15 Mart 2018 Perşembe

Kendini soyutlamak - ÖZGÜR MUMCU

ABD’li Erik Hagerman, emekli bir şirket yöneticisi. Ohio’da bir çiftlikte yaşıyor. Donald Trump’ın başkan seçilmesinden bu yana ülkesinde ya da dünyada olup bitenlerden haberi yok. O günden beri komada olduğu için değil. Hagerman’ınki bilinçli bir seçim. 
Televizyonda sadece hava durumunu ve taraftarı olduğu Cleveland Cavaliers’nin maçlarını izliyor. Bunu da ne olur ne olmaz, birisi gündemden bahseder diye televizyonun sesini kapatarak yapıyor. Ara sıra yakınlardaki ufak bir kasabaya gittiğinde kulaklıklarını hiç çıkartmıyor ki sağda solda konuşulanları duymasın. Sosyal medyadan tamamen çıkmış, gazete okumuyor. 

Sadece bir gün kazara bir gazetenin ilk sayfasında Kuzey Kore liderini görmüş. Kuzey Kore’yle ilgili bir durum olduğunu biliyor, hepsi bu. Ailesi ve arkadaşları kararına saygı duyuyor. Konuştuklarında siyasetten ve gündemden hiç bahsetmiyorlar. 
The New York Times, Hagerman hakkında bir haber yayımladıktan sonra 8 Kasım 2016’da dünyayla bağlantısını koparan adam bir tartışma yaratmış. 

Kimileri Hagerman’ın vatandaşlık görevini yerine getirmemekle suçluyor. Mashable. com sitesine göreyse o ABD’nin en bencil insanı. Sitedeki bir yorum “Şayet herkes onun gibi davransaydı, ABD’den ya da demokrasidenbahsedemezdik” şeklinde.
Hali vakti yerinde, kendisini toplumdan soyutlayabilecek imkânlara sahip birinin bu davranışını çocukça bulan; Trump idaresinin hayatlarını zorlaştırdığı diğer insanların bu imkâna sahip olmadığının altını çizenler de çok. 
Doğal olarak Hagerman’a gıpta edenler, onun gibi davranabilmeyi isteyenler de yok değil. 

Memleketimizde de iktidardan yana olmayanlarda yaygın bir bıkkınlık gözlemlemek mümkün. Son senelerde üst üste o kadar çok toplumsal travma yaratan olayla karşılaşıldı ki bu bıkkınlığı anlamamak güç. Birçok kişinin gündemi takip etmeyi bıraktığını ya da azalttığını da söyleyebiliriz.
 
Erik Hagerman, halinden memnun olduğunu söylüyor. Gündeme maruz kalmayı bırakanların da en azından belli bir rahatlama hissettiklerini tahmin edebiliriz. 
Peki bu tercih, vatandaşlık bilinciyle ne kadar bağdaşır? Toplumsal meselelerle ilgilenmeyi kesmek, o meselelerin hayatımızı yaşayışımıza etki etmesini engeller mi? Haksız yere işinden olanlar, baskı görenler, hapse atılanlar varken bütün bu olanlarla ilgilenmemek, akıl sağlığını korumak için kendini soyutlamak hakikaten bencilce midir yoksa bir hak mıdır? 

İktidar kendine destek olmayanları milletin bir parçası olarak görmeyerek, genel bıkkınlığı besliyor. Muhalefet iktidar blokunun seçim kaybetmesini imkânsız hale getiren bir seçim kanununa karşı bile direnemeyerek bu bıkkınlığa katkıda bulunuyor. İtiraf edelim, yapabilsek çoğumuz gündemi hiç takip etmemeyi yeğleriz. 

Gelgelelim, vatandaşlığın gereği gelecek kuşakların dahi hayatını belirleyecek böylesine önemli bir rejim değişikliği arifesinde kendini toplumdan soyutlamak değil, toplumun erişemediği kesimlerine durumu anlatmaya çalışmaktan geçiyor. 

Elbette zor ancak bu dönemde elden geleni yapmamak kadar zor değil.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Bunlardan bize zarar gelmez!’ - ALİ SİRMEN

Son günlerde ulema takımı arasında yer tutmuşlardan sadır olan saçmaların toplumsal etkileri iktidarın zirvesini sonunda kendisine de yönelmesi kaçınılmaz olan tehdit konusunda uyarmış görünüyor. 

Geçen gün Saray’da düzenlenen Diyanet Vakfı İyilik Ödülleri töreninde müftülere yönelik olarak yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan, “Onları modern Hasan Sabbah’ların sapık ve sapkın din anlayışlarıyla evlatlarımızıefsunlamasına ve neo Haşhaşilere çevirmesine izin vermemeliyiz” demiştir.
 
Sayın Erdoğan’ın, konuşmasında sözünü ettiği tehdit konusundaki uyarısının isabetli olduğunu belirtirken gerek kendisinin gerekse partisinin, geçmişte sıkça dile getirdiğimiz tehdit konusundaki uyarıları o zamanlar hiç de ciddiye almadıklarını söyleyebiliriz. 
Salı günü bu köşede çıkan “Laiklikten vazgeçmeyegör” başlıklı yazıda, dini siyasetin ortasına, siyaseti dinin göbeğine yerleştirip yaşamı tarikat- ticaret- siyaset üçgenin baskıcı alanına sıkıştırınca tarikatların büyük bir tehdit olarak ortaya çıktıklarını, Prof. Dr. Esergül Balcı’nın raporundan rakamlarla vurgulamıştık.

***

Türkiye’de 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu olduğunun belirtildiği söz konusu araştırmada, özellikle Güneydoğu bölgesinde yoğunlaşmış 800’ü aşkın tarikat okulu - medrese bulunduğu, büyük şehirlerdeki tarikat okullarının sayısının ise bilinmediği ama 210 bin öğrencinin tarikat okullarına gittiğinin tahmin edildiği bildirilmekte, 2012 yılından bu yana devletin eğitimden çekilerek alanı tarikat okullarına bırakma eğilimi çerçevesinde 4 bin 22 ilkokulu kapattığı açıklanmaktaydı. 

Özel yurtların durumu daha da ilginçtir. Sayıları 4 bini bulan bu kuruluşların 2 bin 400’ü yalnızca tek bir tarikatın elindedir.Tarikat yurtlarındaki öğrenci sayısı 210 bindir. 
Türkiye’de bir yandan AKP iktidara geldiğinde 60 bin olan imam hatip öğrencisi sayısı 1.5 milyona tırmanırken bir yandan da yüz binlerce öğrenci, tarikat okullarının ve yurtlarının denetimindedir. 

Bu iktidarın her türlü denetimden azade tarikat yurtları ve okulları konusundaki uyarılara hiç kulak asmaması sivil toplum kuruluşları olarak gördüğü bu örgütlerden kendisine zarar gelmeyeceği, bunların kendisine karşı tehdit oluşturmayacağı yanılgısından kaynaklanmaktaydı. 

Oysa dinci iktidara giden yolun gençlik ordusunu oluşturmanın aktarma kayışı konumunda olan biat temeline dayalı tarikatlar, iktidarın payandası olmayı değil, sahibi olmayı hedefleyen, biat temeline dayalı sivil toplum ile ilişkisi olmayan kuruluşlardır. 
Bu olgu Fethullah Gülen olayında bütün açıklığıyla ortaya çıkmış bulunmaktadır.

***

Ama sürekli soldan gelecek bir tehdit kâbusuyla yaşayan ve o yüzden yurttaşının yaşamını da kâbusa çeviren, öğretmenin, doktorun atamasını bile yapmaktan korkan iktidar, tarikatlar söz konusu olduğunda, “bunlar dini bütün kişilerdir, bize bir şey yapmazlar, bunlardan tehlike gelmez” zihniyetiyle hareket etmiştir bugüne kadar. 
Yaşananlar yanıldıklarını gösteriyor. 

Devletin zirvesinden gelen mesajlar da iktidarın da bu konuda, artık uyanmaya başladığının işaretleridir. 

Ne var ki siyasal iktidar ile bu tarikat kuruluşlarının aralarındaki geçirgenlik, bu mücadelenin polisiye önlemler ve yargı alanlarında da yetersiz kaldığını, bundan sonra da kalacağını göstermektedir. 

Siyasi iktidarın, radikal İslamın oluşmasında büyük bir etken olan tarikatların oluşturduğu tehditle mücadeleye ciddi olarak niyetlenmesi halinde “bindiğiniz dalı kesiyorsunuz, bizimle uğraşacağınız yerde, zındıklarla mücadeleetsenize!” (burada kastedilen laik demokratlardır) propagandasının başlayacağı ve iktidarın tabanında da geniş yankı bulacağı kuşkusuzdur. 

Bu durumda algılamaya başladığı tehdit ile mücadele edebilecek yapıda olmayan siyasi iktidar, solundan gelmesini beklediği darbeyi sağından yiyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

14 Mart 2018 Çarşamba

Cumhur = AKP+MHP seçmeni - ÇİĞDEM TOKER

Mühürsüz oy pusulasını legal çerçeveye oturtan (böylece şaibeli 16 Nisan referandumundaki şaibeyi zımnen teyit eden), aynı apartman sakinlerini farklı sandıklara dağıtma yetkisi veren, seçim çevresi kavramını sandığın konulduğu odaya dek daraltan, sandık kurullarında siyasi parti temsilcisini kaldırıp tamamını atanmış memurlardan oluşturan, yalnızca sandık kurulu yetkilisine değil vatandaşa da ihbar yoluyla polis çağırma hakkı veren “Cumhur İttifakı” TBMM Genel Kurulu’nda yasalaştı.


***

Haklı çıkmanın insanın keyfini ziyadesiyle kaçırdığı durumlar vardır. 
İki hafta önce, teklif Komisyon’a geldiğinde, bu köşedeki yazıda şöyle bir paragraf yer aldı: 
“Olağanüstü bir durum yaşanmazsa, bugün görüşülmeye başlanacak kanunteklifi, CHP ile HDP temsilcileri ne kadar itiraz ederlerse etsinler, ne kadar aleyhte konuşurlarsa konuşsunlar, ne kadar süreci uzatmaya çalışırlarsa çalışsınlar ve bunların neticesinde ne kadar gerilimli ortamlar yaşanırsa yaşansın, aritmetik üstünlükle Meclis’te yasalaşacak. (...) Meclis çatısı altında ne kadar büyük kavgalar, tartışmalar, laf atmalar, bu laf atmalardan kaynaklı molalar, ara vermeler, ertelemeler yaşanırsa yaşansın, en nihayetinde bumetin iktidar partisinin aritmetik üstünlüğü ve hiyerarşik yapısıyla yasalaşacak.Oyları ‘hayır’ bile olsa, ana muhalefet partisinin Meclis’teki varlığı, gelinen noktada anayasaya aykırı bu kanun teklifinin yasalaşmasında araçsal bir işlevi kendiliğinden üstlenmiş olacak.”
***

Tam olarak böyle oldu. Cumhur’u “eşittir AKP+MHP seçmeni” olarak tarif etmiş olan bu teklif, takvim/saat taktiği gözetilerek cumhurdan kaçırıldı. Aksine karar alınmadıkça pazartesi günleri çalışmayan, (Meclis TV’nin de yayın yapmadığı gün) TBMM Genel Kurulu emrivakiyle çalıştırıldı. Milletvekilleri doğru düzgün bilgilendirilmeden, aralıksız 20 saat çalışmaya zorlandı. İtirazlar işe yaramadı. 
Salı günü görüşülse, Meclis TV’den Türkiye’nin her yerindeki vatandaşların, gerekirse internetten de izleyebileceği bu oturumu, canlı olarak izleme imkânı ortadan kaldırıldı. 
İzmir Milletvekili Musa Çam’ın, “Cumhur ittifakını” eleştirirken Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın vaktiyle MHP Genel Başkanı Bahçeli hakkında telaffuz etmiş olduğu ağır ve nezaket dışı ifadeleri -Bahçeli’ye “bizim hiçbir zaman saygıda kusur etmediğimiz” ifadesini kullanmasına rağmen- hatırlatması, fiziksel şiddete ramak kalan olaylara yol açtı. Herkesin hatırlayacağı kadar kısa bir zaman önce, birbirleri hakkında demediklerini bırakmayan yeni ortakların, bu sözlerden birinin kürsüden hatırlatılması karşısında, itiş kakışlara varan tahammülsüzlüğü, ittifakın nasıl bir zeminde durduğu konusunda çok şey anlatıyor.

***

12 Eylül darbe rejiminin getirdiği yüzde 10 barajına dokunulmaması, “Cumhurittifakı” formülünde geometrik çarpan etkisi yapıyor. 
Malum yasa, seçimlere ittifak ederek giren bir partinin, o seçimde aldığı oy oranına bakılmadan, diğer partinin barajı geçmesi halinde onun da baraj üstü sayılmasını sağlıyor. Böylece yüzde 6 oy oranıyla barajı aşamayacak bir parti, ittifak yoluyla temsil hakkı kazanabilecek. Buna karşılık yüzde 9.9 alan bir parti, eğer ittifak yapmaz ise Parlamento dışında kalacak. 
AKP’ye ve onun temsil ettiği her şeye, sonsuz saltanat bahşetmek üzere planlanmış bu kanun, milyonlarca seçmenin iradesini ayaklar altına alıp çiğneyecek, kaldırıp çöpe atacak hükümlerle doludur. Hazin olansa, bu yasanın, bir yıl sonra erişilmek istenen sonuçla tamamen devre dışı bırakılacak TBMM aracılığıyla çıkmış olmasıdır.

Çiğdem Toker /  CUMHURİYET

Hakiki katılımcı demokrasi: Küba - CEYDA KARAN

Ülkenin yönetimine dair kararların ilelebet ‘yüce bir iradeye’ teslim edilmesini izleyip, üzerine soğuk su içmekte olduğumuz şu hazin günlerde, Küba’ya imrenerek bakıyoruz. Okul çocuklarının gözetmenlik yaptığı sandıklar eşliğinde demokrasi şenliği yapan Küba, haliyle insanın umutlarını tazeliyor, içini açıyor.

***
Fidel Castro liderliğindeki 1959 devrimiyle oluşan sistemi ‘diktatörlük’ diye pazarlayan ‘medeni dünyaya’ bakmayın siz. Liberal demokrasinin geleneksel şablonuyla bile, isteseler görüntü olarak İsviçre’nin ‘doğrudan demokrasisi’ ile paralellik kurabilirler. İstemezler. O yüzden seçim sistemine dair bilgi kırıntısı bile görmedikleri haberleri işe yaramaz. 
Bu kez de Küba’daki seçimleri, devrimin liderlerinden 87 yaşındaki RaulCastro’nun aday olmayacağından hareketle, ‘Castro’ soyadının ‘silinmesi’ üzerine kuruluyor. Nafile bir çaba! Bu esnada Kübalılar geçen sonbaharda başlayan seçimleriyle nanik yapıyor.

***
11 milyon nüfuslu Küba’da, 26 Kasım’da 168 yerel meclisin üyeleri belirlendi. Adayların yüzde 50’yi aşamadığı yerlerde aralıkta ikinci tur vardı. Bu seçim 2.5 yılda bir yapılıyor. Bu kez üyelerin yüzde 65’i daha önce görev almamış isimler, yüzde 35’i kadınlardan oluşurken, katılım yüzde 78’i buldu.

11 Mart’ta sıra beş yılda bir düzenlenen 1265 üyenin belirlendiği bölgesel ve 605 üyenin belirlendiği Ulusal Parlamento seçimlerine geldi. Adaylar belirlendi. Bu kez resmi verilere göre yaş ortalaması 49, yüzde 86’sı üniversite mezunu, yüzde 53’ü kadın. Oy vermek gönüllüyken katılım yüzde 80’lerde. Bu da 8 milyon yurttaşın oy vermesi demek.

***
Küba ‘katılımcı demokrasi’ ile yönetiliyor. Halkın İktidarı (Poder Popular) yerel meclis, bölgesel konsey ve Ulusal Parlamento üzerinde yükseliyor. 16 yaşında herkes yerel ve bölgesel meclisler için oy kullanabilir ve aday olabilir. Ulusal parlamento için 18 yaş sınırı var. 
Yerel meclis adayları yeteneklerine göre, komşuları ve çevreleri tarafından açık, şeffaf süreçte seçilir. Seçim gizli oyla olur. Biraz tuhaf ama sandık başlarında okul çocukları durur. Küba Komünist Partisi (PCC) aday öneremez, destekleyemez. Aslında seçimlere katılmaz. Son ulusal meclisin üyelerinin 45’i PCC üyesi değildi. 
PCC İspanyol sömürgeciliğine karşı ulusal kahraman Jose Marti’nin kurduğu devrimci gelenek üzerinde yükselir. 1965’te tüm partileri aynı çatıda buluşturmuş PCC ‘ideolojik önderliktir’. Üyelik, aday gösterilmek ve bir yıllık deneme sonrası olur, onur addedilir.

***
Küba’da adım adım ilerlersiniz. Her an geri çağrılabilirsiniz. Seçilmek yetmez, hesap vermek gerekir. Siyasette paranın hükmü geçmez. Siyaset meslek değil, yarı zamanlı kamu hizmetidir. Tam zamanlı görev alanlar, ayrıldıkları işten ne alıyorlarsa o ücreti alırlar. 
Yerel ve ulusal meclislerde kararlar milyonlarca insanın on binlerce tartışma toplantısı eşliğinde alınır. Kamu sağlığından çöplerin toplanmasına, bütçeye her şey tartışılır, öneriler alınır, yasalar değiştirilir. Ulusal parlamentoda sendikalar, kadın, öğrenci ve küçük çiftçi birlikleri temsil edilir. Kadınların son ulusal parlamentodaki oranı yüzde 48.9 idi. ABD’de oran yüzde 19.4’tür.
***
Ulusal meclis, Devlet Konseyi’nin bir başkan, altı yardımcı ve bir sekreter dahil 31 üyesini belirler. Yani başbakan ve kabinesini. Dış politika, ekonomik ve sosyal planlama, bütçeyi hazırlamak ve parlamento onayına sunmakla mükelleftirler. 
Şimdi parlamento nisanda yeni başkanı seçecek. Küba aslında yarı başkanlıktır. Başkanların bakan, büyükelçi atama yetkileri yoktur. Bu kararları seçilmiş temsilciler verir. Başkan aynı anda Devlet Konseyi’nin başı da olabilir. Ama o zaman ayrı ayrı seçilmesi gerekir.
***
Onca ambargoya ve sabotaja rağmen ayakta kalan Küba sosyalizmi, mükemmel değildir. Ama okuma yazmanın yüzde 99.8 olduğu, tıbbın en ileri ülkesi, UNICEF’in çocuk hakları şampiyonu olan bu ülkenin ‘özgürlük yoksunu distopya’ diye sunumu ibretliktir. Hele de kendi sosyo ekonomik modelleriyle ‘temsili demokrasiyi’ işletemeyenler açısından. Sandık demokrasisi görünümlüleri hiç saymıyoruz. Aklımız o ‘yüce iradelerin’ yönetimine nasıl ersin!

Ceyda Karan / CUMHURİYET

“Cumhur İttifakı” için İslam’ı güncellemek - TURAN ESER

AKP iktidarı güç kaybediyor. Bunun nedenler çok: Toplumsal huzursuzluk, şiddet ortamı, endişeli hayatlar, artan ekonomik kriz, yoksulluk, eğitim ve sağlık sisteminde yaşanan tahribatlar ve dinselleştirme, adaletsizlik, hukuk dışılık, devletin, cemaatlerin ve fetvacıların özel hayata müdahalesi, mezhepçilik ve tek adam rejiminde duyulan endişeler diye sıralayabiliriz.

AKP’de önemli kopuşlar da yaşanıyor. AKP/Saray bunun etkilerini kırmak için başlıca altı tedbir almış. 2019’a kadar buralarda da bir “güncelleme” ve artma olabilir.

Birincisi, algı mühendisliği. Yandaş araştırma şirketleri, AKP-Saray üzerinden yorumculuğu meslek edinmişlerle medya üzerinde, “Erdoğan 2019 rahat kazanıyor. Hem de yüzde 60 -65 desteği var” yalanıyla, toplumsal algıyı “gücün yanında yer al” türünden yönlendirici manipülasyonlar. Oysa AKP’ye ittifak, eksen ve retorik değişikliğine zorlayan gerçek araştırmaları sonuçlarıdır.

İkincisi, korkuların ittifakını sağlamak. AKP’nin yüzde 50+1 oy alamama korkusu ile MHP’nin yüzde 10 barajının aşamamasıyla oluşan iki korkunun ittifakıdır.

Üçüncüsü, bugüne kadar oy kullanımında yaşanan şaibeleri meşrulaştıran ve sandığa her türlü müdahaleye zemin ve fırsat sunan “İttifak Yasası” ile iktidarı güvenceye almak.

Dördüncüsü, siyasal retoriğin “milli ve yerli” olan Sünni-Türk makbul vatandaş kalıpları içine sıkıştırmak. Alevileri, Kürtleri ve tüm azınlıkları “milli ve yerli” kavramının dışında tanımlayarak, Kızıl Elmacı ve Türk-İslam sentezci siyasal retoriği benimsemek.

Beşincisi olarak da, “ileri demokrasi, AB’ye gireceğiz” retoriğini, Ortadoğu’ya “huzur getireceğiz” retoriğine çevirmek. Öte yandan ise “OHAL ve KHK”, “Güvenlikçi” ve “şiddet dilli” ile memleketin huzurunu kaçıran korkuyu örgütlemek.

Altıncısı ve en güncel olanı ise, din istismarı siyaset ile mezhepçiliği kamu kurumlarında, kamu hizmetlerinde yaygınlaştırarak, kamusal alanda dinciliğe sınırsız örgütlenme hakkı sağlanmıştı. FETÖ bile bu iktidar eliyle devletin en kilit noktalarına taşınmıştı. Buna ek olarak, gerek devlet fetvalarının, gerekse İslamcı cemaat şeyhlerinin ya da ilahiyatçıların toplumsal huzuru bozan, özel hayata müdahale eden uçkur derinliğindeki fetvaları, birçok dindarı, laik kesimleri, kadınları ve özellikle gençleri rahatsız ediyordu. Resmi ve sivil ulemanın yarattığı “Siyasal İslamcılık” algısının, genç, kadın ve bazı dindar seçmenleri AKP’den uzaklaştırmıştı.

Bunun farkında olan AKP, “İslam güncellenmeli” retoriğine sığınmak ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu retoriğe katılmasını sağlandı. Bu “İslam güncellenmeli” retoriğinin aynı zamanda MHP seçmenini ve olası İYİ Parti’ye gitmesi muhtemel laik yaşam hassasiyeti yüksek olan dindar kesimleri tutmak için dönemsel bir söylem olduğunu belirtmekte fayda var. 

Siyaseti hizmet, huzur, adalet, eşitlik ve toplumsa barışı sağlamak, demokrasiyi, özgürlükleri, emeğin hakkını ve temel insan haklarını korumak için değil de, “iktidarı korumak” ve “sonuç alma sanatı” olarak görenler için, her yol mubahtır.

AKP de tam da bu nedenle siyasal kampanyasını öncelikle Erdoğan’ın iktidarını korumak ve sonuç almak üzerine kuruyor. Bu yüzden, oy toplama stratejisini “milli, yerli ve dini değerler” retoriği üzerine kuruyor. Kendisine yakışanı yapıp, evrensel “değerler” önermiyor. İktidarda kalma uğruna sığındığı tek değeri var; pragmatizmdir. Zamana, ihtiyaca, konjonktüre göre, iktidarını korumak ve varlığını sürdürmekle sınırlı. 

Dolaysıyla değerlerin evrensel bir özü yoktur, melezlik vardır. Dün sığındığı “ileri demokrasi” retoriğini, “OHAL ve KHK” ile halkı korkutma retoriğine çevirdi. “Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” retoriğini ise, “Milli ittifak” ile etnik ve din milliyetçisi mezhepçi bir Kızıl Elma cephesi kurmaya çevirdi. 

Bu melezlik AKP’nin tüm siyasal retoriğinde yer almıştır. “Teknolojiyi Batı’dan alacağız ama değerlerimizi koruyacağız” diyen bu melezlik, “okullarda çocuklara tablet vereceğiz ama dindar ve kindar nesil yetiştireceğiz” diyen melezliğe kadar dönüşür. Okulla bilişim odası ya da kütüphane yerine mescit açarlar. Çocuklarını, “Hristiyan Klübü” dedikleri Batılı ülkelerin okullarındaki “değerlerle” yetiştirenler, yoksul halkın çocuklarına İmam hatiplerde “milli ve dini değerler” öneren melezlikle sürer gider.

Halkın çocuklarına şehitliği, kendi çocuklarına bedelli askerliği ya da raporlu olmayı sağlarlar. İktidar hırsı başkadır. Siyaset kültürünü ve etiğini yozlaştırır. Toplumsal olanı şahsileştirir. Dün söylenenleri yalanlar. Her yalana bir kılıf ve argüman bulunur. Söz konusu iktidarı olunca, her tür ilkesizlik ve ahlaksızlık siyasette mübah sayılır. Dün yapılan küfürler, bugün iltifata dönüşür. İktidar müptelalığı kendi içinde kör bir hırsı barındırır. O hırs iktidarı elinde bulunduranlara, her yolun kendileri için mubah olduğu hissini verir.

AKP ve MHP’nin “İttifak Teklifi” yasa taslağı da, demokrasinin değil, 12 Eylül zihniyetini sürdürürken, güce tabi olan baraj altı partilere baraj aşmanın bir başka yolunu açıyor. Bize düşen görev ise, yalan, şahsileştirilmiş devletin ve iktidarın korumasından başka hiç bir amaç taşımayan, bu “Cumhur ittifakı” hakkında en geniş kesimleri bilgilendirmek. Kapı kapı dolaşıp herkese dokunacak ve söyleyecek yeni ilişkiler ağı kurulmalıdır.

Turan Eser / BİRGÜN

Şimdi birileri “bize Calvin lazım” der mi?: İbni Haldun, İbni Rüşd fena olmaz, bir deneyin - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ama yok ille bir yabancı din reformcusu istiyoruz denecekse Calvin yerine ondan daha muazzam bir insan olan Castellio’yu öneririm.


Gece gündüz cinsellikle yatıp kalkan Nureddin Yıldız adlı zat ile benzerlerinin şirazesinden çıkan sözleri nedeniyle AKP Genel Başkanının duruma müdahil olması gündemimize yeni bir konu kazandırdı: İslam’ın güncelleştirilmesi.

Konu bir hayli sorunlu. Lafının üstüne laf söylenemeyen genel başkanın” bu zatlar yüzünden İslam yanlış anlaşılıyor.

İslam’ın güncellenebileceğinden bile habersizler” sözlerine kendi cenahından itirazlar yükseldi bile. Genel başkana “haddini aşma” diyenler de çıktı. Konu bu nedenle bir hayli sorunlu. Kaşının üstünde gözün var denmez genel başkan bile “yenileme, güncelleme” lafları etti mi karşısında bir dolu fengaver buluyor.

İslam dininin kurallarını pratikte nasıl uygulayacaklarını bildiğini iddia edenler ile nasıl olması gerektiğini söyleyenler arasında uzun yıllardır süren bir soğuk savaş var malum. Bu savaşta en çok “asıl İslam bu değil”i duyuyoruz. İslam dininin pratikteki uygulamalarını, varoluş amacına uygun bulmayanların “mevcut İslamı” kontrol altına alamadığı ama, bu nedenle hiç değilse yönlendirmek istediğini biliyoruz. “Gerçek İslam bu değil”cilerin elini güçlendiren bir çıkış oldu genel başkanın sözleri. Ben hemen buun ardından birilerinin hemen ortaya atılıp “bize bir Calvin lazım” demesini bekledim ama şu ana kadar söyleyen çıkmadı. Birkaç yıl önce Ertuğrul Özkök, bunu yazmıştı oysa, İslam dünyasına bir Calvin lazım” diye.

O dönem atmosfer daha farklıydı demek ki. İslamcı iktidar bu kadar güç kazanmamıştı. İktidarına güvenip sokaklarda kendinden emin tehditkar havalarda dolaşan “cihangir, etiler sakinlerini hedef aldığını söyleyenler yoktu. O nedenle “bize de bir Calvin lazım” denebilmişti.

Calvin tartışmasının yapılmasına yol açan bir iki gelişme vardı anımsatayım. Kendisini, üstelik Atatürkçü olarak tanımlayan kerameti kendinden menkul bir şeyhin (!) Cuma namazını, başörtüsü de takmayan kadınlarla birlikte kılması yukarıda sözünü ettiğim “soğuk savaşın” her iki cephesini birbirine düşürmüştü. Şeyh efendinin eylemi ilk bakışta, kadınlara İslam’da erkeklerle birlikte yer açmak olarak anlaşıldığı için pek bir “ilerici” kabul edilmişti.

Kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kılmalarının doğru olmadığını söyleyenler de vardı taii her zaman oduğu gibi. Kişisel olarak, İslam’ın bir erkek dini olduğuna inanmış, dolayısıyla kadınlar lehine yapılacak her değişikliğe onay vermiş birisi olmama karşın, kadın erkek birlikte namaz girişiminde kadınları erkeklerle eşit kılma çabası falan görmemiştim ben, doğrusuu isterseniz. O yapılan, tüm hayatımıza yapıştırılmak istenen Amerikanlaşma’nın dindeki versiyonuydu. Kadınlar lehineymiş gibi sunulan, ama kadının İslam’daki gerçek yerini sorgulamaya kadar asla gitmeyen bir gösteriydi açıkçası. Caminin içinde başını açmak ya da erkeklerle birlikte saf tutmak, dışarıdaki yaşama ne kadar yansır? Bu, “gerçek İslam bu değilciler”ce asla konuşulmuujş da değildir.

Laikliği de İslam’ı da “yumuşatma” çabasıydı bunlar. Her iki yaşam biçimini, birbirlerini kabul etmeye zorlayan Amerikan politikası. Cuma namazında başı açık, erkeklerle birlikte saf tutmak, Türkiye basınında kimi yazarların çok yerinde benzetmesiyle söylersek, Hıristiyan ritüelleriyle bir İslam oluşturmaya çalışmak demekti. Bu “manevra”ya balıklama dalanların ne kadar gülünç olduğu da ortadaydı Pek bir sevinmişlerdi.

Kapitalizmin ahlaki ilkelerinin Hıristiyanlıktan apartma olduğunu bilen kimi aklı evveler de İslam’ın kapitalizmle uyuşup uyuşmayacağını konferanslar düzenleyip tartıkştılar. Dobra dobra söylemek zorundayım. Dertleri İslam’ın kapitalizmle uyuşup uyuşmadığını anlamaksa, içleri rahat olsun, uyuşur. İslam dahil tüm kitaplı dinler, kapitalizme “cevaz” veren dinlerdir.

İslamcı arkadaşlar kızmasınlar ama bu nedenle İslam’ın, tüm iddiasına karşın, kapitalizmin sorunlarını çözeceğine de inanmam. Artı değer sömürüsüne “zekat” uygulaması iyi niyetli ama gerçekçi olmayan bir çabadır. Bunu geçiyorum. Bir ara da “laiki dindarı Cuma’da buluşsun” giriimleri olmuştu. “Hıristiyanların Pazar ibadetleri varsa Müslümanlar’ın da Cuma ibadeti var” şeklinde, “birbiriyle benzeşme” durumu oluşturma gayretlerine de tanık olmuştuk yani memlekette. Yutan yutsun.

İslam’da günceleme yanlısı olanlar İslam’ın Calvini’ni aramaya işte o zaman başladılar. Henüz dediğim gibi şu sıra yeniden söz eden yok ama şu tartışma biraz daha dallanıp budaklansın, “bizim dinimiz böyle değilciler”den tatmin olmayan “endişeli modernler” yeniden Calvin önermeye başlarlar. Umarım o zaman İslam’da bir Calvin ararken, aradıkları bu Calvin’in ne tür bir ademoğlu olduğunu biliyorlardır.

Çünkü bu Calvin dedikleri pek de öyle örnek alınacak bir zat değildi. Doğrudur, güçlendiği ilk on yıl içinde Calvin, Katolik kilisesinin 600 yılda gerçekleştiremediğini gerçekleştirmiş bir reformcuydu. Insitutio Religions Christianae (Hıristiyanlık’ın Kutsal İlkeleri) adlı kitabında Katolik bağnazlığa başkaldıran Protestanlık’ın ilkelerini anlatır. Zaman geçtikçe Katolikler’den daha bağnaz olduğu da bir gerçektir ama.

Çağında, tiyatro, her türlü eğlence, hatta buz pateni bile der kimileri, yasaktır günah olduğu gerekçesiyle. 15 yaşından küçük kızların ipek, büyüklerin ise kadife elbise giymeleri gerek gibi tuhaf kurallar da dayatmıştır Protestanlar’a. Fransız romancı Balzac’ın Calvin değerlendirmesi, bu adamın yarattığı terörün Fransız Devrimi’nin tüm kanlı teröründen daha tüyler ürpertici olduğu yönündedir. (Balzac’ın Fransız İhtilali terör yarattı tespitine de katılıyor değilim bu arada).

Dinde reform çabası içinde olan büyük din reformcusu Servet’i ateşte yaktıran da Calvin’dir. O çağın gereğidir denilmesin, bu tür cezalandırmayı insanlık dışı bulan çok sayıda din adamı vardı. Bu uygulama Calvin’in kişisel diktatörlüğüydü sadece. Stefan Zweig, Calvin düşüncesi Avrupa’ya egemen olsaydı, “Avrupa nasıl karanlık, nasıl renksiz olurdu,” der.

İslam dünyasında bir Calvin aranacağına, aklın, gerçekliğin İslam dünyasındaki temsilcileri olan İbni Haldun, İbni Rüşd ne güne duruyorlar. Onlar Batı’dan değil diye beğenmiyorsanız, ben de Batı’dan bir örnek vereyim. Calvin’in diktatörlüğüne karşı duran, aklıyla, insan sevgisiyle, başka din mensuplarına hoşgörülü yaklaşımıyla büyük bir din reformcusu olan Sebastian Castellio’ya ne buyrulur?

Castellio bugün yaşasaydı, başka din mensuplarına zulüm yapıyor, başka ülkeleri işgal ediyor diye Amerika’ya muhalefet ederdi. Bizim Amerikan İslamı peşindeki aklı evveller, zamanının Bush’u ya da Trump’u Calvin’i sevmekte, onu İslam’da da bulunması gereken bir reformcu görmekte haklılar. Amerikancı aklı evvel, İslam’da kadının erkekle eşitliğinden çok, Hıristiyanlıkla, İslam’ın birbirine uyumundan yanadır. Arada kadınıyla erkeğiyle, iman etmiş olanlarla emekçiler kaynayıp gitsin, kimin umurunda.

Güncelleme denince aklıma geldi birden.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

13 Mart 2018 Salı

Hangi siyaset tarzı? - OĞUZ OYAN

Geçtiğimiz hafta ilginç siyasi gelgitlere sahne oldu. Topluca bakıldığında ilginç sonuçlar çıkarılabilir.

En güncel konu 2019 seçimlerinin siyasi/hukuki güvenliği. AKP bunu tahrip edecek önlemleri almakla meşgul. Siyasi partilerin ittifakına ilişkin yasa düzenlemeleri de aynı kapsamda; AKP'nin bu seçimleri de hanesine yazmanın hesapları üzerine kurgulanmış bir düzenleme.

CHP sekiz partiyle (bir bölümü artık tabela partisi olduğu için, aslında üç partiyle) görüşmeler yaparak bir "Seçim Güvenliği" raporu hazırladı ve bunu 8 Mart Perşembe günü AKP Grup Başkanvekili M. Elitaş'a sundu. (MHP bunun için randevu vermeyerek ayrı bir tartışma yarattı, ama bunu önemsemek gerekmiyor). Böyle bir raporun hazırlanmasının amacı neydi? Muhalefetin Meclis komisyonunda söyleyemediği bir konu, bir itiraz, bir uyarı kalmış mıydı? Komisyonda veya kulislerde iktidar partisi bazı bakımlardan geri adım atma işaretleri mi vermişti? Yoksa bu raporla ülke dışına ayrı bir mesaj mı iletilmek isteniyordu? İleride bir hukuk davasının ek dosyası mı yapılacaktı? Siyasi bir gösteri yapılarak kamuoyunun dikkati bir kez daha mı çekilmek istenmişti? Seçim güvenliği konusundaki çaresizlik, AKP ve MHP'yi "yalnızlaştırarak" bir siyasi baskıya mı dönüştürülmek istenmişti? Yoksa birşeyler yapıyor görünmek ya da yalnızca tarihe not mu düşülmek istenmişti?

Bunun nafile bir çaba olduğunu, raporun AKP grubuna teslim edilişini, mealen, "geldikleri gibi gittiler" şeklinde dalgasını geçerek yorumlayan RTE oldu. Kendi rejimini inşa etme yolunda hiçbir engel tanımayan bir anlayışın, hâlâ olağan bir siyasi rejim içinde yaşanıyormuşçasına, anamuhalefetin kendisine kendisi hakkında şikayetname sunmasını ciddiye alması beklenebilir miydi?

Herhalde raporu sunanlar da bunu beklemiyorlardı. Peki ama bu nafile çaba neden? Anamuhalefet, muhalefet etmesi gereken yerlerde ve zamanlarda görevini yapmamaktan dolayı oluşan siyasi sıkışmayı (Adalet Yürüyüşü örneğinde olduğu gibi) bir tür telafi düzeneğiyle aşmaya mı çalışıyordu? Türkiye'de hukuk güvenliği ve anayasal yargının sıkıştırılması konusunda gereken siyasi ve hukuki hamleler zamanında yapılmayınca, bugün artık "risale" yazmaktan başka çare bulunamamış da olabilir. OHAL koşulları altında 2017 Referandumunu birkaç cılız itiraza rağmen kabullenmek (ki hem başbakan Yıldırım hem de bakan Türkeş, Tayyip ayarı yemeden önce, bunun olamayacağını beyan etmişlerdi) veya tersinden söylenirse böylesine bir siyasi saldırıya karşı bütün siyasi eylem biçimlerini denememek nasıl bir siyaset biçimiydi? Peki KHK'ların anayasal süresi içinde Meclis gündemine getirilmeyişini sorun yapmamak, gerekirse Meclis kürsüsü önünde sabahlayarak bunların Meclis'te görüşülme baskısını kurmamak nasıl bir tarz-ı siyasetti?

***

İktidarın ne tür bir muhalefetten çekindiğinin başka örneklerini de gördük geçen hafta. Şeker Fabrikalarının özelleştirilmesi konusundaki tepkinin parti ayırımı olmaksızın toplumsallaşması karşısında bazı geri adımlar atıldı ve atılmaya devam ediliyor. Gerçi özelleştirmeden vazgeçilmiş değil; AKP'nin bu konudaki sicili, neoliberalizm üzerinden dünya kapitalist sistemine bağlılığı, belki de ayrıca verilmiş bazı sözler buna izin vermez. Vermez ama, büyüyen tepkiler bazı göz boyama hamlelerine mecbur kalmasına da yol açabilir: İktidarın Cargill şirketi ile özel ilişkilerinin olduğu söylentileri öylesine tabana yayıldı ki, "nişasta bazlı şeker kotası yüzde 5'e düşürülebilir" yönündeki açıklamalar AKP genel başkanı ve başbakanından peş peşe geliverdi. Ama Tarım Bakanı Fakıbaba "nişasta bazlı şekerin kotasının arttırılıp artırılmayacağı" sorusuna, “öyle bir durum söz konusu değil” karşılığını vermekle yetinirken, kotanın düşürülmesinden hiç söz etmiyordu.

Ayrıca Tarım Bakanı daha da evlere şenlik bir açıklama yaparak, "bazı şeker fabrikalarına biz de talip olabiliriz" dedi, sonra da bu "biz"in Tarım Kredi Kooperatifleri Birliği eliyle satın almak biçiminde olabileceği şeklinde açıklama getirdi! Soru bir: Tarım Kredilerİ devletle özdeş mi? Soru iki: Öyleyse -ki değil- o halde neden özelleştiriyorsun? Tepkileri sönümlendirmek veya iki aşamada gerçekleştirmek için mi?

Hem Başbakan hem Tarım Bakanı ayrıca satılan fabrikaların kesinlikle kapanmayacağı, işçilerin bütün haklarının baki kalacağı, arazilerinin satılmayacağı güvencelerini vermek için de yarıştılar. Bunların daha önceki özelleştirmelerde örneği çok görülmüş ikiyüzlülüklerden ibaret olduğu biliniyor. Ama olsun, bunları sabah akşam tekrarlamak zorunda kalıyorlarsa demek ki papucu pahalı görmüşler. İşte işe yarayan bir muhalefet türü. Bunda CHP'nin de önemli katkılarının olduğunu biliyoruz. O halde "hangi siyaset tarzı" sorusunun yanıtı açık değil mi?

Tabii burada bir adım ötesine götürmezseniz iş yarım kalır: Özelleştirmeler eğer önlenemezse, bunların geri çevrileceği sözünü topluma verebilmek gerekiyor. Tıpkı diğer özelleştirmelerin pek çoğunda olacağı gibi. Kuşkusuz bunu yapabilmek için anti-liberal bir ekonomik programın topluma sunulması ve benimsetilebilmesi gerekiyor. İyi de buna hazır bir muhalefet partisini Meclis'te görebiliyor musunuz? Olmayınca da AKP iktidarına düzen partilerinden alternatif oluşamıyor.

***

RTE'ye sınırlarını gösteren ve kısmen geri adım attıran bir başka konu da "İslam'da güncelleme" çıkışı oldu. Üçlü seçimler öncesinde AKP'nin toplumun laik kesimleri üzerindeki korkutucu yüzünü yumuşatmak, kendisinin ve güdümündeki Diyanet'in denetimi dışındaki fetvacıların şeriat devleti arzularının, bu süreci toplumun kabul ve sindirme sınırlarını aşacak biçimde hızlandırma çabalarının önüne set çekmek üzere yaptığı uyarıya dönük olarak "haddini bilmeye" davet edilmesinin de gösterdiği gibi, ayarlar çift taraflı olarak verilmiş bulunuyor. (Bütün bu hengame içinde, RTE'ye "ayetler değiştirilemez" üzerinden had bildiren CHP'liyi de radikal bir muhalefet örneği olarak not edelim!). Tarikatların iktidara ekonomik bağımlılığının derecesi ve siyaseten iktidar seçeneği olamayacak konumda oldukları düşünülürse, şimdilik bir kol güreşine taraf olmayacakları ve daha düşük profile geri çekilebilecekleri öngörülebilir. Ama "dünyada Allah'ın gölgesi" sahte imgesinin de yara aldığı söylenebilir.

Bir haftanın kısmi bir bilançosu üzerinden, iktidara muhalefet etmenin hangi siyaset tarzı üzerinden etkili olabileceği sonucu çıkarılabilir mi? Bu soru yanıltıcı olabilir, çünkü ne gözlemlerimiz bir haftayla sınırlı ne de hatta Türkiye ile sınırlı. Son örnek olarak İtalya seçimleri bile, çürümüş bir sistemin değerler sistemi içinde kalınarak alternatif olunamayacağını göstermiyor mu?

Oğuz Oyan / SOL

Milletsiz milliyetçiler - ORHAN GÖKDEMİR

Milliyetçiliğin gemi azıya aldığı o tanıdık dönemlerden birinden geçiyoruz madem, İslamcılığın arkasına ekleyelim, eksik kalmasın. Bakmayın tabu haline getirilmesine, Avrupa uluslarının keşfedilmesinin şunun şurasında iki yüz yıllık bir tarihi var. Bizdeki “Türkçülüğün” ömrü daha kısa, bir yüzyıldan az bir zaman önce keşfedildi o da. Daha önce “Türk” birkaç Osmanlı “tarih”inde hakaret niyetine kullanılan bir kelimeden ibaretti. Bakın Peçevi Tarihi veya Neşri Tarihi’ne; Kürtler ve Çingeneler ile birlikte toplumun en aşağı tabakası olarak zikredilmektedir. Nevzuhur Osmanlıları kızdırmak gibi olmasın ama Osmanlının Türklük gibi bir iddiası hiç olmamıştır.

“Uluslar Miti ve Avrupa Kimliği”, Yazılama Yayınları’nın kitabı. Yazarı P.J. Geary. Çağdaş Sümer’in şahane Türkçesiyle bir solukta okunabilecek bir kitap. Dediği şu: “19. yüzyılda doğan Modern Tarih, Avrupa milliyetçiliğinin bir enstrümanı olarak yaratıldı ve geliştirildi. Milliyetçi ideolojinin bir aracı olarak Avrupa milletlerinin tarihi büyük bir başarıydı; fakat bu tarih geçmişe dönük kavrayışımızı etnik milliyetçilik zehri ile doldurulmuş bir zehirli atık çöplüğüne çevirdi ve bu zehir, popüler bilince sızdı.”

Çok güzel: Demek ki elimizde “milliyetler ve onunla örtüşen siyasi sınırların var olduğuna” değin herhangi bir veri yoktur. Bu iş için kullanabileceğimiz en etkili araç sadece dildir. Fakat dil de ne kültüre tekabül eder, ne de onu belirler.

Peki, ama bugünkü halklara kültürü ve dili miras bırakmış eski “halklar” (Mesela Germenler, Gallo-Romenler, Keltler, Franklar…) ne olacak diye soracaksınız “Uluslar Miti”nden aktarayım. Eski “halklar” ile bugünküler arasında kurulan bağlar da birer 19. yüzyıl mitolojisidir. Avrupa bugün olduğu gibi dün de birer halklar ve diller mozaiğiydi. Misal, 20. yüzyılın başında bile Fransa’da Fransızca konuşanların sayısı nüfusun yüzde 50’sinden fazla değildi. Bugünkü hali oluşturan şey, ne yazık ki bütün Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan I. Dünya Savaşıdır. Yani, etnik kökene dayalı milletler oluşmamış, tersine icat edilmişlerdir.

Bu millet imalatına “antik Yunan” da dâhildir. Martin Bernal’in tezi bu da. Konuyu incelediği “Kara Atena” adlı kitabı “Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? 1785-1985” alt başlığını taşıyor. Çevirmeni sevgili arkadaşım Özcan Buze. Bernal, Kara Atena’da bugün kavradığımız biçimiyle Antik Yunan’ın bütünüyle 19. yüzyılda kurgulandığını ileri sürüyor. Avrupa milliyetçiliğinin mucitlerinin, romantik yerel tarih tezlerine dayanak yapabilecekleri daha büyük ve “beyaz” bir efsaneye ihtiyaçları vardı. Aydınlanmaya ve Fransız Devrimindeki rolleri nedeniyle Masonluğa şaşı bakıyorlardı. Onların referansları eski Mısır’aydı. Milliyetçi bir tarih oluşturmak üzere Mısır’ı sildiler, doğan boşluğu Yunan ile doldurdular. Böylece Aydınlanmacılardan ve Masonlardan da kurtulmuş olmayı umdular. Özeti budur.

***

Hepsinin çıkışında gelişen kapitalizm ve bu canavarı beslemek üzere çıkılan kıtalar arası sömürge seferlerinin payı var. Pazar gelişmişti ve onu korumak üzere “milli sınırlar”a ihtiyaç vardı.18. yüzyılda, bir yandan halkların kökenini öte yandan da  “Batı Uygarlığı”nın temellerini tartışmaya başladılar. Üstünlüğü artık açık olan bu uygarlığın kökenleri Greko-Romen uygarlığa dayanıyordu. Ama onun da kökleri uzakta, Asya’daydı. Mesafenin aşılmasının yolu da “barbar istilalarında” bulundu. Barbar fetihleri ile uygarlık Avrupa’ya doğru taşınmış ve yeni bir senteze ulaşılmıştı. 
Taner Timur, bu tarih anlayışının Fransız Devrimi gibi kritik bir dönemeçte nasıl bir hal aldığını şöyle anlatıyor:
“Avrupa tarihini etnik açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi-Tiers Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Germenler) eski halklar (Gallo-Romenler, Keltler, vs.) arasında bir kavga olduğu kanısına vardılar. Böylece Ortaçağda unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde tartışılmaya başlandı… Tarih araştırmalarına büyük bir hız kazandıran bu tarihçiler, Fransa ihtilalinde ortaya çıkan büyük kapışmayı, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarı olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa ihtilali, eski halkların, yani Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikamıydı.” Şaşırtıcı değil, elde “sınıf” kavramı olmadığında bu büyük kavga böyle de görünebilir. Düğümü Marx ve Engels çözdü: Kavga ne etnik ne de dinseldi, derinlemesine sınıfsaldı.

Batılı, dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi kontrol altına aldıkça “beyaz adamın” üstünlüğüne daha fazla inanılmaya başlanmıştı. Temel hazırlanmıştı. 19. yüzyılda Avrupa’nın her yerinde “kıta ırkçılığı” boy verdi. Fransız düşünür Joseph-Arthur Gobineau, uygarlıkların yazgısını ırksal bileşimlerin belirlediğini işte böyle bir iklimde ileri sürecekti. Şöyle diyordu: “Tarih, yalnızca beyaz ırkların ilişkisinden doğar.”
Gobineau, kültürün, uygarlığın nedenini bilgi, birikim, marifet yerine insanın doğum kâğıdına bağlarken tıpkı ilkel kabilelerde olduğu gibi topluluğu kolektif bir bütün olarak tanımlıyor ve yaratıcılığı da bu bütünün marifeti sayıyordu. Birey ancak bir ırkın parçası olarak var olabilecek bir şeydi.

Nietzsche’den Hitler’e uzanan ve bütün Avrupa uluslarını içine alan bir kıta ırkçılığının ilk ve kaba formülasyonuydu bu. Başlangıçta “ırkın saf halini” temsil edenler Almanlardı, sonra devrimle birlikte Fransızlar öne çıktı. Gözden düşen Almanlar kendi kültürlerinin aşağılanmış olduklarını düşündüler. Irkçılığın en katı biçiminin bu ülkede boy vermesi, en saf olanın aynı zamanda en geride kalmış olmasından kaynaklanıyordu. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği hemen her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.

***

Bu arayışın türevi “Türkçülüğün” de, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında keşfedildiğini görüyoruz. Sancılı ve kuşkulu bir doğumdu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerleyecek, yol açtığı yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir acılı geçecekti.
19. yüzyılın ortalarına kadar “Türkiye” Batılılarca kullanılan bir deyimdi. “Türk olduğumuzu” Fransız Leon Cahun ve Macar Arman Vambery keşfetmişti. Cahun, “Kürt Ziya”ya, Ziya Gökalp’e öğretti ve o da bize öğretmeyi iş edindi. Göçebeydik, mutluyduk ve İslam’la tanışınca yozlaşmıştık; böyle yazıyordu Cahun. Vambery de Türklerin köklerine merak salmış, derviş kılığında Orta Asya’ya gidip gelmiş, orada Türklerin kökenini keşfetmişti. Türkler Rusya’nın arka bahçesinde atıl bir güç olarak öylece duruyordu. Birleşse iyi olur, en azından Rusların ilgisini içeriden dışarıya yönlendirirdi. Onun çalışmaları ile “Turancılık” Macaristan’da bir siyasi akıma dönüştü. Rusya’nın arka bahçesinden kopup gelen “Türk milliyetçileri”ni bir yana bırakıyorum. Gökalp’in esin kaynakları arasında saydığı Mustafa Celaleddin Paşa’nın da Konstantin Borzecki adlı bir “Leh asilzadesi” olduğunu hatırlatıp, o ünlü sözü tekrarlayım: “Türkçüler Türk değildir!

***

Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkili “devleti kurtarma çaresi” arayan aydınlar arasında bir fikir jimnastiği tonundadır. Bu ırki Türkçülüğün kaderini belirleyecek olan şeyin kendi olgunlaşması olmadığı daha o zamandan bellidir. Çünkü İslamcılık ve Osmanlıcılık siyasetlerinin kurtuluş umudunu yeterince desteklemediği noktada Türkçülük bir son çare olarak belirebilmektedir. Arkasında kimse yoktur, bir siyasal hareket değildir. İstanbul’da “Türk milliyeti arzu eden siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahvel” oluşmuştur. Üç-beş kişidir ve Türkçülük akımı yüzyıl önce bu kadardır. “Türkler” henüz “Türk olduklarını” bilmemektedir ve Türkçülük, Türklere Türk olduklarını bildirmek zorundadır. Zordur.

Bir millete mensup olmak, her durumda sonradan öğrenilen bir durumdur. Almanlar Alman olduğunu, Fransızlar Fransız olduğunu sonradan öğrenmişlerdir; biraz geç olmakla birlikte Türkler de Türk olduğunu öğrenmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu büyük bir hızla çöktü ve bu çöküşün içinde gerçekleştiği birinci büyük savaş bize bir siyasi sınır miras bıraktı. Bu sınırlar içinde sadece Türklerin yaşadığını söylemek saçmadır. Ayrıca bugün hala Türk’ten kastettiğimiz şeyin ne olduğuna karar verebilmiş değiliz. İcat etme çalışmalarımız sürüyor.

Ama şunu belirtmeden olmaz. Bu icat çalışmasında milliyetçilerimizin payı hiç yoktur. Bu yöndeki devasa ve en saygıdeğer adımı “Türklerin Tarihi” ile Doğan Avcıoğlu atmıştır. Ondan önce, şimdi küçümsenen Kemalist Tarih Tezi “Türk Tarihinin Ana Hatları” var. Gerisi bunların üzerindedir ve hepsi bu kadardır…

Devlet Bahçeli ve “hareketi” bu tarihin neresinde bilmiyorum ama böylesine zahmetli bir imalat süreci için pek acınası bir halde oldukları görünüyor. İslamcılarla el ele tutuştular ve kendileri ile birlikte ülkeyi derin bir çukura doğru yuvarlamaya çalışıyorlar. Çünkü “millet”i bir ihtiyaç yapan kapitalizm, son aşamada onu aşılması gereken bir sorun olarak görüyor. Haliyle rol verdiği bütün aktörleri hızla bir karikatüre dönüştürüyor.

***

İslamcılarımız dinsiz ve milliyetçilerimiz artık milletsizdir.
Tarih işini görüyor, kirlerden arınıyoruz, temizleniyoruz. Arındıkça sınıfa dayanmaya mecbur olduğumuzu daha net görüyoruz.

Orhan Gökdemir / SOL

Madrabazlık...- ORHAN AYDIN

-Arabesk düttürünün kralı salyalarını saçıyor.
-Her şeyi ile kral olsa ne ki ağabey, güce tapınan bir cahil işte.
-En son “Benim tuzum kuru ama düşkün sanatçılar var onlar için mücadele ediyorum.” demiş.

-Bre gafil sen kimsin ki, sanat ve sanatçı hakları için mücadele ettiğini söylüyorsun. Ülkemde ve dünyada hangi sanatsal durumdan haberdarsın?
-Yasaklanan oyunlar, sansürlenen kitaplar, işleri ellerinden alınıp kapının önüne konan, cezaevlerine atılan gazeteciler var. Opera, bale ve senfoni de ne oluyor, kültürel varlıkların durumu ile ilgili ne biliyorsun, sinema ve tiyatro destek fonu üstündeki pis oyunlardan haberin var mı?
-Olsa ne olmasa ne, bunlar onun sorunu değil, onun sorunu güce tapınmayı güncellemek.
-MESAM açıklaması bir el koyma belgesidir. Ortada süren bir soruşturma yok, şimdiye kadar yapılan soruşturmaların hiç birinde bir “düzenbazlık” bulunamamış, genel kurula sayılı günler kala yönetime aday bile olamayacaklarını anlayınca kayyum talebinde bulunuyorlar. RTE bakana emrediyor o da gereğini yapıyor. Oysa kayyum atanması için yasal hiçbir gerekçe yok. Kuklamız kendi dönemi ile ilgili kayıp paraların yanıtını vermek yerine, operasyon yaptırıp aklanmayı gerçekleştireceğini sanıyor.
-Kayyum atananlardan birinin “MESAM an itibariyle bizim elimize geçti” itirafı yapılmak istenenin dışa vurumudur.
-MESAM düşman işgalindeydi algısı yaratmak değil mi bu. Siz kimsiniz ki binlerce notayı hayata katmış ülkenin aydınlık yüzü müzik yaratıcılarını ve onların telif hakları için verdikleri mücadeleyi karalayıp düşman ilan ediyorsunuz?
-Söz tükeniyor ağabey.
-Aynı şey Devlet Tiyatrolarında farklı biçimde yaşandı. Meslek alanı ile ilgili hiçbir birikimi olmayan bir yetersizi getirip işin başına koydular. Ne oldu sonuç?
-Kurum tarihinin en kötü yıllarını yaşadı, üretimler müsamereden bin beter, sanatçılar ve sanat emekçileri arasındaki huzursuzluk dağ oldu, haklar budandı, üç yılın içine kurum bitirilme aşamasına getirildi.
-Görevi buydu.
-Şimdi o kımıl insan içine çıkmaz duruma geldi, bakanlıkta kızakta.
-MESAM için de aynı şey olacak. Telif haklarının üstüne kondurulan bu darbeci çetenin o kımıldan ne farkı var?
-Bunların önünü şimdiden kesmek gerek. MESAM üyesi müzik yaratıcıları seslerini yükseltmelidirler.
-Konuşanlar var ama yetersiz. Bu darbeye karşı duran kaç kişi varsa ortaya çıkmalıdırlar.
-Susmak erdemdir diye düşünenler ilk kaybedenler olacaktır.

ORHAN AYDIN / SOL

Afrodit’ten Leviathan’a 7 soruda Doğu Akdeniz’deki enerji savaşı - İBRAHİM VARLI

Doğu Akdeniz gazı kimler arasında, nasıl paylaşılacak? Akdeniz’in doğusundaki zengin enerji kaynaklarının yol açtığı paylaşım ve hegemonya kavgası yeni krizlere gebe. Son olarak Amerikan 6. Filosu’nun da devreye girmesiyle paylaşım kavgasında denklem daha da karışmış oldu. Çok aktörlü enerji satrancının bölgesel ve küresel yansımalarını yedi soruda özetleyelim.

1) Gaz savaşı ne zaman başladı?
Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım savaşı iki binli yılların başlarında zengin gaz rezervlerinin keşfiyle başladı. Güney Kıbrıs’ın Afrodit, İsrail’in Leviathan, Tamar ve Dalit olarak adlandırdığı alanlardaki gaz yataklarıyla, Mısır’ın Zohr bölgesindeki rezervler ülkelerin iştahını kabartırken, kıyı devletlerinin bu parsellerde hak iddiaları rekabeti tetikledi. Zengin enerji yatakları nedeniyle Kıbrıs ‘hidrokarbon adası’ olarak adlandırılmaya başlanırken, Avrupa’nın gaz gereksinimlerini karşılayabilecek potansiyelin bu bölgede olduğunun anlaşılması rekabete küresel bir hüviyet kazandırdı.

2) Kim ne istiyor?
Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin tamamı; İsrail, Lübnan, Mısır, Suriye, Güney Kıbrıs, Türkiye hak iddiasında. Buna egemenliğine el konulan Filistin de eklenmeli. Kıyı ülkeleri uluslararası anlaşmalara dayanarak, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) adı verilen, kendi deniz suları açıklarında gaz arama faaliyetinde bulunuyor. Ancak iç içe geçen tartışmalı sınırlar nedeniyle bu durum kriz nedeni. Tartışmalı bölgelerde taraf ülkeler gazın paylaşımında sorun yaşıyor. Ülkelerin kendi aralarında yaptıkları anlaşmalar bir diğerinin tepkisini çekiyor. Türkiye-Güney Kıbrıs, İsrail-Lübnan, Mısır-Türkiye arasında anlaşmazlıklar var. Türkiye, Güney Kıbrıs’ın ada açıklarındaki gaz faaliyetlerine, İsrail de benzer şekilde Lübnan’ın çalışmalarına karşı.

3) Münhasır Ekonomik Bölge nedir?
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) bir devlete kendi karasuları açıklarında 200 deniz miline kadar olan bölgede özel haklar tanıyarak her türlü faaliyette bulunmasına olanak tanıyan deniz bölgesidir. Bu hakkı da veren 1982 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi. Sözleşmeye göre deniz alanlarının devletlerin kendi aralarında yapacakları anlaşma ile belirlenmesi gerekiyor. Ancak Münhasır Ekonomik Alanlar, ülkelerin egemenlik alanı kabul edilmiyor, sadece deniz altındaki doğal kaynaklardan yararlanmalarına olanak veriyor.

4) Türkiye neden MEB’e taraf değil?
Türkiye, Ege ve Kıbrıs sorunlarında elini zayıflatacağı gerekçesiyle BM sözleşmesine imza koymuş değil. Ankara, Ege ve Akdeniz gibi iç denizlerde MEB’in geçerli olamayacağı iddiasında. MEB’e imza atılması halinde uluslararası toplumun Ada’nın tek temsilcisi kabul ettiği Güney Kıbrıs’ın Kıbrıs Cumhuriyeti adına ilan ettiği MEB de kabullenilmiş olacak. Türkiye uluslararası alanda tanınan Güney Kıbrıs’ın adanın tamamını temsilen gaz arama faaliyetinde bulunmasına karşı. Güney Kıbrıs’ın sondaja başlamasına misilleme olarak Kuzey Kıbrıs ile kıta sahanlığı anlaşması imzalandı. Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği 13 parselin yedisi Türkiye’nin parselleriyle çakışıyor.

5) Doğu Akdeniz gazı neden önemli?
Akdeniz’in doğusundan çıkarılacak gazın sadece o ülkelerin değil, Kıta Avrupası’nın da uzun yıllar ihtiyacını karşılayacağı varsayılıyor. Doğalgazda Rusya’ya bağımlılığı azaltmak isteyen Avrupa Birliği bu nedenle Avrupa pazarına ulaşacak ve Rus doğalgazına rakip olacak bu rezervlere büyük önem veriyor. Gaz ihtiyacının büyük kısmını Rusya’dan karşılayan Avrupa için alternatif bir enerji kaynağı ve hattının oluşması, Rusya’ya bağımlılığın azaltılması demek. Güney Kıbrıs’ın üyeliğe alınmasıyla da AB, sınırlarını Doğu Akdeniz’e kadar uzatmış oldu.

6) Küresel aktörler paylaşımın neresinde?
Avrupa Birliği gazın en büyük alıcısı konumunda olduğundan denklemin merkezinde. Bölgede doğalgaz arama çalışmalarını büyük petrol ve doğalgaz tekelleri yaptığı için ABD’den Rusya’ya, İngiltere’den İtalya ve Fransa’ya kadar diğer küresel aktörler de denklemin bileşenleri. İtalyan Eni, Fransız Total, Rus Rosneff ve Novatek, İngiliz BP ve Shell, Amerikan Noble Enegy ile ExxonMobil bölgede faaliyette. Eni-Total ortaklığının İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır ve Lübnan ile ayrı ayrı anlaşmaları var. Benzer şekilde Amerikan Noble Enegy ve ExxonMobil’in de birden çok ülkeyle anlaşması söz konusu.

7) Çıkarılacak gaz Avrupa’ya nasıl ulaştırılacak?
Çıkarılacak gazın uluslararası pazarlara nasıl taşınacağı da bir diğer sorun. Birkaç alternatif üzerinde durulsa da uzlaşmaya varılabilmiş değil. İsrail ve Kıbrıs gazının Avrupa’ya ulaştıracak iki güzergâh gündemde. Birinci seçenek gazın Girit üzerinden Yunanistan’a oradan da Avrupa’ya iletilmesi. İkinci seçenek de Lübnan ve Suriye hattından Türkiye’ye, buradan da Avrupa’ya ulaştırılması. Suriye ve Lübnan krizlerinin siyasi, Girit seçeneğinin de ekonomik nedenleri projelerin önündeki şimdilik en büyük engel. İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs 2013 tarihli ‘Lefkoşa Bildirisi’yle “İsrail ve Güney Kıbrıs’ın hidrokarbon yataklarını birleştirerek Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattı oluşturulması” kararı aldı. Avrupa Birliği de Doğu Akdeniz’den Güney Doğu Avrupa’ya bir enerji koridoru oluşturulmasını destekliyor. Avrupa Komisyonu, Doğu Akdeniz Doğalgaz Hattı’nı ‘Ortak Çıkar Projesi’ kabul ederek mali destek taahhüt etti. Hattın uzunluğu 1300 kilometre.

İbrahim Varlı / BİRGÜN