6 Nisan 2018 Cuma

Dışardan Türkiye’ye bakmak... - ÖZLEM YÜZAK

“Çatlayın patlayın AKM’yi yıktık” diyen bir Cumhurbaşkanı... Ülkede sayılı iyi üniversitelerden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’ne yöneltilen kinci üsluplu saldırı, ki benzeri ODTÜ için de yapıldı dönem dönem... Ayrıştırma ve ötekileştirme politikaları ile beslenen bir siyaset... Kadın sanatçıların sahneye alınmaması... Barış bildirgesine imza atan akademisyene kesilen 1 yıl hapis cezası...

Bir süreliğine Kanada’dayım. En batıda... Vancouver’da... 10 saatlik bir zaman dilimi ile Türkiye’yi geriden takip ediyorum.

Bizdeki siyasi iktidarın “Bu ülkede yaşamak istemeyen gidebilir, tutan yok...” üslubu ile Kanada’nın dünyanın her yerinden nitelikli beyinleri çekmek için oluşturduğu ekosistemi yakından görüp tanıdıkça dışarıdan Türkiye’ye bakmak daha bir acı oluyor.

Zaten çekip gidiyorlar da... Huzur, sadelik, çocuklarının eğitimi için endişelenmemek, çalıştığı işte emeğin karşılığını almak en temel ve anlaşılabilir insani gerekçe... Yüreklerinin bir parçasını doğup büyüdükleri, eğitim aldıkları ülkede, ailelerinde, sevdiklerinde, dostlarında bırakarak göç ediyorlar... Onlarca genç insanla tanışıyorum, hepsi de son birkaç yıl içinde Türkiye’yi bırakma kararı alan gencecik, yeni çocukları olan aileler. Çoğu mühendis ya da akademisyen. Kimisi doktorasını yapıyor. Gerekçeleri tek: “Geleceğimizi göremediğimiz için buraya geldik.”

Oysa içinde bulunduğumuz dönemde bir ülkenin insani sermayesi en önemli itici gücü. Bilimi ve teknolojiyi ürün ve hizmete dönüştürenin kazandığı bu yeni küresel ekonomik sistemde gelişmekte olan bizim gibi ülkelerin kendi ekonomik özgürlüklerini elde etmesinin de temel harcı. Ama bunu anlamıyor, anlamamakta da ısrar ediyoruz.

Erinç Yeldan Hoca yazıp duruyor. Türkiye ekonomisi dış sermaye girişlerine bağımlı ve yurtdışından sermaye girişleri olduğu sürece büyüyen, aksi durumda küçülen bir ülke. Bu bağımlılığın sonucu ise hızla artan dış borç. 2006 yılında 206 milyar dolar iken 2017’de 450 milyon dolara ulaşmış. Yani 2 kattan fazla artmış. Gelen para, ağırlıklı olarak inşaat yatırımlarına yönlendirilmiş. Eğitime ayrılan payın 2.5 misli harcanmış inşaat yatırımlarına...

Oysa bilim üretmeden teknoloji de üretilemiyor. Bilimi üretebilmek de daha okulöncesinden başlatılan bir eğitimin ve kültürün sonucu. O kültür öyle kendiliğinden kazanılamıyor ne yazık ki...
Bilim ve mühendisliğin itici gücü Ar-Ge. Ama tek başına o da yeterli değil. İçinde eğitimden yatırımlara, patent ve fikri mülkiyet haklarından, hükümet politikalarından küresel mal ve hizmet tedarikine, nitelikli beyinlere, inovasyona kadar uzanan geniş bir ekosistemi de zorunlu kılıyor.

Özgür bir akademik ortamı, bağımsız medyayı, kadın erkek eşitliğini, kadınların da ekonomiye katılımının koşullarının devlet tarafından yaratılmasını, yurttaş bilincini de gerekli kılıyor. Yurttaş bilinci derken yaşadığı çevreye, yaşam alanına, doğasına sahip çıkan, hükümetin yaptığı harcamaları sorgulayan, hesap soran, keyfiyete asla olanak bırakmayan bir yapı bu.,

Başa dönersek... Nitelikli işgücü, yaratıcı beyinler olmadan Türkiye’nin teknoloji ve bilimde sıçrama yapması olanaksız. Bu beyinlerin gitmesini hiç umursamayan siyasi iktidar, Türkiye’ye belki de verebileceği en büyük zararı veriyor...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Akkuyu kapitülasyonu - ÇİĞDEM TOKER

Kapitülasyon kısa tanımıyla bir devletin bir başka devlete tanıdığı ayrıcalık. 
Daha uzun tanımda ise iktisadi, sosyal ve siyasi ayrıcalıkların, tek yanlı hukuki işlem veya anlaşmalar yoluyla tanınması diye ifade ediliyor. 

Türkiye, Rusya’ya Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer güç santralı (NGS) kurma iznini sekiz yıl önce imzalanan bir milletlerarası anlaşma ile verdi. Şüphesiz Resmi Gazete’de yayımlanan (6 Ekim 2010) bu milletlerarası anlaşmanın, başında yahut herhangi bir yerinde kapitülasyon sözcüğü geçmiyor. 

Fakat, Türkiye’nin TETAŞ (Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş.) üzerinden verdiği kilovatsaat başına 12.35 cent alım garantisi başta olmak üzere Akkuyu NGS için Rusya’ya sağladığı olanaklar karşısında bu anlaşmayı kapitülasyon diye nitelemek abartı sayılmaz. (NGS’nin yapımı, inşaat finansmanı Rusya’da görünse de Rusya’nın 7-8 milyar dolarlık kısmının Türkiye’ce karşılanmasını istediğini ancak bu durumun çözülemediği için askıda kaldığını not düşelim.) 

Akkuyu’nun -özellikle Avrupa’nın kademeli olarak nükleerden çıkış kararları ve ülkemiz açısından da güncellenmiş elektrik enerjisi talep projeksiyonları dikkate alındığında- bir ihtiyaç değil, siyasi bir tercih kimliği daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu devasa ölçekli inşaat Rusya’nın desteğini almak ve şirketlere iş sahası yaratarak siyasi ömrü sağlamlaştırma işlevi görecektir.

Atık yönetimi muğlak 
Atık yönetimi bir NGS’de temel kritik alanlardan biri olmasına karşın Akkuyu’da atıkların nasıl yönetileceği belirsizdir. Bu konunun nasıl muğlak bırakıldığı, 6 Ekim 2010 tarihli milletlerarası anlaşmanın “yakıt, atık yönetimi söküm” başlıklı 12. maddesinden de anlaşılabilir: 
Madde 12 
YAKIT, ATIK YÖNETİMİ VE SÖKÜM 
1.Nükleer Yakıt, Proje Şirketi ve tedarikçiler arasında yapılan uzun dönemli anlaşmalar bazında tedarikçilerden temin edilir. 
2.Taraflarca mutabık kalınabilecek ayrı bir anlaşma ile Rus menşeli kullanılmış nükleer yakıt, Rusya Federasyonu’nda yeniden işlenebilir. 
3.Taraflar, devletlerinin yürürlükteki kanunları ve düzenlemeleri izin verdiği ölçüde, nükleer yakıt, kullanılmış nükleer yakıt veya herhangi bir radyoaktif materyalin sınır ötesi taşınması da dahil olmak üzere, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla, nükleer materyallerin sınır ötesi taşınmasına ilişkin gerekli tüm ilgili onay, lisans, kayıt ve rızaların alınmasında Proje Şirketi’ne yardım eder. 
4.Proje Şirketi, NGS’nin sökümü ve atık yönetiminden sorumludur. Bu çerçevede, Proje Şirketi yürürlükteki Türk kanun ve düzenlemeleri ile öngörülen ilgili fonlara gerekli ödemeleri yapacaktır. 
 

Devlet sırrını yabancılar biliyor 
CHP Enerji Komisyonu Başkanı Necdet Pamir 2014’teki kritik bir gelişmeyi hatırlatıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Türkiye’ye, Akkuyu NGS konusunda 39 başlıkta uyarıda bulunduğunu ancak açılan davada talep edilmesine karşın bu uyarıların “devlet sırrı olduğu” gerekçesiyle mahkemeye sunulmadığını belirtiyor. İnsanların aklıyla alay edildiğini söyleyen Pamir, “Düşünün Türkiye’nin devlet sırları Uluslararası Atom Enerjisi’ndeki uzmanlarca hazırlanmış. Onlar biliyor ama bizim bilmemiz istenmiyor” diyor. 

Durmaksızın 20 milyar dolar yatırım tutarı vurgulanan Akkuyu’da, Rusya’nın 15 yıl boyunca, 12.35 cent üzerinden satacağı üretim gelirleriyle, yapacağı harcamayı fazlasıyla çıkaracağını unutmasak iyi olur. Milletlerarası anlaşmaya, bundan sekiz yıl öncesinin dolar kuru dikkate alınarak konulmuş 12.35 cent, bugünkü kur ortamında ürkütücü bir fiyattır. Akkuyu’nun kapitülasyon olmadığını iddia edecek olanlar önce 12.35 cent için “halk için çok iyi bir fiyattır” demesi gerekmektedir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bu olsa olsa Putin’in rüyası - GÖZDE BEDELOĞLU

İktidar medyasının ‘altmış yıllık rüya gerçek oluyor’ diye müjdelediği Akkuyu Nükleer Santralı’nın temel atma töreni önceki gün gerçekleştirildi. İddia o ki, nükleer enerjiye kavuşan Türkiye daha güçlü olacak. Altmış yıl önce de nükleerin dünyayı kurtaracak güç olduğu söyleniyordu. Bu sevda yolunda meydana gelen faciaların en bilineni olan Çernobil’in etkilerini, otuz yıl sonra bile, Karadeniz’de rastlanan kanser vakalarında gözlemliyoruz. Japonya hala, 2011’de Fukuşima Nükleer Santralı’nda meydana gelen patlamayla çevreye yayılan radyoaktif maddeleri kontrol altına almaya çalışıyor. Reaktörlerin çevresindeki alanın ancak 40 yılda temizlenebileceği ve bunun da maliyetinin 100 milyar doları geçeceği belirtiliyor. Her iki felakette de yüzbinlerce insan yaşadıkları bölgeyi, evlerini terk etmek zorunda kaldı. Japonya, nükleer santralların geleceğinin olmadığını kabul etti. Almanya 2020’ye, İsviçre 2033’e kadar santrallarını kapatma kararı aldı. Dönüşü imkansız zararlar neticesinde nükleer gücün ucuz ve güvenilir olmadığı; aksine, yüksek maliyetli ve tehlikeli olduğu acı şekillerde deneyimlendi.

• • •

Nükleer santralların yapılması gerektiğini savunanların ilk argümanı ekonomik kalkınma! Dolayısıyla karşı çıkanların önüne de hep ‘ülkenin gelişmesini istemeyen vatan haini’ kartı konuyor. Bu, kendisi ve ülkesi için kıymetli olan bir değeri muhafaza etmenin kıyısından dahi geçmeyen bir muhafazakarlık anlayışıyla yola devam eden Türkiye’deki sağ-milliyetçi siyasetin pankartı gibi bir şey. Bunun yanında, Rusya doğalgazı keserse “tezek yakarız” diye kükreyen ‘vatanseverler’ bugün nükleer istemeyenlere rahatlıkla “tezek mi yakalım?” diye çıkışabiliyor. Akkuyu gibi dünyanın en güzel sahillerinden birini; tehlikesi belli, ömrü belli, kapatması açılmasından daha masraflı bir nükleer santral inşa ederek radyoaktif bir mezara çevirmek konusunda da bir sıkıntı duymadıkları gösterdikleri bayram sevincinden belli. Ancak olası bir nükleer kaza felaketinin kimseyi ayırdığı yok. Yaşamın devamı için enerji kaynaklarına ihtiyaç olduğu kimsenin reddettiği bir şey değil; ama bunun için, hele ki bizim gibi güneşi rüzgarı bol bir ülkede, alternatif güç kaynaklarına değil yönelmek, tartışılmasına fırsat bile vermemenin anlaşılır bir yanı yok.

• • •

Doğa çeşitli yerüstü ve yeraltı hareketleriyle, iklim değişikliğiyle kaynaklarını sorumsuzca kullanan ve tüketen insana patronun kim olduğunu defalarca kanıtladı. Aklını başına almış halklar gösterdikleri direnç ve kararlılıkla, devletlerin insani değil siyasi-ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket etmeye teşne yöneticilerine engel olup toprağa, suya, havaya sahip çıkıyor ve hükümetlerini doğaya saygılı enerji kaynakları üzerinde daha fazla çalışmaya teşvik ediyor. Kaldı ki, her enerji üretiminin az ya da çok olmak üzere çevreye kaçınılmaz zararları olduğu konusu pek çok bilim insanının üzerinde hemfikir olduğu bir konu. Bu yüzden, doğaya en uyumlu yenilenebilir enerji sistemlerini bile kullanırken tasarrufa önem vermek ve doğayı insanın hizmetine girmiş; insanın beklentilerini sınırsızca karşılamakla yükümlü bir varlık olarak görmenin trajik sonuçları hakkında bilinçlenmek gerekiyor. Biz hala doğaya en az zararı verecek hangi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeliyiz diye konuşacağımıza; pek çok felakete yol açmış pahalı ve tehlikeli nükleer enerjinin neden Türkiye için gerekli olup olmadığını tartışamıyoruz bile.

• • •

Nükleer santralların dünyadaki dağılımına bakınca bugüne kadar bizden başka kimsenin Akdeniz’de bu işe yeltenmediği görülüyor. Düzenli olarak soğutulmaya ihtiyaç duyan reaktörleri nisan ayında 20 derece sıcaklığa kavuşan deniz suyu ile soğutmaya çalışmak akla yatkın bulunmadı herhalde. Soğutma işlemi sonrası yüzlerce derece sıcaklığa kavuşan suyun denize bırakılacak olması da Türkiye’nin küresel ısınmaya eşsiz bir katkısı olacak. Öldürücü etkilerinin ortadan kalkması için yüzyılların geçmesi gereken radyoaktif atıkların depolanması ise belki de en önemli sorun! Üstelik atıkların yıllar içinde gömüldüğü yerde ne tür bir etkileşime gireceği tamamen kontrol dışı! Hal böyleyken ülkesini, gezegenini seven insanlar adına soralım; Putin’e sunulan Akkuyu’da nükleer santral açma, işletme ve ürettiğini de bize üç katı fiyatına satma fırsatı nasıl oluyor da Türkiye’nin rüyası oluyor?

GÖZDE BEDELOĞLU  / BİRGÜN

Torpilci, torpilli ve mülakat - ÜNAL ÖZMEN

Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı her sınava giren bir öğretmen arkadaşım vardı. Özellikle yurtdışına öğretmen görevlendirme sınavlarını kaçırmayan bu arkadaşım, girdiği her sınavın yazılı aşamasında en yüksek puanı almasına rağmen mülakatta takılıp kalırdı. Yine de pes etmez sonraki sınavı ajandasına not etmekten geri durmazdı.

Arkadaşımın katıldığı son sınav, Fransa’da görevlendirilecek üç öğretmenle ilgiliydi. Yüzlerce aday arasından yazılı sınavda barajı aşan tek kişi o oldu. Üç kontenjanın tek kazanan adayı olarak elenmesinin söz konusu olamayacağını düşünürken her zamanki gibi mülakatta takıldı. Konuyu idari yargıya taşıdı ve mülakatın yok sayılmasını sağladı.

Bakanlık, mahkeme kararına uygun olarak süreci o noktadan devam ettirerek güvenlik soruşturmasını başlattı. Asker, polis, MİT ne kadar istihbarat birimi varsa Kadir’i “temiz” buldu! Fakat günler, aylar geçmesine rağmen sınavı kazandığı ülkeye öğretmen olarak gidebileceği bu arkadaşa tebliğ edilmedi. Kadir, işini politikacıya, bürokrata takip ettirecek biri değildi. Dosyasının müsteşarlıkta beklediğini öğrenir öğrenmez bir öğretmende bulunması gereken bütün nezaketini yanına alarak müsteşarın karşısına dikildi. Hakkında yürütülen soruşturmanın tamamlandığını, ancak uzun süre beklemesine rağmen görevin tebliğ edilmediğini söyleyerek gecikmenin nedenini öğrenmek istediğini anlattı. Müsteşar, “güvenlik soruşturmalarında sorun gözükmüyor, fakat benim kişisel istihbaratımdan geçemediniz” dedi arkadaşıma. Din ve milliyet Kadir için uyduruk kavramlardı; fakat ona rağmen babadan, atadan yadigâr saklama gereği duymadığı gibi övünç kaynağı olarak görmediği, kendisi yok saysa da devletin kayıttan düşürmediği “affedersiniz” bir Ermeniliği vardı. Müsteşarla görüşmesini anlatırken “kendimi Ermeni gibi hissediyorum” demişti Kadir, o yıl biriktirdiği hizmet puanlarını kullanarak bu tiksindirici ortamdan uzaklaşacağını umduğu Ermeni kilisesi olan bir köye tayin isteyerek Ankara’dan ayrıldı ve bir daha da sınava girmedi.

•••

Kadir’in başına gelenin bugün herhangi birimizin başına gelmesi için “affedersiniz Ermeni” olmak gerekmiyor, AKP’li olmamak yetiyor!
Yazılı sınavlar, sınava katılanlara eşit uygulanarak fırsat eşitsizliğine meşruiyet sağlardı; sözlü sınav denilen mülakat, mülakatı yapanın sınava katılanlar arasından kendine göre kimin eşit olacağına karar verdiği sistemin adıdır. Devletin bu yönteme tevessül etmesi, elediği adaya açıkça seni yurttaş olarak tanımıyorum demesidir.

Hükümet yazılı sınavlarda taban puanı düşürerek, bir yandan mülakatı belirleyici seçme yöntemi haline getiriyor öte yandan yazılı sınavda başarı gösteremeyen yandaş adaylarına huzura çıkabilme şansı tanıyor. Kamu kadrolarına alacağı personeli (yakında okullar arası geçişe de mülakat gelirse şaşırmayın) mülakatla belirleyen islamcı iktidar, kelimenin tam anlamıyla toplumu makbul olan olmayan olarak ikiye bölüyor.

Sorun, iktidarın kendi makbul anlayışıyla devlet için makbul olanın yer değiştirmesi değil sadece; asıl sorun, iktidardan ayrıcalık talep etmenin olağan toplumsal davranışa dönüşmesidir. Öyle ki torpilci iktidarları değiştirseniz bile kolay kolay değişmeyecek bir dönüşüm bu.

Kayırılan veya kayırılma talebinde bulunan, her durumda başkasının hakkına tecavüz etmiş olur. Ciddi ruhsal ve sosyal baskı karşısında kişi yerini aldığı kişinin vatan sevgisinin; milliyetinin, inancının, kültürünün; olmadı cinsiyetinin, yaşam tarzının, boyunun posunun, saç renginin oraya layık olmadığını iddia ederek rahatlatır kendini ancak. Seçimi yapan ona öyle öğretir çünkü. Aksi halde bir insan hakkına tecavüz ettiği kişinin yüzüne nasıl bakabilir! Hele kayırılarak görev verilmiş kişi bir de öğretmense… Bu kişi öğrencisine samimiyetle ahlaktan, haktan, hukuktan, adaletten söz edebilir mi? Diyelim ki torpilli yargıç, polis veya asker; adaleti işe başlarken katletmiş bir meslek mensubundan adil davranmasını bekleyebilir misiniz?

Ünal Özmen / BİRGÜN

5 Nisan 2018 Perşembe

Kabul edin ki bu gençler sizden zeki - AYŞE YILDIRIM

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın okuma hakkı tanımayacağını söylediği öğrencilerden dokuzu sulh ceza hâkimliklerince tutuklandı. Hâkimliğe göre tutuklama kararı “ölçülü”ymüş, çünkü öğrencilerin yaptığı eylem “toplumda oluşan refleks ve infial durumu dikkate alındığında ceza miktarının üst sınıra yaklaşılabileceğini” gösteriyormuş. 

Nasıl ama?
 
Toplumda bir infial var doğru. Ama bu infial o öğrencilere yapılan muameleye, tutuklanmalarına, gözaltına alınmalarına, baskıya uğramalarına, sindirilmeye çalışılmalarına karşı bir infial. 

Yeter, çocuklarımızı rahat bırakın” diyen insanların infiali. 

Bunun için de bir tutuklama yapılacaksa yanlış kişiler tutuklu. 

Yine hâkimliğe göre bu öğrenciler “terör örgütü propagandası yapmış”. Sırf Afrin harekâtına karşı çıktıkları için. Mahkemeye göre, barış isteyen herkes “YPG/PKK lehine amaçlarını meşru gösterici, şiddeti tavsiye eder mahiyette” imiş. 


Evet, evet “şiddeti” diyor.
 
Ülkenin Cumhurbaşkanı, bakanları ve onların yandaş kalemleri öyle deyince hâkimliğin de farklı bir şey demeyeceğini biliyoruz artık. 

Yoksa herkes o gençlerin tutuklanma gerekçelerinde söylenen şeylerin tam tersini savunduğunun farkında. Şiddeti, savaşı, ölümü değil barışı ve yaşamı savunan, bunu da korkmadan söyleyen herkesin başına gelen şeyi yaşıyorlar şu anda. 
Sulh ceza hâkimliği daha iddianameleri bile yazılmayan, yargılamaları yapılmayan öğrencileri tutuklarken “size ceza vereceğiz ve bunu üst sınırdan vereceğiz” demeye getiriyor. 

Ki, sadece onları cezalandırmakla kalmayacaklar, diğer öğrencileri, öğrencilerini destekleyen hocalarını, anne babalarını, arkadaşlarını hatta onları hiç tanımayan ama yanlarında olan insanları da korkutacaklar. Yani korkuttuklarını sanacaklar. 
Her şey çığrından çıktı. Her şey yerle yeksan. Demokrasi, hukuk, özgürlük adına ortada bir şey kalmadı. 

Kalan tek şey mücadele ve umut. 
Bir türlü yok edemedikleri iki şey. 
O çocukları gece yarısı evlerini basarak gözaltına almaları bundan. Evde kızlı-erkekli kalmalarına kızgınlıkları, “siz evli misiniz” deyip tokatlamaları, zekâlarına yönelik hakaretlerin altında yatan kıskançlıkları bundan. 


Boğaziçi’ni polis üssüne çevirmeleri, kampusta kimlik kontrolü yapmaları, üniversitenin çevresindeki kafeleri bile basmaları, öğrencileri muhbirliğe teşvik etmeleri hep bundan. 
Çünkü o gençler umudu, mücadeleyi ve de en önemlisi geleceği temsil ediyorlar. 

Farklı bir gelecek hayali kuran insanlardan korkuyorlar. O kadar çok korkuyorlar ki “bilet paralarını verip” ülkeden göndermek istiyorlar. Pasaportuna bile el koydukları insanlara “git” demelerinin komikliğinin farkına varamayacak kadar korkuyorlar anlayacağınız. 
İşte o korktukları geleceği bugünden yok etmek istiyorlar. 

Olmuyor, bir türlü başaramıyorlar. 
Ve başaramayacaklar da. 


Ne diyordu o tutuklanan gençlerden birinin babası adliyenin önünde oğlunun arkadaşlarına: 
“Oğlumla gurur duyuyorum, ağzından çıkan her lafın arkasındayız. İnançlarınız neyse ondan ödün vermeyin çünkü biz haklıyız. Bunlar yatar çıkar, siz daha gençsiniz. Ömrünüzde birkaç ay hiç önemli değil. Geç mezun olmak da hiç önemli değil, ister bir, ister iki sene ama siz ömrünüzün sonuna kadar başınız dik yaşayacaksınız. Bizim anne baba olarak sizin desteğinize ihtiyacımız var. Bunu arkadaşlarınıza da anlatın.” 


Böyle babalar var olduğu sürece, onların yetiştirdikleri çocuklar var olduğu sürece işleri çok zor. 
Boşuna o gençlerin eyleminin ardında örgüt aramayın. Bulacağınız tek şey kendi korkularınız ve o korkunun Saray’da yarattığı infial olur. 


Haa tabi bir de mücadele ve umut. 


Onu da cezalandırarak yok edemeyeceksiniz.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Deizm, ateizm vs. - ÖZGÜR MUMCU

Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün dini iki eğitim derneğiyle beraber düzenlediği “Gençlik ve İnanç Çalıştayı”nın sonuç bildirgesi, “Gençler arasında deizm yayılıyor” başlıklarıyla haberlere konu oldu. 


Çalıştay’ın düzenleyicilerinden İkdam Derneği ise, internet sitesinde “İnanç bunalımı yaşayan gençlerde ateizmin değil daha çok deizmin gözlendiği ifade edilmiştir. Bu ifade deizmin hızla arttığını iddia etmemektedir” diye bir açıklama yayımladı. 

Bu haber, bir süredir devam eden bir tartışmanın son halkası. İktidar medyasının köşe yazarları ve kimi ilahiyatçılar bir süredir gençlerin deizme ve ateizme yönelmesinden yakınmakta. Yani Tanrı tanımazlığın ya da bir yaratıcı inancı muhafaza edilse de dinsizliğin yayıldığından bahsediliyor. 

Diyanet dergisinin de geçen yaz ayında “deizm, ateizm, nihilizm kıskacındainsanlık” konusunu ele alarak bir süredir meseleye eğildiği biliniyor. 

Yani böyle bir eğilimin bulunduğu genel olarak kabul ediliyor. Özellikle muhafazakâr ailelerin çocuklarında bu eğilimin gözlendiği saptaması yapılıyor. Teşhis ve tedavi yöntemleri öneriliyor. 

Son dönemde bazı tarikat liderlerinin ve ilahiyatçıların cinsellik hakkındaki açıklamalarının yarattığı rahatsızlık sayın Cumhurbaşkanı’nın “dinin güncellenmesi” gerektiğini söylemesine varacak bir seviyeye erişmişti. 
Bu da muhtemelen, bahsi geçen teşhis ve tedavi yöntemleriyle ilişkilidir.

İlahiyatçıların, din adamlarının, tarikatların, İslami dernek ve vakıfların bu gelişmelerden rahatsızlık duymaları elbette doğaldır. İslamcı siyasetçilerin, siyasal İslamın hiç olmadığı kadar iktidarda bulunduğu bir dönemde gençler arasında dinden uzaklaşma olgusuyla karşılaşınca şaşırmaları ve buna bir çözüm bulmaya çalışmaları da öyle. 
Gelgelelim, laik bir devletin dindar ya da dinsiz gençler yetiştirme gibi bir misyonu bulunmamakta. Bu sebeple Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde İslami derneklerle beraber gençlerin dini inançları hakkında toplantı yapmanın laiklik ilkesiyle bağdaşmayacağı ortada.
 
Benzer bir şekilde devletin ve yürütmenin başı olan sayın Cumhurbaşkanı’nın İslamın güncellenmesi konusunda bir fetva makamı gibi açıklamalarda bulunması da öyle. 
Eğitimin amacı “dindar nesiller” ya da “dinsiz nesiller” yetiştirmek değil, kendini gerçekleştirebilecek, zamanın hiç olmadığı kadar hızla aktığı bir dönemde geleceğin dünyasına uyum sağlayıp onu şekillendirebilecek nesiller yetiştirmek olmalı. 
Bu satırların geldiğimiz aşamada safça olduğunun farkındayım. Yine de devlet kurumlarının gençlerin dini inançlarına ilişkin müdahalesinin içselleştirilmemesi önemli.
Bütün inançlara eşit mesafede olması gereken laik bir devletin “gençlerin imanı elden gidiyor” diyerek İslami derneklerle toplantı yapması ya da Cumhurbaşkanı’nın ilahiyat tartışmalarına girmesi alışılmaması gereken bir durum.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

4 Nisan 2018 Çarşamba

Enflasyon: Karnabahar olmadı lahana verelim - HAYRİ KOZANOĞLU


Merkez Bankası Ocak 2018 Enflasyon Raporu’nda 2018 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 7,9’du. Bu oranın tutturulması şimdiden imkânsız gibi görünüyor. ‘Çarşı pazar cep yakıyor’ klişesi de mart ayında bir kez daha doğrulanmış durumda.

Dün açıklanan verilere göre, tüketici fiyatları mart ayında bir önceki aya göre yüzde 0,99 arttı. Böylelikle son bir yılın tüketici enflasyonu yüzde 10,23 olarak gerçekleşti. Enflasyonu tek hanelere indirme iddiasının hayata geçmesi için haliyle umutlar nisana kaldı. 2017 yılının aynı ayının enflasyonu yüzde 1.31’di. Ancak gelecek ayın tüketici fiyatları yüzde 1,08’in altında bir yükseliş sergilerse, kısa bir süre yüzde 10’un altında bir oranla karşılaşabiliriz. Ondan sonra 5 aylık bir dönem, baz etkisi nedeniyle yıllık enflasyonu aşağı çekmek çok güç olacak. Çünkü 2017 yılının Mayıs-Eylül döneminde toplam fiyat artışı yüzde 1,50; aylık ortalama ise yüzde 0,30’tü. Hatta Haziran 2017’de eksi enflasyona bile tanık olmuştuk.


Aylık harcama grupları itibariyle değerlendirildiğinde, en dikkat çekici gelişme gıda ve alkolsüz içecek fiyatlarının yüzde 2,03 artışıyla yaşandı. Toplam harcamalar içerisinde ağırlığı yüzde 23.03 olan gıdanın, yoksulların tüketim kalıplarında daha da önem kazandığını biliyoruz. Yılın ilk çeyreğindeki gıda fiyatları artışı ise yüzde 6,06’yı buldu.

Merkez Bankası Ocak 2018 Enflasyon Raporu’nda 2018 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 7,9’du. Bu oranın tutturulması şimdiden imkânsız gibi görünüyor. Ne var ki daha da vahim olanı, 2018’in ikinci yarısıyla birlikte işlenmemiş gıda fiyatlarının yüzde 4,6 civarında bir artış sergileyeceği öngörüsünün daha yılın üçüncü ayında geçersiz kalması, yüzde 6’nın üzerinde bir sıçramanın gerçekleşmesi. Diğer bir ifadeyle, “çarşı pazar cep yakıyor” klişesinin bir kez daha doğrulanması.

Et yemeyelim de…
Madde madde incelendiğinde de, fiyatı en fazla hoplayan listenin başını gıda ürünlerinin çektiği görülüyor. Hadi fiyatı yüzde 54,5 artan karnabaharı bu ay pas geçsek, yüzde 8,5 sıçrayan kuzu etini de mi yemeyelim! Protein gereksinimimizi yumurta ile giderelim desek yine yüzde 4,7 zamla karşılaşıyoruz. Karnabaharı beyaz lahana ile ikâme etme hamlemiz de yüzde 4,4 yükseliş karşısında sonuç vermiyor…
enflasyon-karnabahar-olmadi-lahana-verelim-447099-1.Özel kapsamlı TÜFE göstergeleri denilen; fiyatları en oynak gıda, enerji gibi ürünleri dışarıda bırakarak oluşturulan endeksler de, umut verici bir görünüm sergilemiyor. Örneğin, C endeksi adı verilen; enerji, gıda ve alkolsüz içecekler, alkollü içkiler ve altın hariç TÜFE Mart ayında yüzde 0,79 artmış. Yıllık oran ise yüzde 11,44 gerçekleşmiş.

ÜFE sert yükseldi
ÜFE diye kısaltılan üretici fiyatları da; hem üretimin maliyetini yansıtması bakımından, hem de yarın tüketici fiyatlarına etki yapma potansiyeli göz önüne alınınca çok önemlidir. Mart 2018 ÜFE artışı yüzde 1.54, son bir yılın değişimi ise yüzde 14.28. Ana sanayi gruplarında da en fazla yükseliş döviz kuru değişimlerinden çokça etkilenen ara mallarında gözlemlenmiş.

enflasyon-karnabahar-olmadi-lahana-verelim-447100-1.Maliyet enflasyonu tehlikesi
Özetle, ÜFE artışları maliyet yönlü bir enflasyonla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. 2018’le birlikte fiyat artışlarının yavaşlayacağı vaatlerinin boş çıkması da enflasyon beklentilerini yukarı çekerek, olumsuz etki yapıyor. Geçen hafta açıklanan büyüme rakamlarına stok artışının yüzde 0,7 puan pozitif katkı vermesi talebin zayıflamış olabileceğine, stoklarda birikmenin ortaya çıkışına işaret ediyor. 2017’de beyaz eşya ve mobilyaya yönelik vergi indirimleri, hanehalklarının dayanıklı tüketim malları harcamalarını öne çekmesine, yıl genelinde yüzde 24,1’lik bir artış sergilenmesine yol açtı. 2018’de ise talebin doğal yavaşlaması, büyümeyi aşağı çekme sinyali veriyor.

Durum parlak değil
Tüketicilerin nisan ayına daha umutla bakması beklenebilir mi? İlk işaretlere bakılırsa ne yazık ki hayır! Ciddi geçirgenlik etkisi bulunan döviz kuru sepeti, dolar 4 TL, avro 5 TL civarında salınınca, 4.50 TL dolaylarında seyretmeyi sürdürüyor. Nisan başından geçerli, elektrik fiyatlarındaki yüzde 2,89’luk, doğalgazdaki yüzde 8,9’luk zamları göz önüne alınca, şimdiden gidişatın pek parlak olmadığını söylemek mümkün…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN




O klarnet nasıl oluyor da çalınabiliyor? - FATİH YAŞLI

Bu işler bir gecede ya da son üç beş senede, daha da ileri giderek söyleyelim, son on beş senede olmadı, bu işlerin bir evveliyatı, bir tarih öncesi var.
Bakın, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Selman, Washington Post’ta yer alan röportajında tarihsel bir itirafta bulunarak, Soğuk Savaş esnasında komünizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı Vahhabiliği yaydıklarını ve bunu da müttefikler, yani ABD ve Batı istediği için yaptıklarını söyledi.

Bu itiraf, bütün bir yakın dönem Ortadoğu tarihinin ve bizim de tarihimizin bir özetidir: Türkiye’nin yakın tarihi, devleti yönetenlerin ve sermaye sınıfının, emperyalizmle işbirliği içerisinde ve sol düşmanlığıyla, komünizm korkusuyla İslamcılığa kapıları açmasının ve o kapıdan girenlerin devleti ele geçirerek nihayetinde rejimi değiştirmelerinin tarihidir, olan bitenin özeti budur.
Ordu bu dönüşümün en iyi gözlemlenebildiği yerdir; çünkü Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş’ta batının ileri karakolluğunu üstlenme hevesiyle birlikte emperyalizm açısından asıl önemli kurum ordu olmuş, en derin ilişkiler de bu yüzden orduyla kurulmuştur ve NATO üyeliği bu ilişkilerin somutlaştığı mekanizmadır.

İşin daha derin kısmında ise Gladio yapılanması vardır. Komünizmle “hukuk dışı” ve gizli yöntemlerle mücadele adına kurulan bu yapılanma, Soğuk Savaş boyunca bütün NATO üyesi ülkelerde son derece etkili olmuştur. Bir yandan sivil faşistler sokak gücü olarak solun karşısına çıkarılırken öte yandan İlim Yayma Cemiyeti’nden Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne uzanan genişlikte dinselleşmeye ivme kazandırılması, tarikatların, cemaatlerin palazlandırılması bir NATO/Gladio projesidir.

Peki İslamcılaştıranın bizatihi kendisi İslamcılaşmadan münezzeh olabilir mi, bundan etkilenmemesi düşünülebilir mi, çürütenin çürümemesi mümkün müdür?

Bu soruların yanıtını biliyoruz artık. Türkiye’nin dinselleştirilmesine paralel bir şekilde devletin bütün kurumlarıyla birlikte ordu da dinselleşti, öyle ki son noktada Fethullahçı çete mensubu subaylar darbeyle iktidarı almaya bile kalkıştı, uçaklar Meclis’i bombaladı, tanklar insanların üzerine sürüldü, sokakta iç savaş manzaraları yaşandı. Bunun sonucunda belki Fethullahçılar –en azından bir kısmı- ordudan temizlendi ama bu sefer de hem başka tarikat ve cemaatler ortaya çıkan boşluğu doldurmaya başladı hem de iktidarın kişiselleşmesi olgusunda somutlaşan yeni rejimin ruhuna uygun bir ordu ortaya çıktı, bu sefer de ordu kişiselleşmiş iktidarın beka mücadelesinin hizmetine sokuldu.

İşte tam da bu nedenle, ihalecisinin, kumarbazının, düşkününün, geçkininin, şöhretini yitirmişinin, botokslusunun, belediyeden konser, devlet kanalından program kapmak isteyeninin tekmili birden bir uçağa doldurulup sınır bölgesine götürülmesi ve kamuflajla taçlandırılmış bir lümpenlik müsameresinin, vıcık vıcık bir arabesk sahne gösterisinin fondaki klarnet sesiyle birlikte tüm topluma seyrettirilmesi şaşırtıcı değil.

Komünizmle mücadeleden, sol düşmanlığından ve korkusundan, dinselleşme politikalarından, Türk-İslam sentezinden, toplumun çürütülmesinden, aklın, bilimin, aydınlanmanın inkârından, cemaatin devleti adım adım ele geçirmesinden buralara geldik. Bu yüzden buradayız, bu akıl tutulmasının, bu kolektif irrasyonalizmin tam ortasındayız.

Tam da bu yüzden işte, öyle olmadığı iddiasıyla ya da olmaması temennisiyle “o askerler siz klarnet şov yapasınız diye mi öldü” sorusu yanlış, çünkü bu sorunun cevabı, bir tür inkâr psikolojisiyle kabul edilmeyecek olsa da aslında “evet”.

Evet, iktidarın iktidarda kalmaya devam edebilmesi için, İslamcılarla milliyetçilerin kurduğu ittifaka can suyu verilmesi için, işsizliğin, enflasyonun, yolsuzluğun ve yoksulluğun konuşulmaması için, muhalefetin susturulabilmesi, olağanüstü halin süreklileşmesi için savaş siyasetine ihtiyaç var. Yeni bir rejim inşa edilebilmesi, “ikinci kuruculuk” iddiasının sürdürülebilmesi, Gazilik, Mareşallik, Başkomutanlık vb. unvanların konuşulabilmesi için savaş siyasetine ihtiyaç var.

Mesele tam da burada başlıyor zaten. Hala karşıda normal bir hükümet varmış gibi yapıldığı için, hala içeride yanlış olanın dışarıda doğru işler yapabileceğine inanıldığı için, hala “ikinci yetmez ama evetçilik” diye adlandırdığım bir tutumla “iktidarı desteklemiyorum ama…” diye başlayan cümleler kurulabildiği için, ahmaklaştıran bir milliyetçiliğin peşine takılıp gidildiği için, savaş siyasetine esastan değil usulden karşı çıkıldığı ve “yaptığınız iş doğru ama ah bir de şöyle demeseydiniz/yapmasaydınız” gibi bir tutum takınıldığı için, “ortada bir vatan savaşı, bir beka savaşı yok, o sizin kendi bekanızın savaşı” denilmediği için çalınabiliyor o klarnet, bu yüzden bu kadar kolay gerçekleşebiliyor bu muamele.

Bu klarnet sesinden, bu müsamereden rahatsız mısınız, -mış gibi yapmadan, eğip bükmeden, hakikatin bir kısmını değil bütününü görerek tutum alacaksınız, başka çare yok, başka çaremiz yok.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Defilelerle ‘Meyhoş’laştı tesettür! - TAYFUN ATAY

İsmail YK’nın tesettür erotizmine müzikalite kattığı klipi “Meyhoş Oldum”un altını kazıyın, karşınızda tesettür defilelerini bulursunuz!..

“Şaraptan meyhoş oldum / 
Rakıdan sarhoş oldum / 
Ama senin aşkından / 
Daha da beter oldum” diyen İsmail YK, bu şarkısına çektiği fantastik mi fantastik klipinde bir “tesettürlü dilber” aracılığıyla ete kemiğe bürümekte sözel içeriği…

Hayli uç noktaya mı gitmiş, evet hayli uç bir noktaya gitmiş.
Peki, durduk yerde mi gitmiş, hayır!..
İsmail’in klipine giden yolun, (artık bir “sembol” haline geldiği için ismini verebiliriz) “Tekbir Giyim A.Ş”nin iyi niyet taşlarıyla döşendiği söylenebilir. Şöyle ki (kurucusunun ifadesiyle, mealen) başlangıçta büyük şehirlerde köyde olduğundan farklı bir yaşam tarzı ve beğeni düzeyindeki dindar-muhafazakâr genç kadınların (“Bacılarımız”) örtünme ihtiyacını karşılamak üzere, “Allah rızası için” sıvanmıştı kollar (1970’ler sonu). 

Gayet anlaşılır bir amaçtı bu: Köylerde geçimlik ekonominin gereği olarak kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayan, yani ekmekten elbiseye kadar, tüketeceği her şeyi kendisi üreten insanlarımız, göç ettikleri şehirlerde kapitalist pazar ekonomisi işlerliğinde her şeyi pazardan, marketten alır olmuştu. Dolayısıyla dindar kültürel örüntüleriyle kamu (iş, okul) yaşamında var olmak isteyen kadınların örtünme (tesettür) ihtiyacı için de bir “pazar” oluşturulması kaçınılmazdı.

Kökleri İslami gelenekten çıksa da son derece “modern” bir zorunluluktu bu ve bu topraklarda tesettür, Tekbir Giyim vasıtasıyla “modernleşti”.

Şimdi karşımızdaki İsmail YK’nın klipini ise tesettürün bu topraklarda sosyoekonomik değişme bağlamında yaşanan macerasının “postmodern” aşaması olarak değerlendirmek mümkün.


Bu yolun önünü de yine Tekbir Giyim öncülüğünde karşımıza çıktığı söylenebilecek tesettür defileleri açtı.
Tekbir Giyim, defileye mecbur kalmıştır. Kapitalist işleyişe mahkumiyet, defileye mecburiyeti beraberinde getirdi.

Bir başka deyişle, başlangıçta her şey “Allah’ın emri”ni yerine getirme yolunda Müslüman bacılara iyi niyetle hizmet olarak başlasa da bu hizmetin mekanı ve kapitalizmin tapınağı “Pazar”, hükmünü Tekbir Giyim A.Ş. üzerinde de icra etti.

Tekbir, bir “şirket” olarak ayakta kalma yolunda hem kârı, hem de yavaş yavaş beliren rakipleriyle mücadeleyi önceler olunca artık tekstil/konfeksiyon sektöründen moda sektörüne, diğer deyişle “kültür endüstrisi”ne (“postmodern” çığıra) intikal etti.

“Bacılar” için kanaatkar şekilde “bir baş örtüsü, bir pardösü” üretmenin şirketi ayakta tutmaya yetmediği noktada artık o “bacılar”ı da ihtiyaç olarak tüketimden “değer olarak tüketim” alışkanlığına çekmek gerekti.

Defileler, bunun imkan dahiline girmesini sağlamıştır: “Allah’ın emri olduğu için örtünme sadece; güzel, alımlı, çekici, cezbedici, ‘büyüleyici’ olmak için de örtün!..”  Tesettüre çağrının yeni motifi buydu.
Böyle olunca işte, bir “takva” (sakınma) ölçüsü olan tesettür, teşhir ögesine dönüştü. Tesettürün esası mahremiyet iken, “pazar”, “endüstri”, “moda”, defile” falan derken o, örtünmeye değil, (elbette “fantezi” mahiyette) “örtünerek soyunma”ya vesile kılınır oldu.

Sonrası “çorap söküğü”dür! Her yeni organizasyonda daha iddialı, şaşırtıcı ve kışkırtıcı tasarımlarla karşımıza gelen tesettür kreasyonları; billboard’larda trafik kazasına yol açabilecek kapasitede göze çarpan baş örtülü modeller; sayfalarına bakmaya doyum olmaz muhafazakar moda dergileri!..
Sonuçta tesettür dolayımıyla Müslüman kadının “tepeden tırnağa” metalaşması, magazinelleştirilmesi…
“Güzel bir yemekten sonra olduğu gibi iyi bir orgazmdan sonra da ‘Elhamdülillah’ denmeli” yorumu yapan dindar muhafazakâr kadın doğum uzmanlarının dahi bu süreçte sahne alması!..

Eh, buralara varıldıysa, yolun bugünkü durağında karşımıza çıkan İsmail YK klipine, o klipteki “tesettürlü erotik sevgili” temsiline değil, buna imkan alanı açan tesettür tüccarlarına bakmamız gerekmez mi asıl?!
Yani işin özünde modern/postmoden dünyada Müslümanlık halinin hâkim ekonomik sistemin isterlerine uyumlanması var.

Daha açık seçik ve saçık söyleyelim: İsmail’in “Meyhoş” klipi, bu topraklarda İslâm’ın kapitalizmle dansında valsten geçip tangoyu da aşıp artık “salsa”ya gelindiğinin resmi!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Türkiye’nin milli geliri: Nereden nereye?.. - ERİNÇ YELDAN

Konumuz “milli gelir”, daha teknik ifadesiyle gayrı safi yurtiçi hasıla (GSYH). İktisada Giriş derslerinin belki de en ilginç ve popüler konusu. (Yanılıyor olabilirim). GSYH bir yılın içerisinde bir ülkede üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarıyla toplam değerini veriyor. 

Türkiye’nin 2017 yılında milli geliri yüzde 7.4 büyüdü. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK’in) verileri söz konusu büyümenin ardında yatan ana unsurların özel ve kamu tüketim harcamalarındaki hızlı artış, sabit sermaye yatırımlarındaki sıçrama ve (net) ihracatın (ihracat eksi ithalat) olumlu etkileri olduğunu belirtiyor.
 
Bu büyüme performansının sağlıklı ve sürdürülebilir nitelikte olup olmadığını görmemiz için söz konusu harcamaların nasıl finanse edildiğine ve nereye harcandığına  bakmamız gereklidir. Büyümenin sürdürülebilir olması için ise yapılan harcamaların üretkenlik ve teknolojik (ve kurumsal) gelişmeyi sağlayacak bilgi sermayesi ve eğitim harcamalarına dayandırılması esastır. 

İlk tespitimiz Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine bağımlı olduğu ve yurt dışından sermaye girişleri sürdüğü sürece büyüyen, aksi durumda küçülen bir konumda görüldüğüdür. Bu bağımlılığın en önemli sonucu Türkiye’nin dış borçlarının hızla artması olmuştur. Türkiye’nin dış borçları 2006’da 206 milyar dolardan on bir yılda 450 milyar dolara çıkmış ve milli gelir üretiminin üstünde bir artış göstermiştir. 

Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını artırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Milli gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür. 

Bunun da ötesinde konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir. Aşağıda eğitim ve inşaat sektörlerinin gerek milli gelir, gerekse yatırımların dağılımı içerisindeki paylarını gösteren tablo bu gözlemlerimizi haklı çıkarmaktadır.

[Haber görseli]

Türkiye ekonomisinin yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izlediğini hatırlatmakla yetinelim. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreçlerinin her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandığını unutmayalım. “Bu sefer herşey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son bulmuştur, unutmayalım. 

Türkiye bir kez daha sürdürülemez bir Lale Devri heyecanı içine sürüklenmiş gözüküyor.


Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Amerika’nın monarkı - CEYDA KARAN

Amerikalılar iki haftadır ‘jeopolitik’ ağırlığı yüklü bir konuk ağırlıyor. 21’inci yüzyılda hâlâ mutlak monarşi kalabilen Vahhabi krallığı Suudi Arabistan’ın 33 yaşındaki veliaht prensi Muhammed bin Salman’ı... MbS kısaltmasıyla anılan bu monark, ‘genç reformcu’ pazarlaması eşliğinde ABD’deki halkla ilişkiler turunda pek ‘sükse yaptı’. Malum Amerika’nın ‘diktatörü’ olmak ayrıcalık.


***

Petro-doların gözü kör olsun. MbS’ı, hayretlerle izlediğim turunda kimler ağırlamadı ki! Trump yönetiminin üst düzeyinden, Henry Kissinger’a, Hillary Clinton’dan Barack Obama’ya, Bill Gates’ten Elon Musk’a, Lockheed Martin’den Walt Disney’e, Harvard’dan MIT’ye ve hatta Hollywood yıldızlarına uzanan bir kalabalık... 
Tabii Amerikalılara, ‘İslamı güncelleyip reforme edecek lider’, ‘ülkesinin büyük modernleştiricisi’ diye sunuldu. ABD medyasına söyleşiler ‘saçtı’. Doğrusu bunların, Yemen’le ilgili üç beş kırık eleştiriden öte zorlayıcı yanı yokken, MbS’ın zekâ seviyesini gösterdi. Yine de faydalıydı.
***

Örneğin ABD yönetimlerinin Soğuk Savaş’ta ektirdiği ‘gericilik tohumlarını’ sayesinde teyit ettik. Vahhabi Selefiliği Müslüman dünyada Sovyetler’e karşı Batı istediği için yaydıklarını söyleyiverdi. Bunu en iyi The Atlantic’te Jeffrey Goldberg’le söyleşisinde somutladı: 
“1979’dan önce fonlamak derken, Soğuk Savaş’tan bahsediyorsunuz. Komünizm her yere yayılıyordu, Birleşik Devletler, Avrupa ve bizi tehdit ediyordu. Mısır bu çeşit bir rejime dönmüştü. Komünizmden kurtulmak için kimi bulduysak onunla çalıştık. Bunlar arasında Müslüman Kardeşler de (İhvan) var. Onları finanse ettik. ABD de finanse etti.” 
Tabii MbS bugün artık İhvan’ı kendine ‘şeytan üçgeninin’ parçası bellemiş; ruhani liderini ‘Hitler’e benzettiği İran ile Sünni terör gruplarının yanında İhvan’ı da koyuyor. Şu saptama ile: “Demokratik sistemi kullanarak ülkeleri ele geçirip sonra da her yerde gölge halifelik inşa etmeye çalışıyorlar ve bu yolla hakiki Müslüman imparatorluğu kuracaklar.
***
Diğer yandan ‘uyanık’ prens, ‘İslamı güncelleyecek’ fakat Goldberg’in Vahhabizm sorusuna “Öncelikle bu Vahhabizim -lütfen bunu tanımlayın. Aşina değiliz. Bilmiyoruz” diyor. 
Zaten ‘mutlak monarşi’ sorulunca “Mutlak monarşi hiçbir ülkeye tehdit değildir. Siz bunu ‘tehditmiş’ gibi söylüyorsunuz. Eğer mutlak monarşi olmasaydı, Birleşik Devletler olmazdı. Fransa’daki mutlak monarşi Birleşik Devletler’in yaratılmasına yardım etti. Mutlak monarşi Birleşik Devletler’in düşmanı değildir. Çok uzun zamandır müttefikidir” dâhiyane yanıtını yapıştırmış! 
Daha isabetli laf edemezdi.
***
MbS’nin ABD’ye gezisiyle biraz daha aydınlandık. Suriye’yi gericiliği fonlayayıp enkaza çeviren, Yemen’i görev süresi zaten dolmuş bir kuklayı koltuğuna oturtacak diye üç senedir yıkan bu mutlak monark, 21’inci yüzyılda kadınlara direksiyona geçme, konser izleme hakkı veriyor diye gözümüze sokuluyor. Oysa Goldberg’e kadın-erkek eşitliği için “Farklı formlarda eşitlik vardır” demiş işte. Zaten 
o ‘eşitlikle’, Suudi kadınları değil ama elin Batılıları Arabistan’daki yeni şehirlerde bikinileriyle arz-ı endam edecekler.
***

Tabii post-truth âlemin ‘enayisi’ çokken, MbS’nin sırtı yere gelmez. ABD siyasi gelenekleri ve kurumsal yapısını sarsan damat Jared Kushner boşuna ‘kankası’ değil. Zengin işadamları ve rakip prensleri ‘yolsuzluk’ gerekçesiyle bir otele tıkıp işkencelerle ‘varlıklarına çökülür’ ama Amerika’nın ‘diktatörü’ olma ayrıcalığı vardır. Hem Fransa’nın güneyinde beğenip aldığı 450 milyon dolarlık Serene yatı anasının ak sütü gibi helal. 
Daha 2030 vizyonuyla ekonomiyi çeşitlendirip ABD yönetimine fırsatlar sunacak. Dev petrol şirketi Aramco’nun halka arzında bu turun ardından Londra ve Hong Kong yerine New York’u seçerse, ballı börek.
***

Taa 20’nci yüzyılda bağımsızlık savaşları eşliğinde modernleşme devrimlerini yapmış, laikliği anayasalarına koymuş cumhuriyet yönetimleri, ABD emperyalizminin ‘demokrasi sopasıyla’ karşı devrimin membaı kılınmış olabilir. Ama akıl sağlığından şüphe edilen (Alzheimer deniliyor) 82 yaşındaki babasının tahtına oturacak MbS üç vakte kadar ‘ılımlı demokratik İslamın prensi’ olacak. 
Yerseniz...

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Şarap, bira, rakı, öpüşmek yasak... Silah, şiddet, cinayet, işkence serbest-TAYFUN ATAY

Çok değil, bundan 5 yıl öncesine kadar bu memlekette RTÜK başta olmak üzere “kurgu komiserliği”nin en öncelikli hassasiyeti, dizilerde “şiddeti teşvik” motifli içeriklerdi. Bunda o kadar uç ve abartılı noktalara gidilmekte, öylesine “vur deyince öldür”meye varan kararlar karşımıza çıkmaktaydı ki “bu kadar da olmaz” demekten öte söyleyecek söz bulamıyorduk.

Mesela 2013 başında bir sitkom (“Alemin Kralı”), kadına yönelik baskıları teşvik ettiği, kadın istismarını normalleştirdiği iddia edilen içeriği nedeniyle 340 bin lira para cezasına çarptırılmıştı. Üstelik dikkatle bakıldığında kurguda söz konusu olan, aslında gerçek hayatta yaygın bir pratiğin (kadın istismarı) mizaha/komediye vurularak “yanlışlanması” idi.

Ancak RTÜK bunu “düz, dümdüz bir okuma” doğrultusunda yorumlayıp cezayı kesti.

O günler çok gerilerde kaldı. Şimdi “şiddeti teşvik”, dizilerin normali, neredeyse “olmazsa olmaz”ı.
Dinbaz iktidar öyle bir siyasalkültürel iklim yarattı ve yaygınlaştırdı ki memlekette, “şiddeti teşvik” artık zımnen resmi kabullere mazhar bir kurgusal tematik dizilerde... En dişe dokunur, içeriği ilgiye, dikkate, analize değer örneklerde bile hem bireysel, hem kitlesel ölçekte şiddeti, silahı, silahlı çatışmayı merkezileştirmeden yol alınamıyor.


Savaş hikâyelerinin, terör/karşıterör kurgularının, etnofobik, sosyal ırkçı, şoven içeriklerin güncel ve tarihi dizi formatında özgürce serpilip gürbüzleştiği, tam anlamıyla altın çağını yaşadığı bir dönemdeyiz. Hatta neredeyse “yasallaştığı” dönemdeyiz.

Buna karşılık “yasaklar” yok mu?.. Var tabii ki...

Savaşı yasallaştırdığı ölçüde şarabı da “yasak”laştıran bir siyasi irade doğrultusunda şekillenmekte kurgular!..

Aynı irade, evli olarak kurgulanmış olsalar bile kadınla erkeğin öpüşmesini de yasaklıyor, onları gözetleyip yakaladığında cezayı şak diye kesiyor.

Evet, “yeni-normal” bu: Dizilerde öpüşmek yasak, dövüşmek serbest.

Sevişmek yasak, savaşmak serbest.

Şarap yasak, şiddet serbest. Şarabın, bırakın bir kadehle gösterilmesini, adı bile yasak! “Doğu’nun büyük şiiri”nin büyük şairi Hayyam’ın dizelerinde geçen şarap sözcüğünün dahi “haram sayılıp” kurguda bip’lendiği ekranlarda, adeta pornografik mahiyette karşımıza çıkan silahlı çatışma, öldürme-öldürüşme sahnelerine bangır bangır şarkılar, türküler coşkuyla eşlik ediyor.

Hayattan, aşktan ve kadından kendi korkularını emzire emzire alabildiğine korkunçlaştığı söylenebilecek bir iktidarın ölümcül siyaseti, kurgusal yansımalarını böyle buluyor.

Şiddeti yücelten, savaşı fetişleştiren, silahı idealize eden politik kültür, popüler kültür üzerinde böyle yönlendirici oluyor.

“Kültürel iktidar” olamadılar, doğru, ama kültür, popüler kültür “üzerinde” böyle iktidar oldular.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

"Onlar varken şımarırsınız tabii... - Ahmet TAKAN / YENİÇAĞ

1987 devresinden (Kara Harp Okulu) Hasan Akbaş'ın sosyal medya sayfasında okuduğumda çok etkilenmiştim. 26 Mart'ta kaleme almıştı Hasan Akbaş duygularını. AKP Trabzon il kongresinde salona asılan "reis bizi Münbiç'e götür. Afrin'den bir şey anlamaduk" sakil pankartına duyduğu tepkiyi dile getirmişti. Asker gibi lafı eğip bükmeden konuşturmuş ve yazmıştı duygularını. O gün bekledim. "Okurlarımla mutlaka bu yazıyı bir gün paylaşacağım" dedim kendi kendime. Geçtiğimiz Pazar günü "ünlüler"le  Oğulpınar sınır karakolunda çekilen Maraba Afrinvole vizyona girince artık şart oldu. Hasan Akbaş'ın o muhteşem satırlarını aynen aktarıyorum. Sadece küçük imla düzeltmeleri yaparak;

"ONLAR VARKEN ŞIMARIRSINIZ TABİİ...
Afrin  harekâtında 49 şehit verdik yaralıları saymıyorum bile. Belli ki hayatını kaybedenlerden biri senin kardeşin, oğlun ya da bir yakının değildi, senin ocağına öyle bir acı düşmedi. Düşseydi zaten böyle amigo gibi 'Paskal bizi diskoya götür' şımarıklığı ile 'reis bizi Menbiç'e götür, Afrin'den bir şey anlamadık' diye nara atmaz biraz daha saygılı ve sessiz olurdunuz.

Böyle bir ordun varken şımarırsın tabii... Onlar, sessiz sessiz şehit olurlar, onlar ölürken bağırmazlar, isyan etmezler, nutuk atmazlar, 'bizim burada ne işimiz var' demezler. Benim çocuğum var, karım var onlara kim bakacak diye düşünmezler. Anılarını anlatmazlar, övünmezler en önemli özellikleri sessiz olmalarıdır. Emir alırlar giderler ve ölürler. Sadece bir istatistik olacaklarını bile bile ölürler. Sen alt yazıdan öğrenirsin öldüklerini...

Nutuk atmak, övünmek, suyunu, şerbetini çıkarmak, şımarmak sizlere düşer.
Kıblenizin aynı olduğu adamlarla sahte delillerle uydurma kaset ve iddialarla yıllarca zindanlarda çürütürsünüz. Sessiz sessiz yatarlar ağlamadan, zırlamadan, bağırmadan adaletin tecelli edeceği günü beklerler sabırla...

Kimseye yaranamaz onlar. Havaya göre konjonktüre göre yaftalanırlar PKK'lılar için imha ve inkar politikası güden faşist gaddar bir ordudur. İslamcılar için dinsiz imansız kafir, Amerikan uşağı bir NATO ordusudur. Avrupalılar, Amerikalılar için ucuz insan gücüdür. Sade vatandaşa göre, bütçenin üçte birini yiyen, bedava lojmanda oturan, eşleri sarışın ve mini etekli, orduevlerinde sabahlara kadar vals yapan Batı özentili işe yaramaz kışlaları yatma yeri olan, hantal bir güruhtur.

Ama mutlaka ve mutlaka herkesin bu adamlara günün birinde işleri düşer. Yedekleri yoktur çünkü. Her şeyi taşere edersin ama orduyu edemezsin. O zaman bu adamlar bir anda peygamber ocağı, İslam ordusu, kahraman, aslan parçası, kaplan oluverir. Birileri bir anda kendini orduya şirin göstermek için Atatürkçü bile oluverir.
Ama onların çok da umurunda değildir bunlar. Onlar sadece görevlerini yaparlar, sessiz sessiz ölürler. Siz rahat rahat şımarın diye...


HEPSİNİN RUHU ŞAD OLSUN."
Hasan Akbaş'ın satırlarının her cümlesine, virgülünden noktasına kadar imzamı koyuyorum. Yüreğine kalemine sağlık Hasan Akbaş. Sessizlerin, gerçek kahramanların çığlığı oldun!.. Mehmetçiğin gerçek moral kaynağı oldun!..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ