13 Nisan 2018 Cuma

Akıl yitimi çağı - Ceyda Karan

Batı’nın emperyalist güçlerinin, iki dünya savaşı sonucunda -elbette herkese arzuladığı adaleti sunamamış olsa bile- oluşturulmuş dengelere dayalı uluslararası sistemi kemire kemire bitirmenin eşiğine getirdiği tehlikeli bir dönemden geçiyoruz. ABD’nin başını çektiği, Britanya ve Fransa ile Körfez’deki mutlak monarşilerin ne hikmetse(!)  ‘demokrasi’ taşıyamadıkları Suriye’de yeni bir saldırganlık savaşı başlatmalarının eşiğine geldik.
***

Halkların kardeşliğini sağlayan tek oluşum olarak Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından devlet yahut devlet-dışı güçler kullanılarak egemen ulus devletlerin sınırlarını değiştirme, neoliberal çerçeveye uygun revize etme girişimleri, maruz kalan coğrafyalar için hep kanlı oldu. 

1990’larda Yugoslavya’nın parçalanması girizgâhtı. Etnikçilik ve kimlikçilik perspektifi bu yıllarda moda oldu. Sovyetler Birliği’nin mirası üzerinden devlet kapitalizmi eşliğinde yeniden toparlanan Rusya Federasyonu’nın sınırları da, varlık sebebini tazeleyen NATO tarafından mütemadiyen kemirilmeye çalışıldı. Tabii renkli devrimlerin o coğrafyaya barış, refah, huzur ve demokrasi getirdiğini söylemek güç. Batı tipi liberal demokrasi devşiremediler, şimdi özellikle Doğu Avrupa’da -ekonomi-politik okuma da olmayınca mana veremedikleri popülizm sızlanmasıyla iştigal ediyorlar. 

Diğer yandan çatışmalar 20 senedir Ortadoğu çoğrafyasının rutini haline getirildi. Elbette enerji kaynakları ve tarihi husumetlerin eksik olmadığı bu karmaşık coğrafyada ulus devletleri kimlikçilik temelinde yeniden dizayn hamlesi daha da kanlı bir barbarlığa dönüştü. Arzu edilmeyen rakip güçlere alan açtı. Evdeki hesaplar çarşıya hiç tam uymadı. Hem ne zaman uymuş ki?
***
Liberal müdahaleciliğin bu dizaynlar için kullandığı mefhumlar etnikçilik, mezhepçilik, kimlikçilik oldu. Tesis edilen zihniyeti de toplumsal mücadeleleri siyasetten arındırılmış ‘insan hakları’ söylemi üzerinden okumak, şahısları ‘şeytanlaştırmak’, medya eşliğinde algıları belirlemek diye özetleyebiliriz.

***

Aslında 2000’lerin başında ABD’nin Irak işgaline giden süreçte doğrusu işler daha zordu. Neoliberal müdahaleciliğin başrol oyuncusu George W. Bush bile işgal ve savaşı meşrulaştırmak için sahte kimyasal silah yalanları üretip medya üzerinden pazarlamak zorunda kaldı. Dünyada barış gösterileri eşliğinde zavallı Bush yönetimi BM oturumları boyunca aylarca uğraştı. (O zamanlar BM’de bir genel sekreter vardı, Kofi Annan. Uluslararası barış ve dengeler için kök söktürdü. Bir daha öyle bir şahsiyetin seçilmesine geçit verilmedi.) Sonunda kitle imha silahları olmadığı işgalle ortaya serilince bu kez ‘demokrasi’ ve ‘ulus inşası’ teması belirlendi. Kaç sene geçti, sonuç ortada. Fırsattan istifade ederim diyenlerin hali de...

***

Bugün öyle mi? Yeni savaş başlatmaktan, bir ülkeyi bombalamaktan söz ediyorlar. Talihin azizliği ortaya sahte bile olsa kanıt koymak zorunda kalmamak, parlamentosundan onay aramamak ABD’nin ‘çılgın’ Başkanı Donald Trump ve müttefiklerine düştü. 

Çünkü ‘akıl yitimi’ çağındayız. Çünkü liberal akıl, saldırı/saldırganlık, savunma/ meşru müdafaa, caydırıcı güç ne demektir sorgulamıyor. Kim saldırgan, niye saldırgan, kim savunuyor, neyi, niye ve nasıl savunuyor diye de... Haliyle ‘objektiflik’ adı altında saldırganlığın yanında kolayca yer alınabiliyor. Çünkü kendini ‘özgürlükçü’ addederken, mütemadiyen sorumluluk almaktan kaçınarak arka plandan yönetme hırsı olarak tezahür eden, bir nevi ‘iktidarsızlık hastalığı’ haline gelmiş liberalizmin düşünsel hegemonyasında yaşıyoruz. Moda haliyle ‘post-truth’ denilen, bildik demagoji ve manipülasyon âleminde enformasyon bombardımanının kurbanlarıyız.

***

Neoliberal düzen, militarist müdahalecilik silsileleriyle gelinen aşamada, ciddi bir hegemonya çöküşü eşliğinde ortada uluslararası sistem bırakmıyor. O zaman geriye ‘kimin gücü neye yeterse’ kalıyor. O hiç hazzetmediğimiz, adil bulmadığımız uluslararası hukuk ve dengelerle mekanizmaları bile arar hale geliyoruz. Yeni bir akıl çağı gelecek belki ama kendiliğinden değil, bu sistemle de değil, orası muhakkak.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Ferrari’sini satan değil yakan bilge - MİNE SÖĞÜT

İnternette buzdolabı modellerine bakıyorsunuz...
Sonra hangi sayfayı açsanız karşınıza anında buzdolabı reklamları düşmeye başlıyor... 

Tatile nereye gitsem diye hayal kurarken konuyla ilgili birkaç metin okuyorsunuz... 
Otel ve uçak reklamlarına boğuluyorsunuz. 
Kapitalizm, zaaflarınızın, hayallerinizin ve eğilimlerinizin peşinde. 
İzleniyorsunuz. 



Kayda alınıyorsunuz. 
Size ait bilgiler havada uçuşuyor. 
Ne yersiniz, ne giyersiniz, nelerden hoşlanır nelerden nefret edersiniz... 
Politik eğilimleriniz, kişisel sorunlarınız, cesaretiniz ve korkularınız... 
Ve aşklarınız ve arkadaşlıklarınız... 
Hepsi analitik bir marifetle bilgiye dönüşüp kapitalizmin eline geçiyor. 
Ama bunun böyle olduğunu bilmeniz hiçbir şeyi değiştirmiyor. 
Yönlendirilmeye, etkilenmeye, güdülmeye açıksınız. 
Bu bilgilerinizi kullananlar size dilediklerini satıyorlar. 
Siz zaten almaya bayılıyorsunuz. 
Çoktan evcil bir tüketici oldunuz. 
Sattıkları bazen hamburger oluyor, bazen ülke başkanı. 
Yelpaze geniş, sizin zaaflarınız engin. 
Seçim kampanyalarının sirk havasında yapılmasına karşı çıkmıyorsunuz. 
Liderlerin paraları kadar konuşmasından kötü bir çıkarım yapmıyorsunuz. 
İdeolojilerin bile pazarlanabilir bir şey olduğuna çoktan iknasınız. 
Peki, neden Facebook size ait verileri sattı diye hayıflanıyorsunuz? 
Politikacıların kirli ilişkilerinin bilgilerini ifşa eden Assange’e kesilen ağır faturanın... 
İnsanların özel bilgilerini şirketlere satan Zuckerberg için kesilmeyecek olduğunu herhalde siz de görüyorsunuz. 
Assenge, eline geçirdiği bilgiyi şirketlerin ve politikacıların aleyhine halkın lehine; 
Zuckerberg ise elindeki bilgiyi halkın aleyhine, şirketlerin ve politikacıların lehine kullanan bir suçlu olarak hukukun karşısına geçtiler. 
Neticede her ikisinin de başına gelecekler çağın ahlakına ayna tutacak. 
Bir bakın bakalım sistem bu iki suçludan hangisi için daha hoşgörülü olacak? 
Neticede kimi aklayacak kimi karalayacak? 
Bilginin değerine hangi durumda ne biçmiş olacak? 
Bilginin değerini aslında siz belirliyorsunuz. 
Tercihlerinizle, suskunluklarınızla ve zaaflarınızla. 
Kendi aklınızı kullanmadan fastfood ideolojilere kanarak...
Özgün ve sıra dışı olanı dışlayıp, vasat olana taparak... 
Sıradan olmayı güvenli sanarak... 
Köhne değerleri baş tacı yaparak... 
Çabuk yılarak, kolay kanarak... 
Kendi değerinizi kendiniz biçiyorsunuz. 
Ve sosyal medya tuzaklarına kolayca, gönüllü olarak düşüyorsunuz. 
Bu tuzaklara düşmekten kurtulmanın tek yolu var. 
Değerlerinizi yeniden gözden geçirin. 
Bugüne kadar değer verdiğiniz şeylere değer vermeyin. 
Bir kere de değer vermediğiniz şeylere değer vermeyi deneyin. 
Tercihleriniz sistem için para etmezse ve istekleriniz sistemin dayatmalarına göre şekillenmezse o sizden çalınan ve kapitalizmin hizmetine sunulan bilgilerin hiçbir değeri kalmaz. 
Kapitalizmin ağzını sulandıran bir bilgi üretmezseniz özgürleşirsiniz.
Üstüne bir de bilgeleşirsiniz. 
Haberiniz olsun; 
Ferrari’sini satana bilge denmez. 
Ferrari’sini yakana denir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Size Audi, Passat, Volvo yakışır - ÇİĞDEM TOKER

Ziraat Bankası günlerdir suskun. Doğan Medya Grubu’nun Demirören Grubu’na satışı gibi geniş etki alanlı, büyük ölçekli bir devirde, 675 milyon dolar tutarında Ziraat kredisi kullanıldığı haberiyle ilgili açıklama yapılmadı. 

Yalanlama gelmediğine göre, Ziraat Bankası’nın (2 yılı ödemesiz, düşük faizli olduğu belirtilen) krediyi sağladığı bilgisini gerçek kabul etmek durumundayız. 
Türkiye’nin en köklü ve en büyük bankasının, böyle bir konuda sergilediği suskunluk, bize “kurumsallaşma”nın tarihsellik ve büyüklük dışında bir ölçüsü olduğunu anlatıyor. 
Belli ki, bu konuda sağlıklı bir bilgilendirme yerine meselenin saklanması bazı tarafların işine geliyor. Aksi halde herhalde TBMM Genel Kurulu’nda HDP’nin bu konuda verdiği araştırma önergesi AKP oylarıyla reddedilmezdi. Ya da o görüşmelerde AKP’nin bankacı kökenli Bayburt milletvekili Şahap Kavcıoğlu’nun şu konuşmasıyla yetinmemiz bekleniyor: “Arkadaşlar, lütfen, 675 milyon kredi, daha fazla ya da daha az, bugün bankacılık sektöründeki bankalar bu kredileri verirken dünyadaki uluslararası normlara, Basel kriterlerine göre normal firmaların. Verilen krediler tamamen firmaların mali durumlarına göre, nakit akışlarına göre, ekonomik güçlerine göre yapılan incelemeler sonucunda Basel kriterlerine göre oluşturulan ratingler üzerinden verilir.” 

Ziraat Bankası’nın 2017 yılı başında Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildiği malum. 
Bankanın sermayesinin artırılarak kısa süre sonra da 5 milyar 600 milyon TL tutarındaki hisselerin tamamının TVF’ye devredildiğini de geçen gün aktardık. 

Bu bilgi, Ziraat Bankası’nın 2017 yılı Faaliyet Raporu ile 2016 yılı Sayıştay Denetim Raporu’nda yer alıyor. Sayıştay’ın denetim raporu, olması gerektiği gibi kapsamlı. Orada yer alan tüm bilgileri değerlendirmek bir yazının sınırlarını aşsa da bugün mal ve hizmet alımlarıyla ilgili bazı verileri aktaralım:

2 milyon 320 binAvro’luk araç kiralama 
-Bankanın 2016 yılına ait mal alımları, önceki yıla göre yüzde105.7 oranında 
238.7 milyon TL artarak 464.5 milyon TL’ye yükselmiş. 
-2016 yılındaki hizmet alımları ise önceki yıla göre yüzde 14.65 oranında 83.4 milyon TL artarak 652.3 milyon TL’ye yükselmiş. 
- Raporda “1. İhale Komisyonu tarafından gerçekleştirilen hizmet alım ihaleleri” başlığı altında, karar tarihleriyle birlikte yapılan alımların listesi yer alıyor. Bu listeye göre 2016’da yıl boyunca toplam 2 milyon 320 bin 560 Avro tutarında araç kiralaması yapılmış. 

Değişik tarihlerdeki araç kiralamalarında tabii ki “yerli ve milli” otomobilin üretimi beklenecek değil. Audi A6-3.0, Volvo ve VW Passat tercih edilmiş. 

Sayıştay’ın Ziraat Bankası denetim raporundaki tabloda, 2016 yılındaki kiralamaların kasım ayında yoğunlaştığı görülüyor. 

11 Kasım’da biri beş, diğeri altı hizmet aracı olmak üzere, iki parti halinde 11 araç kiralanmış. Her partide birer Audi A6, birinde 4, diğerinde 5 adet VW Passat var. 11 Kasım’daki kiralamaların ilki 226 bin 200 Avro, ikincisi ise 181 bin 800 Avro. 
Yine kasım 2016’da yapılan “1 adet hizmet aracı kiralaması”nda da 102 bin Avro karşılığında 1 Audi A6-3.0 kiralanmış. 

24 Kasım’a gelindiğinde ise 545 bin 280 Avro karşılığında 8 adet , 2016 model Volvo S90 kiralandığı yine Sayıştay raporunda yer alıyor. 

Denetime konu 2016’da yılın son araç kiralaması ise 28 Aralık’ta gerçekleşmiş. 144 bin 960 Avro karşılığında 4 adet VW Passat kiralanmış. 

Bu araçların kimler için kiralandığının bilgisi ise Sayıştay raporunda yer almıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

12 Nisan 2018 Perşembe

Teknoloji hamlesi nasıl olur? Nasıl olmaz? - ASLI AYDIN

Türkiye ekonomisinin yeni bir sanayileşme adımına ihtiyaç duyduğunu, bir üretim ekonomisi olma yönünde nitelikli adımların atılması gerektiğini gerek gazetemizde gerekse de bu köşede çok yazdık, çok konuştuk.

Çünkü büyüme adı altında salt niceliksel bir artışa değil, kalkınmaya, refah artırıcı ve gelir getirici faaliyetlere ihtiyacımız var. Gündelik yaşantımızda ekonomik şikayetlerimizi; yani enflasyonu, pahalılaşmayı, her anlamda çevresel kirlenmeyi, işsizliği, düşük ücretleri, yaptığımız işin kalitesini vb tüm sorunlarımızı başka türlü aşmak mümkün değil.

Bilindiği gibi yeni bir teşvik paketi daha yayımlandı. Proje Bazlı Teşvik Sistemi kapsamında, ‘Süper Teşvik Paketi’ olarak lanse edilen paketin 135 milyar TL tutarında 23 proje ve sahibi 19 firmaya teşvik vereceği açıklandı. Burada da teşviklerin teknolojiyi destekleyen nitelikte olacağı belirtildi.

Ne var ki, ülkemizde teknoloji, ‘kaynak sıkıntısı nedeniyle’ gelişemiyor değil ki…

Her şeyden önce yüksek teknoloji bandında üretim yapmak istiyorsak, yani ileri teknoloji içerikli ürünleri üretmek ve ihraç etmek istiyorsak- ki ülkeye katma değeri de yüksek olacaktır-öncelikle sanayinin üretim kapasitesini belli bir noktaya getirmek gerekir. Yani, düşük kapasitede üretim yapan bir firma, üretimine yüksek bir teknoloji uygulama arayışında olmaz. Eğer ki ölçek ekonomisinden faydalanamıyorsa, hangi firma maliyetini yükselterek üretim yapmak ister ki? Firmalara teşvik vererek de bunun sağlanmayacağı ortada değil mi?

Maliyet kısmından devam edersek, ülkemizde özel sektörün dış borç yükü giderek artıyor. 2018 yılının Ocak ayı verisine göre sanayi sektörünün tek başına döviz borcu 44 milyar doları geçti. Bu borcun yüzde 60’ı ise sanayinin motor gücü olan imalat sanayiye ait.

Yüksek teknolojili ürün üretmesi beklenen firmalar döviz üzerinden girdilerini sağlıyor, TL karşılığı üzerinden satıyor. Bir de üzerine döviz üzerinden borç ödüyor. Geçen yılın Nisan ayına göre Türk Lirası ise örneğin dolar karşısında yaklaşık yüzde 12 değer kaybetti. Dolayısıyla hiçbir şey yapmasa bile sırf doların TL karşısında yükselmesi sonucu sanayinin yazdığı zarar ortada.
Hal böyle olunca sonuç da beklenildiği gibi oluyor elbette. Özel sektör yatırımlarında genelde sanayinin özelde de imalat sanayisinin payı giderek düşüyor. İmalat sanayiye yapılan yatırımlar toplam yatırımlar içinde yüzde 46’lardan yüzde 34’lere değin düşmüş durumda.

Yazının buraya kadarki kısmı, ülkede gerileyen sanayiye, sanayiye olan iştahsızlığa yönelikti. Böylesi sanayiden uzaklaşma eğilimlerinin gözlendiği bir ülkede, sanayiye teknoloji yatırımı yapılmasını beklemek çok da gerçekçi olmuyor.

Bunların dışında daha yapısal, daha yakıcı bir durum var.
Üretimde yüksek teknoloji, öyle kendi kendine yeşermiyor. O da en nihayetinde insan elinden çıkıyor. Dolayısıyla buradaki kilit faktör insan! İnsana yatırım, eğitime yatırım, geleceğe yatırım… Bunlar olmadan, teknoloji üreticisi olmak da işte biraz hayal oluyor. Bunlar olmadan dışarıda üretilen teknolojinin ancak tüketicileri olabiliyoruz.

Teknoloji üreten bir ülke olmak istiyorsak veya bu konuda en ufak gerçekçi bir adımı atmak istiyorsak, örneğin Manisa’daki öğrencilerin melisa, okaliptüs ve karanfil yağlarının havadaki bakterileri temizleme özelliğiyle ilgili araştırmasının TÜBİTAK tarafından reddedilmesine yol açan sistemi bir kenara bırakacağız. 

Bu araştırmayı havada kapan, belki bu araştırmayla birlikte öğrencilerin de daha gelişmesini, daha büyük araştırmalara imza atmalarını sağlayacak olan Harvard Üniversitesi’ni hep aklımızın bir kenarında tutmalıyız. Amerika ile Türkiye arasındaki teknoloji açığının, TÜBİTAK ile Harvard arasındaki mesafeyle yakından bir ilişkisi var çünkü.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Şubat ayı cari açığı beklendiği gibi kötü - HAYRİ KOZANOĞLU

Cari açık 60 milyar dolara doğru yol alıyor. Sırf ödemeler dengesi rakamlarından bile TL’deki hızlı değer kaybını açıklamak kolaylaşıyor.

2018 Şubat ayı cari işlemler açığı beklendiği gibi 4.15 milyar dolar olarak açıklandı. Yalnız yukarıdaki ifadeyi işlerin yoluna girdiği değil, kötü gidişin sürdüğü biçiminde yorumlamak daha doğru. Nitekim geçen yılın aynı ayına göre 1.59 milyar dolar, yüzde 62’lik bir artış söz konusu.

Yıllıklandırılmış olarak da, 2018 Şubat’ında son 12 ayın açığı 34.1 milyar dolardı. Kısaca 1 yılda cari açık 19.2 milyar dolar, 20 milyar dolara yakın sıçradı. Petrol fiyatlarındaki yüksek seyir, Brent Petrolü’nün 70 doları aştığı düşünülürse, dış koşullar da pek iç açıcı değil.

İsterseniz, önemli kalemlere bir göz atarak cari denge rakamını daha ayrıntılı değerlendirmeye çalışalım:
»Hükümet yetkilileri, Saray çevreleri sürekli ihracat rekorlarıyla böbürleniyor. 2018 Şubatı’nda ihracat 14 milyar dolara dayanmış. 2018’in ilk 2 ayında 2017’ye göre yaklaşık 2.5 milyar dolar bir artış gerçekleşmiş. Gelgelelim aynı dönemde ithalat tam 9 milyar dolar fırlamış. Yıllık olarak da ihracat 16.8 milyar dolar kıpırdarken, ithalat 40.5 milyar dolar sıçramış. Böylelikle yıllık dış ticaret açığı 65.4 milyar doları bulmuş.
»Parasal olmayan altın ithalatı Şubat’ta 931 milyon dolar, yılın Ocak-Şubat döneminde 3190 milyon doları bulmuş. Ekonomik gerekçelerle açıklanamayan yoğun altın trafiği devam etmiş.

Turizmin olumlu etkisi düşük
»2018’in ilk 2 ayında hizmet gelirleri 1 milyon dolar artınca, özellikle turizm gelirlerindeki düzelmenin cari açığı kapatmaya ancak 640 milyon dolar net katkısı olmuş. Turizm gelirleri 266 milyon dolar yükselerek 835 milyon doları bulmuş.

Net sermaye çıkışı
»Gelelim cari açığın finansmanına; en dikkat çekici kalem doğrudan yatırım kaleminde gözleniyor. Yerliler yurtdışına 779 milyon dolar yatırım yaparken, yabancıların Türkiye’deki doğrudan yatırımları sadece 511 milyon dolar olmuş. Böylelikle net sermaye çıkışı gerçekleşmiş. Hatırlanırsa AB ile flörtün sürdüğü, AKP’nin yurtdışında itibar gördüğü dönemde sırf 2006-2008 arasında 56.5 milyar dolar net doğrudan yatırım girişi söz konusuydu. Henüz Türkiye sermayesi yurtdışına kaçıyor demek için erkense de, bu yönde bir eğilim gözlendiğinin altını çizmekte yarar var.
»Şubatta yabancılar 348 milyon dolar hisse senedi satarken, 313 milyon dolar borç senedi almış. Bu kalemde kayda değer bir gelişme gözlenmemiş.

İç kaynak tıkandı
»Diğer yatırımlar diye kodlanan yurtdışı banka borçlanmaları cari açığın finansmanına 2.8 milyar dolar katkı sağlamış. Burada ilginç nokta, diğer sektörler başlığı altında değerlendirilen, finansal olmayan şirketlerin davranışları. 2018 Ocak ayında 793 milyon dolar, şubat ayında 294 milyon dolar yurtdışı mevduatlarını ülkeye getirmişler. Bu bankacılık sistemindeki kredi tıkanması nedeniyle, yurtdışı kaynaklara başvurma şeklinde yorumlanabilir.

Rezervler eksildi
»Net hata ve noksan kaleminde ocak ayının aksine kaynağı belirsiz 1.375 milyar dolar bir döviz ülkeye girmiş, kabaca cari açığın üçte birini finanse etmiş.
»Merkez Bankası rezervleri de Şubat ayında 263 milyon dolar eksilmiş.
Özetle, cari açık 60 milyar dolara doğru yol alıyor. Türkiye’nin yurtdışı algısındaki bozulmayı, küresel borçlanma koşullarındaki sıkılaşmayı da göz önüne alınca, sırf ödemeler dengesi rakamlarından bile TL’deki hızlı değer kaybını açıklamak kolaylaşıyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Düşsel detaylar - REFİK DURBAŞ

Ivan Stepanovanych Marchuk yapıtları özgürlükçü, evrensel, fantastik, mistik olarak tanımlanan bir ressam. 12 Mayıs 1936’da bugünkü Ukrayna’nın batısında yer alan Ternopil bölgesinin Moskalivka köyünde dünyaya geliyor.
Dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde yedi yıl ilk eğitimini aldıktan sonra 1951-1956 yılları arasında Lviv Uygulamalı Sanatlar Okulu’nda Dekoratif Resim öğrenimi görüyor.

Askerliğini bitirdikten sonra 1965’te yine aynı okulun Seramik Bölümü’nden mezun oluyor.

1968’de başladığı Kyiv’deki Anıtlar ve Dekoratif Sanat Merkezi’ndeki çalışmasının ardından 1984’te bağımsız olarak üretmeyi seçiyor.

Fakat dönemin SSCB iktidarı Marchuk’u “hain, milliyetçi, tehditkâr” bulacak ve 17 yıl boyunca kendisine özgü sanatını itibarsızlaştırmaya çalışacaktır. Örneğin bir grup yasaklı sanatçıyla Eylül 1974’te Sosyalist Gerçekçi anlayışa karşı Moskova dışında açtığı sergi, yüzü aşkın milis tarafından buldozerlerle imha edilmek istenecektir.

Ve Marchuk bir süre Avustralya, Kanada ve ABD’de göçmen yaşamı sürdürdükten sonra, ülkesinde ilk resmi sergisini SSCB’nin dağılmasının ardından 1990’da bugün Ukrayna Ulusal Müzesi olarak bilinen dönemin Kyiv Ukrayna Güzel Sanatlar Ulusal Müzesi’nde açacaktır.

Ukrayna Ulusal Taras Shevchenko Ödülü’ün sahibi olan Marchuk, ülkesinin ressamları arasında Roma Modern Sanat Akademisi Altın Locası’na kabul edilen tek kişi.

İngiliz gazetesi “The Daily Telegraph” da 2007 yılında “insanlığın yüz dâhisi” arasında modern dünyanın çok boyutlu bir imgesini yaratmış ve zamanın önüne geçmiş olan, sanayi sonrası uygarlığın eğilimlerini ve geleceğini belirleyen dâhiler arasında Marchuk’un adına da yer verecektir.

Olena Balun, Marchuk’u şöyle değerlendiriyor:
“Ivan Marchuk ‘Ben hissederim, kopyalamam ya da taklit etmem’ düsturunu benimsemiş yeni bir özgür düşünenler kuşağına aitti. Lviv’deki atölyesi bu algının oluşmasında önemli bir rol oynadı. Galicia’nın Kyiv’deki politik merkezden çok uzak olması onun bu öğretme yöntemlerini seçerken daha özgür olmasını sağladı. Marchuk’un öğretmenlerii Karlo Zvirynski ve Roman Selskyi ilk avangard hareketin temsilcileriyle burada tanıştılar ve kendi sanatsal ilkelerini de olabildiğince öğrencilerine yalın bir şekilde aktardılar.
Naif sanat altmışların sanatçılarının yeniden yorumladığı en önemli eğilimlerden bir oldu. Ivan Marchuk da naif sanata yöneliyordu. Bir köyde büyümüştü. Eserleri, çarlık ve Sovyet rejimlerinde bile asimile olan şehirlerde değil, köylerde canlı kalan Ukraynalı kültür ve geleneklerden esinlenmişti. Bunların Marchuk’un resimlerindeki yansıması, sanatçının onları taklit etmekten çok, kendiliğinden yarattığı konu ve desenlerle duygularını ifade eder.”

Marchuk’un ilk yapıtlarının çekiciliğini de Andreii Topachevskyi 1967 yılında şöyle tanımlayacaktır:
“Marchuk bir hikâye anlatıcı gibi davranıyor, eserlerini ilginç bilmecelerle süslüyor: Bana söylemişlerdi, ama kendi dilimle anlatayım, çünkü kendi aklım var. Folklor kaynağından yudumluyorum, ama o kaynak suyundan aldığım şey ekşi bir borşç çorbası ya da (Ukrayna’nın geleneksel meyve içkisi) tatlı uzvar göreceksiniz.”
Proje direktörlüğünü Fahri Özdemir ile Nalan Uygur’un, küratörlüğünü Coşar Kulaksız’ın yaptığı Ivan Marchuk’un “Düşsel Detaylar” başlıklı resim sergisi 09 Mart 2018’de İzmir Folkart Gallery’de açıldı.
Sergi 20 Mayıs’a kadar izlenebilecek…

Refik Durbaş / BİRGÜN

11 Nisan 2018 Çarşamba

Hapse atılan sırf Lula mı? - HAYRİ KOZANOĞLU

Lula, teslim olmadan, Metal İşçileri Sendikası merkezi önünde veda konuşması yaparken, dayanışma için yanında bulunanlar keskin bir “sınıf savaşı” algısına yol açıyordu. Sendikalar, Brezilya Komünist Partisi, Evsizler Halk Hareketi, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi adayı Boulos, tabii ki Dilma Rousseff. Oradaydılar...


Brezilya’da eski devlet başkanı Lula, sağın bin bir madrabazlığından sonra cezaevine konuldu. Aslında sormak lazım; hapse atılan sırf Lula mı ? Yoksa, demokrasi, emek ve adalet hissi de mi aynı zamanda ?


Hatırlarsanız Araba Yıkama (Lava Jato) adı verilen yolsuzluk soruşturması marifetiyle 2016’da Başkan Dilma Rousseff azledilmiş, yerine gerçekten boğazına kadar yolsuzluklara ve rüşvet skandallarına batmış kirli bir şahsiyet, Temer monte edilmişti. Rousseff parada, pulda gözü olmayan; zaten gerillalık döneminde hapishane ile tanışmış bir politikacıydı. Esnek, uzlaşmacı bir karakteri olduğu söylenemezdi. İşin doğrusu, kendi soluyla, toplumsal hareketlerle, sendikalarla da ters düşmüş, sağın saldırısına karşı bir emekçiler cephesi oluşturamamıştı.

Ne var ki, bütün günahı bütçeyi olduğundan daha az sorunlu gösteren bir “vitrin süslemeye” kapı açmasıydı. Buradaki cürüm, Brezilya tahvilleri almaya eğilimli “küresel sermayeye” durumu olduğundan daha parlak göstermekti. Yani “neoliberalizmin” hukukuna göre, affedilemez bir günah söz konusuydu!
Lula da Silva ise, halkın kalbindeki sevgi halesini tüm suçlamalara karşın korumayı başaran bir sendika lideri, aynı zamanda kurt bir politikacıydı. 1989’da başkanlık seçimini kıl payı kaybetmesinden sonra yılmadan mücadeleye devam etti, dördüncü girişiminde, 2002’de başkan seçilmeyi başardı.

Lula’nın ikili ekonomi politikaları
Alfred Saad-Filho’ya göre, bu başarı önemli tavizler pahasına kazanıldı. Üst orta sınıfları ve yerel burjuvaziyi yanına çekmek için Emekçiler Partisi (PT) partinin sol kanadını tasfiye etti, sendikaları ve sosyal hareketleri güçsüz bıraktı.( Jacobin Magazine 23 Mart 2016 )

İktisadi politikaları da neoliberalizmin nabzına şerbet verecek şekilde tasarlandı. Geçen hafta Korkut Boratav’ın Sol Portal’daki yazısında vurguladığı gibi, merkez bankası enflasyon hedeflemesi rejimini benimserken, sıkı para ve maliye politikaları uygulandı.

Ancak diğer yandan, emekçi kitlelerin yüzünü güldürecek programlar da ihmal edilmedi. Bolsa Familia adı verilen şartlı nakit yardımı uygulamasıyla milyonlarca kişi yoksulluktan kurtarıldı. Yoksulların, siyahların ve melezlerin üniversiteye girebilmelerinin yolu açıldı. Bürokraside de, beyaz, belli okullardan mezun kesimlerin ayrıcalıklarına son verildi. PT’nin kendi kadroları ve sol kesimden insanlar da devletin çeşitli kademelerinde yer buldu.

Dünya konjonktürü de Lula’ya yardım etti. Aynen Rusya’da Putin’e, Arjantin’de Kirschner’e, Güney Afrika’da Zuma’ya ve de Türkiye’de Erdoğan’a olduğu gibi. Yoğun sermaye girişleri ülkede büyüme oranlarını yukarı çekti. Yüksek emtia fiyatları Brezilya’nın cari işlemler hesabını düzeltti. 2006’da derin denizlerde petrol yatakları keşfedildi.

2004-2010 döneminde ekonomi ortalama yüzde 4.4 büyüdü. 2014’te, yani PT’nin iktidara gelişinin 10. yılında reel asgari ücret yüzde 76, reel ücretler yüzde 35 artmıştı. Lula 2010’da başkanlığı Rousseff’e devrederken yıllık büyüme yüzde 7,5’di ve halkın yüzde 90’ının desteğine sahipti.
Filho, hibrit neoliberal ve neo-kalkınmacı politikalarının mükemmel bir dengeyi tutturduğunu düşünüyor: yerel burjuvazinin geniş kesimleri ile formel ve informel işçi sınıfının güvenini kazanacak kadar ortodoks; Brezilya’nın bilinen tarihinde, gelir ve ayrıcalıkların en köklü yeniden bölüşümünü gerçekleştirecek ölçüde heterodoks.

Rousseff’in zor yılları
Rousseff’in seçilmesinin ardından 2010’da ekonomik durgunluk başladı. Sorun; genişlemeci maliye politikalarıyla aşılmaya çalışıldı. Bu da haliyle borçları artırdı. Daha fazla fon ihtiyacı, faizlerin yükselmesine yol açtı.
2014 seçimlerine giderken emekçi kesimlerde hoşnutsuzluk artmıştı. Hatırlanırsa 2013’te Gezi İsyanı ile eşzamanlı, ulaşım ücretlerine karşı sol kesimlerin öncülüğünde büyük şehirlerde protestolar yaygınlaşmıştı. Ama zamanla sağın bu tepkiyi iktidar değişikliği için malzeme yaptığını gören soltuzağa düşmedi, sokaklardan çekildi.

Son düzlükte Rousseff, sermayenin adayı Neves’e, emek yanlısı vaatlerle az farkla da olsa üstünlük sağladı. Dünyadaki durgunluk, Çin’in talebinde gerileme, başta petrol, emtia fiyatlarındaki düşüş de Brezilya ekonomisinin belini büktü. Aralık 2015’te kemer sıkma politikalarının mimarı Joaquim Levy’yi görevden alınca sermaye kesimi Rousseff’e cepheden savaş açtı. Yılın yüzde 3,8 daralmayla kapatılmasıyla ekonomi ciddi bir krize sürüklendi.

Yargı darbesi
2014’te Curitibalı, yani bizim Alex de Souza’nın hemşehrisi Sergio Moro isimli bir savcı yolsuzluk soruşturmalarına başladı. Bir anda tüm sağ medyanın desteğini aldı ve popülaritesi tavan yaptı. Zamanla Brezilya’nın merkez sağı Sosyal Demokratik Partisi’ne (PDSB) yakınlığı ortaya çıktı. Zaten bütün ilgi odağı PT’li politikacılardı.

Tırmanan gerginlik Lula’nın tutuklanma emrine kadar devam etti. Çünkü 2018 Ekimi’ndeki başkanlık seçimi için tüm kamuoyu yoklamalarında Lula önde görünüyordu. Bir yazlık evin kendisine rüşvet olarak verildiği iddiaları, bir yalancı şahidin beyanları dışında kanıtlanamasa da, 5’e karşı 6 oyla Lula mahkûm edildi. Bu Brezilya yasalarına göre sekiz yıl süreyle aday olamaması anlamına geliyordu.

O sırada Maliye Bakanı Henrique Meirelles aday olmak üzere görevinden istifa etti. Wall Street’teki yatırım bankeri kariyeri, Merkez Bankası Başkanlığı geçmişi neoliberal politikaları tavizsiz uygulamak için biçilmiş kaftandı. Meirrelles portresi, bizler açısından “sivil darbenin” arkasındaki ABD ve Brezilya sermaye kesimi ittifakını deşifre etmeyi de kolaylaştırıyordu.

Veda konuşması
Lula teslim olmadan, içinden yetiştiği Metal İşçileri Sendikası merkezi önünde veda konuşması yaparken, dayanışma için yanında bulunanlar keskin bir “sınıf savaşı” yaşandığını algılamamıza yetiyordu. Sendikalar, Brezilya Komünist Partisi, Evsizler Halk Hareketi, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi adayı Boulos, tabii ki Dilma Rousseff oradaydı. Belki Lula güç ve mülkiyet ilişkilerini değiştirecek hamleleri yapamamıştı, hatta belki hoş olmayan akçeli işlere girmişti ama, son tahlilde emekçilerden yana bir başkan sayılmalıydı…
Sözlerini şöyle bitirdi:
Emre uyacağım. Hukukun üzerinde değilim. Eğer hukuka inanmasaydım, bir politik parti kurmazdım. Bir devrim yapmaya soyunurdum.
Belki de Lula’nın o son cümlesi üzerinde tekrar düşünmesinde yarar var. Aslında sırf onun değil, hepimizin…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İşte Recep Bey size fırsat - MUSTAFA K. ERDEMOL

Fransa açık açık söyledi, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden çıkacak karar ne olursa olsun, biz eyleme geçeceğiz” diye. Fransa’nın bu açıklaması ABD ile suç ortakları adına yapılmış sayılmalıdır. Bu emperyal çete Irak’a da, “Saddam’ın elinde kitle imha silahları var” gerekçesiyle, BM kararı da olmadan üstelik saldırmışlardı.

Tıpatıp aynısı yapılıyor şimdi de. Suriye ordusunun Duma’da kimyasal silah kullandığı iddiasıyla emperyal çete, Suriye yönetiminin “gelin inceleyin” çağrısını da Rusya’nın “uluslararası gözlemciler gidip baksın” deyişini de dikkate almadan vurma hazırlığına giriştiler. “Sabırları”nın tükendiği belli. Suriye direnişinin Büyük Ortadoğu Projesi’ni ciddi anlamda bozguna uğratması, Rusya ile İran’ın elbette yardımlarıyla, hem savaş alanında hem de diplomatik sahada başarı kazanması karşısında aslında iyi bile sabrettiler.
Suriye’nin Rusya ile Türkiye’nin, genel başkanın anında çark etme ihtimali hep mevcutsa da, “yakınlaştığı” bir zamanda kimyasal saldırıda(!) bulunması zamanlama açısından pek bir manidar. 
Suriye, Rusya ile Türkiye kavgaya tutuşsun mu istiyor nedir? Değil tabii. Türkiye ile Rusya’nın, uzun sürmesi bence kolay olacağa benzemeyen “yakınlaşması”ndan ABD ile ortaklarının memnun olmadığını söylemeye gerek yok. Şimdi, her zaman geçer akçe bir bahaneyle Suriye’ye çullanma fırsatı değerlendirilmiş olursa Türkiye ne tutum alacak?

O yandaş gazetenin acınası muhabirinin “ABD savaş uçaklarıyla Esed’i vursun inşallah” temennisi sadece onun dileği değil. Böyle “inşaallahlı, maşaallahlı” cümleleri kurmayı sever İslamcı. İslamcılarda Amerikan sevgisi bitmez. Sayın genel başkan da bir zamanlar Wall StreetJournal gazetesinde yazdığı bir makalede “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz” demişti.

Şimdi “zalim Esed”e karşı havalanacak olan ABD/Batı savaş uçaklarına Türkiye, Rusya ile birlikte tavır alır mı? Yoksa “zalim Esed”in gitmesi için bir fırsat sayar mı bunu? Astana’da verilen, Türkiye’de en son toplanan Suriye Zirvesi’nde de tekrarlanan sözler tutulur mu?

ABD, “yerel ortaklarıyla” Suriye’nin kuzeyinde kalıcı, bu netleşti. Türkiye’nin oradaki komşusu ABD’dir artık. Ama bu emperyal çete için yeterli değil. Suriye’nin üçe bölünmesi planlarından vazgeçilmiş değil. 1920’li yıllarda, o zamanın emperyal gücü İngiltere ile nasıl paylaştıysa Suriye’yi, Fransa şimdi de ABD ile paylaşma niyetinde. Kimyasal yalanı iyi bir fırsat bu nedenle. Suriye’yi vurduklarında Türkiye, Rusya-İran-Suriye cephesinden yana olmazsa “emperyal komşularını” çoğaltacak. Yakında “evin sahibi” olacak komşulardır bunlar.

Suriye, çok değil bir buçuk yıl önce BM’nin ilgili kurumlarının uzmanları eliyle, tüm dünyanın gözü önünde, kimyasal silah yapmaya yarayacak tüm hammaddeyi imha etmişti. BM’nin “artık kalmadı” açıklamasını unutmuş olamayız. Doğu Guta’yı, Duma’yı kurtarmış, ülkenin, yedi yıllık bir savaş sonunda, yüzde 75’ine hakim olmuş bir yönetimin kimyasal silah kullanmaya ihtiyacı olmadığını dünya alem bilir. Ama Suriye’yi parçalama/paylaşma hevesi bitmedi.

Ey bize Afrin’de ne işiniz var diyenler, ABD’nin buralarda ne işi var diye neden sorgulamıyorsunuz?” demiştiniz ya Recep Bey, bir kere biz o dediğiniz sorgulamayı yaparken zatıaliniz, Meclis’ten tezkere çıkarıp bölgemizde ABD ile hareket etmek “suretiyle” bir takım planlar, projeler içindeydiniz. Bunu geçelim tabii. Bakın şimdi önünüzde tarihi bir fırsat var. Rusya’ya, ki bölgeye ABD’den daha yakındır coğrafi olarak, üstelik Suriye’nin bunca yıllık müttefikidir, “senin Suriye ile sınırın mı var yav”diye çıkıştığınız gibi bir çıkış yapın ABD’ye.

Biliyorum, BM’yi çok eleştirdiğiniz için “BM’nin kararı olmadan bir ülke vurulmaz” demezsiniz, “bu emperyal bir planın parçasıdır, bu işin ucu bize de dokunur” diye düşüneceğinizi de sanmam.

Ama “Bu ABD’nin buralarda ne işi var diye neden sorgulamıyorsunuz?” demiştiniz malum. İşte şimdi tam zamanı. “ABD’nin burada ne işi var?” deyin yine. Trump’ı kızdırmaktan çekiniyorsanız “ABD’li kahraman bay ve bayan askerler”e bir zarar gelmesini istemediğiniz için böyle sorduğunuzu söylersiniz.

Hadi bir daha söyleyin.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Kim demiş İslam’da deist yok diye - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ahmed İbn İshak er-Ravendî, Ebû Bekr Muhammed İbn Zekeriyya er-Razî, Ebû İsa Muhammed İbn el-Verrak İslam dünyasının en tanınmış deistleriydi.


Gündeme hızlı düştü şu Deizm tartışması. Önce sayıları pek az olan sözü dinlenir ilahiyatçılarca sonra da Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan bir raporda, imam hatiplerde okuyan öğrencilerin hızla Deizm'e kaydığı ileri sürüldü. Kavramdan haberi olmayanlar da Deizm’i ilk kez duydular. İslamcılarda da hem bu iddiayı yalanlama hem de Deizm’in aslında Hıristiyan dünyada (Hıristiyanlıktan kaynaklanan nedenlerle) ortaya çıktığını anlatma gayreti görüldü. İslam kendisine inananda Deizm’e kaymaya yol açacak boşluk bırakmaz bunlara göre. Öyle bir yazıp çiziyorlar ki Deizm sanki sadece Hıristiyan coğrafyada karşılaşılan bir olgu sanabilir kişi.

Tabii ki yanılıyorlar. İnsan aklının olduğu her yerde kuşku vardır, kuşku Deizm’e de götürür kişiyi. Dolayısıyla İslam coğrafyasında da Deist düşüncelere sahip olanlar olmuştur. Tersi mümkün müdür?

Deizm dedikleri (Yaradancılık olarak da bilinir, malum) tüm dinleri reddeden 'tek yaratıcı' inancıdır. Bir yaratıcı vardır, ama dünyaya da kainata da müdahale etmez. Her bilgiye olduğu gibi dine ait “bilgilere” de akıl yoluyla ulaşılacağını savunur. Doğal olarak da vahiy anlayışını da kabul etmez. Batılılar her şeyi olduğu gibi Deizm’i de kendileriyle başlattığı için 17. Yüzyılda Edward 
Herbert’i bu işin piri sayarlar. 
Oysa bu zattan çok çok önce İslam coğrafyasında bugünkü anlamıyla Deist sayılabilecek nice kişi vardı. Ahmed İbn İshak er-Ravendî, Ebû Bekr Muhammed İbn Zekeriyya er-Razî, Ebû İsa Muhammed İbn el-Verrak bunlardan bazıları. İslam Peygamberi’nin peygamberliğini de Kuran’ın ilahiliğini de elşetirmişlerdi bunlar yaşadıkları dönemde. 

Ravendî’nin, peygamberliği kehanetcilik olarak değerlendirdiği, Kuran’ı da hikmet dışı bulduğu bilinir. Kuran’da çelişkilerle dilsel hatalar vardır diyen de bu zattır. Zekeriyya er-Râzî de peygamberliğe gerek olmadığını, akıl açısından bakıldığında hiçbir özelliği bulunmadığını belirtir, o da Kuran’ı dil açısından yanlış bulur, dolayısıyla Kuran’ın mucize olmadığını söylerdi. el-Verrâk da benzeri görüşleri savunmuştur.

Bu zatların elbette bir Yaratacı inancı vardı. Bu nedenle İslam dairesi içindeki deistler olarak adlandırılırlar. Yani Hıristiyanlıkta çıktı, İslamda rastlanmaz demek doğru değil. Tabii etkisi günümüze kadar gelen Ebu’l-Alâ Ahmed b. Abdullah b. Süleymân el-Maarrî (d. 25 Aralık 973 - ö. 1058) İslam deistlerinin en çok bilinenlerindendi. Suriyeli Araptı. Gözleri görmeyen bir filozoftu. Kızamıktan görme yetisini yitirdiğinde dört yaşındaydı. Şairliği ile yazarlığı da vardı. Zamanında eleştirmediği din kalmamıştır. Musevilik de, Hıristiyanlık da, İslamiyet de eleştirilerinden payını almıştır. Zerdüştlük de tabii ki. Maarri’nin bir dini varsa o da “kuşkuculuk” olmalıdır. Uzun süre kaybolup, 1942 yılında bulunan bir kitabı vardır, el Luzimiyat adında. İslamiyet’e karşıtlığı bu kitabında açıkça görülür. Hac’ca karşıydı, “bir pagan yolculuğu” derdi Hac ibadeti için. Vahiy’i kabul etmezdi, “din” derdi, “insan aklının bir sonucudur”. Cennetin, cehennemin varlığına inanmazdı. “Öbür dünyadan biri gelirse ancak inanırım” dediğini söylerler. Uzun uzun yazdığı mektuplarıyla da tanınır. Bunları topladığı kitabının adı da Risalatü’l Gufran’dır. Bu kitapta, İbn Karih adlı bir kahramanı vardır, ona cenneti, cehennemi gezdirir. Kimileri bu kitap ile Dante’nin ünlü İlahi Komedyası arasında benzerlikler olduğunu ileri sürer.

“Özgür düşünceli bir kötümser” olarak tanınırdı. Zamanının en tartışmalı akılcılarındandı. Biraz da körlüğünden kaynaklanan bir kötümserlikti bu. “İki kat mahpusluk benimki” derdi, hem kör hem de kendi seçtiği “münzevi” yaşama vurgu yapmak için. Sosyal adaletin büyük savunucusuydu. İlerleyen yaşında vegan olduğunu da ekleyeyim. Hayvan katline karşıydı. Ne et yedi ne de herhangi bir hayvan ürünü. Doğumun sınırlanmasını savunduğuna göre bir nüfus planlamacısı da sayılmalı.

Hiç evlenmedi. Öldüğünde 83 yaşındaydı. Etkisi günümüze kadar geldi derken bunda bir abartı yok. Bu güne kadar ona olan nefret de geldi. Suriye’de bulunan heykeli İslamcı El Nusra örgütü tarafından yıkıldı.

Çağdaş bir deist: Ahmet Kasravi
Yakın zamanların en önemli deistlerin biri de İran’da yaşadı. Çağdaşımız sayılır. İran Azerisi Ahmet Kasravi adını duyanlar vardır. 1890 doğumlu Asravi’nin sıfatı çoktu; dilci, tarihçi, milliyetçi, reformcu. Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde profesördü. İran’ın seküler kimliğini belirleyen politik-sosyal hareketin kurucusudur. 70’den fazla kitap yazdığına göre bir hayli üretken biriydi. “İran 

Anayasal Devrimi”nin Tarihi ile “18 Yıllık Azerbaycan Tarihi” adlı kitapları en tanınmışlarıdır. Türk dili üzerine yazdığı bir kitabı da vardır.Dinde ne kadar hurafe varsa onların temizlenmesi gerektiğini savunurdu. Bu nedenle İran molları tarafından sevilmedi hiç. Zaten bu görüşleri yüzünden 1946 yılında asistanı ile birlikte İslam Fedaileri adlı bir örgüt tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Hakkında öldürülmesi gerektiği konusunda fetva çıkaranlardan biri meşhur Ayetullah Burucerdi idi. Adına bir topluluk oluşturan taraftarflarının berbat bir törenleri vardır, hala sürer mi bilmem. Kendileri için zararlı buldukları kitapları kış mevsiminin ilk günü törenlerle yakarlar. Taraftarları ABD’de vardır hâlâ.

“İki tür islam vardır” derdi, biri “1400 yıl önce onurla arapların getirdiği İslam, diğeri de Sünni, Şii, İsmaili, Kerimhani vs vs”. İslamın birçok kuralına, ritüeline itiraz etmişti. Allah’a (Yaratıcıya) dolayısız ulaşma konusundaki fikirleriyle bugün Deistler arasında sayılmakta Kasravi.

Sadece bu görüşleri yüzünden değil, bir Azeri olarak azılı bir İran milliyetçisi olması da ilginçti. Azerbaycan adına itirazı vardı örneğin. Böyle bir ad olmadığını, bunu Mehmed Emin Resulzade’nin uydurduğunu söylerdi. Asıl Azerbaycan’ın da İran içindeki Güney Azerbaycan olduğunu savunurdu. Bizim bildiğimiz bağımsız Azerbaycan’ın asıl adı Kasravi’ye göre Albanya. Bu görüşleri tabii her iki ülkenin milliyetçilerini ilgilendirir. Zevkli konular, üzerinde düşünmeye değer doğrusu.

Ama Kasravi, Şiiliğin en katı haliyle vücut bulduğu İran’da Deist sayılabilecek görüşleriyle dikkat çekmiş bir zattı.

Aslında başka örnekler de var, çoğaltılabilir. Farklı zaman dilimlerinden bu iki örneği vermemin nedeni, İslam’da Deizm’in her dönemde taraftar bulan bir anlayış olduğunu göstermek. Bunun İbn Sina’sı, İbn Rüşt’ü, İbn Miskeveyh’i var daha.

“Deizm’i Hıristyanlık doğurdu, İslam’da olmaz” demeden önce iyi bir düşünmek lazım.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN