23 Mart 2018 Cuma

‘Cinnet’ içinde mi? - Meriç Velidedeoğlu

R.T. Erdoğan, ünlü (!) sarayında, “15 Mart” günü topladığı lise öğrencilerine yaptığı konuşmada, “Dil Devrimi’ adı altında, tatsız, tuzsuz, ruhsuz, renksiz kelimelerin tasallutuna sokularak, milletimizin medeniyeti ile arasındaki bağ zayıflatılmaya, koparılmaya çalışılmıştır” demiş. 

Ne var ki değerli dostlar, şu söylemi oluşturan “19” sözcüğün, “11”i Türkçe, “7”si Arapça, biri Farsça; demek neredeyse “yüzde 58”i (%58) Türkçe... 
Ardından gelen, “Aslında damarlarımız kesilmiştir”de de, Türkçe oranı “%66”. 
Sürdürürsek, “Tarihle olan bağımız kesilmiştir” vurgusunda da bu oran “%75”. 
“Dil Devrimi”ne bu denli karşıysan bu Türkçe oranların anlamı ne?
 
Yanıt vermeyeceğine göre “dil” konusunda yaşananlara şöyle bir değinerek, biz versek diyorum değerli dostlar, umarım katılırsınız... 

Türk dilinin, iki büyük olay yaşadığı konunun uzmanlarınca onaylanır; ilki dilimizin “%65”e varan oranda yabancı -özellikle Arapça, Farsça-sözcüğü içine alması, böylece Türkçe olmaktan uzaklaşması, ötekisi de yine özüne dönmesi, benliğine kavuşması. 

Türklerin İslam dinini kabul edip Orta Asya’dan, Batı’ya doğru göç etmeleriyle birlikte yabancı sözcükler de akın akın dilimize girmeye başlamış, bu durum yüzyıllarca sürmüştü. 

Osmanlı döneminde, Türkçe konusunda bir iki kıpırdanış görülmüşse de başarılı olamamış, ancak “Büyük Millet Meclisi”nin açılıp, “Kurtuluş Savaşı”nı yürütecek olan “Hükümet”in kurulması ve “İlk Hükümet Programı”nda, “Türkçe” sorununun da yer almasıyla somut bir adım atılacaktı.
 
“Dil Devrimi”nin yapıtaşı olan “Yazı Devrimi”, “1928”de gerçekleştirilince, sıra Türkçe’nin yeniden yaşama geçirilmesine gelir.
 
Peki, bu nasıl olacaktı? 

1932 yılına gelindiğinde çözüm için ilk adım, sivil bir kurum, “Türk Dil Kurumu” oluşturularak atılır. Kurumun üyeleri, Anadolu’ya dağılarak yaşayan, unutulmak üzere olan, kaybolan sözcükleri, deyimleri derledi topladı; cilt cilt “Tarama Sözlüğü” oluşturuldu. 

Bir süre sonra, belirli bir aşamaya gelince, yüzde doksanı Arapça olan yasa dilinin, “Medeni Kanun” bölümünün Türkçeleştirilmesine başlanır; neredeyse “yüzde yüz” Türkçe olarak yeniden düzenlenir; artık kapı açılmıştır, yürüyüş sürdürülür. 
Peki, bu arada öteki diller, özellikle yoğun alıntı yaptığımız Arapça ve Farsça ne durumdaydı? 

Anımsanacağı gibi, Araplar, “sekizinci yy”da “Aristo” çevirilerine başladıklarında, karşılaştıkları pek çok kavrama, Arapça karşılıklar “yaratma” çabası içinde oldular, neredeyse “iki yüzyıl” boyunca. 

20. yy”da, “Batı tekniği”nin getirdiği sayısız kavrama, sözcüğe de, kurdukları “Arap Dil Derneği”, bir bir “Arapça” karşılıklar bulur, “mikroskop”   için   “michâr”,   “teleskop”“mikrab”, ilk örneklerdir. 
Ayrıca, günümüzdeki uluslararası adların kimilerini de Arapçalaştırmaktan çekinmemişlerdir: Posta’ya “berîd”, telgrafa “berkîye”, radyoya “mizya”, istasyona “mahatta”, asansöre “mîsad” gibi... 
Farsçada da, bu süreç yaşanmıştır; bu dilde de, bisiklete “düçerha”, istasyona “istagâh”, gazeteye “rûzname”, kültüre de “ferhenk” gibi karşılıklar üretilerek, “dil bilinci” içinde bir dönem, Erdoğan’a göre bir “cinnet dönemi” yaşamışlardır; sanırım yer yer de sürdürmekteler... 

Kuşkusuz, Batı’da da bu olgu, bu bağlamda gelişti; “Alman Dil Derneği” ve çalışmaları en bilinenlerdendir; özellikle Macarca’nın öyküsü, Türkçe yönünden ilginçtir; Macarca da, iki dilin, “Latince” ve “Almanca”nın yoğun saldırısına uğramıştı; “Macarca” erimeye başladığı gibi, ‘Macarlık’ da tükeniyordu...” 

Bu durum yaygınlaşınca, Macarlar -bir bakıma-“yeniden bir dirilişle”, daha “19. yy”da, yabancı “on bin” sözcüğü dillerinden söküp attılar; böylece “Almanlaşmak”tan kurtuldukları bilinir. 

Bizim için de dikkate alınacak bir durum... Ne ki Erdoğan’a göre, Macarlar, bir “cinnet dönemine” girmiş olmuyorlar mıydı? 

“15 Mart” günü Erdoğan, tabelalardaki “alıntı” sözleri de eleştirdi; haklı; bu konuda öneri de sundu: “İnternet Kafe” yerine “Kıraathane”... Eh, dört dörtlük bir öneri; çünkü, “kıraat”Arapça“hane”de Farsça... Ne demişler, “olursa ancak böyle olur!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İktidarın içini boşaltmak - RAHMİ ÖĞDÜL

“Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hâkim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler”.


İktidarın tasarladığı mekân ve zamanda yaşıyoruz. Kamusal alanlardan tutun da yaşadığımız konutlara dek iktidarın planları bedenlere dayatılmıştır. Zaman da iktidarın zamanıdır, emeğimizi ücretlendirdiği saat zamanı ve resmi tarih. Duvarlar ve saat. Duvarların arasındayız ve saatin tik takları yankılanıyor içimizde. İktidar mekânı ve zamanı sabitleyerek işliyor. “Nasıl mahaller bir güzergâhın uğraklarını sabitliyorsa, törenler de takvimin dönüm noktalarını belirler. Birinciler mekânı kurarken, ikincilerse süreyi kalıcı hale getirirler” (Lévi-Strauss). İktidar her ikisini de kendi imgesinde yaratmıştır. Haritalandırdığı mekânın ve zamanın içinde kıstırmakla kalmıyor, anlam da dayatıyor bize. Antropolog Geertz’in söylediği gibi, “insan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Egemen anlam ağlarını biz örmüyoruz, ören iktidardır ve biz bu ağlara yakalanıyoruz. Aman, dikkat edelim! Bu ağlarda “ürün yerleştirme vardır”. Ölümün reklamını yapan, promosyon olarak ölüm dağıtan eril iktidar, tebaasına yeryüzünü olumsuzlayan çileci bir hayatı satabilir ancak. Kendi bekası için ölümü satmak zorunda; kederli, ölüm sever varlıkların güçsüzlüğünden alıyor gücünü.

Kederli varlıklar yaratmaya çalışsa da işi o kadar kolay değil: “Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hakim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler.” Henri Lefebvre ve Catherine Régulier, Ritimanaliz, Sel). İktidarın mekâna ve zamana hakim olma çabasını, sivil yurttaşlar boşa çıkarır. Yatay hareketler mekân ve zamanı yersiz yurtsuzlaştırmış, dayatılan anlamın içini boşaltmışlardır. Hazır bulup kafamızı soktuğumuz konutlar mesela; dayatılan kalıbı olabildiğince içeriden dönüştürerek kendimizin kılmaya çalışırız. Meydanlar ve sokaklar da öyle; yukarıdan dayatılan plan, yatay ilişki ağlarınca dönüşüme uğratılır. Bir meydana iktidar kendi imgesini dikebilir ama bu imge göçebeleştiğinde artık iktidarın yüklediği anlamı yitirecektir. Kadıköy, Altıyol’daki Boğa Heykeli de bir zamanlar bir çemberin içinde ölü bir noktayken göçebeleşmiş ve tek anlamlı iktidar sembolü olmak yerine yatay ağların kesiştiği bir buluşma noktasında çok anlamlı yatay bir imgeye dönüşmüştür.

Fransa-Almanya sınırında bulunan Alsas-Loren bölgesi 1800’lerde zengin kömür rezervleri nedeniyle iki ülke arasında sürekli el değiştiren, iktidar savaşlarının yaşandığı bir bölge. 1860’larda Fransa’nın eline geçince Boğa Heykeli bir iktidar, güç sembolü olarak Fransızlar tarafından yaptırılmış ve bu bölgeye yerleştirilmiş. 1870’te Almanlar Alsas-Loren’i yeniden geri alınca bizim boğa Almanların eline geçer. Almanya-Osmanlı ittifakı nedeniyle 1917’te Boğa, İttihat ve Terakki Partisi’nin başındaki Enver Paşa’ya hediye edilir. Sarayların, köşklerin bahçesinde dolaşır. Savaş sonrası Enver Paşa’nın yurtdışına çıkmasından sonra Boğa bir köşede unutulur. Ardından 1953’te Hilton Oteli’nin bahçesine yerleştirilir. Boğa daha sonra Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın önünde ve Taksim Gezi Parkı’nda görülmüştür. 1970’li yılların başlarında Boğa Kadıköy’e taşınmış ve Şehremaneti binasının, yani bugünkü Kadıköy Tarih, Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi’nin önüne konulmuş. Boğa, 1987 yılında Altıyol’daki şimdiki yerine yerleştirilmiştir.

Kadıköy’ün Boğası eril iktidarın dikine gücünü değil, aksine dayanışmacı ilişkilerin yatay gücünü temsil ediyor artık. Göçebeleşen Boğa erilliğini yitirmiş, yaşamın saf kudretinin imgesine dönüşmüştür. Bu boğanın erkekliğinden de şüphe edebilirsiniz; “queer”leşmiştir. “Boğa”dan başlayan feministlerin ya da LGBTİ’lerin yürüyüşlerinde boğa kılıktan kılığa girmiş, sürekli form değiştirmiştir. Tepeye yerleşen her şey yeryüzünü kendi imgesinde kurmak isteyecektir. Oysa yeryüzü tek bir imgeye sığmayacak kadar çoktur. Gökten yeryüzüne indirdiğinizde her şeyin içini kolayca boşaltabilirsiniz. 
Anlamı, yeryüzünde kurduğu ilişkilerce belirlenen ve sürekli değişen gündelik yaşamın sıradan bir imgesine dönüşmüştür. Sabitliği, tek anlamlılığı göklere çıkarmayalım artık. Yeryüzüne yerleşelim ve yeryüzünde sınayalım her şeyi. Hep arada duralım, olabildiğince yatay bağlantılar kurabilmek için. Bağlantı kurdukça var olabiliyoruz çünkü. Yatay bağlantılar kurdukça ölümü değil, yaşamı çoğaltıyoruz. Yeryüzünde oyunlar oynadıkça göksel iktidarların “ölüm yerleştirme”sini yerinden edebiliyoruz: “Ritüel takvimi sabitler ve yapılandırır, oyun ise… takvimi değiştirir ve tahrip eder” (Agamben, Çocukluk ve Tarih, Kanat).

RAHMİ ÖĞDÜL / BİRGÜN

2017’de istihdam ve işsizlik - KORKUT BORATAV

Türkiye nüfusundan işgücüne katılanların payı 2017’deki ılımlı tempoyla artarsa, işsizlik oranını düşürmek için milli gelirin yüzde 7’nin altına inmeyecek bir tempoda büyümesi gerekecektir. Ekonominin bugünkü yapısal özellikleri içinde olası görülemez.

2017 ile ilgili istihdam ve işsizlik istatistikleri yayımlandı. Durum pek parlak değildir: Geçen yıl boyunca istihdam artışı yetersiz kalmıştır; bu nedenle hem işsiz sayısı, hem de işsizlik oranı yükselmiştir. İstihdamın ve “yedek emek ordusu”nun niteliği de bozulmuştur. Kayıt-dışılık ve gençlerde “boş oturanlar, boşta gezenler” artmaktadır.
İki “iyi haber” de var: Faal nüfustan işgücü piyasasına akan nüfus (“katılım oranı”) artmaktadır. İş aramayan (“pasif”) işsizlerin, düzensiz istihdamın payları ise gerilemiştir.

İstihdam artıyor; işsizlik azalmıyor. Niçin?

2017-de-istihdam-ve-issizlik-442296-1.
Sorunun yanıtını Tablo 1’deki sütunları izleyerek verelim.

Türkiye’nin 15-64 yaşındaki insanları, “çalışma yaşında” kabul edilir; “faal nüfus” diye adlandırılır. 2017’de bu nüfus dilimine gençlerin katılımı, yaşlanıp ayrılanları aşmış; faal nüfus yüzde 1,7 yükselmiştir (sütun 1).

Ne var ki, faal nüfusun bir bölümü çalışma hayatına katılmaz. İstihdama yönelenlerin payına “katılım oranı” denir. Bu oranın OECD ortalaması yüzde 70 civarındadır. Türkiye’de ise (özellikle kadın nüfusun düşük katılımı nedeniyle) çok daha düşüktür; ama, son yıllarda artmaya başlamıştır ve 2016-2017 arasında yüzde 57’den yüzde 58’e çıkmıştır (sütun 2).

Katılım oranında bir puanlık bu yükselme, 2017’de emek arzında 1.047.000 kişilik artışla sonuçlanmıştır: Yüzde 3,5’i aşan bir artış hızı (sütun 3)… Ne var ki, bu toplam içinde iş bulanların sayısı 926.000 kişidir: Yüzde 3,5’in altında bir artış oranı (sütun 4)… Aradaki küçük fark, 2017’nin tümünde ortalama işsiz sayısında 121.000 kişilik, yani yüzde 3,7’lik yükseliş anlamına geliyor (sütun 5).

İşsizlerin (yani “iş arayan insanlar”ın) toplam işgücü arzı içindeki payı da (bk. son sütun) bir yıl içinde yükselmiştir: %11,1◊%11,2.

İşsizliği düşürecek büyüme temposu ne kadar?

Özetleyelim: 2017’de işsizlik iki nedenle artmıştır: (1) Faal nüfustan emek arzına katılım oranı yükselmiştir. (2) Ekonominin büyümesi, emek arzındaki artışı istihdama çekecek tempoyu tutturamamış; yetersiz kalmıştır.

Bu ikinci tespiti açalım: İşsizlik oranının düşmesi bir yana, sabit kalması için emek ordusuna yeni katılanları tümüyle çalıştırabilecek bir ortam gerekiyor. Bu da emek arzındaki artışı karşılayacak bir büyüme temposu ile gerçekleşebilir. Demek oluyor ki 2017’de ekonomi, işgücü piyasalarına taşan yüzde 3,5’lik artışı “emebilecek”, üretime çekebilecek oranda büyüyememiştir.

Peki, 2017’de Türkiye ekonomisi ne kadar büyümüştür? Resmî istatistikleri beklerken istihdamdaki yüzde 3,5’e yaklaşan artıştan hareket ederek bir kestirim yapalım. Bu konuda DİSK’in eleştirel bir tespiti var: “2017’de Türkiye İstatistik Kurumu, istihdam verilerine stajyer, kursiyer ve çırakları katmış; toplamı abartmıştır.” Yetkililer yanıtlayıncaya kadar TÜİK verisini kabul edelim ve soralım: Bu istihdam artışı ekonomiyi ne kadar büyütmüş olabilir?

“Normal” olarak millî gelir, istihdamdan daha yüksek bir tempoyla büyür. Zira, ortalama emek verimi artış eğilimi gösterir. Nedeni, teknolojideki ilerlemeler ve ekonomik yapının yüksek verimli sektörler lehine değişmesidir.

Bu farklılaşma istatistiklerde ortaya çıkar: Son yıllarda millî gelirdeki büyüme temposunun istihdam artışına karşı duyarlılığına bakalım. Eski milli gelir verilerine göre geçerli katsayı (“esneklik”) 1’in üzerinde seyretmiştir. Ortalama katsayı geçerli olursa, 2017’deki istihdam artışı yüzde 6,6’lık bir büyümeye refakat etmelidir. 2017’de sanayi üretiminde gerçekleşen yüzde 6,3’lük artış temposuyla tutarlı bir tahmin… Mart sonunda 2017 millî gelir verileri ilan edilince, bu öngörüyü veya TüİK hesaplarını yeniden tartışırız.
Buradan hareketle geleceğe bakalım: Türkiye nüfusundan işgücüne katılanların payı 2017’deki ılımlı tempoyla artarsa, işsizlik oranını düşürmek için millî gelirin yüzde 7’nin altına inmeyecek bir tempoda büyümesi gerekecektir. Ekonominin bugünkü yapısal özellikleri içinde olası görülemez.

İstihdamın, emeğin niteliği.

İstihdamın ve “yedek emek ordusu”nun nitelikleriyle ilgili bazı göstergeler Tablo 2’de yer alıyor.

2017-de-istihdam-ve-issizlik-442297-1.
On iki aylık 2017 ortalamalarına göre Türkiye’de yetişkin (15+ yaştaki) nüfusun 9,6 milyona yaklaşan bir bölümü herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı değildir. Bu güvencesiz vatandaşlarımızın sayısı bir yılda 460.000 artmıştır. 2016-2017 arasında faal nüfustaki payı da (sütun 1) yükselmektedir: %17,4◊%18… AKP’nin sosyal devlet bilançosundan bir sayfa…

Peki, işçi sınıfı, yani “ücretli nüfus” bakımından kayıt dışılık? 2017’de herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydolmadan çalışan işçilerin sayısı 3.468.000’dir. Bir yılda 122.000 artış gerçekleşmiştir. Kayıt-dışı ücretlilerin oranı da (sütun 2) yükselmiştir: %18,2◊%18,3... AKP’nin orta vadeli programlarında ısrarla yer alan “istihdamda esnekliğin artırılması” hedefinin bir sonucu daha…

ILO bir süreden beri, 15-24 yaş aralığındaki nüfusun, “eğitimde olmayan, çalışmayan, iş aramayan” bölümünü belirleyen istatistikler yayımlıyor. Bu istatistiklerde Türkiye, bazı Ortadoğu ülkeleri ile birlikte son sıralarda yer alıyor. Genç kadınların ağırlığı nedeniyle tabloda bunlara “boş oturanlar” başlığını yakıştırdım. 2017’de 2,872.000 “boş oturan genç” belirlenmiştir. Bir yılda 34.000 artış, toplam genç nüfus içinde “boş oturanlar”ın paylarını (sütun 3) da yukarı çekmiştir: %18,2◊%18,3… “Muhafazakâr-demokrat-dindar” AKP dünyasının Türkiye gençlerine katkısı…

Son sütun, iş aramadıkları için dar anlamda “işsiz” sayılmayan karışık bir grubu içeriyor: “Pasif işsizler”, yani “iş aramadıkları halde çalışmaya hazır” olanlar… Bunlara “mevsimlik işçiler” ve “eksik istihdamı” katalım. 2017’de bu grupta 131.000 kişilik, yüzde 3,6 oranında bir daralma var… Olumsuz göstergelere bir nebze “iyimserlik” eklenmiş oluyor…

DİSK’in bu konulara ışık tutan, bilgilerimizi zenginleştiren ve Şubat 2018’de yayımlanan Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği başlıklı araştırma raporuna da dikkat çekmek isterim.

Korkut Boratav / BİRGÜN

22 Mart 2018 Perşembe

Doğan grubu satışı: Sermayeye 'düşük maliyetli' ayar - GÜLAY DİNÇEL

Doğan grubu satışı, siyasi iktidarın önemli bir hamlesi. Hiç kuşku yok. Aydın Doğan’ın tüm eğilme, bükülmelerine, 15 Temmuz’da CNN Türk yayınıyla elde ettiği “kredi”ye rağmen Erdoğan’ın özel nefretine mazhar olduğunu düşünmek için de çok fazla neden var. 

Ancak siyasi iktidarın hamlesi, medya üzerindeki kontrolü artırmaktan daha fazlasının hedeflendiğini, sermaye sınıfına yönelik bir ayar amacı taşındığını da düşündürüyor. Dış politikada kaygan bir zeminde kalkışılan büyük numaralar, üç seçimli 2019, ipleri germe ihtiyacını artırıyor. Sadece seçimler bile düzen içi alternatif arayışlarının güçlenmesi, sermaye sınıfının birden fazla seçeneğe yatırım yapması için yeterliyken dış politika dengeleri -daha doğrusu dengesizlikleri- de Erdoğan’ın tehdit algısını artırıyor. Aslında tasfiyesi büyük ölçüde gerçekleşmiş, önemli bir siyasi ya da ekonomik sarsıntıya neden olmayacak, ama gözdağı etkisi yine de olacak, kullanışlı bir isim Aydın Doğan.  

Türkiye kapitalizminin taşıdığı kırılganlıkların, artan uluslararası belirsizliklerin büyük sermaye gruplarının huzurunu kaçırdığına şüphe yok. Garantiye alınmış tatlı kârlar siyasi iktidardan mutlak memnuniyet duymak için yeterli değil. Kaldı ki patronların önemlice bir bölümü Erdoğan’la açık ya da örtük özel gerilim de taşıyor. Birbirinin arkasından iş çevirme, dağılmış uluslararası dengeler içinde bugüne kadarki teamüllerin ötesine geçen ilişkiler kurma, her şey mümkün…

Doğan grubunun özellikle 1990’lar ve 2000’lerde üstlendiği rolde, siyasi iktidarlardan aldığı vizede, kendi gücünün çok ötesine geçen bir etki yaratmasında, büyük sermaye gruplarının desteği vardı. Koç, Sabancı, İş Bankası ile iş ortaklıkları, aile bağları bir tür tetikçiliğin karşılığının misliyle alınmasını sağladı. Tofaş bayiliğinden gazete sahipliğine, tek bir gazeteden medya patronluğuna, medya patronluğundan Petrol Ofisi ve başka sanayi şirketlerinin ortaklığına Türkiye tarihinin en büyük çıkış hikayelerinden biri oldu Aydın Doğan’ınki. Kazanma biçimi yani bir tür sermaye tetikçiliği tabii aynı zamanda kaybedişinin de nedeni oldu. Özel olarak AKP iktidarı genel olarak medyanın dünya ölçeğindeki dönüşümü, sözünü ettiğimiz türden bir tetikçiliğin habercilik dolayımıyla, görece inceltilmiş yöntemlerle icra edilmesi ihtiyacını ortadan kaldırdı.

Evet Aydın Doğan’ın tasfiyesinin medyanın dönüşümü anlamında bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. 12 Eylül sonrasında haberciliğin ideolojik, siyasi manipülasyonlar için kullanılması, basının bu doğrultuda dönüşüp “medyalaşması” konusunda Doğan grubu özel bir rol üstlenmişti. Ama görünen o ki halka gerçekleri taşımak yerine manipüle etmeye odaklı medya anlayışı, gittikçe erimiş olsa da ana omurgası gazetecilik olduğu oranda gereksizleşmiş durumda. Doğan grubunun fişini siyasi iktidar çekmiş olmakla birlikte aynı zamanda sermaye sınıfı için büyük hizmetler verip kendi kendini tasfiye ettiklerini söylemek de mümkün. Tabii kenara kuşaklarca yetecek bir servet koyup.

Peki siyasi iktidarın Dinç Bilgin ve Aydın Doğan “medya geleneği”nden devralıp en uç noktasına kadar taşıdığı manipülasyondan, açık bir linç enstrümanından mı ibaret olacak Türkiye’de basın? Bu kadar dolayımsızlaşma toplum üzerinde, emekçiler üzerinde yeni bir tahribat dalgası yaratıyor ve bugün halka gerçekleri taşıma çabasının kendisi önemli bir siyasi mücadele başlığı. Yıllarca sadece ekonomik anlamda değil insani olarak da ağır koşullarda habercilik yapmaya çalışan basın emekçilerinin daha doğrudan, daha güçlü bir şekilde parçası olması gereken bir mücadele.

Gülay Dinçel / SOL

"Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza bedeldir" - AYDIN TONGA / ODATV

Geçen yıl “Ben genel başkanımızın (Tayyip Erdoğan) Mardin temsilcisiyim. Biz Milli Nizam’dan beri, 50 yıldır bu davadayız” diyerek dikkatleri üzerine çeken Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Ahmet Ağırakça şimdilerde de sarıkla ilgili sözleriyle gündemde. 
Ağırakça konu ile ilgili sosyal medya hesabından şu açıklamayı yaptı: “Rektör ve akademisyenler için kep değil, sarık daha uygundur, sayın rektör arkadaşlarıma arz ederim.”

Rektör Bey’in ilgisine mazhar olan sarık ve pek tabi olarak sarıkta cisimleştiği düşünülen değer ve fikirlerle ilgili pek çok şey söylemek mümkün. Lakin biz bu yazıda, Ahmet Ağırakça’nın genel yönetimini üstlendiği, ilmi redaksiyon ve inceleme kurulunda da görev aldığı bir ansiklopediden İslam ansiklopedisinden bahsetmek istiyoruz. Zira Ansiklopedi de dile getirilen kimi görüşler oldukça düşündürücü. Dahası siyasi konularda yer ver verilen bazı açıklamalar kabul edilecek gibi değil ve hatta tehlikeli bir içerik taşımakta. Bu görüşlere birazdan değineceğiz. Lakin ona geçmeden önce meşhur sarıkla ilgili anılan ansiklopediden kimi bilgiler aktarmak istiyoruz. Buna göre sarığın, Hz. Muhammed döneminden önce de kullanıldığı belirtilirken, bu kıyafetin zamanla Müslümanlara özgü bir giysi haline geldiği bilgisi de eklenmiş. Öte yandan, Ansiklopedi bize sarıkla ilgili uydurma hadislerin yer aldığını da aktarmakta. Misal mi; “Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza, sarıklı Cuma da sarıksız 70 cumaya bedeldir Melekler sarıklı olarak Cuma namazını müşahade eder ve güneş batıncaya kadar, sarıkla namaz kılınarak dua ederler”. Yine bir başka uydurma hadis, “Sarıklı kılınan iki rekat, sarıksız 70 rekattan daha hayırlıdır. Sarıkla kılınan namaza on bin sevap vardır”. [i]
İNANILIR GİBİ DEĞİL
Şimdi geçelim asıl konumuza. Ahmet Ağırakça yönetiminde hazırlanan İslam ansiklopedisindeki o çarpıcı(!) değerlendirmelere... Bakınız, o ansiklopedide Nüşüz bahsinde neler söylenmiş:
“Geçimsizlik çıkarma; serkeşlik yapma; kocaya karşı itaatsizlik etme; kadının kocasına karşı buğz edip asi olması anlamında bir hukuk terimidir Nüşüz. Kadın peşin konuşulan mehrini alıp, kocası onun nafakasını sağladığı sürece, kocasının meşru emirlerine uymak zorundadır...”
Hamdi Döndüren tarafından kaleme alınan Nüşüz maddesindeki şu ifadeler ise, konunun vahametini gözler önüne sermekte:
“Allah’a isyan söz konusu olan yerde kula itaat yoktur (Buhari, Ahkam, ; Müslim, İmare, 39) buyurmuştur. Ay hali olmadığı zaman, kocasının cinsel isteklerine boyun eğmesi de bu itaatin kapsamına girer”. Kadın, erkeğin isteğini yerine getirmezse Allah’a isyan olurmuş, İnanılır gibi değil!  
Kadınlarla ilgili Ansiklopedi de geçen şu satırları da sizin yorumunuza bırakıyorum: “Kadının kocasına karşı itaatsizliği halinde izlenecek yol Kur’an’ı Kerim’de şöyle belirlenir: 'Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; önce onlara öğüt verin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, yine yarar sağlamazsa hafifçe dövün'. (Nisa 4/34)"
Bu arada Hamdi Döndüren, dövmenin de ölçütünü koymuş: İz bırakmayacak kadar dövün!
SOSYAL DEMOKRASİYİ KABUL EDENLER "MÜRTED" Mİ
Ansiklopedinin siyasi değerlendirmeleri ile devam edelim. Bakalım o değerlendirmelerde kimler kafir ilan edilecek ve haklarında ölüm emri istenecek. İlgili yayının “mürted” maddesine aynen şunlar söylenmiş:
"Kafirleri tekfir etmemek, kafirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslam dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, hristiyanlık, komünizm, kapitalizm, demokrasi, sosyal demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teala bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur’an’ı Sünnet’i ve icma’ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir".
Evet, ansiklopedi de aynen bunlar yazılı. Sosyal demokrasiyi kabul edenler bile irtidat suçunu işliyorlarmış! Peki, irtidadın cezası nedir? Bu soruya da şöyle cevap vermiş ansiklopedi:Müslüman’ın irtidadı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki adil Müslüman tarafından şahitlik edilmesi hallerinde sabit olur. Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir”.

Ömer Tellioğlu tarafından kaleme alınan, Ahmet Ağırakça’nın onayından sonra da İslam Ansiklopedisi'ne konulan bu satırlara göre, sosyal demokrasiyi kabul edenler bile “mürted” hükmünde sayılıyor. Korkunç bir durum, fakat maalesef zihniyet bu!
"SOLCULUK" VE "SAĞCILIK"
Hüsamettin Erdem tarafından yazılan “solculuk” maddesi, yukarıda yer verdiğimiz ifadeler kadar kabul edilemeyecek türden. Birlikte okuyalım:
“'Solculuk' sadece siyasi ve fikri bir özellik değil, aynı zamanda dini değerlerle ilgili ve inançla da ilgili bir vasıftır. Kur’an sağda olanlardan bahsettiği solda olanlardan da bahsetmektedir. Kur’an’a göre sol ehli; kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacak olanlar, uğursuz bedbaht ve Allah’ın kendilerini zillete düşürdüğü, inançsızlık ideolojisini benimsedikleri için Allah’ın huzurunda sol tarafta bulunanlardır. Bu sol ehli Allah’ın emrini tanımayan, namaz kılmayan, fakire yardım etmeyen ve yedirmeyen, Allah’ın kullarına acımayan, boş konuşan ve beyhude ve batıl işler peşinde koşan, zaman öldüren, gafillerle gaflette yarışan, ceza gününü yalanlayan ve inanmayanlardır”. 
Diğer taraftan “sağcılık” maddesinde şunlar söylenmiş:
“Kur’an’a göre kitapları sağ taraftan verilecek olan ashabü’l-yemin veya allah’a itaat edenler yaptıkları yüzünden ahrette kurtuluşa erenler, cennete girenlerdir. Bunlar aynı zamanda el üstünde tutulan, Allah’ın lütuf ve inayetine mazhar olan, uğurlu, bahtı açık ve iyi, saadet sahibi kimselerdir”. Peki, bu ifadelerle sağ ve sol kelimelerinin Kur’an'daki analizi mi amaçlanmıştır? Eğer öyle olsaydı söz konusu amaç “sağcılık”, “solculuk” başlığı adı altında incelenmezdi. Oysa, öyle yapılmamış açıkça, siyasi söylemler hedef alınmış, politik söylemlerle birlikte dini açıklama yapılmıştır.
DEMOKRASİYE İNANARAK İRTİDAT MI ETMİŞ OLDUK
Darwin bahsinde geçen şu satırlar da oldukça vahim. Dahası bir “İslam Ansiklopedisi”nde bu tür ifadeler nasıl yer alır, hangi “ilmi” yaklaşımla bu satırlar kaleme alınır anlamak mümkün değil. Bakınız o satırlarda neler yazılı: “Darwin, doktrininin eksikliğini bizzat itiraf eder ve evrimi açıklamakta düştüğü başarısızlığın farkında olduğunu mektuplarında belirtir. Teorisini kanıtlayamaz, tabii ayıklanmaya inandığını açıklar. Ancak teorisinin çağdışı ve kavramlarının aşırı derecede zayıf olmasına rağmen, Darwin hala akademisyenlerden saygı görmektedir. Ama 'bilimin sapıklıklarının ve uzun vadede Darwinizm’in neden olduğu insandan tiksinmenin boyutlarını bir an olsun akıldan çıkarmamak' gerekmektedir.”
Ansiklopedi bahsinde incelenmeye değer daha nice madde var. Düşünün Nihilizm incelenirken şu ifadelere yer verilmiş: “Ülkemizde Nietzsche’nin nihilizminden ve inkarcı varoluşçuların ateist nihilizminden güç alarak ve Marksistlerle birleşerek İslam düşmanlığı yapan, kökleşmiş İslami kurumları ve değerlerini yıkmak tahrip etmek isteyen bir takım inkarcılar ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de ünlü şair Tevfik Fikret’tir.”
Şimdi Profesör Ahmet Bey’e sormak lazım: Bu ifadelere şimdi de aynen katılıyor musunuz? Demokrasi, sosyal demokrasi vb. düzenler şirk düzenleri, bu düzenleri kabul edenler de mürted midir? Eğer öyle değilse, bu satırlara karşı bir “reddi mirasınız” olacak mı? Yönetmenliğini yaptığınız İslam Ansiklopedisi’nde Sait Kızılırmak, “İslam dışı fert ve toplum hayatında doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler zulüm üzerine kuruludur. Beşeri sistemlerin işleyişi yalancılık temeline dayanır” sözleri yer almakta. Peki siz bugün de Kızılırırmak’ın sözlerini katılıyor musunuz? Nihai olarak Ağırakça’ya soralım; demokrasiye inanarak irtidat mı etmiş olduk şimdi? Farkında mısınız bilmiyorum ama kitabı alan ve bu satırlara inananlar bizim için öyle düşünüyor şimdilerde. Peki ya siz? Size göre demokrasiyi, sosyal demokrasiyi vb sistemleri kabul eden milyarlarca insan “irtidat” suçunu işlemeye devam mı ediyor hala? Cevabınız nedir Ahmet Bey?
Aydın Tonga / Odatv.com
[i] İslam Ansiklopedisi, Şamil yay.

Doğan Öz’süz 40 yıl: hukuksuzluk çizmesiyle tepinmek - ALİ RIZA AYDIN

Doğan Öz,  24 Mart 1978 günü arabasının içinde vurularak katledildi. 


Bir yargı mensubunda, bir aydınlanmacıda, bir eş ve babada, gerçek adalete, insanlığa ve ilerlemeye kendini adayan bir şair insanda bulunması gereken değerlere sıkılan faşist çete kurşunlarıydı onu aramızdan ayıran. 
40 yıl geçti. Türkiye hâlâ gericiliğin, karanlığın, islami faşizmin, sermayenin sömürü saldırısı ve şiddeti altında yaşamaya devam ediyor.  Kurşunların yanına silaha dönüştürülen hukuk ve yargı eklendi.
Pozitif hukuk kuralları sözcük dizileriyle durağan ve masumdur; uygulamayla, yorumla ve denetim yöntemiyle canlanırlar. Canlanma, insanı, toplumu ve yaşamı esas alarak ilerlemeci de olur, gericiliğin ağında çırpınan biçare de…  
Hukuksuzluk derken kurallara uymamaktan, hukuk ihmal ve ihlallerinden, belirsizlikten, dinselin de içine girdiği “çok hukukluluk”tan söz edilir genellikle. Bir de bakarız “tahkim”, “hakem” ya da “uzlaşmacı”, güncel olarak da “arabulucu” devreye girer; adalet kapalı kapılar ardında aranmaya başlar.  Bunların yöreseldeki karşılığı olan “töre”, “örf” ve “adet” de “bizi unutmayın, biz de varız hukukun yerine” demeye başlar.
“Hukuk da yargı da biziz” diyen siyasi iktidar hiç boş geçmez. Kafasına koyduğunu keyfine göre kelam edip hukuk yapar, istediğini de yargı mensubu…
Kanıksatılan, rıza gösterilen bir hukuksuzluk hukuku vardır artık. OHAL KHK’leri kanıksanır, her şeyiyle yasalaşması kanıksanır;  kamusalı özele peşkeş çeken yasalar, sermayeye sınırsız teşvik, emekçilerin haklarının ellerinden alınması, seçimle ilgili tüm hilelerin yasaya yazılması, dinsel davranışların hukuka girmesi kanıksanır…  Hepsinin üstüne yargının hukuk olmayan kuralları hukuk yapan desteği de bindirildi mi, kanıksama ile meşrulaştırma buluşuverir.
Ne bu hukuk ne de bu yargı Doğan Öz’ün hukuku ve yargısıdır. Kurşunların bir başka nedeni de böylece ortaya çıkar. 
Egemen sınıf çıkarları krize doğru büküldükçe ve iç çelişkileri keskinleştikçe, iktidar tarafından yaratılan çıkarlar farklılaştıkça, asıl olarak da emekçiler üzerindeki baskı ve şiddet arttıkça hukukun, sınıfsallığı uğruna hukuksuzluğu içine çekmesi, bu bütünün parçası olan yargının da kılıktan kılığa girmesi kaçınılmaz.
Elbette, hak mücadeleleri yanında devrimlerle ortaya çıkan somut durum ve ilerlemelerin de etkisiyle hukuk evrensel diye tanımlayabileceğimiz ilkelere kavuştu. Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde kat edilenler yabana atılamaz. Ama sonuçta ne ad takılırsa takılsın hukuk ve yargı, mücadelelerle geldiği yeri inkar ederek boyun eğmeye başladığı zaman, sınıfının tüm saldırganlığı ve vahşiliği içinde oradan oraya savrulması kaçınılmaz.
Anayasa’nın askıya alındığı yerde yasaların ve diğer hukuk metinlerinin hukuk devleti ilkelerine uygun çıkarılması ve uygulanmasından söz edilemeyeceği gibi Anayasa ve yasalara bağlı olarak karar vermek zorunda olan yargının da -hele hele bir de çok yönlü baskı, tehdit, kıyım ve satış altıdaysa- hukuk devletinin yargısı olmasından söz edilmez.
Son seçim yasası değişikliklerinin yolunu anayasal kurum olan YSK, son yargıç ve savcı atamalarının yolunu anayasal kurum olan HSK açmadı mı?
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru müessesesini yerleştirerek İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin yükünü azaltan ve hakları içerde -kendince- savunucu role soyunan AKP’nin, işine gelmeyen bireysel başvuru kararları karşısında hırçınlaşması; yerel mahkemelerin bireysel başvuru kararlarını tanımaması; mahkemelerin OHAL’de kendi kendilerini görevsiz ve yetkisiz ilan etmesi… daha nice örnekler artık krizi bile değil çaresizlik içinde batağı gösteriyor.
Doğan Öz’ün katillerini cezalandıramayan yargıyla birlikte devletin ve hukukun, nihayet “Cumhuriyet”in geldiği yer burası.
Yaratıcıları öylesine bataktalar ki “islami faşizme” kavuşup kavuşmayacaklarından bile emin değiller. Öylesine bataktalar ki yıkmaya devam ettikçe yıkamadıklarının daha çok olduğunu görüp panikliyorlar.
Panik-saldırı-panik-saldırı zincirini emekçi halkın beline dolamaya kalkıp dolayamadıkça kendi varlıklarının nedeni olan Anayasa’yı çiğnemek, kendi varlıklarının sürdürücüsü olan Anayasa Mahkemesi’ni tu kaka etmek hiç de zor olmuyor.
Anayasa’da “mahkemelerin bağımsızlığı” ve “yargıçlık ve savcılık teminatı” esaslarına bağlanan yargı mensupları artık “devletin güdümlü memuru” halinden de uzaklaştırıldılar, “AKP’li” kimlikleriyle tanımlanmaya başladılar.
 Hukuksuzluk çizmesiyle tepinmenin dar açılımı halkın hukuksal güvenliğini ve hak arama özgürlüğünü varmış gibi gösterip kullanılabilir ve sonuç alınabilir olmaktan çıkarmak; geniş açılımı ise tüm müdahale ve mücadele araçlarını elinden almaktır. “Hakkını arama, mücadele etme” tehdididir yapılan. Devamı: “seçim var, şükret daha ne istiyorsun”dur.
Hukuk ve yargı tartışması, emekçi halkın, haksızlığa uğrayanların, ezilenlerin üzerinde tepinmenin sahnelerinden biri yalnızca. Kapitalizmin sömürülenler üzerinde tepindiği daha ne araçlar ve yöntemler var; şimdi de seçim yasalarıyla tepiniyor.
Çifte hukukluluktan hukuksuzluğa, yargısız infazlardan yargının infazına… Hangisi işine geliyorsa onu seçen bir iktidar söz konusu. Sorgulayıcılık değil uyumlaştırıcılık esas.  
Doğan Öz, devlet güvenlik mahkemelerine, idam cezasına, yolsuzluklara, siyasi işlevi açık milliyetçi siyasete ve ülkü ocaklarına, Komünizmle Mücadele Derneği’ne, kontrgerillaya, Batı’nın istihbarat örgütlerine, emperyalizmin oyunlarına karşı duran hukuk ve yargı inancıyla mücadele içinde geçirdi kısa yaşamını.
Ne yazık ki bugün “Doğan Öz”lerin hukuk, yargı ve adalet anlayışının değil, onların katillerini cezalandıramayan hukukun ve yargının devamını görüyoruz. Ne yazık ki, hukuku ve yargıyı bu hale getiren düzen liberalizmden aldığı destekle “Doğan Öz”lerin gerçek yerini, gerçek amaç ve işlevini unutturmak için ne gerekiyorsa yapıyor.          
Ama başaramayacaklar. Çünkü biz, “mücadele her türlü haksızlık ve hukuksuzluk kulvarında, yargı dahil her alanda sürdürülmeli ama seçeneksiz olmamalı, eşzamanlı olarak bütünsel ve sınıfsal olmalı” derken kapitalist emperyalist sömürü düzenine, gericiliğe karşı mücadeleden söz ediyoruz,  sosyalizmin neler getireceğinden söz ediyoruz.
Doğan Öz, özünde taşıdığı insanlık, aydınlanma ve adaletin ancak sömürüsüz bir dünyada gerçekleşeceğine inandığı için, “Onurlu bir savaş sürer yurtta/Tutsaklığı onursuzluğu yok etmeye yönelen” dediği için katledilişinden 40 yıl sonra da mücadelesi ve kararlılığıyla yol göstermeye devam ediyor.*

*Doğan Öz’ü, Hukukta Sol Tavır Derneği olarak düzenlediğimiz toplantıda, Avukat Deniz Aksoy, Avukat Mustafa Karadağ ve Araştırma Görevlisi Ceren Tuğlu Olpak’la birlikte 23 Mart Cuma akşamı saat 18.30’da ABEM’de (Ankara Barosu Eğitim Merkezi, Sıhhıye/Ankara) anacağız ve “Doğan Öz’den günümüze yargı halleri”ni tartışacağız.

Ali Rıza Aydın / SOL

Özelleştirmenin sonuçları ortada - ASLI AYDIN

Türkiye'de özelleştirme tartışmalarının saplandığı dar alan, bu önemli uygulamayı "karlılık", "verimlilik" ve "etkinlik" kavramlarına hapsediyor. Böylesi kısır bir değerlendirme, aynı zamanda özelleştirmenin sosyal ve toplumsal etkilerinin de göz ardı edilmesine neden oluyor. Önce adını doğru koymak lazım, özelleştirme bir elden çıkarıştır, devletin kamuya ait varlıklarını özel sektöre satması yahut devretmesidir. Dolayısıyla, örneğin gerekçelerine bakarken, özelleştirilen kurumun faaliyet alanının neden kamu tarafından yürütülüyor olduğu konusu önemlidir. Yani mesela enerji alanı, haberleşme alanı ve hatta köprü ve otoyollar… Bu alanlar neden kamu eliyle işletilir? Bu sorunun yanıtı şudur: Bu alanlar bizlerin yani tüm vatandaşların nitelikli yaşamları açısından önemlidir; ülkenin gelişimi için, üretimi, kaynak ve istihdamı için öncü olabilecek veya stratejik öneme sahip alanlardır.

Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, enerji, haberleşme gibi alanlar, toplumun en temel ihtiyaçlarıdır. Bu hizmetler kamu eliyle verilmediği zaman, eşitsizlik doğar; bu temel haklar sadece parası olanların hakkı olur, toplumun büyük bir kısmı yoksullaşır, evrensel birçok ölçütün gerisinde kalır. Ödediğimiz vergiler, bizlere bu hizmetlerin sağlanması içindir aynı zamanda.

Ülkemizde ise bu alanlar büyük çapta özelleştirildi. Örneğin, adı konulmasa da eğitim özelleştirildi, özel okullar aracılığıyla satılan bir hizmet haline geldi. Eğitim Sen’in verilerine göre özel okul sayısında yaşanan 10 kat, özel okula giden öğrenci sayısında ise tam 12 kat artış, bu durumun en somut kanıtı. Diğer bir yandan, son halkası ‘şehir hastaneleri’ olan sağlıkta dönüşüm programı zaten başlı başlına bir özelleştirme programı değil mi?

Ekonominin merkezine bakalım… 
Nasıl bir ekonomi? diye tartıştığımızda hepimizin çoğu cümlesinde ‘sanayi’ ifadesi geçiyor. Sanayisi geri kalmış bir ülkenin güçlü bir ekonomiye sahip olma şansının olmadığını, ekonomik gelişmenin baş aktörünün sanayi olduğunu artık bilmeyen, bunu idrak edemeyen sanırım ki kalmamıştır. Bilindiği gibi Türkiye gibi sanayileşme sürecini tamamlayamamış ülkelerde kamu belli başlı sektörlerde öncü işletmeler açar. Bu kalkınmacı bir planın parçası olarak görülür. Öncelikli sektörler belirlenir, kaynakların nasıl tahsis edileceği gelişigüzel değil, plan dahilinde olur. Bu arada toplumun tüm birimleri de bu planı bilir, temsilciler üzerinden müdahale edebilir, üretilen politikaların aktörü değil, öznesi olur. Yani olması gereken budur.

ozellestirmenin-sonuclari-ortada-441881-1.
Türkiye’de ise KİT’ler, ithal ikameci politikaların bir parçası, sanayileşme hamlelerinin ilk adımları olarak kurulmuştur. İstihdam yaratmak ve aynı zamanda nitelikli eleman sağlamak, tarım ve hayvancılığı geliştirmek, dışa bağımlılığı azaltmak, bu işletmelerin en önemli amaçlarıydı. Türkiye sanayisinin öncü kuruluşları olan TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ, Erdemir başta kamu işletmeleri böylesi bir amaçla kuruldular. Ve 2003 sonrası dönemde birçok işletme gibi özelleştirildiler. Neden peki? Türkiye’de işsizlik sorunu kalmadı, bölgesel eşitsizliğin giderildi, sanayi aldı başını yürüdü de bu işletmelere ihtiyaç kalmadı diye mi? Tabi ki hayır. Sözde bu kurumlar ‘zarar’ ediyordu, ondan özelleştirildiler. Neden zarar ediyordu peki? Bunu zarar ettirmemek kimin göreviydi? Bu soruların yanıtı elbette yok.

Genel olarak, kamu hizmetleri, sanayi, tarım ve hayvancılıktan başlayarak köprü, otoyol, orman vb doğal varlıklara dek her türlü değerin ve varlığın konu olduğu özelleştirmelere rakamsal bakarsak, 2003 öncesi ve sonrası diye birbirinden farklılaşan iki döneme rastlıyoruz. Her iki dönemde de özelleştirme politikaları gündemde olmasına rağmen, 2004-2017 arası tarihi bir rekor kırıldığını izliyoruz. Bu iki dönemin altını çizmek gerekiyor, nitekim çok ciddi bir özelleştirme dalgası son dönemde karşımıza çıkıyor. Hem de dışa bağımlılığın artması, işsizliğin ve enflasyonun yükselmesi gibi temel sorunlar eşliğinde. Bu da şu anlama geliyor: özelleştirme bir sorun çözmüyor, sorun yaratıyor ve bu sorunları derinleştiriyor.

Son olarak şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, bu tasfiyenin şimdilik son halkası. Başlı başına özelleştirmenin halk sağlığı ve toplum refahına zarar veren sonuçlarıyla gerçek yüzünü ortaya seriyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN

‘Esas duruş’ medyanın esası oldu! - TAYFUN ATAY

Doğan Medya grubunun Demirören’e satılması, Türkiye’de tipografik (yazılı) ve televizüel medyanın hazan mevsimini işaret ettiği kadar, iktidar-medya ilişkisi açısından bakılacak olursa "havuz-dışı" seçenek umudunda son “pamuk ipliği”nin de koptuğu anlamına gelen vahim, ürpertici, kaygı verici bir gelişme.
Toplumsal iklimdeki “psikolojik” etkisi ise çok daha büyük olacaktır.

Doğan Medya, Hürriyet’iyle Posta’sıyla Kanal D’si CNN Türk’üyle;
Elbette dinbaz iktidar zoru karşısında duruşu itibarı ile söylenecek, tartışılacak, eleştirilecek çok noktası olmakla birlikte…

Hâlâ bu ülkenin farkı yaşam biçimini sürdürmekte ısrarlı büyük bir kesime de ait olduğu algısı ve duygusunu besleyen en önemli sembolik kaynaktı.

Türkiye’de AKP’nin, hem de en yetkili ağzından dile getirildiği üzere, bir türlü sırrına vakıf olamadığı, hükmü altına alamadığı “kültürel iktidar”ın laik/seküler doğasının, havasının, ruhunun en belirgin, yaygın, popüler ve “anaakım” göstergesi Doğan’dı.

Dolayısıyla “iktidar ağızları” açısından bu olayın “Bizans’ın fethi” gibi karşılanacağı, anlamlandırılacağı ve kutlanacağı su götürmez…

Toplumun geneli açısından ise “sokaktaki insan”ın haber adına, yorum adına, eleştiri adına hasbelkader de olsa, nispeten de olsa, hadi söyleyelim, “hiç yoktan iyi” derecesinde de olsa güven duyarak yönelebileceği yazılı ya da televizüel medya mecrası kalmadığı ileri sürülebilir.

Ayrıca iktidar, Türkiye’de özellikle yazılı medya, yavaş yavaş da televizüel medya açısından dünyadaki gidişatla da doğru orantılı olarak sektörel bazda hanidir hissedilen bir “son”u hızlandırmıştır.
Yazılı basın, uzatmaları oynuyor. Televizyonlar, sona yaklaştıklarını hissediyor. “Tekno-ekonomik” realite bu…

Şimdi Milliyet’e, Vatan’a ne olduysa, olacak olan odur. Milliyet ve Vatan, iktidar inisiyatifi ve Demirören marifetiyle nasıl bitirildiyse Hürriyet’in de Posta’nın da aynı noktaya hızla savrulacağını izleyeceğiz.
Sabah’tan Akşam’a açılan yelpazede irili ufaklı bir dizi gazete için olduğu gibi manipülatif, gerçeği yansıtmayan tirajlarla göz yanılsamasına uğratılacak olsak da biliyoruz ki “amiral gemisi” batmıştır.
Batmıştır da peki, şu “hafriyat iktidarı” artık “kültürel iktidar” olma noktasına gelebilecek midir?.. Öyle ya, onlar açısından “son kale” düşmüş görünüyor.

Sanmıyoruz. Olan, sadece, kültürel iktidar olamamanın hıncıyla ortalıkta “kültürel iktidar” adına hiçbir şey bırakmamaktan ibarettir.

“Olamıyorsam oldurmam!..” Strateji bu.

Gelinen noktada Doğan grubunun, onun onursal başkanının payı yok mu peki?..
Var tabii ve buna zaten yıllardır sayısız gelişme nedeniyle defalarca değindik, eleştirdik.
Artık bunun tartışılacağı aşamanın çok ötesindeyiz.

Sadece şu karşılaştırmayı yapmamıza müsaade edilsin ve onunla bitirelim:
Seküler toplum kesimine odaklı medyanın iktidar karşısındaki hali pürmelalini anlamlandırma yolunda iki ana simgeden biriydi Doğan… Diğeri de Demirören'dir…

Doğan, başlangıçta çok diklendiği, sonra sonra üzerine amansızca gelindiğinde de dik durmaya çalıştığı bir iktidar karşısında “hizaya çekilme”nin simgesi…

Demirören ise ta en baştan o iktidar karşısında “esas duruş”un simgesi…

Esas duruş artık tek seçenek.

Tayfun Atay / CUMHURİYET