama ile birlikte hükumet de geri plana düşmüş, bağımsız bir organ olmaktan çıkarılmış, cumhurbaşkanı ile parlamento arasında bağ kuran bir rolle sınırlanmıştı. 1958 Anayasası ile General De Gaulle neredeyse her şeye muktedir tek adam durumuna getiriliyordu. Kanun hükmünde kararname de o dönemde yaygın olarak kullanılan bir icat.

Fransız burjuvazisinin 1958’de duyduğu ihtiyacı bizimkiler 1982’de duydu. 12 Eylül cuntası geldi, meclisi sildi, hukuku tepeledi ve yeni bir anayasa yapmaya girişti. Yaptığı işlerden biri Cumhurbaşkanının yetkilerini arttırmaktı. İkincisi, yasamayı gerektiğinde aradan çıkaracak bir formüldü. 1982 Anayasası ile “Bakanlar Kurulu’na belirli konularda kanun hükmünde kararname çıkarmak üzere yetki vermek” TBMM’nin görev ve yetkileri arasında sayılıyordu. Yalnız, olağanüstü hal veya sıkıyönetim şartı getiriliyordu bu yetki devri için. Bir de belli sınırları vardı, temel hak ve özgürlükler o yolla sınırlanamıyordu mesela.

Ama zaman aktı, dünya değişti. Egemen sınıfa yıkılma korkusu salan sosyalist sistemin yerinde yeller esiyordu. Üstüne üstlük faşizmi tahkim edecek tuhaf inançlar geliştirdiler arada. Alt sınıfları paramparça ettiler. Haliyle burjuvazinin ne demokrasiye, ne demokratik bir görünüşe ihtiyacı var artık. Devlet neredeyse basit bir korku üretme ve yayma mekanizmasından ibaret. Seçimi, denetimi, yargıyı ilga ettiler. Anayasayı kaldırıp attılar. Meclisin içini boşalttılar. Sendikaları, meslek örgütlerini işlevsizleştirdiler, kendi kendine kuruyup düşmeye terk ettiler. Ne kaldı geride? Sadece çıplak bir merkezileşme. Son KHK’ların haber verdiği bu.

Bütün bunlar tekelci kapitalizmin hızlı devlet ihtiyacının tezahürleri. Demek ki bugün bizde olup bitenleri bir rastlantı veya “sui generis” bir gelişme sayamayız.

***

De Gaulle’cü  “Beşinci Cumhuriyet”ten yola çıktık, geldik Tayyarcı “ikinci cumhuriyet”e.
Malum AKP 7 Haziran seçiminde kaybedeceğini anlayınca sopayı daha sert sallamaya başladı. Sonra dincinin dinciye darbe girişimi geldi. Bunu fırsat bilip OHAL ilan ettiler. İkinci şeref yılını dolduruyor neredeyse. Her şeyi kanun hükmünde kararnameler ile yapıyorlar artık. Hükumetin adı var kendisi yok. Meclis işlevsiz ölü bir kabuk. Yakındır, yıkarlar, yerine bir cami bir de alışveriş merkezi dikerler.

Bizim yorum yapmamıza gerek yok artık, bu işi icat ve ilan eden maksadı açığa vurdu zaten. Olağanüstü halin girişimcilerin yatırımlarının önünü kesmek için değil, onları güvence altına almak için ilan edildiğini beyan etti.

O konuşmada söylenenler kısa modern devlet teorisidir. OHAL de, KHK de girişimcilerin işini kolaylaştırmak içindir. Girişimci artık piyasanın uçsuz bucaksız özgürlüğünde sermaye bulup iş kuran bir aktör değildir. Girişimci devletin ve ona yön veren siyasal şebekenin bir uzantısıdır. En büyük patrondur devlet; girişimciye iş üretir, ihale verir, kazancı garanti eder, rant yaratır, rant dağıtır, vergi indirimi yapar, borç kapatır, korur, kollar, kanını emdiği işçinin, emekçinin direnmesine, grev yapılmasına engel olur. Sendikaları sarartır, işçileri morartır. Bunu da yasasız, kuralsız, denetimsiz yapar. OHAL ve KHK burjuva demokrasisinin tekelci dönemde aldığı hal, büründüğü kılıktır.
İki kararname daha yayınladılar birkaç gün önce. Kamu kurumlarından 3 bine yakın kişiyi kapı önüne koydular. Danıştay’a 16, Yargıtay’a ise 100 yeni üye kadrosu ihdas ettiler. Şeker Kurumu ile Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumunu kapattılar. Fetö’cü tabir ettikleri tutukluların badem kurusu renginde tutulum giymesine karar verdiler. Geçici işçileri sözleşmeli işçi ilan ettiler. Savunma Sanayi Müsteşarlığını, yani ASELSAN, TAİ, Roketsan, TUSAŞ Havelsan gibi önemli kurumları Erdoğan'a bağladılar. AKP için suç işleyenlere yargı ve askerlik muafiyeti getirdiler. Bir de “Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi” (ASFAT A.Ş.) adında bir şirket kurdular son paragrafı ile.
Hakikaten müthiştir. Din soslu faşizmin sınırsız ve kuralsız denizlerinde özgür özgür kulaç atmaktadır egemenlerimiz. İtiraz yoktur, muhalefet yoktur, denetim yoktur.  Ama öyleyse artık ortalıkta bir “düzen” de yoktur. Yıkılmıştır ve gömülmeyi beklemektedir.

Tekelce kapitalizmin bütün efsaneleri çöktü. Elinde sopayla ortalıkta ne yapacağını bilmez halde kala kaldı egemenleri. Ne burjuva demokrasisidir, ne cumhuriyettir; Kanun Hükmünde Tayyarname düzenidir bu.

Çıkış yolunu soruyorsanız söyleyeyim. Birleşeceksiniz. Sopayı alacaksınız ellerinden ve bir daha başlarını kaldırmalarına izin vermeyeceksiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

Havuç ve sopa - L. DOĞAN TILIÇ

İktidar sözcüsünün, son KHK’nin “tehlikeli” olarak tanımlanan 121. maddesi ile ilgili savunusunu, hukuk sistemimizin en tepesinde bulunmuş iki yüksek yargıçla birlikte dinleme şansım oldu. Kimsenin isimleri önüne “muhalif” gibi bir sıfat takma şansı olmayan emekli yüksek yargıçlarla…
İktidar sözcüsü, “son derece açık” diyor ve “netleştiriyor”: “Bu düzenleme sadece 15-7-2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi ve devamı niteliğindeki 16 Temmuz sabahıyla ilgili. Eylemlerin bastırılması ibaresi; 15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz gününü ifade etmektedir.
Bu kadar açıksa, neden dert ediyoruz? Yarın öbür gün sokaktaki sıradan bir protestoya eli sopalı, eli palalı, eli bıçaklı ve silahlı sivil milislerin müdahale edeceği kuruntusuna neden kapıldık ki?
Yargı sistemimizin her düzeyinde bulunmuş ve en tepesinden emekli olmuş yüksek yargıçlara bunları soruyorum.

Biz niyetlere, sonradan ‘son derece açık’ hale getirmeye dönük olarak yapılan açıklamalara bakarak değerlendirme yapamayız ki” diyerek, 121. maddeyi okuyorlar: “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleşen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin kapsamında hareket eden kişiler hakkında  hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluk doğmaz.

Ömürlerini mahkemelerde geçirmiş yüksek yargıçların işaret ettiği “bunların devamı niteliğindeki eylemler” ibaresi ve “Bugün, hatta yarın, öbür gün yapılacak bir protesto eylemini, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin devamı olarak yorumlamanın önüne kim nasıl geçebilir?” diyorlar. “Burada iktidar sözcüsünün ifadesini güvence sayarsanız, iktidar yetkililerinin, bakanların, başbakanların OHAL’in 3 ay bile sürmeyeceğine dair verdikleri güvenceleri nereye koyacaksınız?” diye de soruyorlar.

Kısacası, iktidarın 121. madde konusunda verdiği sözel güvence ve “açıklama” sadece muhalifleri değil, hukukçuluktan başka bir şekilde tanımlayamayacağınız yüksek yargıçları da ikna etmiyor.
Meral Akşener’e “iç savaş” uyarısı, muhalefete “İktidar eliyle sivil silahlı çete kurma maddesi, sivil silahlı çetelere altyapı oluşturma hamlesi” değerlendirmesi yaptıran bir düzenleme ile karşı karşıyayız.

Bir otelin resepsiyonunda eşiyle birlikte giriş yapmakta olan sanatçıya çelme takıp saldırdıktan sonra, “Cumhurbaşkanına sövdüler, FETÖ’yü övdüler” diyebilecek bir zorba da; sokakta kadın cinayetlerine karşı açıklama yapan bir gruba döner bıçağını kapıp saldıracak bir “esnaf”a da koruma sağlayabilecek bir düzenlemeyle karşı karşıyayız.

Zaten Erdoğan da esnafın gerektiğinde polis olabileceğini söylemişti!
Bu düzenlemeyi hukuk bilgileri çerçevesinde hiçbir yere oturtamayan emekli yüksek yargıçların “şaşırdıkları” bir konu da böyle bir düzenleme karşısında “kurumların sessizliği”. “Baro dışında kimse ses çıkarmayacak. Oysa, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, hukuk fakülteleri bu konuda da konuşmayacaksa hangi konuda konuşacaklar?

Kendileri de oralarda görev yapmış yargıçların, KHK ile Yargıtay’a 100 yeni üye atanması ile ilgili söyledikleri de çarpıcı: “Bu 100 yeni üyeden 50’si yine Fethullahçı olur. Diğer 50’nin yarısı Menzilci, yarısı Süleymancı. Kendilerine bağımlı bir yargı yaratma çabasının, birlikte çay toplayan yargıçlar istemenin götürdüğü yer yargıyı yine cemaatlere teslim etmek.
AKP 2019 için, o tarihten de önce yapılabilecek bir seçim için hazırlıklarını son hızla sürdürüyor. Kaybetmemeye yeminli olduğu bir seçim için havuçlar ve sopalar hazırlıyor. Bir yanda; taşeron işçiler için 450 bin kadro, 110 bin memur alımı, İstanbul’a 2000 gece bekçisi alımı gibi en önemli sorunu işsizlik olan topluma gösterilen havuçlar var. Öte yanda, kendisine tepki gösterebilecek muhaliflerin karşısına üniformasızların şiddetini de dikme hazırlıkları.

OHAL koşullarında, böylesi havuç ve sopaları devreye sokan bir iktidara karşı genel geçer bir muhalefetle baş etmek mümkün değil.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...