27 Şubat 2018 Salı

Veli-der ve kamucu laik eğitim - TURAN ESER

Bu hafta sonu Öğrenci Veli Derneği (Veli-der) tarafından düzenlenen  “Uluslararası Laik ve Kamusal Eğitim Sempozyumu” vardı. Çok yönlü kuşatma ile tahrip edilmiş eğitim sistemi ve politikaları tartışıldı. Kamucu ve laik eğitim hakkının özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması, dinselleştirilmesi, eğitimde rekabet ve adaletsiz sınavlar karşısında, velilerin, akademisyenlerin, siyasilerin, öğretmenlerin düşünsel tutumları, politik önermeleri ve mücadeleye dair perspektifleri ortak aklın arayışına ve buluşmasına zemin sundu.


Bir daha anladık ki, AKP iktidarı döneminde eğitimde yaşanan tahribat çok boyutlu, çok aktörlü. Dincilik, siyaset ve sermayenin işbirliğine dayalı ilişkiler, bu dönem belirleyici role sahipler. Tabii ki etkileri de çok boyutlu oluyor. Kamusal eğitimin çöküşü ve eğitimin dinselleştirilmesi, öğrenciler, eğitim ve bilim emekçileri, veliler ve toplumsal yaşam üzerinde, psikolojik, sosyolojik, hukuksal, sosyal, felsefi ve haklar rejimi açısından derin etkiler yaratıyor.
Dolayısıyla, kamucu ve laik eğitim hakkına yönelik, bu çok boyutlu, çok aktörlü kuşatma karşısında, Veli-der de meseleyi tüm boyutlarıyla ele alarak doğru iş yapmış.

Veli-der, bir şeyi daha ihmal etmemiş; Türkiye’de eğitim sisteminde yaşananların, salt bize ait değil, eğitimin küresel ölçekte ticarileştirilmesi ve dinselleştirilmesi sorununu sempozyuma taşımış. Bize benzer gelişmelerin yaşandığı Polonya örneğinde, Türkiye ile benzerlikleri gördük. İtalya, Brezilya, Finlandiya ve Küba gibi farklı eğitim modellerinin de tartışılması, uluslararası tecrübeleri, mücadele deneyimlerini ve gelişmeleri anlamak açısından önemliydi.

Polonya ve Türkiye’de eğitimin dinselleştirilmesi
Bize benzer örnek olan Polonya’da eğitimin dinselleştirilmesi süreçlerine bakmak istiyorum. Polonya’da eğitimin dinselleştirilmesini anlatan  Akademisyen Agnieszka Dziemlanowicz’i dinledikten sonra, biraz ayrıntılı bilgiye ulaşmak için, Polonya’da neler olmuş diye araştırdım.
Polonya’da sağ bir parti olan Hukuk ve Adalet Partisi iktidarda. Onun da “Adalet”i var. Ama adaleti sadece gericiliğe…Bizde de AKP’nin “Adalet”i var. Ama onun da “Adalet”i sadece kendi iktidarını korumaya yarıyor.
Polonya’da hükümet, Katolik Kilisesi’ne sayısız imtiyaz ve ayrıcalıklar tanıyor. Din, devasa bütçeye sahip. Türkiye’de hükümet Sünniliğe sayısız imtiyaz ve ayrıcalık tanıyor. Din ve Diyanet kurumu devasa bütçeye sahip.
Polonya’da eğitimin ve kamusal alanın gericileştirilmesi sürecinin en çok kazananı ve faydalanan kurumu, Katolik Kilisesi olmuş. Türkiye’de ise en çok Diyanet İşleri Başkanlı Kurumu ve İslamcı cemaatler kazanan ve faydalanan olmuş.

Polonya’da Katolik Kilisesi çok sayıda vergi muafiyetine sahip. Türkiye’de de camiler ve cemaat vakıfları her şeyden muaf!
Polonya’da din eğitimi tüm okullarda kalıcı hale ulaştı. Türkiye’de de din eğitimi sadece okullarda değil, her alanda kalıcı hale getirildi.
Polonya’da Katolik Kilisesi, milli eğitim müfredatlarına müdahil oluyor ve etkiliyor. Türkiye’de milli eğitim müfredatlarının içeriğini Diyanet ve İslamcı cemaatler/vakıflar belirliyor. Bu işbirliği “protokoller” ile düzenleniyor.
Polonya’da iktidar, ruhban sınıfının suçlarına ve taciz vakalarına göz yumuyor; kadın ev çocuk haklarını kısıtlayan yasalara sığınıyorlar. Türkiye’de İslamcı yapılarda ortaya çıkan cinsel şiddet ve taciz vakalarının ya üstü örtülüyor, ya yayın yasağı getiriliyor ya da “tahrik ve iyi hal indirimi” ile meşrulaştırılıyor. Kadın ve çocuk haklarını çiğneyen fetvalara sığınılıyor.
Ülkeler farklı olabilir ama sorunlar ortak olunca, Polonya ve Türkiye’deki kamucu ve laik eğitim için mücadele edenlerin talepleri de ortak oluyor.
Polonya ve Türkiye’deki ortak taleplere bakalım:

»Doğuştan kazanılmış eğitim, temel bir insan hakkıdır; devredilemez, satılamaz, tektipleştirilemez ve dinselleştirilmez.
»Anayasa; laik, bilimsel, kamucu ve parasız eğitim hakkına uygun düzenlenmelidir.
»Kamu okullarda dinselleştirmeye hayır. Zorunlu/seçmeli din dersleri kamu okullarında yer alamaz ve devlet dini finanse edemez.
»Dini kurumlara yönelik ayrıcalıklar ve kollamalar ortadan kaldırılmalı.
»Dini yapılar, kamu eğitim kurumlarından ve müfredatlardan elini çekmelidir.
»Din, vicdan ve inanç özgürlüğü, inanan ve inanmayan herkese eşit şekilde sağlanmalıdır. Kamu kurumları dinler ve inançlar karşısında tarafsızlığını korumalıdır.
»Laik devlet, insan ve çocuk hakları temelinde, bilimsel, laik, çoğulcu, kamucu ve parasız eğitim hakkını herkese eşit sunmalıdır.
»Devletin kamu hizmetlerinde din değil, evrensel hukuk referans alınmalıdır.
»Devlet, kamu adına din ve dindarlık üretemez. Bu, özel alana ait bir haktır.
»Devlet çocukların özgür, özerk, eleştirel, yaratıcı düşünme hakkına saygı duymalıdır.

Polonya’da ve Türkiye’de veliler herkese sesleniyor ve mücadeleye davet ediyorlar; Haydi Veli-der’e katılın, laik, bilimsel, kamucu, parasız ve eşitlikçi eğitimi birlikte inşa edelim!

Turan Eser / BİRGÜN

26 Şubat 2018 Pazartesi

Soyağacının düşündürdükleri - Ayşe Emel Mesci

Savaşın, kanın, ölümlerin, hiç bitmeyen çatışmacı söylemlerin ortasında, herkesin soyağacına e-devlet sitesinden ulaşabileceği haberi, kısacık bir an için bile olsa farklı ve son derece insani bir alan açtı. Bir anda telefonlar çalışmaya başladı, bilinenler doğrulandı, yeni bilgiler alındı, bu arada muhtemelen bazı şaşkınlıklar da yaşandı. 
Bu göreli ama yine de yaygın “heyecan” ortamında, kendi kendime sordum: İnsanda soybilgisine duyulan bu merakın ve soyağacı sözcüğünün uyandırdığı ortak ilginin kökeni ne olabilir? Çünkü sonuçta e-devlet sitesine yeni keşfedilmiş bilgiler aktarılmadı; arşivlerde bugüne kadar gizli tutulan birtakım eski defterlerin ortaya çıkmasıyla soy bilgilerinin aniden bir veya iki yüzyıl daha eskiye uzanması gibi bir durum da söz konusu değil.

Bizde ve Batı’da şecere 
Zaten bizde soy sop bilgilerine erişimin, Katolik Batı’da olduğu gibi asırlarca geriye uzanması çok zor. Değerli tarihçi İlber Ortaylı son çıkan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” kitabında, Atatürk’ün şeceresini tartışırken, “Bizde kayıt yoktur. Türkiye’de kimse şeceresini sağlam bir şekilde çıkaramaz. Bu pek mümkün değildir” diyor ve Batı’nın farkını, kiliseyle izah ediyor: “Nitekim bizde kilise gibi bir kurum yoktur. Yani vaftiz edilen yok ki kayıt olsun! Evlilik kaydedilmez, ölüm kaydedilmez. Ölüm çok yakın zamanlara kadar bizde deklare edilmezdi.” 

Gerçekten de e-devlet sitesindeki soyağacı uygulamasına girenler fark etmişlerdir; en fazla iki yüz yıllık bir dönemi kapsayan kayıtlarda en sık rastlanan hata sanırım ölüm tarihlerinde yaşanıyor, birçok kişi halen sağ görünüyor. 

Ortaylı, kendi kişisel tarihi üzerinden de ilginç bir değerlendirme yapıyor: “Osmanlı cemiyeti kadar soyuna sopuna önem veren bir cemiyet az bulunur. Fakat maalesef bunun kayıt altına alınması söz konusu değil. (...) Bugün herhangi bir Avusturya, Alman, Fransız köyünde, bir köylünün soyunu tespit edememek âdeta mümkün değildir. (...) Bebekliğimin geçtiği Alberschwende Kilisesi’nde araştırma yaptığımda (...) o dağ eteğindeki köyde herhangi bir köylünün, beş asır boyunca mükemmel bir şecere çıkaramamasının mümkün olmayacağını gördüm. (...) Doğu dünyasında böyle şeyler yok, böyle müesseseler yok.”

Gılgamış’tan bu yana... 
Soya sopa duyulan ilginin, insanın en temel varoluşsal sorunlarından biriyle de bağlantılı olduğunu unutmamak gerekiyor. 

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli farklardan biri, ömrünün sınırlı olduğunu bilmesidir. Bu bilgi, Gılgamış Destanı’ndan bu yana, en azından efsanelere, mitolojiye, giderek sanata, edebiyata çeşitli biçimlerde yansıyan ölümsüzlük arayışının temel dürtüsünü oluşturur. Bu arayışın izdüşümlerini, Eski Mısır’ın “Ölüler Kitabı”ndan çeşitli dinlerin “sondan sonrası”na ilişkin yorumlarına kadar geniş bir eskatolojik yelpazede bulmak mümkündür. İnsanoğlunun, ömrün sonluluğuna, zamanın bağımsız akışı içinde kişisel tarihlerin kısalığına bulabildiği cevaplardan biri, kendisini bir soy sürekliliği içinde, hiç değilse birkaç asır boyunca tanımlayabilme duygusu olmuştur. “Soyağacı”nın diğer tüm dini, hukuki, vb. kayıt kaygısı dışında, “evren karşısındaki insan”ı yansıtan böyle bir yanı da var ve sanırım hepimizin derinlerinde bu nedenle ortak bir heyecan uyandırabiliyor. 

Peki, soy bilgisinin simgesi niye başka bir şey değil de “ağaç”? 
Herhalde bunun için de tektanrılı dinlerden çok daha gerilere, insanın da doğanın bir parçası olduğu devirlerin “Hayat Ağacı” figürüne kadar uzanmak gerekiyor.

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Tabutun kapağındaki son çivi - ERGİN YILDIZOĞLU

Yeni seçim yasası tabutun kapağındaki son çividir. Tabutun içinde, doğum yaptığından bu yana haklar ve özgürlükler alanında, askeri diktatörlüklerin darbeleriyle düşe kalka yoluna devam ederken, AKP döneminde birbiri ardına aldığı ölümcül yaralardan son nefesini vermekte olan “demokrasi” var. Yanında da, kamuyu yönetecek olanları “halk (laicus) seçer” varsayımına dayanan laik Cumhuriyet (res publica)... Bu son çivi de çakıldıktan sonra, seçim sistemi, haklar- özgürlükler alanı olarak demokrasi ve bir devlet biçimi olarak cumhuriyet ölecektir. 

Demokratik rejimin AKP döneminde aldığı yaraları, Emre Kongar Hocamız açık bir biçimde özetlemişti. Demokrasiyi korumaktan, bu yaraları sarmaktan sorumlu muhalefet cephesi üzerinde düşünmek de yararlı olabilir. 

Bu cephede, CHP, HDP ve sosyalistler var. Tabutun son çivisine kadar gelen sürece, bu üç kesimin her biri, kendi bağlamları içinde katkıda bulundular. Şimdi, geçmişi hızla değerlendirerek ders çıkarmaları, tabutun içinden çıkmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor. Bulamazlarsa, seçimler gelip geçtikten sonra zombileşmekten  kurtulamayacaklar. Tabuttan çıkışın bir yolu, AKP MHP ittifakının kurduğu oyuna (OHAL, YSK, yeni yasalar) katılmayı aktif biçimde reddetmekten geçiyor olabilir!

Büyük potansiyel 
CHP’nin, daha önce de tartıştığımız durumunu şöyle özetleyebiliriz: AKP iktidarda kalmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. CHP ise muhalefette kalmak için... AKP, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” kadim ilkesine göre oynuyor. CHP, sonuç vermeyen politikaları biteviye tekrarlıyor, risk almaktan, Kürt siyasi hareketiyle laik demokratik (haklar ve özgürlükler) zemininde bir iletişim kurmaktan köşe bucak kaçıyor. 

CHP adeta kendisine odaklandığına inandığı bir büyük gözün (“YeterinceMüslüman mı”, “Yeterince milliyetçi mi” sorularıyla yargılayan, ama asla “Yeterince demokrat mı”, Yeterince özgürlükçü ” diye sormayan) bakışından korkuyor! Böyle bir büyük gözün olmadığınalaik cumhuriyetin çoktan tükendiğine, bir türlü inanamıyor. 
Genel olarak Kürt siyasi hareketi, özel olarak HDP için fazla bir şey söylemeyeceğim. Onlar, 7 Haziran seçimlerine gelene kadar, AKP ile muhalefet (laik Cumhuriyetçiler ve sosyalistler) arasında kararsız kalmış olmanın trajedisini yaşıyorlar. Demirtaş’ın savunmasının ışık tuttuğu konular da, AKP’nin projesinin kuyruğuna takılmış olmanın vahim sonuçlarını sergiliyor. 

Sosyalistler, tüm parçalanmışlıklarına karşın hâlâ önemli bir dinamizme,  kitlesel varlığa“fark yaratma” potansiyeline sahiptir. ÖDP’nin doğuşundaki heves; yasaklanana kadar yaşanan muhteşem 1 Mayıs kutlamaları;  TKP’nin bölünmeden önceki 1 Mayıs kutlamalarında sergilediği kitlesellik; “Gezi Olayı”nda 11 milyona ulaşan hareketlilik, Halkevleri’nin, 1 Mayıs kutlamalarındaki,  Gezi’deki varlığı; üniversitelerden sokaklara, türlü haklar ve özgürlükler mücadelelerine, canlı mücadele pratikleri; Haziran Hareketi’nin kurulurken getirdiği canlılık; Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişlerinin toplumda yarattığı sempati, aldığı destek; Cumhuriyet yazarları ve yöneticilerinin uğradıkları adaletsizlik, bitmeyen tutukluluk durumunun ülkede, tüm dünyada uyandırdığı infial; canlı bir kadın hareketi ve LGBTİ hareketi’nin varlığı, hep bu potansiyeli  sergiliyor. BirGün, Evrensel, Sol. org, İlerihaber.org, Sendika.org ve diğer sol yayınlar, Web sayfaları gibi muhalefet platformlarının önemleri de yadsınamaz. 

Yukarda andığım sosyalist grupların, platformların, “tabutun kapağındaki son çivi” durumunu çok iyi kavradıkları da, aralarındaki kimi farklara karşın benzer siyasi kavramlarla ve benzer, hatta örtüşen çalışma tarzları içinde hareket ettikleri de kolaylıkla söylenebilir. Ancak kendi gruplarının kaderi, diğer gruplarla olan farkları üzerinde odaklanmakta ısrar etmeleri, birlikte davranmalarını, bir araya gelerek niteliksel bir fark yaratmalarını engelliyor. Tarih, bu zaaflarını aşamayan sosyalist hareketin, faşizmin iktidara gelmesini kolaylaştırdığını, sonra da yok edildiğini gösteriyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yoksulluk takdir-i ilahi midir? (I-II) - KAMURAN KIZLAK

Aklı dini eğitimle hadım edilmiş ve bu yüzden düşünme-akıl yürütme yetisi dumura uğramış ilkel (Siyasal) İslamcılara göre öyledir. Yani yoksulluk kaderdir ve “Allah bazısını beter bir yoksullukla, bazısını ise yoksulun sofrasındaki bir lokma ekmeği ve bebesinin içeceği sütü çalarak saltanat ve sefa sürmekle sınar.” 

Nedendir bilmem, sadece İslam âlemi böyle sınanıyor. Neyse, mevzu Çin ve bunların tanrıları da bir tuhaf. Çinlilerin tanrıları İslamcıların kendi ilkellik, insani-ahlaki düşkünlük ve kötülüklerinin birebir yansıması olan o “dünyevi iktidar aracı” Allah’a (bu samimi Müslümanın iman ettiği Allah değil) hiç benzemiyor. Konuya dinden girdiğim için umarım kimsenin aklından Çinli yöneticilerin dindar olduğuna dair bir düşünce geçmemiştir. Çin resmi olarak ateist bir devlet ve insanları yoksulluktan kurtarmak için çırpınan yöneticiler arasında dindarlar olduğunu hiç sanmıyorum. Fakat hırsız yöneticiler arasında olabilir.

ÇKP, bir yıl kadar önce “Çin’in yoksul bölgelerindeki üst düzey yöneticiler bölgelerindeki yoksulluğu ortadan kaldırmadıkları sürece terfi edemeyecek veya diğer görevlere atanamayacaklar” diye bir karar aldı. 19. ÇKP Kongresi’nde (Kasım 2017) de bu karar içeriği genişletilerek “2021 yılına kadar ulaşılacak bir ulusal hedef” olarak benimsendi. 2021’e kadar her yıl on milyon insanı (toplam 40 milyon) yoksulluk sınırı üstünde bir gelir düzeyine kavuşturmayı ve böylece yoksulluğu ülkeden silmeyi hedefliyorlar.

Çin, geçen otuz yılda 700 milyon insanı yoksulluk sınırının üstünde bir gelire kavuşturmuş. Başka bir ifadeyle, yoksulluk oranı yüzde yetmişten fazla azalmış. Bu başarıda, sanayi ve kentleşmenin iş yaratmasına ek olarak, uygulanan “Yoksullukla mücadele programı”nın da payı büyük. Özellikle son beş yılda hızlı ilerleyen programın son zamanlarda biraz yavaşlamasını sıranın yoksulluktan kurtarmanın en zor olduğu bölgelere ve nüfus dilimine (son safhaya) gelmiş olmasına bağlıyorlar.

Gerideki 40 milyonluk yoksul nüfus içinde fiziksel veya zihinsel rahatsızlık nedeniyle bir işte düzenli çalışamayacak durumda olanların oranı küçük sayılmaz. Resmi verilere göre, yoksulların yüzde 46’sı sağlık (ve yaşlılık) nedeniyle yoksullar. Buna ek olarak, bir de devletten dibao (yoksullara ödenen “asgari geçim yardımı” denebilir) almak dışında bir şeyle ilgilenmeyenler var. Bu kategoride yer alanları (tembeller) devlet de pek dert ediyormuş gibi görünmüyor. Bir yetkili “Eğitimli insanlar olmaları ve ebeveynlerinden farklı bir yaşama sahip olmaları için onların çocuklarına umut aşılamalı ve fırsatlar sunmalıyız. Yapabileceğimiz bu olabilir” diyor.

“Yoksullukla mücadele programı”nı ve yapılan bazı çalışmaları neredeyse on yıldır duyardım. Fakat Xi Jinping’in Devlet Başkanı olmasının ardından bu program öyle ciddiyetle uygulandı ve o kadar yol alındı ki, şaşırmamak elde değil. Çaresiz durumdaki kırsal bölgelerin yoksulluktan kurtarılma öyküleri alınacak dersle dolu. Ağır yoksullukla baş edebilmek için kentlere çalışmaya gidenler köylerindeki kalkınmayla birlikte geri dönmeye başlamışlar. Trende yanıma oturan Hu da bu köylülerden biri.


ÇKP’nin yukarıda bahsettiğim yöneticilerin tayin ve terfilerine ilişkin kararını ilk okuduğumda bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüştüm, unutmuşum. Tekrar hatırlatan Hu oldu. Hu’nun hikâyesi sanırım iyi bildiğim nice iç acıtıcı hikâyeden biridir. Bir Çinli dostum “Yoksulluk insanın gözlerine-bakışlarına ve omuzlarına yerleşir. Onu gizleyemezsin” der, tıpkı Hu’nun da gizleyemediği gibi. Muhtemelen, yatacak izbe bir yere bile para ödememek için akşamları bulduğu bir ücra köşede altına bir mukavva serip yattığı çok olmuştur. Çinliler gururlu insanlardır. Yoksulluklarının bir yabancının (Beyaz Adam) dilinde olmasını, onun gözüne görünmesini istemezler. Bunu bildiğim için ayrıntıları öğrenmeye hevesli olmadım. Onun anlattığı kadarıyla yetindim. “16 yıldır şehirde çalışıyorum. Ben köyden ayrıldığımda kızım 4 yaşındaydı. Şimdi üniversiteye gidiyor. Büyüdüğünü göremedim” dedi. Üniversitede okuyan o kız onun ve köyün kaderini değiştiren bir iş yapmış: Köyde şifalı bitki yetiştiriciliği başlatmış. “Yoksullukla Mücadele Programı” kapsamında, yerel hükümet ihtiyaç duyduğu desteği sağlamış (para, teknik bilgi, pazarlama vs). Ardından mantar üreticiliği gelmiş ve işler artık biraz büyümüş. Hu, “Artık bana ihtiyaçları var. İşe yetişemez oldular. Belki ömrümün bundan sonrası huzur içinde geçer” dedi.

                                                                  ***
(II)
Çin’de yoksulluk sorunu aslında kırsal bölge yoksulluğu anlamına geliyor. Kentlerin çeperinde tutunmaya çalışan yoksullarının da büyük oranda bu kırsal bölgelerden kentlere gelenler olduğu biliniyor. Yani yoksulluktan kurtarılacak kırk milyonluk nüfusa onlar da dâhil. 2021’e kadar yoksulluğu ülkeden silme hedefine o kadar önem veriliyor ki, Xi Jinping, Çin yeni yılı tatilini ülkenin “Yoksullukla Mücadele Programı” uygulanan bölgelerini ziyaret ederek geçiriyor ve bu bölgelerde yapılan çalışmaları köylülerin kendilerinden dinliyor. Xi’nin başkanlığı süresi içinde ulaşmak için belirlediği bir hedef var: Çin’i bir orta düzey refah toplumu haline getirmek.

“Yoksullukla Mücadele Programı”nın geçmişi biraz eskiye uzanıyor fakat Xi’nin Devlet Başkanı olmasıyla birlikte uygulama biçimi bütün Çin’de neredeyse tamamıyla değişti. Yoksul kırsal bölgelere bu program kapsamında yıllarca yapılan ödemeler genellikle dibao (asgari geçim yardımı) yerine geçmiş. Ne kırsal kalkınmaya hizmet etmiş, ne üretim artmış, ne köylülerin geliri-yaşam standardı yükselmiş ne de kırdan kente göç azalmış. Xi, daha Devlet Başkanı olmadan önce, yöneticisi olduğu eyalette bu sistemi değiştirmiş. Köylülere para dağıtmak yerine üretici olmalarının, üreterek kazanmalarının ve yoksulluğu böyle yenmelerinin yolunu açmış. O eyalette uygulamaya başladığı bu yöntem neredeyse altı yıldır Çin’deki tüm yoksul kırsal bölgelerde uygulanıyor. Bazı bölgelerde mucize denebilecek sonuçlar elde edilmiş. Birkaç yıl öncesine kadar ilaç alacak parası olmayan insanların bugün, bırakın yoksulluk sınırını, orta düzey gelirin bile üstünde kazandıkları yerler var. İşin sırrının köylülerin programa her anlamda tam katılımı ve sorumluluk üstlenmeleri olduğu söyleniyor.

Süreç (1) bölgenin barındırdığı olası fırsatların, potansiyelin keşfedilmesi ile başlıyor ve ortaya bir proje konuyor. Bu projeyi köylüler de geliştirebilir, yerel hükümetin üzerinde çalışıp köylülere sunduğu bir teklif de olabilir. (2) Projenin sürdürülebilir, uzun vadeli ve geliştirilmeye açık olmasına çok önem veriliyor. (3) Yerel hükümet gerekli bütün desteği (para, teknik bilgi, pazarlama vs) sağlıyor. (4) Proje pazarlama sorunu çözülmüş olarak başlıyor. Yani ürünlerin alıcısı zaten hazır oluyor (özel sektör veya yerel hükümet) ve köylülerle üretim ve satın alma kontratı yapılıyor. (5) Köydeki yoksul oranı yüzde ikinin altında düştüğünde, üst düzey yöneticilerin de katıldığı ve bir festivale dönüşen kutlamayla köy yoksul yerleşim yerleri listesinden çıkarılıyor.

“Yoksullukla mücadele programı”nın bu kadar başarıyla uygulanması her ne kadar bu faktörlerin eseri olsa da, bence çok önemli bir etmen daha var: Bu ÇKP yöneticileri kuşağı ağırlıkla Mao’nun Kültür Devrimi çocuklarından oluşuyor (Bkz. “Kültür Devrimi çocukları” başlıklı yazım). Yani lise ve üniversite yıllarında zorunlu olarak köylere gönderilen ve oralarda köylülerin eğitim ve kalkınması için çalışan kuşak. Köyü, köylülüğü tanıyorlar ve kırsal kalkınma konusunda deneyimliler. En önemlisi, köylülerin yoksulluğunu dert edinen, bundan acı duyan insanlar olmaları. Xi, ziyaret ettiği bir köyde “Benim görevin Çin halkına hizmet etmek. İnsanların iyi bir hayat sürmelerini sağlamak biz komünistlerin en büyük amacı ve özlemidir” dedi. Anlaşıldığı üzere, memleketi talan eden insani-ahlaki olarak düşkün siyasal İslamcılarla hiçbir benzerlikleri yok. Siyasal İslamcıların ekonomik kalkınma ve insani gelişmişlik gibi bir dertlerinin olmadığını, kendilerinden sadaka dilenen ve karşılığında oy satan bir sefil nüfus istediğini artık bütün dünya biliyor.

Köyleri yoksulluktan kurtarma programına ek olarak, daha geniş kapsamlı bir kalkınma çalışması daha yürütülüyor: Gelişmiş güney eyaletleri geri kalmış eyaletlere (zorunlu olarak) yatırım yapacak ve oraların kalkınmasına her açıdan katkı sunacak. Böylece kalkınmayı tüm ülkeye yaymayı planlıyorlar. Bu konuda eyaletler iki eyaletin birbirini denetleyemediği bir çapraz denetime tabi tutulacak. Yani her eyalet bir başka eyaletin az gelişmiş bir bölgedeki yatırımlarını denetleyecek.


Görüldüğü gibi, memleketteki siyasal İslamcıların aksine, adamlar gerçekten kalkınma ve halkın refah düzeyini yükseltmek için çırpınıyorlar. Eski diplomat (yeni akademisyen) dostum Hua’ya göre, “Sadece beton ve yalan üreterek (Siyasal İslamcıların tarihin gördüğü en rezil yalancılar olduğunu artık dünya anladı, malum) bir ülkenin ekonomik ve insani gelişmişlik düzeyi açısından kalkındığı görülmemiştir.”

KAMURAN KIZLAK  / BİRGÜN

Abdülhamid Google’ı nasıl icat etti? - FATİH YAŞLI

Bugünkü iktidar kadrolarının hemen hepsinin maddi ya da manevi olarak rahle-i tedrisatından geçtiği Türkiye İslamcılığının “üstad”ı Necip Fazıl, “Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han” adlı kitabında “Babam Fazıl Beyin, amcaoğullarından ve Kısakürek’lerden, İttihatçıların iaşe nazırı Kara Kemal tarafından, dayım ve yine eski İttihatçı Kerim Milar’a anlatılmıştır” dediği bir anekdottan bahseder.


Buna göre 1917’nin sonlarında Enver ve Talat Paşa’lar, Beylerbeyi’ne devrik padişah Abdülhamid’i ziyarete giderler. Köşke girdiklerinde Abdülhamid namazını bitirmiş ve dua etmektedir. Dua ise şu şekildedir: “Allah’ım bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın senin hesap gününde davacıyım!”

Enver ve Talat bu duayı duyunca utanç duyar, padişahla yüzleşemeyeceklerini anlar ve köşkü terk ederler. Necip Fazıl’ın deyimiyle “öbür İttihatçılara nazaran içinde bir saffet kırıntısı kalmış olan” Enver, Talat’ı rıhtımda bekleyen istimbota götürür ve ağlaya ağlaya şöyle der: “Başımıza ne geldiyse bu adama yaptıklarımız yüzünden geldi ve daha ne gelecekse o yüzden gelecek!” 

Böyle bir hadisenin gerçekleşmiş olma ihtimali sıfıra yakındır ve muhtemelen Necip Fazıl da bunu bilmektedir ama mesele bu değildir; mesele bir “Abdülhamid mitosu” yaratılması ve buna hizmet edecek bir anlatının oluşturulmasıdır. Bütün bir düşünsel mesaisini Cumhuriyet’in kurumlarına alternatif kurumlar, Cumhuriyet’in tarih anlatısına alternatif bir tarih anlatısı ve başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet’in tarihsel figürlerinin karşısına tarihsel figürler çıkarmaya adayan Necip Fazıl için bu “Abdülhamid mitosu” son derece işlevseldir.

Çünkü Abdülhamid etrafında yaratılan mit, Türkiye İslamcılığının Osmanlı-Türkiye modernleşme süreciyle hesaplaşması anlamına gelmektedir. Tanzimat’la, Meşrutiyet’le, ilk anayasa ve parlamento girişimiyle, Batılılaşmayla, Jön Türkler’le, İttihat ve Terakki’yle ve elbette ki Cumhuriyet’le ve Mustafa Kemal’le hesaplaşmak, yakın tarihe İslamcılığın gözüyle bakmak ve o yakın tarihi güncel siyasete müdahale için kullanmak… Abdülhamid mitosu bu işe yaramaktadır.
Bu anlatıya göre, Abdülhamid 33 yıl boyunca tek bir metrekare toprak parçası kaybetmemiştir, bir dış politika dehası olarak büyük güçlerin Osmanlı üzerindeki emellerini boşa düşürmüştür, izlediği İslami siyaset nedeniyle Yahudilerin ve Masonların hedefi olmuş, onların içerideki uzantıları olan İttihatçılar tarafından devrilmiştir, onu deviren İttihatçılar 600 yıllık imparatorluğu on yıl içerisinde yıkmışlardır vs.

Necip Fazıl’ın yarattığı bu mitos, Türk-İslam sentezi devletin gerçek resmi ideolojisi haline geldikçe, ders kitaplarına, müfredata, okullara girmiş, Türkiye İslamcılığının söyleminin merkezine yerleşmiş, Kadir Mısıroğlu ya da Mustafa Armağan gibi “tarihçiler” de bu mitos inşasına katkılar yapmışlardır. Ancak Abdülhamid mitosunun inşasının “teoriden pratiğe” geçişi bu iktidar döneminde olmuştur.

Bugün devlet televizyonunda oynayan ve çok izlenen “Osmanlı” dizilerinden birinin imparatorluğun kuruluş sürecini anlatırken, diğerinin Abdülhamid dönemini anlatması tesadüf değildir ve Abdülhamid etrafında örülen efsane ile gayet uyumludur. Abdülhamid de tıpkı Osmanlı gibi iktidarın kültür politikaları açısından olmazsa olmaz bir nitelik taşımaktadır ve bu sayede tarih eğilip bükülerek güncel siyasete müdahale edilmekte, güncel siyasette yaşanan hadiseler güya tarihten çıkarılan derslerle değerlendirilmektedir.

Dahası, bu popüler kültür nesneleri, yeni bir insan tipinin, iktidarın kafasındaki “makbul vatandaş”ın yaratılmasının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Osmanlı hayranı, padişahları insanüstü varlıklar olarak gören, uyduruk bir tarihi gerçek tarih sanan, kendinden “Osmanlı torunu” diye söz eden milyonlar ders kitaplarından televizyon dizilerine uzanan bu inşa sürecinin ürünüdürler. İdeoloji böyle işlemektedir.

Tam da bu nedenle, diğerlerinde olduğu gibi Abdülhamid Payitaht dizisinde de tarihsel gerçekleri değil, Abdülhamid mitosunu izleriz. Örneğin dizinin bir bölümünde Abdülhamid, İngiliz Büyükelçisi’ne “Osmanlı tokadı” atar ve ekran karşısındaki milyonlar da bunu gerçek zannederek ve bundan bir haz duyarak izlerler. Güncel politik hadiselere bakışı da bu tokadın sembolize ettiği perspektif belirler ve gerçek hayatta da bir siyasetçi “Osmanlı tokadı”ndan söz ettiğinde aynı hazla alkışlanır.

Dolayısıyla, Saray’daki törenlerde bandonun “Diriliş Ertuğrul” adlı dizinin müziklerini çalması da, “Tarihinizi öğrenmek için Abdülhamid’i izleyin” diye buyrulması da bir tesadüf değildir. Hepsi İslamcılığın tahayyülündeki Türkiye’nin bir yansımasıdır ve bu tahayyülün egemen olduğu günümüz Türkiye’sinde Abdülhamid Google’ı icat etmek zorundadır, çünkü “bir mitos olarak Abdülhamid” İslamcılar tarafından icat edilmiştir.


Fatih Yaşlı / BİRGÜN

25 Şubat 2018 Pazar

'Üstad' - MELİH YEŞİLBAĞ

“Bu milletin başına gelen 3 büyük felaket: -Lisan inkılabı -Harf inkılabı -Hilafet'in ilgası.”

“Türkiye'mizin Batı'daki tabiî hududu Tuna Nehri'dir. Yine öyle olmalıdır. Bugün gayr-i tabiî hududların çizdiği bir coğrafyada yaşıyoruz.”

“Kemalizm'den koparılan her taş İslâm'ın lehinedir. Küple dökülen en tabiî haklarımızı kaşıkla da olsa geri alıyoruz.”

“Hidayete erenler artacak. Ülkücüleri çok seviyorum çünkü teaddi (aksiyon) istidadları var. 60 yıldır onlara anlatıyorum beynelmilel bir dava olan Komünizm ile ırk namına değil ancak din namına mücadele edilir.”

“Türkiye her meselesini Şeriat ile halleder. İktisadi kalınmasını da halleder, Kürt ayrılıkçı düşünceyi de halleder, her şeyi halleder İslam. Huzuru, sükunu, saadeti, refahı sağlar. Bir şeyi halledemez; Aleviliği! Şeriat da gelse bunlar devam eder. Ey Müslümanlar, Kıyamet'e kadar sürecek başınızdaki en büyük bela Alevilik'tir…Kat'iyyen ve Katibeten bunun kökünü kazıyamazsınız, kanser hücresi gibidir. Çünkü cehalet üzerine kuruludur.” 

"İstediğimiz olmuş değildir. Yarı yoldayız. Nasıl buluğa ermemiş bir çocuğa 'niye evlenmiyorsun' demezsen Hükümet'e de 'niye şeriatı ilan etmiyorsun' diyemezsin. Vakti var. Her ulus bir zamana rehmolunmuştur. Sizin nesliniz İslam'ın mutlak galebesini, küfrün mutlak yıkılışını, heykellerin köpek leşi gibi sürüklendiğini görecek. Siz göreceksiniz. O gün beni hatırlayın.”

“Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı.”
 (17 Aralık’tan hemen sonra)
"Bir adam bu iddiaları (17 Aralık yolsuzluk iddiaları) kabul etse bile o Müslümansa bu İslami kaideye göre gene Tayyip Bey'e oy vermeye mecburdur. İman bunu emreder İslam bunu emreder hiç kurtuluşu yok. Çünkü bir tarafta küfür var küfür.”
(2017 Referandumu Öncesinde)
“Evet'ten yana olmak İslam’ın icabıdır, imanın icabıdır, tarih şuurunun icabıdır. Karşı olanlara bak. Küfür doğru bir işe yönelse bile yanında olunmaz.”
(Kasım 2017)
“Sadece Türk milletinin değil, bütün İslam ümmetinin hatta bütün mazlum insanların selameti için Tayyip Bey'in yanında durmak; milli, İslami ve insani şuurun icabıdır. Bütün ehl-i küfrün cephe aldığı bir zamanda O'nu yalnız bırakmak gaflet değilse ihanettir. Asla yalnız değilsin.”


Yukarıdaki sözler geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı tarafından hasta yatağında ziyaret edilen “üstad” Kadir Mısıroğlu’na ait. Evet, şu ekranlarda fesiyle arzı endam eden tarihçiden bahsediyorum. 

Mısıroğlu, Abdülhamit devri, Milli Mücadele dönemi, Lozan ve Mustafa Kemal üzerine yazdıklarıyla revizyonist tarihçilik olarak bilinen akıma dahil. Necip Fazıl’ın açtığı yoldan ilerleyen bir öğrencisi. Kendisine “üstad” dedirtmesi de bundan kaynaklanıyor. Son günlerde haberlere konu olan dolandırıcılık iddialarına bakılırsa, Necip Fazıl’ı başka alanlarda da örnek almış gözüküyor.

İstibdat dönemini bir devr-i saadet olarak selamlamasıyla, sadece Abdülhamit’e değil Vahdettin’e de sahip çıkmasıyla, saltanat ve hilafet düşkünlüğüyle, cumhuriyet, laiklik, aydınlanma nefretiyle İslamcı “resmi tarih” yazımının tipik özelliklerini gösteriyor. Diğerlerinden farkı, fikirlerini eğip bükmeden, kendisine sansür uygulamadan dosdoğru ifade etmesi. Mısıroğlu Siyasal İslam’ın haşarı çocuğu. 

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisiyle politize oluyor. Yolu bütün İslamcılar gibi Milli Türk Talebe Birliği’nden geçiyor. MSP’den iki kez milletvekili adayı olup seçilemiyor. 12 Eylül’den sonra Avrupa’ya iltica ediyor, bir ara vatandaşlıktan çıkarılıyor, ancak 11 yıl sonra Özal affıyla geriye dönüyor. 

AKP’li yılların önemli bir bölümünde pek ön planda değildi. Belli ki, Milli Görüş gömleğinin çıkarıldığı “muhafazakar demokrat” dönem için fazla sivri bir şahsiyetti. Dahası, 2013’e kadar iktidar ortağı olan Gülen Cemaati’yle de arası hoş değildi. 17-25 Aralık’ta Cemaat ile AKP arasında kılıçların çekilmesiyle birlikte İslamcılık içi dengeler değişince yeniden kıymete bindi ve fesiyle ekranlarda boy gösterir oldu. 

Sayısız cemaat, tarikat, vakıf, dernek ve hizipten oluşan İslamcı camiada Gülencilerin tasfiyesinin ardından sular bütünüyle durulmadı. Hem parti içinde hem de parti dışında sürtüşmeler ve gerilimler eksik olmuyor. Özellikle referandum öncesinde Davutoğlu ekibinin evet çalışmalarını baltalayarak davaya ihanet ettiği yönündeki haberlere sıkça tanık olduk, Bülent Arınç gibi küskünler nadiren de olsa eleştirel çıkış yapıyorlar,  Abdullah Gül’ün ismi ise belirli aralıklarla yeni parti hazırlıklarında ya da başkan adaylığında geçmeye devam ediyor. Erdoğan şimdiye kadar, iç muhalefeti bastırmayı becerdi. Ne var ki, bunu kendisine kayıtsız şartsız biat eden dar bir operasyonel kliğe yaslanmak suretiyle ve hareket içerisindeki daha köklü kadroları küstürmek ve yabancılaştırmak pahasına yapabildi.

Bu durum, eksantrik ve tuhaf da olsalar camia içerisinde uzun bir geçmişe sahip isimlerin Erdoğan’a desteğini önemli hale getiriyor. Yukarıdaki alıntılardan görülebileceği üzere, Mısıroğlu son yıllarda Erdoğan’ı zor durumda bırakan her gelişmede verdiği kayıtsız şartsız ve çoşkulu destekle böyle bir görev üstlenmiş gözüküyor. Mısıroğlu gibi figürlerin ön plana çıkması, iktidarın ılımlı bir tarza geçebileceği beklentisi içerisindeki kesimlerin yanıldığını bir kez daha gösteriyor. Tabanı diri, safları sıkı tutmak için ılımlı değil cüretkar ve saldırgan söylemlere ihtiyaç var. Mısıroğlu bu iş için biçilmiş kaftan. 

Monarşi ve hilafet özlemi, şeriat talebi, mezhepçilik, fetihçilik, cumhuriyet ve aydınlanma düşmanlığı ve tabii ki antikomünizm. Mısıroğlu’nun şahsında ve yazdıklarında en filtresiz ve saf ifadesini bulan bu nitelikler deyim yerindeyse Türkiye’de Siyasal İslam’ın deyim genetik kodlarını oluşturuyor. Güncel vurgular, ittifak politikaları, dönemsel iç-dış düşmanlar, ideolojik eklemlenme biçimleri değişebiliyor ama bu rövanşist tutum baki kalıyor.
  
Bir süre önce Yetmez Ama Evet mahfillerinde “AKP çok bozdu” tezi yürürlükteydi. Buna göre, muhafazakar demokrat AKP, ilk dönemin demokratik ve katılımcı ruhundan saparak tehlikeli bir otoriterleşme sürecine girmişti. Bu durumdan duydukları endişeyi ifade eden çeşitli isimler, AKP’ye sık sık “fabrika ayarları”na dönme çağrısında bulunuyorlardı. AKP’nin fabrika ayarları Kadir Mısıroğlu’dur. 

Bu günlerde Yetmez Ama Evet’çiliğin yeni versiyonu olan yerli ve milli ittifak cephesinde de başka bir tez yürürlükte. Buna göre, Erdoğan emperyalizme karşı ikinci bir Kurtuluş Savaşı veriyor. Mevzubahis vatan olduğu için eski küskünlüklerimizi unutup Saray’a destek vermeliyiz çünkü “Aziz Atatürk” çıkışından da görebileceğimiz gibi Erdoğan zaten Kemalizme teslim olmuş durumda. Unutanlara hatırlatmak zorundayız, Erdoğan’ın üstadı Kadir Mısıroğlu’dur. 

MELİH YEŞİLBAĞ / SOL


Soylu, uyumlu ve mutlu - TOLGA BİNBAY

Hayır; o, bu, şu değil de insan tam öfkelenecek, olup bitenler karşısında ağzı açık kalakalıyor. Her yeni olayda, her yeni gelişmede “eh, bu kadarı da olmaz artık” diyecek oluyor insan ama olaylar bir Hitchcock filmi gibi gözünün önünden geçip gidiveriyor. Hatta tam “evet ya, tüm bunlar Hitchcock filmi gibi” diyecekken bir de bakıyor ki aslında Chaplin filmine denk gelmiş: Aaaa! 
O da ne? 
Modern Zamanlar değil mi tüm bunlar?
Evet, evet, modern zamanlar tüm bunlar! Hani bir hafta içinde olanları alt alta yazsak Dali bile delirir ülkenin, dünyanın gerçeküstülüğüne. 
Ve bir de her şeyin üstüne, tüm olup bitenler içinde, bir kedinin sınıfına dönmesiyle bile umutlanıyoruz ya! 
Ölmemişiz daha. 
Onca katilin, onca cinayetin, onca silahın, şamatanın, çer çöpün arasında yaşayabiliyoruz, hâlâ. 
Vallahi bravo! 
Bravo da açıkçası kendi adıma, ekonominin bu kadar belirleyici olduğuna, olabileceğine inanmazdım. Tamam, teoride altyapının bir ağırlığı, son kertede belirleyiciliği falan vardı ama onca yıldır meseleyi naif ve nazikçe kavramaya çalışmıştım çalışmıştık. Arkadaşlarla. Kendimizce kaba Marksizme falan düşmeden teori patlatmaya, çatlatmaya çalışıyorduk ki tarih patladı, çatladı. 
Ve şimdi, şu vardığımız insanlık durumunda, diyebiliriz ki kaba olan her şey doğruymuş ve kaba olan yeterliymiş. 
Kasmaya gerek yokmuş. 
Kâr oranlarındaki düşüş ve emperyalist rekabet; yaşadığımız tüm gerçeküstülük bunlarla açıklanabilirmiş. 
Vay arkadaş, vay! Yazık oldu onca naifliğe, nazikliğe ve titizliğe.


Ama ne yalan söyleyeyim, tüm bu gerçeküstülük içinde insan yine de kıllanmadan edemiyor. Çünkü bazı şeyler var, fazla gerçeküstü. 
Mesela… 
Mesela soy sop düşkünlüğünün bu döneme denk gelmesi de mi tesadüf? 
Hani sistem ancak yetişti, yedi sülalemiz dijital hale ancak geldi diyelim ama kamuya, amme hizmetine açıldığı kesit de mi gol değil? (Bu arada kendiminkine ulaşamadım. Denedim –hem de defalarca- ama “müdürlüğe gidin” diye bir yanıtla karşılaştım. Tekrar ve tekrar. Yetkililerden alt ve üst soy bilgim için buradan da yardım istiyorum!)
Neyse! 
Tamam, bir tarafta kendi soyumuz, sopumuz; bu topraklarda ne kadar da köklü olduğumuz. Öbür tarafta ise payitaht dizileri, entrikalar, hanedanlık güzellemeleri, dualar ve emperyalizm tartışmaları. Tüm bunların aynı kesite denk gelmesi pek de tesadüf olamaz. 

Bir de…
Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi her gün ayrı bir fantezi tartışmaya açılıyor. Tartışmalar Amerika’nın yaptıklarından (evet, evet yanlış duymadınız; “sıcak denizlere inmeye çalışan” Rus ayısının değil, “dost ve müttefik” Amerika’nın yaptıklarından) pat diye atalara, asansöre, yorgana, battaniyeye uzanıveriyor. 

Tüm bu fantastik hallerin üstüne şeker fabrikalarının toplumumuza verdiği zararların bilimsel gerçeği denk gelmez mi? 
Şeker fabrikalarının satılması ile şeker hastalığı %14 azalacakmış. 
Vay arkadaş, vay! 
Hangi çalışma, araştırma bu? 
Nasıl bir hesap? 
Yok, hakikaten böylesi bir araştırma varsa gönderelim Nature’a, Science’a, tüm insanlık faydalansın Türk’ün özel bilimsel gücünden. 
Nasıl bir kafaysa bu? 
Özelleştirmelere bulunacak kılıf demek ki kalmadı. Ve iş en sonunda geldi, fantastik bilimsel öğelere dayandı. 
Eeee, yorganla boğuşanın bilimi de şanlı olur! 
İnsanın tüm bunlar karşısında güzide bir ses sanatçımızın hafta içinde vurguladığı gibi uyumlu olası geliyor. Mesela battaniyeye uyumlu olası geliyor. Asansöre, e-devlet’e, adı değişince kendisi de değişecek sanılan akademik unvanlara ve tüm yurt sathına… 

Tüm bunlara uyumlu olmak ya da olmamak! Bütün mesele bu mu yoksa?
Ya da merak ediyor insan, Türkiye'nin içinde kaç Türkiye var? Çünkü öylesine kopuğuz ki birbirimizden! Herkes, her şeyi, kolayca, külfetsiz unutabiliyor ve sonra bir de bakıyorsunuz ki herkes, her şeyi, külfetsizce sizden daha iyi biliyor.
Ama yine de sanırım hafife alıyoruz! Tüm bu arkadaşları yani! Gerçi tüm bu arkadaşlar, olaylar da kendilerini hafife aldırmayı başarıyor. 
Vallahi bravo! 
Kâr oranları düşüyor ama… Ama bakıyorsun, her halükârda kârdalar!
Hafife alıyoruz ve sanırım bir yerlerde kitle, güruh psikolojisini iyi çalışan bir ekip var. Hani Türkiye toplumunun psikolojik genetiğine hâkim! Hani adamın ciğeri neresidir, nasırı nerededir iyi bilen bir ekip! Ellerinde çeşitli veriler var sanki ve gönüllerince oynuyorlar.
Mesela… 
Mesela kocaaaa bir şehirde, ulaşıma gizli zam yapıyorsunuz. Hem de öyle böyle değil. Bir sistem getiriyorsunuz ve cebinizde, otobüsü, vapuru geçtim taksiye binecek para olsa bile metroya binemiyorsunuz! Ve bunu “artı para” adıyla yapıyorsunuz! 
Ben hep IKEA’ya falan gıpta ederdim, “harcarken kazanın” diye insanı tuşa getiren bir slogan buldukları için. Ama bu koca şehrimizin koca belediyesi İsveçlilerden falan daha akıllı çıktı. Vallahi zekice. “Artı para” hakikaten psikolojik bir müdahale. 
Zihinlere müdahale! 
Asansör, battaniye ve bilumum seksolojik çıkış da! 
Ama tüm bunlar, yani az yukarıya benim yazdıklarım, tabii ki bilimsel falan değil. Uyumsuz birisinin sayıklamaları! 
İdeolojik!
Öte yandan has bilimsel gerçek, Cuma günü mesai saatlerinin sonuna doğru TÜİK'ten geldi: Geçen yıla göre azıcık azalmakla birlikte ülkemiz mutlu insanlar ülkesiymiş. %58 ile. Mutsuzların oranı ise sadece %11’miş.
Durdum ve düşündüm duyunca! Hakikaten durdum ve düşündüm; “Ben… Acaba ben de mutlu muyum?" diye. Bir an, şu toplumdaki her tür musibetten sorumlu olan o %11 içinde olduğuma kanaat getirecektim ki “Mutluluk dediğin nedir ki? Sabah gülersin, akşam ağlarsın. TÜİK zaten kesin sabah yapmıştır bu anketi!” diyerek kendimi avuttum.

Avuttum avutmasına ama okul bitirmeyen bireylerde mutluluk düzeyinin 2017’de daha yüksek olduğunu ve bir de üstüne bireyleri en çok ailelerin mutlu ettiğini okuyunca iyice bir çöktüm kaldım.  

Ve en sonunda “Bireylerin %73,4’ü kendi geleceklerinden umutlu olduğunu ifade etti” kısmını okuyunca… Aklıma sınıfına dönen kedi geldi. Ve tüm bu gerçeküstülük içinde o sınıftaki çocukların gerçek mutluluğu. 

Ben de Hitchcockvari her şeyi bir kenara atıp haftayı Modern Zamanlar’dan bir Chaplin şarkısıyla kapattım.

Tolga Binbay / SOL


Ansiklopedik ahlak! - Mine G. Kırıkkanat

İnsanlığa yalnız bilgi değil, bilgi metodu kazandıran başyapıt, “Ansiklopedi”nin matematikçi D’Alembert ile birlikte kurucusu ve başyazarı Denis Diderot (1713-1784); “ahlak” görüşüyle de çığır açan bir filozoftur. Ahlakı dinden soyutlar. ‘Etika’ diye adlandırılan laik erdemi iki doğal içgüdü, “yardımseverlik” ve “mutluluk” üzerine oturtarak tanrıtanımazlıkla bağdaştırır.


Çağımızda sayıları giderek artan dindar ama ahlaksız, dinsiz ama ahlaklı kişi ve topluluklara doğru ışık tutan bu görüş, insan odaklı bir dünya düzeni hedefler. 
Çünkü dinden bağımsız ahlak anlayışı, hem akla, hem de içgüdülere dayanması bakımından, insanın doğasıyla en uyumlu olandır.
Ama insanın doğasıyla uyum sağlaması ve bu uyumdan hem yardımseverlik, hem akıl içgüdüsünü açığa çıkarması, her babayiğidin başaramayacağı çok güç bir “temizlik” eğitimidir: Yüzyıllar boyu beynine işlenmiş tüm dogmatik koşullanmalardan arınması, yerleşik fikir esaretinden kurtulması, özgür düşünebilmek için her bildiğinden kuşku duyarak, her şeyi sorgulayarak yeni baştan öğrenmesi gerekmektedir. 
Dolayısıyla laik erdemli olmak, sınır tanımadan bilgi edinmek azmi, ya da zevkiyle mümkündür.
***

Oysa dine bağımlı ahlak anlayışında, ‘iman’a bağlı yardımseverlik ve mutluluk daha kolay görünür. Yardımseverlik Tanrısal ödülün ve cennetin kapılarını açmakta, fedakârlık gerektirse bile izlenen ahlakın Tanrı katında değerlendirilecek olması, mutluluk yaratmaktadır. 
Zaten dindarlıkta asıl mutluluk Tanrı sevgisi, her iş ve uğraşta o sevgiye sadakat değil midir? 
Ama Tanrısal ödül vaadine rağmen, tepeden inme, günün koşul ve gereklerine kimi kez ters düşen, hatta çoğu kez ‘absürd’ kalan bir zorlama vardır dini ahlakta…
İnsanı anlamadan kabullenmeye iterek, aklıyla inancı arasında uyumsuzluk yaratabilir. İşte bu yüzdendir ki din eğitimi, inancı aklın önüne geçirir ve düşünmeyi engellemek amacıyla öğretilenden, yani dogmalardan kuşku duymayı günah ilan eder, sorgulamayı yasaklar. 
Çok kurnazca bir sistemdir bu.
Kuşku ve sorgu yasak olunca, düşünce donar, ne bir yenilik üretir, ne de yaratır. Bilginin yolu kesilmiştir. İcat edilen ve edilecek her şey kutsal kitaplarda zaten yazılıdır, tartışılmaz!
***

Mars’a füze mi fırlatıldı? Uzaya mı gidildi? Kılıfına uydurulur. Kutsal kitaplar füze, uzay istasyonu, bilgisayar ve interneti “muştulayan” yorumlarla yeniden okunur; evrim teorisini çürütmekte epeyce zorlanılsa da uğraşılır, falan... 
Denis Diderot, kadın arkadaşı Sophie Volland’a yazdığı 26 Eylül 1762 tarihli mektupta, “Düşünürü özel kılan, kanıtsız hiçbir olguyu kabullenmemesi ve yanıltıcı kavramlara kanmamasının yanı sıra mutlak, muhtemel ve şüphelinin sınırlarını kesin çizebilmesidir. Bu eser (Ansiklopedi) zamanla zihinlerde bir devrim yapacak ve umarım ki diktacılar, baskıcılar, fanatikler, bağnazlar artık kazanamayacaklar. İşte o zaman, insanlığa hizmet etmiş oluruz” der.
Dünyanın gidişatı, Diderot’yu haklı çıkarmadı. Bilgi, hiç bu kadar hızla çoğalmamış, yayılmamıştı. 
Evet, dogmatik öğretilere ters düşen bilimsel ve teknolojik icatları, kutsal kitapların yorumuna mal etmek oldukça zorlaştı. Ama vasat insan mantığının bağnazlık zincirlerini kırmak kolay değil. 
Ve toplulukları zincire takıp akıl dışına kolayca sürümenin yöntemi her yerde aynı: cehaleti yaymak, beslemek, arttırmak. 
Mutluluk ve iyiliğin içgüdüselliğine giden ahlak yolunda, engel çok. Diderot’nun ansiklopedisi, bağnaz cehaletten beslenen dikta ve ‘tör’leri bilgiye dayalı erdeme razı edemedi. 
Kötülerin önceliği hep aynı, düşünmek yasak! 
İnsanlık olgunlaşamadan, dünya çürüyor.

***

Bugün saat 14’ten öteye Ankara Kitap Fuarı’nda kitaplarımı imzalayacağım. Ankara’lı okurlarımı Kırmızı Kedi Yayınları standına beklerim.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

24 Şubat 2018 Cumartesi

Dış finansman sorunları - KORKUT BORATAV

2017’nin tümüne ilişkin iki önemli ekonomik veri yayımlandı. Sanayi üretim endeksi ve ödemeler dengesi istatistikleri…


Bunlar birbiriyle bağlantılı göstergelerdir: 12 aylık millî gelir verileri henüz yayımlanmadığı için sanayi üretimi, ekonominin 2017’deki büyüme oranına ışık tutuyor. Millî gelirin sadece yüzde 20’sini oluşturmakla birlikte, geri ve ileri bağlantıları ile ekonominin tümünü sürükleme gücü bakımından sanayi, en etkili sektördür. 
Türkiye ekonomisinin büyüme temposu ile cari işlem açıkları arasındaki yakın bağlantı güncel, hatta hayatî bir konudur. Zorunlu uzantısı sermaye hareketleridir. Ödemeler dengesi istatistikleri de bunlara ışık tuttuğu için önemlidir. 
Büyümenin dış bağlantılarını, son verileri kullanarak gözden geçirelim. 

Ekonomik canlanmanın özellikleri
Yayımlanan son endekse göre sanayi üretimi 2017’de %6,3 oranında artmıştır. 2016 için aynı endeksin büyüme oranı %1,9’dur. 

2016 ve 2017’de sanayi üretiminin artışındaki (%1,9 → %6,3) hızlanma, bu iki yılın ilk dokuz ayında millî gelir verilerinde tahmin edilen büyüme (%2,8 → %7,4) temposu ile kabaca uyumludur.

Bu bilgilere göre 2017’de ekonomi canlanma konjonktürüne girmiştir. Bu konjonktürün iktisadî önlemlerden kaynaklandığını da biliyoruz: Darbe girişimi, 2016’da Türkiye ekonomisini durgunlaştıran bir ekonomik şok yarattı. Yabancı sermaye girişleri yüzde 7 civarında geriledi. Yatırım ve özel tüketim harcamaları durgunlaştı. Hükümet, bu olumsuz etkileri, kredi garanti fonu, vergi teşvikleri, sübvansiyonlar ve transferlerden oluşan genişletici bir maliye politikası ile telâfi etmeye yöneldi. Darbe girişimini izleyen dokuz ayda sabit fiyatlarla kamu harcamaları yüzde 7 oranında yukarı çekildi.

2017 verileri, kamu maliyesinin başlattığı ivmenin ekonominin tümünü sürüklediğini gösteriyor. Ancak, AKP’li yılların tipik makro-ekonomik bağlantılarına göre bir farklılaşma da söz konusudur.

Buna “AKP yıllarının klasiği” diyelim: 2003 sonrasında yabancı sermaye giriş-çıkışlarının kısa dönemli milli gelir hareketlerini büyük ölçüde belirlemesi ve sonuçta artan cari açık … Kestirme ifadesi ile dış kaynak girişi → iç talep (tüketim) genişlemesi → artan cari açık…

“Büyük ölçüde” diyorum; zira, seçim konjonktürlerinde kamu açıkları dış kaynaklardan bağımsız olarak yukarı çekilebilir. Ancak, ölçü kaçırılmaz. Zira, AKP iktidarı, neoliberal modelin kamu açıkları ve borç oranlarına ilişkin sınırlarını titizlikle izlemiştir. Kamu harcamalarındaki artışlar, özelleştirmelerle ve tüketimden, bordrolardan toplanan, eşitsizlikleri besleyen (“regresif”) vergilerle telafi edilmiş; malî disiplin korunmuştur. 
Hızlı sermaye çıkışları nedeniyle patlak veren 2008 krizine karşı dahi AKP malî genişleme tepkisi göstermedi. Önce, o sırada başlatılan IMF görüşmeleri bunu frenledi, vermedi. 2009’un ikinci yarısında ise Batı merkez bankalarının başlattığı parasal genişleme Türkiye’ye de taştı; malî genişlemeyi gereksiz kıldı. Canlanan dış kaynak girişleri, 2010 ve 2011’deki hızlı büyümeyi tetikledi. 

2017’de büyüme temposunun canlanması, “AKP yılları klasiği”ne yeni bir istisnadır: Bu kez, malî genişleme → iç talep artışı → artan cari açık → dış kaynak girişi bağlantısı işlemiştir. Süreç tersine dönmüş; büyüme ivmesi yabancı sermaye girişleriyle değil, kamu maliyesinin iç talebi sürüklemesiyle başlamıştır. 
Bu bağlantılar zinciri, Türkiye ekonomisinin 1980’li, 1990’lı yıllarına özgüdür. 2017 ortamında tekrarı, iki güçlükle karşılaşıyor. 

Birincisi sabit sermaye birikimi bilançosunun yetersizliği ve buna bağlı büyüme potansiyeli ile ilgilidir. Bu kısıtlara toslandığı için enflasyon çift haneye yerleşmiştir. 
İkinci ve daha önemlisi ise, kronik ve ağır dış bağımlılıktan kaynaklanmaktadır. İç talepten kaynaklanan canlanma, on iki ayda cari işlem açığını yüzde 42 oranında yükseltmiş; dış açığın finansman sorunu ortaya çıkmıştır. 

AKP klasiği ise bir dış finansman sorunu içermezdi; zira büyüme ivmesi dış kaynak hareketleri ile başlardı. 
2017’ye bu açıdan da bakalım.

Dış açığın tırmanma nedenleri
Sanayi üretimi 2017’de %6,3 büyümüştür; ekonominin tümüne ilişkin bir öngörü olarak kabul edilebilir. IMF’nin Türkiye için 2017 büyüme tahmini ise %5,1’dir. 
IMF veri bankasına göre Türkiye’nin dolarlı millî geliri 2017’de 841.206 milyar dolar olacaktır. 47.100 milyar dolarlık dış açığın millî gelire oranı da %5,6’dır.
Bu çok yüksek bir dış açıktır. Örneğin G20’de yer alan on “yükselen piyasa” ekonomisinin rekorudur; bunların dördü esasen dış fazla vermektedir.

2017’deki cari açık oranı / büyüme bağlantılarını Türkiye ekonomisinin geçmiş yılları ile de karşılaştıralım.

IMF’nin dolarlı millî gelir serilerine bakalım. 2010-2017’de Türkiye’nin birikimli cari açık / millî gelir oranı %4,2’dir. Bu oran, 2017 için %5,6’ya çıkmış; dış açık ve büyüme bağlantıları AKP’nin son yıllarına göre dahi bozulmuştur. 

2000 öncesinin neoliberal yıllarına baktığımızda dış açık oranındaki tırmanmanın AKP’nin Türkiye ekonomisine “armağan” ettiği bir çarpıklık olduğu da açık-seçik ortaya çıkacaktır: 1980-1999 yıllarında cari açığın GSYH’ya ortalama oranı yüzde 1 civarında seyretmiştir. Ekonominin yüzde 8-9’u aşan tempolarda büyüdüğü yıllarda (1997 ve 1990’da) dahi dış açıklar millî gelirin yüzde 2’sine ulaşmamıştır. 

AKP iktidarı, bu bozulmayı doğrudan doğruya yaratmadı; 2001 krizinin IMF/Derviş programını benimseyerek katkı yaptı: 1980’li-1990’lı yıllarda izlenen aktif (korumacı) bir döviz kuru politikası uygulamayı kesinlikle dışlayan sıkı para politikası… Diğer adıyla enflasyon hedeflemesi… 

Bu bağlantı, uluslararası sermaye hareketlerinin dört nala canlandığı 2003-2007’de, döviz fiyatlarını öylesine ucuzlattı ki, Türkiye ekonomisi bir ithalat patlaması yaşadı; sanayinin ara mallarında ithalata bağımlılık tırmandı; giderek kalıcılaştı.

Bu bağımlılığı ortaya koyan çok sayıda araştırma var. E. Bakır, E. Özçelik, E. Özmen ve A.C. Taşıran’ın yakın tarihli bir makalesini örnek vereyim: “Türkiye’de Erken Sanayisizleşme” (Geçmişten Geleceğe Türkiye Ekonomisi: Fikret Şenses’e Armağan, İletişim, 2017, özellikle bk: ss. 176-177, 187.)

AKP iktidarı, 2016 şokunu, malî genişleme ile aşmaya kalkışınca, aşırı dış açık türetti ve bu kez bizzat yarattığı bu açığın finansmanı sorunuyla karşı karşıya geldi.

Dış açığın finansman sorunu
Tablo, 2017’de cari açığın finansmanı sorununun, aslında, nasıl çözülemediğini ortaya koymaktadır.
 
Niçin çözülememiştir? Çünkü, bir önceki yıla göre yabancı sermaye girişleri %46 artmış ve 49,4 milyar dolarlık çarpıcı bir düzeye ulaşmış; cari açığı aşmıştır; ama “derde deva” olmamıştır. 
Neden?
Bir kere, dış kaynak girişlerinin (gayri menkul alımlarını saymazsak) sadece sekizde biri (6,2 milyar dolar) en istikrarlı, kalıcı sermaye türü olan “doğrudan yatırımlar”dır. Gerisi, “sıcak”, spekülatif para girişleri ve dış kredilerden oluşmaktadır. Kısa vadeli kredilerin payı da, yıl boyunca artmış, %25’i aşmıştır.

Daha da önemlisi, Türkiye burjuvazisi (şirketler, bankalar, rantiyeler) 2017’de dış dünyaya 10,5 milyar dolar sermaye ihraç etmiş; net sermaye akımını 39 milyar dolara indirmiştir. Geride önemli bir finansman açığı kalmıştır.

Önceki yıl Türkiye’nin dış finansmanı için 11 milyar dolarlık bir “can simidi” olan karanlık, “kayıt dışı” para girişleri 2017’de “buharlaşmıştır”. Çözüm, TCMB rezervlerinde bulunmuştur. 2016’da rezerv düzeyindeki “ılımlı” artış son bulmuş; yıl boyunca rezerv erimesi 8,2 milyar dolar olmuştur.

Sırf son iki ayda (Kasım ve Aralık 2017’de) rezervlerden 12,7 milyar dolar piyasalara aktarıldı; Aralık 2017 sonunda TCMB brüt döviz rezervleri 84 milyar dolara indi. Sadece üçte biri Merkez Bankası’na ait olan brüt rezervlerdeki erime döviz piyasalarını rahatlatmış olabilir; ama geçici olarak… Dahası, dünya merkez bankacılığının “gayri resmî kuralı” olan, “döviz fiyatları dalgalı (piyasalara) bırakılacaktır” kuralını çiğneyerek… 

Kıssadan hisse: 2017’de büyüme hızındaki artış, kapasite sınırlarına ve dış finansman duvarına çarpmıştır. Ekonominin bugünkü yapısal özellikleri nedeniyle de sürdürülemez.

Korkut Boratav / SOL