23 Mayıs 2018 Çarşamba

Merkez Bankası’nın ‘bağımsızlığı’ - ÇİĞDEM TOKER

Merkez Bankası’nın web sayfasını açınca hemen görünen iki cümle 16 Mayıs’tan kalma:“Piyasalarda gözlenen sağlıksız fiyat oluşumları yakından takip edilmektedir.Gelişmelerin enflasyon görünümü üzerindeki etkileri de dikkate alınarak gerekli adımlar atılacaktır.” 

Bu kısa açıklamanın üzerinden bir hafta geçti. Dolar 4.65’i gördü.
Sayfada kolayca görünen diğer metin ise 30 Nisan 2018 tarihli Enflasyon Raporu.
Orada da bu yıl sonunda enflasyona dair yüzde 8.4 tahmini duruyor. 

Tek hanede ısrar eden bu tahminin imkânsızlığı da artık ortada.

Özel sektör bilançolarındaki tahribat onarılması güç eşiklere taşınırken diğer yandan da tüketici güveni düşüyor. 

Gerçekten Merkez Bankası’na göre, TL’deki bu değer kaybı bile henüz adım atılmasını gerektirecek düzeyde olmayabilir mi? 

TL’deki korkutucu değer kaybının enflasyonu nasıl etkileyeceğini ölçmemesine imkân var mı? 

Peki, dışardan umursamazlık gibi görünen bu tepkisizlik hali nedir?


Yaşanacak tahribatın derinleşeceği, yayılacağı biline biline Merkez Bankası’nın kıpırtısız kalışının izahı artık açık: Banka’nın Beştepe’den yönetilmesi. Geçen hafta Merkez Bankası Başkanı’nı AKP bayrağı altında gösteren fotoğraf bir süredir “de facto” konuşulan bu olguyu, resmi olarak da belgeliyordu.

***
Merkez Bankası’na, siyasi otorite karşısında bağımsızlık kazandıran yasal düzenleme, 2001 krizinin ardından tüm topluma ödetilen ağır reçetenin içinde özel yasayla geldi.
Banka bağımsızlığı, eğer koşulları varsa, gerektiğinde faiz artırımına gitmekten kaçınmamayı daha doğru anlatımla “korkmamayı” gerektiriyor. Fakat bugün gelinen noktada, faiz artırımından başka rasyonel seçeneği görünmeyen Merkez Bankası, bu zorunlu adımı atamıyor. 

Bu seyretme halini “korku”dan başka gerekçeyle izah etmek zorlaşıyor. 

Korku dediğiniz çeşit çeşit. Kaybedileceklerin ağırlığına ve atfedilen öneme göre iktidarın ayrı, bürokrasinin ayrı, kurumların ayrı, kişilerin ayrı korkuları var.

***
Olası faiz artırımının, mali piyasalara yansımaması imkânsız.
Kredi faizlerinde artış ise reel sektör, sanayi üretimi üzerinde baskı demek. Üretimin yavaşlamasının, başta istihdam olmak üzere olası sonuçları ise bilen biliyor. 

Hasılı, AKP ve Beştepe zaviyesinden bakıldığında seçim ortamında, faiz artırımının istenmemesini, dahası garip garip teoriler dillendirilmesini anlamak bir parça kolaylaşıyor. 

Tabii bu bizler için geçerli. Memleket dertlerine kafa yoranlar için yani.
Yoksa toplumun azımsanmayacak kesimi, TL’deki değer kaybının dış güçlerin oyunu olduğuna inanmaya hazır. (Medya neden devşirildi, satın alındı) 

Bütün mesele ise bu sürecin daha ne kadar götürülebileceği.

***
Seçimde kaybetme korkusuyla Merkez Bankası’na zorunlu adımları attırmayan irade, bütün topluma ve ülkeye zarar veriyor. 

Banka ekranına konulan iki cümlelik “adım atma” mesajları, kanamalı bir hastayı ameliyata almak yerine, yarasına üstten pansuman yapıp evine göndermeye benziyor.
Bu nedenle Merkez Bankası’nın 7 Haziran’daki Para Politikası Kurulu toplantısı öncesinde karar alıp almayacağı konusu giderek yaşamsal hale geldi.
Bu yaşamsal önem de neredeyse saat başı artıyor. 

Enflasyonun etkilerini giderek ağır hissettiğimiz bugünlerde TL’deki değer kaybının günlük hayatımıza etkileri sanılandan daha ağır olabilir. 

Daha sözleşmeleri döviz üzerinden imzalanmış, devletin taraf olduğu Hazine garantili Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) projelerini hiç saymıyoruz üstelik.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

22 Mayıs 2018 Salı

Zaman yolcusu - ORHAN GÖKDEMİR

1920 şartlarına geri döndük… 2008’de Ergenekon ve Balyoz davaları ile orduda tasfiye dalgası başlayınca söylenmişti bu söz ilk. Aradan 10 yıl geçti, cumhuriyetin kazanımları tırpanlanmaya devam etti. Haliyle tutunamadık 1920’li yıllarda. İki yıl önce 31 Mart’ı geçtiler. Anayasa rafa kalktı. Ardından 1908’i solladılar. Şimdi ta 1876’ya fırlatılmış durumdayız. Nevzuhur Abdülhamit Haziran’ın 24’ünde de başarılı olursa uzun istibdat yıllarına başlayacağız.

Türkiye, yoluna 150 yıl geriden yeniden başlamak durumundadır artık. Gericilik cumhuriyetin cenazesini kaldırmakta kararlı. 16 yıllık ölüye tecavüz seansının bitişine tanıklık ediyoruz haliyle. Gömüldü cumhuriyet, 24’ünde padişah seçeceğiz. Tek adım kaldı geriye, iktidarın babadan oğula geçmesi. Bilal aportta bekliyor.
Hepsi zamanda yolculuktur ve şimdilik geriye gitmenin mümkün olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
                                                                 ***

1876 Anayasası (Kanun-u Esasi) “Cemiyet-i Mahsusa” tarafından hazırlandı. Gerçi anayasa monarşiyi kabul ediyordu ama buna karşılık kişi hak ve hürriyetlerini de güvence altına almaya çalışıyordu. Anayasa ile birincisi, üyeleri iki dereceli seçimle halk tarafından seçilen Heyet-i Mebusan, ikincisi de üyeleri padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan olmak üzere iki meclisli bir parlamento oluşturulacaktı. Halkın seçtiği Heyet-i Mebusan’ın gerçek hiçbir yetkisi yoktu. Her iki Meclisçe kabul edilen kanunların Padişah tarafından onaylanması gerekiyordu. Ayrıca padişahın kanunları veto etme ve parlamentoyu feshetme yetkisi vardı. Yürütmenin başı oydu, sadrazamı ve bakanları bizzat seçecekti, ordu ona bağlıydı. Özetle, bugün olduğu gibi padişah da kendi çalıp kendi oynamayı sürdürecekti.

Cemiyet-i Mahsusa’nın hazırladığı taslak Mithat Paşa başkanlığındaki Heyet-i Vükeladan geçtikten sonra II. Abdülhamit’in önüne geldi. Padişah, bazı değişikliklerin yapılması için anayasanın ilanında ayak sürüdü. Mithat Paşa anayasanın bir an önce ilanından yanaydı, arkadaşlarını ikna etti.

Kanun-u Esasi, anayasal düzenden taraf olduğuna inanıldığı için tahta çıkarılan İkinci Abdülhamit tarafından nihayet ilân edildi. Ortalıkta bir anayasa vardı var olmasına ama ferman hala padişahındı. Anayasa ile geniş yetkilerle donatılan ve halifelik sıfatı bulunan padişah, tıpkı bugün olduğu gibi mutlak bir sorumsuzluğa sahipti.

Bu gelişmeler sırasında Osmanlı-Rus harbi çıktı. Abdülhamit harbi bahane ederek Meclisi feshetti. Anayasa rafa kalktı. Padişah, ayak sürüyerek kabul ettirdiği maddeye dayanarak Mithat Paşayı sürgüne gönderdi ve orada öldürttü. Anayasa tarihimizin ölümsüz kahramanıdır ve halen Abide-i Hürriyet’te ikamet etmektedir.

                                                                 ***

Anayasaya uyacağı umularak tahta oturtulan Abdülhamit 30 yıl süren bir baskı rejimi kurdu. Anayasayı kaldırdığı raftan indirmeye hiç yanaşmadı. Ama vekillere maaşlarını ödemeye devam etti. Hafiye örgütüyle ses çıkaranı takip etti, yakaladı, ezdi. 1908’de alaşağı edilene kadar böyle sürdü her şey.

Zulüm öyle bir hale geldi ki Resneli Niyazi adındaki genç bir subay canına tak edince yanında dört yüz kişiyle dağa çıktı. Abdülhamit için yolun sonu görünüyordu. Ülkenin şehirleri, caddeleri, meydanları ilk o gün “Hürriyet” ile tanıştı. Abdülhamit alaşağı edildi, 1876 Anayasası raftan indirildi. Ekler yapıldı, padişahın yetkileri sınırlandırıldı, Meclisin gücü arttırıldı. Meşrutiyet geri gelmişti.

Fakat İttihatçılar, padişahsız bir rejim kurmayı hayal bile etmemişlerdi. Abdülhamit’i indirdiler, Mehmet Reşat’ı bindirdiler. Binenin bir kukla olduğundan emin olunca aldıkları yetkileri geri verdiler. Bu yetkileri onun adına genç Enver kullanacaktı gerçi ama her şey yine başa dönmüştü. Uzun iç savaşımızın büyük dış savaşın içinde kaynaşıp büyük bir yıkıma yol açtığı dönemin kapısı böyle aralandı.

İmparatorluk paramparça olunca geride kalanlara “Milli Kurtuluş Mücadelesinden” başka yol kalmadı. Padişah işgalcilerin maşası olmuştu. Mücadeleye girişenlerin halktan başka güvenecekleri bir kuvvet yoktu. Cumhuriyet, işte bu denklemden çıktı.

Şimdi cumhuriyetin ve meşrutiyetin gerisindeyiz. Meclis feshedildi. Anayasa rafta. Yetkileri Abdülhamit’ten fazla olan bir nevzuhur sultanımız var. Üstelik her adımda daha fazlasını istiyor. 24 Haziran’da işte bunu oylayacağız. Ya istediği yetkiyi vereceğiz ya da yerine yeni bir Mehmet Reşat bulup durumu idare etmesini umacağız.

                                                                   ***
1923, 1908, 1876…12 Eylül 1980’den beri zamanda yolculuk yapıp duruyor ülke. Her adımında biraz daha geriye gidip, oradan kahramanlar, kurtarıcılar devşirmeye çalışıyor. Abdülmecit aziz, Abdülhamit mehdi, Sultan Selim ahir zaman peygamberi…
Yalnız unutulmamalı, geriye gitmek mümkünse, ileriye gitmek, geleceğe sıçramak ta mümkündür. Çürüyen, eskiyen, düşen her şeyi kaldırıp atmanın tek yoludur bu. Devrim diyoruz adına. Halktan başka güvenecek hiçbir kuvvetin kalmadığı şartların getirisidir.

Padişah seçmeyi o yüzden reddediyoruz. Ne Abdülhamit, ne Mehmet Reşat. Niyetliyiz. Efendiler, yakında cumhuriyet ilan edeceğiz!

Orhan Gökdemir / SOL

Venezuela Panama değil, işgal edemezler - MUSTAFA K. ERDEMOL

Maduro, ekonomiyi canlandırmak amacıyla Petro adlı bir dijital parayı hayata geçirmeye çalışmıştı. ABD bu para biriminin ABD’li şirketlerce kabul edilmemesi çağrısında bulunarak Venezuela’nın krizden çıkma girişimine büyük bir darbe daha vurdu.

Venezuela’da yeni Anayasayı yazacak Kurucu Meclis’in üyelerini belirleyen seçimler yapıldı. Seçimin galibi beklendiği gibi Devlet Başkanı Nicolas Maduro oldu. Muhalefetin katılımın az olduğu iddialarına ülke seçim kurulu “katılım yüzde 45’tir” diyerek yanıt verdi. Maduro da katılım oranını övdü, "Devrimin 18 yıllık tarihinde gördüğü en yüksek oy" dedi.


Bu seçim öncekilerden daha önemli bir seçimdi. Malum, Venezuela hiperenflasyon ve nakit sıkıntısı nedeniyle son zamanlarda sıkıntılı dönemler geçiriyor. Para birimi hızla değer kaybediyor, bu durum nedeniyle Venezuela vatandaşları yiyecek, ilaç sıkıntısı çekiyordu. Büyük emperyal mali kuşatmanın yol açtığı büyük sorunlar bunlar. Venezuela devrimci hükümeti bu sorunları aşmak için bir dizi önlemler aldı ama hep ABD ile bölgedeki müttefiki ülkelerin engeliyle karşılaştı. Maduro, ekonomiyi canlandırmak, uluslararası finansmanı artırmak amacıyla geçen ay Petro adlı bir dijital parayı hayata geçirmeye çalışmıştı. ABD bu para biriminin ABD’li şirketlerce kabul edilmemesi çağrısında bulunarak Venezuela’nın krizden çıkma girişimine büyük bir darbe daha vurdu.

Bu nedenle bilip bilmeden Maduro ile devrimci hükümeti, ülkeyi yönetememekle suçlamak yerine emperyal mali kuşatmanın buna yol açtığını kabul etmek gerek.

Enflasyon neden yüksek?
Venezuela bir petrol ülkesi. En son teknolojiyle petrol çıkarmak için sermayeye ihtiyacı var. Verimliliğin düşmesini de önlemeye çalışıyor. Aynı zamanda ülke petrolünü çok uluslu tekellerin ellerine düşmekten de kurtarmak istiyor yıllardır. Bu nedenle, milli firmalarla petrolünü çıkarma politikası uyguluyor. Bu ister istemez üretimin yavaşlamasına, ihracatın düşmesine, ithal ürünlerin pahalılaşmasına yol açıyor. Enflasyon yükselmesin diye hükümet fiyat düzenlemeleri yapmak durumunda kaldı. Perakendeci kesimin raftan ürün indirip, pahalı fiyat verene satması suni bir kıtlığın doğmasına yol açtı. Bir dolar resmi olarak 6.2 bolivardır. Ancak karaborsada bir dolar 60 ila 120 bolivar arasında değişiyor. Korkunç bir fark var arada. Bunun piyasaya yansıması da çok olumsuz haliyle.

Buna benzer nedenlerle devlet gelirleri azalmakta, gerekli mal ithali yapılamamakta. Hükümet bunun önüne geçebilmek için piyasaya sürekli para pompalamakta. Yani yaratılan suni bir kriz var. Ancak Venezuela halkı olanın bitenin farkında, bu nedenle her defasında devrimci hükümete güvenini seçimlerde belli ediyor. Bu seçimlerde de bunu bir kez daha gösterdi.

Halk Maduro’yu çok seviyor
Chavez iktidardayken özellikle 2003’te, Panama’da Manuel Noriega’nın ABD işgali sonucu devrilmesi anımsatılarak aynısı Chavez’e de yapılabilir denirdi. Bu açıkça, Chavez’in 1999’da iktidara geldiği andan beri tartışılan bir konu da olmuştu. Şimdi, Maduro için bu, yeniden dillendirilir oldu. Sadece dış güçler tarafından değil, Venezuela muhalefet lideri Antonio Ledezma da, ülkeyi terk ettikten sonra sığındığı yerden açıkça “ülkeme insani yardım değil, insani bir işgal lazım” diyerek ABD ile müttefiklerini müdahale çağırdı. Yine Venezuelalı bir iktisatçı olan Rivardo Hausmann, Harward Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta yabancı güçlerin Maduro’yu devirmesi gerektiğini savundu. Bunu söylerken, Panama’nın ABD tarafından işgal edilip Noriega’nın devrilmesinin Panama’ya ne kadar istikrar getirdiğini bile söyleyebildi.

Tüm bunların üzerine ABD Başkanı Donald Trump Venezuela için askeri seçenek var açıklaması yaptı. ABD’nin bölgedeki müttefik ülkeler üzerindeki etkisi büyük. Bu ülkelerin de Venezuela’ya baskı yapma potansiyelleri bir hayli fazla. Bu potansiyel ABD ile müttefiklerince Venezuela’ya karşı daha da sık kullanılacak. Bunun ilk yolu, ülkedeki mali krizi derinleştirmekten geçiyor. Bu yolla Maduro hükümeti ile halkı karşı karşıya bırakmaya çalışıyor emperyal güçler ile bölgedeki dostları, ülke içindeki işbirlikçileri de tabii.

Ama unutulan bir şey var; Venezuela, Panama değil. İşgal edilmesi kolay olmaz asla. Panama’nın nüfusu üç milyondan az, Noriega’nın emrinde ise sadece 15 bin asker vardı. Ayrıca Panama’da çok sayıda ABD askeri üssü bulunuyordu. Bunlar işgali kolaylaştıran etkenlerdi. Halkının çoğunun da Noriega’dan nefret ettiğini de ekleyelim.

Venezuela öyle değil. Halkın çoğunun sevdiği bir başkan Maduro. Nüfusu 30 milyon olan ülkenin çok sayıda tankı, savaş uçağı ve 120 bin askeri var. Daha da önemlisi ABD ve her türden emperyal çeteye direnmelerine yol açan bir ideolojileri var; yani antiemperyalizm ile sosyalizm.

Son seçimler, yaratılan suni krize rağmen, halkın yaşamının zor olduğu sıkıntılı bir döneme denk gelmesine rağmen Maduro’nun programının onaylandığı dünyaya ilan oldu.

Venezuela asla boyun eğmeyecek.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ortadoğu solu geri dönüyor - İBRAHİM VARLI

Birkaç ay önce yine bu köşede “Nereye gitti bu Ortadoğu solu?” diye sormuştum. Özetle Ortadoğu’nun hep böyle dinci gericiliğinSelefi köktendinciliğin esiri olmadığını, bu kadim coğrafyada çok güçlü bir  seküler/sol damarın da olduğunu vurgulamıştım. Post modern kimlikçi siyasetlerin ön plana çıktığı, etnik, dinsel, mezhepsel fay hatları üzerinden tüm siyasal, toplumsal yaşamının dizayn edildiği bu kahir zamanlarda yok edilen solun eksikliğinin yarattığı handikaplara dikkat çekmiştim.

İtalyan yazar Ilario Salucci’nin yıllarca Irak’ta kalarak hazırladığı ‘Irak’ta Solun Tarihi’adlı kitabı bu konuda iyi bir kaynak. Bir zamanlar Ortadoğu’nun en önemli örgütlerinden olan Irak Komünist Partisi’nin tarihini, bu ülkedeki solun seküler laik güçlü damarını muazzam şekilde aktarır.

Kitap esasında “Arap dünyasını modern sınıf mücadelelerinin ve seküler siyasi hareketlerin uğramadığı bir ‘Ortaçağ coğrafyası’ olarak okuyan, Türkiye gibi bu coğrafyaya komşu ve ortak bir geçmişe sahip bir ülkenin/bölgenin insanlarının bile veri kabul ettiği önyargıları yıkması itibariyle” önemli bir kaynak.

Filistin solu, Lübnan solu, Mısır solu, Suriye solu uluslararası Marksist figürler, teorisyenler çıkarmış topraklardı. Dünyanın dört bir tarafından solcular, devrimciler Filistin’le, Lübnan’la dayanışmak için Ortadoğu’ya akın ediyor, bu da sol damarı besliyordu.

Bir zamanlar Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, İran’da güçlü sol, komünist partiler iktidarları dahi sarsıyorlardı. Afganistan Komünist Partisi’nin gücü sadece Sovyetlerden kaynaklanmıyordu. Güney Batı Asya’nın en büyük sol hareketlerindendi.

Kesilen sol damarlar yeniden filizleniyor
Peki, nereye gitti bu sol? Esasında bir yere gittiği yoktu. ABD emperyalizminin marifetiyle Soğuk Savaş sürecinde adım adım yok edildi. 

Dinci gericilik, siyasal İslamcılık palazlandırıldı. “Yeşil kuşak Projesi”nden “Ilımlı İslam”a uzanan hatta, İslamcılar ABD emperyalizmin öncü müfrezesi olarak kullanıldı. Bölge adım adım gericileştirildi.

Peki ne oldu? 

ABD emperyalizminin ortaya sürdüğü İslamcı projeler adeta birer  Frankeştayn’a dönüştüler. Bugün bu canavarlar sadece bölgeyi Ortaçağ karanlığına sürüklemekle kalmadı, kendisini var eden sahiplerini vurmaya da başladı. IŞİD’ler, El Kaide’ler, El Nusra’lar, Horasanlar, Eş Şebaplar, İhvancılar bu iklimin eseri.

Emperyalist güçlerin, bölgesel işbirlikçilerinin, yerel despotların işine gelen bu kimlikçi döngüden şu an için çıkmak elbette ki kolay değil. Ama imkânsız da değil. Kimlikler üzerinden, dinsel aidiyetler üzerinden yeni çatışmalar örgütlenirken başarılı olamıyorlar. Siyasal İslamcı projeler iflas  etti,  emperyalist müdahalelerle gerçekleştirilmek istenen dönüşümler tutmadı.
Ve tüm bu yıkımların arasında sol yeniden kendisinden bahsettirmeyi başardı. Üstelik sadece Irak’ta değil Suriye’de, Lübnan’da “direniş ekseni” yeniden ayağa kalktı.

Irak’ta laik, seküler güçler, sol kazandı
Evet, Irak’ta geçen haftaki genel seçimi sol kazandı! ABD tarafından iğdiş edilmiş, emperyalist işgalin devam ettiği, etnik, dinsel, mezhepsel bin bir parçaya bölünmüş Irak’ta zafer sol koalisyonun oldu. Bir zamanların etkili sol örgütlerinden Irak Komünist Partisi’nin ve çok sayıda laik/seküler grubun ittifaka gittiği Sairun İttifakı (Yürüyüş) seçimlerde sandıktan birinci çıktı. İttifakın ana bileşeni işgal sonrası ABD’ye karşı verdiği direnişle ön plana çıkan Mukteda El Sadr’ın partisi olsa da sol, laik/seküler güçler özgül bir ağırlık taşıyorlardı.

Irak Komünist Partisi bütün eksikliklerine, Saddam ve işgal dönemindeki yanlışlarına rağmen ayağa kalkmayı başardı. Yolsuzluklara bulaşmış bezirgânlara karşı bıkan umutsuz, yorgun halk kitleleri İbadi hükümetinin yoksulluk, yolsuzluk ve adaletsizlik üreten politikalarına karşı harekete geçirilerek kitlesel eylemler düzenlendi. Etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları bir tarafa bırakıldı.

Şii din adamı Sadr işte Komünist Partisi’nin estirdiği bu rüzgârın üzerine oturdu esasında. İran’a mesafe koyan, ABD’ye karşı çıkan Sadr, dini misyonuna rağmen yoksulluk ve düzen karşıtı geniş bir ittifak kurdu. Komünist Partisi ve diğer sol, seküler yapılarla ittifaka gitti. Arap kimliğini ön plana çıkaran söylemleriyle öne çıkan Sadr, etnik, dinsel aidiyetler üzerinde tepinen İran ve ABD’ye yaslanan rakiplerini geride bıraktı.

ABD işgali sonrası çok parçalı, kimlikler üzerinden bir dizayna tabi tutulan ülkede sorunlar dağ gibi. Haydar El İbadi, Kürtlerin bağımsızlık istemini bastırsa da, IŞİD’i yenilgiye uğratan başbakan olsa da çok fazla ABD’ye yaslanmanın bedelini ödedi.

Post modern kimlikçi siyaset kaybediyor
Post modern neo liberal kimlikçi bakış açısının toplumları nasıl zehirlediğinin en hazin coğrafyası Ortadoğu. Etnik, dinsel, mezhepsel kodlar üzerinden dizayn edilen bölüşümün bölgede nasıl bir kangrene yol açtığını görmek açısından Irak ve Lübnan muazzam iki örnek.

Her iki ülke de uzun süren iç çalkantılar, çatışma ve savaşlar sonrasında siyaset mühendisliği marifetiyle yeniden inşa edilirken, kırılgan fay hatları üzerine oturtuldular. Her iki ülke de etnik, mezhepsel, dinsel kodlar üzerinden parçalara bölündü. Her etnik gruba büyüklüğü oranında sandalyenin verildiği Irak ve Lübnan örneklerinde siyasal erk de buna göre belirleniyor.

Cumhurbaşkanının Hıristiyanlardan, başbakanın Sünnilerden, meclis başkanının ise Şiilerden seçildiği Lübnan’da cumhurbaşkanını seçmek yıllar alabiliyor. Son cumhurbaşkanı Hıristiyan Michael Aun iki buçuk yıl süren krizin ardından ancak seçilebildi. Irak’ta ise Cumhurbaşkanlığı Kürtlere,Meclis Başkanlığı SünnilereBaşbakanlık ise Şiilere veriliyor.

Ve bu kimlik siyasetinin yol açtığı kaos toplumlar nezdinde artık ciddi bir rahatsızlığa yol açmış durumda. Açlık, yoksulluk, geleceksizlik girdabında debelenen kitleler, yolsuzluğa bulaşmış, adaletsiz sistemlere baş kaldırıyor. Irak seçimleri bunun ilk adımı oldu.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Türkiye’nin Selikoff’u - AYÇA SÖYLEMEZ

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, aklımda, annesinin cenazesine kelepçeli getirildiği fotoğrafıyla kaldı. Elleri çözülmedi, son sözlerini söyleyemedi çünkü jandarma konuşmasına izin vermedi. Ama yine de tüm inceliğiyle kendisiyle selamlaşan gazetecilere, “Emeğinize sağlık” demeyi ihmal etmedi.


Bugün itibariyle 102 gündür özgürlüğünden mahrum. Hayatı boyunca güçlünün değil, haklının yanında duran birçok muhalif gibi tutuklu.

Ordudan da okuldan da uzaklaştırıldı
1961 yılında Ordu’da öğretmen bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya geldi*, Gülhane Askeri Tıp Fakültesi’nde tıp diplomasını aldıktan sonra halk sağlığı alanında uzman oldu. Ardından Hacettepe Üniversitesi’nde epidemiyoloji alanında yan dal uzmanlığını tamamladı, GATA’da epidemiyoloji yardımcı doçentliğini ve halk sağlığı doçentliğini aldı.

1996’da bir şikâyet üzerine Gülhane’deki bir grup general ve albayla birlikte soruşturuldu. “Bunlar solcu” yaftasının ardından İstanbul’a sürüldü**. Açtığı davayı kazandı ama 1998’deki YAŞ kararıyla emekli edildi.

2002-2016 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi’nde halk sağlığı profesörü olarak görev yaptı.

1 Eylül 2016’da yayınlanan 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) üniversitelerden 2 bin 346 öğretim elemanı ihraç edildi. Kocaeli Üniversitesi’nden “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladıktan sonra ihraç edilen 19 akademisyenin arasında Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Hamzaoğlu da vardı.

İhraç sonrası açıklamalarında Kocaeli’ni terk etmeyeceklerini söylediler. Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni (KODA) kurdular.

Hamzaoğlu, KODA’da verdiği dersle, Dilovası’ndaki araştırmasını anlattı. Ordudan atılmasının ardından devletle ikinci ‘ters düşüşü’, bu araştırmasını kamuoyuna açmasının ardından olmuştu.

Hamzaoğlu açık dersine, “Bilimsel bilginin sahibi toplumun kendisidir ve biz ‘Bu işler bizimle başladı’ demedik hiçbir zaman. Durumu önce kamuoyu ile ardından akademi ile paylaştık” diye başladı.

Dilovası ile organize sanayi bölgelerinin iç içe geçmiş durumda olduğunu söyledi: “Bölgede 1995-2004 yılları arasında 493 ölüm gerçekleşmiş. Bunun yüzde 32’si kanser vakası. Türkiye ve Dünya ortalamalarının çok çok üstünde. Bizlerin bu verileri paylaşması kimileri tarafından ‘Bu olayı neden bu kadar büyütüyorsunuz’ tepkisiyle karşılandı. Ama biz araştırmalarımıza devam ettik. İkinci araştırmamızda 100 ölümden 33’ünün kanser nedeniyle olduğu anlaşıldı. Ama sorun Dilovası ile sınırlı değil.”

O dönem Meclis Dilovası Araştırma Komisyonu da kuruldu ama Hamzaoğlu, komisyonun raporlarının da dikkate alınmadığını, fabrikaların daha da büyüdüğünü anlattı: “Komisyon; kapasite artışı engellenmeli, arıtma tesisi kurulmalı, izlem ve denetim düzenlenmeli dedi ama yeni fabrikalar kuruldu, kapasiteler arttırıldı. Doğaya ve insana rağmen sanayileşme yapıldı. Bunu paylaşmamak büyük bir sorumluluktu. Biz de paylaştık.”

Bebeklerin anne sütünden zehirlendiğini tespit edip paylaştığı için de soruşturmaya maruz kaldı.

Halkların Demokratik Kongresi’nin 2017’de eş sözcülük görevini üstlenen barış akademisyeni Hamzaoğlu, halen halk sağlığını düşünmenin bedelini ödüyor.

AYÇA SÖYLEMEZ / BİRGÜN

*Kaynak: onurhamzaoglunaozgurluk.org
**http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/597737/Prof._Dr._Onur_Hamzaoglu__Direnip_universiteye_donecegiz.html
• Hamzaoğlu, asbest yasaklamalarının kurucusu Doktor Irving Selikoff’a atıfla “Türkiye’nin Selikoff’u” olarak adlandırılıyor.

Kendini bulamayan parti: CHP - TURAN ESER

“İlkelerine bir kez olsun
ihanet eden insan, 
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.”
Andrei Tarkovski

Siyasette ilkeler, değerler, ahlak, erdem ve dava insanı olmak önemsizleşiyor.  “Devir eski devir değil” diyorlar, oysa ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen ilişkilerinde “eski devir” devam ediyor. Meclis siyaseti için dişe diş mücadele edenler yerine dirsek teması edenler, dik duranlar değil boyun eğenler, toplumsal karşılığı olanlar değil sanal karşılığı olan “ünlüler”makbul sayılıyor. 

Partiler ciddi siyasal kimlik krizi yaşıyor. Siyaset halkın davası yerine, parti merkezlerinin “sonuç alma siyaseti”üzerine kuruluyor. Emek, demokrasi, laiklik, barış mücadelesi için elbette vekil olma zorunluluğu yok. Zira milletvekilliğin ne bir hükmü ne de bir yaptırım gücü kaldı.

Yani TBMM nihai çözüm değil. TBMM’de olmayı, sokağın muhalefetine, halkın sözünü doğrundan söylemesine tercih etmek eksik olur. Hepimiz şunu biliyoruz; siyaset tutsaktır. Siyasetin sokakta demokratikleştirilmesi sağlanmadan, Meclis zemini etkisiz, vekillik hükümsüz kalır.

Çizildik ey halkım
CHP’ye başvuran 2 bin 319 vekil adayı arasından 600 milletvekili adayı belli oldu. Listenin mesajı net; “Solculara, Alevilere ve sol siyasete yer yok!”

CHP milletvekili adayları arasında kimler var?
Sağcılar.
Muhafazakârlar..
Konya’da Abdüllatif Şener.
“Şeriat isterim” diyen Altan Tan.
İyi Partililer.
Tüccarlar..
Yalakalar.
Yerini korumak için, sus pus kalarak her haltı edenler.
80 yaşında bedeni can derdinde olan Deniz Baykal’ın ruhu aday.

Kimler yok?
Solcular.
Sosyalistler.
Aleviler
Engelliler.
Gençler
Kadınlar.
Adalet isteyenler..
Laiklik isteyenler yok!
Mağdurların sesi olanlar yok.
Adliye saraylarında mağdurların, laiklik, demokrasi ve adalet için meydanlarda, cezaevlerindeki aydınların, gazetecilerin, akademisyenlerin ve siyasi tutukluların yanlarında olan İlhan Cihaner’ler, Melda Onur’lar yoklar.
Sivas Katliamı’nda yakılarak katledilenlerin çocuklarından Zeynep Altıok ve davanın avukatlarından Şenal Sarıhan ve Necati Yılmaz yok. Ama Sivas Katliamı’nda “Gazanız mübarek olsun” diyen Temel Karamollaoğlu kontenjanları var.

Yoklar neden yok?
Yoklar, yani çizilenler, gerek CHP içinde, gerekse Meclis çalışmaları sırasında yan yan gelmeyi başaramadılar. Her biri kendi statüsünü korumaya ve bireysel var olmayı tercih ettiler. CHP içinde ve Meclis içinde sol bir platform kurmadılar. Şimdi “ah vah” etmenin de kimseye faydası yok. Artık üzülmeye gerek de yok. Sokaktaki muhalefetin “çizilenlere” ihtiyacı var.

CHP neden krizde?
CHP, “sosyal demokrat parti” olmak, kendisini bulmak, ilkeli ve siyasal programı hedefi yerine, sağın, milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, dinciliğin ideolojik ve fiziksel döküntüleriyle iktidara yürüme rüyasından uyanmadığı için krizdedir. 

CHP kurmayı, solcuları ve Alevileri “yok” sayıp, yerine sağcıları, muhafazakârları ve “şeriat isterim” diyenlerle “var” olma stratejisiyle, AKP-MHP blokunu, bu blokun çakmasıyla birlikte aşacağını sanmaktan kurtulamadığı için krizdedir. CHP’nin AKP’ye yönelik “tek adam” eleştirisi, inandırıcılığını yitirmiştir. 

Çünkü CHP halkın iradesini çizmiştir! CHP listelerinde çizilenler, ön seçimlerde halkın iradesiyle seçilmiş adaylardı. Halkla doğrudan ilişki ve muhabbet içinde olanlar yerine, CHP seçmenleriyle zerre ilişkisi olmayan adayların tercih edilmesi, krizin başka nedenidir. 

CHP’nin diğer bir sorunu, parti içindeki sağcı ve mezhepçi kliğin yaptırım gücüne sahip olmasıdır. Sağcı klik solcuları, mezhepçi klik de “CHP’yi Aleviler ele geçiriyor” algısıyla, Alevileri budadılar. Dolaysıyla halkın ön seçim iradesini yok saydılar.

CHP siyaset ve dava insanı üretemiyor. Siyaseti, hikâyesi ve dava hareketi olmayınca, kendisi olanların hikayesine figüran olmayı siyaset sanıyor.
İyi Parti kendi yüzde 8’i, Saadet Partisi kendi yüzde 3’ü üzerinde kendi sosyolojisinin siyasal hikâyesini inşa ederken, CHP kendi yüzde 25’i üzerinde siyaset zemini yaratamıyor. Kendi sol hikâyesini oluşturacak ideolojik kimliğini inşa edemiyor. 

CHP, önemli bir süreçte umut olma fırsatını elinin tersiyle bir kenara atmıştır. Gezi, 7 Haziran, HAYIR, Adalet sürecinde açığa çıkan tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini kucaklayan siyaseti halka açmayı beceremiyor. Koltuklarını korumak için, halk yerine krizle yaşamayı tercih eden siyaseti tercih ediyorlar.

Özetle;
CHP listesi, hem halkın beklentilerini karşılamaktan hem de iktidar bloku karşısında mevzi kazanmaktan uzaktır. CHP değişimin adresi olma iddasını kaybetmiştir.

25 Haziran sonrasına yeni bir sol kitle partisine duyulan ihtiyacı açığa çıkarmıştır. Önümüzdeki süreç “yeni arayışları” ve siyasal “ birleşmeleri” ve hatta yeni bir SHP neden olmasın sorularını gündeme alabilecek gibi görünüyor.

Yani seçimler sonrası süreç, siyasal alanda yeni yapılanma, tartışma ve birleşme ve arayışlara kapı aralıyor. Bakalım kapıları kimler açacak?
Sonuç ortada ve üzülmeye gerek yok. 

CHP’de birleşemeyenler için, parlamento dışı mücadele zeminleri birleşik mücadeleye imkân veriyor.

Turan Eser / BİRGÜN

Denklem yine değişecek - ÇİĞDEM TOKER

OHAL rejimi altında alınan dayatma erken seçime dönük hazırlıkları, çok sıkışık bir takvim altında sürüyor. 

34 gün kala listeler açıklandı. Bunun en önemli yararı, listeler ve etrafında yükselen tartışmalar sayesinde, 24 Haziran’da yalnızca Cumhurbaşkanı değil, parlamento seçimlerinin de yapılacağının altı çizilmiş oldu. 

CHP’nin milletvekili aday listeleri büyük tartışma doğurdu. Geceden bu yana anamuhalefet partisi aday listelerinin yol açtığı hayal kırıklığı konuşuluyor. 
Bu tartışmada, yani hayal kırıklığı denildiğinde gelen tepkilerden biri de “Ne yani milletvekilliği ömür boyu sürecek meslek mi? Biraz da başkaları yapmasın mı” oluyor. Şüphesiz öyle. Milletvekilliği bir meslek değil, başı sonu belli, süreli bir temsil görevi. 
Fakat milletvekilliğini hayat boyu sürdürülecek konforlu bir pozisyon olarak görenlerin ve tüm yaşam enerjilerini, varoluşlarını buna adayan kişilerin sayısı hiç az değil.

***
CHP aday listelerinin başlattığı tartışma, yaşadığımız baskı dönemi dolayısıyla, tek tek bireysel hayal kırıklıklarının ötesine geçen bir toplumsal kırılmaya karşılık gelecek gibi görünüyor. 

Yargıdan eğitime, ekonomiden halk sağlığına, çevreden kamu bürokrasisine toplumsal yaşamın her alanında sistem bozulmuş, nepotizm (akraba, eş dost kayırmacılığı) doğallaşmış, bunca sorun ve yıkım üretirken, ana muhalefet partisinin 600 milletvekili için belirlediği aday listeleri, heyecan ve umut vermediği gibi, haksızlık duygusunu yeniden üretiyor.

Özellikle baskının, adaletsizliğin, sömürünün daha görünür olduğu alanlarda; adliyelerde, hastanelerde, madenlerde, aktif bir tutum sergileyen, bir anlamda sokağın sesi olan milletvekillerinin liste dışı kalması, işte bu genel fotoğraf nedeniyle sorunlu. 
(Gündelik hayatının neredeyse tamamını, adeta zorunlu bir mesai gibi adliyelerde gazetecilerin davalarını izleyerek ve seslerini duyurarak geçiren Barış Yarkadaş’ın liste dışı kalması, bizler açısından gür bir sesin azalması anlamına geliyor.) 

Kadın adayların, gençlerin sayıca azlığı, seçilme şansı yüksek yerlere konulmamaları ise kadınlara ve gençlere değer söyleminin lafta kaldığını kanıtlıyor.

***
CHP’nin bu listeler ile iktidara güçlü bir alternatif olduğu mesajını vermiyor. Yılgınlığı umuda dönüştürecek güçlü bir çıkış yerine, birinci öncelik buymuş gibi kadro dengesinin gözetildiği bir tercih kullandığı görülüyor. 

CHP’nin İYİ Parti’ye hayat öpücüğü sayılabilecek 15 milletvekili desteği sadece olumlu karşılanmakta kalmayıp, siyasal ve toplumsal gelecek açısından kritik bir hamleydi. 
Ne var ki ana muhalefet partisi, demokratik kültürün bütünü için yaydığı bu umudu, kendi seçmen tabanı açısından verememiş görünüyor. 

Bu tercihin toplumsal beklentilerin gerçekten uzağına düşüp düşmediğini, nasıl bir cevapla karşılanacağını görmek için fazla bir zaman kalmadı. 
Görünen, neredeyse her hafta farklı bir dinamikle değişen siyasi denklemin, daha çok gelişmelere açık olduğudur.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Venizelos - Atatürk - Nobel! - ÖZGEN ACAR

Yunanistan’da “megalo idea (büyük ülkü)” siyasasının savunucusu Eleftherios Kyriakou Venizelos, 1915’te İzmir’i işgal ettirdi. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Osmanlı ile 1920  Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar arasında Venizelos da vardı. 

9 Eylül’de Mustafa Kemal’in ordusu Yunanları İzmir’den kovaladı. Venizelos, 24 Temmuz 1923’te İsmet İnönü ile Lozan Antlaşmas’ını imzalamak zorunda kaldı. Venizelos 1930’da geldiği Ankara’da Atatürk’ün konuğu olurken  “Dostluk Antlaşması’nı”  imzaladı.

Atina’da “Venizelos Vakfı’nın” arşivinde, 12 Ocak 1934’te Fransızca yazılmış bir belge buldum. Belgede Venizelos, Atatürk’ün “Nobel Barış Ödülü’ne” adaylığını öneriyordu. Atina’daki Norveç Büyükelçiliği aracılığı ile belgenin doğruluğunu da saptadım.   “Atatürk’ün 100. doğum yıldönümünde” açıkladığım mektup şöyle (*):
“Sayın Başkan,
Yedi yüzyıla yakın bir süre boyunca tüm Yakındoğu ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümü, yankıları çok daha geniş olan savaşlara sahne olmuştur. Osmanlıİmparatorluğu ve sultanlarının mutlakiyetçi rejimi, bunun başlıca nedenini teşkil etmiştir.
Hıristiyan halklarının dayanılmaz bir baskı boyunduruğuna tabi kılınması, bunun doğal sonucu olarak haç’ı ay’a karşı çıkaran dini savaşlar, özgürlüklerini isteyen bütün bu halkların ardı ardına gelen ayaklanmaları, sultanların Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkilerinin devam ettiği sürece, aralıksız birtehlike kaynağı olarak ortaya çıkan bu durumu yaratmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal hareketinin hasımlarına karşı 1922 yılındaki zaferinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, gelecekte barış için yeni ve vahim tehlikeler ortaya çıkaracak bu hoşgörüden yoksun ve istikrarsız bu duruma kesin biçimde son vermiştir.
Gerçekten, bir ulusun yaşamında bu kadar kısa bir süre içinde bu derece köklü bir değişim ender gerçekleştirilmiştir.
Hukuk ve din kavramlarının karıştırıldığı teokratik (dinsel) bir rejim altında, çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, modern canlılık ve hayatla dolu bir devlet almıştır.
Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın itici gücüyle sultanların mutlakiyetçi rejimi kaldırılmış ve devlet açıkça laik olmuştur. Ulus, tümüyle ve haklı olarak ihtiraslı biçimde uygar ulusların öncüleri arasında yer almak üzere gelişmeye doğru atılımda bulunmuştur.
Ayrıca, barışın güçlendirilmesi hareketi, belirgin biçimde etnik, modern Türk devletine bugünkü görünümünü sağlayan iç reformlarla birlikte sürdürülmüştür.
Gerçekten, etnik ve siyasal sınırlarından açıkça memnun Türkiye, komşularıyla tüm toprak sorunlarını çözümlemiş ve böylece Yakındoğu’da barışın temel direği olmuştur.
Husumet içinde geçen uzun yüzyıllar boyunca Türkiye ile kanlı savaşlarısürdürmüş biz Yunanlar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkedeki köklü değişikliğim etkilerini ilk olarak duyabilme fırsatını elde ettik.
Küçük Asya Felaketinin hemen ertesinde, savaştan bir ulusal devlet olarak çıkmış ve yeniden sağlığına kavuşmuş Türkiye ile anlaşma olanağını görerek, ona elimizi uzattık ve o da bunu içtenlikle kabul etti ve sıktı.
Barış arzusunu besledikleri takdirde, en tehlikeli anlaşmazlıkların ayırdığı halklar arasında anlaşma olanağı için bir örnek oluşturacak bu yakınlaşmadan ilgili iki ülke için olduğu kadar Yakındoğu’da barış düzeninin korunması içinde yalnızca olumlu sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
İşte! Barış sorununa bu değerli katkıyı sağlayan kişi Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.
Yakındoğu’da, barış yolunda yeni bir çağ açan Yunan - Türk anlaşmasının imzalandığı dönemde, 1930 yılındaki Yunan hükümetinin başkanı kimliğiyle, şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin seçkin üyeleri önünde Mustafa Kemal Paşa’nın adaylığını bu onur ödülüne layık olarak önermekten şeref duymaktayım.
En derin saygılarımın kabulünü rica ederim Sayın Başkan.
Saygılarımla, 
Eleftherios Kyriakou Venizelos”


***

Bu olayların simgelerinden biri de, 1956’da mezun olduğum İzmir Atatürk Lisesi’dir. Ne var ki AKP Reis’i Umumisi’nin oğlunun Türkiye Gençlik Vakfı (TÜKVA), “Medeniyet ve Değerler Protokolü” kapsamında “dini eğitim yapması” için görevlendirildi! (**)
Son olarak da haddini bilmez Müdür, “mezuniyet balosunda”    öğrencilerin  “Onuncu Yıl” ve “İzmir” marşlarını söylemelerini engelledi, görevden alındı!

***

AKP Reis-i Umumisi, Venizelos’un 84. yıl önceki şu sözlerini makam odasına asmalıdır:
“Hukuk ve din kavramlarının karıştırıldığı dinsel bir rejim altında, çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, modern canlılık ve hayatla dolu bir devlet almıştır!” 
(*) 20 Mayıs 1981 Milliyet - (**) 8 Ağustos 2017 Cumhuriyet

Özgen Acar / CUMHURİYET

Ankara'yı b..k götürüyor beyler!.. - Ahmet TAKAN

Türkiye'nin fiziki coğrafya haritalarına bakarsanız, Ankara'da deniz yok. Ancak biz Angaralılar için sıkıntı değil!.. Şöyle dolu dolu 15 dakika yağması yetiyor. Başkent sahil şehri oluveriyor. Botlarla gezmeye çıkanları mı ararsınız... Dip balıkçılığı yapan dalgıçları mı... Tek tek alt geçit koylarının dolaşılıp yüzme molalarının verildiği o şarkılı türkülü göbek atmalı tekne turları var ya... Tadını doyum olmuyor!..

Kafayı yemedim be birader!.. AKP'li Melih Gökçek'in Ankara'ya getirip miras bıraktığı denizden haberiniz yok mu?.. O zaman, önceki gün (Pazar) başkentte yapılan plaj voleybolu turnuvasının görüntülerine internetten bir zahmet bakıverin... O görüntülerden size koku gelmiyor değil mi ?.. Pis lağım kokusu... Pazar günü, yağmur dindikten sonra bürodan çıkıp aracımla giderken geçtiğim her sokakta, her caddede rögar kapaklarından fışkıran sulardan ağır bir lağım kokusu tüm şehri sarmıştı. Adeta mezbelelik olmuştu başkent Ankara. AKP zihniyetinin dinozorlara, maket kapılara, uyduruk parklara yatırım  yaptığı başkentin alt yapısı "artık ben iflas ettim. Canını seven kaçsın bu şehirden" diye feryat ediyordu!..


Abartmıyorum... Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan'dan teknik bilgi istedim. Bakın neler anlattı;
"Her yer betonlaştı. Kentsel politikalarda Ankara'nın çok önemli bir alt yapı sorunu var. Ankara'da kanalizasyon sistemi alt yapısı ayrık sistem değil bir çok bölgede. Yani temiz su ile kanalizasyon ayrı ayrı toplanmıyor, yani yağmur suyu ile kar suyu da kanalizasyona katılıyor bir çok yerde. Dolayısıyla alt yapı buna uygun olarak şekillenmediği için de zaten betonlaşmış su gidecek yer bulamıyor ve dolayısıyla sistem de ayrık değil. Özellikle kent merkezlerinin olduğu noktalarda bir anda kanalizasyonla birleşerek aslında olay patlıyor merkezlerde.

Ankara'da 'sarı su' diyorlar Akay Kavşağı'nın olduğu yerde. O sarı suyun muhtemelen kanalizasyon suyu olduğu herkes tarafından biliniyor. Bu ilerleyen süreçlerde bir de yoğun kentleşme, yoğun nüfus artışı bunların hepsi plansız oluyor. Bu plansızlıkla birlikte aslında altyapı bunu kaldıramıyor. Biz bunu defalarca kez söyledik. Etlik Şehir Hastanesi, Bilkent Şehir Hastanesi ile birlikte tamamıyla bütün sistemi, hastane sistemini Bilkent'e topladılar. Orasının altyapısı kanalizasyon sistemi kaldırmayacak diyoruz. Çünkü biliyorsunuz kanalizasyon patladı orasının çok büyük sorunu var. Şimdi siz, 1 buçuk milyon metrekarelik bir alan sürekli sirküle olan Ankara'nın bütün hasta yoğunluğunun büyük bir bölümünü oraya taşıyan bir sistem kurduğunuzda altyapı kaldırmayacak orayı da ve orası da betonlaştığı için kanalizasyon basacak Ankara'yı diyoruz. Ve bunların hepsi aslında kentleşme politikalarının bilimsel planlama ve şehircilik esaslarına aykırı uygulanmasından kaynaklı. Bütün o yağmurda, bütün yolların, alanların su basmasının nedeni sonuçta dere yatağında yol bulmaya çalışıyor su kendisine. Birlik Mahallesi'nde Büyükesat Vadisini tamamen yapılaşmaya açtılar, dolgu alanlarını ve vadinin tabanına yol yaptılar. Önceki gün, vadinin tabanındaki yol, dere yatağı gitti bütün çakılları taşları toplamış yolun tam ortasına koymuş ve yol kapalıydı, kullanılamıyordu.

DSİ'nin yerini AVM aldı...
Tunalı Hilmi'de, Kavaklıdere'de baktığınızda bütün derelerin aslında coğrafyanın kendi doğallığını bozdular. Topoğrafyayı değiştirdiler. Ankara'nın topoğrafyasını bilemiyorsunuz. İmar yönetmelikleriyle kanunlarla birlikte doğal bir şehri de göremediğiniz için İmrahor Vadisi'nde Simpaş gibi büyük bir heyüla yaptılar. Tam heyelan bölgesinde ki ve İmrahor Vadisi aslında 1957'li yıllardan bu yana çok büyük sel felaketlerinin olduğu bir kent. Ankara ve İmrahor Vadisi de taşkın önleme bölgesi olarak belirlenmiş hatta tam Türközü'nün çıktığı yerde DSİ'nin kapanları var. Buralarda sel felaketlerinin önlenmesi için. En son DSİ'nin binasının olduğu, aslında tam da o sel afet durumlarında müdahale edilebilecek alanın olduğu yerde şu anda DSİ taşınmış durumda Söğüt İnşaat orada alışveriş merkezi yapıyor bir anda. En önemli müdahale edilebilecek sel durumlarında hem Mamak, hem Seyranbağları hem Türközü ve İmrahor Vadisi ile bağlantılı çok stratejik noktada bulunan DSİ'nin taşkın önleme binasının alanı Söğüt İnşaat'a verilmiş durumda ve AVM yapıyor.

Bütün bunlara baktığınızda rant ekonomisi üzerinden yürüyen bir kentleşme ve kamu kaynaklarının da Ankapark gibi israf parkı, Gökkuşağı gibi Demir Kafes gibi Giriş Kapıları gibi gerçekten israf edilen projelere harcanması ile birlikte fantezi projeleri alt yapıya herhangi bir şey ayrılamamış. Bu bir miktar akıl dışı, bilim dışı bir uygulama olarak görülüyor..

Her yağmurdan sonra bütün alt geçitlerin hepsi su doluyor. Dalgıçlar gidiyor, insanlar çıkamıyor. Bu alt geçit-üst geçit mevzularının hepsi de Gökçek'in ürünü. Gökçek'in bu kente verdiği zararı peyderpey çekiyoruz ve daha da çekeceğiz. Mesela trafik kilitlenecek, yürüyemez duruma geleceğiz, nefes alamayacağız. Ankara'nın hava kirliliği artacak. Bunların hepsi aslında uygulanan kentsel politikaların zamana yayılı sonuçları olarak karşımıza çıkacak. Ama kendisi hâlâ yargılanmadı köşesinde rahat rahat oturuyor."

Tezcan Karakuş Candan, zararları olan insanlar için büyükşehir belediyesine tazminat davası açabileceklerini de sözlerine ekledi.


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

21 Mayıs 2018 Pazartesi

İnsan insan - Ayşe Şule Süzük

İnsan olarak yaşamımızda anımsanacak bazı günler var. Yaşantılarımıza dönüp baktığımızda pek de çok olmadıklarını görüyoruz değil mi? Hani bazen bir film şeridi gibi geçti denen cinsinden bazı ışıltılı anlar kimi kez de kara bulutlarla çevrili karanlık günler. Böyle böyle geçen günler, böyle böyle akan ömür.
  
Bir dost hatırlattı. 9 yıl olmuş. Az zaman değil. Türkân Saylan’ın cenazesine katıldığımız. Detayları düşündükçe açığa çıkan, bugüne gelen, acı veren. Katmanlı, pek çok anlamlı, hüzünlü, öfkeli. Söylenmemiş sözlerin içimizi doldurduğu. Bir uzun yürüyüşle son yolculuğuna eşlik etmenin ağırlığı. Simgesel. Omuzlarda taşınan, toprağa verilecek olan…
Neydi hakikaten o gün yüreklerimizden söküp çıkararak toprağa emanet ettiğimiz? Cumhuriyet mi? Aydınlanma düşü mü yarım kalmış? Kız çocuklarının okuması ve hayatlarında seçenekleri olan bireylere dönüşme ihtimali mi? Eğitimin Türkiye tarihinde olmadığı kadar dinselleştirilmesinin önündeki tüm bariyerlerin son hızla kaldırılması mı? Bilim düşmanlığından kadın düşmanlığına uzanan yolda “kullaştırma” operasyonunun dizginlerinden boşanmış gibi dört bir koldan yapılması mı? Lepranın, nam-ı diğer yoksulluğun ve perişanlığın kâbus hastalığı cüzzamın, üstüne üstüne gitmesi mi korkmadan?  Ama korkuttu. Birilerini fena halde korkuttu. Korkutur. Çünkü tıpkı Aziz Nesin’in ve pek çok yüz akı aydınımızın dediğini dedi Türkân Saylan.

Ne diyor?  Aziz Nesin’in dediğini… Evet, bir borçtan söz ediyor. Sorumluluktan. “Bu ülkede üniversite bitirip meslek sahibi olan her kadının Cumhuriyet’e borcu var.”diyor. Aziz Nesin de derdi. Darüşşafaka’da parasız yatılı okumasının yükünü hep taşıdı. Hayatının sonuna kadar, bu halka borcunu ödeme telaşındaydı Nesin, Saylan gibi. “Borç ödenmesi”ne alışık değillerdir ülkemizin her şeye alacaklı olan tayfası. Talancıdırlar, yalancı dolancıdırlar. Korkarlar böyle aydından. Rahatsız olurlar. Bin bir kara çalarlar.
“Anadolu’da cüzzam hastalarının perişan durumda olan çocuklarını okutmaya, onlara okul, burs bulmaya çalışıyordum. Çoğu Kürt kökenli, kırsal alan kökenliydiler. O zaman bazı insanlar bana, ‘Hoca Hanım bu çocukları neden okutuyorsunuz, bunlar büyüyüp bize silah çekecek’ derlerdi. ‘Hayır, onlar okuyup öğretmen olacak, doktor olacak, bu bölgelere hizmet götürecek, bu insanları aydınlatacak. Asıl okumadıkları, bilmedikleri için terörist oluyorlar.” diye yanıtlar, bu önyargılara üzülürdüm…”

Dedim ya, Türkân Saylan’ı uğurlayalı tam 9 yıl olmuş. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve yoksul kız çocukları öksüz kaldı. Öksüzlükleri devam ediyor. Kız çocuklarının okuma oranları gün geçtikçe düşüyor. Çocuk evliliklerinin önü açılıyor. Cehalet alkışlandıkça kıvamlanıyor, coşuyor, taşıyor.

Günler günleri kovalıyor. Anımsanacak günlerle olaylarla yol alıyor ömürler. Yazımı yazarken 18 Mayıs 2009’a Türkân Saylan’ın ölümüne dair o günün basınına bakarken “dostun attığı gül” dehşetli yaralıyor, öfkelendiriyor beni. Yazarı değil ama, yazının çıktığı gazete mideme kramplar salıyor. Melih Altınok’un Birgün Gazetesi’ndeki 19 Mayıs 2009 tarihli yazısı. Dediğim gibi yazarı şaşırtmıyor, sonra Taraf’a geçecektir. Şimdilerde nerededir diye merak edenler bakabilir önemli de değil. Ancak yazı ve yazıya yer verilen platform o günlerin havasını anlamak açısından tarihsel bir belge niteliği taşıyor. Cehenneme giden yolların nasıl nasıl nasıl döşendiğini ibretlik gösteriyor.

Melih Altınok (Amman Metin Altıok’la zinhar karıştırmayın) “Her vesileyi Ergenekon sanıklarının savunmasında kullananların, Türkân Saylan’ın ölümünü ve de cenazesini çeşitli provokasyonlara zemin hazırlayacak bir propaganda malzemesi olarak kullanabileceklerini” söylüyor.  “ Türkan Saylan altın da biz tunç muyuz” diye soruyor.
Devam ediyor:
“Kaldı ki ulusalcılar, toplumun bir kesimdeki Ergenekon körlüğünü yaygınlaştırmak için ölüleri de dirileri de fütursuzca kullanıyorlar. Türkan Saylan’ın Ergenekon soruşturması kapsamında yasalara uygun olarak evinin aranması üzerine koparılan fırtınayı anımsayın.”
Cenaze konvoyu, devasa kalabalık üzgün, yorgun, mutsuz ama alabildiğine öfkeli adımlarla Lütfi Kırdar’dan Teşvikiye Camisi’ne oradan da Zincirlikuyu Mezarlığı’na ağır ağır akıyor. Tam 9 yıl önce. 19 Mayıs 2009’da…


Hamiş:  Aşağıdaki bağlantılara göz atmayı unutmayınız. Pek ibretliktir. Biri Türkan Saylan’ın 1999’da Siyaset Meydanı’nda yaptığı Fetö’nün örgütlenme yollarına dair çok önemli konuşma diğeri ise malum köşe yazısı…

 Ayşe Şule Süzük / SOL