21 Ocak 2018 Pazar

Herkes bakıyordu, kimse görmedi... - Mine G. Kırıkkanat

İnanması zor, ama yazının tarihi 27 Nisan 2003. Başlığı “Laiklik nasıl çöktü”. İçeriği, adeta bir kehanet:
Kızlarını, oğullarını yurtiçinde ya da yurtdışında, evrensel düzeyde eğitim veren okullarda okutup kurtardıklarını sananlara kötü bir haberim var. O çocuklar o okullardan çıkıp hayata atıldıklarında, eğer iş bulabilirlerse,Türkiye’de İslami bir devletin kuralları içinde çalışacaklar. Patron olsalar da uyacaklar, çalışan olsalar da işyerlerinde geçerli “dini zorunluluklara”.
Sanmasınlar ki evrensel düzeyde eğitim aldılar diye, kapağı dışarı atıp kendilerini kurtarabilecek o çocuklar...
Büyük bölümü açıkta kalacak, çünkü özgürce yaşanabilen ülkeler zaten kendileri gibi iyi yetişen üçüncü dünya ülkelerinin çocuklarıyla dolu. Rekabet zorlu, çünkü 1.5 milyarlık Hindistan gibi ülkelerden daha iyileri çıkıyor, üstelik Müslüman olmayan üçüncü dünya beyinleri daha revaçta.
8 yıllık eğitimle imam hatip okulları devre dışı bırakıldı diye rahatlayanlar ve üniversitelere türbanlı sokmayarak “laiklik” kurtuldu sananlar, çok yanılıyorlar.
Türkiye’de laik cumhuriyet, dinciler tarafından tüm kapıları kırılmış, en ücra köşelerine kadar işgal edilmiş, iş son burcunda göstermelik olarak bırakılanbayrağı indirilmesine kalmış bir kale artık.
Cumhurbaşkanlığı da değişince, iş bitecek. Çok mu karanlık bir tablo çiziyorum? Yanılıyorsunuz.
Eğitimi ele geçiren, bir ülkeyi istediği gibi biçimler. Dinciler hem bunu başardı, hem de sekiz yıllık eğitim kalenin fethini hızlandırmaktan başka işe yaramadı.Nasıl mı?
Zorunlu din dersi, laik bir devletin esasına aykırıdır, Türkiye’de tüm ortaöğretimde var. Din dersi, laik bir devletin eğitim sisteminde sınav ve derecelendirme ölçüsü olamaz; Türkiye’de tüm sınavlarda hem de belirleyici olarak var!
İmam hatip liseleri devre dışı bırakıldı derken, yerlerine binlerce, Fethullahçı okulların benzeri İslami kolejler açıldı. Her tarikatın bir eğitim “yuvası” var artık.
Türkiye’de bir okula karşılık, bir buçuk cami düşüyor. Çoğu boş duruyor. Ama günün birinde o camilerde yapılacak yeni şeriat devletinin “zoraki” eğitimi; zorla doldurulacaklar nasılsa. İşte tablo bu ve iş bitmiştir.
Çöken laik Cumhuriyettir ve hepimiz altında kalacağız.

***

Yukardaki satırlarım yayımlandığında, 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanan AKP iktidarı henüz altı aylıktı!
Bugün iktidarın zulmünden pek şikâyetçi ve çok muhalif kesilen kimi liberaller, o günlerde AKP hükümetini demokrasi havarisi olarak göklere çıkarıyor, liderini alkışlamak için avuç patlatıyor ve benim gibi düşünenleri laikçi militarist, Kemalist, hatta faşist yaftasıyla demokrasi düşmanı ilan ediyorlardı.
Zaman, kimlerin gerçekten demokrat ve cesur, kimlerin hakiki korkak ve “kullanışlı aptallar” olduğunu gösterdi.
Olanlardan olacakların sonucunu çıkartanların “o kadar da olmaz” rehavetindekileri pek de inandıramadığı öngörüleri bire bir doğrulanmakla kalmadı, katlandı.
Laiklik, her şeyden önce özgürlüğün, çünkü insan haklarının, çünkü ancak yasalar önünde kadın-erkek eşitliğiyle sağlanan demokrasinin garantisiydi. Tedavülden kaldırılınca, özgürlük, eşitlik ve insan hakları, yani demokrasi de bitti.

***

Ancak tüm öngörüleri bir bir doğrulanan bizler bile topluma dayatılan din ve Diyanet İşleri’nin beyinlere zerk ettiği kadın-erkek ayrımcılığının, ahlakı bunca yozlaştırabileceğini hesaplayamadık... Hatta hırsızlığı, yolsuzluğu perdelemeye yararken; vahşeti ve dehşeti böylesine sıradanlaştıracağını düşünemedik... Sözde namusun özde namussuzluğun daniskasına dönüşeceğini bilemedik.
Bastırılmış cinselliğin, öpüşmeyi ve el sıkışmayı bile günah sayan zihniyetin güya din ve ahlak öğretilen duvarların ardında savunmasız çocukları hedef alacağını, oğlan - kız demeden ırzına geçeceğini; hele hele muktedirleri tarafından da “Bir kereden bir şey olmaz!” diye korunacağını aklımıza getirmedik.

***

Çünkü ahlakın aşılmaz sınırları vardır, ahlaksızlığın sınırsızlığını hayal bile edemez...
Kadının görünmez ve sayılmaz kılınması; kadına tacizi, tecavüzü ve şiddeti binlerce kez katladı. Ve eylemi değil söylemi yasaklı ensestin ulaştığı korkunç boyutlar; kaderin cilvesine bakınız ki evlat katili Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan bir hastanede sadece 5 ayda 115 kız çocuğunun doğum yaptığı, vicdanlı bir çalışanın ihbarıyla ortaya çıktı. 

Çocukların hemen hepsi, aile içi ensest kurbanı.

Türkiye’yi bu hale düşürenler, bari adını da değiştirsinler.

Barbaristan uygundur!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

İstanbul'a bir ihanet daha! / FATMA ÇELİK

"Çılgın Proje" olarak lanse edilen Kanal İstanbul'un nihai rotası açıklandı. Kanal, Avrupa ve Asya kıtaları arasında iki yarımadadan oluşan İstanbul'un "merkez"ini koparıp denize bırakıyor ve İstanbul artık iki yarım ada ve bir adadan oluşuyor. Yaklaşık 45 km uzunluğundaki bu proje 65 milyar lira gerektiriyor.

Türkiye bu projeyi finanse edecek maddi güce elbette ki sahip değil. O halde adres belli: Avrupa'dan yüksek faizle borç alınacak. Tamamlanması en az beş yıl sürecek bu proje, devamlı bütçeyi sömürecek.

Peki, 65 milyar lira gerektiren kanal, ne sebeple yapılıyor? 
Bunca borca değecek mi?
Yandaş basın tarafından, 1936 Montrö Sözleşmesi sebebiyle Boğaz'dan geçen gemilerden ücret alınmadığı, Kanal İstanbul'un inşa edilmesiyle gemilerden net ton başına 5,5 ABD Doları alınacağı ve Türkiye'nin bu vesileyle çok para kazanacağı iddia edildi.
Eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Ümit Yalım, boğazdan transit geçiş yapan yabancı ticaret gemisinin net ton başına yaklaşık 0,90 ABD doları ücret ödediğini, kılavuz ve kurtarma hizmetlerinden ayrıca ücret alındığını açıklayarak, bu iddiaları yalanladı. Ayrıca, Montrö'den farklı olarak Kanal İstanbul'dan ton başına 5,5 ABD doları alınacağı iddiasının gerçekleşmesinin mümkün olmadığını belirtti ve ekledi "Süveyş Kanalı'ndan geçen gemiler bile ton başına yaklaşık 2 dolar öderken Kanal İstanbul'dan 5,5 dolar nasıl alınacak?"

Kanal'ın gerekliliği için, İstanbul Boğazı'nda meydana gelen kazalardan, iki yakadaki yerleşim yerlerini koruma amacı ileri sürüldü. Ancak, Kanal İstanbul'un ÇED raporunda 3 boyutlu modellerde kanala sıfır evler yer alıyor.
O halde buradaki insanlarla birlikte daha fazla hayat riske girmeyecek mi?

Kanal İstanbul projesinde, bilimsel olarak çevresel risklerinin göz ardı edildiği zaten ortaya çıkan ekolojik tahribat senaryolarından belli oluyor…

TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu sekreteri Cevahir Efe Akçelik, Kanal İstanbul projesi için yapılacak kazının gerektirdiği en az 5 yıllık hafriyat çalışmasının tozlarının havaya karışmasının büyük çaplı hava kirliliği sorunu oluşturacağı uyarısını yapıyor.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye, akademisyenlerin katkılarıyla hazırlanan raporunda, Karadeniz'in kirli sularının Marmara'ya dolacağını; bunun neticesinde ise denizin dibindeki oksijenin azalarak Marmara Denizi'nin, canlılar için yaşanamaz hale geleceğini belirtiyor.
Benzer tehlike Karadeniz için de geçerli. Denizbilimci Prof. Dr. Cemal Saydam, alt akıntı ile gelen Akdeniz'in tuzlu suyunun Karadeniz'deki canlı yaşamını olumsuz etkileyeceği ve ticari balıkçılığın sona ereceği ihtimaline karşı uyarıyor.

Bilim Akademisi Üyesi Yerbilimci Prof. Dr. Naci Görür, kanalın Marmara'ya açılan kısmının fay hattıyla yakın temasta bulunacağını belirtiyor ancak, kanalın depremde görülecek yanal ve düşey hareketlere karşı nasıl tolerans göstereceğinin bilinmediği konusunda da uyarıyor.
Bunlar, uzmanların uyarılarından bazıları. Ancak bu kadarı bile projenin sorgulanması için yeterli değil mi? Ki bunlar bilinen senaryolar…

Projenin çevre için olumsuz sonuçlarının önüne nasıl geçileceğini bilmiyoruz. Yap-işlet-devret modeliyle inşa edilmesi düşünülen projede kimlere, ne kadara ne tür garantiler verileceğini; kanal çevresinde oluşacak ranttan kimlerin faydalanacağını da henüz bilmiyoruz. Projenin, bölgede yol açacağı nüfus yoğunlaşmasının İstanbul'a ne gibi etkisinin olacağını da bilenimiz yok.

Yani özetle İstanbul'dan bir dilimi koparıp denizin ortasına bırakıyoruz ama bunun ne faydası olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.

Zaten bu tür projeler yalnızca kısıtlı kamu kaynaklarının, sınırlı bir gruba fayda sağlaması için kullanılır, onun dışında da kimseye bir yararı olmaz.

Görünen o ki, kanalın boğaz olarak pazarlanması sonucu, iki yakasında genişleyecek yerleşim yerleri ile İstanbul tamamen betonlaşacak ve şehrin nüfusu iyice artacak. Yapılan yanlış geç anlaşılacak; yıllar sonra yine "İstanbul'a ihanet ettik" denilecek.

Ancak iş işten geçmiş olacak…


(FATMA ÇELİK/YENİÇAĞ)

Ya sonrası? - HÜSNÜ MAHALLİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere devletin tüm yetkilileri günlerce Afrin’den söz ediyor. Medyanın uzman ve azmanları ise hamasetin en üst basamağını da aşarak savaş çığırtkanlığı yapıyor.
Hiç kimse de bir şey bilmiyor.
Sağduyulu ve sakin düşünen yok.
Düşünen varsa da korkudan konuşamıyor. Yani insanlar Türkiye’nin ne işi var Afrin’de diye soramıyor. Afrin Suriye kasabasıdır ve nüfusun büyük bölümü Kürt kökenli.
Ankara’ya göre orada PYD’liler yani PKK’lılar var.
Yaklaşık olarak 10 bin kadar militan.
Yani Ayn El-Arab ( Kobani) ve çevresinde bulunan PYD’liler kadar.
‘Afrin’e girerim’ diyen Türkiye o zaman Kobani’ye de girmeli.
Öncesinde de Menbiç’e.
Hatta Kobani’den Irak sınırına kadar uzanan 600 kilometrelik Suriye topraklarına dalmalı ve orada bulunan 100 bin kadar YPG ve SDG militanını ortadan kaldırmalı.
Gerekirse de oradan devam edip Musul ve Kerkük’e uzanmalı.
Ama yapamaz çünkü orada ABD ordusu var. Afrin’de YPG’lilerin hiç kimsesi yok.
‘Rusya destek veriyor’ diyenler gerçeği anlatmıyor.
Peki diyelim Türk ordusu Afrin’e girdi ve PYD’liler direndi.
Binlerce ölü, bir o kadar yaralı olacak.
Şehir yıkılacak ve insanlar perişan olacak.
Bu ne işe yarayacak? 

Hiç.
Çünkü varsa risk Afrin’de değil doğuda.
Kürt ordusu kurmaya çalışan ‘dost ve müttefik’ ABD’de.
Kürt - Türk düşmanlığı için uğraşıyor.
Fazlası da var ve olacak!



Türkiye ise bu riski asla tek başına bertaraf edemez.
İki komşu Suriye ve Irak ile işbirliği yapmadan bu iş asla olmaz.
Kaldı ki bu bölgede ve Afrin’de Türkiye’nin fiili müdahalesi büyük bir sorun yaratır.
Diyelim Türk ordusu yanına ÖSO ve müttefiki grupları alarak Afrin’e yönelik operasyon başlattı ve karşısında Suriye, Rusya ve İran güçlerini buldu.
Ne yapacak?
Benzer şekilde Rusya’nın onayıyla Ağustos 2016’de Cerablus’tan Azez’e kadar uzanan 100 kilometrelik sınır bölgesini kontrol eden Türk ordusu ne zamana kadar orada kalacak?
IŞİD yok edildiğine göre Türk ordusu neden oralarda duruyor?
Arap medyasına göre Türkiye o bölgelerde kalmaya niyetli.
Yoksa ‘Misak-Milli sınırları’ hikâyesi mi?
Rusya destekli Suriye devleti ‘hadi çıkın artık’ derse Ankara ne yapacak?
Üstelik Ankara’nın tüm olumsuz ve tehlikeli politikalarına karşın Suriye devleti Türkiye’ye karşı düşmanca hiç bir davranışta bulunmadı.
Üstelik 2011’de batılı ülkeler, Körfez ülkeleri ve Türkiye Suriye’ye müdahale etmeden önce bu ülkede PYD yoktu.
Ankara 2011-2015 döneminde PYD’yi Suriye yönetimine karşı ayaklandırmak için Salih Müslim’i birçok kez misafir etmiş ve birçok vaatte bulunmuştu.
Peşmerge’nin Kobani’ye girişi dâhil. 
Dönelim Afrin’e. Putin ve Ruhani ile birlikte Astana ve Soçi’de önemli anlaşmalara imza atan ve Afrin’i sıcak gündeme taşıyan Cumhurbaşkanı Erdoğan her nedense İdlib’ten söz etmiyor.
Ya da İdlib’i Nusra ve müttefiği terör örgütlerden temizlemeye çalışan Suriye ordusuna kızıyor.
Şam kadar Moskova ve Tahran buna tepki gösteriyor.
Rusya izin vermezse Türkiye’nin Suriye’de operasyon yapması imkânsız değilse çok zor.
Afrin Türkiye için risk ise İdlib ve çevresi Suriye ve Rusya için yüz katı daha fazla risk.
Afrin ve İdlib yan yana iki şehir. Afrin’e yönelik TSK operasyonu İdlib’teki Nusra ve müttefiki grupları rahatlatır.
İdlib ve çevresinde 80-90 bin Nusracı terörist var ve bunlar arasında çok sayıda Çeçen, Uygur, Özbek ve benzeri bölgelerden gelen terörist var.
Üstelik aklınıza gelen her türlü ağır silahları var.
Dron ve kimyasal silahlar dâhil.
Ayrıca Cerablus’tan Azez’e kadar uzanan bölgede Türk ordusu ile işbirliği yapan on binlerce ‘ılımlı’ terörist zaman zaman Nusra’ya destek veriyor. Ortak ideolojik nedenlerle.
Şimdi diyelim ki Suriye devleti idlib’i ne pahasına olursa olsun kurtarmaya çalıştı ve bu iş çok büyüdü.
Bu durumda Türkiye kimden yana tavır alacak?
Nusra ve müttefiklerinden mi yoksa Ankara’nın yeni dostu Rusya’nın desteklediği Esad’tan yana mı?
Türkiye’ye 20 kilometre uzaklıkta İdlib’ten kaçmak zorunda kalabilecek on binlerce yabancı terörist nereye gidecek?
Nusra ve müttefikleri ton farkıyla AKP’nin ideolojik ve psikoloji müttefiki ama Afrin ve Kuzey Suriye’deki PYD Suriye ve Türkiye’nin sorunu.
Her şey çok çelişkili ve karmaşık.
AKP Haziran 2015’e kadar PYD, HDP ve dolayısıyla PKK ile çok iyi geçiniyordu.
Kürt- Türk dostluk ve kardeşliği için.Şimdi aralarına ‘Kara kedi’ çılgın Trump girdi.
Özetle son 7 yılda olduğu gibi Türkiye şimdi de hata yapıyor.
Hamasetle bir yere varılamayacağını şimdiki durum anlatıyor.
Ankara’nın Afrin-PYD ve İdlib- Nusra hesaplarının hiç biri doğru değil ve tutmayacak.
Bu hesapların riski hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük.
El-Bab’ta IŞİD’e karşı operasyonda 70 şehit veren Türk ordusu elbette kısa sürede Afrin’i kontrol altına alır ama iş bununla kalmıyor.
Örneğin Afrin ve İdlib’ten dolayı Suriye, İran ve Rusya Türkiye’ye karşı düşman kesilirse ne olur?
Örneğin PYD’den dolayı ABD Türkiye ile kavgaya tutuşursa ne olur?
Neler neler olmaz!
Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE ve Mısır pusuda bekliyor.
Esad’ı destekleyen ve Irak’ta çok güçlü konumda olan İran sessizce izliyor.
İsrail ise olup bitenlerin belki de tek karlı ülkesi.
Küçük detayları anlatmaya kalkışsam iki makale daha yazmam gerekir.
Çoğunu da zaten yazamam.
Hamasi söylemler savaşa girmek ve zaferle çıkmak için yeterli değil.
Yakın tarihimizde bunun çok örnekleri var.
Sakin düşünüp doğru karar almalı.
Bin yıl da geçse Suriye, Irak ve İran Türkiye’nin komşusu kalacak.
Ne olursa olsun Kürtler hep bu coğrafyada yaşayacak.
Suriye’ye bir şey olursa Türkiye’ye çok daha fazlası olur.
7 yıldır biz neyi konuşuyoruz.
‘Arap Baharı’nın perişan ettiği Suriye ve tüm coğrafyayı.
Ölüm, yıkım, acı ve gözyaşı.
Herkes için: Türkler, Araplar, Kürtler, Persler, Şiiler, Sünniler, Aleviler, Ezidiler ve diğerleri Yetmediyse 70 yıl daha konuşuruz.
Tıpkı 1948’de kurulan İsrail’i 70 yıldır konuştuğumuz gibi.
Hem de İsrail rahatlatmak için.
Belki de coğrafyamızın kaderi ya da genetik sorunu.Kin, nefret, düşmanlık ve kanla besleniyor.Sonrasını düşünen yoksa bahane ve gerekçe bulmak çok kolay.
Öyle olmasaydı bugün biz Afrin’i konuşuyor olmayacaktık


Hüsnü Mahalli / YURT

20 Ocak 2018 Cumartesi

Kıyamet alametleri - ORHAN GÖKDEMİR

Dini kamu yaşamına sokmanın en ağır bedelini kadınlar ve çocuklar ödüyor. Kadınları sistematik bir biçimde öldürüyor, linç ediyorlar. Çocuklar cahil yobazların insafına bırakıldı. Çoluk çocuk demeden tecavüz, taciz meşru. Altıncı yüzyıl çöl kültüründen yasa devşirdiler. 
Eski Arapçanın nereye çeksen uzar, hangi kaba koysan uyar sözcükleri havada uçuşuyor. Tarikat şeyhleri çocuğu cinsel obje görme yaşının ne olacağı konusunda 1 ile 6 arasında kararsız. Devlet tarikatı Diyanet 9 dedi, tepki gelince 17’ye çekti. Ama halen yürürlükte olduğu söylenen yasalar 17 yaşı da çocuk sayıyor. Yargıları farklı olsa da referansları aynı. Fiili bir şeriat hüküm sürüyor yani…

Kadrolaştılar, AKP’li veya tarikat erbabı olmayan kimseyi almıyorlar devlete. Hastaneden okula, vergi dairesinden park ve bahçeler müdürlüğüne dağ taş bu tiplerle dolu. Onlar da ilk önce dini, sonra yasaları esas alıyorlar icraatlarında. İstanbul’da o hastanede patlayan skandalın esası bu.

Koca devlet hastanesi, kapılarını son beş ayda çalan yaşları 18’in altında 115 çocuğun hamile olduğu anlaşılmış. Çocukların 39’u Suriyeli, bir o kadarı 15 yaşından küçük. Görmemiş, duymamış hastane yöneticileri. Niye görsün? İnançları, onların çocuk olmadığını söylemiyor mu?

Vicdanını ve aklını bu sapkınlıktan koruyabilmiş bir hastane emekçisi, olayın örtbas edildiğini anlayınca durumu savcılığa bildirmiş. İl kurban kendisi olmuş tahmin edilebileceği gibi. Hakkında inceleme başlatılmış ve görev yeri değiştirilmiş. Bu ahlaksızlığı açığa vurmasa her şey güllük gülistanlık çünkü. O vicdanlı emekçi hastaneye yılda 450-500 hamile çocuk geldiğini belirtiyor. Hastanede görevli Psikolog ise çocukların çoğunun bir akrabası tarafından hamile bırakıldığını söylüyor. “Normalleşmiş” bu kadar çok olunca, yadırgamamış kimse.

Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açtı neden sonra. Ama o sırada İstanbul Valisi çıktı, 15 yaşın üstündeki hamileliklerin bildirilmesi zorunlu değil dedi. Hastane yöneticileri hakkında da soruşturma izni vermedi haliyle. Henüz çıkıp açıkça savunamıyorlar yaptıkları pislikleri ama hazırlıyorlar toplumu adım adım. Yakındır her türlü sapıklığın topyekûn meşru sayılması.

Artık bebelere dadanan tarikat şeyhi kılıklı sapıklara sapık, pedofil, ahlaksız demek suç. Sonucu ortada. Devlette dini referans almanın nasıl bir tahribata yol açtığının işaretlerini görüyorsunuz. Az zamanda kadın ve çocuk cehennemi oldu ülke. Arabistan çöllerindeki hukuk bile bu kadar tanımsız kuralsız değildi. Yobazın çölünde yolunu kaybetmiş zavallı kurbanlara döndük hepimiz.
                                                                  ***

Bir de şov tarafı var işin. Cübbesiz Adnan Hoca ve tarikatından söz ediyorum. TV’si bile var bu küçük, tuhaf tarikatın. Şeyhi çıkıp program yapıyor etrafında tornadan çıkmış gibi görünen kedicikleriyle. “Kedicik” dedikleri şişme bebek görünümlü abartılı kadınlar. Öteki tarikatlar kadınlara örtünmeyi tembihlerken bunlar “soyunun” diyor. Cemaatin bütün kadınları anadan üryan…

Geçenlerde Avusturya'da yaşayan bir baba, uzun süredir haber alamadığını belirttiği biri 17 yaşında olan 2 kızını Adnan Hocanın programında görmüş. Apar topar ülkeye dönerek kızlarının zorla tutulduğu iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş. Nasıl olduysa sonuç da almış. Kızların annesi ve Adnan Hoca hakkında 6 ay süreyle "uzaklaştırma" kararı çıkarıldı babanın başvurusu üzerine. Belli ki anne de kedigiller familyasından, tarikatın müridi. Çok tuhaf şeyler anlatılıyor cemaatin kadın hukuku hakkında. Normal düzlemde yaşayan herhangi bir insanın hayal edemeyeceği şeyler bunlar.

Hoca’nın kedicikler dışında en bilinen eylemi Evrim Teorisine karşıtlığı. “Yaradılış” yanlısı hoca inancı gereği. Tanrısının üç beş bin yıl önce evreni müminler için yarattığına inanıyor. Evrimi karalayan kitaplar basıp bedava dağıtıyor. Bir de imkân bulduğu her yerde evrimin yalan olduğunu gösteren fosil sergisi açıyor.

Neye yorabiliriz? Geçenlerde Donald Trump için “tersine evrimin ilk örneği” demişti bir yorumcu. Bunlar hep tersine evrimin örnekleri. Alametler çoğalıyor…

                                                                 ***
Maɾquis de Sade aristokrat bir Fransız yazarı. Kitapları kadar hayatı da sert rüzgârların ürünü. Ömrünün 29 yılı hapishanede, 13 yılı akıl hastanesinde geçen bir insandan söz ediyoruz. En önemli eseri sayılan “Sodom'un 120 Günü”nü hapishanede yazmış. Yazdıklarında ahlakı, yasaları, dini ezip geçen radikal bir yan var. Hatta arı bir ahlaksızlığı resmediyor kitaplarında. Böylelikle yeni yeşermekte olan burjuva ahlakını yerle bir ediyor. Ama öte yandan bu ahlaksızlığı doğal bir şeymiş gibi gösteriyor. O kadar ki Sadizm'in kökeni onun yazdıklarıdır.

Sade, acıdan, işkenceden, her türlü ahlaksız eylemden cinsel haz duyan tuhaf bir yaratığın doğuşunu müjdelemektedir okuyucusuna. Bir toplulukta insani yan bastırıldığında ortaya çıkacak vahşi ilkelin serüvenleri de diyebiliriz yazdıklarına. İçgüdülerinin peşinden giden Sadist bir yaratıktır bu; Cani, acımasız ve sapkındır. Haliyle irkilticidir. Göstermeyi vaat ettiği dünya mı, yoksa gösterdiği dünya mı daha tiksindirici karar verebilmiş değilim. Elime aldığım her kitabını yarıda bıraktım çünkü, tahammül edemedim sonunu getirmeye. Sade’da cinsellik bugün olduğu gibi hemen herkese yönelmiş bir şiddet eylemi olarak baş gösterir. Sert bir pornografidir sergilenen.

İyi kurgu gerçeğin önünde ve ötesindedir. Böylesine sert bir pornografi kurgulayabildiğine göre Sade’ı dinle tahkim edilmiş piyasa toplumunu öngörmüş sayabilir miyiz? Bizim Taylan Kara ve Sadık Albayrak bir gün yazar belki, öğreniriz.

Dönüp tekrar bakın şimdi olup bitene. Din ve ahlakın izinden gittiğini iddia eden bu sapkın tuhaf yaratıklar gerçekte Sadist kişilikler değil mi? 6 yaşındaki çocuklara göz koyanlar, regl olan her kız çocuğunu yatağa atmak isteyenler dindarlar mı yoksa Sadistler midir? Yurtlarına kapattıkları oğlan çocuklarını taciz edenler, üstelik bütün bunların dinlerinin emri olduğunu söyleyenler Sadist değilse nedir başka?
“Sadom’un 120 Günü”nde anlatılan “Dincinin 15 Yılı”dır. Ve görebildiğim kadarıyla dinci Sade’ı aşmıştır!
                                                                  ***
Alametler çoğalıyor, evet… Muğla’da bazı ilkokullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine okulda o branş öğretmeni olmasına rağmen "gönüllü öğreticiler" adı altında bazı cemaat ve tarikatlara üye olan kişilerin girdiği ortaya çıktı mesela. 
Sivas'ta imam hatip lisesi öğrencilerini “kar duası”na çıkardılar. Müdür duanın “İnşallah kabul olacağı” kanısında. Öğretmen Recep Doğan duada, “Allah’ım sen zenginsin, biz fakiriz. Bize bol rahmetini ihsan et. İndirdiğin kar ve yağmuru bize kuvvet ve güç eyle. Kar ve yağmuru muhtaç olduğumuz güne kadar indir yarabbi. Rahmetini üzerimize saç ve dağıt Allah’ım. Ölmüş topraklarımıza hayat ver. Allah’ım bize yardım eden, içimize sinen, bol ve faydalı, her tarafa akıp giden kar ve yağmur ihsan eyle” dedi. 
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başlattığı “Gençlerle Medeniyet Dünyamıza” projesi kapsamında Sinop Fen Lisesi’ni ziyaret eden Sinop İl Müftüsü Ali Hayri Çelik, öğrencileri sabah namazına davet etti. Fen Lisesi öğrencilerine konuşan Çelik şöyle dedi; “Fizik ve matematik bir yerde biter, iman ve ahlak bizi ebediyete taşır.”

Bunlar olurken Şehzade Bilal imam hatiplilere seslendi, "Sizler Erdoğan neslisiniz" dedi. Ne diyebiliriz ki başka? 
Doğrudur ne söylediyse!
Tarikattan gelen öğretmenler, öğrencilere karın duayla yağacağını öğretiyor. Fiziği, matematiği cami avlusuna bırakıp kaçtılar haliyle. Bakmayın din-ahlak lakırdılarına. Vahşi ilkelleri çoğaltmaya çabalıyorlar. İnsanlık ailesinin bildiği, biriktirdiği ne varsa silmeleri o yüzden. Bu sapkınlığın, insanlığa bu saldırının altyapısıdır hazırlanan.

                                                                   ***
Dinle tahkim edilmiş piyasa toplumunun yepyeni bir haline tanıklık ediyoruz hep birlikte. Sadist bir toplumdur bu, ne ahlaka, ne bilime, ne akla, ne de mantığa yer vardır. Bu toplumun insanı cinsel organı ile tanrısı arasında sıkışmış zavallı bir yaratıktır.
Öyleyse bilim, ahlak, akıl, mantık, insan olma, insan kalma sosyalist bir iştir artık.
Şimdilik söyleyebileceğimis şu: Çoluk çocuk yobazın tasallutu altında. 
Kıyamet alametidir.

Orhan Gökdemir / SOL

Yalnızlık bakanlığı - Nilgün Cerrahoğlu

Beatles’ın unutulmaz “Eleanor Rigby” şarkısını hatırladınız mı?
Ah şu yalnız insanlara bak!” diye başlar o benzersiz şarkı; “Bütün o yalnızlar nereden geliyorlar? Bütün o yalnız insanlar nereye aitler?

 Joan Baez’den, Ray Charles’a ve şahane yorumuyla Aretha Franklin’e dek tüm büyüklerin okuduğu; Londra Senfoni Orkestrası’na dek en büyük orkestraların seslendirdiği, pop-müzikte sıra dışı bir dönemeç olarak görülen muhteşem şarkı meğer İngiltere’nin en köklü paradigmalarından birine parmak basıyormuş: Yalnızlık!
 
“Ada ülkesi” olmasından mıdır… yalnızlık belli ki İngiltere’de alabildiğine yaygın bir sorun. 
Yaşamın uzamasını ve yaşlılık yıllarının katlanmasını, aile bağlarının çözülmesini, gevşemesini üstüne ekleyin… Yalnızlık kişisel bir mesele olmaktan çıkıp toplumsal mesele haline geliyor. 
İngiltere’de bugüne bugün nüfusun yüzde 14’üne karşılık gelen “9 milyonluk bir yalnızlar ordusu” var. 
Yalnız derken... Bunların bir kısmı, günlerce kimseyi görmeden yaşıyorlar.
Üstelik kafalara çelik tencere kapağı gibi geçen koyu gri ve yağmurlu bir gök altında yaşamlarını sürdürüyorlar. 
Bunlar sadece resmi rakamlar. 
Beatles’ın yarım asır önce, “Bütün o yalnız insanlar nereden geliyor?” diye sorguladığı yalnızların gerçek sayısı aslında bu rakamın da üstünde. 
Aile ya da toplum üzerinde “yük”e dönüşmekten çekinen çok sayıda yaşlı, yalnızlığını zira itiraf bile etmekten çekiniyor. İngiltere de yetişkinlerin yarısının, “yalnızlığı itiraf etmenin” başlı başına zor olduğunu söylediği belirtiliyor. 
Doktorlar sadece yalnız oldukları için kendilerine başvuran hastaların sayısının, göz ardı edilmeyecek kadar yüksek olduğunu açıklıyorlar.

Yardım isteyecek kimse yok 
İngiltere kadar yaygın olmasa bile yalnızlık çağın sorunu. 
AB Komisyonu örneğin AB ülkeleri genelinde nüfusun yüzde 6’sının, başları dara düştüğünde, yardım isteyecek kimseleri bulunmadığını ilan ediyor. 
Toplumsallaşan bu illet yalnız yaşlılara mahsus değil. 
“Twitter” ve “Facebook” gibi sosyal ağlardan başlarını kaldırmayan; “Mavi Balina” gibi acayip, uç bilgisayar oyunlarıyla yalnızlık tüneli içinde intihara kadar sürüklenen gençleri de kapsıyor. 
Boşanmaları ve “tek kişilik aileleri” üstüne ekleyin… Konu salt bir “yaşlılık” meselesi olmaktan çıkıyor. Bu nedenle artık örneğin “yalnızlarla konuşan robotlar” bile üretiyorlar. 
Böyle bir piyasa oluşuyor. 
Robot teknolojisindeki “son bahis” “insana en yakın robotu” inşa etmek ya… Bunlardan biri geçende BM’de bir konuşma yaptı. 
Suudi Arabistan da vatandaşlık verdi… 
Bu kıyasıya yarış açılmışken, yalnızlarla ve özellikle de “yaşlılarla konuşan” robotlar pazarlamaya başlamışlar... 
Bir tanesini bizzat televizyonda izledim. 
Robotla yaptığı sohbeti” değerlendirmesi istenen bir yaşlı; “İnsanla konuşmak gibi değil ama” diyordu: “Hiç ses duymamaktan iyidir!” 

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

CHP’nin kafası karışık - ALİ SİRMEN

CHP’nin 36. olağan kurultayı 3-4 Şubat’ta toplanacak. CHP’nin ana muhalefet konumu ve önümüzdeki seçimlerde potansiyel oy oranını da aşması olası etkisi dolayısıyla kurultaya kadar geçecek sürede dikkatler büyük ölçüde Cumhuriyetin kurucusu parti üzerinde yoğunlaşacak. Daha eski İstabul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın CHP Genel Başkanlığı’na adaylığını açıklamasından önce de Canan Kaftancıoğlu’nun İstanbul İl Başkanlığı’na seçilmesiyle, CHP tartışma gündeminin ön sıralarına oturmuştu. 

Ardından Kocasakal’ın adaylığını açıklaması, hemen sonrasında, artık gedikli genel başkanlık adayı haline gelmiş olan Muharrem İnce’nin yarışta var olduğunu pek yakında deklare edeceği söylentisi CHP’de “kim” tartışmasının yeniden alevlenmesine neden oldu. 

Zaten CHP’de, klasik “ne yapmalı” sorusu yerini, yıllar var ki, yanlış olan “kim yapar” sorusuna bırakmıştır. 

Oysa çağdaş partilerde, hele hele sosyal demokratlarda kurultaylar, “ne yapmalı” arayışına, iyi hazırlanmış, tabandan iyi örgütlenerek gelmiş yanıt arama, program forumlarına dönüşmüşlerdir. 

Demokratik yapının gereği de, kişi arayışından çok, çare arayışını önceleyen davranışı kaçınılmaz kılar.
***

İlk bakışta şaşırtıcıda görünse de, CHP’de liderlerin yerlerinin tartışmasız olduğu tek parti dönemlerindeki kurultaylar bu nitelikte, yeni arayış forumları idiler.
Öyle olması da doğaldır. Ne yapacağınıza karar vermeden, onu kiminle yapacağınızı araştırmak, arabayı atın önüne koymak olmuyor mu? 

Ne yapacağını bilmeyen bir kuruluş, bilmediğini kiminle yapacağına kitlenip kalırsa, nasıl sağlıklı bir gelişmenin hem ürünü hem de motoru olabilir ki?
 
Lafı fazla uzatmaya gerek yok. CHP’nin 36. kurultayının en önemli aşaması şimdilik, Kemal Kılıçdaroğlu’nun favori göründüğü genel başkanlık seçimi değildir. 
Çünkü bugün artık yüzde 25’i bile bulmayan bir bantta sıkışmış bulunan CHP’nin temel sorunu kimin genel başkan olacağı değildir? 

Zira parti, geniş kitleleri harekete geçirecek, sorunu kaynağında, tabandan tartışarak ortak akılla çözüm üretecek, demokratik tartışmayı kısır klik çekişmelerinin üstüne çıkaracak dayanışmacı, yeni yaratıcı, çözümleri yarışmacı yöntemle yaşama geçirecek, parti içinde etkinliğin liyakat esasına dayanmasını sağlayacak mekanizmaları geliştirecek bir yapıya ulaştıramaz ise, kim genel başkan olursa olsun sonuç değişmeyecektir. 

Nitekim öyle de olmuştur.
Öyle olması da, ikisi de, yürekli, nitelikli, donanımlı ve birikimli olan son iki Genel Başkan Deniz Bey ile Kemal Bey’in kişiliklerinden değil, partinin yapısal bozukluklarından kaynaklanmaktadır.

Önce neşteri buraya vurmak gerek. 

Şu anda, tarihin kendisine yüklemeye hazırlandığı misyonu sırtlanmaya hazırlanması gereken CHP fevkalade bir kafa karışıklığı içindedir. 

Benzeri bir durum, yalnızca liderinin aklıyla yetinen ve ortak akla gereksinim duymayan AKP için o kadar önemli olmayabilir. Ama demokratik ortak örgütsel akla ihtiyaç duyan CHP için öyle değil.
***

Mustafa Kemal’in Türkiye’deki bütün izlerinin kökünden silinmesi yolunda karşıtlarının büyük ilerlemeler elde etmelerini eli böğründe, umarsızca izlemek konumunda olanların başlattıkları, “Mustafa Kemal’in askerleri miyiz, yoksa yoldaşları mı” kısır tartışması bu kafa karışıklığının son zamanlardaki çarpıcı tezahürlerinin yalnızca biridir. 

Artık yalnızca bu kafa karışıklığını aşmak da yetmiyor, yeniden bir yapılamanın yaşama geçirilmesi de gerekiyor. 

CHP, ancak böyle bir yeniden yapılanmayı yaşama geçirebilirse, tarihin kendisine 21. yüzyılda yüklemeye hazırlandığı misyonu yerine getirebilir ve 36. kurultay ancak bu konuda “ne yapmalı” sorusuna yanıt verebilirse başarılı olur.

Ne var ki, bu kurultayın gündeminde böyle bir soru yok!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İşadamı insan oldu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Değerli dostum, meslektaşım Zafer Arapkirli’nin Sputnik Radyo’da sunduğu sabah programı Seyr-i Sabah’ın telefon konuğuydum dün. BBC deneyimli başarılı bir gazeteci olan Zafer, geniş bir dinleyiciye seslenen programında TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın “Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” sözleri üzerine ne düşündüğümü sordu.

On dakika boyunca bu konuda sohbet ettik. Hem orada söylediklerimi hem de sonradan aklıma gelenleri aktarayım istiyorum. Öncelikle Zafer’e şunu söylemeyi unuttum; iş adamlarının, büyük kapitalist kurumların yöneticilerinin genel olarak kapitalizmi, özel olarak da “liberal ekonomi”yi eleştirmeleri dünya ölçüsünde bir trende dönüştü neredeyse.

Vatikan gibi büyük bir (kara) para imparatorluğunun başında oturan Papa Francis bile uzun zamandır kapitalizmin ne kadar kötü olduğunu dile getirip duruyor. 2008 Mortgage Krizi baş gösterdiğinde liberal ekonominin büyük savunucusu dönemin ABD Başkanı George W. Bush, o kadar “özelleştirmeci” olduğu halde bazı banka/banker kurum ya da kuruluşlarını kurtarmak için “devletleştirme” yoluna gitmişti. Kapitalizmin büyük teorisyenleri, “sol” kabul edilen iktisatçı Keynes’in fikirlerinin doğru olabileceğini dile getirmişlerdi, bir yandan da kapitalizmi eleştirerek. “Marks geri dönüyor” diyenlere de rastlamıştık.

İş dünyası kim ne derse desin sevimli bir etki bırakmıyor geniş kitleler üzerinde. Bu nedenle sanki kendilerine yönelik eleştirileri daha fazla dile getirmek zorunda kalıyorlar. Büyük ABD’li tröst John D. Rockefeller  sevilmediğini iyi bilen bir para babasıydı. Bu algının düzeltilmesi için çok çaba harcadığından, bu amaçla ünlü Chicago Üniversitesi’ni kurduğundan söz ederler.

Dinamiti bulan Alfred Nobel’in de trafik kazasında yaşamını kaybeden kardeşi kendisi sanıldığı için “ölümünden” sonra gazetelerde kendisinden hiç de hoş olmayan ifadelerle söz edildiğini okuyunca Nobel Ödülleri’ni hayata geçirip adını aklamaya çalıştığı bilinir. Anlaşılır çabalar bunlar elbette.

Özilhan’ın görüşleri tüm TÜSİAD’ı ne kadar bağlar bilemem ama Özilhan bence trendi geriden takip ediyor belli ki. Onun, kendilerinin de uygulanmasından sorumlu olduğu mevcut sistemden yakınmış oluşu belki de “olumsuz algıyı” düzeltecek bir halkla ilişkiler çalışmasıdır, kim bilir?

Çünkü “nasıl bilirdiniz?” diye sorsalar iyi bilmezdik diyecek olanlardanım ben de. Bizde, burjuva sınıfı devlet eliyle oluşturulmaya çalışıldı, malum. Burjuva oldu mu bilinmez ama bir “yukarı sınıf” oluştu elbette. Bu “yukarı sınıf” güçlendiğinde (bizim memlekette) devletten bağımsız hareket edecek kadar güçlendi. TÜSİAD bu sürecin sonunda kurulmuş bir sermaye “örgütü”dür.

Ne kılıklarla çıktı karşımıza. “Sivil toplum” kuruluşu gibi davrandığı da oldu. Meşhur TÜSİAD raporları bu iddiasının ürünleridir. “Demokrasi” güzellemeleri yapılan raporlardır bunların çoğu. Birinin adını hiç unutmam; “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri”Ecevit hükümetini devirme amaçlı gazete ilanları verdiği dönemlerde de herhalde herkesten çok “demokrasi” yanlısıydı TÜSİAD. 
Ne güzel.
Temiz toplum düşkünü olduğu için TÜSİAD, İtalya’da liberal ekonominin kirlettiği toplumun suç makineleriyle mücadele eden, mücadelesine de “temiz eller operasyonu” adını veren İtalyan Savcı Di Pietro’yu ülkemize de davet etmişti.

TÜSİAD, emek karşısında, üzerinde etkili olduğu hükümetlerin yardımıyla “zafer” kazanmış sermaye kesiminin örgütüdür. Kazanmakla kalmamış, emeğin elde ettiği tüm kazanımları birer birer elinden almıştır. Yani şimdi Özilhan’ın iyice palazlanmalarına, kar üstüne kar yapmalarına yol açan “liberal ekonomi” politikasını eleştirmesi pek ilginç gerçekten. Bence bu başarılı bir halkla ilişkiler çalışması. 
Bakalım tutar mı? 
Gerçi sosyal medyada “aferin TÜSİAD’a” diyen “solcular” da çıkmadı değil, tutar mı tutar bakarsınız.


Zafer’e söylediklerim, söylemeyi unuttuklarım özetle bunlar. Ama TÜSİAD çok çok önemli bir iş yaptı tabii. Açılımı Türk Sanayici ve İşadamları Derneği olan adını Türk Sanayici ve iş İnsanları Derneği olarak değiştirdi.
“İşadamı insan oldu, ne mutlu” diyecektim.
Unuttum bak Zafer’e söylemeyi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

OHAL derken… Sıkıyönetim şaşırtıcı olmaz - ERK ACARER

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kaybedebileceğini ilk kez 2013’ün Mayıs sonunda anladı. Kuzey Afrika ‘ziyaretinden’ dönüp, gece yarısı 01:40 sıralarında İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi. Gezi Direnişi zirve noktasındaydı, Türkiye’de milyonlar sokaktaydı. AKP teşkilatı SMS ile ‘toplanma’ çağrısı yaptı. Erdoğan; 00:03’te düzenlenen mitingde sözlerine; “İstanbul’un kardeşi Saraybosna, Bakü, Bağdat, Şam, Gazze, Mekke ve Medine’yi selamlıyorum” diye başladı. Ülke nüfusu arasında ilk kez bir ayrım koydu. ‘Millet’ ve ‘halk’ tanımı ortaya çıktı. Altı çizilen bu cümleler gibi ‘ümmetçilik’ vurgusu da kitlenin attığı “Yol ver geçelim, Taksim’i ezelim” sloganı da tesadüf değildi. Sık sık seçim sandığı ifadelerini kullanıyordu. Fakat tam tersi olarak artık kafasında başka yöntemlerin de olduğu anlaşılıyordu.


                •••

17-25 Aralık operasyonu başka bir perdeyi açmıştı. Erdoğan’ın kaybetme korkusu, ‘kaybedersem ne olur’ sorusunun yarattığı endişe ile birleşti. Bu, kimya bozan birleşim ülkeyi de tahribat alanına dönüştürdü. Tahribatın izleri, Erdoğan’ın 2. defa kaybettiği anda derinleşti. 7 Haziran - 1 Kasım arası, "Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu" kanlı bir Makyavelizm aşamasıydı. 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı yaşandı. 2 gün sonra Urfa Ceylanpınar’da, 2 polisin evinde öldürülmesiyle barış görüşmeleri bitirildi. IŞİD katliamı, 24 Temmuz’da Kandil’in bombalanmasına, Alevi mahallelerinde polis baskınlarına, Kürt bölgelerinde yıkıma evildi. ‘IŞİD’den bu noktaya nasıl varıldığı’ konusundaki soru işaretleri, şok dalgalarına takıldı. Ne sorular, ne cevapları toplumun geneline ulaşabildi. Şok halkası 10 Ekim 2015’te tamamlandı.103 kişinin katledildiği korkunç sahne bir anda kesilerek Erdoğan’ın balkon konuşmasına açıldı. Gerçekte ortada ne adil bir seçim ne de sık sık vurgusu yapılan sandık vardı.
                                                                  •••

Şüphesiz 15 Temmuz 2016, Türkiye için yeni bir kırılma noktasıydı. ‘Allah’ın lütfu darbe’ toplumsal korkuyu yeniden zirveye çıkarırken, AKP ve Erdoğan’a da ortaya çıkan dinamikten bir kez daha yararlanma şansı verdi. Darbeden 5 gün sonra ilan edilen Olağanüstü Hal’in (OHAL) üzerinden 18 ay geçti. 6. kez uzatılan OHAL’de, 1194 maddelik, 30 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı. KHK’ler, yasama organını devre dışı bırakarak, Erdoğan ve ona bağlı hükümetin ülkeyi keyfi olarak yönetmesine imkan verdi. Meclis feshedildi. OHAL, ulusal güvenlik gerekçesi ile uzatılıyor. Oysa KHK’lerin pek çoğu OHAL’in ilan edilme amaçlarıyla ilgili değil. Türkiye’nin imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 15. Maddesi’nde “Tahmin ve varsayıma göre OHAL uygulanmaz, uygulanması için tehlikenin mevcut ya da çok yakında gerçekleşmiş olması gerekir” tanımlaması var. Oysa OHAL ilan edilmeden bile tehlike bertaraf edilmişti.
                                                                    •••

Darbeyle sınırlı kalmayan KHK’ler çok geniş bir alana ulaştı. Temel hak ve özgürlükler ihlal edildi. İşkence geri döndü. Vekiller, gazeteciler, avukatlar, tutuklandı, belediyelere kayyum atandı, medya organları kapatıldı. Özel şirket ve kapısına kilit vurulan derneklerin mallarına el konuldu. Yine OHAL’de kadınlara yönelik şiddet artarken, KHK’ler bölgede, sürgün, mülksüzleştirme ve yıkıma yol açtı. Kamu çalışanları, üniversite hocaları bir gecede işlerinden atılıp, aileleri ile açlığa mahkum edildi. KHK’ler kapsamında darbe ile tamamen alakasız uygulamalar da ortaya çıktı. Sözgelimi usulsüz çevre düzenlemeleri ile kamu varlıkları ranta açıldı. “Bunların güvenlikle ilgisi ne?” sorusunu tekrar etmek ve halka ulaştırmak önemlidir.

Mutfakta ısıtılan savaş ya da çatışmayı Türkiye tezgâhında OHAL’le süsleyen iktidar, bu tuhaf mönüyü dayatmakta sonuna kadar ısrarcı olacak. Masadaki ahengin bozulmaması için, düşmana, savaşa ve sürdürülebilir hukuksuz bir düzene ihtiyaç var. Siyaset bilimci Carl Schmitt’in ‘Siyasal İlahiyat’ kitabının ilk satırları;
“Egemen olağanüstü hale karar verendir’ sözleriyle başlayıp, “Kanun aslında egemenin ağzından çıkan sözlerdir” ifadeleri ile sürer.
                                                                       •••

Afrin, somutu anlatabilen bir turnusol olabilir. ÖSO çeteleri ile yığınak yapılıyor. Kendisi açısından artık bir seçim kaybetme şansı olmayan Erdoğan, sınırı aşan bir savaşı, soluklanma fırsatı olarak değerlendiriyor. Milliyetçi-İslamcı seçmeni konsolide etmek, kutuplaşma üzerinden bir kez daha yol açmak ve ‘güvenlik’ vurgusuyla mevcut koşulları daha ileri bir boyuta taşıyarak sürdürebilmek istiyor. Ancak bu, ülkenin nefes borusunu tamamen kesecek bir soluklanma! Haritaya bakmak bile riskleri anlamak açısından yeterli. Kürt bölgesi Afrin, yanıbaşında Nusra militanlarının olduğu İdlib. Her iki bölge de yarısı Alevi olan Hatay’la komşu. Suriye’deki cihatçların ve ailelerinin nüfusunun yüzde doksanını oluşturduğu adeta bir Sünni kemeri oluşturulan Reyhanlı ise tam çizgide.

                                                                         •••

OHAL’in işlevini, bir sıkıyönetimle tamamlamasının bile mümkün olduğu bir aşamadayız. Durum, ‘yenilen pehlivan savaşa da OHAL’e de doymaz’ sınırının çok ötesinde. Daha sıkıntılısı Türkiye’nin göz göre göre büyük bir beka sorununa doğru savrulmakta olduğu. Az ötedeki kıvılcımların, bir ülkeyi nasıl yangın yerine çevirebileceği gerçeğini ‘Kobani düştü düşüyor’ sözlerinin ardından gördük.
                                                                         •••

Darbenin ardından generallerin serbestçe dolaşırken, emir-komuta zincirindeki askeri öğrencilerin ağırlaştırılmış müebbetle yargılandıklarını da duymamışlardır. Ya da ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sözleriyle; savaşların kanla gözyaşından başka bir şeye hizmet etmediğini anlayamamışlardır.

Erk Acarer / BİRGÜN

Sembolik köpekler ısırırsa... - UĞUR KUTAY

Herkes Buddy adlı şirin köpeğin peşinden koşuyor: Sahibi Steve (Bruce Willis) için, her sabah kız kardeşi Kate ve yeğeni Taylor’a bıraktığı Buddy ‘aile’ demek. Köpek Kate ve kızı Taylor için de önemli, çünkü dağılmış bir ailenin kusursuz tamamlayıcısı gibi görünüyor. Bu durumda Buddy’nin Latin kökenli bir çete tarafından çalınması aileye yönelik en büyük tehdit olacaktır tabii…

Ana karakter Steve’in hem Buddy’yi hem de zamanında satmak zorunda kaldıkları aile evini geri almak için uğraştığı Once Upon a Time in Venice (2017) adlı bu matrak dedektif hikayesinde bir tek doğru düzgün aile yok; aile yanılsaması yaratmak için hep birlikte aynı evde yaşayan Latin çete üyeleri, seks bağımlısı kız kardeşlerini eve geri götürmek için uğraşan Hawaili abiler, karısı tarafından terk edilince depresyona giren sörfçü Dave gibi bir ailesizler topluluğunun ortasında Buddy, ailenin ve daha derinde ‘beyaz Amerika’nın simgesi olarak hikayenin merkezine oturuyor -filmdeki suçlu karakterlerin tamamını Latinler, siyahlar, Ruslar vd. oluşturuyor. Benzer bir durum John Wick (2014) isimli abartılı derecede saçma aksiyon filminde de vardı: İşten elini eteğini çekmiş eski katil John Wick, Rus mafyası karısından kalan tek yadigar olan yavru köpeği öldürünce yeminini bozup ortalığı kan gölüne çeviriyordu -Amerika’yı Ruslardan temizliyordu.

Tarih boyunca sadakat ve yuva bekçiliğinin sembolü olan köpek, ‘Amerikan rüyası’yla biçimlenmiş ve o rüyayı yeniden biçimlendiren Hollywood sayesinde artık ideolojik bir formül bileşenine indirgenmiş durumda: Banliyöde bahçeli ve garajlı bir ev, en az iki araba, en az bir köpek… TV köpeği Lassie’den koca Saint Bernard Beethoven’a, Polis köpeği K-911’den Garfield gibi bir köpek düşmanı bir tembeli bile harekete geçiren Odie’ye kadar irili ufaklı yüzlerce örnekte diğer evcil hayvanların asla sahip olamayacağı bir sembol gücüne tanıklık ederiz; köpek aileyi oluşturur, biçimlendirir, bir arada tutar.
Bu durum Hollywood’la sınırlı değil tabii; mesela ‘köpek’ denince akla ilk gelen filmlerden Amores Perros’taki işlevsiz aile hikayesi Cofi adlı köpeğin etrafında örülmüştür. Son iki filmini sürgünde çeken Tarkovsky’nin Stalker (1979), Nostalgia(1983) ve Kurban’ında (1986) melankolik karakterlerin aile ve yurt özleminin en önemli sembolik göstereni rüyalarla gerçek dünya arasında gidip gelen köpeklerdir.  

Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ünde (1998) kanserden ölmek üzere olan Alexander’ın köpeği aynı zamanda ailesidir. Az ömrü kaldığını bilen Alexander köpeği emanet bırakacak bir yer bulamaz bir türlü, kızı bile kabul etmez Alexander’ın anılarında sürekli ziyaret ettiği deniz kıyısındaki evi müteahhite satan damat Nikos filmde köpek sevmeyen tek kişidir zaten. Bir yandan da Selanik sokaklarına düşmüş küçük bir Arnavut çocuğu kurtarmak için uğraşan Alexander sonunda köpeği hizmetçisi Ourania’ya, tam da kadın oğlunu evlendirirken emanet eder. Böylece köpek yeni bir ailenin kuruluşunun mührü olur.

Köpekler iyidir, sokak ya da ev köpeği olmaları önemli değil, sembolik köpekler bile iyi olabilir. Ama gördüğünüz gibi bu köpek öyküleri arasında dehşetli bir fark var: Avrupa hikayelerinde köpek savaşlarla çalkalanan Avrupa tarihinin, dağılan yuvaların nostaljisini taşıyan hüzünlü bir yoldaş iken son yılların Hollywood örneklerinde, Reagan-Bush-Clinton-Bush-Obama-Trump çizgisine epey uygun biçimde, gerekirse kurşunlar ve bombalarla ulaşılması gereken Amerikan değerlerine denk düşüyor.

Once Upon a Time in Venice Türkiye’de gösterime girmeyecek sanırım, ama biz zaten 70 yıldır bu köpek hikayelerinin içindeyiz. 2. Savaş’tan beri ABD dünyanın bir kısmını arka bahçesi, geri kalanını da o bahçedeki köpek kulübesi gibi görüyor, malum. Bizimki gibi en makbul hayvanın ‘koyun’ olduğu ülkelerle ilişkisi ise ‘güdülecek sürü’nün ötesine geçmiyor. Böylece, ve son günlerde yaşanan gelişmelerin de ışığında, deli çobanlarla en az onlar kadar deli köpeklerinin sürüleri doğruca mezbahaya götürdüğü bir başka anlam düzeyiyle karşılaşıyoruz.

Sonuç olarak, Amerika’nın peşinden koştuğu köpek şirin Buddy değil. Köpek var, köpek var; cehennem bekçisi Kerberos da bir köpek sonuçta…

Uğur Kutay / BİRGÜN